HABERLER
Dini Haber

DİN, GÜÇ VE İTAAT OLGUSU

Celal Şengör, din, Dinlerin çıkış amacı, Dinlerin ortaya çıkışı, DP, Stanford hapishane deneyi, Tapınma ve emir alma güdüsü, İtaat olgusu,Din ve güç,İlkel insanın tapınma isteği
Daha önce “İnanç Tarihi ve Sınav Üzerine Bazı Teoriler” adlı yazımda bahsetmiştim Sineklerin Tanrısı adlı kitaptan. Adaya düşen bir grup çocuğun başlarında yetişkin olmadan yaşadıklarını anlatıyordu. Çocuklar arasında liderlik ve yönetim hırsı baş gösteriyor bu da aralarında gruplaşmaları ve rekabeti getiriyordu. Sonunda bu rekabet aralarında cinayet ve öldürmeye kadar ulaşıyordu. Bunu yapanlar daha çocuktu. İktidar ve güç için tanrısal ögeleri ve canavarları devreye sokuyorlardı. Kafalarında oluşturdukları varlıklara çeşitli güçler yüklüyor ve onlara ya tapıyorlar ya da korkuyorlardı. William GOLDING tarafından 1950’lerde kaleme alınan bu kitap oldukça iyi bir satış grafiği tutturmuştu. Sürükleyici ve macera içeriği yoğundu.

Romanı kafamda yoğurdum. Bu çocukların yaşadıkları bizle yani günümüz toplumları ile fazlasıyla örtüşüyordu. Liderlik, iktidar hırsı, gruplaşmalar, ötekileştirmeler, güç için ilahi varlık tasarlama ve kullanma, şefaat isteme ya da korkma hatta bunların cezalandırmasından örnek vererek grupları korkutmak)

İster yaratıcı olmadığını, bir mutasyon ve evrim sonucu primat kökenli bir yaratık olduğumuzu, diğer hayvanlardan bizi ayıran tek ve en önemli özelliğin zekâ ve akıl olduğunu ya da Allah’ın/Tanrı’nın/Yaratıcı’nın var olduğunu, tüm evreni ve yaratılmışları onun yarattığına inanın. Neye inandığınız ya da inanmadığınız çok önemli değil.

İnsanoğlu güce tapar ve boyun eğme içgüdüsü ile hareket eder. Daima Alfa’sını, dominant türdeşini veya sosyal yapı içerisinde liderini arar. Bunu yapmayan tek bir insanoğlu yoktur. Kesinlikle peşinden gittiği bir güç vardır.

İlkel, gelişmemiş beyninin bir köşesinde hep tapınma, saygı duyma, emir alma güdüsü vardır. Sosyal statünüz veya yaşantınız her ne olursa olsun bu sabittir. Bu tapınma hiyerarşisi içerisinde bulunduğunuz statüler sadece astlarınıza hükmetmenizi sağlar. Ancak hükmettiğiniz çoğunluğa rağmen kesinlikle bir üstünüz vardır. Nihai üst ister doğa, ister evren, ister yaratıcı olsun. Bazen bu üstü siz yaratırsınız. Çünkü ihtiyacınız vardır.

Herhangi bir güç hiyerarşisine inanmayan insanlarda dahi hayatının bir noktasında bu durum vardır. Yorgun düşüldüğünde metabolizmayı ele geçiren bir mikrop gibi vücutta parazit olarak yaşar. Ne zamanki ruhsal veya bedensel bir dengesizlik yaşanır, işte o noktada bu parazit mikrop devreye girer ve bir güçten yardım istersiniz. Bu güç bazen ruhani bir varlık, bazen de bir insan olur. Talimat dinlersiniz. Sığınacak bir güce ya da varlığa ihtiyacınız vardır.


Tüm yaratılmışlar bir şeyin peşinden koşar. İşte bu “Şey” sizi şekillendirir. Biçime sokar. Yön verir. Amaç sağlar. Evrildiğinden/Yaratıldığından bu yana bu sistem hiç değişmemiştir. Bazen gücü seçebilirsiniz. Bu sayede bir çoğunluk/sosyal yapı içerisinde liderinizi belirlersiniz. Bu güç bazen site yöneticisi, bazen siyasi parti lideri, bazen takım kaptanı olabiliyor.

Her ne kadar amaç özgür iradeniz ile yapıyı idare edecek bir beyin seçmek gibi gözükse de aslında Alfa’nızı seçersiniz.

Bazen doğduğunuzda tapınılacak güç, dominant birey, lider otomatik olarak önünüze konur. Koşulsuz biat etmeniz istenir. Sizde sistem içerisinde biat edersiniz. Oradan sizin çocuğunuza, o da onun çocuğuna, o da onun çocuğuna…

İnsanoğlu denen primat, ilk jenerasyonlarına ait kalıtsal özelliklerinin bir kısmını halen barındırır. Sosyal olarak yaşar. Avlanır, çoğalır, genlerini sonraki jenerasyonlara aktarmak ister. Sosyal yapı içerisinde kendisine biçilen görevi üstlenir. Tabii biat edeceği lideri ile birlikte. Bu lider bazen “En Güçlülerin Savaşı” ile belirlenir. Aynı günümüzde de olduğu gibi. Doğada sosyal yaşayan hemen hemen tüm türlerde lider, güçlülerin savaşı ile belirlenir.

Bu fikirleri radikal, gerçekten uzak, fantastik veya zırva olarak nitelendirebilirsiniz. Okumadığı bir kitabın dinine sıkı sıkıya bağlı çoklarımız gibi…

Şöyle yapalım. Stanford Hapishane Deneyi’ni duydunuz mu? Eminim birçoklarınız biliyor, belki makalelerden, belki kitaptan, belki filmden belki de arkadaş ortamından.

Kısaca hatırlayalım. 1971 yılında Philip Zimbardo isimli bir sosyal psikolog, insanların sosyal rollere nasıl tepki verdiğine dair bir deney düzenleme kararı aldı ve Stanford Üniversitesi'nin Psikoloji Departmanı'nın bodrum katına inşa edilen sahte bir hapishanede, gardiyanlar ve mahkumlar olarak davranmalarını sağlayacak şekilde, 2 hafta sürecek olan deneyi için 24 kişiden oluşan bir grup erkek, üniversite öğrencisini deneyinde kullandı. Fakat Zimbardo deneklerine hangi role sahip olacaklarını, onların haberi olmaksızın belirledi. Deneklere, önceden bunun 2 haftalık bir deney olacağı, bir hapishanenin simüle edileceği ve gün başına 2012 parasıyla 85 dolar alacakları bildirildi.

Mahkumlara deney süresince gardiyanların emirlerini dinleme zorunluluğu yükledi. Gardiyanlara ise mahkumlara sözlerini geçirebilmek için olabildiğince sert davranmalarını; ancak şiddete kesinlikle başvurmamalarını tembihledi. Zimbardo, sonradan yayınlanan görüntülerde, deney öncesinde gardiyanları eğitirken şunları söylüyordu:
"Mahkumlar üzerinde can sıkıntısı hissi yaratabilirsiniz, bir dereceye kadar korku yaratabilirsiniz ve onların hayatlarını tamamen rastgele güçler tarafından, sistem tarafından, sizler ve bizler tarafından kontrol edildiği hissine kapılmalarını sağlayabilirsiniz. Ve kesinlikle özel hayatları olmayacak. Onların bireyselliklerini çeşitli yollarla ellerinden alacağız. Genellikle bunun sonucunda, kendilerini güçsüz hissederler, bunu bekliyoruz. Yani bunun sonucunda, biz tüm güce sahip olacağız, onlarsa hiçbir güce..."

Gardiyanlar, tıpkı gerçek gardiyanlar gibi giydirildi, ellerine tahta sopalar verildi ve tamamen gerçek bir hapishane ortamı yaratılmaya çalışıldı. Göz temasına engel olması amacıyla aynalı gözlükler verildi. Mahkûmlaraysa, tıpkı gerçekte olduğu gibi, oldukça rahatsız edici bir mahkûm kıyafeti giydirildi ve bileklerine birer zincir vuruldu. Gardiyanlara, mahkûmları onlara atanmış ve mahkûm kıyafetlerine işlenmiş numaralar ile çağırmaları tembihlendi. Böylece tamamen gerçek bir hapishane ortamı yaratıldı.

Zimbardo, 14 Ağustos 1971 günü, "mahkum" konumunda olacakları kendi evleri önünde ansızın, beklenmedik bir zamanda tutuklayarak deneye dâhil etti. Tutuklamaları Palo Alto polisi, Zimbardo ile anlaşmalı olarak yaptı ve mahkûmları silahlı soygun suçuyla suçladı. Mahkumlar, tüm gerçek tutuklanma prosedürlerinden geçirildi, parmak izleri alındı ve profil fotoğrafları çekildi. Polis karakolundan sonra, sahte hapishaneye gerçek bir mahkûm taşıma aracıyla transfer edildiler.


Hapishanedeki her bir hücre, 3 mahkûma ev sahipliği yapmaktaydı. Hücreler oldukça dardı; mahkûmlar için bir hapishane bahçesi yaratılmıştı ve gardiyanlar içinse geniş, rahat alanlar kurulmuştu. Gardiyanlar, üçlü gruplar halinde, 8 saatlik vardiyalarla çalıştılar. Gardiyanların görev sonrası hapishane alanında bulunmaları gerekmiyordu.

Deney bu şekilde başladı ve göreceli olarak sorunsuz bir ilk günden sonra, daha ikinci günden ortalık karışmaya başladı. İkinci gün, 1. Hücre'de kalan mahkûmlar kapılarını yataklarla bloke ederek, kıyafetlerini çıkardılar ve gardiyanları dinlemeyeceklerini söyleyerek emirleri reddettiler. Olaylar bu şekilde başladı ve sonuçlar oldukça rahatsız edici düzeydeydi.

Sıradan ve normal sayılacak üniversite öğrencileri sadece birkaç gün içerisinde vahşi düzeyde sadist gardiyanlar ve gitgide korkaklaşan mahkûmlara dönüştüler. Her geçen gün, her biri, rollerine daha da bağlı hale geldiler. Günler geçtikçe, gardiyanlar giderek şiddetlenen psikolojik kontrol taktikleri geliştirmeye başladılar. Örneğin isyanlara katılmayanları aldıkları özel bir hücre yarattılar ve burada onları ödüllendirmeye başladılar. Benzer şekilde, mahkûmların yatak çarşaflarını ve süngerlerini alarak onları metal yataklarda uyumaya zorladılar. Kısa süre içerisinde gardiyanlar, mahkûmlara önce gizli, sonrasında ise açık şiddet uygulamaya başladı. Yemeklerini yemeyenler için gardiyanlar tarafından karanlık bir oda yaratıldı ve oraya hapsedilme cezası uygulanmaya başlandı. Sadece 36 saat içerisinde, 8612 numaralı "mahkum", Zimbardo'nun tanımıyla "çılgın" tavırlar sergilemeye başladı. Zimbardo, olayları şöyle anlatıyor:
"8612 numaralı mahkûm delice davranmaya başladı, bağırıyor, çığlık atıyor, küfrediyor ve kontrolsüz öfke nöbetleri geçiriyor. Onun gerçekten bu psikolojik durumda olduğunu kabullenmemiz epey bir zaman aldı ve sonunda onu salma kararı verdik."

Deneyin başlamasından sonra sadece 6 gün geçmesine ve deneyin içeriği tamamen rol olmasına rağmen sosyal ilişkilerin gerçekliğinden ötürü mahkûmlar ile gardiyanlar arasındaki ilişki o kadar sadist ve vahşi bir hale gelmişti ki, Zimbardo beklediği süreyi tamamlayamadan deneyini sona erdirmek zorunda kaldı.

Deneyin ilk günlerinden itibaren gardiyan konumundaki öğrenciler, sözlerini mahkûmlara dinletebilmek için giderek şiddetli hale gelen yöntemler uygulamışlardır. Mahkûmlar da, ilk günlerde gardiyan konumundakilerin gerçek hayatta "kendileri ile aynı düzeyde" olduğunu bildiklerinden inatçı ve "zoraki" bir şekilde rollerini üstlenen bir tablo çizmişler, ancak her geçen gün bu inatlaşmaya bağlı olarak artan gardiyan şiddeti, onları giderek uysal ve korkak bir hale getirmiştir.

Zimbardo, deneyden kendisinin bile etkilendiğini belirtmiştir, çünkü kendisi de deneyde "hapishane müdürü" rolüne sahipti ve tamamen rol yapması gereken gardiyanların, tamamen rol yapması gereken mahkumlara uyguladıkları şiddeti sürdürmesine izin verecek kararlar almıştır.

Bu deney, toplumun onlara biçtikleri rolleri farkında olmadan nasıl sahiplendiğini ve o rolün etkisinden çıkamadan, kontrolsüz bir şekilde yerine getirdiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu deney aslında “GÜÇ” denen olgunun yanlış ellerde, yanlış fikirler ile birleştiğinde neye dönüşebileceğini, “GÜÇ”e sahip olmayan bireylerin ise karşılaştıkları durumu mükemmel derecede açığa çıkartmıştır.

Dinlerin ortaya çıkışı da tam olarak bu şekildedir. Kastettiğim semavi dinler değil. Tüm inançlar. “İlkel insan yıldırımı görmüş, gücünden etkilenmiş ve ona Zeus demiştir. Denizin gücünü görmüş ve onu Poseidon ile tanımlamıştır. Patlayan volkan ve yer hareketlerini görerek Hades demiştir (Prof. A.M. Celal ŞENGÖR).”

İnsan tanımlayamadığı, açıklayamadığı bu gibi durumlarda bir tanrı sistemi oluşturmuştur. Bu tanrılara hikâyeler atfetmiş, karşılaştığı her şeyi bu ilahi varlıklar ile açıklamaya çalışmıştır. Eğer toprak ürün vermezse tanrı/tanrıça kızmıştır. Eğer verirse duaları/sunulanları kabul etmiştir.

Hemen her toplum birbirinin mitolojisinden/dinlerinden etkilenmiş ve günümüz dinleri oluşmuştur. En ilkel, medeniyetin ulaşmadığı kabilelerde dahi bir tapınma/tanrı mekanizması oluşturulmuştur. Totemler vb. yapıtlar insan ile tanrı arasındaki bağı kurmuştur.

Günümüzde bu inanç sistemi öyle sağlam temellere oturtulmuştur ki, adeta kusursuz işlemektedir.

İster devlet başkanı olun, ister ayakkabı boyacısı. İnançlı iseniz bir tanrınız var. Yani, edinilmiş öğretiler size yön veriyor. Ateist bir devlet başkanını ele alalım. Ülkesinin refahı için başka ülkelere avuç açmak zorunda. Ancak burada ayırıcı bir faktör var. Eğer bu ateist devlet başkanı GÜÇ piramidinin en üstünde ise o zaman kendini Tanrı görmeye başlıyor. Tüm güç onda. Ol derse olur. Günümüz Kuzey Kore liderlik sistemine bakın. Peki, bu “Tanrı” oyunu ne zamana kadar işliyor? Hastaneye düşene kadar. İşte orada Tanrı’lık gidiyor. Doktor ne derse ve yaparsa o. Bazen bu Tanrı Asker olabiliyor. Sizi kurtarırsa en ala. Kurtarmazsa gitti güzelim Tanrı’lık.

Bazı inançlı ülkelerde Din, güç piramidinin en üstündeki kişi/yapı için en önemli yönetim silahı. Kitleleri bir anda yönlendirebiliyorsunuz. Papa’nın tüm bölünmüş Avrupa’yı bir parmak hareketi ile nasıl Haçlı Seferlerine gönderdiğini hatırlayın. Selahaddin Eyyubi nasıl topladı ordusunu Hristiyanlığa karşı? Emeviler Türkleri nasıl kılıçtan geçirdi? Yahudiler nasıl diğer insanları kendilerinin kölesi görüyor? Katolik Adolf HITLER, ilk dönemlerinde halkı dindarlığı ile kandırmadı mı (Gott Mit Uns posterleri…) ? Engizisyon cadı diye kızları/kadınları yakıp infaz etmedi mi? Endüljans kâğıtları ile cennet toprağı satmadı mı? Bizim Hocalar televizyonlarda peygamber terliği, bilmem ne düası diye milletin dini duygularını sömürüp para kazanmıyorlar mı?

Sadece “inançlı biri başımızda olsun” mantığı ile ülke yönetiminin teslim edildiği toplumlara bakın.

Yazının ilk paragraflarını okuduğunuzda benimle aynı görüşü paylaşmadığınızı, hatta belki gülünç bulduğunuzu biliyorum. Ancak inanıyorum ki şu an fikirleriniz az da olsa değişti.

İstesek te istemesek te, kabul etsek te etmesek te bir “GÜÇ” hep olacak. Bazen bu gücü biz yaratacağız, bazen önümüze hazır olarak konulacak ve “aha bak ben inanıyorum çünkü bu doğru, hadi sende inan. Sonra çocuklarına da söyle onlarda böyle inansınlar. Bu sayede cennetlik olursun” denecek.

İşte dinler bu nedenle var. Çünkü bir şeylere inanmak istiyoruz. Yaradılışımızdan/evrimleşip “akıllandığımız” andan beri bir lider peşindeyiz. Çünkü başka türlü açıklayamıyoruz. Gerçekler suratımıza çarptığında da öfke nöbetleri geçirip sağa sola saldırıyoruz. Bazen bu gerçekler bizi öyle ele geçiriyor ki Ateist olunduğunda birey kendisini aydınlanmış hissedip kendisini diğerlerinden üstün sayıyor ve farkında olmadan bu düşüncesini bir “DİN” haline getirip bir ayrıştırma unsuru olarak kullanabiliyor.

Bu noktada bireyler için tek çıkış var. Sorgulamanın özünü de bu teşkil ediyor. Daima “GERÇEĞİN” peşinde olun. Bilimden ayrılmayın. Gözlemlenebilir, test edilebilir, toplumsal ve bireysel yararlar sağlayan düşüncelere zaman ayırın ve araştırın. Ötekileştiren, ayrıştıran ve acımasız bir biçimde sınıflandıran her düşüncenin karşısında olun. Hayatınızı mutlu yaşayın ve mutlu yaşatın.


Yazılı ve gözlemlenebilir insanlık tarihi incelendiğinde her inancın ötekileştirdiği, ayırdığı görülmüştür. Orta doğu din geleneğinin damıtılması ile elde edilip insanlığa farklı zaman aralıklarında servis edilen semavi dinler bile “insanlık için kurtuluş ve huzura erme” mottosu ile ortaya çıkmış, ancak kendisinden olmayanları ölüme mahkûm etmiştir. Hem bu dünya’ da hem de varsayılan ölümden sonraki yaşamda.

Dinlerin ortaya çıkmasının amacı GÜÇ oluşturma ve bu GÜÇ ile yönetmektir. İnsanoğlu yönetmek-yönetilmek ve hükmetmek-hükmedilmek ister. İşte bu primat kökenlerinden gelen açlığını doyurmak için de hiç görmediği, kanıtlayamadığı, sadece inanca dayalı sistemler geliştirmiş. Evet, şu an bu yazıyı okuyan sen. Sen de bu kategoriye dâhilsin. Sadece ya farkında değilsin ya da şiddetle reddediyorsun. Hatta şu an bana küfürler yağdırarak “zırvalamış” ya da “Allah ıslah etsin” diyebilirsin. Ancak gece uyurken yastığa başını koyup kendinle baş başa kaldığında bunların aslında doğru olduğunu görecek ve kabul edeceksin, bunun cevabı sende. Daha önce bahsettiğim gibi, zaten bu güdü beynimizin en ücra noktalarında var. O halde gelin bu açlığımızı “GERÇEKLER ve BİLİM” ile doyuralım.

Eğer gerçeklerden ve bilimden uzaklaşırsanız. O zaman Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi kendi tanrılarınızı yaratırsınız. Bugün olduğu gibi… Sineklerin Tanrısı adlı romanı okuyun ve ya filmini izleyin. Musa’dan, İsa’dan, Muhammed’den… Daha da önemlisi kendinizden bir şeyler bulacaksınız.

Zamanında bu arayış için ne kitaplar okuduk. Ne ayetler büktük. Semavi din kitaplarının her kelimesini araştırdık. Dünya inanç tarihinde ve mitolojilerde girmediğimiz delik kalmadı. Daha da detay mı istiyorsunuz. Site Başyazarı ve Yönetici dostum A. KARA’ nın şu dört yazısını sırası ile okuyun ve bunların üstüne yazımı tekrar okuyun.

Neden Deist Oldum – 1
Neden Deist Oldum – 2
Neden Deist Oldum – 3
Benim Tanrım

O zaman anlayacaksınız.
Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu:
İş yoğunluğumdan bayağıdır bu yazımı bitiremiyordum. Arada takip ettiğim bazı gruplar var. Gerçek hayat bir yana sanal ortamda dahi kin kusuluyor. Her nedense din savunucuları hep karşımızda oldu. Zalim olan bizdik, sapkın olan bizdik, elimizden şarap düşmüyordu, her gece eğlencedeydik, marjinaldik, eşimizi/partnerimizi kıskanmayan varlıklardık, kötüydük, Allah ’sız Kitapsızdık, elimizden gelse dünyayı kaosa sürükleyecektik… İyi de biz böyle değiliz ki? Olur da bir misafirim eve geldiğinde namaz kılacak diye seccade var benim evimde. Bu ülke de yaşıyorum sonuçta. Kimsenin malına ve ırzına göz dikmiyoruz, hiç kimsenin malı, karısı ve kızı bana caiz değil, eşimin üstüne başka bir kadın/kadınlar getirip onları sıraya sokmak istemiyorum. Ben eşimi seviyorum. Evde alkol alıyorsam bardağım belli, olur da inancı gereği alkol alınan bardağı kullanmayan dostlarım için. Okumak isteyene her dinin kutsal kitabı var evimde. Arada (maalesef sadece aklıma geldiğinde) sokak hayvanları için marketten mama alıp onlara veriyorum. Vergimi veriyorum. Taksitlerimi ödüyorum. Evet? Tek kusurum gerçeğin ve bilimin koşmak mı? O halde ben bu kusurla yaşamaya razıyım. Varsın ben cehennemlik olayım.

Sineklerin Tanrısı kitabındaki çocuklar gibi olmak istemiyorum. Kimseyi, hiçbir canlıyı sınıflandırmak ve ötekileştirmek istemiyorum. İyilikleri ve düşünceleri dışında onların hiçbir şeyini istemiyorum. Kimin neye inandığı da zerre umurumda değil. Bana dokunmadıkları sürece...

Prof. Celal ŞENGÖR hocamdan bir alıntı: “Uzaydan Dünya’ya en ufak bir yok edici tehlike belirsin, bakın bakalım sınıf, millet, ülke, ötekileştirme kalıyor mu? Nasıl tüm insanlık birleşiyor. İşte o zaman Dünyalı olduğumuzu anlarız. Çünkü genlerimiz böyle.”

Kaynak (Stanford hapishane deneyi): Şeytan Etkisi Philipp G. Zimbardo - Haney, C., Banks, W. C., & Zimbardo, P. G. (1973). Study of prisoners and guards in a simulated prison. Naval Research Reviews, 9, 1–17. Washington, DC: Office of Naval Research

Yazan: Demon Product
« ÖNCEKİ YAYIN
SONRAKİ YAYIN »