HABERLER
Dini Haber
A etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
A etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İSA'NIN SÜNNETİ VE SÜNNET DERİSİ

Hazırlayan: A.Kara

İSA'NIN SÜNNETİ VE SÜNNET DERİSİ

İsa diye bir karakterin yaşayıp yaşamadığı tabi ki bilinmiyor ve hayali, mitolojik bir figür olduğu, Mezopotamya'da tapınılmış ölüp-dirilen tanrıların bir varyantı olarak ortaya çıktığı kuvvetli bir ihtimal gibi. Yine de İbrahimi dinlere inananların gözünde gerçekten yaşamış biri olduğuna inanıldığından bu makalede Hristiyan geleneğinin İsa'nın sünneti konusunda neler söylediğine odaklanmak istiyorum.

Luka İncili'nin "İsa'nın Tapınakta Tanrı'ya Adanması" adlı bölümünde İsa'nın sünnet edilişi şöyle anlatılır:

Luka, 2:21-24:
Sekizinci gün, çocuğu sünnet etme zamanı gelince, O'na İsa adı verildi. Bu, O'nun anne rahmine düşmesinden önce meleğin kendisine verdiği isimdi.
Musa'nın Yasası'na göre arınma günlerinin bitiminde Yusuf'la Meryem çocuğu Rab'be adamak için Yeruşalim'e götürdüler. Nitekim Rab'bin Yasası'nda, “İlk doğan her erkek çocuk Rab'be adanmış sayılacak” diye yazılmıştır. Ayrıca Rab'bin Yasası'nda buyrulduğu gibi, kurban olarak “bir çift kumru ya da iki güvercin yavrusu” sunacaklardı.

Anlatılanlara göre İsa, Yahudi geleneği gereğince doğduktan 8 gün sonra Brit Milah, yani Yahudi sünneti uygulamasına tabi tutulmuş ve birçok Müslümanın adak adını verdiği uygulamaya benzer şekilde çocuk sahibi olan Yusuf kurban vererek kan akıtmıştır. İşte İsa'nın doğumundan 8 gün sonra gerçekleşen bu sünnet gününün 1 Ocak olduğuna inanılır. 

Bu sünnet olayı 10.yy'dan itibaren Hristiyan sanatında öne çıkan ve birçok sanatçı tarafından resmedilen bir konu olmuştur. 

Sünnet günü, hangi takvim kullanılırsa kullanılsın Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından 1 Ocak'ta "Sünnet Bayramı" olarak kutlanırken İngiliz Kilisesi üyelerince (Anglikanlar) yine aynı tarihte kutlanmaktadır.

Bu sünnet günü son zamanlarda bazı kiliseler tarafından 3 Ocak'ta kutlanmaya başlanmış ve Roma Katolikleri tarafından "İsa'nın Kutsal Adının Bayramı" olarak adlandırılmıştır. 

Çocuklara isimleri gerçek anlamda sünnet oldukları bu günde verilirdi. İşte inanışa göre "Rabbimizin Sünnet Bayramı" dedikleri ve doğumundan 8 gün sonra gerçekleştiğine inanılan bu bayram, İsa'nın adını aldığı gündür. İsa'ya verilen isim İbranicede "kurtarıcı" ya da "kurtuluş" anlamlarına gelmektedir.

İlk kez 567'de gerçekleşen bir kilise konseyinde kaydedilmiş olsa da bu inanışın çok eskilere dayandığı açıktır.

İsa'nın sünnet olduğu yönündeki inanç sonrası ona ait olduğu söylenen onlarca sünnet derisi ortaya çıkmış ve sergilenmek üzere koruma altına alınmıştır.

Yani nasıl ki Muhammed'in saç ve sakalı olduğu düşünülen saç ve sakalları korumaya alıp, saklayıp, hürmet edenler varsa çoğu Hristiyan için İsa'nın sünnet derisi de böyledir.

Luka İncili'ndeki kanonik metinlere ek olarak Süryani Bebeklik İncili (Arapça Bebeklik İncili), İsa'nın sünnet derisinin muhafaza edildiğine dair ilk referansı içerir.

İkinci bölümde şöyle bir hikaye vardır: "Ve onun sünnet zamanı, yani kanunun çocuğun sünnet edilmesini emrettiği sekizinci gün geldiğinde onu bir mağarada sünnet ettiler. Ve yaşlı İbrani kadın sünnet derisini aldı (göbek bağını onun aldığını söyleyenler de vardır) ve onu hint sümbülü merhemi bulunan, kaymaktaşından yapılma bir kutuda sakladı. Ve eczacı olan bir oğlu vardı, ona dedi ki, "Dikkat et, bu kaymaktaşından yapılma hint sümbülü merhemi kutusunu satma, buna karşılık sana üç yüz peni teklif edilecek. İşte bu kutu, günahkar Meryem'in temin ettiği ve içindeki merhemi Rabbimiz İsa Mesih'in başına ve ayaklarına döktüğü ve saçının telleriyle sildiği o kaymaktaşı kutudur."

14. yüzyılın popüler eserlerinden olan Altın Efsane'de de yazdığı gibi İsa'nın sünneti genel olarak Mesih'in kanının ilk kez döküldüğü an olarak kabul edilir ve dolayısıyla insanlığın kurtuluş sürecinin başlangıcı ve kanıtı olarak görülmüştür. Hristiyanlara göre bu kan aynı zamanda Meryem'in 7 Üzüntüsü'nden biridir.

İnanışa göre İsa tamamen insandı (kimilerine göre tamamen insanken kimilerne göre hem tanrı hem de insan doğasına sahipti.) ve Mukaddes Kitap'ın yasalarına itaat emişti.[4] Ortaçağ ve Rönesans teologları bunu defalarca vurgulamışlardı. Ayrıca insanlığının bir göstergesi ve Tutkusu'nun bir habercisi olarak İsa'nın çektiği acıya dikkat çekmişlerdi. Bu görüşler 1657 tarihli bir incelemede İsa'nın sünnetinin Musa'nın yasasını yerine getirirken onun insan doğasını kanıtladığını iddia eden Jeremy Taylor gibi Protestan teologlar tarafından devam ettirildi. Johann Sebastian Bach bu ziyafet günü için 1 Ocak 1724'te Rabbin Sünneti adlı birkaç kantata yazmıştı.

Erken Hristiyanlık dönemindeki sünnet tartışmaları, Yahudi olmayan Hristiyanların sünnet olmalarının şart olmadığı şeklinde bir düşünce ile sonuçlandı. Pavlus, Hristiyanlığa geçiş için sünnetin gerekmediğini söylemişti. Mısırlı Kıptilerin Kilisesi ve Yahudi Hristiyanlar dışında sünnet uygulanmaz hale gelmişti. Zaten Kıptilerin sünnet uygulamaları Hristiyanlıktan öncesine dayanıyordu.
İşte bu yüzden 1. binyıla ait Hristiyan sanat eserlerinde İsa'nın sünneti nadiren ele alınan bir konuydu.

Konuya dair günümüze kadar ulaşan en eski tasvirlerden biri 979-984 aralığına tarihlenen ve Vatikan Kütüphanesi'nde yer alan minyatürdür. Burada çizilen sahnede elindeki bir bıçakla Meryem ve Yusuf'un tuttuğu İsa'ya doğru gelmekte olan bir rahip vardır. Burada yer alan yapı ise muhtemelen Kudüs Tapınağı'dır. Burada İsa'nın sünnet oluş anı gösterilmek istenmemiş, bundan kaçınılmıştır. Yahudi geleneğine göre sünnet aslında kişinin babası tarafından evde yapılırdı, kimilerine göre İsa'nın sünneti de böyle olmuştu. Bunun yansımalarından biri Verdun'lu Nicolas tarafından bir sunak üzerine yapılan levhada gösterilmiştir. Burada İsa'nın babası Yusuf elinde bir bıçak tutmaktayken bir sonraki levhada Hristiyan sanatında nadir görülen sahnelerden biri yer alır: İshak ve Şemsun'un sünneti.

Sonraki tasvirlerin birçoğu gibi İsa'nın, İshak ile Şemsun'un sünnetleri muhtemelen tapınağı temsil eden büyük bir binada yapılırken resmedilmiştir; ki büyük olasılıkla törenler orada yapılmış bile değildir. Kutsal Topraklara hacca giden Orta Çağ hacılarına İsa'nın Beytüllahim'deki kilisede sünnet edildiği söylenmiştir.

İşte İsa'nın sünnet olduğuna olan inanış onun kutsal sünnet derisi olduğu iddia edilen birçok kalıntının kutsallaştırılmasına neden olmuş hatta bu sünnet derilerinden bazılarına mucizevi güçler atfedilmiştir. Avrupa'daki çeşitli kiliseler 'İsa'nın sünnet derisine sahip olduklarını" iddia etmiştir. Tuhaf olan şudur ki bu iddiaların bazen aynı anda, farklı kiliseler tarafından ortaya atıldığı da olmuştur.

Bu sünnet derilerinden en meşhuru Lateran Bazilikasında bulunuyordu ve güya İsveçli Aziz Bridget'in gördüğü bir vizyon ile İsa'ya ait olduğu doğrulanmıştı. 

İsa'ya ait olduğu söylenen bu sünnet derilerinin çoğu Fransız Devrimi sırasında kayboldu ya da yok edildi. Enteresan bir olay da yaşanmıştır. 1983'te, Sünnet Bayramı'nda gerçekleşen geçit töreninde Kalkata'daki sünnet derisini içeren kutsal emanet İtalyan köyünün yollarında teşhir edilmiştir. Ancak daha sonra sünnet derisinin saklandığı mücevher kaplı kasa çalınınca bu uygulama sona ermiştir.

İsa'nın ölmediğine, göğe yükseldiğine inanan filozoflardan bazıları İsa yükselirken, sünnet derisi gibi artık onun vücuduna bağlı olmayan parçaların bile tanrı katına yükseldiğini iddia etmiştir. Öyle ki, bunu iddia eden filozoflardan biri olan Leo Allatius uçukça bir iddia bulunarak İsa ile birlikte yükselen sünnet derisinin Satürn'ün halkaları haline geldiğini söylemiştir.

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Hazırlayan: A.Kara

DİONYSOS VE ANTİK YUNAN DİNİ

Paganizm inanışı ve ayinleri binlerce yıl boyunca var olmuş, birçok uygarlıklarda değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Hem yaşanan etkileşimlerden hem de insanların doğayı, doğuşu, ölümü, gökyüzü, gezegen ve yıldızları anlama çabalarının sonucu olarak farklı coğrafyalarda benzer inanış ve anlayışlar var olmuştur. Bunun örneklerinden biri İsa figürünün oluşumunda pay sahibi olan Dionysos kültüdür.

Dionysus, şarap ve ekmek tanrısıdır. Antik Yunanlı'nın gözünde her türlü bitkiye yaşam veren, onları büyüten görünmez güçlerin toplamıdır. Bu yüzden üzüm ve şarabın önemli olduğu antik dönem insanının gözünde onun sembollerin biri asma oluvermiştir. Ek olarak boğa, yılan, kaplan, leopar da sembolleri arasındadır. Kabul görmüş sembollerinden biri de incirdir. Genellikle leopara binerken, leopar derisi giyerken veya panterlerin çektiği bir arabada iken resmedilmiştir. Onu tanımlayan en önemli sembollerinden biri elinde tuttuğu thyrsos yani ucunda çam kozalağı takılı olan ve asma dalları ile bezenmiş değnektir. Değneğin ucundaki çam kozalağı onun bir Anadolu tanrıçası olan Kibele ile ilişkili olduğunu düşündürür.

"Şarap veren" sıfatına ek olarak "efendi", "tanrı", "ağaçların olan" gibi sıfatları vardı. Başka ve en önemli sıfatı "kurtarıcı"ydı; tıpkı İsa gibi.

Paganizm toplumlar arasında uygulanış olarak farklılık gösterebildiğinden kimileri çılgınca uygulanan kanlı hayvan kurbanları ile kimileri ise meditasyon benzeri yöntemleri ile öne çıkıyordu. Bugünün aksine geçmişte uzun zaman boyunca bu tapınma biçimleri hor görülmemiş hatta devlet tarafından bile onaylanmıştı. Bu yüzden tapınma ve ibadetler -ufak istisnalar hariç- gizli saklı yapılmıyor ve kişiler ayıplanmıyordu. İlerleyen süreçte farklı dini görüşe sahip baskıcı liderlerin başa geçmesi ile zulüm yaşamaktan korkan pagan halklar ibadet ve ayinlerini daha küçük ölçekte tutup gizli yapmaya çalışıyorlardı. Konum ve dil değişse de inanışın merkezinde ölüp yeniden dirilen bir tanrı ya da insan miti bulunuyordu; tıpkı Dionysos gibi.

İnanışa göre Dionysus, Roma adıyla Bacchus tıpkı diğer bitki örtüsü tanrıları gibi şiddetli bir ölüme maruz kalmış, tekrar dirilmiştir. Şarap ve bereketle ilişki olan tanrının ayinlerinde onun çektiği acılar, ölümü ve yeniden dirilişi canlandırılırdı. Ayinleri özünde, asma yetiştiriciliği ve onun yaşam döngüsü ile ilgilidir. Tıpkı doğa gibi onun bir parçası olan bağ bahçeleri de yaşayan tanrı olarak somutlaştırıldığından şarabın fermantasyonu parçalanarak yeraltına inen tanrının özü ile ilişkilendirilmiştir.

Kültü yani insanların ona tapınması çok eskilere dayanır, öyle ki Miken'lere kadar uzanır. Atina'daki Dionisya (Dionysia) ve Lenaia festivallerinde fallisizm yani cinselliğini, cinsel organını kutsallaştıran törenler düzenlenirdi.

Eleusis, diğer adıyla Elefsis, Yunanistan'da Atina'nın batısında yer alan bir bölgeydi. Burada ana tanrıça ve tanrı-insan Dionysus şerefine kutlamalar yapılıyordu. Burada yer alan Elefsis Tapınağında yaklaşık 1.100 yıl boyunca kutlamalar yapılmıştı. Fakat buradaki tapınakları M.S. 396'da bir grup Hristiyan keşişin yardım ettiği Vizigot kralı Alaric tarafından yok edilmişti. [1]

Her tanrının, tapınıcılarının, antik dinlerin bir yükseliş ve düşüş dönemleri vardır. İşte Elefsis'deki Dionysos kutlamalarının zirvede olduğu zamanlar, ruhani gelişim yaşamak ya da gizli öğretileri öğrenerek öğretici olmak hevesiyle kadın-erkek, zengin-fakir, köle-imparator fark etmeksizin herkes tapınağa akın ediyordu. [2] Sulla, Mark Anthony, Cicero, Augustus, Claudius, Domitian, Hadrian ve Marcus Aurelius gibi birçok Romalı asil ve İmparator kutlamalarda yer almıştı. Kutlamaların ünü öyle yayılmıştı ki Hindistan'da yaşayan bir Brahmin rahibi olan Zarmaros bile Elefsis'e gitmiş, tapınak açıldığında yanan büyük alev harlandığında alevlerin içine doğru yürüyerek izleyenleri büyülemişti. [3]

Hacca gitmek ya da oruç tutmak İbrahimi dinlere özgü değildir, bu dinler ortada yokken çoktanrılı birçok topluluk hac yapmış, oruç tutmuş ve her biri bunlara farklı anlamlar yüklemiştir. 

Örneğin yaklaşık 30.000 kadar Yunan vatandaşı Dionysos adına kutlamalar yapmak için kıyıda yer alan Elefsis'e gitmek amacıyla 30 kilometrelik bir yolu yalınayak yürüyerek hacca giderdi. [4] Hac görevini tamamlayarak bölgeye ulaşan Yunan hacılar Dionysos için kurbanlar sunuyor, arınma ritüelleri yapıyor ve oruç tutuyorlardı.

Yunan pagan dininin gizli sırlarına erişmek isteyenler bu bölgeye kadar uzanan Kutsal Yol boyunca ilerlerken zil ve tef sesleri eşliğinde dans ediyor, kendilerine kötü davranan maskeli adamlar tarafından taciz ediliyor, hatta bazen sopalarla darbe alıyorlardı. [5] Yani tanrının yaşadığı acı, çilecilik yolu ile deneyimlenmeye çalışılıyordu. Kutsal Yol üzerinde gerçekleşen bu hac yürüyüşünün başında Dionysos'un heykelini taşıyan görevliler bulunurdu. Dolayısı ile yolculuk tanrının rehberliği ile gerçekleşirdi.

Temizlikte kullanılan su tarih boyunca, sıklıkla arındırıcı olarak görülmüştür. Vaftiz inancının temelini de bu inanış oluşturmaktadır. İşte Ana Tanrıça ve Dionysos'a hac yolculuğunu tamamlayan insanlar da çıplak olarak denizde yıkanır, arınma törenleri yapar, daha sonra gizli sırları öğrenme hevesiyle kalabalıklar halinde 3.000 kişilik kapasiteye sahip, Elefsis Gizemlerinin merkez ve kutsal alanlarından biri olan Telesterion'un büyük kapılarına gelirlerdi. Her hacı içeriye girme hakkına sahip değildi. İçeriye girecek kişiler ya seçilmiş ya da daha önce buraya gelip öğretilere aşina olmuş insanlar olmalıydı.

Peki içeri girmek neden bu kadar önemliydi? Önemli devlet isimlerini bile heyecanlandıran bu törende neler yapılıyordu?

İçeri giren herkes gördüklerini ve öğrendiklerini sır olarak tutmaları için kutsal bir yemin ediyordu. Girdikleri bu yerde etkileyici, tiyatral bir törene eşlik ediyorlardı. Törenin başrahibi Hierophant yani kutsal gizemlerin koruyucu ve yorumlayıcısı, insanları kutsal sayılan şeylerin huzuruna çıkaran kişi Dionysos'un hikayesini dramatik bir şekilde canlandırırken Dionysos gibi giyiniyordu. [6]

Yeni Ahit ve Kilise Tarihi profesörü Samuel Angus şöyle demişti:

"Bir Gizem Dini, ayrıcalıklı izleyicilerin hayret dolu gözleri önünde, mücadelelerin ve ıztırapların hikayesi ile, koruyucu bir Tanrının zaferini, yaşamın eninde sonunda ölüme galip geldiği ve acıdan neşenin doğduğu doğanın meşakkatini tasvir eden ilahi bir dramaydı. Gizemlerin ritüellerinin bir bütün olarak amacı, özellikle, duygusal hayatı hızlandırmaktı. Bu tutku-oyununda duyguları kışkırtacı hiçbir araç göz ardı edilmiyordu, ya ölçülü eğilimleri uyandırmak yolu ile ya da dış uyaranlar sağlamak yolu
ile. Gergin zihinsel bekleyişlerin etkisi, oruç tutmak, derin sessizlikler, görkemli alaylar ve karmaşık törenler, yüksek sesli ve vahşi ya da yumuşak ve büyüleyici müzik, çılgınca danslar, spiritus likörlerin içilişi, vücudu suya daldırmak,, yoğun karanlığı izleyen göz kamaştırıcı ışık, harika tören cüppelerinin görünüşü, kutsal amblemlerin verilişi, Hierophant'ın kendi telkinleri ve sözleri ile artırılıyordu-bunlar ve duygusal coşkunun birçok sırları rağbetteydi." [7] 

Birçok araştırmacı ve bilim insanı Dionysos mitinin dramatize edilmesinin tiyatronun kökenini oluşturduğunu söyler. [8] Dionysos törenini tiyatrodan farklı kılan yönü izleyicilerin pasif olmamasıydı. Tiyatroya katılan bir kişi sadece sahnelenen oyunu izlerken Dionysos törenine katılmaya hak kazanan insanlar insan-tanrının ölümünü ve yeniden doğuşunu temsil etmek için onun yaşadığı çileye ortaklık etmek, tutkusunu paylaşmak zorundaydılar.

Bu konuda otorite olmuş olan çağdaş yazarlardan Otto W. F. şöyle demiştir:

"Dioynsus, en kutsanmış esriyişin ve en coşkulu aşkın Tanrısı idi. Ama o, aynı zamanda, eziyet edilen Tanrı idi, acı çeken ve ölen Tanrı idi ve onun sevdiği herkes, ona hizmet eden herkes, onun trajik yazgısını paylaşmak zorundaydı." [9]

Dionysos'un acısına ortak olan insanlar bunu tiyatral bir gösteri amacı ile yapmıyorlardı. Caferilerin kendilerini kamçılaması, Atargatis yani Kibele'nin rahibelerinin kendilerini keserek kanatması gibi onlar da kendilerine zarar veriyor ve ruhsal bir arınış, katarsis yaşıyorlardı. Kendini kaptıran bu insanlardan kimileri huşu ile dolarken, kimileri kendilerini kutsal semboller ile bağdaştırır, kimileri ise tanrılar ile birlikteymiş gibi hissederlerdi. [10]

MÖ 200 dolaylarında Dionysos tapınımı Roma'ya yayıldığında tanrının adı Bacchus olmuştu. Kadınlar 16 ve 17 Mart tarihlerinde Roma'nın üzerine kurulduğu ünlü yedi tepeden biri olan Aventine Tepesi'ndeki koruya giderek Dionysos yani Bacchus için kutlama ve ayinler yapıyorlardı. Bu kutlamanın adı Bacchanalia idi. Sonraları erkeklerin de katılmasına izin verilmiş ve kutlamalar ayda beş kez yapılmaya başlanmıştı.

JAPON YELPAZESİ : BİR ZAMANLAR SERİNLETMEK İÇİN VARDIM

Hazırlayan: A.Kara

JAPON YELPAZESİ : YELPAZEDEN SİLAHA

Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

Uzakdoğu film ve dizilerinde elindeki yelpaze ile düşmanlarını öldüren, sağa sola kan püskürten karakterler görmüşsünüzdür. Hatta çocukluğumuzda başından kalkmadığımız meşhur oyun Mortal Kombat da yelpazesi ile kasaplık yapan, çok saygıdeğer, heykeli dikilesi, tapınılası, Kitana adlı bir kadın karakter vardır. Hem filmlerde hem de oyunlarda yelpaze kullanan savaşçıları gördüğümüzde genelde "hahahaha yelpaze ne lan, yelpaze ile adam mı öldürülür" diye alay etmişizdir.
Peki bu olayın kökeni ne, yani neden insanlar elde yelpaze ile dövüşen karakterler yarattı? Gerçeklik payı var mı?

Şimdi işin o kısmına geleyim. Özellikle Japon kültürünü merak edenler, toplayın bakayım yamacıma :)

Temeli sağlam atabilmek adına konuya Samuraylardan gireyim.
Samuraylar kılıç, yay ve mızrak dışında birçok silah kullanıyorlardı. Bu silahlar kılıçların taşınmasına izin verilmeyen yerlerde, kılıç kullanımının uygun olmadığı durumlarda veya mecbur kalınca nefsi müdafaa amacıyla kullanılırdı. İşte yelpazeye karşımıza tam da burada çıkar. Özünde bir silah olmasa bile zamanla silaha evrilmiş eşyalardan biri Japonların katlanır yelpazesi Sensu'dur.

Yelpaze Japonya'da özellikle Samuraylar ve sosyal hiyerarşide savaşçı sınıfına bağlı kabul edilen Chonin yani "kasabalılar" (町人) arasında yaygın görülen bir moda aksesuarıydı.

Katlanabilir yelpazeler Japonya'da icat edilmiş ve 6.yy'ın başlarında Japon aristokratlar tarafından kullanılmıştı. Bu katlanan yelpazeler yani Sensu'lar sıcak ve nemli havalarda ferahlamak için kullanılan pratik birer nesne olsalar da lüks bir eşya olarak kabul edildiğinden yalnızca aristokratlar, zengin tüccarlar ve Samuraylar satın alıp kullanabilirdi. Yani o zamanlar bu yelpazeler bir statü sembolüydü.

Sensu adlı yelpazenin en eski hali Hinoki yelpazesiydi. Japonlar bunları uzun, ince Hinoki ağaçlarından yapıyorlardı. Tabi yıllar sonra katlanır yelpazeler gelişerek daha zarif hale geldi. Zanaatkarlar bu yelpazeleri gümüş ve altın folyo ile süslemeye, üzerlerine boya serpmeye başladı. Şiirler, resimler ve dini yazılarla süslenen yelpazeler dönemin unutulmaz ve değerli hediyelerinden olmuştu. O dönemi düşününce gerçekten de harika bir hediye. Şuan bile biri bana kültürel motifli bir yelpaze hediye etse mutlu olabilirim sanırım :)

7.yy'da Sensu adlı yelpazeler, saray görgü krallarının önemli unsurları haline geldi. Samurayların, özellikle yüksek rütbeli olanların Sensu'yu nasıl taşıyacaklarını ve tutacaklarını bilmeleri gerekiyordu. Yani öyle kafalarına göre "canım öyle istedi, kuşağımın köşesine tutturdum" diyemezlerdi. Ayrıca yelpazelerini toplantılara katılırken yanlarında getiriyorlardı.

13.yy'da Japonlar Çin'e katlanır yelpaze ihraç etmeye başlayınca bu moda akımı Avrupa'ya ulaşmış oldu. Fransa'nın Bourbon (okuşunu: buubun) hanedanının saray mensupları bile o zamanlar Kyo Sensu'yu çok değerli bir eşya olarak görüyorlardı.

14.yy'da Kyoto şehrinin zanaatkarları müzikal drama, klasik Japon dansı ve çay merasimi tarzında daha sanatsal yelpazeler yapmaya başlayınca yelpaze akımı daha da büyüyüp hızla dünyaya yayılmıştı.

PEKİ JAPON ERKEKLER YELPAZE KULLANMAYA NASIL BAŞLAMIŞTI ?

Japon kadınlar kaba ifadeleri gizlemek için Sensu yelpazesi kullanırdı. Bunu bir flört aracı olarak da kullanıyorlardı. Osmanlıda mendili flört aracı olarak kullanan kadınlar gibi :)
Sosyal yönden kötü, iğrenç, saldırgan kabul edilen davranışları gizlemek için de yelpaze kullanıyorlardı. Diğer yandan yiyecekleri çiğnerken veya gülerken ağzı kapamak için de kullanılıyordu çünkü bunlar hoş karşılanmayan durumlardı.

Diğer yandan Japon erkekler yelpazelerini ellerinde veya kuşaklarında takılı olarak taşıyorlardı. Tören kıyafeti giyerken kuşaklarına tutturuyorlardı. Katlanır yelpaze özellikle resmi etkinlikler sırasında öne çıkıyordu. Hatta Edo döneminde yelpazesi bulunmayan bir hizmetli bile eksik görülüyor, Daisho taşımayan samuraylara benzetiliyordu.

Daisho nedir derseniz, Samurayların taşıdığı, birine katana, diğerine Vakizaşi denen iki samuray kılıcına verilen isimdir. Bir kişinin gerçek bir Samuray olduğunun işareti bunları taşıyor olmasıydı.

Peki katlanır yelpaze gibi zarif ve lüks bir eşya nasıl oldu da ölümcül bir silah olabildi?

Samurayların çift kılıçlarına ek olarak kendilerini savunması için farklı silahlar taşımasını gerektiren durumlar oluyordu. Japon tarihinde büyük yeri olan Sensu yelpazelerinin birkaç değişiklik ile uygun birer silaha dönüşebileceği düşünülmüştü.

İşte burada karşımıza Japon savaş yelpazesi Tessen çıkar. Feodal Japonya'da zararsız, sıradan bir aksesuar gibi taşınan eşyalardandı. Yani aslında gizli bir silahtı. Demirden yapılıyordu. Zaten "Tessen" kelime anlamı olarak "demir yelpaze" demek.

Samuraylar silahsız oldukları durumlarda demirden yapılan Tessen yelpazelerini taşımaya başlamışlardı. 
Silahsız kalmalarının birkaç nedeni vardı. Örneğin bir üstleri ile tanışırken, ev işi yaparken veya kendilerine ayırdıkları boş zamanlarında Samuray kılıçlarını üzerlerinde taşımazlardı. Başkalarının evine ziyarete gittiklerinde de çift kılıçlarını girişteki görevliye teslim ederlerdi. İşte Samuraylar bu gibi durumlardan dolayı ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı kendilerini korumak için Tessen taşıyorlardı. Aksi halde, üzerinde hiçbir silah olmasa, öldürmek isteyen biri elinde bıçak veya kılıçla üzerine doğru koşsa hiçbir şansı kalmazdı.

Katlanamayan, düz bir Tessen'in kapalı bir yelpaze gibi görünmesi sağlanıyor, sert ağaçtan yapılıyor ya da demirden dövülüyordu. Sadece dayanıklı değil aynı zamanda üretimi de ucuzdu. Birçok kişi katlanamayan, kapalı haldeki yelpaze gibi görünen Tessen'i katlanabilen varyantından daha etkili bir savaş aleti olarak görmüştü. Bir saldırı olduğunda ellerine alıp bıçak gibi kullanabiliyor, rakiplerine saplayabiliyorlardı.

Bu katlanamayan Tessenler Samuray ve Yakuzalar gibi birçok sınıf arasında popüler olmuştu. Küçük, katlanabilir veya düz Tessen yaygın kullanılan bir savunma silahı haline gelmişken katlanabilir büyük Tessen otoritenin simgesi olmuştu.

Tessen adlı yelpaze silahların kullanımı yaygınlaşınca buna özel bir dövüş sanatı bile gelişmişti : Tessen-jutsu.
Tessen-jutsu, klasik Japon silah sanatlarının bir parçası olarak kabul edilse de esas olarak kendini koruma amaçlıydı. Bu yüzden teknikler saldırıdan ziyade kendini korumaya odaklıydı. Tekniklerin çoğu yaralanma ve ölüme neden olmak yerine rakibini dizginleme amacıyla tasarlanmıştı.

Yüksek rütbeli samuray ve generaller demir yelpazeleri işaret ve emir vermek için kullanıyor, Tessen-jutsu'yu çok yönlü bir dövüş sanatı olarak görüyorlardı. Onlar için Tessen-jutsu kullanmak kılıçlarla duello yapmaktan daha merhametliydi.
Belki küçümseyenler olabilir ama bu demir yelpazeleri kullanarak daha ölümcül silahlara, kılıçlara karşı mücadele edip kazanılan çok fazla düello vardı. Aynı zamanda Japon kayıtlarında Tessen'den kaynaklanan darbe ile ölenlerin olduğu listeler de mevcut.

Demem o ki, televizyon, oyun veya dergilerde iç yüzünü, tarihini, nedenini asla bilmediğimiz şeyleri görünce gülüyor veya alay ediyoruz ama iç yüzünü öğrendiğinde bir çoğu "hmmmm" dedirtiyor.

İşte dostlar, yelpazeli savaş ve dövüş sahnelerinin hikayesi böyle. Sağlıcakla kalın.

BAKÜ'NÜN KARANLIK TARİHİ

Hazırlayan: A.Kara

BAKÜ’NÜN (SURLU ŞEHİR) KARANLIK TARİHİ

Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı başarmıştır.

Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş oldu.

1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü surlarında büyük bir artış olmuştu.

14.yüzyıl bu şehrin en iyi dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:

"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."

Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları tarafından kılıçtan geçirildi.

İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]

RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI

Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.

1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]

Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.

Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.

Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.

Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.

PETROL

Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.

1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.

Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.

1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.

Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.

Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.

Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.

MAYA-MEKSİKA MİTOLOJİSİNDE KÜÇÜK İNSANLAR

Hazırlayan: A.Kara

BİR NEVİ MAYA CİNİ : ALUŞ

Dünyanın birçok bölgesinde gittikleri yerde karmaşaya neden olan insan benzeri küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem, elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş kargaşa çıkaran, yıkıma neden olan bir tür ruhsal varlık gibidir.

İnanışa göre Yucatan yarımadasının civarında yaşadığına inanılan bu küçük insanlar genellikle insanlar tarafından görünemezler. Fakat yaramazlık yapmak istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar. Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]

Tasvirlere göre Aluş, çoğul adıyla Aluşob denen bu varlıklar insanların diz hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiplerdir. Hızlı hareket etmelerinin yanı sıra bazılarının vücutlarının bir kısmının panter, iguana, geyik, papağan, çakal gibi hayvanlardan oluştuğu da inanışlar arasındadır. Fiziksel görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar olarak tanımlar. Bazı Yucatan yerlilerinden bazıları Aluşların gölgeler içinden kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç varlıklar olarak anlatır.

Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyorlar fakat aynı zamanda eğer ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden günümüzde bile ormanın belli bölgelerinden ayrılıp dışarı çıkmasınlar diye onlara yiyecek, içecek gibi sunular bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacaklardır.

Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutmak, rahatsız etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar.

Bu inanışlara bağlı olarak kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini hatta saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara yeni teklifler sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir. 

Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilir. Eğer reddederseniz reddettiğiniz Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman saldırıp tekme atmak ya da ısırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık büyüsü yaparlar. Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki inanışa benzer şekilde eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten uzak durmak gerekir.

Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış durumda. Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öylesine birdenbire ortaya çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin iddiasına göre Aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi ki muhtemeldir. [2]

Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden bölgeye terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yemekleri yaktıklarına, başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.

Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak gibi iyi işler de yapabilirlerdi.

Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor, Aluşlara atalarının ve ülkelerinin ruhları olarak tapılıyordu.

Mayaların Aluş tasvirlerin okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan kaynaklandığını öne sürerler. Çünkü cücelik o dönemde yaygın görülen bir tıbbi durum değildi. Haliyle cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.

Hala Mayalar soyundan gelen insanlardan kimileri Aluş ruhlarına inanıyor. Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları verip sunular sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.

Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin Aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri Aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için diğer çalışanları uyarana kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olmuştu. Bölgedeki bir çiftçi onlara bir tavsiye verir: Aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, saldırılarından korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gitmiş, akabinde onlara ufak bir ev yapmıştı. Sonrasında iş başına döndüklerinde işleri yolunda gitmiş ve köprü inşaatı başarısız olmamıştı.

Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda Aluşların gönlünü almak, hoşnut etmek için yapılmış minik evler bulundurur. Bu evlerin geçerlilik süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin yapılması gerekiyordu. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda bir batıl inanç olarak devam etmekte.

DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.

FİRAVUN "SAHURE"

Hazırlayan: A.Kara

BARIŞÇIL MISIR FİRAVUNU : SAHURE

Sahure, Eski Krallık döneminde yaşayan bir Mısır firavunuydu. 5. Hanedanlığın hükümdarıydı ve saltanatı boyunca barış ve refah hüküm sürmüştü. Bunların yanı sıra yabancı topraklarla ticaret yapmış, bir donanma geliştirmiş ve madenler açmıştı.

Sahure, özellikle kendisi için inşa ettirdiği Sahure Piramidi ile tanınır. Bu piramit Mısır'da Kahire yakınlarındaki Ebûsir'de (ابو صير) bulunur. Sahure'nin halefleri de o bölgede kendi piramitlerini inşa ederek onun izinden gitmişlerdir.

Sahure Piramidi, daha önce inşa edilmiş olan Giza'daki üç ana piramitten çok daha küçüktür. Bunu piramit yapımında bir düşüş olarak yorumlamak mümkündür. Öte yandan bu piramit kompleksi, yapımında kullanılan taşların kalitesi ve ölüm tapınağının zengin kabartma süslemeleri ile dikkat çekicidir. Dolayısıyla söz konusu eski Mısır piramitlerinin kalitesi olduğunda boyut tek kriter olmamalıdır.

Adı “Re'ye yakın olan” anlamına gelen Sahure, MÖ 3. binyılın ortalarında doğmuştur. Genellikle babasının 5. Hanedanlığın kurucusu Userkaf olduğu düşünülmektedir. Çünkü Userkaf'ın saltanatı sırasında antik Mısır'ın güneş tanrısı Ra ve Ra kültü önem kazanmıştır. Oğlunun adı olan “Sahure”, Userkaf'ın güneş tanrısı Ra'ya yaptığı atıfın bir yansımasıdır.

Babası bellidir ama annesinin kimliği biraz muammalıdır. Userkaf'ın 4. Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Redjedef'in soyundan geldiğine inanılır. Zaman geçtikçe hanedanlık mücadelelerine neden olan rakip dallar ortaya çıkmıştır. Pozisyonunu güçlendirmek isteyen Userkaf, kraliyet ailesinin ana kolunun soyundan gelen Khentkaues ile evlenir. Bu, hanedan mücadelelerini sona erdirerek Userkaf'ın yeni bir hanedan kurmasına olanak sağlar. Bu nedenle geleneksel olarak Sahure'nin annesinin Khentkaues olduğu varsayılmıştır. 

I. Khentkaus, Giza'daki mezarında 'iki kralın annesi' olarak anılır ve muhtemelen bunlardan biri Sahure'dir. [7] Khentkaus, mezarında kraliyet kobrası (uraeus) ve sakal ile tasvir edilmiştir, bu da Sahure'nin vekili olarak hizmet etmiş olabileceğini düşündürmektedir. Ancak annesi olduğu anlamına gelmez. Sahure piramidinin geçidinde yapılan kazılarda, firavunun annesinin Userkaf'ın diğer eşlerinden II. Neferhetepes olduğunu gösteren kabartmalar bulunmuştur. [4][5][6]

Sahure MÖ 2.487 civarında firavun olmuştur. Turin Kral Listesi'nde yazanlara göre toplam 12 yıl hüküm sürmüştür. Antik Mısır'ın Eski Krallık döneminden kalma Kraliyet Yıllıkları olarak bilinen bir dikili taşın geniş bir parçası olan Palermo Taşına göre ise Mısır'ı yönettiği toplam süre 13 yıldır.

Fakat Firavunlar, tıpkı diğer onca Sami halkları gibi işgalci, yağmacı, yayılımcı bir politika izlerken Sahure'nin hükümdarlığında bunlar pek yaşanmamıştır. Onun saltanatı sırasında krallığında barış ve refah hakim olmuş, bu durum komşu halklara kadar yayılmıştır. Bunun sonucunda Mısır ile komşuları arasında her iki tarafa da fayda sağlayan ticaretler yapılır olmuştur. Yani diğer firavunların yaptığı gibi saldırıp işgal ederek mallara el koymak yerine ticarete yönelmiştir.

Cenaze tapınağını süsleyen rölyeflerde ticaret faaliyetlerini anlatan sahneler-çizimler yer almaktadır. Örneğin bir sahnede Mısır gemileri, günümüzde Lübnan'da bulunan bir kıyı kasabası olan Biblos'tan evlerine dönerken gösterilirler. Tasvirlerde ayrıca Lübnan'ın ünlü sedir ağaçlarıyla doldurulan gemiler yer alır. Diğer gemilerde köle ya da tüccar olan ve Sahure'yi selamlayan yetişkin ve çocuklardan oluşan "Asyalılar" ile yüklü olarak temsil edilmiştir. [2][3][8][9]

Sahure'ye şöyle demektedirler:
Selam sana ey Sahure! Yaşayanların Tanrısı, güzelliğini görüyoruz!. [10]

Aynı kabartma, yabancı topraklar arasında ticareti kolaylaştırmak için gemilerde tercüme yapmakla görevli tercümanların bulunduğunu kuvvetle göstermektedir. Mısır sanatına özgü kabartmalarda muhtemelen Doğu Akdeniz kıyılarından açık deniz gemileriyle getirilen birkaç Suriye boz ayısını tasvir eder. Bu ayılar, Suriye ortaya çıkan 12 adet kırmızı boyalı, tek kulplu kavanozlar ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bazı Mısırbilimciler, birlikte ele alındığında, ayılar ve kavanozların muhtemelen bir haraç olduğunu öne sürmüşlerdir. [11][12]

Yağma, saldırma yerine izlediği işbirlikçi politikanın kanıtları Lübnan'da ortaya çıkan eserlerde görülmektedir. Bunlar arasında Sahure'nin mührü ile damgalanmış taş kaplar ve ince bir altın parçası üzerinde damgasının bulunduğu sandalye yer alır.

Firavunun, Lübnan dışındaki Punt ülkesine bir ticaret heyeti gönderdiği de kayıtlar arasındadır. Bu, Punt'a yapılan ilk belgelenmiş Mısır seferidir. Mısırlılar bu efsanevi topraklardan kendi topraklarında bulunmayan çeşitli mallar almışlardır. Bunların en değerlisi ise 80.000'lik ölçü ile alınıp Mısır'a getirilen mür'dür. Mür, ilaç yapımında ve parfümlerde kullanılan, kokulu, yapışkan bir reçine türüdür. [13][3] [15]

Alınan mallar arasında ayrıca 23.030 tahta ve doğal bir altın ve gümüş alaşımı olan 6.000 ölçülük elektrum bulunur. Punt'a yaptığı seferin ticaret açısından önemine ek olarak, bu olay aynı zamanda onun Mısır donanmasını kuruşu olarak kabul edilir.

Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı ticari sefer, sonraki firavunlar için bir emsal teşkil ettiği için uzun vadeli bir etkiye de sahipti. Örneğin Orta Krallık döneminde, kendinden sonraki çeşitli firavunlar tarafından da Punt ülkesine ticaret amaçlı seferler düzenlenmiştir. [14]

Tabi o zamana kadar seferlerin ölçeği muazzam bir şekilde artmıştı. Örneğin MÖ 1985'te gerçekleştirilen ticari amaçlı bir keşif gezisinde 3.000 erkeğin bu olaya dahil olduğu iddia edilir. 50 yıl sonra gerçekleştirilen bir başka seferde ise 3.700 erkeğin katıldığı yazılmış ve bununla övünülmüştür.

Ancak Punt'a yapılan en ünlü sefer, Yeni Krallık firavunu Hatşepsut'un düzenlediği seferdir. Bu, bilinen ve en iyi şekilde belgelenmiş en büyük keşif gezisiydi. Şüphesiz tüm bu keşif gezileri Sahure'den ilham alınmıştı ve düzenleyen firavunun saltanatının refahını sağlamaya hizmet edecekti.

Fakat ne kadar barışçıl politika izlersen izle, eğer bir firavun ya da kralsan mutlaka atalarının sana öğrettiği, metinlerin övgüyle kaydettiği şeyi yapacaksındır; Savaşmayı.

Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı seferi ticaret amaçlı ve barışçıl olmasına rağmen, onun denizaşırı ülkelerde askeri seferler yürütmüş olabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü Mısırlıların, komşuları olan Libyalılara yaptığı baskını tasvir eden kabartma sahneleri bulunmaktadır. Bir sahnede firavun, korku içinde önünde çömelmiş olan Libyalı esirleri cezalandırmak üzere iken tasvir edilmiştir. Bu baskından başarı elde eden Mısırlılar, düşmanlarının yanı sıra onların hayvanlarını da ülkelerine getirmişlerdir.

Sahure'nin Libyalılara karşı düzenlediği askeri harekatın tasviri olduğu düşünülen ve dolayısıyla firavunun saltanatının o kadar da barışçıl olmadığını gösteren kabartmanın gerçek bir olayı tasvir etmeyebileceği, sadece bir tür "ayini" anlattığı da ileri sürülmüştür.

Alternatif bir görüş, Sahure'nin seleflerinden birinin başarısını kopyaladığı şeklindedir. Firavunun düşmanlarını cezalandırmak üzere olduğu aynı sahnenin, 6. Hanedan firavunu II. Pepi'nin cenaze tapınağında ve 25. Hanedan firavunu ve Kuş Kralı Taharka'nın Sudan'ın Kava ilindeki Tapınağı'ndaki bir kabartmada da yer alabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu nedenle eğer bu firavunlar söz konusu sahneyi Sahure'den kopyalamışlarsa, Sahure'nin de bu sahneyi seleflerinden birinden kopyalamış olması mümkündür. Yani Sahure belki de hiç savaşmamış, yağma yapmamış, sadece hanedanlığı için önemli olan olayları anlatan kabartmalara yer vermiştir.

Sahure'nin en bilinen yönlerinden biri madenler açtırmasıdır. Örneğin Sina yarımadasında turkuaz madenleri açtırmıştır. Bu madenlerin Mısır'daki "Mağara Vadisi" (وادي مغارة) ve "Harita Vadisi"nde (وادي الخريط) bulunduğu tahmin edilmektedir. [1]

Güneydeki Nübye'de diyorit yani yeşiltaş madenleri açtırmıştır. Bu madenlerden çıkan taşlar genellikle anıtsal binaların yapımında kullanılmıştır ve Sahure'nin gerçekten de birkaç anıt inşa ettiği bilinmektedir.

Firavunun inşa ettiği anıtlardan biri de bir güneş tapınağıdır. Güneş tanrısı Re yani Ra'nın kültü 5. Hanedanlık döneminde baskın hale geldiğinden firavunlarının bu tanrıya adanmış tapınaklar inşa etmesi gayet doğaldır. Bu tapınağa 'Re'nin Tarlası' anlamına gelen Sekhet-Re denildiği bilinmektedir. Ne yazık ki tapınağın yeri tarihe karışmıştır ve belki de asla tespit edilemeyecek.

Sahure'nin inşa ettirmiş olduğu bilinen bir diğer anıt ise "Uetjes Neferu Sahure" adı verilen ve 'Sahure'nin Görkemi Cennete Yükseliyor' anlamına gelen saraydır. Bu ismin Sahure'nin haleflerinden biri olan Neferefre'nin cenaze tapınağında yakın zamanda ortaya çıkarılan yağ kaplarında da yazılı olduğu görülmüştür. Güneş tapınağı gibi, sarayın da yeri bilinmiyor ancak Abusir'de olabileceği tahmin edilmekte. [16]

Neyse ki Sahure'nin anıtsal yapı projelerinden biri bugüne kadar ayakta kalmış; Abusir'deki piramit kompleksi. Bu isim, Grekçedeki Busiris'in Arap versiyonudur ve eski Mısır'da "Osiris'in Evi" anlamına gelen "Pr-vsir" kelimesinden türetilmiştir. Bu isim söz konusu alanın Osiris'e adanmış bir tapınakla ilişkili olduğunu gösterir.

Abusir, kuzeyde Giza ve güneyde Sakkara olmaz üzere iki kabristan (nekropol) arasında yer alır. Sahure bu bölgede bir piramit kompleksi inşa eden ilk firavundur.

Giza ve Sakkara'nın zaten piramit ve mezarlarla dolu olması nedeniyle Abusir'de yeni bir mezarlık (nekropol) kurulduğu düşünülüyor. Buna ek olarak söz konusu alan Abusir Gölü üzerinden Nil Nehri'ne bağlanmış, bu da yapı malzemelerinin yeni mezarlığa tekneyle taşınmasını kolaylaştırmıştır.

Sahure, Abusir'de piramit kompleksi inşa eden ilk firavun olmasına rağmen orada bir anıt inşa eden ilk kişi değildir. Bu başarı onun selefi Userkaf'a aittir.

Abusir'de bir firavun tarafından inşa edilen ilk anıt eski Mısırlılar tarafından "Re'nin Kalesi" anlamına gelen Nekhen-Re olarak bilinen Userkaf'ın Güneş Tapınağı'ydı. Bu, Abusir'deki bilinen ilk güneş tapınağıdır. Ancak Sahure'nin Sekhet-Re'sinden farklı olarak Userkaf'ın güneş tapınağının yeri arkeologlar tarafından tespit edilebilmiştir. [17]

Sahure'nin yerine geçen 5. Hanedan firavunları Abusir'de piramitler inşa etmeye devam ettiler ve burayı bu hanedanlığın ana kraliyet nekropolü haline getirdiler. Bir zamanlar Abusir'de 14 kadar piramit olduğuna inanılır. Ancak bugün sadece Sahure, Neferirkare, Niuserre ve Neferefre'nin piramitleri tanımlanabilmekte.

Buna ek olarak, 5. Hanedan firavunları Abusir'de başka güneş tapınakları inşa ettiler ve bunların sonuncusu, hanedanlığın yedinci hükümdarı Menkauhor döneminde inşa edildi. İlginç bir şekilde Userkaf gibi Menkauhor da piramidini Abusir'in dışında Dahšūr'un (دهشور) yakınında inşa ettirmiştir. Menkauhor'un saltanatından sonra Abusir, firavunlar tarafından terk edilmiş olsa da eski Mısır soyluları arasındaki popülerliğini korumuştur.