HABERLER
Dini Haber

FATİH SULTAN MEHMET NE KADAR İYİ BİR DEVLET ADAMIYDI?

Yazan: Sedat Hakkı Karadayı

FATİH SULTAN MEHMET NE KADAR İYİ BİR DEVLET ADAMIYDI?

Fatih Sultan Mehmet’in ne denli iyi bir padişah olduğu üzerine yazılar yazılmış methiyeler düzülmüştür. Özellikle pozitif bilimlere olan düşkünlüğü, birçok lisanı ana dili gibi konuşabilmesi, muzaffer bir komutan olması açısından bakıldığında hakkında olumsuz bir şey söylemenin olanaksız olduğunu düşünüyorum.

Osmanlı Devleti’nin geleceğini düşünerek evlat ve kardeş katlinin meşrulaştırılmasını kabul edecek olursak, aynı dikkati ve özeni kendisinden sonra tahta oturacak evladının seçimi konusunda dikkat etmemesine ne cevap vermemiz gerekir?

Bir başka dikkatimi çeken nokta da seçtiği Vezirler konusudur. Bu konudaki olumsuz gidişin şansızlığından mı yoksa seçimdeki basiretsizliğinden midir çözemedim. Çalıştığı o kadar vezirden biri de mi iyi çıkmaz?

İlk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa aslında Çandarlı sülalesinden gelme ve o zamana kadar son derece başarılı devlet adamlığı yapmış bir yöneticiydi. Oysa Fatih’in İstanbul fethi sırasında suçlanarak önce hapse atıldı, sonra gözlerine mil çekildi ve daha sonra tüm mallarına devlet adına el konularak idam edildi. Fatih’in vefatı ve II. Bayezit’in tahta oturmasından sonra devlet tarafından el konulan tüm malları çocuklarına iade edildi. Peki gerçekten Çandarlı Halil Paşa suçlu muydu?

Çandarlı Halil Paşa’nın hapse girmesinde en büyük sebeplerden birisi eski Lalası yeni Veziri Zağanos Mehmet Paşa olmuştu. Fakat Zağanos Mehmet Paşa da 2 kez azledilmişti. Hatta kızı ile evlenmiş olmasına rağmen Zağanos’un kızı olan eşi Hatice Hatun’u sırf Vezire olan kızgınlığı sebebiyle boşamıştı.

Zağanos Mehmet Paşa’dan sonra Sadrazam olan Veli Mahmut Paşa’yı da bir kez azledip sonra yeniden göreve çağırmıştı. İkinci sadrazamlığı sırasında ise oğlu Şehzade Mustafa ile husumet yaşayan Veli Mahmut Paşa fatih tarafından önce hapse atılmış sonra idam edilmişti.

Veli Mahmut Paşa ile beraber vezirlik yapan Rum Mehmed Paşa’yı da iki kez azletmek zorunda kaldı. Üstelik Rum Mehmed Paşa, son azlinden sonra başarısızlıklarından dolayı boğularak öldürüldü.

Fatih Sultan Mehmet’in ölümle cezalandırmadığı iki veziri vardı. Bu vezirlerini sadece azletmekle yetindi. Bu vezirlerden biri İshak Paşa idi ki o da iki kez azledildi. Birinci azil Fatih Sultan Mehmet tarafından, ikinci azil ise kendisini desteklemesine rağmen II. Bayezit tarafından yapılmıştı. Diğer veziri ise Gedik Ahmet Paşa idi. O da bir kez Fatih tarafından azledildi. Vefatından sonra II. Bayezit tarafından önce azledilip hapse atıldı daha sonra ise boğdurularak idam edildi.

Sanıyorum eğer kendinden sonra veliaht olarak güçlü bir şehzadeyi tahta varis bıraksaydı ve kendine uygun akıllı, zeki vezirleri seçebilmiş olsaydı, Osmanlı’nın geleceği çok daha güzel olabilecekti.

DİNİ AZINLIKLAR SAYGI BEKLİYOR

Haber

Türkiye'deki Hristiyanlar Yeni Kiliselerini Kutluyor, Ancak Dini Azınlıklar Hala Saygı Bekliyor

15 Ekim'de, Türkiye'deki yüzlerce Süryani Hristiyanı, İstanbul'un yeşillikler içindeki Yeşilköy semtinde bir araya gelerek, cemaatin yüzyılı aşkın süredir açtığı ilk yeni kilise olan Mor Efrem Süryani Ortodoks Kilisesi'nin açılışına tanıklık etti.

Bir nesil önce, İstanbul'da yeni bir Süryani Hristiyan kilisesi inşa etme fikri hayalden öteye gidemezdi. Kilisenin en eski kollarından biri olan Süryani Ortodoks Hristiyanlığı, ayinlerinde hâlâ İsa ve havarilerinin dili olan Aramice'nin bir lehçesini kullanıyor. Türkiye'nin azınlık halkları üzerine çalışan Süryani Katia Arslan, "Biz çok eski bir halkız, bir Mezopotamya halkıyız" diyor.

Ancak bugün Türkiye'de Süryani Kilisesi, Doğu Süryani Kilisesi ve Roma'ya bağlı Latin Birliği Kiliseleri'nde temsil edilen, ancak çoğu Süryani Ortodoks olan yaklaşık 25.000 Süryani Hristiyan yaşamaktadır.

Bir zamanlar Türkiye'nin güneydoğusunda sayıları yüz binlerle ifade edilen ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki savaş koşulları ve ekonomik sebeplerle dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiş bir topluluğun son kalıntılarıdır. Modern Türkiye'nin ilk günlerinde daha fazla kitlesel biçimde yurtdışına veya Türkiye'nin batı şehirlerine göç etmişlerdir. Göç sırasında devlet, kiliseler ve manastırlar da dahil olmak üzere Süryanilere ait bazı mülkleri kamulaştırmıştır.

Öte yandan İstanbul, Ankara ve İzmir Süryani metropoliti Yusuf Çetin, bu ay İstanbul'daki yeni kilisenin açılışında, kilisenin kapılarını meshederken ve dua okurken kalabalığın alkış ve tezahüratlarıyla karşılandı.

Daha da önemlisi ve belki de daha da şaşırtıcı olanı, önceki pazar günü, İslam'ı Türk kimliğinin bir parçası haline getirmek için çok çaba sarf eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kilisenin tamamlanmasını kutlamak üzere bir ziyaret gerçekleştirmiş olmasıdır.

Cumhurbaşkanı, "İnşa ettiğimiz kilise, ülkemizdeki din ve inanç özgürlüğünün bir sembolüdür" dedi. "Bölgemizde ve dünyada dini ve etnik kökene dayalı bölünmelerin, çatışmaların ve nefret suçlarının arttığı bir dönemde Türkiye'nin bu kucaklayıcı tavrı çok önemlidir" dedi.

Erdoğan'ın 1990'ların sonunda iktidara gelmesinden bu yana Türkiye'deki Hristiyanlarla girift bir ilişkisi oldu. Seleflerinin yaklaşık bir asırlık katı laik politikasının ardından Türkiye'de İslam'ı kamusal alana geri getirirken, devletin kamulaştırdığı birçok kilise ve sinagogun müze ve kültür merkezi, hatta aktif ibadethane olarak yeniden açılmasına da izin verdi.

Mor Efrem'in inşaatının başladığı 2019 yılında Erdoğan temel taşlarından birini yerleştirdi.

Metropolit Yusuf Çetin 15 Ekim'deki açılışta Türk medyasına verdiği demeçte "Cemaat olarak ona inandık ve samimiyetine güvendik" dedi. "Sadece Türkiye'deki Süryanileri değil, yurt dışındaki Süryanileri de onurlandırdı."

İstanbul'daki MEF Üniversitesi'nde siyaset bilimi öğretim üyesi olan Özgür Kaymak, AKP'nin dini azınlıklara yönelik politikalarının, hükümetin Türkiye'nin laik geçmişinden kopuşunun bir parçası olduğunu, fakat aynı zamanda siyasi pragmatizmini yansıttığını belirtti.

Süryani diasporası üzerine yayın yapan Sabro dergisinin editörü David Vergili de aynı görüşte. Vergili, "AKP'nin özellikle çatışma dönemlerinde ve Batılı ülkelerin gözünde azınlıkların varlığından fayda sağlamaya çalıştığını açıkça görüyoruz" dedi.

Gerçekten de Mor Efrem'in açılışı sadece Süryani liderler tarafından değil, diğer Hristiyan mezhepleri tarafından da kutlandı: Kilise sadece ilk Süryani binası değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu 1923 yılından bu yana herhangi bir mezhebe ait yeniden inşa edilen ilk kilisedir ki Cumhuriyet'in ilk yılları, üniter ve milliyetçi bir Türk kimliğini pekiştirmek maksadıyla etnik ve dini azınlıkların baskı altına alınmasıyla sonuçlanan Türkleştirme politikalarıyla şekillenmişti.

Süryani kilisesinin yakınında bulunan Tesbih'in Kraliçesi Meryem Katolik Kilisesi'nin Dominiken papazı Rahip Luka Refatti, Mor Efrem'in açılışında kilisenin önünde diğer din adamlarıyla birlikte durdu.

Refatti'nin kilisesi, İstanbul'da sadece tek bir kilisesi olan Süryani cemaatine yıllarca ev sahipliği yapan birkaç Hristiyan cemaatinden (Ermeni ve Rum Ortodokslar, Latin Katolikler ve diğerleri) biriydi ve İstanbul'daki 18.000 Süryani'nin çoğunun kümelendiği Tarlabaşı semtinden uzakta bulunan bir kiliseydi.

Refatti, "Şimdi onlar için bu yeni bir dönem" dedi. "Umarım burası sadece kendi kimliklerini gösterecekleri ve sergileyecekleri bir yer değil, aynı zamanda dua edecekleri ve Tanrı'yla buluşacakları bir yer olur. Sadece Süryani Hristiyanlar için değil, tüm mezhepler için" diye ekledi.

750 kadar kişinin ayin yapabileceği bu yeni bina beş katlıdır ve modern mimari ile geleneksel Süryani tarzını harmanlamaktadır. Dış cephesi, tarihi bir Süryani bölgesi olan Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan Mardin ilinde bulunan Süryani kiliselerini yansıtan kumtaşından bir tasarıma sahipken, ibadethane de dördüncü yüzyıldaki adaşı Suriyeli Aziz Efrem gibi erken dönem kilise figürlerinin freskleriyle donatılmıştır.

Kilisenin açılması pek çok Hristiyan için sevindirici bir gelişme olsa da Türkiye'deki dini azınlıkların durumunu uzun süredir takip eden bazı kişiler bu duruma şüpheyle yaklaşıyor. Kaymak, Türk anayasasının gayrimüslim azınlıklara eşit haklar tanıdığını ancak gerçek eşitliğin nadiren sağlandığını belirtiyor.

Erdoğan'ın Hristiyanlarla olan ilişkisinde de belirsizlikler var. Mor Efrem'in temelini attıktan sadece bir yıl sonra Erdoğan, UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan ve hem Bizans Ortodoks Hristiyanlığı'nın hem de Osmanlı İslamı'nın merkezi olan Ayasofya'yı tekrar camiye dönüştürerek Hristiyan dünyasının tepkisini çekmiştir.

Bir ay sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana müze olarak tarafsız bir şekilde korunan antik Kariye Kilisesi/Kariye Camii de Müslümanların ibadet mekanına dönüştü. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı bunu "tüm inananlara karşı bir provokasyon" olarak nitelendirdi.

Bu hamle Süryani cemaati tarafından da hoş karşılanmadı.

Vergili, "İstanbul'daki Ayasofya'nın ve ülkedeki diğer kiliselerin dönüştürülmesi, Hristiyan mirasının yok edilmesi ve ülkedeki kadim Hristiyan topluluklar için uzun süredir devam eden engeller ve zorluklar halkımız için gerçek endişe kaynağıdır" dedi.

Erdoğan'ın Mor Efrem'deki açılış törenine katıldığı hafta, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye'nin güneydoğusundaki Mor Gabriel Süryani Manastırı'na ait bir mülkle ilgili anlaşmazlıkta Türkiye'nin Süryani cemaatinin haklarını ihlal ettiğine karar verdi.

Türkiye 2011 yılında manastırın arazisinin %60'ından fazlasına el koymuştu. Bu arazinin büyük bir kısmı 2018 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aldığı bir kararla Süryani kilisesine iade edildi, ancak Mardin'de bulunan bir arazi üzerindeki anlaşmazlık devam ediyor.

Arslan, "Hükümetin Süryani cemaatine yaklaşımı biraz muğlak ve değişken" diyor. "Güneydoğu bölgesinde farklı, batı bölgesinde farklı bir politikası var."

2021 yılında Türkiye'nin güneydoğusunda bir Süryani rahip olan Aho Bileçen'in tutuklanıp hapse atılması da dünya çapında Süryani toplumunun tepkisine sebep oldu.

Her türden Hristiyan için, Erdoğan'ın azınlıkların kamusal yaşamdaki yerine yönelik politikasının, kilise mülkiyeti konusu kadar, gerçek anlamda çoğulcu bir toplumu oluşturmak adına saygıyı yeniden tesis etme konusunu da kapsaması gerekiyor.

Vergili, "Süryani halkının ve Hristiyan topluluklarının korunması ve refahı için hakikat, şeffaflık ve demokratik ilkeler doğrultusunda uzun vadeli bir programa ihtiyaç var" dedi.

NOT: Haberin orijinalinde Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Süryanilerin soykırıma uğradığı yazıyor. Bu kısım aslına sadık kalarak çevrilmemiştir. Batılı paradigmaya göre Türkler bahsi geçen dönemde adeta bir canavar gibi bütün azınlıklara (Ermeniler, Süryaniler, Pontuslular, Rumlar vs.) soykırım uygulamıştır. Doğru olmadığını, soykırıma uğradığı ve neredeyse tümüyle yok edildiği söylenen toplulukların yurtdışında (ve çevre ülkelerde) yaşayan milyonlarca ferdinin bulunmasından bildiğimiz bu anlatının tekrarlanması sebebiyle haberin bir kısmı aslına uygun çevrilmemiştir.

    KAYNAK

●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON
●►Youtube 'Katıl': KATIL

BATILI KİLİSELER ATEŞKES ÇAĞRISINDA BULUNDU

Haber

Batılı Kiliseler Ateşkes Çağrısında Bulundu Ancak Filistinli Hristiyanlar Boş Sözler İşittiler

Rahibe Sally Azar yıla yüksek bir notla başladı. Ocak ayında Luteryenler onun ilk Filistinli kadın papaz olarak atanmasını kutlamak için dünyanın dört bir yanından geldiler. Muhabirler ve fotoğrafçılar onunla vakit geçirmek için can attılar ve Kudüs'te kırılan cam tavan hakkında yazılar yazdılar.

Ancak 7 Ekim'den ve İsrail ile Hamas arasındaki savaşın patlak vermesinden bu yana Azar, işgal altındaki topraklara ve Ürdün'e dağılmış 2.500 kişilik cemaatini bir arada tutmak için mücadele ediyor. Batı Şeria'daki pek çok kişi hareket özgürlüğünde ciddi kısıtlamalar, artan yerleşimci saldırıları ve iş kayıpları yaşıyor.

Azar, protestoların ve yerinden edilmelerin ortasında, Batılı Hristiyan kilise liderlerinin İsrail'i desteklemelerinin ya da çatışmanın her iki tarafı hakkında tarafsız beyanlarda bulunmalarının, cemaatin kendisini terk edilmiş hissetmesine neden olduğunu söyledi. Ona göre, bazıları savaşı Batılı mezheplerin sömürgeci geçmişleriyle hesaplaşması için bir fırsat olarak görüyor.

Azar, "Herkes tarafsız olmaya çalışıyor ama Hristiyan bakış açısıyla, bunun tarafsızlık için uygun bir zaman olduğunu düşünmüyorum" dedi.

Filistin'deki Anglikan toplumu ile İngiliz Mandası dönemine dek uzanan uzun bir ilişkisi olan İngiltere Kilisesi'nin ruhani lideri Canterbury Başpiskoposu Justin Welby, savaşın başlamasından bu yana İsrail'i birçok kez ziyaret etti. 13 Kasım'da çatışmayla ilgili bir konuşma yapan Welby, İsrail'in Gazze'ye yönelik bombardıman ve kuşatmasının "ahlaki olarak haklı gösterilemeyeceğini" söyledi. Ancak Hamas'ın vahşeti ile "İsrail'in kendini savunma hakkı ve görevi" arasında bir denklik olmadığını açıklayarak 14 Aralık'ta bu tutumunu yineledi.

Yaklaşık 20 milyon Alman Protestanı temsil eden ve Azar'ın papazlık yaptığı kiliseyi 1898 yılında kuran Almanya Evanjelik Kilisesi – İmparator Wilhelm II beyaz bir at üzerinde Kudüs'e gelerek kutsamıştır – İsrail'in kendini savunma hakkını tutarlı bir şekilde savunurken çatışmaların durdurulması çağrısında bulunmuştu.

Kilisenin kısa bir süre önce bir cinsel istismarı örtbas ettiği iddiaları üzerine istifa eden lideri Annette Kurschus, 11 Kasım'da düzenlenen sinodda yaptığı konuşmada "Yahudi nefretinin hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Ve 7 Ekim katliamını hafifletmeye yönelik her türlü girişim anti-semitizmdir. Her 'evet, ama' önemsizdir" dedi.

Bu tür al gülüm ver gülüm yaklaşımları bazı Filistinli Hristiyanları şaşkına çevirdi.

Beytüllahim'de, Luteryen bir papaz ve Filistinli bir ilahiyatçı olan Rahip Mitri Raheb, "Ateşkes yeterli değil" dedi.

Mevcut savaş nasıl sona ererse ersin, yıllar içinde daha fazla çatışmanın yaşanacağını öngören Raheb, Kutsal Topraklar dışındaki kilise liderlerinin Batı'daki güçlü hükümetlere gerçek bir siyasi çözüm bulmaları için baskı yapma konusunda aktif bir rol üstlenmeleri gerektiğini söyledi.

Raheb, "Filistinliler için adalet olmadan İsrail için barış olmaz" dedi. "Adalet İncil'in kalbinde yer alır. Adalet konusunda taviz veremeyiz. Diğer kiliseler adalet olmadan barış istiyor."

27 Kasım'da Filistinli Hristiyanlardan oluşan bir heyet Biden yönetimi ile temaslarda bulunmak üzere Washington'a gitti. Beytüllahim'deki Luteryen, Ortodoks, Ermeni ve Katolik liderlerin mühürleriyle damgalanmış, kapsamlı ve acil bir ateşkes talep eden bir mektup teslim ettiler.

Delegelerden biri olan Luteryen papaz Munther Isaac, çatışmanın geçmişine değinmeyen son açıklamalardan dolayı "büyük hayal kırıklığına uğradığını" söyledi. "Olaylar 7 Ekim'de başlamadı. İsrail'in kendini savunma hakkına odaklanıyorlar, peki ya Filistinlilerin kendilerini ve topraklarını kolonizasyona karşı savunma hakkı ne olacak?" dedi.

"Kiliseler İsrail'in anlatısını sorgulamadan tekrarladığında rahatsız oluyorum," diye ekledi. "Bir soykırıma makul bir zemin kazandırmaya çalışıyorlar."

Vatikan'ın tepkileri bile Isaac'ın gözünde yetersizdi. Papa Francis 22 Kasım'da genel sinodda yaptığı konuşmada İsrail'in Gazze'de yürüttüğü harekatın "savaşın ötesine geçtiğini" söyledi.

Francis, "Bu savaş değil, terörizmdir" açıklamasında bulundu. Francis'in daha güçlü bir duruş sergileyip sergilemediğine ilişkin bir soruya Isaac şu yanıtı verdi: "Evet ama yeterli değil. Daha fazlasına ihtiyacımız var."

"Benim kiliselerden beklentim her şeyin adını doğru koymalarıdır: Bu bir soykırımdır. Çok sayıda kurum tarafından kanıtlandığı üzere ortada açık savaş suçları var. Kiliseler hala İsrail'i açıkça ve doğrudan kınamaya yanaşmıyor" dedi.

Washington'a gelen bir diğer delege olan Tamar Haddad da benzer bir hayal kırıklığını dile getirdi. Bölgedeki Ortodoks, Katolik ve Protestan kiliselerinin oluşturduğu bir koalisyon olan Orta Doğu Barışı için Kiliseler'de koordinatör olan Haddad, Batılı kiliseleri ateşkese verdikleri destekte ikircikli davranmakla suçladı. "Ateşkes çağrısında bulunsalar bile" dedi, "bunu her zaman çelişkili ifadelerle birlikte yapıyorlar."

Haddad, "Neden korktuklarını bilmiyorum" dedi. "Tekrar tekrar yanlış şeylere odaklanıyorlar."

Savaşın başlarında Batı Şeria'daki Anglikanlar da 21 Ekim'de benzer itirazlarını ağır bir mektupla dile getirmişlerdi. Batı Şeria'nın Ramallah ve Birzeit kentlerindeki cemaatler, Canterbury Başpiskoposu'nun İsrail'in meşru müdafaa hakkını destekleyen açıklamalarından dolayı "tamamen şaşkın" olduklarını yazmışlardı.

Welby'ye gönderilen mektupta "Kilise, yaşananların, tüm dünyanın gözleri önünde halkımızın vazgeçilemez haklarının 75 yıldır sistematik olarak yok sayılmasının bir sonucu olmadığına inanmıyor mu?" ifadeleri yer aldı.

Raheb ve Haddad, ABD'deki bazı mezhep ve örgütlerin, özellikle de Protestan olanların Filistinlilere daha güçlü destek verdiğini belirtiyor. İsrail'i apartheid devleti olarak niteleyen bir kararı 2022 yılında kabul eden Presbiteryen Kilisesi (ABD), Filistinlilerin "işgal olmaksızın kendi topraklarında özgürce yaşama hakkını" ve İsrail'in "özgür ve egemen bir ulus olarak var olma hakkını" desteklediğini ifade etti.

Birleşik İsa Kilisesi, İsa'nın Havarileri ve Amerika'daki Evanjelik Lüteriyen Kilisesi, diğer 26 Protestan grupla birlikte, 12 Ekim'de Kongre'ye gönderdikleri bir mektupta Filistinlilere yönelik "on yıllardır süren kurumsallaşmış baskı ve toplu cezalandırmaya" dikkat çekti.

Ancak Raheb, Amerika'daki Evanjelik Hristiyanlar ile Cumhuriyetçi Parti arasındaki uyuma işaret ederek, bu kiliselerin tepede etkisi olan kiliseler olmadığını söyledi.

Nitekim bazı ibadethaneler tarihi bir leke taşıyor gibi görünüyor ve eleştirilen resmi duruşları değil, emperyalist savaş makinesiyle olan köklü bağlantılarıdır.

Filistinli Hristiyanlar da Batılı kiliselerden sadece mevcut tutumlarını değil, ülkelerindeki çatışma ortamının yaratılmasındaki tarihi rollerini de değiştirmelerini ve tövbe etmelerini istiyor.

Raheb, "Başpiskopos neden 'Balfour Deklarasyonu ve İngiliz Mandası eliyle siz Filistinlilere yanlış yaptık' diyemedi?" dedi. "Bunun için özür dileriz ve hatamızı telafi etmek istiyoruz. Artık bu ülke bir değil iki halk tarafından paylaşılmalı."

"Filistin'de tüm bu yerleşimci sömürge projesini başlattıkları için asla pişman olmadılar. Bu hiçbir zaman ele alınmadı" diyen Raheb, İngiltere'nin İsrail'in kuruluşundaki başlıca rolüne atıfta bulundu.

Azar'a göre mesele tarihi bir suçluluk değil, insanlık meselesidir. "Kiliseler politikacı değildir. Biz Hristiyanca karşılık veririz." dedi.

    KAYNAK

●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON
●►Youtube 'Katıl': KATIL

PAPA FRANCİS İSRAİL'İN KİLİSEYE YAPTIĞI SALDIRI HAKKINDA KONUŞTU

Haber

Papa Francis Cumartesi Günü İsrail'in Hristiyan Kilisesine Düzenlediği Saldırıyı Terör Eylemi Olarak Niteleyerek Kınadı

Papa Francis, haftalık Pazar duasında (17 Aralık), İsrail'in cumartesi günü Gazze'deki bir Hristiyan kilisesine düzenlediği ve iki kadının ölümüne, çok sayıda kişinin de yaralanmasına yol açan keskin nişancı saldırısını kınadı.

Aziz Petrus Meydanı'nda toplanan inananlara seslenen Francis, "Gazze'den çok vahim ve acı haberler almaya devam ediyorum. Çaresiz siviller bombalamaların ve silahlı saldırıların kurbanı oluyor. Bu bir savaş, bu bir terörizm." dedi. Papa uluslararası toplumu dünyada barış için çaba göstermeye çağırdı.

Cumartesi günü Nahida Khalil Anton ve kızı Samar Kamal Anton, çatışmalardan kaçarak sığındıkları Gazze'deki Kutsal Aile Kilisesi'nin tuvaletine doğru yürürken keskin nişancılar tarafından vuruldu. Kilise cemaatinden alınan bilgilere göre iki kadın Hristiyan cemaatinin aktif üyeleriydi.

Kudüs Latin Patrikhanesi tarafından cumartesi günü yapılan açıklamaya göre kilisede bulunan yedi kişi daha yaralandı. "Hiçbir uyarı yapılmadı, hiçbir bildirimde bulunulmadı" diyen patriklik açıklamasında, iki kadının "hiçbir savaşçının bulunmadığı Kilise binasının içinde soğukkanlılıkla vurulduğu" ifade edildi.

Papa da kilisede terörist olmadığını, "sadece ailelerin, çocukların, hasta ve engellilerin, rahibelerin" bulunduğunu söyledi.

İsrail ordusu "konuyu ciddiye aldığını" ve saldırıyla ilgili bir soruşturma başlattığını açıkladı. Askerlerin Hamas teröristlerinin Hristiyan kilisesinin bulunduğu bölgeye sığındıklarına inandıklarını iddia ettiler.

Patriğin bildirdiğine göre, cumartesi sabahı erken saatlerde bir roket 54 engellinin ikamet ettiği Rahibe Theresa'nın kız kardeşleri manastırını hedef aldı. Binanın jeneratörü tahrip oldu ve manastır yaşanmaz hale gelerek sakinleri yerlerinden oldu.

"Tüm Hristiyan cemaatiyle birlikte dua ederek, bu anlamsız trajediden etkilenen ailelere yakınlığımızı ifade ediyoruz. Aynı zamanda, tüm kilise Noel'e hazırlanırken böyle bir saldırının nasıl gerçekleştirilebildiğini anlamakta güçlük çektiğimizi ifade etmekten başka bir şey yapamıyoruz" dedi.

Kardinal Pierbattista Pizzaballa tarafından yönetilen Kudüs Latin Patrikhanesi, Kutsal Topraklardaki Katolik cemaatini temsil etmektedir.

İtalyan medya kuruluşlarına konuşan ve Kudüs'teki Katolikler için tarihi öneme sahip dini mekânları denetlemekle görevli bir Fransisken tarikatı olan Kutsal Topraklar Vesayeti, kiliseye karşı güç kullanımını "kesinlikle haksız" olarak nitelendirdi.

ABD Piskoposlar Birliği de cumartesi günü yaptığı açıklamada son olaylara "büyük bir üzüntü ve dehşet" ile tepki göstererek şiddetin durdurulması ve barış görüşmelerine bağlılık çağrısında bulundu. "Bu çatışmanın tüm taraflarına savaşın asla bir çözüm olmadığını, aksine her zaman bir yenilgi olduğunu hatırlatan Kutsal Babamız Papa Francis'e kararlılıkla eşlik ediyoruz. Yalvarıyoruz, 'barış, lütfen barış!'" ifadeleri yer aldı.

Francis daha önce Hamas ve İsrail arasındaki şiddeti terörizm olarak nitelendirmiş ve bunun "savaşın ötesine geçtiğini" belirtmişti. Bu terörizmdir" demişti.

İsrailli temsilciler Papa'nın İsrail güçlerinin eylemlerini Hamas militanlarınınkiyle bir tutmasına karşı çıktılar. İsrail'in Vatikan Büyükelçisi Raphael Schutz, patrikhanenin açıklamasının "kan iftirası olarak en sert şekilde kınanması gerektiğini" söyledi ve iki Hristiyan kadının ölümünü "korkunç bir hata" olarak nitelendirdi.
    KAYNAK

●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON
●►Youtube 'Katıl': KATIL

DANİMARKA PARLAMENTOSU DİNİ KİTAPLARIN YAKILMASINI YASAKLADI

Haber

Danimarka Parlamentosu Kur'an-ı Kerim ve Diğer Dini Kitapların Yakılmasını Yasaklayan Yasayı Kabul Etti

Yakın zamanda bir avuç İslam karşıtı aktivist tarafından Kuran'a yapılan saygısızlıkların Müslüman ülkelerde şiddetli gösterilere yol açmasının ardından Perşembe günü Danimarka parlamentosunda, ülkede herhangi bir kutsal metne saygısızlık yapılmasını yasadışı hale getiren yeni bir yasa kabul edildi.

Bu İskandinav ülkesi yurt dışında diğer ülkelerin kültürlerine, dinlerine ve geleneklerine hakaret edilmesini ve aşağılanmasını kolaylaştıran bir yer olarak görülüyor. Adalet Bakanlığı, yasanın amacının, diğer şeylerin yanı sıra Danimarka'da terörizm tehdidinin artmasına katkıda bulunan "sistematik alaycılığa" karşı koymak olduğunu söyledi.

Adalet Bakanı Peter Hummelgaard yaptığı açıklamada "Danimarka'nın ve Danimarkalıların güvenliğini korumalıyız" dedi. "Bu nedenle uzun zamandır gördüğümüz sistematik saygısızlıklara karşı artık daha iyi bir koruma sağlıyor olmamız önemlidir."

Folketing yani parlamento, sekiz milletvekilinin katılmadığı oylamada 94'e karşı 77 oyla yasayı kabul etti. Yeni yasa, "dini bir topluluk için önemli bir dini anlamı olan bir yazıya ya da bu şekilde görünen bir nesneye, alenen ya da daha geniş bir kesime ulaşmak amacıyla uygunsuz muamelede bulunmayı" suç haline getirecek. "Küçük bir bölümü" saygısızlık içeren ancak daha büyük bir sanatsal üretimin parçası olan sanat eserleri yasak kapsamına girmiyor.

Dört saatten fazla süren tartışma sırasında sol ve aşırı sağ partiler merkez sağ hükümete karşı birleşerek 25 Ağustos'ta taslağı sunan üç partili koalisyonun da tartışmaya katılmasını talep etti. Hükümet hiçbir şey söylemedi, bu yüzden muhalefet tarafından "korkak" olarak nitelendirildi.

Sosyalist Halk Partisi'nden Karina Lorentzen "İran, Danimarka bir İranlının yapabileceği bir şeyden rahatsız olduğu için yasalarını değiştirir mi? Pakistan değiştirir mi? Suudi Arabistan değiştirir mi? Cevap hayır" diye retorik bir soru sordu. Göçmen karşıtı Danimarka Demokratları'ndan Inger Støjberg ise yeni yasanın İslam'a teslimiyet ve "bizim değerlerimizi paylaşmayan" ülkelere boyun eğmek anlamına geldiğini söyledi.

Støjberg, "Danimarka gibi modern ve aydınlanmış bir toplumda ifade özgürlüğünün kısıtlanması yanlıştır" dedi.

Sadece bu yıl içinde aktivistler, Müslüman ülkelerin büyükelçilikleri önünde, ibadet yerlerinde ve göçmen mahallelerinde Kuran yakma da dahil olmak üzere 500'den fazla protesto gösterisi düzenledi.

Danimarka defalarca bu saygısızlıklarla arasına mesafe koymuş ancak ifade özgürlüğünün Danimarka toplumunun en önemli değerlerinden biri olduğu konusunda ısrar etmişti. Hükümet "dini eleştiriye açık kapı bırakılması" gerektiğini ve 2017 yılında yürürlükten kaldırılan dine hakaret maddesini yeniden yürürlüğe koyma planlarının olmadığını söyledi.

Danimarka'nın ikinci büyük şehri Aarhus'ta bir camide imamlık yapan Oussama Elsaadi, B.T. gazetesine yaptığı açıklamada bunun "tüm Müslümanlar için iyi bir mesaj" olduğunu söyledi.

B.T.'ye göre Elsaadi, "Kuran'ın yakılması ötekilere hakarettir" dedi ve ekledi: "Kendinizi istediğiniz gibi ifade edebilirsiniz ama öteki insanların hayatlarını altüst edecek şekilde değil."

2006 yılında Danimarka'da bir gazetenin aralarında türban olarak bomba takan bir Muhammed Peygamber karikatürünün de bulunduğu 12 karikatürü yayınlamasının ardından Danimarka, Müslüman dünyasında geniş çaplı bir öfkenin odağı haline geldi. Müslümanlar peygamberin tasvirlerini kutsal değerlere saygısızlık ve putperestliğe teşvik olarak görmektedir. Bu resimler dünya çapında Müslümanlar tarafından Danimarka karşıtı şiddetli protestolara yol açtı.

Yeni yasayı ihlal edenler para cezasına ya da iki yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilecek. Yasanın yürürlüğe girmesi için Danimarka'nın temsili hükümdarı Kraliçe Margrethe'nin yasayı resmen imzalaması gerekiyor. Bunun da bu ay içinde gerçekleşmesi bekleniyor.

İsveç haber ajansı TT, bir dizi Kuran yakma olayına ve kutsal kitapların tahrip edilmesini içeren protesto gösterileri düzenleme taleplerine sahne olan komşu İsveç'te, hükümet tarafından başlatılan bir soruşturmanın sonucunda polis yönetmeliğinin gözden geçirilmesi gerekip gerekmediğinin ortaya çıkacağını yazdı.

TT, İsveç polisinin kutsal kitaplara saygısızlık içeren bir halk toplantısı başvurusunu değerlendirirken ülkenin güvenliğine yönelik tehditleri de göz önünde bulundurabilmesi gerektiğini ve bu konudaki çalışmaların önümüzdeki yıl 1 Temmuz'a kadar tamamlanacağını belirtti.

İsveç'te Kuran'ın ya da diğer dini metinlerin yakılmasını veya bunlara saygısızlık edilmesini özel olarak yasaklayan bir yasa bulunmuyor. Pek çok Batı ülkesinde olduğu gibi İsveç'te de dine hakarete ilişkin bir yasa bulunmuyor.

Temel ilkelerin çatışması konusu İsveç'in, Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra aciliyet kazanan ancak mevcut tüm üyelerin onayına ihtiyaç duyduğu NATO'ya katılma yönündeki isteğini zora soktu. Türkiye, Stockholm'deki Türk ve İslam karşıtı protestoları gerekçe göstererek İsveç'in üyeliğini geçen yıldan bu yana engelliyor.

    KAYNAK

●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON
●►Youtube 'Katıl': KATIL

İSA'NIN SÜNNETİ VE SÜNNET DERİSİ

Hazırlayan: A.Kara

İSA'NIN SÜNNETİ VE SÜNNET DERİSİ

İsa diye bir karakterin yaşayıp yaşamadığı tabi ki bilinmiyor ve hayali, mitolojik bir figür olduğu, Mezopotamya'da tapınılmış ölüp-dirilen tanrıların bir varyantı olarak ortaya çıktığı kuvvetli bir ihtimal gibi. Yine de İbrahimi dinlere inananların gözünde gerçekten yaşamış biri olduğuna inanıldığından bu makalede Hristiyan geleneğinin İsa'nın sünneti konusunda neler söylediğine odaklanmak istiyorum.

Luka İncili'nin "İsa'nın Tapınakta Tanrı'ya Adanması" adlı bölümünde İsa'nın sünnet edilişi şöyle anlatılır:

Luka, 2:21-24:
Sekizinci gün, çocuğu sünnet etme zamanı gelince, O'na İsa adı verildi. Bu, O'nun anne rahmine düşmesinden önce meleğin kendisine verdiği isimdi.
Musa'nın Yasası'na göre arınma günlerinin bitiminde Yusuf'la Meryem çocuğu Rab'be adamak için Yeruşalim'e götürdüler. Nitekim Rab'bin Yasası'nda, “İlk doğan her erkek çocuk Rab'be adanmış sayılacak” diye yazılmıştır. Ayrıca Rab'bin Yasası'nda buyrulduğu gibi, kurban olarak “bir çift kumru ya da iki güvercin yavrusu” sunacaklardı.

Anlatılanlara göre İsa, Yahudi geleneği gereğince doğduktan 8 gün sonra Brit Milah, yani Yahudi sünneti uygulamasına tabi tutulmuş ve birçok Müslümanın adak adını verdiği uygulamaya benzer şekilde çocuk sahibi olan Yusuf kurban vererek kan akıtmıştır. İşte İsa'nın doğumundan 8 gün sonra gerçekleşen bu sünnet gününün 1 Ocak olduğuna inanılır. 

Bu sünnet olayı 10.yy'dan itibaren Hristiyan sanatında öne çıkan ve birçok sanatçı tarafından resmedilen bir konu olmuştur. 

Sünnet günü, hangi takvim kullanılırsa kullanılsın Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından 1 Ocak'ta "Sünnet Bayramı" olarak kutlanırken İngiliz Kilisesi üyelerince (Anglikanlar) yine aynı tarihte kutlanmaktadır.

Bu sünnet günü son zamanlarda bazı kiliseler tarafından 3 Ocak'ta kutlanmaya başlanmış ve Roma Katolikleri tarafından "İsa'nın Kutsal Adının Bayramı" olarak adlandırılmıştır. 

Çocuklara isimleri gerçek anlamda sünnet oldukları bu günde verilirdi. İşte inanışa göre "Rabbimizin Sünnet Bayramı" dedikleri ve doğumundan 8 gün sonra gerçekleştiğine inanılan bu bayram, İsa'nın adını aldığı gündür. İsa'ya verilen isim İbranicede "kurtarıcı" ya da "kurtuluş" anlamlarına gelmektedir.

İlk kez 567'de gerçekleşen bir kilise konseyinde kaydedilmiş olsa da bu inanışın çok eskilere dayandığı açıktır.

İsa'nın sünnet olduğu yönündeki inanç sonrası ona ait olduğu söylenen onlarca sünnet derisi ortaya çıkmış ve sergilenmek üzere koruma altına alınmıştır.

Yani nasıl ki Muhammed'in saç ve sakalı olduğu düşünülen saç ve sakalları korumaya alıp, saklayıp, hürmet edenler varsa çoğu Hristiyan için İsa'nın sünnet derisi de böyledir.

Luka İncili'ndeki kanonik metinlere ek olarak Süryani Bebeklik İncili (Arapça Bebeklik İncili), İsa'nın sünnet derisinin muhafaza edildiğine dair ilk referansı içerir.

İkinci bölümde şöyle bir hikaye vardır: "Ve onun sünnet zamanı, yani kanunun çocuğun sünnet edilmesini emrettiği sekizinci gün geldiğinde onu bir mağarada sünnet ettiler. Ve yaşlı İbrani kadın sünnet derisini aldı (göbek bağını onun aldığını söyleyenler de vardır) ve onu hint sümbülü merhemi bulunan, kaymaktaşından yapılma bir kutuda sakladı. Ve eczacı olan bir oğlu vardı, ona dedi ki, "Dikkat et, bu kaymaktaşından yapılma hint sümbülü merhemi kutusunu satma, buna karşılık sana üç yüz peni teklif edilecek. İşte bu kutu, günahkar Meryem'in temin ettiği ve içindeki merhemi Rabbimiz İsa Mesih'in başına ve ayaklarına döktüğü ve saçının telleriyle sildiği o kaymaktaşı kutudur."

14. yüzyılın popüler eserlerinden olan Altın Efsane'de de yazdığı gibi İsa'nın sünneti genel olarak Mesih'in kanının ilk kez döküldüğü an olarak kabul edilir ve dolayısıyla insanlığın kurtuluş sürecinin başlangıcı ve kanıtı olarak görülmüştür. Hristiyanlara göre bu kan aynı zamanda Meryem'in 7 Üzüntüsü'nden biridir.

İnanışa göre İsa tamamen insandı (kimilerine göre tamamen insanken kimilerne göre hem tanrı hem de insan doğasına sahipti.) ve Mukaddes Kitap'ın yasalarına itaat emişti.[4] Ortaçağ ve Rönesans teologları bunu defalarca vurgulamışlardı. Ayrıca insanlığının bir göstergesi ve Tutkusu'nun bir habercisi olarak İsa'nın çektiği acıya dikkat çekmişlerdi. Bu görüşler 1657 tarihli bir incelemede İsa'nın sünnetinin Musa'nın yasasını yerine getirirken onun insan doğasını kanıtladığını iddia eden Jeremy Taylor gibi Protestan teologlar tarafından devam ettirildi. Johann Sebastian Bach bu ziyafet günü için 1 Ocak 1724'te Rabbin Sünneti adlı birkaç kantata yazmıştı.

Erken Hristiyanlık dönemindeki sünnet tartışmaları, Yahudi olmayan Hristiyanların sünnet olmalarının şart olmadığı şeklinde bir düşünce ile sonuçlandı. Pavlus, Hristiyanlığa geçiş için sünnetin gerekmediğini söylemişti. Mısırlı Kıptilerin Kilisesi ve Yahudi Hristiyanlar dışında sünnet uygulanmaz hale gelmişti. Zaten Kıptilerin sünnet uygulamaları Hristiyanlıktan öncesine dayanıyordu.
İşte bu yüzden 1. binyıla ait Hristiyan sanat eserlerinde İsa'nın sünneti nadiren ele alınan bir konuydu.

Konuya dair günümüze kadar ulaşan en eski tasvirlerden biri 979-984 aralığına tarihlenen ve Vatikan Kütüphanesi'nde yer alan minyatürdür. Burada çizilen sahnede elindeki bir bıçakla Meryem ve Yusuf'un tuttuğu İsa'ya doğru gelmekte olan bir rahip vardır. Burada yer alan yapı ise muhtemelen Kudüs Tapınağı'dır. Burada İsa'nın sünnet oluş anı gösterilmek istenmemiş, bundan kaçınılmıştır. Yahudi geleneğine göre sünnet aslında kişinin babası tarafından evde yapılırdı, kimilerine göre İsa'nın sünneti de böyle olmuştu. Bunun yansımalarından biri Verdun'lu Nicolas tarafından bir sunak üzerine yapılan levhada gösterilmiştir. Burada İsa'nın babası Yusuf elinde bir bıçak tutmaktayken bir sonraki levhada Hristiyan sanatında nadir görülen sahnelerden biri yer alır: İshak ve Şemsun'un sünneti.

Sonraki tasvirlerin birçoğu gibi İsa'nın, İshak ile Şemsun'un sünnetleri muhtemelen tapınağı temsil eden büyük bir binada yapılırken resmedilmiştir; ki büyük olasılıkla törenler orada yapılmış bile değildir. Kutsal Topraklara hacca giden Orta Çağ hacılarına İsa'nın Beytüllahim'deki kilisede sünnet edildiği söylenmiştir.

İşte İsa'nın sünnet olduğuna olan inanış onun kutsal sünnet derisi olduğu iddia edilen birçok kalıntının kutsallaştırılmasına neden olmuş hatta bu sünnet derilerinden bazılarına mucizevi güçler atfedilmiştir. Avrupa'daki çeşitli kiliseler 'İsa'nın sünnet derisine sahip olduklarını" iddia etmiştir. Tuhaf olan şudur ki bu iddiaların bazen aynı anda, farklı kiliseler tarafından ortaya atıldığı da olmuştur.

Bu sünnet derilerinden en meşhuru Lateran Bazilikasında bulunuyordu ve güya İsveçli Aziz Bridget'in gördüğü bir vizyon ile İsa'ya ait olduğu doğrulanmıştı. 

İsa'ya ait olduğu söylenen bu sünnet derilerinin çoğu Fransız Devrimi sırasında kayboldu ya da yok edildi. Enteresan bir olay da yaşanmıştır. 1983'te, Sünnet Bayramı'nda gerçekleşen geçit töreninde Kalkata'daki sünnet derisini içeren kutsal emanet İtalyan köyünün yollarında teşhir edilmiştir. Ancak daha sonra sünnet derisinin saklandığı mücevher kaplı kasa çalınınca bu uygulama sona ermiştir.

İsa'nın ölmediğine, göğe yükseldiğine inanan filozoflardan bazıları İsa yükselirken, sünnet derisi gibi artık onun vücuduna bağlı olmayan parçaların bile tanrı katına yükseldiğini iddia etmiştir. Öyle ki, bunu iddia eden filozoflardan biri olan Leo Allatius uçukça bir iddia bulunarak İsa ile birlikte yükselen sünnet derisinin Satürn'ün halkaları haline geldiğini söylemiştir.

KUTSALIMA HAKARET ETME !


Yazan: Wiseman
KUTSALIMA HAKARET ETME !

Kutsal nedir? Sözlük ve kelime anlamına göre:

1-Güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken, kabul görmüş bozulmaması, dokunulmaması gereken, üstüne titrenilen değerlerdir. Felsefe de ise Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olandır.

2-Tapılacak ya da yolunda can verilecek KADAR sevilen deðerdir.

Kutsal; kişilerin manevi yönden değer verdiği, koruduðu, dini görüþ, kiþiler ve inançlardan oluşmaktadır.

Bu tanımlara göre kutsal, bir deðerdir ve hem dini hem de bireysel güçlü saygıdır. Bu gösterilen saygı elbette ki bireysel olduðu kadar toplumsaldır.

Şimdi bu kutsalı, güçlü saygıyı hem dinsel hem toplumsal hem de bireysel olarak ele alalım.

Tanrı, peygamber, din, inanç ve sözde getirdikleri kitaplar toplumdan topluma, kişiden kişiye farklılık gösterse de kutsal kabul edilmiştir. Dünyada 4300 den fazla din olduğuna göre bu demektir ki her bir din kendi coğrafyasında, kendi toplumunda ve kendi inananları arasında kutsaldır. Bu durumda ortaya o kadar çok kutsal değer çıkıyor ki haliyle kutsalların çatışması ve sınırları söz konusu oluyor. Sizin için kutsal olan bir başkası için kutsal olmadığı gibi anlamsız, gereksiz, mantıksız hatta iğrenç ve suç olabilmektedir.

Sizin için insana, ineğe, maymuna, köpeğe, fareye tapmak ne kadar mantıksız ve hatta iğrenç ise bir başkası için de sizin taptığınız hatta görünmez olan kutsalınız ona mantıksız gelebilmektedir.

Sizin, insan insana tapar mı dediğiniz yerde pekala Hristiyanlar İsa'yı tanrı ve oğlu olarak kutsal ruh kabul etmektedirler.

Siz ineğin sütünü içip, kesip yerken bir Hindudan kendi kutsalınıza saygı duymasını bekleyebilir misiniz? Hindistan'da ineğe tekme atın bakalım size ne yapıyor halk.

Siz fareyi zararlı görüp öldürürken, Hindistan Racastan'da fareler kutsaldır ve sütle beslenip korunuyorlar. İstedikleri gibi her yerde serbest dolaşıyorlar. Racastanlar tüm çocukların fare olarak doğduğuna inanıyorlar.

Siz maymunu doğadaki sıradan bir hayvan olarak görürken, onu kutsal kabul edip tapınanlar var. Diğer yandan maymunu kesip yiyen toplumlar var.

Siz köpekleri doğadaki sıradan bir hayvan olarak görürken, evcil hayvan olarak beslerken, bazı toplumlar köpekle evlenirken, bazı toplumlar etini yerken, Sufi-Şii'lerde köpek kutsaldır.

Günümüzde halen putlara tapanlar, doğasal varlıklara, maddi cisimlere tapanlar vardır.
Sizlere kültürlerden bahsetmiyorum. Verdiğim örnekler bazı toplumlarca kutsal kabul edilen, tapınılan ve dini ritüellerinde kullanılan değerlerdir.

Diğer toplumlar da islama, islamın tanrısına, peygamberinin hayatına, kitabı Kur'ana ve müslümanların uygulamalarına baktıklarında var olmayan, görünmeyen, bilinmeyen, etkisiz birine tapındığınızı söylüyorlar. Peygamberinizin uygulamalarýna, kitabınıza, müslümanlara bakarak, İslam'ı terörizimle, barbarlıkla ve cehaletle özdeştiriyorlar. Peygamberinizi pedofili olarak görenler var.

Sizin, tek hak din bizim dinimiz, son din bizim dinimiz demeniz onlar için bir şey ifade etmiyor. Onlar için İslam 4300 dinden sadece bir tanesi. Siz nasıl diğer 4299 dini çeþitli gerekçeler ile reddediyorsanız, onlar da sizi, farklı gerekçeler ile reddediyorlar. Unutmayın, dinler doğaları gereği rakip kabul etmezler. Tek kalmak isterler. Evi camdan olan başkasına taş atarken iki kez düşünmelidir.

4300 farklı dinin ve tanrısının her biri, bir diğerini reddettiğine göre kutsala saygıda kriter ne olmalıdır? Bana göre diyerek 4301nci dini oluşturmak istemem. Ama insanın düşünen, sorgulayan, araştıran, aklını kullanan, vicdanı ile hareket eden, sevgi dolu, bilim üreten bir varlık olduğu dikkate alınması gereken en önemli konudur.

Bu durumda kriterin, ölçünün, terazinin, bakış açısının AKIL, VİCDAN, SEVGİ, ADALET VE BİLİM olması kaçınılmazdır.

Herkesin kutsalı kendisinedir. Kendi kutsalına saygı göstermesi gereken de kendisidir. Hiç kimse kendi kutsalına başkasından tapınmasını, sevmesini saygı göstermesini beklemek hakkına sahip değildir. Çünkü inanç kutsal; kişinin kendisi ile tapındığı arasında bireysel bir değerdir.

Özellikle İslam özelinde kullanılan "KUTSALIMA SAYGI GÖSTER" söylemi çok kullanılmaktadır. Son zamanlarda bu "Allah'ıma, dinime, peygamberime, kitabıma inanmasan da saygı göstermek zorundasın" tavrını ele almak istiyorum. Elbette ki bu saygı ve hakaret meselesini ele alırken, inandığınız kitabınızdaki, Allah'ın sözlerinden örnekler vereceðim. Kriterimde yukarıda saydıklarım olacak. Kitabınızda yer alan ayetlerdeki sözde Allah'ın sözü olan birkaç kelime ve cümleyi sizlere ayna tutmak istiyorum.

"Kereste" (Münafkun 4)
"Piç" Zenim kelimesi geçer. (Kalem 13) Bu konuda Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün Youtubedaki yorumuna bakabilirsiniz.
"Hayvan" (Bakara 171-Araf 179-Furkan 44)
"Pislik" (Tevbe 24)
"Aşağılık Maymun" (Bakara 65)
"Domuz" (Maide 60)
"Eşek" (Cuma 5)
"Köpek" (Araf 176)
"Allah onları kahretsin!" (Tevbe 30- Munafikun 4)
"Akılsızlar!" (Bakara 13 ve 142- Þuara 224)
"Yalancılar!" (Zariyat 10 ve 12- Nahl 39 ve 105- Mücadele 18- Munafikun 1- Mu'minun 90 ve Ali İmran, Vakıa, Tevbe gibi bir çok surede geçmektedir.)
"Maymunlar!" (Araf 166- Bakara 65- Maide 60)
"Domuzlar!" (Maide 60)
"Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar!" (Araf 179)
"Onlar, ancak hayvanlara benzerler, hatta hayvandan da sapıktır onlar" (Furkan 44)
"Eşeğe benzerler!" (Muddessir 51- Cuma 5)
"Pislikler!" (En'am 125- Yunus 100- Tevbe 125)
"Aşağılıklar! (Araf 166, Araf 168- Kalem 10- Bakara 65- Mucadele 18- Nahl 27- Munafikun 4- Mu'min 60 v.s gibi daha birçok sure de geçmektedir.)
"Canı çıkasıcalar! (Kahrolası-Geberecesiler)" (Muddessir 19-20)
"Alçaklar" (Mucadele 18)
"Yabani eşekler" (Muddessir 51)
"Susamış develer" (Vakıa 55)
"Dilini sarkıtıp soluyan köpekler" (Araf 176)
"Lânet olsun geberesi yalancılara" (Zariyat 10)
"Reziller" (Tevbe 14- Nahl 27- Tevbe 2- Hud 93- Haþr 5 v.s gibi birçok ayette geçmektedir.)
"Sapıklar" (Vakıa 51, 92- Fatiha 7- Kasas 50 v.s gibi birçok ayette geçmektedir.)
"Beyinsizler" ("Sefih"; fıkıhta, beyinsiz-beyinsizlik anlamına gelir deseler de Kur'an'da beyin kelimesi geçmez, Kur'an beynin işlevinden habersizdir. Bu ve benzeri kelimeler aptal, ahmak, kafasız gibi anlamlar taşırlar.) (Bakara 13, 142)
"Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler gibidirler." (Munafikun 4)
"Soysuzlar" (Kalem 13)
"Kahrolasılar, geberesiceler" (Abese 17- Büruc 4- Zariyat 10, 12)
"Kahrolun, elleri kurusun" (Tebbet 111)

Bunlar sizin inandığınız Allah'ın, sözde yarattığı kullarına karşı kullandığı cümleler. Bakın hadislerde yer alan aşağılayıcı, hakaret ve küfür içeren sözlere girmiyorum bile. Kur'andaki çelişkilere girmiyorum bile. Kur'andaki kadını insan yerine koymayan ve aşağılayan ayetlere girmiyorum bile.

Sizce gerçek bir yaratıcı, sevgi dolu bir yaratıcı, kendi yarattığı kullarına, sözde gönderdiği kitapta ve sözde peygamberinin ağzından böyle küfürler, hakaretler yapar mı? Yaparsa yarattığı kullar Ona itaat eder ve sever mi? Bu durumda insanlardan bu kutsalınıza saygı duymasını ve göstermesini nasıl beklersiniz?

Sakın Allah'ı yaratan ve Kur'an'da Allah adına konuşan Muhammed'in kendisi olmasın?

Sevgili kardeşim; lütfen kendine saygı duyuyorsan oku, düşün, sorgula ve araştır!

Diğer bir konu da bireysel kutsallardır. Yani tapılacak ya da yolunda can verilecek kadar sevilen değerdir. Bu değerler de tamamen bireyseldir, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Burada ayrımı yapılacak nokta ise DİNSEL OLMAMASIDIR. Ancak tanımlama yapılırken "tapılacak derecede" vurgusunun yapılması aşırı değer verilmesini vurgulamak içindir. Unutmayın bu bireysel değerler, bireysel olduğu kadar toplumsal da olabilir.

Nedir bu bireysel olan kutsallar ve değerler.

Anne, baba, evlat, eş, namus, vatan, vatanını kurtaran ve kuran kişiler.

Bu değerlere hakaret edilmesini, saygısızlık edilmesini, küfredilmesini hemen hemen dünyadaki tüm toplumlar kabul etmezler. Türk toplumunda ise bu değerlerin tamamı neredeyse kutsal değer kabul edilir.

Bu noktada özellikle vatanı kurtaran ve kuran kişiler kapsamında ulu önder Atatürk'ü ele almak istiyorum. Bazı müslümanlar tarafından en çok yapılan hatalardan birisi Atatürk'ün peygamber ile karşılaştırılması, laik ve seküler olanlara dönük "bakın siz de Atatürk'e tapıyorsunuz, Anıtkabir'e tapınmaya gidiyorsunuz" söyleminin kullanılmasıdır. Peygamberler hem kutsal hem değerdir. Atatürk ise kutsal değil sadece değerdir!

Sevgili kardeşim öncelikle bilmeli ve kabul etmelisin ki Atatürk dini bir lider ve kutsal bir kişilik değildir! Tanrı tarafından gönderildiğini iddia etmediği gibi yeni bir din de getirmemiştir. Atatürk'ü sevenler de onu bir dini kimlik ve kişilik olarak görmezler. Bu yüzden Atatürk'ü peygamber ile karşılaştıran bir Atatürk sever göremezsiniz, Atatürk'e de tapmazlar. Ancak ülkeyi düşmanlardan kurtaran, yeni bir ülke kurup bizlere vatan bırakan, Cumhuriyet sistemini kurup bizlere armağan eden, yüce bir insan, güçlü bir asker, güçlü bir siyasetçi, lider ve önder, ülkenin en büyük ortak değeri olarak görürler. Bunun gereği olarak da saygılarını sunmak, minnetlerini göstermek için Anıtkabir'e ziyarete giderler. Dünyanın saygı duyduğu bir lidere, kendisini kurtarmış bir toplumun, kendisini kurtarana saygı duymaması, hakaret etmesi küfretmesi ihanetten başka bir şey olamaz.

Sağlık, sevgi, akıl ve bilimle kalınız.
Yazan: Wiseman

İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yazan: Sedat Karadayı

 İBRAHİM’İN İLK İNANÇ SİSTEMİ “SABİÎLİK”

Yaşayıp yaşamadığı konusunda herhangi net bir bilimsel bilgi bulunmamasına rağmen kutsal kitaplarda anlatılanlarla İbrahim hakkında bilgi sahibi olabildik. Ancak kutsal kitaplarda yazılanların da mantık açısından destekleyici kaynakları olmaması İbrahim’i daha gizemli bir hale getirmektedir.

İbrahim hakkında bilinenlerin bir kısmı Sümerlerin Ur kentinde putperest bir anne-babadan dünyaya geldikten sonra gençliğinde Nemrut isimli bir kral ile arasında anlaşmazlık olduğu ile başlar. Ancak İbrahim’in yaşadığı varsayılan tarihte ortada Nemrut isimli bir kral bulunmamaktadır. İbrahim daha sonra babası Terah’tan kavgalı bir şekilde ayrılıp bugünkü Harran’a göç ettiği bilinir. Atalarının yaşadığı Habur ovasından dolayı onlara Haburi ya da Habiru deniyordu. Harran’da kız kardeşi Sare ile evlilik akdini gerçekleştirerek hayvancılık işlerine girmiş yani celep olmuştu. Bu tarihten sonra yetiştirdiği küçükbaş hayvanların üretimini ve ticaretini yapmaya başladı. Tabii ki bundan dolayı da sürekli yeni taze otlaklar bulmak amacıyla göçebe bir hayat yaşıyordu.

İbrahim’in yaşadığı MÖ 2000’li yıllarda bölge coğrafyasında (Asur ve Babil) varlığını sürdüren Sümerlerin tanrısı Enlil ve Enki liderliğinde diğer tanrılardı. Sümer tanrılarının ikametleri gökler olduğu için yıldızlar ve gezegenler onların sorumluluk alanına girmekteydi. Zaten Enlil diğer anıldığı Baal ya da El gibi farklı isimlerde de olduğu gibi Boğa görüntüsü ile resmedilirdi ve bunun asıl sebebi de göklerde Boğa Burcunu temsil etmesiydi. Göklerin tanrısı olmasına rağmen yerden yani dünyadan sorumluydu ve bu yüzden de grubu toprak idi. Kardeşi Enki de yine göklerin tanrısı olmasına rağmen o suyu kontrol ediyordu bu yüzden de Kova (Aquarius) burcu ile simgelenmekteydi. Diğer Sümer tanrıları da her biri bir yıldızı temsil ediyordu bu yüzden Sümer tanrılarına inananların bir kısmı kendilerine “Mandaye” ve “Nasuraye” adını vermişlerdi. Aslı Aramice Mandaye kelimesinin kökeni olan Manda kelime anlamı itibarı ile “Bilgi”, “Hikmet” demekti. Batılı bilim insanları bu yüzden bu inancın adı için “Mandeizm” tanımlamasını kullandılar. Cemaat üyelerinde de Mandaye, Mandenler “Bilenler”, “Arif” adını verdiler. Araplar ise bu inanca sahip olanlara “Sabiî” adını vermişlerdi. Arapçada Sabiîlik “Yıldız içinden çıkıp yükselmek” gibi bir anlam içeriyordu. İbranilerde ise bu kelimenin Sub (Vaftiz için suya daldırmak) kelimesinden türetilen “İsabba” ile ilişkili olduğu iddia edilir. Bu kelimeden çıkartılan anlam ise yıldızların meleklerin yurdu olması ile ilgili olduğundan yıldızlara saygı duyulmasını ifade eder.

Sabiîlik genel olarak Sümer tanrılarının inanç şekline dönüştürülmüş bir oluşumudur. Doğrudan yıldızlara tapınmak şeklinde de ifade edilebilir. Bu konuda Yahudi bir filozof ve baş haham olan Musa bin Meymun, yıldızların birer tanrı ve güneşin de en büyük tanrı olduğunu söylüyordu. Ondan sonra ay ve diğer yıldızlar geliyordu. Sabiîler günlük ibadetlerini güneşin gökyüzündeki konumuna göre planlayıp ibadet öncesi su ile temizlenirlerdi.

Sabiîlik bir anlamda Zerdüşt inancına benziyordu. Onların da Zerdüştlerde olduğu gibi karanlık ve aydınlık tanrıları vardı. Gündüz 3 kez gece 2 kez kuzeye dönerek Işık Kralı’na ibadet ederlerdi. Temizlenme ile ilgili işlemin kesinlikle bir akarsuda yapılması zorunluydu ki bunun adına “Rişama” derlerdi. Sabiîler kökenlerinin Adem’e dayandığını iddia ediyorlardı.

Her ne kadar MÖ 2000’li yıllarda Sabiîlik yaygın bir din olarak kullanılıp daha sonra terk edilmesine rağmen sonraki yıllarda birçok uygulaması Yahudilerde, Hristiyanlarda ve Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse Hristiyanlarda Yahya ile ortaya çıkan göllerde ve akarsularda başın ve gövdenin suya daldırılıp çıkartılmasıyla yapılan vaftiz uygulaması aslında Sabiîlerden kalmıştır. Müslümanlarda da namaz öncesi alınan abdest yine Sabiîlerden alıntıdır. Buna benzer başka uygulamalar da vardı.

İbrahim’in genel karakter yapısı duruma ve ortama göre davranmak şeklinde tanımlanabilir. Zamanın sert yaşam ortamında İbrahim’in oldukça mülayim bir yapısı vardı. Bu karakter yapısını yıllar sonra Firavun ile karısı Sare’nin de katıldığı sorunlu bir ilişkiden anlayabiliyoruz. İbrahim ölüm korkusu sebebiyle karısı Sare’ye karşılaştıkları başka kişilere eşi yerine kardeşi olduğunu söyletmesi bunun bir delilidir.

GÜLEN HAREKETİ

Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-15
GÜLEN HAREKETİ

Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.

Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.

Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.

27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.

Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.
Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.

Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.
İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.

İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.

2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Yazan: Sedat Karadayı

KANDİLLERİMİZ NE KADAR MÜSLÜMAN?

Regaib, Mirac. Berat ve Mevlid. Biz Türkler, bunların tamamını Kandil diye tanımlıyoruz peki ya Arap ülkeleri veya diğer Müslüman ülkeler? Onlar da İslam’ın önemli günleri olarak anıyorlar ama Kandil demiyorlar.

Peki Türkler neden bu günlere Kandil demekte ısrar ediyorlar. Açıklaması çok basit çünkü Hristiyanların dönemsel benzeri günlerini mum yakarak şarkılarla anıp kutladıkları içim Türkler de onlara özenerek İslam’ın bu günlerini onlara benzemeye çalışıp, mum veya kandil denilen araçları yakarak şarkılarla kutlamak istemişler. Yani bu konu tamamen Türklerin özenti, takıntısından başka bir şey değil.

Regaib gecesi adından da anlaşıldığı üzere adını verdiği Receb ayında gerçekleşir. Bu kutlamanın sebebi ise Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü andır. Yani bu konudaki hadisin varlığını bize ısrarla anlatmaya çalışan Zâhid Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam der ki “Receb ayının ilk Perşembe günü Hz. Muhammed’in babasının spermleri annesinin yumurtası ile kavuştuğu ve Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü o an yani o gece eğer namaz kılar ve oruç tutarsanız bu size çok büyük sevap olarak işlenecektir.” Bu sözü söylemiş olan kişi 1024 yılında vefat etmiş. Yani Hz. Muhammed ile aralarında 300 küsur yıldan fazla bir süre var. Sen nereden hesapladın be adam, nereden duydun da sevgili peygamberimizin ana rahmine düştüğü o anı buldun? Hiç kimse de “Hadi git yaa” demiyor. Pardon, aslında İbn-ül Cevzi buna itiraz edip “Ona inanmayın dedikleri uydurmadır” diye açıklamış. Ama yine de ilk kez Kudüs’te 1056 yılında, Bağdat’ta da 1087 yılında kutlanmaya başlanmış. Fakat Mekke ve Medine gibi yerler buna henüz inanmamışlar. Aslında işin en komik tarafı da Hz. Muhammed’in yaşadığı ve vefatı sonrasındaki dönemlerde de böyle bir kutlamanın hiç görülmediğidir. Fakat böyle bir moda çıkınca bu kez kendini İslam alimi diye piyasaya süren herkes Regaib kutlamasını bilimselleştirince hızla yayılmayı sürdürmüş.

Berat gecesi, Regaib gibi değil çünkü özellikle Hz. Muhammed döneminden itibaren kutlanmaya başlanmış. Berat gecesinin özelliği peygamberimizin ifadesiyle her Şaban ayının 15. Gecesi Allah’ın rahmetiyle dünya semasında görünmesidir. Bu geceye oruçlarla, dualarla, namazlarla katılanların affedileceği ifade edilir. Berat gecesinin bir önemi de o gecelerin birinde vahiy geldiği için kılınan namazlarda kıblenin Mescid-i Aksa yerine Kâbe olması buyrulmuş olduğundan dolayıydı.

Mirac gecesinin ne denli önemli olduğunu ayrıca anlatmaya gerek yoktur belki ama bir iki cümle etmekte fayda var. O gece Hz. Muhammed uykusundan Cebrail tarafından uyandırılıp, Burak isimli ata bindirilerek birkaç saniyede Mescid-i Aksa’ya getirildi. Burada göğün tüm katlarını ziyaret edip geçerken eski peygamberlerle özellikle de Musa ile görüştükten sonra Allah Müslümanlara namaz kılmayı farz etmişti. Bu yüzden o gecenin ayrı bir önemi var ve Müslümanlar o geceyi özellikle kutlarlar.

Mevlid gecesi ise o da Regaib’e benzer özellikler taşır. Regaib oluşumundan 9 ay 10 gün geçtikten sonra dünyaya gelen sevgili peygamberimizin doğum gününün kutlanmasıdır. Mevlid gecesi Rebülevvel ayının 12. Gecesidir. Yani Hz. Muhammed o gece dünyaya gelmiştir. Fakat nedense kendi döneminde böyle bir kutlama yapılmamıştı. Daha sonraki Ebu Bekir, Hz. Ömer, Osman ya da Hz. Ali dönemlerinde de Mevlid kutlaması yapılmadı. Muaviye zaten yapmadı ve sonraki Emeviler döneminde de böyle bir kutlama yapılmadı. Üstelik Abbasilerin döneminde de Mevlid kutlaması hiç yapılmadı. Aradan tamı tamamına 350 koca yıl geçmiştir. Mısır’da Abbasilerden sonra başlayan Fatımi dönemine gelindiğinde Fatımiler de bakarlar ki Mısırlı Hristiyanlar İsa’nın doğum gününü kutluyorlar o zaman bizim neyimiz eksik diyerek Şii Fatımiler de Rebülevvel ayının 17. Gününü Hz. Muhammed’in doğum günü yani dünyaya gözlerini açtığı gün olarak kutlamaya başladılar. Oldu mu sana yeni bir moda akımı?

İşte bu geceler İslam dünyasında özel ve önemli geceler olarak kutlanmaya başlanmış. Fakat Osmanlı İstanbul’undaki gayrimüslimlerin kendi kutlamaları o kadar beğenilmiş ki İstanbul Müslümanları da onlar gibi yapmaya çalışmışlar. Ellerine kandilleri kapanlar ev ev dolaşıp şarkılarla kutlamalar yaparak yine Hristiyanlar gibi bir de bahşiş toplamaya başlamışlar. Herkesin dilinde;

Yağ parası mum parası
Akşam oldu kandil parası
Kömürlükte kömürlük,
Hanımlara ömürlük
Merdivenden iniyor
Bize para veriyor
On para olsun
Beş para olsun
Hanım teyze sağ olsun.


Bu şarkı ile dolaşan çocuklar bir ellerinde yanan kandil ya da mum para topluyorlardı. Bu çocukların Müslüman olduğunu görenler de ücretlerini ödeyerek Müslüman kalmalarını sağlıyorlardı sanki.

İşte İslam dünyasında özel ve önemli günler olarak geçen o gecelerin Türklerde Kandil ismi ile anılmasının sebebi tamamen geleneklerin farklı toplumların birbirlerinden etkilenmesinden kaynaklanmasıdır.

Son söz olarak söylenebilecek tek şey; Regaib ve Mevlid gecelerinin İslam’ın özünde olmadığı sonradan birileri tarafında uydurulduğudur. Alışkanlık yaptıkça derinlere işleyip vazgeçilmez olmaları sağlanmış Aynen Sübahaneke duası gibi. Sübahaneke duası da Kuran’da geçmez. Böyle bir sure de yoktur ayet de. Muaviye döneminde çıkartılan bu dua cenaze namazlarının vazgeçilmezi olarak sürmektedir.

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Hazırlayan: A.Kara

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Paganizm inanışı ve ayinleri binlerce yıl boyunca var olmuş, birçok uygarlıklarda değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Hem yaşanan etkileşimlerden hem de insanların doğayı, doğuşu, ölümü, gökyüzü, gezegen ve yıldızları anlama çabalarının sonucu olarak farklı coğrafyalarda benzer inanış ve anlayışlar var olmuştur. Bunun örneklerinden biri İsa figürünün oluşumunda pay sahibi olan Dionysos kültüdür.

Dionysus, şarap ve ekmek tanrısıdır. Antik Yunanlı'nın gözünde her türlü bitkiye yaşam veren, onları büyüten görünmez güçlerin toplamıdır. Bu yüzden üzüm ve şarabın önemli olduğu antik dönem insanının gözünde onun sembollerin biri asma oluvermiştir. Ek olarak boğa, yılan, kaplan, leopar da sembolleri arasındadır. Kabul görmüş sembollerinden biri de incirdir. Genellikle leopara binerken, leopar derisi giyerken veya panterlerin çektiği bir arabada iken resmedilmiştir. Onu tanımlayan en önemli sembollerinden biri elinde tuttuğu thyrsos yani ucunda çam kozalağı takılı olan ve asma dalları ile bezenmiş değnektir. Değneğin ucundaki çam kozalağı onun bir Anadolu tanrıçası olan Kibele ile ilişkili olduğunu düşündürür.

"Şarap veren" sıfatına ek olarak "efendi", "tanrı", "ağaçların olan" gibi sıfatları vardı. Başka ve en önemli sıfatı "kurtarıcı"ydı; tıpkı İsa gibi.

Paganizm toplumlar arasında uygulanış olarak farklılık gösterebildiğinden kimileri çılgınca uygulanan kanlı hayvan kurbanları ile kimileri ise meditasyon benzeri yöntemleri ile öne çıkıyordu. Bugünün aksine geçmişte uzun zaman boyunca bu tapınma biçimleri hor görülmemiş hatta devlet tarafından bile onaylanmıştı. Bu yüzden tapınma ve ibadetler -ufak istisnalar hariç- gizli saklı yapılmıyor ve kişiler ayıplanmıyordu. İlerleyen süreçte farklı dini görüşe sahip baskıcı liderlerin başa geçmesi ile zulüm yaşamaktan korkan pagan halklar ibadet ve ayinlerini daha küçük ölçekte tutup gizli yapmaya çalışıyorlardı. Konum ve dil değişse de inanışın merkezinde ölüp yeniden dirilen bir tanrı ya da insan miti bulunuyordu; tıpkı Dionysos gibi.

İnanışa göre Dionysus, Roma adıyla Bacchus tıpkı diğer bitki örtüsü tanrıları gibi şiddetli bir ölüme maruz kalmış, tekrar dirilmiştir. Şarap ve bereketle ilişki olan tanrının ayinlerinde onun çektiği acılar, ölümü ve yeniden dirilişi canlandırılırdı. Ayinleri özünde, asma yetiştiriciliği ve onun yaşam döngüsü ile ilgilidir. Tıpkı doğa gibi onun bir parçası olan bağ bahçeleri de yaşayan tanrı olarak somutlaştırıldığından şarabın fermantasyonu parçalanarak yeraltına inen tanrının özü ile ilişkilendirilmiştir.

Kültü yani insanların ona tapınması çok eskilere dayanır, öyle ki Miken'lere kadar uzanır. Atina'daki Dionisya (Dionysia) ve Lenaia festivallerinde fallisizm yani cinselliğini, cinsel organını kutsallaştıran törenler düzenlenirdi.

Eleusis, diğer adıyla Elefsis, Yunanistan'da Atina'nın batısında yer alan bir bölgeydi. Burada ana tanrıça ve tanrı-insan Dionysus şerefine kutlamalar yapılıyordu. Burada yer alan Elefsis Tapınağında yaklaşık 1.100 yıl boyunca kutlamalar yapılmıştı. Fakat buradaki tapınakları M.S. 396'da bir grup Hristiyan keşişin yardım ettiği Vizigot kralı Alaric tarafından yok edilmişti. [1]

Her tanrının, tapınıcılarının, antik dinlerin bir yükseliş ve düşüş dönemleri vardır. İşte Elefsis'deki Dionysos kutlamalarının zirvede olduğu zamanlar, ruhani gelişim yaşamak ya da gizli öğretileri öğrenerek öğretici olmak hevesiyle kadın-erkek, zengin-fakir, köle-imparator fark etmeksizin herkes tapınağa akın ediyordu. [2] Sulla, Mark Anthony, Cicero, Augustus, Claudius, Domitian, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi birçok Romalı asil ve İmparator kutlamalarda yer almıştı. Kutlamaların ünü öyle yayılmıştı ki Hindistan'da yaşayan bir Brahmin rahibi olan Zarmaros bile Elefsis'e gitmiş, tapınak açıldığında yanan büyük alev harlandığında alevlerin içine doğru yürüyerek izleyenleri büyülemişti. [3]

Hacca gitmek ya da oruç tutmak İbrahimi dinlere özgü değildir, bu dinler ortada yokken çoktanrılı birçok topluluk hac yapmış, oruç tutmuş ve her biri bunlara farklı anlamlar yüklemiştir. 

Örneğin yaklaşık 30.000 kadar Yunan vatandaşı Dionysos adına kutlamalar yapmak için kıyıda yer alan Elefsis'e gitmek amacıyla 30 kilometrelik bir yolu yalınayak yürüyerek hacca giderdi. [4] Hac görevini tamamlayarak bölgeye ulaşan Yunan hacılar Dionysos için kurbanlar sunuyor, arınma ritüelleri yapıyor ve oruç tutuyorlardı.

Yunan pagan dininin gizli sırlarına erişmek isteyenler bu bölgeye kadar uzanan Kutsal Yol boyunca ilerlerken zil ve tef sesleri eşliğinde dans ediyor, kendilerine kötü davranan maskeli adamlar tarafından taciz ediliyor, hatta bazen sopalarla darbe alıyorlardı. [5] Yani tanrının yaşadığı acı, çilecilik yolu ile deneyimlenmeye çalışılıyordu. Kutsal Yol üzerinde gerçekleşen bu hac yürüyüşünün başında Dionysos'un heykelini taşıyan görevliler bulunurdu. Dolayısı ile yolculuk tanrının rehberliği ile gerçekleşirdi.

Temizlikte kullanılan su tarih boyunca, sıklıkla arındırıcı olarak görülmüştür. Vaftiz inancının temelini de bu inanış oluşturmaktadır. İşte Ana Tanrıça ve Dionysos'a hac yolculuğunu tamamlayan insanlar da çıplak olarak denizde yıkanır, arınma törenleri yapar, daha sonra gizli sırları öğrenme hevesiyle kalabalıklar halinde 3.000 kişilik kapasiteye sahip, Elefsis Gizemlerinin merkez ve kutsal alanlarından biri olan Telesterion'un büyük kapılarına gelirlerdi. Her hacı içeriye girme hakkına sahip değildi. İçeriye girecek kişiler ya seçilmiş ya da daha önce buraya gelip öğretilere aşina olmuş insanlar olmalıydı.

Peki içeri girmek neden bu kadar önemliydi? Önemli devlet isimlerini bile heyecanlandıran bu törende neler yapılıyordu?

İçeri giren herkes gördüklerini ve öğrendiklerini sır olarak tutmaları için kutsal bir yemin ediyordu. Girdikleri bu yerde etkileyici, tiyatral bir törene eşlik ediyorlardı. Törenin başrahibi Hierophant yani kutsal gizemlerin koruyucu ve yorumlayıcısı, insanları kutsal sayılan şeylerin huzuruna çıkaran kişi Dionysos'un hikayesini dramatik bir şekilde canlandırırken Dionysos gibi giyiniyordu. [6]

Yeni Ahit ve Kilise Tarihi profesörü Samuel Angus şöyle demişti:

"Bir Gizem Dini, ayrıcalıklı izleyicilerin hayret dolu gözleri önünde, mücadelelerin ve ıztırapların hikayesi ile, koruyucu bir Tanrının zaferini, yaşamın eninde sonunda ölüme galip geldiği ve acıdan neşenin doğduğu doğanın meşakkatini tasvir eden ilahi bir dramaydı. Gizemlerin ritüellerinin bir bütün olarak amacı, özellikle, duygusal hayatı hızlandırmaktı. Bu tutku-oyununda duyguları kışkırtacı hiçbir araç göz ardı edilmiyordu, ya ölçülü eğilimleri uyandırmak yolu ile ya da dış uyaranlar sağlamak yolu
ile. Gergin zihinsel bekleyişlerin etkisi, oruç tutmak, derin sessizlikler, görkemli alaylar ve karmaşık törenler, yüksek sesli ve vahşi ya da yumuşak ve büyüleyici müzik, çılgınca danslar, spiritus likörlerin içilişi, vücudu suya daldırmak,, yoğun karanlığı izleyen göz kamaştırıcı ışık, harika tören cüppelerinin görünüşü, kutsal amblemlerin verilişi, Hierophant'ın kendi telkinleri ve sözleri ile artırılıyordu-bunlar ve duygusal coşkunun birçok sırları rağbetteydi." [7] 

Birçok araştırmacı ve bilim insanı Dionysos mitinin dramatize edilmesinin tiyatronun kökenini oluşturduğunu söyler. [8] Dionysos törenini tiyatrodan farklı kılan yönü izleyicilerin pasif olmamasıydı. Tiyatroya katılan bir kişi sadece sahnelenen oyunu izlerken Dionysos törenine katılmaya hak kazanan insanlar insan-tanrının ölümünü ve yeniden doğuşunu temsil etmek için onun yaşadığı çileye ortaklık etmek, tutkusunu paylaşmak zorundaydılar.

Bu konuda otorite olmuş olan çağdaş yazarlardan Otto W. F. şöyle demiştir:

"Dioynsus, en kutsanmış esriyişin ve en coşkulu aşkın Tanrısı idi. Ama o, aynı zamanda, eziyet edilen Tanrı idi, acı çeken ve ölen Tanrı idi ve onun sevdiği herkes, ona hizmet eden herkes, onun trajik yazgısını paylaşmak zorundaydı." [9]

Dionysos'un acısına ortak olan insanlar bunu tiyatral bir gösteri amacı ile yapmıyorlardı. Caferilerin kendilerini kamçılaması, Atargatis yani Kibele'nin rahibelerinin kendilerini keserek kanatması gibi onlar da kendilerine zarar veriyor ve ruhsal bir arınış, katarsis yaşıyorlardı. Kendini kaptıran bu insanlardan kimileri huşu ile dolarken, kimileri kendilerini kutsal semboller ile bağdaştırır, kimileri ise tanrılar ile birlikteymiş gibi hissederlerdi. [10]

MÖ 200 dolaylarında Dionysos tapınımı Roma'ya yayıldığında tanrının adı Bacchus olmuştu. Kadınlar 16 ve 17 Mart tarihlerinde Roma'nın üzerine kurulduğu ünlü yedi tepeden biri olan Aventine Tepesi'ndeki koruya giderek Dionysos yani Bacchus için kutlama ve ayinler yapıyorlardı. Bu kutlamanın adı Bacchanalia idi. Sonraları erkeklerin de katılmasına izin verilmiş ve kutlamalar ayda beş kez yapılmaya başlanmıştı.

TARİKAT OKULLARI VE ADNAN OKTAR’IN EVRİM KİTAPLARINDAN DİNİ TERK ETMEYE UZANAN SÜREÇ


TARİKAT OKULLARI VE ADNAN OKTAR’IN EVRİM KİTAPLARI İLE YIKANMIŞ BİR BEYNİN ARINMA SÜRECİ

Herkese esenlikler, ben Faruk,
Öncelikle sorgulama sürecimi sizlerle paylaşma nedenimi açıklayarak başlamak isterim; kurtuluşumun ardından öfke ve kandırılmışlık hissinin getirdiği hayattan bezmişlik duygusunu ben sizlerin hikayerlerini dinleyerek aştım. Benim de kendi hikayemi sizlerle paylaşarak başkalarının da kurtuluşun ardından yaşanan travmayı aşmasına yardımcı olmak istedim.

Ben de her Türk gibi aslında İslam olmayan ama Türkiye’de İslam zannedilerek yaşanan Anadolu Müslümanlığı içerisine doğdum ve büyüdüm. Gerçek islamiyetle tanışana kadar hayatım normal akışında gidiyordu. Çocukluk dönemimde sürekli namaza ve oruç tutmaya özendirilir ve para ile ödüllendirilirdim. Böylece daha küçüklükten beni müslümanlığa alıştırmışlardı. İlkokula başlamadan önce bol resimli bir ansiklopedi hediye edilmişti ve ilk defa merak etmenin, keşif ruhunun ve bilimin hazzı ile o ansiklopediyle tanışmıştım. O ansiklopediyi her gün yanımda taşır resimleri incelerdim ve yazılanları daha okuyamadığım için sürekli anneme-babama ne yazdığını sorar bana okumasını isterdim. Ama ansiklopedide evrim içeriği olduğunu yobaz dayım öğrenince ve ben daha okuma yazma öğrenemeden, iki hafta içinde onu alıp yok etmişler, tabi ben sonradan farkına varacaktım. O ansiklopedi yerine amcam, kedici hocanın “evrim yalanı” temalı kitaplarını eve soktu ve yobazlıkla daha okuma yazma öğrenemeden tanışmış oldum.

İlkokul dönemimde sınıf öğretmenimiz çok iyi bir insandı, bizlere okumanın, araştırmanın ne kadar eğlenceli olduğunu gösterirdi, sürekli müfredat dışı çeşitli matematik, türkçe ve fen ile ilgili mini oyunlar ve bulmacalarla dersleri süsler ve okul dışında da bizlerle mümkün mertebe ilgilenirdi. Bundan dolayı sorgulayan, araştırmayı seven bir çocuk olmuştum. Ortaokula geçtiğimde, sorgulayan, “uslanmaz” tavrım yüzünden olsa gerek beni dinci yurt ve okula göndererek hayırlı bir evlat yapmaya karar verdiler. Dayım yüzünden o dönem Mozambik partisinin kankilerinin okulunda ortaokula başladım. Üniversiteye kadar önce okullarında ve ardından yurtlarında kaldım. Sürekli anlamsız kitaplarını okumaya ve sohbet videosunu izlemeye zorlanıyorduk. Kendi karakterimi inşa etmeye imkan bulamadan, biraz olsun dünyayı tanıyamadan ortaokul ve lise dönemini boşa harcamama sebep oldular ve bunun ceremesini üniversite hayatı boyunca çektim.

Eğitim hayatım boyunca her şeye rağmen ortalamanın çok üstünde bir öğrenci oldum ve üniversite sınavında Türkiye’deki birkaç özel üniversitenin %100 burslu bölümleri hariç herhangi bir yere girebilecek sıralamayı elde ettim. Ancak, dinin ve dini yapılanmaların insana doğrudan ve dolaylı olarak ne kadar zarar verebileceğini üniversite tercihleriyle birlikte doğrudan tecrübe ettim.

Çocukluğumdan beri biyoloji ve genetik alanına ilgim olmasına rağmen o dönemki dini düşüncemden dolayı bu bölümleri okuyanların evrimci sapkınlar yetiştirdiğini düşünür hale gelmiştim. Evrim ve genlere müdahele islama göre yasaktı, sonuçta Allah herşeyi mükemmel yaratmıştı. Bu düşüncelerle kendi isteklerimi geri plana atarak dini ön plana almış oldum. Alternatif olarak kendimce başka bir bölüm seçerek tercih yapmaya karar vermiştim ki, ailem işe dahil oldu ve hangi ilde okuyacağımdan nerede kalacağıma kadar her şeye müdahele ettiler. Anne babaya itaat bize empoze edilen dinde çok elzem bir şey olarak anlatıldığı için vardır bir hayır diyerek kabullenmedim.

Üniversiteye dinci bir tarikatın yurdunda başlamak hayati bir hata olsada sorgulama sürecini başlatan tüm pisliklere ve insanlıkdışı fikirlere burada maruz kalacaktım. Belki de zehri sürekli azar azar yemektense aşırı doza maruz kalıp “Ben hayatımla ne yapıyorum?” sorusunu sordurması ve fikri dünyamda kurtuluş mücadelemi başlatmamı sağlaması hasebiyle hayatımın geri kalanını kurtarmamı sağlamış oldum. Beş yılımı bana adeta zindan edecek ve ardından kurtuluşa giden yoldaki tüm soruları sorduracak süreç böylece başlamış oldu.

İlk başlarda müslümanlıkla ilgili hiç bir sorunum olmadığı için yurtta verilen zorunlu din derslerini problem etmedim. Haftada 3 gün zorunlu din derslerimiz olurdu. (Kuran okuma, fıkıh ve siyer) Hatta gerçek dini öğreneceğin için mutluydum. Zamanla yurt görevlileri ve yurttaki ilahiyat ağırlıklı ve dinci öğrencilerle tanıştıkça ve onların dini görüşlerinin daha doğru olduğu düşüncesiyle kendimi dine daha fazla kaptırdım. Eskiden cumaları namaz kılar ve ramazanda oruç tutarken, artık günde 6 vakit namaz kılmaya başladım. Evet 6 vakit çünkü, teheccüd namazını da düzenlli kılardım.

Her vakit namazlarını camide kılmaya özen gösterirdim. Kılık kıyafetimi de değiştirmeye daha bol ve çirkin şeyler giymeye ve yarım çıkan sakalımı uzatmaya başladım. Gittikçe korunkunç bir tarikatçı tipine bürünüyodum. Kadınlardan korkar ve beni dinden uzaklaştırcak diye onlardan kaçar hale geldim.

Ardından bu duygular zamanla kadınlardan nefrete dönüştü. Artık, kolunu bacağını açanlar bana düşmanlık yapmak için böyle yapıyorlar düşüncesindeydim. Zamanla bu düşünceler beni okuldan da kopardı. Artık derslere pek önem vermiyordum çünkü bu dünya oyalanlama yeriydi benim için. Bundan sonra, benim için önemli olan tek şey dindi, dersleri sadece yarım yamalak takip ediyor ve geçecek kadar bir şeyler ezberliyordum. Üniversiteler küfür yuvasıydı, Atatürk hakkında da sürekli olumsuz fikirler aynı din gibi bizlere empoze ediliyordu. Günümüzde ya bu insanlar nasıl böyle saçma sapan fikirleri savunurlar dediğiniz tüm fikirlerin kaynakları işte bu tarikatlardır. Türkiye ve medeniyet düşmanlığını bana empoze etmiş oldular. Üç yılımı bu düşüncelere gönülden bağlı olarak yaşadım ta ki birgün oda arkadaşımın söylediği bir cümle kafama dank edene kadar.

Odada arkadaşlarla muhabbet ederken, bir cümle beni kendime getirdi:

“Oğlum, dedem beni küçüklüğümden beri Atatürk düşmanı olarak yetiştirdi sence ben ... “ Beni bu cümle sanki beynimden vurulmuş hale çevirdi. Tüm savunduğum fikirlerin, yaşam tarzının ve öfkenin bana ait olmadığını, bana empoze edilmiş olduğunun farkına vardım. O günden itibaren araştırmaya ve fikir dünyamı kendim inşa etmeye karar verdim. Ortaokuldan beri ilk okuduğum kitap Montaigne’den Denemler olmuştu ardından arkadaşlardan ödünç aldığım dönemin popüler kitapları olan, Hayvan Çiftliği, Saphiens, 1984 gibi kitapları okudum ve düşünce dünyamı bir anda genişletti. Hayata siyah-beyaz olarak değil de, sonsuz rengin olduğu, geçişlerin tam olarak bilinemediği bir gökkuşağı gibi bakıyorudum. Dünyayı tekrar algılamaya ve önyargısız bakmaya başlamamla beraber beraber dinin dogmalarını da sorgulamaya başlamam bir oldu. İlk başta gerçek din bu olamaz diyerek daha farklı insanları dinlemeye ve yeni bakışlar öğrenmeye başladım. Sinan Canan’ın din hakkındaki görüşleri ilk etapta oldukça uygun buluyordum. Fakat, yaklaşık bir sene sonra umreye gittiğimde sorunun çok daha derin olduğunu gördüm. Umreye gitmek bana “ümmetin” ahval ve şeraitini göstermiş ve daha derin bir sorgulama yapmam gerektiğini anlamıştım. Üniversite son sınıftaydım ve eğitim hayatım hiç iyi gitmiyordu, bundan dolayı derin sorgulama sürecimi okul sonrasına erteledim. Eğitimin son dönemini pandemiyle beraber uzaktan tamamladım.

Pandemide eve kapalı kaldığım dönemde tüm sorunlar üst üste geldiği için uzunca vakit dine geri dönmeye çalışsam da fayda vermedi ve ertelediğm derin sorgulamamı yapmanın vakti geldiğini anladım. Aşırı dindar dönemde aklıma takılıpta araştırmaya cesaret edemediğim tüm konuları tek tek masaya yatırdım.

Petra meselesini inceledim. Eski camiilerin baktığı yönler ile ilgili çalışmaları okudum. San’a yazmaları, Roma kayıtlarında her hangi bir bilginin bulunmaması, kabe ve karataş meselesi, ibadetlerin çevre inanışlardan geçmiş olması, sadece Yahudi inanışının bile bu derece İslama etki etmesi, bilimsel çelişkiler ve hepsinden de öte insan vicdanına sığmayacak kötülükleri derinlemesine inceledim.

İslamda kadına önem verilmez adeta yarı insan yarı evcil hayvan muamelesi yapılır, müslüman olmayanlara ise kelle vergisi alınır ya da öldürülürdü. Bu düşünce sistemi hiçbir insanın vicdanına sığamayacağı, kabul edemeyeceği için Türkiyede saklanır, birisine sorsanız ya o tam öyle değil, yanlış tefsire bakmış denirdi. Ancak, doğrudan kaynağın kendisine baktığınızda aksini görürsünüz. Tüm bunları araştırdım ve elimde dini savunacak hiçbir şey kalmadı. İslam inanışı elimde yavaşça parçalarına ayrıldı, neresinden tutsam orası dağıldı, temizlemek için suya tutsam suya dahi dayanamayıp eridi ve yitip gitti. Yıllarca bazen gönüllü bazen gönülsüz inşa ettiğim gökdelen yıkılmaktaydı, kolonları yamuk, malzemesi zayıf, temeli yalan üzerine kuruluydu. Biraz sallanınca desteklemek için derme çatma çıtalar kullanılmıştı. Sonunda, elimde desteklenmediğinde kendiliğinden yıkılacak ucube bir yapı kalmıştı. Ne iddia ettikleri gibi cennete uzanıyor ne de yeryüzünde insanlığa bir fayda veriyordu. Ben de yıkılışını hüzünlü bir mutluluk ile izledim. Bütüm hayatımın merkezinde olan ve sürekli yaşantımı kısıtlayan din artık vaad ettikleri ve benden götürdükleriyle beraber yok olup gitmişti. 23 yaşıma kadar sırtımda bir kambur olarak taşıdığım yükün yorgunluğu ve 23 yılımı zindan etmesinin öfkesiyle beraber kalakalmıştım.

Kurtuluş ile beraber kendimi yeniden inşa etme sürecine girdim. Artık mütevazı, doğaya ve insana saygılı bir kulübe inşa ediyorum. Sonuç olarak, kendimi dini sessizce bir kenara bırakmış birisi olarak görüyorum. Bugüne kadar yapamadığım, fırsat yakalayıp da değerlendiremediğim her şeyde dini kuralların ne kadar beni kısıtladığını, 1400 yıllık dünya görüşünün günümüz medeniyetine tarihi bir dipnottan başka hiçbir katkısının olmayacağını anlamış oldum. Sadece İslam değil diğer dini inanışlar da sadece birer inanış olduğunu, hayatta bir eğlencesi veya hobisi dahi olmayan insanlar için bir oyalanma olduğunu düşünüyorum. Zaten dini kaynaklar çevresel etkilerle beraber toplumların kültürlerinin bir harmanı olarak oluşuyor ve gelişiyor. İslam, mezopotamyada değil de kuzey bozkırlarında olsa başka, Doğu Hint adalarında ortaya çıksa başka olacaktı. Zaten oralarda oluşan dinlerin çok başka dinamiklere sahip olduğunu görüyoruz sadece İslam demiyoruz. Mütevazı bir gülümseme ile sizleri sevdiğimi söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Faruk

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)