HABERLER
Dini Haber
A etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
A etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TÜRK MİTOLOJİSİNDE YARATILIŞ [1] VE ETKİLEŞİMLERİ

Hazırlayan: A.Kara


TÜRK MİTOLOJİSİNİN ETKİLEŞİMİ


Ey büyük atamız Ülgen
Sen sırlı kalpağında
Üç renkli şerit taşırsın
Senin tahtına üç merdiven çıkar
Sen binmek için atları yarattın
Sen uzun saçlı kadınları yarattın
Sen dünyayı barışla süsledin
Sen toprağa sonsuzluk verdin
Oradan hiç vakit kötülük gelmez
Oradan hiç ses gelmez
Sen yeri güvenli bir yerde yaptın
Sen insanın güzel kalbini yarattın
Üç renkli papağıyla süslü atamız Bay Ülgen
Sana kurban sunarak sana sığınırız
Akılla yükseliriz.

Türk mitolojisini incelerken göz ardı edilmemesi gereken önemli noktalar vardır. Diğer birçok toplum gibi Türkler de çevre toplumları etkilemiş ve onlardan etkilenmiştir. Farklı Türk topluluklarının bir zamanlar farklı din ve inanışlara sahip olmaları ve farklı kültürlerle ilişki içinde olmaları nedeni ile efsanelerinde ufak değişiklikler ile bu etkilerin görülmesi normaldir.

Bir diğer önemli etken, Yunanlılar mitoslarını önce yazıya döküp sonra sözlü olarak hayatlarına dahil etmiş yani kayıt altına almışken maalesef Türkler mitoslarının büyük çoğunluğunu yazıya dökmemiş daha ziyade sözlü anlatımlar yolu ile devam ettirmişlerdir. Yazıya dökme çok sonra gerçekleşmiştir ki bunlar da sayıca azdır. Şuan Türk mitlerine dair birçok bilgiyi Rus Türkologlar ve Çin metinleri sayesinde biliyoruz.

Yazar ve şairlerimiz bile Türk mitoslarını ve kültürünü işlemek yerine Arap ve Fars kültürünü işlemeyi tercih etmişlerdir ki bu durumu özellikle Divan şairlerimizde görürüz. İşte benim de Türk mitolojisi üzerine ağırlık verme nedenim bu olacaktır.

Türkler başta Tengricilik olarak bilinen ve bilindiği kadarı ile tek tanrılı olan bir dine sahiptiler. Fakat ilerleyen süreçte göç, savaş, ticaret gibi nedenlerle tanıştıkları politeist topluluklar ile tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa geçiş yapmışlardır ve bu durum en belirgin şekilde Tuva, Yakut ve Altay Türklerinde görülür.
Türklerdeki bu birden fazla tanrı-tanrıçalara ek olarak yarı ilahların olduğu da görülür. Türklere zorla İslamiyet gömleği giydirmeye çalışanlar Türk mitoslarında görülen onlarca tanrı-tanrıça için "bunlar tanrı değildir, sadece ruhtur" derler fakat aklı olan herkesin anlayabileceği üzere durum böyle değildir. Çünkü efsane ve inanışlarda "ruh" olduğu iddia edilen güçlere kurbanlar sunulup dualar edildiğini hatta onların da yaratma eyleminde bulunduğunu, bir şeyleri var ettiğini görürüz. Örneğin Erlik'in yer yada insan yaratabilmesi gibi.
Dolayısı ile "onlar tanrı değildir, Türkler hep tek tanrılıydı" diyemezsiniz çünkü eğer Müslümanlar Cebrail'e yada Mikail'e tapıyor, onlara kurbanlar kesiyor, dualar ediyor olsaydı ve inanışa göre bu melekler insan gibi canlılar yaratıyor olsalardı bu durumda onlar da melek değil tanrı olurdu.
İşte Tengricilik sonrası oluşan çok tanrılı Türk Şaman inanışına tam da bu nedenle tek tanrılı denemez. Tek tanrıcılık söylemi Türkleri İslam çatısı altında tutmak isteyenlerin kullandığı temelsiz bir iddiadır.

Önemli olan şudur ki çok tanrıcılık utanılacak, rahatsız olunacak bir durum değildir, zaten eski insanlar yaşadıkları dönem gereği gök cisimlerini, gerçekleşen tabiat olaylarını, doğayı, yaşadıkları doğada gördükleri süreçleri, hayvanları ve onların hareketlerini anlamlandırabilmek için tanrı ve tanrıçalar, yarı tanrılar, koruyucu-lanetleyici ruhlar ve efsaneler yaratmışlardır.

Fakat bunlara rağmen her fırsatta Türkleri İslam'ın içinde tutmak isteyen dindar güruh ısrarla "Türkler zaten tek tanrıya inanıyordu" diye diretir, politeizme dair bu inanış ve efsaneleri görmezden gelir. Tengrizm sonrası Türk inancında gök ile yer, ışık ve karanlık, iyi ve kötü gibi ikili düşünce yani dualizm net şekilde görülür. Çok tanrıcılığa geçişimiz ile Tengri'nin yerini birden fazla tanrı almıştır ki en önemlilerinden biri de tanrı Ülgen'dir.

Araştırmacılara göre özellikle yazılı olarak korunmuş olan az sayıdaki Türk mitosları Hristiyanlık, Lamaizm ve Budizm etkisi ile kısmen değişikliğe uğramış-etkilenmiştir. Altay bölgesi geçmişte Kalmuk egemenliği altında kaldığından özellikle Altay Türklerinin efsanelerinde Moğol etkisi görülür. Örneğin Altayların tanrıların başına "Bay" eki koyması Moğollardan geçen ve beylik gösteren bir ektir. Aynı şekilde çoğu Türk topluluğunda Ülgen büyük tanrının kendisi iken bazılarında onun büyük tanrının kendisi değil, ikinci dereceden bir yardımcı yaratıcı tanrı olduğunu görürüz. Bunların dışında İslamiyet ile tanışılması ile bazı mitlerdeki İslam etkisi de göze çarpar ve maalesef Türk mitosları hakkında kitaplar yazan yazarlarımız bir çok Müslüman gibi "İslam hep vardı, Allah tek din gönderdi" demeye çalıştığı için özellikle İslamiyet ve Hristiyanlık etkisi görülen Türk inanış ve efsanelerini anlatırken bunlarla ilgisi olmayan ve Türklerin özü sayılabilecek Şamanizm inancının temelini oluşturduğu mitosları göz ardı ederler. Zaten bu güruha İslam, Hristiyanlık ve Musevilik dinlerinin kökenini oluşturanın da Sümer ve Babil inanışları ve temelde antik Sümer dini olduğunu anlattığımda bile klasik 124.000 peygamber gönderildi safsatasına başvuruyorlar.

Bazı araştırmacılara göre Hristiyanlığın mitler üzerindeki etkisi fazla değildir ve mitoslarda özellikle Türklerin sahiplendiği dinlerden biri olan ve Uygurların MS 763'de aldıkları Maniheizm dininin izleri görülür. Ek olarak Budizm'in ve Şamanizm inancının etkileri yanı sıra eski İran inanış ve mitoslarının da etkisi vardır; ki zaten Mani dininin esas prensipleri de İran kültürünün bir çok unsurunu barındırır. Fakat bunlar ayrıca ele alınması gereken konulardır ve ilerde farklı Türk topluluklarının efsanelerini anlatırken hangi toplumla etkileşim içinde olduklarını işlenen mitler üzerinden anlatacağım.

Türkler uzun süre göçebe olarak yaşadığından ve dünyanın farklı noktalarında birçok farklı boy ve topluluklara bölündüklerinden bu farklı boyların iletişim içindeki diğer kültürlerin din ve inanışlarının her birinden etkilenmiş olmaları oldukça olasıdır. Tüm bunların dışında detayına indikçe antik Sümer'den miras kalan betimleme ve inanışların da bazı Türk boylarının efsanelerinde yer bulduğunu göreceğiz. Örneğin Sümerlerin 7 katlı gök inanışının Yakut Türklerinde de görülmesi gibi.

EVRENİN YARATILIŞI

Başlangıçta her taraf karanlıktır. Tengis adında, hiçbir kıyısı olmayan bir su, ilkel okyanus vardır ve bu suyun derinliklerinde Ag Ene yani Ak Ana yaşamaktadır. Suyun üstünde ise uçmakta olan tanrı Ülgen, bilhassa Altay Türklerinin deyimiyle Bay-Ülgen yer alır. Oyrotlar ona Kurbustan, bazı Altay kavimleri Oçurman, Kuday, Kara Han bazıları ise Burhan Bakşi derlerdi.

Her yer su ile dolu olduğundan yaratıcı ruh Ülgen konacak yer bulamamaktadır. Ak Ana sudan çıkar ve Ülgen'e yeri yaratmasını söyler. Böylece Ülgen Ag Ene'nin emrine uyarak üzerinde yaşadığımız dünyayı ve tüm evreni yaratır. Burada önemli bir nokta vardır ki farklı bir efsanede Ak Ana tanrı Ülgen'e yeryüzünü yaratma emrini verdikten sonra bir taş fırlayarak Ülgen'in önüne gelir, öyle ki Ülgen bu taş ile dünyayı yaratır. Peki "bu taşı Ülgen'in önüne kim fırlatmıştır?"

Bir Teleüt miti Ülgen'in önüne taşı fırlatan başka bir gücün-yaratıcının olduğunu ispatlamaktadır çünkü bu mit Ülgen'in yaratılışını anlatır:

Üstyügünin üç sürgek
Üç ocoktu Bay Ülgen
Kögö Mönkö jarılgan
Kök syürgekten yekelgen

Yani şöyle demektedir:
Üste üç ateşli gök
Üç kutsal ocaklı Bay Ülgen
Kögö Mönkö tarafından yaratılan
Mavi gök tarafından oluşturulan

Ülgen her bakımdan mükemmel, her şeyi bilen, eksiksiz bir varlıktır. Evreni ve onun katlarını yarattığı gibi, güneş, ay, yıldız ve tüm gök cisimlerini, hayvanları, bitkileri, ateşi ve yerleşim alanlarını yaratır ve insanları korur.

Daha sonra Ülgen gök cisimlerinin hareketlerini belirler, düzenler. Yıldırım, yağmur, tufan, poyraz gibi doğa kuvvetlerini yaratır ve yönetir.

Ayrıca kutsal rengi beyaz olan ve beyaz bir ışık olduğuna da inanılan Ülgen insan iradesi için Yüce Kanunu yaratır. Bu kanunlar insanların yapması ve yapmaması gerekenler, kötü ruhlardan ve yanlışlardan kaçınma yolları gibi kanunlardır.

Ülgen daha sonra kutsal ruhlara görevler vermiş ve teşkilatlanmayı sağlamıştır.

Şamanların Kam davullarından da gördüğümüz üzere eski inanışımıza göre evren dik konumdaki bir ok veya Temir Kazık denen bir kazık ile tutulan 3 bölümden oluşur. Bunlar: Gök, yeryüzü ve yeraltıdır.

Şamanların mitolojik anlatılarında da bu 3 bölüme rastlamak mümkündür. Yakut şamanları bunlara "üüheegi daydı" yani yukarı dünya, "orto daydı" yani orta dünya ve "allaraa daydı" yani aşağı dünya derken Kırgız Türkleri aşağı dünya için insanın geri çıkamayacağı karanlık alem anlamına gelen "adam kayra çıkısız ordaydı" derler.

Bu 3 bölümün her biri de kendi içinde farklı özelliklere ve katlara sahiptir. Örneğin göğün Altaylara göre 17, Telütlerde 16, Tuvalılarda 33 veya 9, Yakutlarda tıpkı Sümer ve Babilde olduğu gibi 7 katmandan oluştuğuna inanılır yani ortak bir görüş bulunmamaktadır.

Fakat özellikle Yakutlara göre göğün 7,9,12,17 kat olacak şekilde farklı tasavvurları bulunur ve 7 rakamının özellikle ağırlıkta olduğu göze çarpar, tıpkı Sümer medeniyetindeki 7 gibi.

Tıpkı gökyüzüne dair 7 rakamının öne çıkması gibi kadim Türklere göre yer altı dünyası da 7 veya 9 katlıdır fakat Altaylara göre bu rakam 17'dir.
7 kat gök ile 7 kat yeraltı tabakasının ortasında ise yaratılan insanlar yaşamaktadır.

Yer altı dünyasının hakimi ise tabiatı gereği kötü olan ve Körmes olarak da çağrılan tanrı Erlik'tir. Altay yaratılış mitoslarına göre Erlik de tıpkı Gök Tanrı Ülgen gibi başlangıçtan beri vardır.

Fakat orta dünyada yaşayanlar sadece insanlar değildir burada aynı zamanda iyeler bulunmaktadır. Bu yüzden insan yaşamı demir kazık tarafından tutulan yukarı ve aşağı dünyanın ruhları ile ve orta dünyanın ruhlarıyla bağlantılıdır.

Temir kazık denen ve evrenin 3 katını birleştiren bu oka aynı zamanda Dünya Dağı, Dünya Ağacı da derlerdi. Moğol ve Tunguzlar ise ona Altın Direk demekteydi. Bu ok, direk, kazık veya ağacın dünyayı sarsıntılardan koruduğuna inanılırdı. Bu dünya ağacı denen yapı da tanrı ve yardımcı tanrılar, ruhlar tarafından korunurdu ve bu ağacın yıkılmasının ya da bu demir direğin kopmasının felakete yol açacağına, dünyanın sonunu getireceğine inanılırdı.

İnsanın yaratılışı konusunda ise yine çeşitli Türk topluluklarında birbirinden farklı anlatı ve inanışlar mevcuttur. Konuya dair Altay yaratılış efsanesine bir bakalım insan nasıl yaratılıyor:

Yine günlerden bir gün, Tanrı Ülgen denize,
Bakarak duruyordu, şaşırdı birden bire,
Toprağın üzerinde, birde kil duruyordu.
Toprak üstündeki şey, dedi, nedir acaba,
İnsan oğlu bu olsun, insana olsun baba,
Görünmeye başladı, insan gibi bir şekil,
Birden insan olmuştu, toprak üstündeki kil.

Bu efsanede tıpkı daha önce Sümer efsanelerinde de gördüğümüz ve daha sonra İbrahimi dinlere geçen inanış gibi insanın kilden-balçıktan yaratılışı söz konusudur. Efsanelerin farklılıklar gösterdiğini söylemiştim, işte bu efsanenin devamında da yaratılan ilk insan Erlik'tir. Destan şöyle devam eder:

İnsanda toplanmıştı, her çeşitten yeterlik,
Bu ilk insanın ise, adı olmuştu Erlik.
İnsanı yaratan Tanrı, ortalardan kayboldu,
Erlik de yola çıktı, arayıp onu buldu.
Tanrının gönlü temiz, yücelerden yüceydi,
-Bir küçük kardeşim ol! Diye, Erlik'e dedi.
Erlik Tanrı Ülgen'in kardeşi olmuş idi,
Fakat nedense kalbi, hırs ile dolmuş idi.

Anlayacağınız üzere bu Altay destanında yaratılan ilk insan daha sonraları kötülük ve yer altı tanrısına dönüşen ve Ülgen'in kardeşi olduğuna inanılan Erlik'tir. Daha sonra birçok efsanede gördüğümüz üzere iyi tanrı kötü tabiatlı olan tanrıyı yer altına gönderir.

Efsanenin devamında Ülgen'in Erlik dışında başka insanlar yarattığı görülürken aynı zamanda yine Sümer'in kutsal 7 rakamı karşımıza çıkar:

Tanrı baktı ki. Erlik, pek bir işe yaramaz,
Erlik’in varlığıyle bu dünya da yaşamaz.
Yarattı Mandı-Şire, adlı bir kahramanı,
Dedi, Erlik yerine korusun bu insanı.
Mandı-Şire’den başka , kemikleri kamıştan,
Yedi kişi yarattı, etleri de topraktan,
Nefesiyle üfledi, tuttu kulaklarına,
Yedi insanın hemen, can geldi ruhlarına..

Başta da dediğim gibi Türkler çok farklı kültürel yapılara ve etkileşimde bulundukları kültür ve coğrafyalara sahip olduğundan efsaneleri de değişiklik gösterir. Örneğin kimine göre Erlik baştan beri varken kimine göre Ülgen'in yaratması ile meydana gelmiştir.

Yakutlarda ise insanın yaratılışı farklılık gösterir, efsane şöyledir:
Tanrı insan biçiminde 7 şekil yaratır, ve bunların hepsine can vererek 7 erkek yaratır. Akabinde 4 kadın yaratan tanrı bu kadınları 4 erkek ile evlendirir. Böyle olunca kadınsız kalan 3 erkek böyle iş mi olur diyerek gidip tanrıya şikayet ederler fakat tanrı onları dikkate almaz. Ne cevap verir ne de kadın.
Kadınsız kalan bu 3 erkek kadınların etrafında dolanmaya başlar ve insanoğlu vefasız olur. Sonunda nasıl olduğu bilinmez bu 3 erkek 3 kadın daha bulur, evlenir ve 3 oğulları olur. Tanrının eş verdiği çiftlerin de 4 kızı olur. Bunlar birbirleri ile evlendirilince bir kız açıkta kalır fakat erkeklerden biri onu karısının üstüne alır. Bu suretle çok kadınla evlenme adeti meydana gelir. Bu kalan kızı ben alayım diye uğraşırken erkekler de vefasız olurlar; ki efsaneye göre erkeklerin vefasızlığı da buradan gelir. [3]

Yakutlar ile Altayların yaratılış efsanesi arasındaki farklılıklar hem onların kültürel yapılarını hem de kutsiyet atfettikleri rakamları göz önüne serer; ki Yakutlara ait son efsanede 3 rakamı sıkça göze çarpmaktadır.

Bir başka yaratılış mitosunda yine Erlik'in başta beri var olduğu görülmektedir ve bu efsane dağ ve çıkıntıların nasıl meydana geldiğini ve yeraltı dünyasının oluşumunu anlatır.

Bu mitosa göre Ülgen dünyayı nasıl yaratacağını düşünürken suyun yüzündeki bir köpüğün içinde bir insanın yüzmekte olduğunu görür, bu insan Erlik'tir. Erlik Ülgen'e kızmayacağı taktirde ona suyun altından toprak bulabileceğini söyleyip suyun dibine dalar ve orada bulduğu bir dağdan bir parça toprak koparıp ağzına alıp su yüzüne geri çıkar. Ağzındaki toprağı Ülgen'in avucuna tükürünce Ülgen tıpkı Ak Ana'nın ona söylediği gibi "ettim pyuttı" diyince sonsuz suyun ortasında bir kara parçası oluşur. Ülgen Erlik'e tekrar çamur getirmesini söyleyince Erlik su altına dalar fakat artık kendine ait bir dünya kurmak istemektedir; bu yüzden çamurun bir kısmını verse de kalanını ağzında saklar. Ülgen tekrar yaratma işine girişip "ettim pyuttı" diyince toprak büyümeye başlar fakat Erlik'in ağzında sakladığı toprak da büyümektedir. Erlik boğulmamak için ağzında sakladığı toprağı yere tükürünce normalde bir tepsi gibi dümdüz olan kara yani dünya yüzeyi engebeli bir hal alır, dere ve tepeler bu şekilde oluşur.

Hem düz olan dünyanın bozulmasına hem de Erlik'in ağzında toprak saklamasına öfkelenen Ülgen hiddetlenerek Erlik'i azarlamakta, Erlik ise henüz orada yeni bitmiş bir ağaca yaslanır vaziyette dinlemektedir. Erlik neden böyle yaptığını açıkladığında onu azarlamakta olan Ülgen bir karara varır ve Erlik'e yeryüzünü yasaklar. Bunun üzerine Erlik "o halde bana bu ağacın yetişebileceği büyüklükte bir yer ver" der ve Ülgen bunu reddeder.
Fakat Ülgen merhametli bir tanrıdır ve Erlik'in ağlamalarına, sızlanmalarına dayanamayarak ona "tamam, bu yeri götürebilirsin ama onunla ne yapacaksın" diye sorar; ki Erlik Ülgen'in onay verdiğini
duyar duymaz yer altına girerek ortadan kaybolur.

Daha sonra bir kırlangıç ağzındaki çimlerle Ülgen'in yanına gelerek bunları yere atar ve böylece çimler yaratılır. Sonrasında ormanları yaratan Ülgen bu eyleminden de sonra insanları yaratır.

Bir çok Türk toplumu Ülgen'in insanı yaratmadan çok daha önce hizmetçiler yarattığına inanmaktadır ki bunu da sonraki onlarca Türk mitosu makalesinden birinde ele alacağım.

ÇEROKİ KIZILDERİLİLERİNİN İNANÇLARI

Hazırlayan: A.Kara


ÇEROKİ KIZILDERİLİLERİNİN İNANÇLARI


Çerokiler (Cherokee) geçmişte Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu eyaletlerinde, özellikle Kuzey ve Güney Karolina da, Georgia ve Doğu Tennessee'de yaşamış fakat ilerleyen süreçte istilacılar tarafından yurtlarından sürülerek platolarda yaşamak zorunda kalmış Kızılderili halkıdır. [a]

Çerokilerde bazı inançlar, hikayeler ve şarkılar korundukları farklı topluluklarda biraz daha farklı biçimlerde mevcuttur. Fakat çoğunlukla ortak bir teoloji sistemi oluştururlar.

ÇEROKİ İNANÇLARININ TEMELLERİ

Çerokilere göre ruhanilik günlük yaşamın dokusuna işlemiştir. Fiziksel dünya ruhani dünyadan ayrı değildir. Bir ve aynıdırlar.

Tarihçi Theda Perdue "Cherokee Women: Gender and Culture Change (1700-1835)" adlı kitabında [2] şunları yazmıştır:
"Çerokiler ruhsal ve fiziksel alemleri birbirinden ayırmadı, onları bir olarak gördüler ve dinlerini bir dizi özel günlük törenle ve halka açık törenlerle uyguladılar."

Çerokiler evrende varoluşsal bir düzen olduğuna inanıyordu [3]. Bu kavram kozmoloji olarak adlandırılır. Evrenin üç farklı, ancak birbiriyle bağlantılı seviyeden oluştuğuna inanıyorlardı: Öngörülebilirlik ile tanımlanan "Üst Dünya" geçmişin alanıdır ve ateşle temsil edilirdi. Değişimlerle tanımlanan "Alt Dünya" geleceğin kontrolündedir ve onu temsil eden sudur. , Üst ve Alt Dünyalar arasında yaşayan insanların bulunduğu bu Dünya veya Merkez ise şimdiki zamanın alanıdır. [3] [2]

Diğer bazı dinlerin aksine Çeroki inanç sisteminde insanlar yeryüzüne, bitkilere veya hayvanlara hükmetmez veya üzerinde hakimiyet kurmaz. Bunun yerine insanlar tüm yaratılışla birlikte var olur ve bağlılık içinde yaşarlar. İnsanlar aralarındaki dengeyi korumak için tüm dünyalar arasında ara buluculuk yaparlar. Bunu yapmanın yolu etraflarındaki Ruhsal Gücün içinde hareket etmeyi ve çalışmayı öğrenmektir. Bitkiler ve hayvanların, yeryüzündeki nehirler, dağlar, mağaralar ve diğer oluşumların bile ruhsal gücü vardır. Theda Perdue ve Michael Green "The Columbia Guide to American Indians of the Southeast" [4] adlı kitaplarında şöyle yazmıştır:
"Bu özellikler onlara dünyanın başlangıcını, orada yaşayan manevi güçleri ve ona karşı sorumluluklarını hatırlatan anımsatıcı araçlar görevi görüyordu."

KUTSAL ATEŞ

Daha önce de belirttiğim gibi ateş Çeroki ve Güneydoğu Amerika Birleşik Devletleri'ndeki diğer Kızılderililer için önemli bir unsurdur. Çerokilere göre Kutsal Ateş yaratılışın saflığını ve yeryüzünde yaşarken gördükleri güneşi temsil eder [5]. Kızılderililerin çoğu ateşi ve güneşi yaşlı kadınlar olarak görür. Bu yüzden de hazırladıkları her yemeğin bir kısmını ateşe verirler, aksi takdirde kendilerinden intikam alacağından korkarlardı.

Su, özellikle de nehir ve kaynaklar ise Çeroki inançlarının bir diğer önemli unsurudur çünkü Yeraltı Dünyasını temsil eder. İnanışa göre bu iki unsurun sahip oldukları güç nedeniyle birbirinden ayrı tutulması ve dengenin sağlanması çok önemlidir. Bu nedenle Kutsal Ateş'e asla su dökülmez.

Kutsal Ateş bir büyükanne olarak onurlandırılmıştır ve onun duygular, bilinç gibi insani özelliklere sahip olduğu düşünülür. Antropolog Peter Nabokov "Where the Lightning Strikes: The Lives of American Indian Sacred Places" adlı kitabında [6] şöyle bildirmektedir:
"Ateş onların adaklarını (teklif) dünyanın dört bölümü için hediyelere dönüştüren manevi bir dönüşüm aracıydı."

Çerokiler Kutsal Ateşi, yedi zümreyi temsil eden yedi kutsal ağaç olan huş , kayın, meşe, akçaağaç, dişbudak, akasya ve ceviz ağacı ile besleyerek canlı tutuyordu.

DENGE

Çerokiler için dengeyi korumak varoluşları için çok önemliydi [3] [5]. Onların görüşleri birbirine zıt olan ve birbirini dengeleyen bir grup sistemi içeren bir evren şeklindeydi. Ortak bağımlılıkları, bağlantı kurma ve birlikte çalışma yetenekleri ile bilinen her şeyin temeli olan ortaklar oldukları kadar düşman da değillerdi. Dairenin evreni ve evrenle olan ilişkilerini temsil etmesinin nedeni de budur. Karşıt olan ama birbirine bağlı olan eşit parçalar. "Çeroki Kadınları: Cinsiyet ve Kültür Değişimi, (1700-1835) adlı kitabında Theda Perdue şöyle yazar [2]:
"Bu inanç sisteminde tıpkı yazın kış ile, hayvanların bitki ile, çiftçiliğin avcılık ile dengelendiği gibi kadın da erkek ile dengelenmiştir."

Hastalık ve İyileşme

Çerokiler her hastalığın hayvanlardan kaynaklandığına inanıyordu. Yazar John Reid, "A Law of Blood: The Primative Law of the Cherokee Nation" adlı kitabında şöyle diyor [7]:
"İnsanlara tüm insani hastalıkların öldürülen hayvanlar tarafından intikam almak ve insanları rahatsız etmek için icat edildiği empoze edildi."

İnanışa göre hayvanlar talihsiz insanların iştahını kaybetmesine, hastalanmasına ve ölmesine neden olan kötü rüyalar göndererek onlara misilleme yapacaklardır. Bu yüzden avcı bunların başına gelmesini için öldürdüğü hayvanlardan özür diler, dua eder ve onlara ihtiyaçlarını ve bunun önemini açıklar.

Bitkilerin hayvanların insana getirdiği her hastalık için şifa sağladığı söylenir ve bu nedenle bazı bitkiler Çeroki tıbbının temelleri haline gelir [8].

Saflık ve Kutsal Yerler

Saflık Çerokiler için önemli bir kavramdır. Ateş ve su veya kadın ve erkek arasındaki ilişkiler gibi karşıt olduğuna inanılan kavramlar karıştırıldığında bu kirlilik olarak kabul edilir. Saflığı korumak için bu kirleticilerden ellerinden geldiğince kaçınılmalıdır. Bununla birlikte bitki ve hayvan yemek veya erkek ve kadın arasındaki ilişki gibi bazı kirleticiler kaçınılmazdır çünkü zorunludur. Sadece yazdan kışa kadar yaşamak bile bir insanı kirletebilirdi. Çerokiler bunun üstesinden gelmek için sabahın erken saatlerinde herhangi bir yemek yemeden önce yıkanırdı. Herkes yıkanmak için nehre gider ve bu temizlenme eylemi  tüm yıl boyunca nehirdeki buzu kırmak zorunda kaldıkları kış aylarında bile yapılırdı. [6]

Nehir, "Uzun Adam" olarak adlandırılıp şefkatli bir Ruh olarak kabul edilmişti. Antropolog Peter Nabokov [6] şunlara dikkat çeker:
"Uzun Adam, vücudunu onda yıkayan, ondan içen ve onun iyileştirici güçlerini kullanan Çerokilere her zaman yardım etti."
"İnsan hayatındaki her kritik dönemeçte serbest akan akarsulardan gelen "yeni suya" yani nehire girme ayini ruhsal güç verilen dualar ile yapılmalıydı.

Yaratılış İnançları
Su Böceği Dünyayı Nasıl Yarattı?

Çeroki kızılderililerinin yaratılış hikayeleri Dünya'yı deniz suyuyla çevrili, yüzmekte olan büyük bir ada olarak tanımlar ve o, dört ana noktaya bağlanan iplerle gökten sarkar. Efsane ilk dünyanın küçük su böceği Dâyuni'nin gökyüzü alemi Gälûñ'lätï'den gelmesiyle ortaya çıktığını anlatır. İnanışa göre Su Böceği nedenselliğin dışında var olan doğal neden ve sonuç yasalarından etkilenmez ve suyun altında ne olduğunu görmeye gider. Suyun yüzeyinde koşar ama dinlenecek sağlam bir yer bulamaz. Suyun dibine dalar ve biraz yumuşak çamur çıkarır. Daha sonra bu çamur her yöne doğru genişler ve dünya oluşur. (Bu mitteki çamur çıkarma anlatısı Ülgen'e yardım eden Erlik'in sonsuz okyanusun altına dalarak çamur çıkarmasını ve yeryüzünün bu şekilde yaratıldığı Türk yaratılış efsanesini anımsatıyor.)

Su böceğinin geldiği gökyüzü alemi Gälûñ'lätï'deki diğer hayvanlar yeni dünyaya inmeye heveslidirler ve çamurun kuru olup olmadığını görmek için ilk önce kuşlar gönderilir. Diğerleri için hazırlık yapmak üzere şahin gönderilir ama dünya hâlâ yumuşaktır. Kanatları yorulunca çok aşağıya iner ve yumuşak çamuru fırçalar, böylece düz yüzeye sahip olan yeryüzünde dağ ve vadileri oyarak şekillendirir ve dünya hazır olmadığından hayvanlar tekrar beklemeye zorlanır. Nihayet çamur kuruduğunda hepsi gökyüzünden aşağı iner. Hava karanlık olduğundan yanlarına güneşi de alırlar ve onu doğudan batıya doğru giden bir yola koyarlar. Fakat güneş ilk başta çok alçakta olduğundan kırmızı kerevit kavrulunca ısısını düşürmek için güneşi birkaç kez yükseltirler.
(Bu bölümdeki kuş gönderme anlatısının Utnapişti, Ziusudra veya Nuh'un başrolde olduğu Tufan Efsanesin'den motifler barındırdığı açıktır.)

Hikaye ayrıca şifa ayinlerinden biriyle ilgili olan, bitkilerin ve hayvanların nasıl belirli özellikler kazandığını anlatır. Hepsine yedi gece uyanık kalmaları söylenir ancak yalnızca baykuş, yarasa ve panter gibi birkaç hayvan başarılı olduğundan onlara geceleri diğerlerini görme ve avlama gücü verilir. Aynı şekilde sadece sedir, çam, ladin ve defne ağaçları başarılı olduğundan bunların dışındaki ağaçlar kışın yapraklarını dökmek zorunda kalır. [11]

İlk insanlar bir erkek ve kız kardeştir. Bir gün erkek kardeş kız kardeşine bir balıkla vurur ve ona çoğalmasını söyler. Bunu takiben her yedi günde bir çocuk doğurur ve kısa süre sonra çok fazla insan olduğu görülünce kadınlar yılda sadece bir kez doğum yapmaya zorlanır. (Yani efsaneye göre kadınların yılda 1 kez doğum yapabilmesinin nedeni dünyada oluşacak aşırı nüfusu engellemektir)

Mısır ve Şifanın Öyküsü

Mısır ve Tıbbın Öyküsü yeryüzünün ve hayvanların yaratılmasıyla başlar. Dünya karaya dönüşen çamurdan yaratılır. Hayvanlar şahinin kanatları ile dağ ve vadileri oluşturduğu Çeroki topraklarını ve dünyayı keşfetmeye başlar. Bir süre sonra çamur kuruyup güneş ışık sağlamak için yükseldiğinde yeryüzü hayvanlar için yaşanabilir hale gelir. [10]

İlk kadın ve ilk erkek tartışınca kadın evini terk eder. Güneşin de yardım ettiği ilk adam onu yaban mersini ve böğürtlenle geri dönmeye ikna etmeye çalışır ancak başarılı olamaz. Sonunda onu sunduğu çilekler sayesinde dönmeye ikna eder. [12]

Kadınların yılda sadece bir çocuğu olabileceği bir kuralın hüküm sürdüğü dünyadaki ilk iki insan Kanáti ve Selu idi. İsimleri sırasıyla "Şanslı Avcı" ve "Mısır" anlamına geliyordu. Kanáti, Selu'nun hazırlaması için bir hayvan avlar ve eve getirir. Kanáti ve Selu'nun bir çocuğu olur ve çocukları kesilen hayvanların kanından yaratılan başka bir oğlanla arkadaş olur. Aile, ona "Vahşi Çocuk" der ama bu çocuğa kendilerinden biri gibi davranır. Kanáti avlanmaya gittiğinde sürekli olarak hayvanları eve getirdiğinden bir gün meraklı çocuklar onu gizlice takip etmeye karar verir. Kanáti'nin bir mağaranın girişini gizleyen kayayı hareket ettirdiğini ve mağaradan çıkan hayvanların sadece onun tarafından öldürüldüğünü keşfederler. Çocuklar gizlice bir başlarına kayanın olduğu yere döner ve mağaranın girişini açarlar. Ancak çocuklar mağara açıldığında birçok farklı hayvanın kaçtığını anlamazlar. Kanáti hayvanları görür ve ne yapılması gerektiğini anlar. Mağaraya gider, çocukları eve gönderir ve yemeleri için kaçan hayvanlardan bazılarını yakalamaya çalışır. İnanışlarına göre bu olay insanların neden günümüzde yiyecek sağlamak için avlaması gerektiğini açıklamaktadır.

Çocuklar ambardan yiyecek almaya giden Selu'nun yanına döner. O giderken oğlanlara geride beklemeleri talimatını verir ama onlar itaatsizlik ederek takip ederler. Selu'nun sırrı sepetleri mısırla doldurmak için midesini, fasulyeyle doldurmak için ise yanlarını ovuyor olmasıydı. Selu sırrının ortaya çıktığını biliyordur ve çocuklara son bir yemek yapar. Daha sonra o ve Kanáti çocuklara sırları keşfedildiği için ikisinin de öleceğini açıklarlar. Kanáti ve Selu'nun ölmesiyle birlikte erkeklerin alıştığı kolay hayat da son bulur. Fakat eğer çocuklar Selu'nun vücudunu bir daire içinde yedi kez sürükler ve akabinde tekrar daire içindeki toprağın üzerinde de yedi kez daha sürükler ve bütün gece kollamak için uyanık kalırlarsa sabah olduğunda bir mısır mahsulü beliriverir. Ne var ki oğlanlar talimatları tam olarak yerine getiremezler ve bu yüzden mısır sadece dünyanın belirli yerlerinde yetişir.

İlk zamanlarda bitkiler, hayvanlar ve insanlar dostça birlikte yaşarlar ancak insanların dramatik nüfus artışı dünyayı doldurunca hayvanların dolaşacak yerleri kalmaz. İnsanlar hayvanları etleri için öldürmeye ya da yollarına çıktıkları için ayakları ile ezerek öldürürler. Bu korkunç davranışların cezası olarak hayvanlar insanlara bulaştırmak için hastalıklar yaratırlar.

Diğer canlılar gibi bitkiler de bir araya gelir ve hayvanların eylemleri çok sert olacağı için meydana gelecek her hastalığa çare olacakları sonucuna varırlar. [13] İnanışa göre bu efsane bitkilerin hastalıkların tedavisine neden yardımcı olduğunu açıklar. Hayvanların insanları cezalandırmalarına karşı koymak için ilaç yaratılır.

Çerokiler batıdaki topraklarda, gök kubbenin üzerinde Büyük Gökgürültüsünün ve onun iki oğlu olan gök gürültüsünün yaşadığına inanır. Yıldırım ve gök kuşağı içinde giyinirler. Bu yüzden rahipler gök gürültüsü için dua ederler ve O, Güney'den yağmur ve bereket getirmek üzere insanları ziyaret eder. Kayalıklarda, dağlarda ve şelalelerde Dünya yüzeyine yakın yaşayan gök gürültüsü varlıklarının zaman zaman insanlara zarar verebileceğine de inanılır. [14]

Gök gürültüsü varlıkları Yaratıcı Ruh Apportioner'ın  en güçlü hizmetkarları olarak görülür ve onların her yıl düzenlenen Yeşil Mısır Töreni'nin ilk dansına karşılık olarak bereketli bir mısır mahsulü için yağmur getirdiğine inanılır.

Kızılderili mitleri genel olarak öğüt verici hikayelere ev sahipliği yapar. Çerokilere dair tüm bu inanışlar dikkate alındığında inanış ve efsanelerinde doğanın dengesini korumanın, ihtiyaçtan fazlasını tüketmeyerek canlı hayatını korumanın ve tabiat olaylarını anlamlandırma çabasının yattığı açıktır ve dilden dile, kültürden kültüre, efsanelerden dinlere geçen farklı coğrafya ve toplumlara ait mitolojilerin izlerine Çerokilerde de sıkça rastlarız.

HABİL İLE KABİL ve DUMUZİ İLE ENKİMDU

Hazırlayan: A.Kara

SÜMER MİTOLOJİSİ VE İBRAHİMİ DİNLER :
ÇİFTÇİ VE ÇOBANIN MÜCADELESİ


Antik Sümer ve Babil toplumlarının birçok dini etkilediğini, birçoğu için kaynak olduğunu Sümer Mitolojisi ve İslam, Babil Mitolojisi ve İslam gibi araştırma makaleleri ile anlatmaya çalışmıştım.

İbrahimi dinlerin kitaplarında kendine yer edinmiş olan ve kökeni antik Sümer olan bir başka efsane ise Dumuzi ile Enkimdu yani Habil ile Kabil (Kayin) mitosudur. Çoban ile çiftçinin yaşam tarzlarına ve tanrıça İnanna'nın aşkını elde edebilmek için aralarında oluşan rekabete değinen bu efsane özellikle Tevrat'ta kendine geniş yer bulmuşken, Kur'an ve İncil'de daha kısa şekilde geçmektedir.

İsrailliler Dumuzi'yi Babilli adıyla Tammuz (Temmuz) olarak biliyorlardı.
Tanah'ta, Hezekiel 8:14-15'te şöyle yazar:
14) Bundan sonra beni Rab'bin Tapınağı'nın kuzeye bakan kapısının giriş bölümüne götürdü. Orada oturup Tammuz için ağlayan kadınları gördüm.
15) Bana, “İnsanoğlu, bunu gördün mü? Bundan daha iğrenç şeyler de göreceksin” dedi.

Dumuzi ve Enkimdu olarak bilinen Sümer efsanesine göre tanrıça İnanna kendine bir eş seçecektir ve önünde 2 seçenek vardır: Çoban tanrı Dumuzi ve çiftçi tanrı Enkimdu.
İnanna'nın erkek kardeşi ve güneş tanrısı olan Utu, ona çobanı yani Dumuzi'yi tercih etmesini söylemektedir fakat İnanna'nın gönlünden geçen isim çiftçi olan Enkimdu'dur.

Çoban ve çiftçi, İnanna'yı ikna etmeye çalışmaktadır. Dumuzi İnanna'ya Enkimdu'nun sahip olduğu her şeye, hatta fazlasına sahip olduğunu söyler. Enkimdu'da İnanna'yı istediği için Dumuzi'yi bu sevdadan vazgeçirmeye çalışarak ona türlü tekliflerde bulunur fakat Dumuzi İnanna ile evlenme arzusundan vazgeçmemektedir.

Tablette yazan şiirde Enkimdu'nun çoban tanrıya şunları dediği görülür:

"Sen ey çoban , niye bir kavga çıkarıyorsun ?
Ey Çoban Dumuzi niye kavga çıkarıyorsun ?
Benle seni, ey çoban , benle seni niçin karşılaştırıyorsun ?
Koyunların yerin otlarını yesin,
Benim otlaklarımda senin koyunların otlasın,
Zabalam tarlalarında ot yesinler,
Tüm koyun sürülerin ırmağım Unun'un suyunu içsin "

Dumuzi şöyle cevap verir:

"Ben , çoban [diyorum ki] evliliğim ey çiftçi 
dostum olarak girme [burnunu sokma]
Ey çiftçi Enkimdu , dostum olarak, ey çiftçi [evliliğimi] çiğneme"

Enkimdu'nun ise vereceklerini sıralamaya devam ederek ikisini de ikna etmeye çalıştığı görülür:

"Sana buğday getireceğim, fasulye getireceğim sana,
... fasulyesi getireceğim sana,
Genç kız İnanna (ve) sen neden hoşlanırsan o şeyi
Genç kız İnanna ...getireceğim sana ."

Enkimdu'nun bu uğraşlarına rağmen Sümer efsanelerinde kendisinden İnanna'nın kocası olarak bahsedildiğinden ve tablette yer alan şiirlerden bu çekişmenin kazananının çoban tanrı Dumuzi olduğu açıktır. İnanna başta çoban olduğu için Dumuzi'yi küçük görür ve şöyle der:

Çobanla evlenmeyeceğim, asla!
Yünü kaba giysileri kabadır onun.

Fakat çoban Dumuzi hitabeti ve sundukları ile bereket tanrıçası İnanna'yı kendine aşık eder ve çiftçi Enkimdu geri planda kalır.

Bu efsanede çoban tanrı Dumuzi'nin çiftçi tanrı Enkimdu'nun armağanlarından hiçbirini kabul etmemesinin Tevrat'ta Yehova, Kur'an'da ise Allah'ın çiftçi Kayin'in tarım ürünlerini kabul etmemesinin temelini oluşturduğu açıktır. Kökeni antik Sümer olan birçok efsanenin semavi dinlerde yer aldığı gerçeği göz önündeyken bu efsanenin de Sümer'den ve onları işgal eden Samilerden çevre topluluklara yayılmış olması oldukça büyük bir olasılıktır.

Tevrata göre yeryüzünde ilk başta sadece Adem ile Havva ve Kayin ile Habil yaşamaktadır ve tıpkı Sümer efsanesinde olduğu gibi tanrı Yehova'nın kendine adaklar sunan Kayin ile Habil'den çiftçi olan Kayin'in mahsullerini kabul etmediği görülür. Bunun üzerine Kayin kıskançlık hissine kapılarak kardeşi Habil'i öldürür.

Tevrat ve Kur'an'dan ilgili ayetlere bakalım:

Yaratılış 4:1-9:
Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. “RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim” dedi.
2) Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu, Kayin ise çiftçi.
3) Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi.
4) Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. RAB Habil’i ve sunusunu kabul etti.
5) Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı.
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”
8) Kayin kardeşi Habil’e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.
9) RAB Kayin’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu.
Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi.

Maide Suresi 27-30. Ayetler:
27) Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, "Andolsun seni öldüreceğim!" dedi. O da dedi ki: "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.
28) Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.
29-30) Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zalimlerin cezası işte budur."
Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Habil ile Kabil mitosu Tevratın yazanlar tarafından büyük ölçüde değiştirilmiştir ve efsanenin Tevrat varyantında yer alan Kayin ile Habil her biri kendi kurban törenlerini uygulayan iki farklı toplumu temsil etmekte kullanılmıştır. Antik dönemdeki birçok topluluk doğa olaylarını olağan dışı şekilde yorumlar, mahsül bakımından verimsiz geçen yılları tanrının onlara duyduğu öfke ve kızgınlık, hatta lanetlemesi olarak düşünürlerdi. İşte çiftçinin adaklarının kabul edilmemesi de o yılın mahsul bakımından verimsiz geçtiğinin bir işaretiydi ve bu gibi verimsiz dönemlerde insanlar bu durumu düzeltmesi için tanrıya bir nevi bir kefaret olarak kurban verirlerdi.

Yaratılış 4:6-7 bu bağlamda okunduğunda üzerindeki bulanıklık ortadan kalkacaktır. Zira bu bölümde İbrani tanrısı Yehova, Kayin'e böyle bir törenin gerekliliğini vurgulamaktadır:
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”

Tevrat'ın İ.Ö. 3.yy'da yapılan Yunanca çevirisinde (septuagint) yazan fakat İbranice metinde yer almayan önemli bir cümle vardır:
"Ve Kayin kardeşi Habil'e tarlaya gidelim" dedi. Bu ayrıntıdan sonra Sümer efsanesi ile arasındaki bir diğer bağlantıyı fark ettiniz mi?
Sümer mitosunda da çiftçi tanrı çoban tanrıyı koyunlarını getirip tarlalarında otlatması için çağırıyordu.

Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki bu efsanenin Yahudi uyarlamasında çoban verimsiz olan, çiftçinin iyi mahsul alamadığı sürülmüş topraklar üzerinde öldürülür ve bu durum bahsi geçen öldürmenin ritüel yönden önemli bir niteliğe sahip olduğunu gösterir.
Çünkü anlatıda şöyle yazar: "Yer senin kardeşinin kanını alabilmek için ağzını açtı"
Tüm bunlara bakıldığında öldürmenin düşüncesizce, sadece kıskançlık hissi ile yapılmadığı ortadadır. Asıl vurgulanan şey verimsizliği ortadan kaldırmak adına tanrıya kurban sunmak ve kurbanın kanıyla verimsiz toprağı ıslatarak döllemek, bu yolla onu verimli hale getirmektir; ki bu da komünal bir ayindir.

Tevrattaki hikayede tanrının Kayin'i hem lanetlemesi hem de onu kimse öldürmesin diye üzerine koyduğu bir işaretleme koruması tuhaf değil mi? Çünkü Tevrata göre bu durum yaşandığında yeryüzünde kardeşini öldüren Kabil ve onun akrabaları dışında kimse yaşamamaktadır. O halde Yahudilerin tanrısı Yehova o dönemde başka insan topluluklarının yaşamadığını unutmuş mudur? Hayır, bu aslında Babil geleneklerine dayanan bir uygulamanın izlerinin bulunduğu anlatıdır.

Babilonya Yeni Yıl Şenliği olan Akitu ve Atina Bouphonia ayini gibi mevsimsel ayinlerin uygulanışına baktığımızda duruma açıklık getirebiliriz.
Babil toplumunun özellikle daha verimli hasat elde etme amacıyla kutladığı Akitu şenliğinde kurbanı kesecek olan bir rahip ve bir cin kovucu öldürülmüş koyunun kanını tanrı Marduk'un oğlu Nabu'nun sunağının duvarlarına sürerek dinsel anlamda arındırırdı.
Fakat bu ritüeli yapanların kirlendiğine inanıldığından ayinin hemen akabinde toplum tarafından zorla sürgüne gönderilir ve Akitu şenliği bitene kadar çölde kalırlardı.

Çıktığı dönemde sonbaharda kutlanan Yeni Yıl Şenliğinin bir bölümünü de İbrani Kefaret Günü ritüeli oluştururdu ve bu ritüelde tamamen dinsel-ritüel amaçlı bir öldürme ve kaçışın var olduğu görülmektedir. İbrani örneğinde baş rolde insanın değil de biri öldürülen diğeri çöle sürülen iki keçinin olduğu görülür. Öyle ki "günah keçisi" deyişi bile bu gelenekten türetilmiştir.
Benzer şekilde, Atina Bouphonia ayininde bir öküz öldürülüp kanı sunulurdu ve ayinin kurban verme sürecini yürüten iki kişi yine sürgüne gönderilir, bir süre uzaklaştırılırdı.

Tüm bunlar dikkate alındığında Tevrattaki Kayin ve Habil efsanesinde Kayin'in kaçışı onun ritüel nitelikli bir eylem gerçekleştirdiğini gösterir. Tevrattaki bu anlatının kökeni olan Babil mevsimsel ayinlerinde töreni uygulayan, kurban veren kişi kutsal bir iş yaptığından arınıp temizlenene dek sürgün edilirdi. Bu yüzden öldüren kişi aynı zamanda kutsal bir koruma altına girerdi çünkü inanışa göre o tanrının onları görmesini, topraklarını ve hasatlarını bereketlendirmesini sağlayan yani topluluk yararına çalışan biriydi. Fakat kurban ayini sonrası dokunulmazlığa sahip olsa da törensel anlamda kirlenip murdar sayıldığından topluluktan uzaklaşması gerekirdi.
Tevratta Yehova'nın katilin üzerine öldürülmemesi için işaret koymasının temeli de Babildeki bu ayinlerde yatar. Ayin sonrası sürgüne giden rahiplerin kutsal kişiler olduğunun, tanrının mülkü olduklarının bilinmesi ve öldürülmelerini engellemek adına yüzlerinde bir dövme yada vücutlarında çeşitli işaretler taşırlardı.

Eski Ahit'teki bir anlatı da peygamber olduğuna inanılan kişilerin bu tür işaretler taşıdığından bahseder, böylece ilahi kişiler olduğu, tanrının mülkü oldukları anlaşılacaktır:

Zekeriya Kitabı 13:4-6:
"Ve o gün vaki olacak ki, peygamberler utanacaklar, peygamberlik ettiği zaman herkes kendi niyetinden utanacak ve aldatmak için kıl kaftan giymeyecek ve diyecek: Ben peygamber değilim, ben toprak işçisi bir adamım; çünkü gençli­ğimde bir adam beni köle edindi. Ve biri ona diyecek: kollarının arasındaki bu yaralar ne? (Kitabı Mukaddes (1981 Türkçe baskısı)

Tüm bunların ışığında Tevrat'ta Kayin'in Habil'i öldürmesi hikayesinin temelinin Sümer ve Babil'e dayandığı, bu ayetlerin özgün biçiminin aslında ürün bolluğu için ayinsel bir kan akıtmayı-öldürmeyi anlattığı, öldüren ve sürgüne giden din adamının kutsal işaretlerle koruma altına alındığı mevsimsel kutlamalardan bahsettiği açıktır.

Tevratı yazanlar Sümer ve Babilden devşirdikleri bu efsaneyi kısmen değiştirmişti. Kur'an'ın yazarları da bu anlatıyı Tevrat'tan alırken kendilerine göre uyarladığından Kur'an'da yüzeysel olarak anlatılan Habil ile Kabil hikayesi Babildeki asıl halinden tanınamayacak derecede uzaklaşmış ve Kabil, kardeşini öldürerek günah işleyen, yeryüzünde ilk kanı döken insana dönüşmüştür.

FİN KAHRAMANI VÄİNÄMÖİNEN

Hazırlayan: A.Kara


VÄİNÄMÖİNEN

Güçlü ve sihirli bir sese sahip, yaşlı ve bilge bir adam olan Vainamöinen Fin mitolojisinde ve ulusal destanları Kalevala'da sihirli güçleri olduğu anlatılan yarı tanrı bir şaman-ozan kahramandır. Eston Vanemuine karakteri ile ilintili olan Vainamöinen, Kalevala'nın ana karakteri ve en yakın dostu tanrısal demirci İlmarinen'dir.

Väinämöinen'den bahsedilen ve kaybolmadan günümüze kadar gelen ilk kayıt 1551'de Mikael Agricola'nın yazdığı Tavasti (Hame) tanrıları listesidir. O ve diğer yazarlar birçok efsanede dünyanın var oluşunun merkezi figürü olan Väinämöinen'i ilahiler, şarkılar ve şiirin tanrısı olarak tanımladılar. Fin ulusal destanı Kalevala açılış bölümlerindeki bir öykü ile onun yaratılışını anlatır. Bu efsane kaostan ve kozmik bir yumurtadan yaratılışın yanı sıra yeryüzü balık adamlarının yaratılışının unsurlarına da sahiptir.

İlk başta sadece ilkel sular ve Gökyüzü vardır. Ancak Gökyüzünün İlmatar adında bir kızı vardır. İlmatar bir gün suya girer ve hamile kalır. Sularda çok uzun süre hamile kalır ve doğum yapamaz. Bir gün bir altın gözlü ördek dinlenme yeri ararken uçup İlmatar'ın dizine konar ve yumurtalarını da dizine bırakır. Kuş yumurtalarını kuluçkaya yatırırken İlmatar'ın dizi ısındıkça ısınır. Sonunda ısıya dayanamaz, duruma bacağını hareket ettirerek karşılık verir ve üzerindeki yumurtaların suya düşük parçalanmasına neden olur. Yumurta kabuklarından birinin alt kısmından toprak, birinin üst kısmından ise gökyüzü oluşur. Yumurta beyazları aya ve yıldızlara, sarısı ise güneşe dönüşür.

İlmatar sularda yüzmeye devam eder. Ayak izleri balık havuzları haline gelir ve işaret ederek kara hatlarını belirler. Bu şekilde her şeyi yapar. Sonra bir gün ilk erkek olan Väinämöinen'i doğurur. Väinämöinen arazi bulana kadar yüzer ancak arazi çoraktır. Sampsa Pellervoinen ile karaya hayat yayar. [5]

Cristfried Ganander tarafından toplanan on sekizinci yüzyıl halk masalında Väinämöinen'in Kaleva'nın oğlu ve dolayısıyla İlmarinen'in kardeşi olduğu söylenir. Adının "havuz akıntısı" anlamına gelen Fince väinä kelimesinden geldiğine inanılır.

KALEVALA DESTANINDA VÄİNÄMÖİNEN

On dokuzuncu yüzyılda bazı halk bilimciler, bilhassa Kalevala'nın yazarı Elias Lönnrot, Väinämöinen'in mitolojik geçmişine itiraz ederek onun eski bir kahraman ya da belki de 9.yy'da yaşamış etkili bir şaman olduğunu iddia ettiler. [6] Väinämöinen'i doğrudan tanrısal özelliklerinden ayıran Lönnrot, Väinämöinen'i bizzat kendi icat ettiği ilk tanrıça İlmatar'ın oğlu yaptı. Bu hikayeye göre bir ördek gelip dizine yumurta bıraktığında denizde yüzen oydu. Väinämöinen doğduğu andan itibaren çağların bilgeliğine sahipti çünkü yeryüzü oluşturulurken ve annesi denizde 730 yıl boyunca yüzerken onun rahmindeydi. Ancak güneşe, aya ve büyük ayıya (yıldızlar, Büyük Ayı'ya atıfta bulunarak) dua ettikten sonra annesinin rahminden dışarı çıkarak denize dalabilirdi.

Väinämöinen kaos üzerinde düzen uygulayan, Kaleva topraklarını kuran ve Kalevala çevresindeki pek çok olayın etrafında rol oynayan 'ebedi ozan' olarak sunulur. Bir eş arayışı Kaleva ülkesini ilk başta dostça görünen ama daha sonra durumun değiştiği kuzeydeki karanlık ve tehditkar komşusu Pohjola ile düşmanca bir temasa sokar. Bu çatışma İlmarinen tarafından yaratılan, elinde tutan kişiye zenginlik ve iyi bir gelecek sağlayan büyülü bir eser olan Sampo'nun yaratılması ve çalınmasıyla başlar, ardından onu yeniden ele geçirme görevi ile gelişmeye devam eder ve Sampo'nun parçalanıp, parçalarının bilinmeyen bölgelere dağıtıldığı bir savaş ile sonuçlanır.

Väinämöinen ayrıca şarkı söyleyerek şiddetli Joukahainen'i bataklığa batırmış, sesinin büyüsünü göstermiştir.
Väinämöinen ayrıca büyük bir turna keserek onun çene kemiklerinden Finlere ait telli bir çalgı olan kantelenin sihirli olanını yapar.

Tüm ihtişamına rağmen Väinämöinen'in sonu kibirli bir sondur. Kalevala'nın 50. ve son şiiri meyve yedikten sonra hamile kalan ve bir erkek bebek dünyaya getiren bakire Marjatta'nın hikayesini anlatır. Bu çocuk incelenmek ve yargılanmak üzere Väinämöinen'e getirilir. Kararı böyle garip şekilde doğmuş bir bebeğin öldürülmesi gerektiğidir. Bunun üzerine henüz iki haftalık olan yeni doğmuş çocuk yaşlı bilgeyi Joukahainen'in kız kardeşi olan Aino'yu kendi elleriyle boğduğundan ve tüm diğer günahlarından dolayı kınar. Bunu takiben bebek vaftiz edilir ve Kalevala kralı olarak adlandırılır. Yenilen Väinämöinen deniz kıyısına giderek ölümlü alemlerden uzağa yelken açmak için bakırdan bir tekne söyler. Son sözleriyle ise zanaatlarına ve bilgeliğine bir kez daha ihtiyaç duyulacağı bir zamanda tekrar geri döneceğini vaat etmiştir. 50. şiir böylece tematik olarak Hristiyanlığın Finlandiya'ya gelişini ve ardından eski pagan inançlarının kayboluşunu yansıtıyor. Bu genel olarak destanlar arasında ortak bir temadır, örneğin Kral Arthur'un öyküsünde de Arthur Avalon'a gitmeden önce benzer bir söz verir.

Antik Estonya destanı Kalevipoeg'de de Vanemuine adında benzer bir kahramandan söz edilir. İskandinav mitoslarının baş karakterlerinden baba tanrı Odin de Väinämöinen ile sihir ve şiir bağlantıları gibi pek çok ortak özellik paylaşır.

Kalevala destanı İngilizce'ye ve diğer birçok dile hem şiir hem de nesir olarak tam ve özet biçimlerde çevrilmiştir. Birçok mitolojisinin film ve kitaplara konu olduğunu biliyor ve görüyoruz. Öyle ki Fin mitosundaki bu bilge karakter Väinämöinen de J. R. R. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi romanındaki büyücü Gandalf'a kaynak olarak tanımlanmıştır. [7] Väinämöinen ile büyük benzerlikleri olan bir başka Tolkienli karakter ise Tom Bombadil'dir. O da Väinämöinen gibi dünyasındaki en güçlü varlıklardan biridir ve her ikisi de kendi ortamlarında kadim ve doğal varlıklardır. Hem Tom Bombadil hem de Väinämöinen şarkının ve bilginin gücüne güvenen karakterlerdir. Aynı şekilde Ağaçsakal ve Entler de genel olarak Väinämöinen ile karşılaştırılmıştır. [8]

JAİNİZM VE YARATILIŞSIZLIK

Hazırlayan: A.Kara


JAİNİZM VE YARATILIŞÇILIK KARŞITLIĞI


Jainizm öğretisine göre evren ve bileşenleri olan ruh, madde, uzay, zaman ve hareket ilkeleri her zaman var olmuştur. Jainizm bir yaratıcı tanrıya olan inancı desteklemez. Tüm bileşenler ve eylemler evrensel doğa kanunlarına tabidir. Maddeyi yoktan yaratmak mümkün değildir ve inanışlarına göre kütlenin korunumu yasasına benzer şekilde evrendeki maddenin toplamı aynıdır. Jain metinleri evrenin jiva yani yaşam gücü veya ruhlardan ve ajiva adı verilen cansız nesnelerden oluştuğunu iddia eder. Her canlının ruhu eşsizdir, yaratılmamıştır ve başlangıçsız bir zamanda var olmuştur.

Jain nedensellik teorisi neden ve sonucun doğada her zaman aynı olduğunu ve dolayısıyla Tanrı gibi bilinçli ve maddi olmayan bir varlığın evren gibi maddi bir varlık yaratamayacağını savunur. Dahası, Jainlerin ilahiyat kavramına göre karmalarını yok eden ve arzulayan herhangi bir ruh kurtuluşa yani nirvanaya ulaşır. Tüm tutku ve arzularını yok eden ruh, evrenin işleyişine müdahale etme arzusu duymaz. Ahlaki ödüller ve ıstıraplar ilahi bir varlığın işi değil, kozmostaki doğuştan gelen ahlaki düzenin bir sonucudur. Bu da bireyin, karmaların işleyişi yoluyla kendi eylemlerinin meyvelerini topladığı kendi kendini düzenleyen bir mekanizmadır.

Jain filozofları çağlar boyunca yaratıcı ve her şeye gücü yeten Tanrı kavramını reddetmiş ve karşı çıkmışlardır. Bu durum Jainizm'in rakip din felsefeleri tarafından Nastika Darsana yani ateist felsefe olarak etiketlenmesine neden oldu. Yaratılışsızlık teması, her şeye gücü yeten Tanrı ve ilahi lütufun yokluğu, kozmolojisi, karması, mokşa ve ahlaki davranış kuralları dahil Jainizmin tüm felsefi boyutlarında güçlü bir şekilde işlemektedir. Jainizm bir yaratıcı tanrı fikri olmaksızın dini ve erdemli bir yaşamın mümkün olduğunu ileri sürer. [2]

JAİN EVREN ANLAYIŞI

Jain kutsal yazıları evrenin yaratıcısı olarak Tanrı'yı reddeder. Jainizm, Göksel varlıklar / Devalar da dahil olmak üzere ayrıntılı bir kozmoloji sunar. Bu Göksel varlıklar yaratıcı olarak görülmez, diğer tüm canlılar gibi acıya, değişime maruz kalırlar ve sonunda ölmek zorundadırlar. Tanrısallık kişinin ruhunu karmalardan kurtarması ve aydınlanması yani Nirvana'ya ulaşması ile olur ve ancak böyle bir duruma ulaşmış olanlar Tanrılar / Tirthankara olarak adlandırılabilirler. Bu nedenle Mahavira bir Tanrı yani Tirthankara idi.

Jainlere göre bu loka yani evren, başlangıcı veya sonu olmayan, her zaman farklı şekillerde var olmakta olan bir varlıktır. Jain metinleri evrenin şeklini bacakları açık duran ve kolları beline yaslanmış bir adam olarak tanımlar. Bu nedenle evrenin tepesi dardır, aşağı doğru genişler, ortaya doğru daralır ve alt kısımda tekrar genişler. [3] [b]

ZAMAN ÇARKI

Jainizme göre zaman başlangıçsız ve ebedidir. Zamanın kozmik çarkı durmaksızın döner. [4] Bu döngüsel yapı evreni sürdürmek için bir yaratıcı, yok edici veya harici tanrıya olan ihtiyacı ortadan kaldırır.

Zaman çarkı iki yarım dönüşe bölünmüştür. Artan zaman döngüsü Utsarpiṇī ve azalan zaman döngüsü Avasarpiṇī birbiri ardına sürekli olarak meydana gelir. Utsarpiṇī, zaman aralıklarının ve yaşların artan bir ölçekte olduğu ilerleyen bir refah ve mutluluk dönemidir, Avsarpiṇī ise artan bir üzüntü ve ahlaksızlık dönemidir. [5]

GERÇEKLİK KAVRAMI

Evren Jainlerin altı dravya veya öz olarak sınıflandırdığı altı maddeden oluşur:

1) Jīva yani Canlı maddeler
Jainler ruhların (Jīva) onu barındıran bedenden ayrı bir varoluşla bir gerçeklik olarak var olduğuna inanır. Cetana (bilinç) ve upayoga (bilgi ve algı) ile karakterizedir. [6] Ruh hem doğumu hem de ölümü deneyimlese de ne yok edilir ne de yaratılır. Çürüme ve köken, her ikisi de sırasıyla ruhun çeşitli biçimlerinin ortadan kaybolmasına ve bir diğerinin ortaya çıkmasına atıfta bulunur. [7]

2) Ajīva - Canlı Olmayan Maddeler

3) Pudgala yani Madde
Jainizm'de madde, katı, sıvı, gaz, enerji, hassas karmik malzemeler ve ekstra hassas maddeler veya nihai parçacıklardır. Paramānu veya nihai parçacıklar maddenin temel yapı taşıdır. Paramānu ve pudgala'nın önemli niteliği kalıcılık ve dayanıklılıktır. Biçimlerini birleştirir ve değiştirir ancak nitelikleri aynı kalır. Jainizm'e göre madde yaratılamaz veya yok edilemez.

4) Orta hareket yani Dharma-tattva ve Orta dinlenme yani Adharma-tattva
Bunlar Dharmāstikāya ve Adharmāstikāya olarak da bilinirler. Hareket ve dinlenmeyi betimleyen Jain düşüncesinden farklıdırlar. Tüm evreni kaplamışlardır. Dharma-tattva ve Adharma-tattva kendi başına hareket veya dinlenme değil, diğer bedenlerde hareket ve dinlenmeye aracılık eder. Dharmāstikāya olmadan hareket imkansızdır ve adharmāstikāya olmadan evrende dinlenmek imkansızdır.

5) Ākāśa yani Uzay
Uzay yaşayan ruhları, maddeyi, hareket ve dinlenme ilkelerini ve zamanı barındıran bir maddedir. Sonsuzdur ve her yeri kaplayan sonsuz uzay-noktasından yapılmıştır.

6) Kāla yani Zaman
Zaman Jainizm'e göre gerçek bir varlıktır ve tüm faaliyetler veya değişiklikler yalnızca zamanında gerçekleştirilir. Zaman, alçalan ve yükselen olmak üzere ikiye ayrılmış on iki telli bir tekerlek ve yarısı her biri milyarlarca "okyanus yılı" (sagaropama) olarak tahmin edilen, engin sürelere sahip altı aşamalı bir tekerlek gibidir. [8] Her inen aşamada üzüntü artarken yükselen her aşamada mutluluk ve refah artar.

Evrenin bu yaratılmamış bileşenleri birbirleriyle etkileşime girerek evrene dinamikler kazandırır. Bu bileşenler dış varlıkların müdahalesi olmadan doğal yasalara göre davranırlar. Jainizm'e göre Darma ya da (Dharma) gerçek din, "bir maddenin içsel doğası onun gerçek darmasıdır" olarak çevrilen 'vatthu sahāvo dhammo' dur. [C]

MADDE NEDEN VE SONUÇ İLİŞKİSİ

Jainizme göre maddenin neden-sonuç ilişkisi iki türdendir: Önemli veya maddi neden Upādanā kārana ve araçsal neden Nimitta kārana. Upādanā kārana etkisiyle her zaman özdeştir. [9] Örneğin, kilden yalnızca bir toprak kap üretebilirsiniz, dolayısıyla kil maddi nedendir ve kil kap onun sonucudur. Sonuç nerede olursa olsun bir neden mevcuttur ve bunun tersi de geçerlidir. Etki her zaman maddi nedende gizli biçimde mevcuttur. Kili çömleğe dönüştürmek için çömlekçi, çark, çubuk ve çeşitli araçlar ve katalizörler gereklidir. Maddi neden her zaman kil olarak kalır. Dolayısıyla neden ve sonuç doğası gereği her zaman tamamen aynıdır. [G] Bir çömlekçi tencerenin maddi nedeni olamaz. Öyle olsaydı çömlekçinin tencereyi kil olmadan da hazırlayabilmesi gerekirdi. Ama durum öyle değil. Yani bir çömlek yalnızca kilden, altın takılar sadece altından yapılabilir. Benzer şekilde bir ruhun farklı varoluş tarzları ruhun kendisinin faaliyetlerinin bir sonucudur. Herhangi bir çelişki veya istisna olamaz.

Böyle bir senaryoda Jainler bilinçli varlık (cetana) ile yaşayan bir ruhun maddi nedeninin her zaman ruhun kendisi olduğunu ve cetana olmayan yani bilinçsiz, ölü, hareketsiz maddenin sebebinin her zaman maddenin kendisi olduğunu iddia eder. [10 ] Tanrı gerçekten yaratıcı ise o zaman bu imkansız bir öngörüdür çünkü yaşam (cetana) ve maddenin (asetana) çelişkili iki sonucundan da aynı neden sorumlu olacaktır. [11] Bu durum mantıksal olarak maddi olmayan ve bilinçli bir varlık olan Tanrı'nın maddi maddelerden oluşan bu evreni yaratmasını engeller.

RUH

Jainizm'e göre ruh kendi kaderinin efendisidir. Ruhun niteliklerinden biri kendi kaderine tamamen sahip olmasıdır. [12] Yalnızca ruh eylemlerini seçer ve sonuçlarını da yalnızca ruh alır. Hiçbir tanrı, peygamber veya melek ruhun eylemlerine veya kaderine müdahale edemez. Dahası herhangi bir ilahi lütuf olmaksızın kurtuluşa ulaşmak için gerekli çabayı gösteren de tek başına ruhun kendisidir. [13] [14]

Jainler sık sık bu dünyada “yalnızız” derler. [H] Jainlerin Oniki Düşüncesi (anupreksas) arasından biri kişinin ruhunun yalnızlığı, evrenin doğası ve göçtür. Dolayısıyla yalnızca kendi eylemlerimizle ruhumuzu arındırarak kendimize yardım edebiliriz. [15]
Jainizm bu yüzden arzu edilen kurtuluş hedefine ulaşmak için ruhun çabalarına ve özgür iradesine güçlü bir vurgu yapar.

JAİN İLAHİYAT ANLAYIŞI

Jainizme göre tanrılar Tirthankara, Arihant veya sıradan Kevala ve Siddha olarak kategorize edilebilir. Jainizm Devī ve Deva'ları geçmiş yaşamlarındaki değerli eylemleri nedeniyle göklerde yaşayan göksel varlıklar olarak kabul eder.

Arihantlar
Kevalinler olarak da bilinen Arihantlar, nirvanaları sırasında nihayetinde somutlaşarak Siddhalar veya özgürleşmiş ruhlar haline gelen "Tanrılar" (yüce ruhlar) 'dır. Bir Arihant, tüm tutkularını yok etmiş, tamamen serbest ve herhangi bir arzusu olmayan ve dolayısıyla dört ghātiyā karmayı yani ruh güçlerini, algısını, bilgisini ve enerjisini engelleyerek doğrudan etkileyen ve yanılgıya neden olan dört yıkıcı karmayı yok eden ve her şeyi bilme yetisine ulaşan (kevala Jñāna) bir ruhtur. Böyle bir ruhun hala bir bedeni ve dört aghātiyā karması vardır. Bir Arhata ömrünün sonunda, kalan agh agtiyā karmasını yok eder ve özgürleşmiş ruh (Siddha) olur.

Tīrthankaralar
Tīrthankaralar ("Jinalar" olarak da bilinir) Jain felsefesinin öğretmenleri ve canlandırıcıları olan Arihantlardır. İnanışa göre her zaman döngüsünde 24 Tīrthankara vardır ve Mahāvīra şimdiki zaman döngüsünün 24. ve son Tīrthankara'sıdır. Tīrthankaralar kelimenin tam anlamıyla yeniden doğuş ve göç okyanusunu geçmenin yolunu gösteren ve dolayısıyla Jainler arasında saygı ve ibadetin odağı haline gelen geçit yapımcılarıdır. Ancak Jain ve Hindu ibadet tarzındaki yüzeysel benzerliklere rağmen Tīrthankaraları Hindu panteonunun tanrılarına benzer tanrılar olarak görmek yanlış olur. [16] Arhatalar gibi Tīrthankaralar da nihayetinde kurtuluşa ererek birer özgür ruh (Siddha) olurlar. Kurtulmuş olan Tīrthankaralar evrenin geri kalanının ve her türlü işlemin ötesindedir. Onlar herhangi bir yaratıcı faaliyette bulunan veya dualara cevap verme kapasitesine veya yeteneğine sahip olan varlıklar değillerdir.

Siddhalar
Nihayetinde tüm Arihant ve Tīrthankaralar birer özgür ruh yani Siddha olur. Bir Siddha doğum ve ölümün süreklilik gösteren döngüsünden kalıcı olarak kurtulmuş ruhtur. Gerçek benliğini idrak etmiş böyle bir ruh tüm Karmalardan ve bedenlenmeden özgürdür. Biçimsizdirler ve sonsuz mutluluk, sonsuz algı, sonsuz bilgi ve sonsuz enerji içinde evrenin tepesinde "Özgürleştirilmiş Varlıkların Alemi'nde" (Siddhashila) yaşarlar. Bu tüm ruhların nihai hedefidir.

Jainler bu tutkusuz tanrılara herhangi bir iyilik ya da ödül için değil, karmalarını yok etmek ve tanrılığa ulaşmak amacıyla, tanrının niteliklerine dua ederler. Bu durum en iyi şekilde şu Jain sözüyle (vandetadgunalabhdhaye) anlaşılır: "bu tür tanrıların niteliklerine bu tür nitelikleri elde etmek için dua ediyoruz". [F] [17]

GÖKSEL VARLIKLAR, YARI TANRI VE TANRIÇALAR

Jainizm, Tīrthankara'ya eşlik eden śāsanadevat ve śāsanadevī'lerin, bir Tīrthankara'nın ilahi vaaz topluluğunu (Samavasarana) yaratan Tanrı ve Tanrıçaların varlığını tanımlar.

Bu Tanrılar yanlarında kadın ve silah bulundurmak, bazılarını kayırıp, bazılarını küçümsemek nedeniyle bağlılık ve tutku ile lekelenmiştir.

Jain inanışına göre kurtuluş isteyenler bu tür tanrılara tapınmamalıdır ”[18]
Bu tür tanrılara tapınma karma esaretine (mithyātva) yol açan yanlış inanç olarak kabul edilir. Fakat bazı Jainlerin maddi kazanç elde etmek için bu tür tanrılara taptığı da bilinmektedir.

ÇİN YARATILIŞ EFSANESİ VE PANGU

Hazırlayan: A.Kara


YARATILIŞIN BABASI : PANGU
(KAOSTAN YARATILIŞA UZANAN EFSANE)

Bir önceki makalede Çin yaratılış mitoslarındaki önemli karakterlerden biri olan tanrıça Nügüa'dan (Nuwa) bahsetmiştim. Sırada başka bir Çin yaratılış mitosu ve onun baş karakteri tanrı Pangu var.

Pangu, Çin mitolojisinin bazı versiyonlarında yaşayan ilk varlık ve bunların yaratıcısıdır.

Kökeni Taoist geleneklere dayanan Pangu genellikle kaba tüylü, uzun-sık sakallı, kafasında boynuzları olan, elinde çekiç tutan ilkel bir dev olarak betimlenir ve Pangu'ya ilişkin en eski mit Üç Krallık (三國) döneminin yazarlarından Xu Zheng tarafından kayda alınmıştır. Son zamanlarda ise adı Pangu'nun ismine MS 156 tarihli bir mezarda da rastlanmıştır. [1]

Efsaneye göre başlangıçta hiçbir şey yoktur, kaos vardır ve evren niteliksiz, biçimsiz bir ilkel durum içindedir ve dualizm yoktur. Şekilsiz olan kaos 18.000 yıl gibi bir süre içerisinde bir kozmik yumurtaya dönüşür. Bunun içinde Yin ve Yang'ın zıt ilkeleri mükemmel bir şekilde dengelenir ve iyice büyüyen Pangu yumurtadan çıkar (veya uyanır). Kozmik yumurtanın içindeki Pangu Çinlilerin Yin ve Yang'dan önceki birliği vurgulayan, farklılaşmamış, mutlak ve sonsuz potansiyelin "Yüce Nihai" durumu için kullandığı bir terim olan Taiçi'yi simgeleyen kozmolojik bir terimdir. [2]

Kozmik yumurtadan çıkan Pangu dünyayı yaratmaya başlar; Dev baltasını sallayarak Yin ve Yang'ı birbirinden ayırır ve Yin yeryüzünü Yang ise gökyüzünü oluşturur. Pangu onları ayrı tutmak için aralarında durur ve gökyüzünü yukarı iter. Geçen her gün gökyüzü 3 metre yukarı çıkarken, yeryüzü 3 metre kalınlaşır ve Pangu 3 metre daha uzar çünkü onları birbirinden ayrı tutmaya çalışmaktadır. Bu görev 18.000 yıl daha sürer.
Hikayenin bazı versiyonlarında Pangu'ya bu görevde en önde gelen dört yaratık yardımcı olur. Bunlar: Kaplumbağa, Anka Kuşu, Ejderha ve Erderha başına, tırnaklı hayvan bedenine ve geyik boynuzlarına sahip olan mitolojik yaratık Kirin'dir.

Pangu dünyadaki tek varlık olduğu için karakterindeki farklı özellikler dünyada farklı değişikliklere neden oldu. O huzurlu olduğunda gökyüzü açık, kızdığında kapalı olur, ağladığında yağmur yağar, nehirler ve göller oluşur, içini çektiğinde rüzgarlar eser, gözlerini kırptığında gökyüzünü şimşeklerle doldurur, horlarken gökyüzü gök gürültüsüyle dolup taşar.

Pangu yeryüzünde durup on sekiz bin yıl boyunca gökyüzünü kaldırdıktan sonra iki parça arasındaki mesafenin yeterince büyük olduğunu hisseder, yorulur ve uykuya dalar. Öyle yorgundur ki sonunda uykusunda ölür.

Öldüğünde nefesi rüzgar, sis ve bulutlarını; sesi, gök gürültüsünü; sol gözü Güneşi, sağ gözü Ay'ı, başı dağları ve dünyanın sınırlarını, kanı nehirleri, kasları bereketli toprakları, yüz kılları yıldızlar ve Samanyolunu, kürkü çalıları ve ormanları, kemikleri değerli mineralleri, ilikleri değerli mücevherleri, teri yağmuru oluştururken rüzgarın taşıdığı kürkündeki pireler ise hayvanlara dönüşürken ruhundan ise insanlar meydana gelir.

Bazı efsaneler köpek başına ve insan vücuduna sahip olan Pangu'dan doğrudan insanlığın babası olan göksel bir yaratık olarak bahsederken, efsanenin başka bir varyantı onun insanları çamurdan şekillendirdiğini iddia eder.

EFSANENİN KÖKENLERİ

Derk Bodde bu efsaneyi Güney Çin'deki Miao halkı ve Yao halkının ata efsanelerine bağlar. [3]

Guangxi Milliyet Araştırmaları Enstitüsü başkanı Profesör Qin Naichang [4] Pangu mitinden önceki gerçek yaratılış mitini şu sözleriyle yeniden inşa ediyor. Fakat okurken unutmayın ki bu aslında gerçek bir yaratılış efsanesi değildir:

Bir erkek ve kız kardeş tarih öncesi dönemde gerçekleşen Tufan'da su üzerinde yüzen bir su kabağına sığınıp içinde çömelerek hayatta kalan tek çift olurlar. İkili daha sonra evlenir ve bileme taşı şeklinde bir et kütlesi doğar. Onu kesip parçalarlar ve bu et parçaları çoğalmaya-üremeye başlayan büyük insan topluluklarını oluşturur. Bu kız ve erkek kardeş çifti Zhuang etnik dilinde sırasıyla "bileme taşı" ve "kabak" anlamına gelen 'Pan' ve 'Gou' olarak adlandırılır.

Paul Carus konuya dair şunları yazmıştır:
Yih felsefesinin temel fikri öylesine ikna ediciydi ki dünyayı elindeki keskisi ile sonsuzluğun kayalarından oyduğu söylenen P'an-Ku'nun Taocu kozmolojisini neredeyse yok etti. Efsane edebiyatçılar tarafından ele alınarak onurlandırılmamış olsa da yorumu hak eden bazı ilgi çekici özellikler içermektedir.

P'an-Gu iki şekilde yazılmıştır: Biri edebi tercümelerde "eski havza", diğeri "havza katı" anlamına gelir. Her ikisi de sesteş sözcüklerdir, yani aynı şekilde telaffuz edilirler fakat orijinal ve doğru yazım olarak birincisi tercih edilebilir. Açıkçası bu ad "yerli uçurum" anlamına geliyor ve bunun Babil mitosundaki Tiamat'ın "Derin" kelimesinin çevirisi olduğuna inanmak için geçerli nedenlerimiz var.

Çin efsanesi bize P'an-Ku'nun kemiklerinin kayalara dönüştüğünü söyler; eti toprağa; iliği, dişleri ve tırnakları madenlere; saçları ot ve ağaçlara; damarları nehirlere; nefesi rüzgara ve dört bacağı dünyanın dört bir köşesini işaretleyen sütunlar haline gelir. Bu sadece İskandinav mitolojisindeki Dev Ymir mitinin değil aynı zamanda Babil'in Tiamat efsanesinin de Çin varyantıdır.

P'an-Ku'ya dair yapılmış olan resimler onu yaşlılığı veya ölümsüzlüğü sembolize eden ve doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kaplumbağa ve turna gibi hayvanlar eşliğinde çizilmiştir. Bu çizimlerde 
bazen de gücün simgesi olan ejderha ve mutluluğun simgesi olan anka kuşu yer alır.

P'an-Ku'nun gövdesinden Yeryüzü oluştuktan sonra sırasıyla üç büyük kaynağın hüküm sürdüğü söylenir. Bunlar; İlki göksel, ikincisi karasal, üçüncüsü ise insan egemenliği olan üç kaynaktır. Daha sonra bunları da zamanla insanlığa gökten ateşi indiren ve insana onu kullanmayı öğreten Prometheus'a dönüşen Çin efsanesinin ateş adamı Sui-Jen izler.

Günümüzde klasik hatlarıyla bildiğimiz Prometheus miti Yunan mitolojisine özgü değildir. Daha sonraları akla gelen yaratıcı bir düşünceyle "ön düşünür" olarak açıklanan bu isim aslında Sanskritçe'deki "burç" veya "ateş çubuğu" anlamlarına gelen Pramantha'dır.

Mitin Hindistan ve Yunanistan arasındaki medeniyetin ana merkezi olan Mezopotamya'da da bilinmesi gerektiğini inkar edemeyiz ve (Çin mitolojisindeki) Sui-Jen figürünün Yunan mitolojisindeki Prometheus ile aynı prototipten türetilmiş olması muhtemel hale geliyor. [5]

Çevirmen James Legge, Pangu'dan şöyle bahseder:
P'an-ku sıradan insanlar tarafından "göğü ve yeri yaratan ilk insan" olarak anlatılır. Bana "pidgin" yani İngilizce karşılığı ile "o senin Adem'inle aynı" denildi. Resimli Taoist kitaplarına baktığımda onu tüylü, bodur, kaotik kayaları kırdığı muazzam bir çekiç ve keski kullanan, maymundan ziyade ayıdan evrimleşen cüce bir Herkül olarak görmüştüm. [6]

Pangu mitosunun eski Çin klasik metinlerin teolojisinde "Yücelik" veya "Yüce Tanrı" anlamında kullanılan bir terim olan "Shangdi" den [7] veya MÖ 300'lere ait olan ve Taoist yaratılış efsanesini anlatan antik Çin metni Taiyi'den (Taiyi Shengshui) önce var olduğu görülmektedir. Birçok çeşidi olan Nuwa ve Yeşim İmparatoru gibi Çin mitleri insanların nasıl yaratıldığını açıklamaya çalışır fakat dünyanın yaratılışını açıklamaya özen göstermez. [8]

BUYEİ KÜLTÜRÜNDE PANGU

Çin'in 56 etnik resmi gruplarından biri olan Buyei'lerin mitoloslarına göre [9], Pangu dünyayı yarattıktan ve pirinç tarımı konusunda uzman olduktan sonra Ejderha Kralının kızıyla evlenir ve onların birlikteliği Buyei halkını doğurur.

Ejderha Kralı'nın kızının ve Pangu'nun Xinheng (新 横) adında bir oğlu vardır. Xinheng annesine saygısızlık edince annesi gökyüzüne döner, kocasının ve oğlunun tekrarlanan ricalarına rağmen asla aşağı inmez. Yeniden evlenmek zorunda kalan Pangu ay takviminin altıncı ayının altıncı gününde ölür.

Xinheng'in üvey annesi ona kötü davranır, öyle ki neredeyse onu öldürür. Xinheng onu pirinç hasadını yok etmekle tehdit ettiğinde üvey annesi hatasını fark eder. Onunla barışır ve her yıl ay takviminin altıncı ayının altıncı gününde Pangu'ya saygılarını sunmaya devam ederler. Bu gün daha sonra Buyeilerin atalara ibadetleri için önemli bir geleneksel bayram haline gelir.

Bu farklı yaratılış efsanesi, Buyei'yi Zhuang'dan ayıran temel özelliklerden biridir.

Pangu'ya genellikle Taoist kozmolojisinde gerçekliğin temel ilkelerini temsil etmek için kullanılan, birbiriyle ilişkili sekiz kavramdan oluşan bir dizi sembol olan Bagua gibi Taoist semboller aracılığıyla Çin'deki bir dizi tapınakta ibadet edilir.

1809 yılında inşa edilen Kral Pangu Tapınağı, Pangu Kral Dağı'nın eteklerinde yer almaktadır. [10]