HABERLER
Dini Haber

BİR DİNSİZİN ÖTE ALEMİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Öte alem, Ahiret, Bir dinsizin öte alemi, Dinsizlere göre ölümden sonra, Ölümden sonrası, Öte hayat, Başka hayatlar var mı?, Öldükten sonra, Ahiret inancı,

BİR DİNSİZİN ÖTE ÂLEMİ


Öte âlemde ne var? Gidip de dönebilenler olmuşsa, deneyimlerini paylaşmalarını isterdim.
Öte alemle ilgili merakım depreştiği zaman, dindar olduğum yıllar  aklıma geliyor. Bu tür sorular, sorudan bile sayılmazdı. Cevabı hazırdı çünkü. Uymamız gereken emirler vardı. O emirlere uyunca cennete gidecektik, uymayınca, Allah’a karşı gelince cehenneme gidecektik.  1400 yıl önce yazılmış olan bu bilgiyi, öte âleme ilişkin gerçek ve değişmez bir bilgi kabul edip uyuyorduk. Sonra bir gün “din” denilen sis perdesi kalktı gözlerimin önünden. Ben de aniden ayağa kalkmak ihtiyacı hissettim, uyandım galiba. Hayata, insana, dünyaya bakış açım yerle bir oldu. Onları yeniden inşa etmeye başladım ve ardından her şey yeniden farklı bir şekilde anlam kazanmaya başladı. Sorularım değişti, çeşitlendi  fakat her şeyin cevabı yok.  Merak ettiğim her şeyin cevabı şakkadanak olsaydı daha mı iyi olurdu? Yine uyumaya devam mı ederdim yoksa? Burnumuzun ucunda duran kara deliklerin, devasa yıldız sistemlerinin  her türlü resmini çekip, yayınlıyoruz ama ne oldukları hakkında halen bilim adamları kesin şeyler söyleyemiyorlar.  Devasa merceklerle  gördüğümüz yapılar hakkında bile kesin bilgilere sahip değilken  Yaratıcı, öte alemle ilgili bilgileri şakır şakır yazacak, altın tepsiye koyacak, biz de bakıp, “oh bilgi sahibi oldum, öğrendim” deyip  uyumaya devam edeceğiz.  Bu zihniyet, öte aleme yani ölüm ötesine yönelik araştırmalar yapar mı, kılını kıpırdatır mı? İçinde bulunduğumuz kâinat, uykuda mı? Sabit duran taşların içindeki atomlar bile hareket halinde iken biz, “hooop” kucağımıza inen hazır bilgilerle uyuyarak mı geçireceğiz bu yaşantımızı?

İnsanoğlunun hayatına kattığı her yeniliği bir gözden geçirin. Geçmişe gidin. Tarıma nasıl başlandı? Topluluk olma fikri bir dini inançla mı geldi yoksa uzuuuun seneler boyunca oluşan bir bilinçle yavaş yavaş beynini geliştiren insanın azmi ile mi gerçekleşti?  Hayatımızın içine insanlık tarafından katılan her türlü yeniliği bir gözden geçirin. Bana bir din söyleyin ve o dinin bir ayetini okuyun ve deyin ki “insanlık, bu dinin kitabını okudu, falanca ayeti inceledi ardından o ayete dayanarak ya da o ayetten ipucu alarak şu icadı gerçekleştirdi ya da insan hayatının içine dinin emrettiği şu yeniliği kattı ve o yenilik de insanlığın şu bakımdan gelişmesini sağladı”. İnsanlığın hayatında şu an hangi yenilikler yaşanıyorsa, hepsi de insanların kendi çabası, kendi gayreti ve kendi azmi ve mücadelesi sonucu elde edildi. Şu durumda dinlerin yapabildiği tek şey, ama tek şey ise, insanoğlunun zekâ ve azmi ile geliştirip hayatın içine soktuğu yeniliklere kendini  adapte edebilmek için çaba sarf etmek. “Hey durun!, her ne kadar ben geçmişin emirleri ve geçmişin kafa yapısı  ile sizlere  yön ve akıl vermeye çalışsam da,  uyum sağlayabilirim, uyumlu olmak için çaba sarf ediyorum, beni güncellemeye çalışan müdavimlerim var, yeter ki beni terk etmeyin, tarih sayfalarında beni bir başıma bırakmayın.”

Edison, “ampül mü icat edeyim yoksa farklı bir şey mi icat edeyim? Bunu icat ederken neler yapabilirim?” Sorularının cevabını dini kitaplardan okumadı. Öte aleme ve öte boyutlara ilişkin olabilecek bütün soruların cevabını da günü geldiğinde ve o teknolojiye, o bilimsel düzeye  ulaşıldığında insanoğlu, yine kendi azmi, enerjisi, bilgisi  ve çabasıyla ulaşacaktır. O günler gelinceye kadar şimdilik tahminde bulunmaktan başka çare yok.

Yaşamsal fonksiyonlarımız ömrünü tamamlayıp bedenimiz  toprağın altına girdikten bir süre sonra kemiklerimiz ve saçlarımız haricindeki her yerimiz çürümeye başlayacak. “Aslında hiçbir şey ölmez, yok olmaz sadece form değiştirir” sözü doğru fakat çürümeye yüz tutan ve toprağa karışan atomlarımız, kemiklerimize, saçlarımıza bürünüp tekrar ayağa kalkamayacak. Yine de kemiklerimiz ve saçlarımız gibi çürümeyecek olan bir uzvumuz daha var ki O’da, biz hayatta iken etimizle, kanımızla çalışan beynimizin ürettiği düşünceler bütününün oluşturduğu enerji alanı. Beynin biriktirdiği düşünce bütünü ve öte alemle ilgili bağlantısı olasılığını ilk kez, Ahmed Hulusi isimli bir Kur’an yorumcusundan dinlemiştim. Hatta bu kişi bir ara sosyetemizde ilgi odağı olmuştu. Ahmed bey, dindar bir Müslüman  olduğu için bilimsel temele dayandırdığı  bu teorisini, İslâm inancının öte alemle ilgili her aşamasına uydurabilmek için çaba harcamış.  Bu yönüyle, bu teorinin her aşamasına  katılmasam bile beynimizin ürettiği enerji alanının, insan gözü ile değil, özel donanımlı cihazlar sayesinde görülmesi, elle tutulabilir ve çürür  bir yapıda olmaması ve bana göre bu olasılığa alternatif başka bir teorinin olmaması, düşüncelerime dikkat etmem noktasında beni uyarıyor. Eğer gerçekten öte alemde böyle bir durum yaşanacaksa yani, sadece dünya hayatı içinde yaşarken, yaşadığımız her anın ve inancın bilgisi, hayallerimiz, bilgi birikimlerimiz ve bunların her birinin oluşturduğu enerji bütünü, biz öldükten sonra, o enerjiye  karşılık gelecek farklı boyutta varlığını devam ettirecekse eğer, aklımızdan geçirdiğimiz her düşünceye, hayale dikkat etmek gereği çıkıyor ortaya. Dini inançlar da buna dahildir. İnsan beyni henüz tam olarak çözülememiş olsa bile, alışkanlıkların, inanmışlıkların, önyargıların  ve telkinlerin depolandığı bilinçaltımızın bedenimizi ve kişisel olarak ve davranışsal olarak bizi otomatikman yönlendirdiği,  bilimsel bir gerçeklik zaten.  Bu sebeple, bu teoriyi  yıllar  sonra tekrar yoğun olarak akıl süzgecimden geçirmeye başladığım bir dönemde, tesadüfi olarak İslâm dininden çıkmamın ardından, kafamda otomatikman cehennem ateşi inancını yok ettim. Düşünsenize, eğer bu teori gerçekse ve siz dini inanç gereği sırf ibadetlerinizi yani tapınma görevlerinizi yapmadınız diye öte alemde uzun süre cehennem ateşinde yanacağınızı ve hatta dindar biri bile olsanız “her insan cehennem ateşinden bir kez geçecek” inancı ile öldükten sonra öte alemde bilinçaltı düşünce kalıbınızın sizin için hazırladığı hayali bir cehennem ateşinde gerçekten de bir süre ya da uzun süre yandığınızı görüp bunun acısını hissettikten  sonra yine bilinçaltınıza aşıladığınız cennete girdiğinizi görmeniz muhtemeldir. Hatta cehennemin yanından bile geçmeden ölür ölmez hemen cennete gireceğinize inanmış iseniz, ölümünüzün ardından sizi tıpkı hayalinizdeki gibi bir cennet karşılayabilir.  Ahmed beyin öte alemde cehennemi yaşamakla ilgili teorisi çok farklı fakat insan beyni, şartlanmaya ve bu şartlanmışlığı hem rüyalarında hem de fiili olarak yaşayabilecek bir özellikte ise, cehennem inancına dayalı bir şartlanmışlık öte alemde, inanan insanları neden karşılamasın?  Bir insanı belirli bir süre hipnotize edin ve o kişiyi cehennem ateşinde yanmakta olduğuna ikna edin. Bir süre sonra o kişi, rüyalarında cehennemi ve kendisinin de o cehennemde olduğunu görmeye başlayacaktır. Hatta işi daha da ileriye götürüp, farkına bile varmadan, kendisini yanmakta olan bir ateşin içine bile atabilir. Şartlanmaya bağlı olarak öte alemdeki  bu cennet cehennem hayali, sadece hayali olarak yaşansa bile  eninde sonunda içinde bulunduğu gerçekliğe uyanıp sağını solunu fark edecek ve yeni girdiği boyutun farkına varacaktır diye düşünüyorum.

Rüyalarımız gerçek değildir fakat gerçekmiş gibi algılarız ve bir süre sonra da uyanırız. Gerçek bir cennet ve gerçek bir cehennemden bahsetmiyorum. Tıpkı kafasına yeni teknoloji oyun kaskı takmış olan oyun bağımlısı biri gibi kendisini, beyninde hazırladığı cennet cehennem filminin yani hayalinin ortasında bulan bilinç enerjisinden bahsediyorum. Bu ihtimali düşünmeye başladıktan sonra öte âlemle ilgili olabilecek bütün cennet ve cehennem inancımı yerle bir ettim. Artık böyle şeylere inanmadığım gibi bu tür düşünce kalıplarını da beslemiyorum, cehenneme ait inanç birikimi yapmıyorum. Eğer böyle bir teori doğru ise, dünya hayatı içerisinde, bilincimizde ne biriktirirsek öte âlem için kârdır diye düşünüyorum. Yine bu teoriyi gerçek kabul edersek,  tamamen inançsız olan  kişilerin durumu  ölüm sonrasında ne olur?  Ateist olan yani tamamen inançsız olan bir insan, öldükten sonra ne bilinç olarak ne de ruh olarak varlığını asla sürdürmeyeceğine ve bir hiç olarak yok olup gideceğine inanır ve bu inancını sürdürürse, kişi öldükten sonra o kişinin bilinçaltı, seneler içinde düzenli olarak  kendisine verilen  “ölünce hiç ol ve kapan” komutunu yerine getirecek ve tıpkı bir televizyonun kapatma düğmesine basar gibi kendisini kapatacak ve hiç olacaktır. Kim bilir!

Diğer aleme sadece beynimizin ürettiği enerji alanı ile geçebileceğimiz   düşüncesi, zaman geçtikçe ve hayatın anlamını sorguladıkça bana biraz daha mantıklı geliyor. İnsan aklı, yapısı gereği her şeyde bir anlam aramak zorundadır. Bilimi geliştiren, motive eden içsel  nedenlerden  birisi de budur aslında. Hepimiz kafalarımızın içerisinde, birbirinden muhteşem değerler taşıyoruz. Ne kadar fazla yaşarsak, ne kadar fazla yer gezip görüp ne kadar fazla insan tanırsak ve hayatı ne kadar deneyimlersek bakış açımız o kadar gelişiyor ve beynimizin içinde bilgiye dair değerler o kadar birikiyor ve bizi o kadar olgunlaştırıyor. Tıpkı nehir ve ırmak sularıyla birikip büyüyen denizler ve okyanuslar gibi. O okyanuslar, dünya gezegenine hayat veriyor. Uzay boşluğuna savrulan ve birbirine tutunan, bir araya gelip biriken göktaşları, gezegenleri oluşturuyor. Bir muhabirin, seneler içinde yaptığı görevlerle biriken  deneyimleri  en sonunda bir haber spikeri olmasına vesile oluyor.  Bir hayvanın rastgele oluşumu ve tekdüze yaşayıp, hayata çok fazla şey katmadan gelişmeden, öylece ölüp gitmesine çok fazla anlam katamayabilirsiniz  fakat insan başka. İnsanoğlunun bilincinde müthiş bir birikim yapılıyor. İnsan gelişiyor, etrafını  ve hatta gezegenini değiştiriyor. İnsan beyni, önemli etkiler  oluşturuyor, büyük izler bırakıyor. Her ne kadar bazı insanlar 20 yaşından 70-80 yaşına kadar bir şeyler öğrenmek, olgunlaşmak ve kendini geliştirmek yerine daha inatçı, daha dar fikirli ve daha sabırsız ve sinirli bir yapıya doğru yani iyiye gitmesi gerekirken daha kötüye gidiyor olmasına karşın,  hayatı her açıdan bir fırsat olarak gören insanlar için dünya hayatı, muhteşem bir gelişim ve olgunlaşma mekânı.  Bu fırsatı değerlendiren insanlar hem kendilerinde hem de çevrelerinde fark oluşturuyor ve hayata anlam kazandırıyorlar. Bu şekilde düşünüldüğünde ise  bedenimizin pek değeri kalmıyor. Bedenimiz, bilincimize hizmet etmek için ayarlanmış robot gibi.

İki yaşındaki bir çocuk, uzakta gördüğü bir portakalı merak edip  ulaşmak istiyorsa bacaklarını kullanarak adım atmalı ve ona doğru yaklaşmalı. Sonra o portakalı eline alır, dişlerini geçirip tadına bakar sonra yere atar, nasıl ses çıkartıyor, nasıl yuvarlanıyor, hepsini gözlemler bu gözlemleri o çocuğa,  bir meyveyi tanıttığı gibi o meyve ayarında olan nesneler için de bir fikir verir ve dahası beyninde  ağırlık, büyüklük ve tat anlamında yeni bağlantıların oluşmasını sağlar. Yaşadığımız her şeyin bilgisi, kıymetli birer mücevher olarak beynimizde birikiyor ve çeşitlendikçe,  çoğaldıkça değerleniyor. Bilincimizin hizmetkârı olan bedenimiz öldükten sonra toprağın altında karıncalara yem olabilir, ya da yakınlardaki bir ağaca, bitki örtüsüne gübre olabilir. Bu bile aslında bir faydadır fakat yıllar içinde yaşadığı her deneyimi, öğrendiği her bilgiyi biriktiren, sonuçlara ve anlamlara ulaşan, olgunlaşan  bilgi bütününün öldükten sonra hiçliğe karışıp yok olması ya da bedenin çürümesi gibi  çürüyerek küçük bir şeylere hizmet etmesi mümkün değil. Beden hayatta iken  çalışan beyin ne kadar birikim yapmışsa ve ne kadar kıymetlenmişse, bedenin ölümünün ardından mutlaka o kıymete karşılık gelen farklı bir boyutta farklı bir bedene ya da yapıya  komutlar vermeye ya da harikulade bir oluşuma fayda sağlamaya  devam ederek, daha yüksek bir anlama ya da amaca hizmet edecektir.

Kâinatı yaratan, işleyişinde bizzat etken olan fakat Tanrısal özelliklerden çok daha öte bir Yaratıcı fikrine şimdilik inanıyorum fakat Tanrı ya da Yaratıcının var olma olasılığı, insanda hemen yaşamsal anlamda eşitlik ve adalet hislerini sorgulatıyor. Bir birey, savaşın ortasında doğup, henüz çocukluğunu bile yaşamadan üstüne düşen bir bomba ile hayatını kaybederken başka bir birey, barışın olduğu bir çevrede, zengin ve mutlu bir ailenin kucağında doğduktan sonra 100 yaşına kadar çok kaliteli, huzurlu, coşku ve çılgınlıkları, sevinçleri, tatlı heyecanları ve  yer yüzünde yaşayabileceği her güzel şeyi yaşamış, tatmış, memnun  ve doymuş biri olarak sadece yaşlılıktan dolayı sıcacık ve yumuşacık yatağında gözlerini hayata kapatıyor. Eğer bu hayata ve öte alemlere karşı ilâhi bir anlam aranıyorsa, insanların yaşadığı bu dengesizlikler açık bir eşitsizlik olarak görünüyor bana ve bir çok kişiye. Bu durumda, bir çok kişiye saçma gelen “İlâhi Nizam ve Kâinat” isimli kitap eşitlik ve adalet arzuma cevap olma yolunda  uygun seçeneklerden bir gibi  geliyor.

Bu kitaptaki iddiaya göre iyi ve kötü diye bir şey yoktur. Her madde, içinde barındırdığı ruhu olgunlaştırmak için görev alır. Ruh, en basit madde ile başlar deneyimlerini yaşamaya.  Atom olur, hücre olur, molekül olur,  binlerce bitki çeşitliliğinde deneyimlenir, hayvan olur, ardından ilkel insana gelir sıra ve en sonunda ilerleyen dönemlerin olgunlaşmış insanlarında deneyim kazanır. Kimi zaman, kendisini içinde bulunduğu topluluk için feda eden bir asker ile iyiliği, diğer bir hayatında, başkalarının canını hiçe sayan gaddar bir komutan ile kötülüğü, başka bir hayatında ise kendi değerini fark etme yönündeki  görevi başarmaya çalışan bir insan olarak kendi değerini bilmeyi  deneyimler, yaşar ve bu süreçler böylece devam eder.  Bütün bunlar, üçüncü boyuta mahsus olabilecek bütün düşünce ve deneyimleri  yaşayıp özünde biriktirip  ruhani yapısını olgunlaştırarak bir sonraki aşamaya yani dördünce boyuta geçmesi için gereken aşamaya gelmesi (gereken içsel malzemeleri toplayabilmesi) içindir. Reenkarnasyon’a kesin olarak inandığımı söyleyemem fakat bütün dini inançlarla birlikte doğum, yaşam ve ölüm ile ilgili bütün teorileri bir araya toplasam, bana en mantıklı ya da dürüst olmak gerekirse(insanların yaşantıları arasındaki uçurum derecesindeki farklar göz önüne alındığında)  en eşit ve adil olan buymuş gibi geliyor. ŞİMDİLİK TABİ Kİ! YİNE DE KAFAMDA NET BİR İNANÇ YOK.

Belki de bu belirsizliğin etkisi belki de farklı bir nedenden ötürü bilemiyorum ama öte alemle ilgili hislerimi, düşüncelerimi çok fazla beslemiyorum. Artık beni ilgilendiren en önemli şey,  bu boyutu,  hakkını vererek ve arzularımı tatmış, mutluluğu yaşamış,  sevgiyi en güzel haliyle hissetmiş ve hayallerimi gerçekleştirmiş ve yaşamın güzelliklerine doymuş ve aynı zamanda insan olmanın onuruna yakışır bir şekilde başkalarına da faydalı olmanın verdiği içsel haz ile birlikte,  hazır olduğum zaman bu dünyadan ayrılabilmek.  Ölüm vakti geldiği zaman beni düşündürecek olan  her halde yukarıda saydığım şeyler. Mutlu bir şekilde ayrılıyor muyum? Veya arkamdan ağlayacak, üzülecek yakınlarım var mı? Benim ölümüm birilerini üzüp kahredecek mi?  Hayatı ot gibi mi yaşadım? Birilerine ya da bir şeylere faydam dokun du mu? Kapasitem ölçüsünde fark oluşturabildim mi? Diğer taraftan, Öte âlemde beni, kötü şeylerin beklediğine asla inanmıyorum. Belki de iyi biri olduğumu bilmem, bana bu inancı sağlıyordur.  Öte alemde ya da öte boyutta  benim için çok güzel sürprizler olacağına, şimdiki yaşantımdan çok daha güzel bir deneyime adım atacağıma inanıyorum. Bedenim, toprağın altında çürümeye başlasa bile, bilinç olarak var olacağım ve sanırım öte âleme, meraklı gözlerle gideceğim.

Dediğim gibi, bu dünyadaki  hayatımla daha çok ilgiliyim. Dinden çıktıktan sonra mutlu olmak ile ilgili  genel yargılarımın, hayallerimin ve amaçlarımın yönünü tamamen değiştirdim. Dindar insanlar,  gerektiğinde maddi çıkarları için bazen dini kuralları bile çiğneyebilirler fakat mutlu olmak için bu dünya hayatını bir fırsat olarak görmek yerine mutluluk denilen kapsamlı duyguyu yaşamayı genellikle öte aleme ötelerler. “Hatta mutlu olmak nedir? Günah mıdır? Ben mutlu muyum, nasıl mutlu olunur?” gibi sorular, konular pek akla gelmez. Acı çekmek, çile çekmek, sıkıntılara acil ve kalıcı çözüm bulmak yerine, “Rabbimin vardır elbet bir bildiği, bunları çektiriyorsa eğer bana, mükafatım çok iyidir öbür dünyada…kaderimde varmış demek ki, başka türlü seçim yapsam yine başıma gelecekti…” gibi inanç kalıplarını yaşamayı mukaddes bir yol sayarlar. Bu doğrultuda Sabretmek-Fedakârlık-Fedazararlık  arasındaki farkları asla anlayamazlar. Bu kavramlar çok çok önemlidir çünkü bu kavramların anlamlarını bilmiyor iseniz, yapışıp kaldığınız yanlış bir kavram hayatınızı, yaşamınızı, sevginizi, mutluluğunuzu, yeteneklerinizi,…, her şeyinizi(kuruyemişin içini boşaltan kurtçuk gibi) yer bitirir ve siz bu hayata yönelik en anlamlı soruları bile sormadan, insan olmanızın onuruna vakıf olmadan bir de bakmışsınız, çöpe atılmaya hazır bir posa haline gelmişsiniz.

Fedakârlık iki kelimeden oluşur. Feda-kâr. Bir şeyleri feda ederken feda ettiğinizden fazla kârınız olmalıdır fakat halk arasında sergilenen davranış kalıpları Fedakârlık değil genel olarak Fedazararlıktır. Ne yazık ki insanlarımız bu iki kelime arasındaki farkı bilmiyor ve yaşamlarına da geçiremiyor. Vaktiyle bir televizyon programında seyirciler arasında bulunan 35 yaşlarında bir bayan, babasının yıllarca çapkınlık yaptığını,  annesine zulmettiğini  ve  çok çektirdiğini  fakat iki sene önce tövbe edip hacca gittikten sonra çapkınlıklarını ve eski serkeş hayatını ve annesine olan eziyetini bıraktığını,  yuvasına sahip çıktığını söyledi ve ardından dedi ki “Benim fedakâr annem çok çekti, çok ağladı, çok sabretti  fakat sabrının karşılığını sonunda aldı, kazandı, şükürler olsun Rabbime”.  Kazandığını iddia ettiği annesi 65 yaşına gelmiş.  Çektiği sıkıntılar  seneler içinde kadını şeker hastası yapmış, tansiyon ve kalp hastası yapmış, gençliği gitmiş, gözlerinde katarakt başlamış, böbreğinin birini almışlar,  her şeyi yiyip içemiyor, bastonla yürüyebiliyor ve insülin  ile birlikte günde 8 tane hap içiyor.  Sabrın sonucuna bak sen! Bu kadın ne sabretmiş ne de fedakârlık etmiş, ettiği tek şey tek taraflı vermek yani FEDAZARARLIK!  İnsanlar, hayatlarından dini inançları çıkartsalar acaba  böylesi yaşamları, kendilerine sabredilecek bir imtihan olarak mı görürler yoksa bir şeylerin ters gittiğini  fark edip  bu tersliğe kendini mahkûm etmek yerine bir eylem planı hazırlayıp ya da hayatlarını yeniden planlayıp düzlüğe çıkmaya mı çabalarlar?  SABRETMEK, İYİ OLACAĞINDAN EMİN OLDUĞUN SONUCU SAKİNLİKLE BEKLEMEKTİR. Eğer iyi sonuçlanacağından emin değilseniz,  sonu belirsiz süreci beklemek yerine harekete geçer ve söz konusu durumun iyi sonuçlanması için yeni baştan plan, program yaparsınız ya da hayatınıza yeni baştan yön verirsiniz.

Bu yaşıma kadar etrafımda bir çok yaşantı ve bir çok  evlilik gözlemledim. Hepsi de dindar insanların yaşantıları ve evlilikleri.  Halk arasında, her seferinde dini sebeplere dayandırılan ve adına sabretmek denen sonucu  belirsiz  çileyi  “katlanmak” olarak da tarif edebiliriz. Eliniz, kolunuz, ayağınız, aklınız var. Neden bir şeyler yapmak yerine başınıza gelebilecek her sıkıntıyı korkuyla bekleyip, bekleme sürecini “sabretmek” olarak tarif edip mutluluğunuzu hiç görmediğiniz öte âleme atıyorsunuz? Ben artık bunu yapmıyorum. Mutluluğuma sahip çıkmayı öğrendim. Hayat bana göre dengedir. Hayatı iki kişi olarak yükleniyorsan ağırlığı eşit paylaşmalısın. Eğer ağırlığın çoğunluğu senin sırtında ise aşağıya inersin. Diğer kişi yüksekte kaldığı için hem hafiftir hem senden yukarıdadır(senin sayende) hem de senin göz hizanda değildir, değerini kıymetini bilmez. Sizin göz göze gelebilmeniz ve bir birinizi, taşıdığınız ağırlıklarla eşit miktarda görebilmeniz ve sağlıklı bir iletişim kurabilmeniz için tıpkı bir terazinin karşılıklı kefelerine oturmuş iki kişi gibi, ağırlıkları eşit miktarda yüklenmeniz gerekir. Ne yazık ki dindar insanlar, duruma bu şekilde bakamazlar. Dini inancın olmadığı zaman ise, emeğine sahip çıkmayı, kendini düşünmeyi öğreniyorsun. Bunun adı bencillik değildir. Kendi kıymetini bilmektir. Başkalarına verdiğin değer kadar kendine de değer vermek zorundasın.

Bu dünyadan göçüp gitmeden önce, hayalimde canlandırdığım bütün güzellikleri, ölçülü bir şekilde, çevreye ve başkalarına zarar vermeden, kendim dışındaki varlıkları ve insanları mutsuz etmeden, insan olmanın sınırları içinde yaşamak için elimden geleni yapacağım. Bunu yaparken de kendimi dört duvarın arasına hapsedip, elime  din  kitabı alıp 1400 yıl önce yazılmış olan bir kitabın sayfalarını yıllarca nakarat yaparak  beynimi uyutmayacağım. O beynimi, bilincimi, öte âleme en güzel ve en donanımlı bir şekilde gönderebilmek için yeteneklerim ve kapasitem doğrultusunda kendimi, ölüme kadar geliştirmek ve bilgilerime her seferinde yenilerini eklemek için çaba sarf edeceğim. Eğer hayata dair bir anlam çıkartmam gerekiyorsa, biz bu dünyaya mücadele etmek için, kendimizi, kapasitemizi, bilincimizi, kişiliğimizi geliştirmek için, olgunlaşmak ve yükselmek için  geldik. Her şey, en kaba halinden ve en basitten başlayıp en karmaşığa ve zora doğru, en iyiye doğru ilerliyorsa biz de mutlaka, topladığımız birikimlerle daha iyisini  olmaya doğru ilerliyoruz.

Bedenimizi yani kabuğumuzu toprağa bıraktıktan  sonra mutlaka daha iyisi olacağız. Öte aleme yönelik içimdeki en gerçek inanç bu.
« ÖNCEKİ YAYIN
SONRAKİ YAYIN »