HABERLER
Dini Haber
Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ALLAH ŞEYTAN MI?

Yazan: Kirpi

ALLAH ŞEYTAN MI?


Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma argümanlar getirmeyin.

Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?

Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.

Bu teoriye Müslümanlar genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.

Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"

Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.

Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.

Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek.
Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.

Bu teorinin olasılık payını görmek için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.

Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu.

Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını inceleyelim.

Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.

Ayetlerin devamına bakalım.

A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.'"

“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
“'Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”


Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.

Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'"
“Çabuk in oradan, buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
“'Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi. Allah"
Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”


Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.

Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:

1- Kur'an'ı kim gönderdi?

Bu teoride Kur'an yine Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli tehditler ediyor (cehennem korkusu).

Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz...
Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.”
İsrâ 22: Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız bırakılmış olarak kalakalırsın.
Şuarâ 213: Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!


Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.

Nisâ Suresi 78:  Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de.

Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok. Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın kendisidir.

Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele geçiriyor.

Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak kamufle ediyor.

2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?

Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına, derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.

Bu teori aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı “İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin" diyoruz.

Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor? Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.

BASKIN YAPAN ATLARA AND OLSUN

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, KTZ, Adiyat suresi, Baskın yapan atlara and olsun, Baskın yapan atlar, And içen Allah, Atlara yemin eden Allah, Bu nasıl Allah?, Allah,

BASKIN YAPAN ATLARA AND OLSUN!


Dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık…

Adiyat 1-6: "Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara and olsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür."

Bir Tanrının yemin etmeye ihtiyacı var mıdır? De ki yemin etmeye ihtiyacı olsun! Şu ayete bakar mısınız? Ayaklarını vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atların üstüne yemin ediyor İslâm’ın İlâhı. Peki niye bu atların üzerine yemin ediyormuş, diyanetin açıklamasını okuyalım fakat iyice anlayabilmek için 11 ayet olan Adiyat suresinin  tamamını  okuyalım ardından da diyanetin tefsirini:
Adiyat 1-6: Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.
Adiyat 7: Şüphesiz buna kendisi de şahittir;
Adiyat 8: O, mal sevgisine aşırı derecede kapılmıştır.
Adiyat 9: O bilmez mi ki kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman;
Adiyat 10: Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman;
Adiyat 11:  İşte o gün (anlayacaklar ki), rableri onlardan tam mânasıyla haberdardır!

Diyanetin tefsiri
“Savaş sırasında düşman üzerine saldıran atlar tasvir edilmekte ve eski savaşların insandan sonra en önemli unsuru olması dolayısıyla atlar üzerine yemin edilmektedir. Yeminin amacı, böylesine yararları bulunan ve insanların en çok sevdiği mallardan olan atları onlara bağışlayanın Allah olduğuna işaret etmek, özellikle sonraki âyetlerdeki mesajın önemine dikkat çekmektir.”

Adiyat suresinin genelinde insanın nankörlüğüne vurgu yapılıyor, mal sevgisine aşırı kapılanların öte alemdeki durumlarına işaret ediliyor  ve Allah’ın kendi yarattığı atlara yemin etmesini ise Diyanet, atların insandan sonra en fazla yararlı unsur olduğu ve o atları insanlara bağışlayanın Allah olduğuna, Allah’ın kendisinin işaret etme amacına bağlıyor. Bu zamana kadar hiç okumadıysam yüzlerce kitap, makale okudum ama bu kadar garip bir yemin gerekçesine pes diyorum artık. Bu açıklama tarzını daha sadeleştirelim. Yani adının Allah olduğuna inanılan İlâh şöyle diyor:
Bazılarınız mal sevgisine aşırı düşkündür, onlar, bu düşkünlüklerinin ne demek olduğunu ölüp de kabirler açılıp ölüler dirilince anlayacaklar hatta bunun için savaşta koşan, tozu dumana katıp sabah erkenden baskın yapan kendi yarattığım atlarımın üstüne yemin ederim.”
Bu mu yani?  Kamer suresi 17’inci ayette yazan “Andolsun biz Kur´an´ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık…”  diyen ifadeyi referans alıp Adiyat 1-6 yı okuduğum zaman diyanetin tefsirindeki manayı çıkartamıyorum. Ayetteki en ilginç ayrıntı ise “…Sabah erkenden baskın yapan…” ifadesi. Savaş ile ilgili Kur’an içerisinde çok çelişkili ayetler var. Bu ayetleri teker teker burada paylaşıp konudan uzaklaşarak kafaları dağıtmak istemiyorum fakat bu ayetteki “…Sabah erkenden baskın yapan…” ifadesi bile İslâm’ın barış değil, savaş, baskın, talan dini olduğunu gözler önüne seriyor zaten.

KOSKOCA İLÂH’A BAKAR MISIN? BU KOSKOCA OLMA DURUMUNU MANEVİ OLARAK VE OLGUNLUK OLARAK DA DÜŞÜNMEMİZ GEREKİYOR. KOSKOCA İLÂH, SABAH ERKENDEN BASKIN YAPAN ATLARIN ÜZERİNE YEMİN EDİYOR. SÖZÜN BİTTİĞİ YER, DAHA ÖTESİ YOK.

Evet Müslüman kardeşlerimiz, bir ayeti anlamak için önündeki sonundaki ve başka surelerdeki bütünlük oluşturucu ayetleri bir araya getirmemiz felan gerekiyor değil mi? Belki ben o işi yapmamışımdır. Anlayan varsa ya da bu ayeti farklı ayetlerle birleştirip hiç algılayamadığımız ulvi ve ilahi anlamları varsa lütfen yorum kısmına detaylıca yazıp anlamamı sağlayın. Sonuçta bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp.

Beynini, inancını tamamen İslâm dinine adamış, yapıştırmış olan bir dindar, bu ayette garip bir şeyler göremez, görse bile “mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır” diyecektir. Yapılması gereken tek şey,  ayetleri mantıklı ve objektif bir şekilde değerlendirebilmek.

Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kutsal kitabında  sadece atlar üzerine değil yarattığı başka şeyler üzerine de yemin etmiştir. Bu yemin ettiği ayetlerin bazılarını paylaşayım:
Tin 3: Bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,
Büruc 1: Burçlarla dolu göğe andolsun,
Necm 1: Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed haktan) sapmadı ve azmadı.
Kıyamet 1: Kıyamet gününe yemin ederim.
Leyl 1: (Ortalığı) bürüdüğü zaman geceye andolsun,
Kalem 1-2: Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.

Allah, kutsal kitabında, yukarıdaki yeminlerden daha fazla yemin etmiştir. Güneşe, aya, Peygamberlerine, zamana, bitkilere vb şeylere.

İslâm dininden önce yani putların çok olduğu dönemlerde putların üzerine bol bol yemin ediliyor. “Lat ve uzza üzerine yemin ederim” gibi. Herkes kendi inandığı Tanrı üzerine yemin ederken inanılan Rab da kendi yarattığı ve hatta kalem gibi kulunun icat ettiği bir malzemenin üzerine yemin ediyor.
İlâhiyatçılarımızın ve genel olarak İslâm Âlimlerinin bu ayetlere yönelik yani Allah’ın bir şeyler üzerine yemin etmesine yönelik açıklaması şu şekilde:
İslâm’ın gönderildiği bölge insanının özellikleri ve gelenekleri söz konusu olduğunda Allah, bir şeylere yemin ederek o insanların seviyesine yani onların anlayabileceği şekilde ayet göndermiştir.”
Bıktım bu çöl Araplarının seviyesinden. Benim seviyem ne olacak? Geleceği, uzay çağını inşa etmekte olan çocuklarımızın, torunlarımızın seviyesi ne olacak? Benim Kur’an’ı anlayıp idrak edip kabul etmek için 1400 yıl önceki çöl Araplarının seviyesine mi inmem gerekiyor? Bu argümanı bırakın artık. Ya da deyin ki “…Anlaşılsın diye O’nu Arapça bir kitap olarak indirdik…” ayetlerine dayanarak Kur’an, sadece Araplara indirilmiştir deyin bitirin konuyu.
Bu ayeti yorumlarken ya da anlamaya çalışırken bütün mantık sınırlarını kapatalım, bir kenara koyalım. Bir İlâhın kendi yarattığı atın hatta savaşan bir atın, ayaklarını vurarak ateşler çıkartan atın üzerine yemin etmesini makul karşılayalım. Peki ya bu atların sabah erkenden baskın yapmasını nasıl karşılayacağız? Bu durumu nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?  İslâm’ın İlahı olan Allah, baskın yapan atlara yemin ederken bu baskın yapma işini alenen övüyor kardeşim. Bu nasıl bir savaş ahlâkı.

Müslüman kardeşlerimiz sık sık der ki: “İslâm öylesine gerçek ve yüce bir dindir ki ona bir kez inandınız mı, sapasağlam bir kulpa yapışırsınız. ”  Kusura bakmayın ama o kulp dediğiniz  şey  sık sık elimde kalıyor. Başka ayetlerle yapıştırıp elime almaya çalışıyorum, gene çıkıyor.
Allah’a kulluk eden Müslüman, Allah üzerine yemin edecek, Allah da kendi yarattığı dağ taş, hayvan ve bitki üzerine yemin edecek.
Bu anlamsız ve garip ayetlere inanmadığım için öte alemde Tanrı beni sorguya çekip cehenneme mi atacak? Tabii ki de!
Benim bu ayetleri normal düzeyde algılayıp, makul bir şekilde kabul edebilmem için kalbimle okumam gerekiyor yani büyük bir iman ile. Yani sorgulamaya geçmeden önce iman durumunu halledip diğer bir ifade ile İslâm dinine beynimi  iyice inandırıp ondan sonra okumam gerekiyor. Bu şekilde bir sıra izlersem bu ayetler bana mantıksız gelmeyecek. Siz ne dersiniz?

ALLAH BİLE PEYGAMBERİNE SALAT EDER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, Allah peygambere salat ediyor, Allah neden Muhammed'e salat eder, Muhammed'e salat, Bu nasıl Tanrı?, Kur'an'daki çelişkiler, islamiyet, Ahzab 56, Hz.Muhammed, Allah,

ALLAH BİLE PEYGAMBERİNE SALAT EDER


Ahzab 56: "Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun."

Hadis (Peygamberin sözü): "Yanında adım zikrolunup da bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün."  Kaynaklar: (Tirmizi,  Daavat, 100; Ahmed b. Hanbel, II/254)

Peygamberin sözü: "Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslümanın yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir Müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Kaynak: (İbn Kesir, II/515)

Samimiyet denilen ve dünyanın her yerinde geçerli olan, kabul edilen ve tanınan  insan davranışının İslâmiyet’te önemi ve yeri nedir? Ahzab 56’da açıkça ve açıkça görülüyor ki Muhammed Peygamberi zorla bir anma ve onu ümmetine ya da Müslüman âlemindeki her kese zoraki bir sevdirme çabası var. Bu nasıl bir tutum? Allah’ın ve Meleklerin Peygambere sâlât etmesinin saçmalığını bir kenara koyalım, o da apayrı bir konu. Hem hadisler hem de yukarıdaki ayet göz önüne alındığında Allah ne yapmaya çalışıyor? Bir kimseyi zoraki olarak anmanın ya da andırmaya çalışmanın gayreti nedir? Ayette deseydi ki: “Vefalı ve ince ruhlu kullarım, benim dinimi tebliğ eden Peygamberi içten anar ve ona selâm gönderirler, ne güzel mümindir onlar” dese, üzerine söyleyecek hiçbir sözüm olmayacağı gibi “tam da bir İlâha yakışır incelikte bir cümle” derdim  ve tek bir kelimesini bile eleştirmeye lüzum görmezdim. Kulunun kendisine tapınmak için bir sürü ibadeti zorunlu kılan adının Allah olduğuna inanılan İlâh bir de kalkıyor, “bana ibadetiniz, beni anmanız yetmeeeeeez, benim Peygamberimi de anacaksınız, ona da sâlât okuyacaksınız” diyor. Emir üzerine Peygamberine sâlât ve selâm okumayınca ne olur? Peygamberin nuru, öte alemde eksik mi kalır? Farz edin kul, yani Müslüman bu ayeti okuyunca emir üzerine Peygamberin adını anıp ona selâm gönderiyor ama içinden gelmiyor fakat yine de bu Müslüman, zoraki de olsa kendini zorlayıp Peygamberinin adını anmaya devam ediyor. Bu anma ve selâm yollama işini ağzından ses çıkartarak değil de içinden yani düşünsel olarak bile yapsa adam bunu mecburiyetten yapıyor, ayetteki emir üzerine. Bu adamın bu selâmı gönderişinin samimiyeti konusunda ne söyleyebiliriz?

İçinden geldiği için yapmıyor hatta zorlanıyor. Emir üzerine, yapmak zorunda kalıyor. Namaz, hac gibi vazifeler de Allah’a yapılması gereken ibadetler. Kur’an’da bazı müminlerin içinden gelerek ve kalbi titreyerek namaz kıldığını ve o namazların en güzel ve en kabul olunan  namaz  olduğu yönünde hem ayetler hem de hadisler var. Bunun mantığını biraz düşünelim. Namaz kılıyorum ama zoraki kılıyorum kardeşim. İçimden geldiği için değil, zorunlu olduğu için. Namaz kılarken kalbim Allah’a karşı pır pır edip titremiyor, ne yapayım? Zoraki olarak bunu samimiyete, içtenliğe dayandırmaya mı çalışayım? Kendimi zorlayım mı? Bir erkek, bir kadını  zorla sevebilir mi? Bir  kadın bir erkeği zorla sevebilir mi? Bir kadın, hoşlanmadığı bir erkeğe yanaşmaz, onu sevmez ama insanlık gereği nezaketini bozmaz, kibar davranır. Allah kullarından ne istiyor? Müslümanların, kendisine ve Peygamberine karşı nazik olmalarını mı yoksa “Beni sev, Peygamberi mi de sev. Beni sevenler, benim katımda apayrı, sevmeyenler ise sevmeye çalışsın, bunun için çaba göstersin, uğraşsın.” KULLARINDAN İLGİ, SEVGİ VE SAMİMİYET DİLENEN BİR İLÂH!

Bir kadın kocasını sevemiyor ve günün birinde kocasına ve yakın birkaç kişiye bu durumu anlatıyor. Gururdan ve Onurdan eksik olan koca kükrüyor “sen nasıl olur da beni sevmezsin be kadın?”, arkadaşları ve anne babası da bu durumda kadını suçluyor  “o senin kocan, niye sevmiyorsun, çaba sarf et seversin hem sevsen deeee, sevmesen deeeee o adamla ömür boyu evlisin, boşanma moşanma yok unut. Kocanı sevmek içinden gelmiyorsa bile içinden geliyormuş gibi, seviyormuş gibi yapacaksın.”. Kadıncağız, boşanamayacağı adama karşı ne yapacağını şaşırır ve sonunda seviyormuş gibi davranmaya başlar. Adam eve gelince “hoş geldin” der. “Akşam sana hangi yemeği yapayım” diye sorar. Kocasına zoraki olarak “seni çok seviyorum” der. Der ama evde huzursuzluk çıkmasın diye der. Öyle icap ettiği için yoksa adamı sevdiği için değil. Koca da, “hah, hanım beni sevmeye başladı, hali hareketi davranışı değişti, düzeldi”   der ve yaşantısına kasıla kasıla devam eder.

Allah’ı ve Peygamberi zoraki olarak seveceksin. Sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapıp iki de bir isimlerini anacaksın, Namazını kılacaksın, buyruklarını yerine getireceksin. Müslümanlıktan çıkmak felan yok, unut. Hem Müslüman olacaksın hem de Allah’ı ve Peygamberi seveceksin, sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapacaksın yoksa cehennemi boylarsın ya da Allah’ı ve Peygamberi içinden gelerek  seven kulların aldığı ödülden çok daha azını  alırsın. O yüzden ne yap yap, sev, sevmeye çalış. Ha sen eğer “sevemiyorum” diyorsan o zaman düşünelim düşünelim… Ne olabilir? Neden sevemiyorsun? Buldum!
  • Allah’ü Teala muhtemelen senin kalbini, kulaklarını mühürledi ya da
  • Sen asi ruhlu, dinine imanına karşı gelen ya da ne bileyim doğuştan gelen bir özellikle Müslümanlığa uygun bir adam değilsin veya
  • Cehennemliksin. Hani şu insanların büyük kısmı cehennem için yaratılmış ya! Ya da cehhem, insanlar için yaratılmış! Yani kaderinde cehenneme girmek yazıyor.
  • Allah’ı ve Peygamberi sevmek ve isimlerini anmak istemiyorsun. Eğer ister isen mutlaka içinden gelir ve severek yaparsın.
Peki o zaman istemek nedir? İnsanın içinden gelen bir şey mi yoksa birilerinin sana verdiği emri yerine getirmek için istiyormuş gibi davranman ve zaman içinde bu davranışı alışkanlığa dönüştürmen mi?

BU BİLETLE NEREYE GİDİYORSUN?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Din ıspatlanamaz, Tanrı, Allah, Cennet için uğraşmak, Cennet Cehennem, Var olduğuna inanılan öte dünya, Öte dünya, Ahiret inancı, Cenneti garantilemek, Eğer Allah yoksa bile,

BU BİLETLE NEREYE GİDİYORSUN?

Bu gün size her hangi birisi 50 milyon dolar değerinde bir Tapu satmak istese ve Tapuyu satmadan önce alacağınız adaya sizi götürüp gezdirse  “7 yıldızlı, 10 yıldızlı,… süper lüks bir sarayın olduğu yeşillik ve denizin buluştuğu rüya gibi bir ada. Adada sizin emrinize amade bir sürü hizmetçi. Size ait helikopter, yat, süper lüks bir araba ve daha neler neler…”  50 milyon doları tık verdikten sonra adanın ve adadaki bütün gayrı menkullerin sahibi oluyorsunuz. Siz o parayı bir şekilde bulabilirsiniz. Piyangodan çıkabilir, altın madeni bulursunuz veya altın arayıp koca bir top ham altın bulur, satar paraya dönüştürürsünüz. Daha olmadı azmeder, çalışır, ünlü biri olursunuz ve o parayı bir şekilde  elde edebilir ve gözünüzle bizzat gördüğünüz, gezdiğiniz, varlığından bire bir haberdar olduğunuz ve yasal anlamda gerçekten sahip olabileceğiniz o cennet adasına aslında sahip olabilirsiniz. Sahip olduğunuz anda ise tadını çıkartmaya başlarsınız. Her şey yolundadır. Parayı bulmak için ya da kazanmak için çok  çalıştınız, taklalar attınız ama sonucu da gördünüz, aldınız karşılığını. Çevrenizde sizi tanıyan insanlar da gördü ödülünüzü ya da kazandığınız ve verdiğiniz paranın karşılığını.

Hayır işi dışında kimse kimseye beş kuruşunu vermez. İnsanlar aldıkları maaşı ya da kazandıkları parayı kuruşu kuruşuna hesap ederler. İnsanlar, uğradıkları zerre kadar haksızlığın hesabını sormak isterler sorarlar da. Bir insan kapkaranlık bir gecede elinde fener olmadan ormanın ortasına, ağaçların arasındaki kuytu yerlere dalıp yürümez. Dibi görünmeyen kuyuya inmeyiz. İnmek gerekirse eğer güçlü bir ışık yansıtır veya bir iple kamera sallayarak aşağıda ne olduğunu görmeyi umut ederiz. Böylece o çukur inilecek bir yer mi yoksa inilmeyecek bir yer mi emin olmak isteriz. Bir işe adım attığımız zaman ya da kendimize bir iş kuracağımız zaman veya bir iş yerine çalışan olarak gireceğimiz zaman ne yaptığımızın farkındayızdır. İş yeri, ayan beyan gözlerimizin önündedir. Burası bir giyim mağazası olabilir ya da market. Markette yapılacak olan iş bellidir. Ayrıca bu markette çalışırken maaş alınabilir mi alınamaz mı bunun hesabı bile yapılır. Sabahtan akşama kadar marketin karşısında durup da markete girip çıkan müşterilere baksanız, ortalama olarak o maketin aylık kazancını ve size emeğinizin karşılığını verip veremeyeceklerini hesap edebilirsiniz. Bu market zorunlu olarak yasal bir markettir ve yasal olarak da size sigorta yapmak zorundalar. Sigortanızdan emin değilseniz çok rahatlıkla bunu kontrol edebilir ve hakkınızı arayabilirsiniz. Yapacağınız iş belki birilerinin kuruluşunda çalışmak değil de kendi işinizi kurmak da olabilir. Peyzaj ile ilgili güzel bir bölüm bitirdiniz ve kendi alanınıza yönelik bir iş kurmak istiyorsunuz. Birkaç yıl, böyle bir firma ile çalıştıktan sonra deneyim sahibi oldunuz ve peyzaj ile ilgili küçük de olsa kendi şirketinizi kuracaksınız. Bilmediğiniz bir işe girmiyorsunuz. Piyasayı biliyorsunuz çünkü piyasa dediğimiz şey  gözlerinizin önünde cereyan ediyor, yaşıyor. Çalışacağınız insanlar ya da müşteriler mars gezegeninde ya da başka bir galakside yaşamıyor, bulunduğunuz çevrede yaşıyorlar. Yapacağınız her şey gözlerinizin önünde ve bu yüzden işi yapmadan önce doğru ve sağlıklı bir planlama yapabilirsiniz. Bu planlamalar bizzat içinde yaşadığınız  dünya ve çevre şartları doğrultusunda şekil bulacak ve gerçeğe en yakın sonuçları verecek. İnsanların, bildikleri, haberdar oldukları durumları  icra etmek ya da o durumların olayların  içine girip deneyim sahibi olmaları konusunda sıkıntı yoktur. Gerçek sıkıntı, bilmediğiniz şeylerdedir. Bilinmezlik ise insanın fiziksel duyu organları ile algılayamayacağı veya çeşitli sebeplerle algılayamadığı ve bu algılayamamanın sonucu olarak haberdar olmadığı, bilgi sahibi olmadığı durumlardır. Bilinmeyen bir hastalıktan muzdaripseniz, işiniz ya da tedaviniz şansa kalmış fakat bilinen bir hastalık taşıyorsanız büyük bir ihtimalle doğru ve etkili bir tedavi ile iyileşip sıkıntılarınızdan kurtulursunuz.

İnsanlar, yeryüzü hayatında, bilinmeyen işlere adım atmaktan imtina ederler. Adım atanlar ise ya kahramandır ya çok cesurdur ya da araştırmacıdır ve belirli bir amacı vardır. Diğerleri, cesur olanların, kahramanların ya da araştırmacıların öğrendiği ve var olduğunu ispat ettiği yeni bilgileri ve durumları  insanların gözlerinin önüne sererler ve ortaya çıkan, gözlemlenebilen bu yeni durumları insan yaşantısının bizzat içine katarlar.

Din ise, gözlemlenebilir bir durum olmayıp hâlâ gerçek olduğu ispat edilemeyen yani bilinmeyen (duyu organlarımızla veya teknik cihazlarımız veya araştırmalarımız neticesinde ispat edememiş olduğumuz) bir durum olmasına karşın, insanlar ne yazık ki, ispatlanmış, gözlemlenmiş bir gerçeklik gibi kabul edip bu belirsiz bilgiye inanmakla kalmayıp, hayatlarının tamamını bu bilgiye göre düzenliyorlar. Koskoca bir yaşam! Küçük bir anınız değil. Belirli bir zaman dilimi hiç değil. Bir insan ömrünün tamamı be! Ölümün ardından gelen hiç kimse yok. Öldükten sonra gidilen bir yer var mı? Sırat köprüsü var mı? Cennet Cehennem var mı? Ölen insanın canını Azrail isimli bir melek mi alıyor? Cinler var mı? Mezara yeni gömülen Müslümanın başına sorgu melekleri gelip “Dinin, mezhebin nedir?” diye soruyorlar mı? Bir tanesini ispat edin yahu! Bir tanesini! Yapabildiğiniz tek şey, ama tek şey, var olan her şeyin, adı Allah olan bir Tanrı tarafından yaratıldığını, Muhammed isimli bir Arapın, Allah'ın kulu ve elçisi olup Allah’tan aldığı emirleri tüm insanlara iletmek olduğunu telkin ediyorsunuz. Siz bile görmediniz. Peygamberlerin hiç birisini, hiç birimiz görmedik. Zaman makinesi icat olsa ve Peygamberin yaşadığı döneme gidip Muhammed’i geçmiş zamanda gözlemleme fırsatımız olsa, o meşhur titreme geldiği zaman gerçekten Allah katından vahiy mi geliyor yoksa bu Muhammed denilen kişi rol mü yapıyor veya kendisine ilham şeklinde gelen bazı fikirlerin bir Tanrı tarafından gönderildiğine mi inanıyor hiç birimiz bilemeyeceğiz. Belki de bize anlatılan hiçbir şeyi, Peygamber denilen kişinin hayatında gözlemleyemeyeceğiz.

Tarih derslerimizde öğretmenlerimiz Osmanlı imparatorluğu döneminde bazı Hristiyan kiliselerinin halktan para toplamak amacıyla, dindar insanlara para karşılığı cennet tapusu dağıttıklarından bahsederdi. Bu durumu ise akıl dışı olarak nitelerlerdi. Gerçekten de akıl dışı. Şimdi düşünüyorum da, Dindar Müslüman ya da Hristiyanların veya Yahudilerin  içinde bulunduğu durum farklı mı? Cennetin tapusunun bu dünyada olamayacağını hepimiz biliyoruz, siz dindarlar da biliyorsunuz? Neden cennetin tapusu bu dünyada verilmez? Çok basit. Hiç görmediğiniz, bilmediğiniz bir yerin tapusunu kimse satamaz. Tapuyu satın almak isteyen adama, hangi araziyi göstereceksiniz? “Gel şu otobüse binelim, cennete gidip bakalım” mı diyeceksiniz? Hiç görmediğiniz yerden tapu almak saçma da yine hiç görmediğiniz bu cennet diyarı için bütün hayatınızı değiştirmek, aklınızı, inancınızı birilerinin inandığına teslim etmek, kiraya vermek saçma değil mi?

Dindar Müslümanların dinsizleri ikna etmek için  söyledikleri bazı klasik sözler var, hemen o sözleri yazayım:
Ya öldükten sonra cennet ve cehennem varsa! Ne yapacaksın? Ömrünü ibadetsiz boşu boşuna mı geçirmiş olacaksın? En azından ibadetini yap, Allah'a yakışır bir kul ol da öte aleme gittiğinde, Allah diye bir Tanrı yoksa bir şey kaybetmezsin, var ise cenneti kazanırsın.

Şimdi  ben de dindar Müslümanlar için bir şeyler söylemek istiyorum:
Ya öldükten sonra sizin inandığınız gibi adı Allah olmayan bir Tanrı sizi karşılayacaksa ve kuralları farklı olacaksa ne yapacaksınız? Ya da sizi bir Tanrı karşılamayacak da kendinizi farklı bir oluşum içinde bulacaksanız ne yapacaksınız? Ya cennet cehennem yoksa? Dünya hayatınızı boşu boşuna saçma sapan hurafelerle kısıtlayıp eziyetlerin içinde “Allah'ın imtihanı”  diyerek boşu boşuna kıvranmış, çile çekmişseniz. Dünya hayatına tekrar dönebilecek misiniz? Din adamlarınız size, gelişi olmayan ve gidişin de neresi olduğunun ispat edilmediği ve hiçbir zaman bilinemeyeceği boş bir bilet kesmişler. Siz boş biletle, neresi olduğuna, var olduğuna inandırıldığınız bir yere gitmek için koca hayatınızı şekillendiriyorsunuz. Belki yapmak istediğiniz farklı şeyler var. Yaşamak istediğiniz farklı bir hayat var. Farklı seçimlerin hayalini kuruyorsunuz fakat din denilen dayatmanın etkisi ile istemediğiniz bir hayatı yaşıyorsunuz ve ardından diyorsunuz ki: “Bu dünyada istediğim her şeyi yapamayabilirim, mutsuz olabilirim ama öte alemde mutlaka karşılığını Allah bana verecek”.

Dinlerin insanlara yapabildiği en etkili şey: İnsanları hiç bilinmeyen   cennete ve yine hiç bilinmeyen ve görülmemiş olan bir cehenneme inandırmaktır. 
Elinize bir bilet vermişler. Bilette yazılan yeri hiç görmediniz fakat bileti elinize tutuşturan güruh, hayatınız  boyunca size  uzuuuun uzun anlatacak nereye gideceğinizi. O anlatanların da hiç birisi görmedi o yerleri. Siz  de ölünceye kadar gözlerinizle görmeyeceksiniz  size  vaat edilen yerleri. Ben bana verilen bileti araştırdım, akıl süzgecimden geçirdim ve dolandırıldığımı fark ettim, o bileti yırttım attım. Bunu yapınca kötü birisine dönüşmedim. Zararın neresinden dönsen kârdır. Ben büyük bir kârda olduğumu düşünüyorum. Bütün dindarların, doğumlarından itibaren ellerine tutuşturulan bileti sorgulamaları dileğiyle, sağlıcakla kalın.

ALLAH TANINMAK VE ANLAŞILMAK İSTİYOR MU?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Allah, Allah tanınmak istiyor mu?, Anlayabilesiniz diye onu Arapça Kur'an yaptık, Zuhruf 2, Yusuf suresi 2.ayet, Kur'an'ı anlamak, Kur'an'ın Arapça inmesi,

ALLAH TANINMAK VE ANLAŞILMAK İSTİYOR MU?

Zuhruf  Suresi 2-3: Aydınlatan kitaba yemin olsun ki, Anlayıp düşünesiniz diye onu Arapça Kur’an yaptık.
Yusuf Suresi 2. Ayet: Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.

Eğer Kur’an, tüm dünya insanlarına değil de sadece Arapça konuşan Arap milletine indi ise bu ayetlerde anlaşılmayacak bir durum yok. Fakat Kur’an-ı Kerim, Arap milletinin toprakları içinde  bütün dünya insanlarına indirilmişse o zaman burada ciddi bir problem var.

Kur’an’dan, İslâm dininden habersiz yaşayan onca ilkel kabile veya çeşitli ülkelerin köy ve kasabalarında belirli bir kültür ve gelenek içinde  yaşayan insanlar bu kutsal kitabı bırakın anlamayı nasıl haberdar olacaklar? Elinde her türlü bilgiye ulaşma imkânı olmasına karşın, hayatında  yaşadığı yoğun çalışma ya da kargaşalar, problemler  arasında boğulup giden insanlar islâm dinine nasıl yönelecekler?  Bir insan bir şeyi, bir dini anlamadan O’na nasıl yönelir? İslâm ülkesi olarak bilinen cahil insanların yaşantısına yani bireylerinin öbek öbek Avrupa ülkelerine kaçtığı bu ülkelerin dinlerine bakıp nasıl Müslüman olmayı akıllarından geçirecekler? Hıristiyan ve Yahudilerin cennete gidebilecekleri bile söylenirken Budist olan, Hindu olan  ya da 3 büyük İlâhi dine tabi olmayanlar bunu nasıl başaracak? Dikkat ederseniz  Kur’an’ın anlaşılması kısmına bile gelemedik daha. Bu tür soruların cevabı hazır tabi ki. “Hristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyin, onlar bir birlerinin dostlarıdır…Maide 51”  diyen Kur’an ayetine rağmen  “Rabbimiz o insanlar hakkında ya da İslâmiyetin yayılmasından sonra dünyaya gelip de İslâmiyet’i tanıyamamış, ulaşamamış insanlar hakkında neyi takdir eder biz bilemeyiz tabi ki. Onların  takdiri Rabbimizin nezdindedir. Tabi ki de o insanların, İslâmiyet’i tanıyamayacak bir durumda yaşayıp ölmelerinde  bizzat kendilerinin bir suçu günahı yoktur fakat Allah da onlara, onların durumlarına yönelik bir af, bir güzellik uygulayacaktır.” İslâmiyet’i tanıyamadan ölüp giden insanlar için yapılan genel açıklama bu şekildedir ama şu da var ki bu açıklama tarzı, modernist dediğimiz yani gericilere göre daha vicdan ve daha akıl sahibi olan İslâmcıların yaptığı bir açıklamadır. Madem ki o insanların akıbetini Allah bilir, Allah mutlaka onlara bir iyilik bir güzellik yapacaktır o zaman şu Allah’ın adaletini bir gözden geçirelim.

“Ben İslâmiyet’i kabul ettim. Müslüman oldum. Namazımı kıldım, orucumu tuttum, hacca gittim, iffetimi korudum, zekâtımı verdim… kısacası Müslüman olarak bütün görevlerimi yaptım ve Kur’an’a göre yaptığım bütün bu görevlerime karşılık cennetin en güzel köşesinde yerim hazır”  diyen bir Müslüman erkeğine karşın,  hayatı iyilik yapmakla geçmiş  ama İslâmiyet’i tanıyamadan ölmüş bir erkek için ne düşünmeliyiz?  Müslüman olmayan  adam neye göre yaşadı?  Ne oldu ona? Bir dinin İlâhı, onca geçmiş dönemde yaşamış gitmiş olan ve sonraki yıllarda yaşayan Müslümanlara hiçbir faydası olmayan tarihi olayları, kıyamete kadar geçerli kıldığı  bir kitabın içine (üstelik bazılarını tekrarlayarak) tıkış tıkış doldururken,  yıllar boyunca insanların kafasını kurcalayan  ve kimilerinin de İslâmiyet’e geçmelerine engel olabilecek bu kadar önemli bir soruya cevap vermek ya da kafalardaki şüpheleri gidermek için bir tanecik anlaşılır bir ayeti göndermeye kibirlendi mi?  Bu nasıl bir ilâh? Bu nasıl bir adalet? Dünyanın öte ucunda yaşayan ve çok da gerekli sebeplerle İslâmiyet’e geçmeye gerek duymayan bir adama bunu söyleseniz o adam Müslümanların ilâhına, “Madem bütün insanları sen yarattın ve madem bütün insanların Müslüman olmasını istiyorsun ve Müslüman olmayanlar kâfir, cehennemlik.. O zaman bizleri neden Müslüman topraklarındaki anaların rahmine göndermedin, bu nasıl adalet” demez mi? Müslümanlığı kabul eden herkese nasıl cennete gidileceğini  tarif edeceksin, bir çok şeyi anlatacaksın, kendi katında bir kulunun nasıl  değerli olacağını izah edeceksin ama  sebep ne olursa olsun senin dinine ulaşamayan insanların kendi hayatları içinde yaptıklarına ve bunun öbür dünyaya yansımasının ne olduğu hakkında tek bir cümle bile kurmayacaksın. Birileri seni İlâh gibi görebilir fakat bir İlâha İlâh denmesi için kibrinin az, olgunluğunun ve şefkatinin yüksek olması gerekir. Senin İlâhlık anlayışın hep bana hep bana. Senin dinine tabi olmayan insanlara beş altı yaşındaki çocuk gibi küsmüşsün ve omuz çırpıyorsun. BİRAZ OLGUNLAŞ LÜTFEN. SENİ TANIMAYANLARI DA KUCAKLAMAYI ÖĞREN ÇÜNKÜ BİZ İNSANLAR BİLE BUNU ÖĞRENMEYE VE ÇEVREMİZDEKİLERE DE ÖĞRETMEYE BAŞLADIK. KAVGA EDEN KÜÇÜCÜK ÇOCUKLARIMIZA BİLE ÖĞRETİYORUZ, ŞŞŞŞT AYRILIN BAKALIM, NEDİR DERDİNİZ?...  SADECE O KADARCIK MI? ÖNCE ÖZÜR DİLEYİN SONRA DA SARILIN BAKALIM BİR BİRİNİZE. BİR DAHA DA NE KÜSTÜĞÜNÜZÜ GÖREYİM NE DE KAVGA EDİP AYRILDIĞINIZI!

Nüfusumuzun yarıdan fazlası Müslüman. Bizim ülkemizin Müslüman’ları  Kur’an-ı ne kadar biliyor? Türkçe konuşuyoruz ve şu an konuştuğumuz anadilimiz Türkçe dili ile Kur’an’ı anlayabiliyor muyuz? Peki bize Arapça olan Kur’an-ı Türkçeye çevirdiğini iddia eden insanlar Kur’an’ı gerçekten düzgün olarak çevirebiliyor ve anlatabiliyorlar mı? Bir Müslüman açısından durum değerlendirmesi yapılacak olursa bu dünyada  çeviri ve tefsir yapan hocaların yanlış çeviri veya tefsirlerinden dolayı yanlışa düşen Müslüman’ı Allah öte dünyada affedecek mi yoksa “Ben kutsal kitabı herkese gönderdim, kendi aklınla okuyup düzgün anlasaydın” mı diyecek? Ya da Müslüman’a  öte dünyada  Allah “Siz yanlış hocaları dinlemişsiniz, sizin suçunuz yok, o yüzden sizi affediyor ve cennetime alıyorum” mu diyecek?

Konuya farklı bir açıdan yaklaşalım ve Kur’an’ı Kerim’i anlamak için hepimiz Arapça öğrenelim. Fakat sadece Arapça öğrenmek her işi halletmiyor. Dünyayı takip edebilmek için mutlaka ve mutlaka dünyada ortak olarak kullanılan İngilizceyi de öğrenmemiz gerek. Şimdi, hem İngilizce hem de Arapça öğreneceğiz. İngilizceyi öğrenmekte çok fazla bir problem yok çünkü İngilizce, Arapçaya göre öğrenilmesi oldukça kolay bir dil. Fakat Kur’an’ı anlamak, Arapça öğrenmekle bitmiyor. Ayetlerdeki bir çok kelimeyi, durumu, anlatılmak isteneni anlamak için hadis, rivayet kaynaklarını cilt cilt yanınızda bulundurmanız ve yıllarınızı vererek her ayeti özümseyip iyi anlamanız gerekiyor. Peki bu anlattığımız işleri  İlâhiyat fakültesini okumuş olan kaç tane ilahiyatçı başarabilmiş? Bu gün artık internet üzerinden ve televizyon programları vasıtası ile Arapçaya anadili gibi hakim olan öyle Kur’an yorumcuları çıkıyor ki,  Türkiye’de,  Kur’an’ı bu zamana kadar bütün ilâhiyatçıların yanlış çevirdiğini, hiç birisinin Arapçanın gramerinden yeteri kadar haberinin olmadığını ve çok basit gramer hatalarının Türkçe tercümelerde sık sık yapılmış olduğunu söylüyor ve izleyenler dumura uğruyor. Anlaşılsın diye Kur’an’ı Arapça indiren  zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah, başka milletlerdeki kullarının, gönderdiği kitabı anlayamayacaklarını göremedi mi?

Lütfen dürüst bir şekilde cevap ver. 1400 yıl önce Arap topraklarına inen ve daha çok Arap geleneklerine yakın bir şekilde ve aynı zamanda o zamanın Arapça dilinde gönderilmiş olan Kur’an-ı Kerim’in şu içinde bulunduğumuz dönemde Türkiye gibi dinine bağlı bir ülkede ne yazık ki anlaşılmasında bir türlü ittifak sağlanamadığını yüce Allah görüyor mu? Görüyorsa bu konuda ne yapıyor?

Gelelim Arapça öğrenme konusuna. Dünya ülkeleri büyük bir teknoloji ve medeniyet savaşına girmiş durumda. Eğitimden uzak olan, üretemeyen cahil toplumlar, Hıristiyan, Ateist ve Yahudi topluluklarının yani emperyalist ülkelerinin yönetimlerinin uşağı olmuş durumdalar. Bazıları da bu ülkelerin bizzat kendilerinin ya da bu ülkelerin sebep olduğu durumlardan dolayı tepelerine inen bombalardan kaçınmaya çalışıyorlar, bazıları da bu savaşlarda hayatlarını kaybediyor. Eğitimin, teknolojinin dünyaya yön verdiği böyle bir zamanda bir ülkenin kalkınması için insanları öncelikli olarak hangi konularda eğiteceksiniz? Yani bir ülkenin gençleri, geleceğin genetik mühendisi olmak için, robot ya da gelişmiş yapay zeka yazılımı tasarlamak için ne yapacak? Peki dinlerini gerektiği şekilde anlayabilmek için neler yapacaklar, ne kadar zaman harcayacaklar? Kur’an kurslarına gidip Kur’an’ın hiçbir kelimesinden anlamadığın sadece Arapça okunuşunu öğrenmen, Kur’an’ı anlamanda yeterli oluyor mu? Bu gençler veya yetişkinler hangi işi bir arada yapacak? Her ikisini aynı anda yapabilecek dahi zekâsında  olmayanlar hangisine öncelik verecek?

İşin en ilginç yanı ise Allah, son dinini belirliyor ve kıyamete kadar geçerli olacak olan son dini İslâm dinini, dünyanın en cahil insanlarının arasından seçtiği bir peygambere gönderiyor ve İslâm alimlerinin sürekli sarıldıkları bahaneyi burada zikredersek eğer, Allah sırf İslâm dini cahil Araplar arasında yayılabilsin diye, dinin kurallarını, cahil Arapların sorunlarına, problemlerine  ve yaşantılarına uygun olarak     gönderiyor ve diyor ki “Bu kitap, kıyamete kadar ve bütün dünya insanı için geçerlidir”.  Üstelik, dinin yayılma döneminde bazı insanların da kulaklarını, kalplerini mühürlüyor. Gel de inan!

Şimdi asıl soruyu soralım. Allah, gönderdiği dinini anlama konusunda biz Türklere hangi kolaylığı vermiştir?

ALLAH VE ZEUS

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, KTZ, Allah, Allah ve Zeus, Ra'd suresi, Rad suresi, Allah ve gök gürültüsü, Kader, Kader mi azap mı?, Ölüm vakti gelen biri ALLAH VE ZEUS

Ra`d 12: "O, korku ve ümit vermek için size şimşeği gösterendir, yağmur yüklü bulutları meydana getirendir."

Diyanetin tefsirine göre yukarıdaki ayeti, yağmurdan fayda görecek insanların yağmurun habercisi olan şimşeğin sesini  duyduklarında yağmurdan yana ümit edeceklerini fakat yağmur yağdığında ıslanacak eşyaları olanlar veya yıldırımın düşmesinden endişe edecekler için de şimşeğin korku vesilesi olacağından  ve bu yağmur yüklü bulutları Allah’ın meydana getirdiğinden bahseder. Burada anlaşılamayacak bir şey yoktur. Gelelim 13 üncü ayete:

Ra`d 13: "Gök gürültüsü Allah’ı överek tenzih eder; O’nun korkusundan dolayı melekler de buna katılır. Onlar Allah hakkında tartışıp dururken O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar. O’nun azabı pek şiddetlidir."

Lütfen bu ayetin her cümlesini ve her kelimesini hazmederek okuyun. Gök gürlemesi bulutların arasında oluşan şimşeğin sesidir aslında. Şimşek oluşurken hem ses çıkar hem de bir ışık patlaması oluşur fakat ses ışıktan daha yavaş olduğu için önce daha hızlı olan ışığı görürüz, ses ise daha yavaş olduğu için ışıktan sonra duyulur. Bilimsel olsun ya da olmasın eğer bütün tabiat olayları Allah’ı tespih eden durumlarsa bunu böyle kabul edip, buna böyle mecazi anlam yükleyip  birinci ve ikinci cümleyi geçelim.


Sıra geldi kırmızı renkli cümleye. Yakın çevrenizde, iyi bir insan olmasına rağmen yıldırım çarpması sonucu hayatını kaybeden insanlar oldu mu? Ya da yıldırım çarpması sonucu evi yanan. Veya yıldırım çarpması sonucu yola devrilen ağacın, içinde kadın, çocuk, bebek gibi bir çok masum ve hatta dindar insanın da olduğu bir otobüsü devirerek ya da ezerek içindeki insanların ölmesine veya yaralanmasına yol açan bir duruma şahit oldunuz mu veya böyle bir talihsiz olayın yaşandığını duydunuz mu?  Dünyada bunun bir sürü örneği var. Şimdi kırmızı renkli cümleyi bir daha okuyun. Eski mitolojik tanrıların özelliklerini hiç okudunuz mu? Gökyüzünün efendisi olarak bilinen Yunan Tanrısı Zeus, genel  inanca göre ve hatta hatırlayabildiğim kadarıyla bazı animasyon  videolara da konuş olmuş ve bulutların üzerine kurulup, sinirlendiği her şeye elindeki asası ile şimşekler gönderen bir İlâh konumunda canlandırılmıştır. Bu durum zaten Zeus ile ilgili eskinin insanlarının genel inancının bir canlandırmasıdır. Yunan Tanrısı Zeus ile İslâm’ın Tanrısı Allah arasında, bu bakımdan bir benzerlik var mı acaba? Yunan Tanrıları, tarihin tozlu raflarına karışıp gittiği için eski bir masal olarak kaldı fakat İslâm dini bu zamana kadar gelebildiği için hem yorumlama, hem ayetlere mecazi anlamlar yüklemek bakımından kendini oldukça geliştirdi. Ra’d Suresi 13 üncü ayeti biraz daha inceleyelim:

Ra`d 13: "Gök gürültüsü Allah’ı överek tenzih eder; O’nun korkusundan dolayı melekler de buna katılır…."

Dikkat ederseniz Kur’an’da yer alan Allah’ı tenzih etmek, O’na ibadet etmek gibi terimlerin önü  sonu  KORKUDUR genellikle. Korkarsınız, günahtan kaçarsınız, ibadet edersiniz ve Allah merhametini göstertip ya sizi cennetine alır ya da affeder. Dünyanın bütün insanlarının ve bütün milletlerinin üzerinde hemfikir oldukları en değerli duygunun yani Sevginin ve Saygının Kur’an içinde zikredildiğine pek rastlamamışımdır. Varsa da çok az. Ayetin ilk cümlesine göre gök gürültüsü, doğal yapısına ve işleyişine rağmen, bizim farkına varmadığımız bir şekilde kendisini yaratanı yani Allah’ı övüp zikrediyor ve Allah’tan korkularından dolayı Melekler de Gök gürültüsünün bu zikrine katılıyorlar.  Melekler acaba hisleri olan varlıklar mıdır? Yani sevebilirler mi? Korku duyguları olduğuna göre her halde sevgi duyguları da vardır. Neysem biraz sesli düşündüm galiba. Devam edelim:

Ra`d 13: "… Onlar Allah hakkında tartışıp dururken O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar. O’nun azabı pek şiddetlidir."

Ra’d Suresinin 13 üncü ayetinin son iki cümlesini makul ve mantıklı bir şekilde açıklamaya yönelik hiçbir yorum ve tefsir bulamadım. Bundan 20 sene önce, çevremizde iyi niyeti ile tanınan, 3 yaşında çocuğu olan ve ayrıca dört aylık hamile olan gencecik bir kadın, üzerine yıldırım düşmesi ile hayatını kaybetti, arkasında gözü yaşlı insanlar bırakarak.  Bu ayetteki “…O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar…” ifadesini zorlama ile kadere veya Sünnettullah denilen tabiat yasalarına ve benzerilerine  dolaylı olarak bağlasak bile ayetin sonundaki  “…O’nun azabı pek şiddetlidir.” İfadesini nereye koyacağız, neye yoracağız, hangi ifade ile bağlayacağız? “Ölüm vakti gelmiş insanın canını almaya gerekirse yıldırım da vesile olabilir” görüşünü doğru kabul edip bu ayete yorum olarak yapıştırmaya çalışsak bile yıldırım çarpması sonucu ölen iyi kalpli bir insanın durumunu, ayetin sonundaki Allah’ın azabı ile nasıl ilişkilendireceğiz? Vakti gelenin almışsın canını, Azap çektirmek nedir? Hadi buna da bir şeyler bulun ve deyin ki: “Yıldırım çarpması gibi şiddetli bir durumla ölen iyi kişiye yıldırımı Allah göndermemiştir, kader sonucu vukuu bulmuştur” falan filan deyin, kıvırın işte bir şeyler.

ALLAH İSMİNİN OKUNUŞU TAM OLARAK NASILDIR?

Sorularla İslamiyet, A,din,islamiyet,Allah isminin okunuşu,Allah mı Ellah mı?,Kuranda Allah yazar mı?, Abdullah ne demek?, Peygamberin babası,Kabe baş putu,Allah,Ellah,
ALLAH | ELLAH

Sorularla İslamiyet sitesinde "Allah isminin okunuşu tam olarak nasıldır?" başlığı altında şöyle bir soru sorulmuş:
 -Kuran-ı kerim okurken Allah ismini tam Allah diyerek okumuyoruz.. Yanlış bilmiyorsam e-a arası okuyoruz .. Ama yazılırken neden Allah diye okuyoruz söylüyoruz..
- Bir de Ömer ve Osman isimleri de Arapça’da ö ve o harfleri yok neden böyle okuyoruz?
Sorularla İslamiyet'in cevabı:
Değerli kardeşimiz,
"Allah" lafza-i celalin başında buluna Elif harfi Arapçada “E”dir, öyle okunur. Fakat bunun kişilere göre telaffuz tarzı E ile A arasında olursa bir şey olmaz.
-Türkçe’de “Ellah” yerine, “Allah” yazılıp okunmasının sebebi, Lafza-i celalin Lamlarının kalın okunmasını sağlamaya yöneliktir. Bunu Latin harfleriyle E yazarsanız, kimse onu kalın okumaz. Oysa bu ismin kalın okunması -ismin manasının azametine uygun olduğu için- (bazı durumlar hariç) kalın okunur ki, lafız ile mana “azamet/büyüklük” çerçevesinde bütünleşmiş olsun.
Aslı Umar ve Usman olan isimlerin, Ömer ve Osman şeklinde söylenmesi, Türkçe’nin özelliğinden ve dile daha kolay gelmesindendir...
Eğer dini kuru kuruya savunmak ve gerçekleri asla kabullenmemek veya bu tarz soruların üzerinde samimi olarak düşünmemekte iseniz ne açıklarsam açıklayayım faydalı olmayacaktır. Fakat ben yine de konu hakkındaki görüşümü ve bazı gerçekleri yazayım.

Aslında Allah diye bir yaratıcı adı yok İslam'da, yani Kur'an da falan da Allah diye bir ilah yok! Ne var peki?
ELLAH (الله)
Çünkü baştaki harf Elif.

Ellah'ı Allah diye okuyamazsın çünkü başındaki harf Elif yani "E" dir. Yani Sorularla İslamiyet'in süslü cevabına bakarsanız söylemek istediği şu, "eğer ince harfle yani E ile okursan ismin bir karizması bir gücü, ihtişamı kalmaz" Onların Ellah isminin Allah diye okunmasına verdiği mantık dışı cevaba göre Allah diye okuyacaksın çünkü büyüklüğünü, azametini göstermen gerekecek.

İyi de bu hile değilse nedir?
Yazılan bir şeyi o dil nasıl gerektiriyorsa öyle okursun, çarpıtmaya kimsenin hakkı yokki. Şimdi diyelim ki Emel adında bir kadın diğer kadınlardan daha güçlüdür diyorsun, tutup da Emel olan bu adı Amel diye okuyabilir misin? Sırf ihtişamlı olsun, güçlü göstersin diye?

Gelelim en önemli meseleye, Allah her şeye gücü yetendir, her şeyi bilir diyenler kimler? Sizlersiniz. O halde Allah adını Ellah olarak belirtip vahiyle iletirken adının sırf bir E harfi yüzünden güçsüz görünebileceğini düşünemedi de yarattı kulları mı düşündü?

Hani şu sürekli "Allah'ın ilmi sonsuzdur" diyen, iki gıdımcık çamurdan yaratıldıklarını söyleyen kulları tutup ta Ellah'ın düşünemediği şeyi mi düşündü? "Tüh ya bak adı Ellah'mış, böyle olmaz söylerken ağzı doldurmuyor haşmetli durmuyor, Allah olsun adı, biz Allah diye okuyalım" diye karar verme yetkisini müslümanlar kendilerinde nasıl görüyorlar? İnandıkları dine göre bunun yeri nedir?

Müslümanların da, Sorularla İslamiyet gibi insanların gözlerini açmasını engellemek isteyen dini kuruluşların da bir şeyi iyi bilmesi gerek aksi halde kendi dini inançları ile çelişiyorlar. Allah dediğiniz yaratıcının hikmeti sonsuz ise, adını da Ellah olarak bildirdi ise (bildiren yok ya neyse) sen bunu değiştiremezsin.


Peki Kur'an'da neden Ellah yazıyor yani Kur'an'ın yaratıcısının adı neden Ellah?
Hep söylüyorum, antik dönem tanrılarının tümü zamanın birçok tanrısından türeyerek, bazı tanrı ve tanrıçaları kendş bünyesinde toplayarak, onların özelliklerini emerek tek ilah haline gelmiştir. Bu süreci gerçekleştiren de o çağda ve o coğrafyada seçtiği ilaha tapan toplumdur. Başka toplumlarda daha güçlü veya iyi özellikleri olan bir ilah gördüklerinde onu kendi tanrıları ile birleştirirler ki yeni tanrıları daha yüce ve kudretli olsun.

El normalde Kenanlıların bir tanrısıydı ve oradan museviler tarafından alındı. El "Şefkatli El", "Canlıların yaratıcısı" gibi isimlerle anılıyordu ve Kenan tanrılarının reisiydi. Al (El) İlah ise eski putperest arapların kabe içinde tapmakta olduğu baş tanrının (Ay tanrısı, diğer isimleriyle SİN, Hubal) adıydı, putların en yücesinin.

Hem Kenanlı ve Musevilerin eski tanrılarından El'i hem de putperest Arapların eski baş putu Al-ilah'ı (El-ilah) birleştirerek yeni oluşturulan tanrının adının Ellah olduğunu söylemek, kabullenmek zorunuza mı gidiyor?

Nasıl ki siz şuan daha güçlü görünsün diye adını değiştirip E yi A yapmaya çalışıyorsanız (pardon çalışmıyorsunuz, yaptınız bile) ayni şekilde antik çağlardaki insanlar da tanrı-tanrıçalarında onlara yeni güçler ekleyerek güncellemeler yapıyorlardı. Antik dönem insanlarının ilahlarını sürekli güncellediğini ispatlayan binlerce antik metin, piramit yazısı gibi kanıtlar sapasağlam duruyor.

He bazılarınız ısrarla şunu diyebilir, yok yahu Allah yani Ellah eski arap putperestlerin taptığı put değildir, bu başka Ellah'tır. İyi de canım kardeşim isim kıtlığı mı vardı da senin inandığın dinin tanrısı kantrilyonlarca isim seçebilecekken (yada isme sahip olabilecekken) gidip kabedeki eski bir ay tanrısı putun adını alacaktı (üstelik putlardan nefret edip onları lanetlemesine rağmen) ?

İsim mi kalmamıştı koca evrende? Muhammed yeni dini ilan ederken kabenin baş putunu tek tanrı ilan etti ve adını bile değiştirmedi bu kadar basit, çünkü Allah'ı da yaratan zaten Muhammed. Bir putu alıp ilah ilan ederek onu Muhammed yaratmış oluyor.

Bak şimdi sizin gibi ısrarla kabul etmeyen tipler için Ellah yani Allah'a İslamiyet öncesi Araplar tarafından tapılıyor muydu bir bakalım:

Muhammed'in babasının ismi Abdullah. Dolayısı ile Abdullah döneminde Arapların inanmakta olduğu bir tanrı var. Aksi halde ismi nasıl Abdullah olabilir? Çünkü anlamı Ellah'ın kulu (sizin üstünü örttüğünüz şekli ile Allah'ın kulu)

Muhammed'in babasının adına bir bakalım:
(ellah) عبد الله (aebd)  
Yani Aebd-Ellah, yani Ellah'ın kulu.

Abdullah bir şeyin kulu olduğuna göre demekki İslamiyet öncesinde taptıkları bir ilah var yani ateist yada dinsiz değiller. Zaten o devirde dinsiz insan ara ki bulasın.

Peki inandıkları din neydi?
Hristiyanlık? Musevilik? Tabi hiçbiri değildi.

Geriye hangi ihtimal kalıyor? Muhammed'in babasının putperest olması ihtimali. Dolayısı ile putperest bir adamın putu olmalı yoksa neye tapacak?
Putunun adı ise zaten yukarıda da gösterdiğim gibi isminde gizli "Ellah". Kur'an'da yazanda zaten Ellah, Allah değil demiş ve göstermiştim.

Bazılarınız yanıldığımı söyleyebilir, o zaman beyin fırtınası yapalım.
Diyelim ki yanılıyorum (gerçi yanılacak birşey yok herşey gün gibi ortada) diyelim ki Ellah-Allah put değildi. O zaman Muhammed'in babasının putu neydi?
Eğer babasının bir putu yoksa dini neydi?
Adam Yahudi değil, Hristiyan değil, ne peki?
Diyelim ki dinsizdi, o halde adı nasıl "Ellah'ın kulu" olacak? Dinsiz biri nasıl bir putun kulu olur?

Yani ne kadar çırpınırsanız çırpının Muhammed'in babası da İslamiyet öncesi Araplar'da putlara tapıyorlardı ve bunlardan biri aynı zamanda en güçlüsü de (panteonun başı) ay tanrısı Ellah-Allah'tı (İslamiyetin sembolünün ay olmasının nedeni).

Yazan: A.Kara

İSLAM VE HRİSTİYANLIKTA TANRI MODELİ

din, hristiyanlık, Hristiyanlıkta tanrı,İslamiyette tanrı, islamiyet, hristiyanlık, İslam ve Hristiyanlık,İsa mesih,Allah,Tanrı insan ilişkisi,Dünden bugüne tanrı
Yunan düşüncesinin, evreni ve evrendeki varlıklar arasındaki ilişkileri, bir mimari bütünle bütünü oluşturan parçalar arasındaki mimari-matematiksel bir ilişkiler bütünü olarak algılama eğiliminde olmasına karışılık Yahudi-Hristiyan düşünce geleneği, daha ziyade Tanrı ile evren arasındaki veya evrendeki varlıkların kendi aralarındaki ilişkileri açıklamakta aile kavramına dayanır ve baba-oğul modelini kullanır.

Tanrı, Yahudi kavmini seçmiştir ve özel bir ilgi ile onları kendi çocukları olarak sevmektedir. Bazen acımasız davranmakla, onu sık sık azarlamakla birlikte kabahatli çocuklarını yine de seven bir baba kadar ona yakın ve şefkatlidir. Özellikle bu fikrin Hristiyanlıkta çok daha vurgulanarak en mükemmel biçimini aldığını biliyoruz. İsa, Tanrı'nın oğludur ve insanların kurtarılması için babasının sevgisine dayanmaktadır.

İslam'a geçtiğimizde ise bu baba-oğul modelinin yerine kul ile efendi arasındaki ilişki; kuldan efendiye itaat, efendiden kula ise hakkaniyet ilkelerine dayalı ittifak, sözleşme fikrinin daha ağır bastığını görmekteyiz. Tanrı, aktüel yaratımdan önceki bir yaratımda insan ruhlarını yaratmış, onları kendisiyle bir sözleşme yapabilecek bir statü içinde donatmış ve sormuştur: "Ben sizin rabbiniz, (yani efendiniz) değil miyim?" Onlar da bunu "Evet" diye cevaplandırmışlardır. Bu noktadan itibaren Tanrı ile kulları arasında karşılıklı ödeve ve haklara dayanan bir misak, pakt tesis edilmiştir. İslam, hiç şüphesiz diğer bir çok veçhesi yanında esas olarak bir hukuktur; Muhammed dünyayı hukuk kavramları içinde, hukuk terimlerinden oluşan bir algı modeli içinde görmekte ve bunu Tanrı-insan, Tanrı-peygamber, peygamber-mümin, mümin-mümin olmayan ilişkilerine uygulamaktadır.

Kim ne derse desin: Hristiyanlığın temel kavramlarının "grace" {lütuf) ve "charite" (merhamete dayanan sevgi, acıma, şefkat) olmasına karşılık İslam'ın temel kavramı, adalet ve hakkaniyettir.

Yazan: Ahmet Arslan, İslam Felsefesi Üzerine, Sayfa 75-76

KUR-AN'DAKİ ÇELİŞKİLER |1

Kurandaki çelişkiler, Kur-an ve çelişkiler, Kur-an hataları, K, din, islamiyet, Allah küfreder mi?, Allahın küfürleri, Kurandaki mantık hataları, Allahın kanunları değişir mi?, Allah,
Müslümanlar tarafından Kuranda hiç bir çelişki yok deniliyor. Hatta Kuranın doğruluğunu ispat etmek için bazen bilim dünyasınca ispat edilmiş şeyleri kabul etmekten imtina ediyorlar. Misal Evrim teorisi. Bu yazımda sizlere Kuranın hem kendi içinde hemde bilim açısından bir kaç çelişkilerini göstereceğim. Bu, dincileri ikna etmese de umarım onlarda eleştiriye ve geleneksel din bilgilerini araştırmaya bir kapı açar. İlk önce Kuranın kendi içindeki çelişkilere bakalım.

Allah her şeyden haberdar mı?

Kuranın bir çok ayetinde Allah'ın her şeyi bildiği ve her şeyden haberdar olduğu bildiriliyor. Şimdi size vereceğim örnekten bunun böyle olmadığı ortaya çıkıyor.

Enfal-65: "Ey Peygamber! Müminleri cihada teşvik eyle. Eğer sizden sabredecek 20 kişi olursa 200 kişiye galip gelirler ve eğer sizden 100 kişi olursa kafirlerden 1.000 kişiye galip gelirler. Çünkü onlar hakkı ve akıbeti düşünmeyen anlayışsız bir kavimdirler."

Bu ayet bir savaş öncesi nazil olmuş ve ayetten anlaşıldığı kadarıyla Allah yirmi Müslümanın iki yüz kafire karşı direnmesini emrediyor. Ancak bu Müslümanlara zor geldiği için Allah bunun ardından şu ayeti vahiy ediyor.

Enfal-66: "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. O halde sizden sabredecek yüz kişi ölürsa ikiyüz düşmana galip gelirler, sizden bin kişi ölürsa Allah’ın izniyle ikibin düşmana galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir."

Bu ayet hakkındaki rivayetler şöyledir.

Abdullah B. Abbas diyor ki: "Eğer içinizden sabırlı yirmi kişi çıkarsa iki yüz kişiye galip gelir..." ayeti nazil olunca, bir Müslümanın 10 düşman karşısında direnmesini farz kılınmıştır. Bu ise Müslümanlara çok zor geldi. Bunun üzerine bu âyet nâzıl oldu ve Müslümanların yükünü hafifletti. Ancak, Allah teala, karşı konacak düşman sayısını eksilttiği nispette müminlerin sabrını da eksiltti."

Buharî, tefsir el-kur'an, 8/6; ebu davud, el-cihad: 114 (2646); ibn cerir et-taberi, câmiu'l-beyân.
Fahreddin er-razı der ki:

"Önceki (65.) ayetteki mükellefiyet Müslümanlara zor ve ağır gelince, cenâb-i hak, bu ayetle Müslümanların üzerinden o yükü kaldırdı. Atâ'nın rivayetine göre İbn abbas (r.a.) şöyle demiştir: "İlk emir inince, muhacirler niyazda bulunarak: "Ey Rabbimiz, biz açız; düşmanımız ise tok. Biz gurbetteyiz, düşmanımız ise yurdunda ve ailesi içinde. Biz memleketimizden, mallarımızdan ve çoluk çocuğumuzdan ayrı düşmüşüz, düşmanımız ise böyle değil" dediler. Ensar da: "Biz hem düşmanımızla uğraşıyoruz, hem de din kardeşimiz olan muhacirlere yardım ediyoruz." dediler. İşte bunun üzerine, hükmü hafifleten bu (66.) ayet indi." Fahreddin er-razı, mefatihu’l-gayb.


Enfal süresi 65 ayetinde Allah Müslümanlara kafirle savaşacakları zamanda ola bilecek sayılarını açıklıyor. Yani 20 kişi olursanız bile 200 yüz kişilik kafir ordusuyla savaştan çekinmeyin diyor. Bunun üzerine aklı başında bazı kişiler bu imkansız diyorlar ve Muhammed insanların tepkileri yüzerine bu ayeti getiriyor. Ayet «Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi.» şeklinde başlıyor. Burada dikkat edilmesi gereken konu şudur. Madem Allah her şeyi biliyor o zaman neden önceden Enfal 65 ayetindeki sayının (20 kişiye 200 kişi) insanlara ağır geleceğini tahmin etmedi? Oysa başka bir ayette Allah kullarını çok iyi tanıdığını yazıyor.

2/BAKARA-286: "Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar."


Şimdi sorum şu Allah verdiği bu sayının Müslümanlara fazla geleceğini neden önceden değilde savaştan sonra anladı? Bu apaçık bir çelişkidir.

Allah Muhammed'i kayırıyor mu?

Dinciler tarafından Kuranın herkese eşit davrandığı yalanı sıkça tekrar edilir. Oysa Kuranın bir takım şeylerde Muhammed'e torpil yaptığı açıkça belli oluyor. Örneğin Kuran'ın tüm Müslümanlara bir takım kadınlarla evliliği yasak ederken Muhammed'e meşru kılması Allah'ın Muhammed'i kayırması gerçeğini gözler önüne seriyor.

33/AHZÂB-50,51: "Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Ayrıca, diğer mu’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikâhlamak istediği herhangi bir mu’min kadını da (sana helâl kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."

Ayette açıkça diğer müminlere değilde sana has olarak ifadesi kullanılıyor. Bu bir torpildir. Üstelik bunu her hangi bir konuda değil de sırf evlilik konusunda yapması da ilginç bir detaydır. Neden? Çünkü bu ayetten yararlanarak Muhammed evlatlığı olan Zeyd'in karısı Zeynep'le evlenmiştir. Bu olaydan rivayetlerde şöyle bahsedilir.

Taberi tarihinde bu hadise şöyle geçer:
”Tanrı elçisi günün birinde Zeyd’i aramak üzere onun evine gelir. Kapıda yünden örülmüş bir perde asılıdır. Peygamber kapının önündeyken rüzgar perdeyi kaldırır. O anda Zeyneb içeride çıplak olarak bulunmaktadır. Tanrı elçisinin gözü ona ilişir, güzelliği hoşuna gider ve kalbinde iz bırakır. Akşam olup da Zeyd eve gelince, Zeyneb ona Peygamberin geldiğini söyler. Zeyd, “ Eve girmesini rica etmeli idin” der. Zeyneb, “ Eve girmesini rica ettiysem de girmedi.” der. Zeyd, “ Peki ayrılırken bir şey söylemedi mi?” der. Zeyneb, “Kalpleri değiştiren Allah kutludur, dedi” der. Bu söz üzerine Zeyd, Muhammed’in Zeyneb’e aşık olduğunu ve onunla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, onun yanına gider ve “Ey Tanrı elçisi, evime geldiğini söylediler, babam ve anam sana feda olsun, eve girmeliydin. Zeyneb hoşuna gitmiş olabilir, eğer hoşuna gittiyse hemen boşarım” der. Muhammed, “Karın hakkında bir şüpheye mi düştün ? ” diye sorar. Zeyd “ Ey Tanrı elçisi, hiçbir hususta ondan şüphelenmedim ve ondan hayırdan başka bir şey görmedim” der. Muhammed ona, daha sonra Ahzab Süresi 37. ayette de bahsi geçen “Eşini tut, Allah’dan kork” sözlerini sarf eder. Ancak her şeye rağmen Zeyd ne düşündüyse Zeyneb’i boşar. ”Bu ziyaretten sonra Zeynep şöyle der: “Resul-u Ekrem hazretlerinin beni görüp beğenmesinden sonra Zeyd benimle evlilik münasebetinde bulunmadı.”

Bundan sonra insanların Muhammed'i kınaması yüzünden olacak ki ne hikmetse ardı ardına ayetler inmeye başlıyor.

"Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: “Eşini yanında tut Allah’tan kork!” demiştin. Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi. Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir." (Ahzab Süresi, 33/37)

Ve böylece insanların eleştirilerinden kurtuluyor göz diktiyi evlatlığının karısını da kendi karısı yapıyor.


Allah'ın kanunları değişir mi?

Kuran bazı ayetlerin açık bir şekilde Allah'ın yazılı olan yasalarında(yani vahiy olarak inen yasalar) hiç bir değişiklik bulamayacağımızı söylüyor.

Fatir-43: “… Hayır! sen Allah’ın kanununda değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik bulamazsın.”

Feth-23: “… Allah kanununda hiçbir değişiklik bulamazsınız.”

Bu ayetlerde kanunlarda değişiklik bulunmadığını söyleyen Allah diğer ayetlerde bunun tam aksini söylüyor.

Bakara-106: “Herhangi bir Ayet’in hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misin? ”

Nahl-101: "Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar Peygamber’e, “Sen ancak uyduruyorsun” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler."

Rad-39: "Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır."

Allah'ın kanunlarını sildiği vakıaların varlığı İslam tarihi gibi kabul edilen hadislerde de bellidir. Gerçi bu hadisler Kuranın değiştirildiğini de ortaya çıkarır ama bu başka bir yazının konusudur.

Enes İbni Malik (rd) rivayet eder ki, “Allah'ın Resulunun sağlığında, Tevbe Sûresine eşit bir sûreyi okurduk. Şu ayetten başkasını unuttum : Velev enne libni ademe vadıyanı min zehebin lebtega ileyhima salışa. Velev enne lehu şalısen, lebtega ileyhima râbia. Velâ yemleu çevfebni ademe illetturabu. Ve yetübüllâhu alâ men tab»
Meali şudur : “Eğer Ademoğlunu altundan iki vadisi olsa, ister ki ona üçüncü şu satılsın. Üçüncüsü de olsa isterki ona dördüncüsü katılsın. Ademoğlunun karnını topraktan başkası doyurmaz. Al­lah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder» Metni nesholan bu ayeti, bazı kelime değişikleriyle ve aynı anlamda olmak üzere, Ebu Vakidi Elleysî, Ebu Musal Eş'arî ve Zeyd İbni Sabit de rivayet etmişlerdir."

Abdullah İbni Mes'ud da şunu rivayet eder : “Allah'ın Resulü bana, bir ayeti okudu ki ben onu ezberlemiş ve musahıfma da yazmış ve yatacağım yere bu yazıyı götürmüştüm. Ertesi günü mushafı elime alınca, yazının bulunduğu sahifenin bembeyaz olduğunu gördüm. Durumu Hz Peygambere haber verince bana, “Ya İbni Mes'ud, o ayet geçen gece kaldırıldı” dedi."

Gördüğünüz gibi Allah önce vahiy ettiği ayeti sonra yazıdan ve beyinlerden silebiliyor. Bunun iki nedeni olabilir. Ya Allah insanlar için en hayırlı olacak sözleri önceden seçemiyor yada bir türlü ne söyleyeceğine karar veremiyor. Bence ikisi de doğru.


Allah önce kafir yapar sonra cehennemde yakar.

Bu konu bir az karmaşık olmasına rağmen kendi üzerimden bunu size izah etmeye çalışacağım. Misal ben Allah'a inanmayan biriyim. Ve Kurana göre ebedi cehennemde yanacak olan insanlardanım. Ancak Kurana baktığımda Allah'a inanmama sebebimin Allah'ın kendisi tarafından sağlanıldığını görüyorum. Sizlere bazı örnekler vereceğim.

17/İSRA-36: "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."

Benim Allah hakkında kesin bir bilgim yok. Onun için dincilerin ortaya attığı Allah tezinin ardına düşmüyorum. Kulaklarımla Allah'ın sesini duymadım, gözlerimle onu görmedim, kalbimle de varlığını inkar ettiğim için bir korku hissi duymadım. Şimdi kendiniz düşünün ben nasıl inanayım Allah'ın var olduğuna? Ama iş bununla da bitmiyor zira Allah'a inanmamakta ısrarımı kendisi sürdürmeme izin veriyor.

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7)

Bu ayette Allah onların kalpleri ve kulakları mühürlenmiştir gözlerine de perde çekilmiştir artık inanmazlar diyor. Ve ayetin sonunda onlar için büyük bir azap vardır diyerek bu mührün mahşer gününe kadar devam edeceğini söyleyerek o insanların azap verilecekler olduğunu kesin bir şekilde söylüyor. Kendisini bana ispatlamak yerine gözlerimi kulaklarımı mühürleyip beni cehenneme atan Allah'ı tanımak ona iman etmek gibi bir şansım var mı? Demek ki Allah kendisi benim inanmayanlardan olmamı istiyor. Bu benim değil Allah'ın suçu. Çünkü o kendisinin varlığını ispat etmek zorunda ben onun yokluğunu ispat etmek zorunda değilim. Eğer birisine 2+2 kaç etmez diye sorarsan bu bir mantık hatası olur. Onun için Allah'ın yokluğu değil varlığı ispat edilir.

Kuran tüm insanlara mı hitap eder?

Geleneksel dinciler Kuranın evrensel olduğunu söyler. Allah bunun bir üst katına çıkarak Kuranın tüm alemlere ait bir kitap olduğunu söylüyor. (dincilere göre 18 bin alem var)

Kalem-52: "Oysa Kuran, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir."

Bunu söyleyen Allah unutkanlıktan mıdır nedendir bilinmez bir diğer ayet te başka bir şey söylüyor.

6/EN'ÂM-92: "İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilâhî kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır."

Şimdi ben Mekke ve onun etrafında yaşamadığım için Kuranın uyarılarını dinlemediğim için haksız mıyım?

Allah küfreder mi?

6/EN'ÂM-108: "Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler."

Ayette Allah başka inançta olan insanların kutsal saydığı şeylere sövmeyin diyor. Zira onlarında kendisine küfredeceğinden korkuyor. Ama bunu söyleyen Allah her nedense diğer ayetlerde İslam dışı inançlara sahip insanlara eşek, köpek, maymun, domuz diyerek küfürler ediyor. İlk önce İslam alimlerinin Allah'a sövme konusundaki hükümleri nelerdir ona bakalım.

İmâm İbn Kesîr rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ’nin: ‘Dîninize dil uzatırlarsa’ buyruğunun mânâsı: ‘Onu ayıplar ve küçümserlerse’ demektir. İşte Rasûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e veya İşlâm Dîni gibi kutsallara şovenin öldürülmesi buradan alınmıştır.” [İbn Kesîr,Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm: 4/102-103.]

Şeyhu’l-İşlâm İbn Teymiyye rahîmehüllâh, şöyle demiştir: “Şoven kimse eğer ki Müslüman ise içmâ ile katledilmesi vaciptir. O kişi sırf bu sövme sebebiyle kâfır ve mürted olmuş ve kâfırlerden daha kötü bir hale gelmiştir, çünkü kâfır Allâh’i yüceltir ve üzerinde bulunduğu bâtıl dînin Allâh ile istihza etme ve O’na sövme anlamına gelmediğini itikat eder.” [eş-Sârimu’l-Meslûl: 546.]

İmâm Ebû Bekr bin el-Arabî rahîmehüllâh ise şöyle ise demiştir: “Şaka olarak yapılan küfür, kişiyi küfre götürür. Ümmette bu konuda ihtilaf yoktur.” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 8/197.]

Şeyh Keşmirî rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Kim, gerek alay ederek gerekse şaka yere küfür kelimesini söylerse (ya da amelini işlerse) ittifakla kâfır olur ve bu konuda itikadına (niyetine) itibar edilmez.” [Keşmirî, İkfârü’l-Mulhidin: 59.]

İmâm İshâk bin Rahaveyh rahîmehüllâh, şöyle demiştir: “Müslüman âlimler, Allâh’a veya Rasûlune söven ya da Allâh’in nebilerinden bir nebiyi öldüren bir kimsenin -Allâh’ın indirdiği şeylerin tamâmını kabul etse bile- sırf bu yaptığı şey sebebiyle kâfır olacağı hususunda içmâ etmişlerdir.” [Abdülmunim, Tenbihu’l-Gafilîn ilâ Hükmı Satımillahi ve’d-Dîn: 13.]

İmâm Hattâbî rahîmehüllâh ise şöyle demiştir: “Böyle bir kimsenin katlı hususunda Müslüman âlimlerden hiçbirisinin ihtilaf ettiğini bilmiyorum.” [Tenbihu’l-Gafilîn: 13.]


Gördüğümüz kadarıyla İslam alimlerinin hepsi Allah'a sövmenin kafirlik olduğunu ve cezasının ölüm olduğunu söylemişler. Ama nedense Allah'ın başka inançtaki insanlara sövmesini meşru görmüşler.

2/BAKARA-171: "İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir."

7/A'RAF-179: "Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar."

25/FURKÂN-44: "Yoksa onların çoğunun, işittiğini veya (böylece) akıl ettiğini mi sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidir."

2/BAKARA-65: Ve andolsun ki siz, içinizden cumartesi günündeki (avlanma yasağını) çiğneyenleri biliyordunuz. O zaman onlara: “Hakir (aşağılık) maymunlar olun.” dedik.

5/MAİDE-60 "Onlar, Allah’ın lanetlediği ve gazap duyduğu ve onlardan maymunlar, domuzlar yaptığı ve tâguta kul ettiği kimselerdir."

62/CUMA-5: "Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir."

7/A'RÂF-176: "Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir."

Bunun gibi yüzlerce örnek var Kuranın çelişkilerini gösteren ama makalenin çok uzamaması için burada bitireceğim zira gelecekteki yazılarımda sıklıkla bu konuyu ele alacağım. Bizi takip etmeye devam edin çünkü bir sonraki yazıda Kuranın bilimle çelişen ayetlerini konu edeceğim. Yıllarca insanlara alimlerin alimi olarak yutturulan Kurandaki kanıtlarıyla Allah'ın aslında bilimden ne kadar uzak olduğunu ispat edeceğim. Bizi okumaya devam edin.

Yazan: Kirpi

ALLAH'IN EKSİK GÖNDERDİĞİ AYETİ DÜZELTMESİ

AY, din,islamiyet,Kuran,Allah,Allah'ın eksik gönderdiği ayeti düzeltmesi,Mü'minun suresi,Patr suresi,Saffat suresi,Allah'tan başka yaratıcı,Zümcr suresi, Kur'an'daki çelişkiler, Hz Ömer,
Mü'minûn Suresi'nin 14. ayeti ilk önce, "Sonra onu (nutfeyi) bir kan pıhtısı haline soktuk; daha sonra kan pıhtısını bir lokmacık et yaptık. Bu bir lokmacık eti, kemiklere çevirdik; bu kemikleri etle kapladık... Sonunda onu bambaşka bir yaratık (insan) olarak teşekkül ettirdik" şeklinde iner. Bu ayet Muhammed tarafından anlatılırken, o anda orada bulunan Ömer, hayretini dile getirip "Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir" der. Ömer’in bu ifadesinden bir süre sonra Muhammed Ömer’e, "Az önce Cebrail geldi ve Mü’minûn Suresi’nin 14'üncü ayetinin sonunda şu cümleciğin de var olduğunu söyledi. (Ömer’in az önce ifade ettiği cümlenin tıpa tıp aynısını okuyor) Artık bundan sonra biz ayeti, bu şekilde bilmeliyiz" diyor ve daha önce farklı inen ayetin son kısmına, "Yapıp YARATANLARIN güzeli olan Allah pek yücedir" anlamındaki ifade eklenmiş oluyor ki, Cebrail ilk ayeti getirdiğinde Ömer onu kullanmış ve Muhammed de dinlemişti. Cebrail bir daha inmiş, eksik getirdiği ayeti bu şekilde tamamlamış oluyordu. Evet, burada haklı olarak şunu sormak lazım:

Acaba Allah neden bu çok kısa olan ayeti önce eksik gönderdi de, Ömer'in iyi bir ifade kullanması sonucu bir daha Cebrail'i yollayıp tekrar düzenleme ihtiyacını duydu?

Bu olaya bakıldığında ilk etapta, Ömer'in söylediği bir sö­zün, ayet olarak şekillenmesi dikkat çekiyor. Oysa bu cümlenin Kur'an'a girmesiyle, kelamcılar, itikadı ekol temsilcileri... ara sıra önemli tartışmalara sebebiyet veren bir durum ortaya çıkmış oluyordu ki, böylece İslam felsefesinin temel prensiplerin Ben birinin şiddetle eleştirilmesine imkan sağlanıyordu. Örneğin; İslamiyetin dayandığı temel paradigmaya göre, hem Allah birdir, onun eşi-benzeri yoktur, hem de yaratma işi, onun zatına mahsustur (başkası tarafından paylaşılamaz). Halbuki, konumuz olan Mü’minûn Suresi'nin 14. ayeti, bu temel prensibe ters düşüyor. Özellikle, "Mutezile" ekolüne bağlı kelamcılar, Mü'minûn Suresi’nin 14. ayetinin bu sonradan inen paragrafını delil göstererek, yaratmayla ilgili Eş’ari ve Matüridilerden farklı bir fikir öne sürmüşler. Kaldı ki bu paragraf, yaratma konusunda Kur'an'da var olan diğer ayetlerle de çelişki teşkil etmektedir. Şöyle ki, geliş sırası itibariyle 43. sırada olan ve zamanlama açısından Mü’minûn Suresi'nden epey önce inen Patır Suresi'nin 3. ayetinde, Allah'tan başka yaratıcı olmadığı çok net bir ifa- deyle beyan ediliyor. Yine bundan epey önce 56. sırada inen Saffat Suresi’nin 96. ayetinde, "Allah sizi ve yaptıklarınızı yarattı” deniyor. Yine daha önce 59. sırada inen Zümcr Suresi'nin 62. ayetinde, "Allah her şeyin yaratıcısıdır” şeklinde ayrımsız bir şekilde Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğu gayet açık bir ifadeyle dile getiriliyor. Oysa, söz konusu olan Mü'minûn Suresi'nin bu 14. ayetinde, başka yaratıcıların varlığı da kabul edilerek, Allah hakkında, "Yapıp yaratanların en güzeli" deniyor ve yaratma konusunda Allah'a ortaklar kabul ediliyor. Ancak, Allah'la diğer yaratıcılar arasında şu fark kalıyor: Allah, en güzel yaratıcı; diğerleri ise, Allah kadar güçlü olmayan yaratıcılar... İşte bütün bu tartışmalara yol açan olay, deminden beri açıklamasını yapmaya çalıştığımız Mü’minûn Suresi'nin 14. ayetin de Ömer'in temennisi üzerine daha sonra inen bölümdür. Bu sure az önceki surelerden sonra inip iniş sırası ise 74 tür. Şunu da hemen belirteyim ki, az önceki farklı ayetler arasında uyum sağlansın diye zoraki yorumlara başvurulmamış değildir; ancak gerçekle ilgisi olmadığı için bu tür yorumlan gündeme getirmedik. Bu konudaki yorumlar için tüm uzun tefsirlerin Mü'minûn Suresi 14. ayetle ilgili açıklamalarına bakılabilir.

Kaynaklar:
Teaid-i Sarih. Diyanet tercemesi. No: 261-2/251; Osman Keskioğlu, Kuran'ı Kerim BUgiIeri, Diyanet yayını, s.37; Vahidi, Esbab ı Nüzul, Mü'minûn Suresi, 14. ayet; Suyuti, Tarib-i Hulefa. 123; el-İlkan, 10. bölüm; Uibab..., Mü minûn Suresi ,14, ayet; Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid. 9/68; Fahrettin er-Razi, Tefsir-i Kebir, Müminun Suresi, 14. ayet. 33 Ebu Davud. Nikah, 41, No: 2146 dipnotunda. Buhari'nin de Tarib-i Kebir'de yazdığım belirtiyor; jbn-i Mace. Nikah, No; 1985; Nesai, Üşret-i Nisâ, s. 166;
Beyhakı, Sünen-i Kübra, 7/30.5; Abdurrazzak, Mu.sannaf, 9/442, No: 17945; Stİnen-i Daremi, 2/147; Müslim. Fedail. No; 2396‘da farklı bir jekilde değinmiş; Hakim. Müstedrek, 2/188; Taberani, Mucemi Kebir, 1/270, No: 748,81