ANTİK MEZOPOTAMYALILARIN BEBEKLERİ YATIŞTIRMAK VE UYARMAK İÇİN OKUDUKLARI
NİNNİLER
Ninniler yeni icatlar değiller tabi. Tarihleri binlerce yıl öncesine
hatta şüphesiz yazılı tarih öncesine kadar uzanır. Babil, Asur, Sümer ve Hattuşa
kültürlerine ait birçok eski Mezopotamya ninnisi günümüze kadar gelmiştir. Dicle
ve Fırat nehirlerinden günümüz Suriye'sine kadar uzanan Mezopotamya son
derece verimli toprakları nedeniyle “Medeniyetin Beşiği” olarak biliniyordu.
Ayrıca bölge, "yazının, şehir kültürünün ve dünyamızı bugüne kadar şekillendiren
diğer birçok kavram ve kurumun doğduğu yer" olarak bilinir. Bu kültürel bölgeden
gelen eski Mezopotamya ninnilerinin hayatta kalması, dünyanın bu bölgesinden
gelen geleneklerin uzun ömürlülüğünün de bir kanıtıdır.
Ninniler
çocukluk kültürünün önemli bir yönüdür. Ninniler söylenirken kasıtlı olarak daha
kolay hatırlanıp söylenebilecek şekilde tasarlanmışlardır. Sözlerinin içinde
genellikle bir nesilden diğerine aktarılan kültürel gelenekler ve uygulamalar
bulunur. Bu tür ninnilerin ardındaki anlam çoğu kez unutulsa da sözleri
aktarılmaya devam ediyor. Örneğin Avrupa'da “Gülün Çevresindeki Yüzük” diye bir
ninni vardır ve çoğu insanlar bunun aslında Kara Veba'ya atıfta bulunduğunu
unutmuşlardır.
Babil'den gelen bir Mezopotamya ninnisi yaklaşık olarak MÖ 2000 yılına
tarihlenir. Eski Mezopotamya'da yaygın olan ilk yazı biçimi olan çivi
yazısıyla yazılan bu özel ninni, ilginç bir şekilde korkunç bir anlatıya
sahiptir:
"Karanlığın evinde yaşayan ufaklık -
peki, şimdi dışarıdasın, güneşin ışığını gördün.
Neden ağlıyorsun, neden bağırıyorsun?
Orada neden ağlamadın?
Evin tanrısını uyandırdın, Kusarikkum uyandı:
"Beni kim uyandırdı? Beni kim irkiltti? "
Ufaklık seni uyandırdı, küçük seni irkiltti!
"Şarap içenlere, içki içenlere olduğu gibi uyku onun üzerine
çökebilir!"
(Çev. W. Farber)
Bebek ağlarken anne yada süt anne, bebeğin ev hayaletini uyandırma suçundan
dolayı ninni söyler çünkü bu durum feci sonuçlar doğurabilir. Ninni, çocuğun
"rahmin sessiz karanlığından" yaşayanların dünyasındaki mevcut konumuna olan
yolculuğunu detaylandırsa da "ağlayan bebeğin tıpkı bir ayyaş gibi sonunda
uykuya dalacağına" dair yakarış ile biter.
Ninninin anlamı çok açık: Bir çocuk ışığın olduğu ve annesi tarafından
tutulabildiği bir dünyada neden huzur bulmasın? Bu yüzden ninni bebeği hem
sakinleştirmeyi hem de tehdit edici motiflerle de olsa uykusuna geri dönmesini
sağlamayı amaçlıyor.
Rahatsız edilmediği sürece zararsız olan Kusarikku gibi doğaüstü varlıkların
bizonlara benzer şekle sahip ev hayaletleri olduğuna inanılırdı. Dolayısı ile
bebeğin aralıksız ağlamalarından rahatsız olabilirdi. Böyle bir noktada ninni,
çocuğun aralıksız ağlamalarından öfkelenen bir Kusarikku'nun insanlara
tanrıların bile yapmayacağı kadar korkunç şeyler yapabileceğini
söyleyerek bebek yada çocuğu uyarır. Bu nedenle şarkı muhtemelen ikili
bir amaca hizmet etmeyi amaçlıyordu: Birincisi çocuğu tekrar uykuya daldırmak
ve bebeklikten çıkmış olan çocuğu uyarmak,
İkincisi; Çocuk ağlamaya devam etmeyi seçerse başlarına ne geleceği konusunda
ona ikazda bulunmak.
Yani bebeğin susması yalnızca anne ve babanın dinlenmesi için bir fırsat
değil, aynı zamanda evdekilerin başına Kusarikku tarafından bir felaket
gelmesini önlemek için gerekliliktir.
Benzer bir mesaj içeren Mezopotamya ninnilerine ikinci bir örnek:
"Sen oradaki küçük, yeni doğmuş insan,
gerçekten dışarı çıktın, güneş ışığını gördün.
Neden orada (anne karnında) annene hiç böyle davranmadın?
Babana iyi davranmak yerine annenin normal bir hayat sürmesine izin
ver,
Dadının ödünü kopardın, süt anneyi rahatsız ettin.
Sen ağladığın için evin tanrısı uyuyamıyor, evin tanrıçası uykusuz
kalıyor.
Gece saatini üç olarak sabitleyen Enkidu'ya kimi göndermeliyim [ona
söyleyerek]:
"Ceylanı yenen onu da yensin.
Ceylanın oğlunu bağlayan da onu bağlasın.
Taşradan rastladığı biri ona uykusunu versin,
Bir öküz sürücüsünün uykusuna yatsın!
Annesi onu uyandırana kadar uyanmasın!"
(Çev. W. Farber)
Her iki Mezopotamya ninnisinde de çocuğun tekrar uykuya dalmaması durumunda
ona veya ailesine yönelik tehdidin altı çiziliyor. İkinci ninni ev hayaletinin
uyanma riskinden açıkça bahsetmese de ilk ninni dikkate alındığında bu ninni
de hayaletin uyanma tehlikesinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bebek
tabi ki ninninin içerdiği ince tehdidinin ardındaki sonuçları anlayamaz fakat
büyüdükçe ev hayaletinin rahatsız edilmesinin tehlikeli olduğu inanışını
anlatan sözler anlaşılır hale gelir.
Zaten Londra'daki İngiliz Müzesi araştırmacılarından Richard Dumbrill de antik
dünyada insan dünyası ile tanrıların dünyası arasındaki ilişki nedeniyle
"korkutucu temaların dönemin tipik ninnileri olduğuna" dikkat çekiyor.
Özellikle Yale Üniversitesi'nde Yakın Doğu'da uzman bir profesör olan Eckart
Frahm, Mezopotamya'da insan ve ilahi dünyalar arasında bir ayrım olmadığını ve
birinin diğerini doğrudan etkileyebileceğine dair inanışlar olduğunu açıkça
ortaya koyar. Bu nedenle evdeki tanrıları rahatsız etmemek konusunda ciddi bir
ders içeren sakinleştirici şarkılar söylemek çocuğa çok küçük yaşlardan
itibaren doğaüstü alemin olası sonuçları nedeniyle eylemlerine karşı dikkatli
olması gerektiği inancını aşılar.
Eski Mezopotamya ninnilerinin derin doğaüstü çağrışımlara sahip olduğunun bir
başka göstergesi de şarkıların söylenmesiyle birlikte yürürlüğe girdiğine
inanılan ritüellerdir. Nippur bölgesinden (modern Bağdat'ın biraz güneyinde)
bir Babil tableti, "önemli bir caddeden, kapıdan, hatta bir mezardan" toz alma
ve şarkı söylerken ağlayan bebeğin üzerine serpme veya sürme uygulamasını
içerir. MÖ 500 ile 300 yılları arasında çivi yazısıyla yazıldığına inanılan bu
tablet, ayinleştirilmiş ninnilere yapılan en eski referanslardan biri olarak
günümüze ulaşmaktadır. Tıpkı bugün bir annenin şarkı söylerken bebeğini
kollarında sallaması gibi, doğaüstü olanın her güne ayrılmaz bir şekilde bağlı
olduğu dünyadaki uygulama, çocuğun çevresinde yaşayan varlıkları rahatsız
etmeyeceğine dair daha fazla güvence gerektiriyordu. Bu nedenle toz serpme,
çocuğu (ve muhtemelen ebeveynleri) uyanmış veya huzursuz tanrıların
"öfkesinden" korumak için ek bir adımdı.
Literatürde Mezopotamya'daki eski ninnilerde atıfta bulunulan bir başka tanrı
da "bebekleri kaçırdığına ve hamile anneleri öldürdüğüne inanılan" iblis
Lamaştu'dur. Çocuğu gece yarısı uyanan ve ağlamaktan vazgeçmeyen bir annenin
korkusunu hayal edin. “Yarı kuş, yarı (dişi) aslan ve memelerinden süt emerek sarkan
köpek yavruları ve domuzların olduğu bir yarı insan” şekilli iblisin gelip
çocuğu kaçıracağı inancı her anne için korkutucu olurdu. Bu nedenle ekstra bir
güvence ve korunma ihtiyacı eski Mezopotamya ninnilerinde güçlü bir rol oynar.
Çocukları korkutmak için sıklıkla eski Mezopotamya ninnilerinde
bahsedilen Mezopotamya iblisi Lamaştu
Tanrılara yapılan duaların Lamaştu gibi şeytanlara karşı korunmanın yanı sıra
çocuğun zamansız ölümüne yol açabilecek bilinmeyen tıbbi nedenlerden ötürü
ağlamamasını sağlamak için ninnilere dahil edilmesi de alışılmadık bir durum
değildi. Antik dünyada yaşam sürelerinin çok uzun olmadığı ve bebek ölüm
oranlarının oldukça yüksek olduğu her zaman hatırlanmalıdır. Ninnilere diğer
tanrılara yönelik duaları dahil etmek hem iç hem de dış kötü güçlere karşı
ikili bir koruma amacına hizmet ederdi.
Eski hayaletler ve şeytanlarla ilgili açıklamalarıyla bağlantılı olarak,
bazıları tarafından eski ninnilerin, şarkıların doğasına bağlı olarak, sihirli
ruhlar lehine veya aleyhine uygun büyülü sözlere dönüştüğüne inanılmaktadır.
Bu ninnilerden bazıları okumaktan ziyade söylenmeye meyilli olduğundan ve bu
ninnilerin bazıları tabletlere kaydedilmiş olduğundan bunların büyülü sözlere
dönüştürülmüş olabileceklerine dair görüşler yoğunluktadır.
Al-Rashid, M. “What did the ancient Mesopotamians ever do for us? From
depression cures to egotistical Trumpian kings and angry customer
complaints, we can still relate to the lives of people living four
millennia ago.”
[https://unherd.com/2019/10/hangover-cures-and-other-mysteries-of-ancient-babylon]
Al-Samarrai, N. “How to Calm a Crying Baby Like a Mesopotamian: Sing a
simple song and sprinkle some sacred dust.”
[https://www.atlasobscura.com/articles/crying-baby-in-mesopotamia]
Biblical Archaeology Society Staff. “Ancient Lullabies in Mesopotamia:
How ancient Near Eastern magicians soothed crying infants.”
[https://www.biblicalarchaeology.org/daily/ancient-cultures/ancient-near-eastern-world/ancient-lullabies-in-mesopotamia]
Bosworth, D. “Archaeological Views: Magical Cures for Crying Infants.”
[https://www.baslibrary.org/biblical-archaeology-review/42/2/11]
Faber, W. “Magic at the Cradle. Babylonian and Assyrian Lullabies.”
Anthropos, 85.1. p. 139-148
Perry, N. “The universal language of lullabies.”
[https://www.bbc.com/news/magazine-21035103]
British Museum. “Tablet.” 2020
[https://www.britishmuseum.org/collection/object/W_1931-0413-4]
George, Andrew R. "Kamadme, the Sumerian Counterpart of the Demon Lamaštu". Sources of Evil. ss. 150-157.
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Büyü, doğal veya doğaüstü varlıkları, güçleri kontrol veya manipüle
ettiği söylenen inançların, ayinlerin veya eylemlerin uygulanmasıdır.
Büyüyle uğraşan kişilere ya büyücü ya da cadı denmiştir. Tarih boyunca zaman
zaman büyü ve büyücülüğe dair çağrışımlar olumludan olumsuza değişse de, sihir
günümüzde birçok kültürde önemli bir dini role sahiptir ve bazılarınca tıbbi
çare arayışında bile büyüye başvurulmaktadır". [1][2][3][4]
Batı kültüründe sihir, ötekiler yani yabancılar ve ilkellikle
ilişkilendirilmiş ve bunun "kültürel farklılığın güçlü bir göstergesi" olduğu
düşünülmüştür. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Batılı
entelektüeller sihri ilkel bir zihniyetin işareti olarak görerek onu marjinal
olmaya çalışan insan gruplarına atfettiler. [5][6][7][8]
Modern okültizm ve Neopagan dinlerinde büyü yaptığını iddia eden pek çok
sihirbaz ve cadı düzenli olarak sihir yapmış [10] ve sihri kişinin iradesinin
gücüyle fiziksel dünyada değişim yaratma tekniği olarak tanımlamıştır. Bu
tanım etkili bir İngiliz okültist olan Aleister Crowley (1875-1947) tarafından
popüler hale getirilmişti ve o andan itibaren Vika, LaVeyan Satanizmi ve Kaos
büyüsü uygulayıcıları onun bu görüşünü benimsemişti.
Dünyadaki büyü inanışlarına bakıldığında 3 büyü türü önümüze çıkar: Kara, Ak
ve Gri Büyü.
Kara büyü bencil, zararlı veya kötü amaçlar için, Ak büyü
büyünün daha çok başkasına yardım amacıyla, iyi niyetle kullanılması olarak
anlaşılmıştır. [11][4]
Sol elin geçmişten bu yana şeytanla, kötülükle, sapkınlıkla
ilişkilendirildiğini biliyoruz. İşte büyü de de sol el kara büyünün, sağ el
ise iyiliksever ak büyünün alanıdır.
Phil Hine şöyle der: "Okültizmin diğer birçok yönü gibi, 'kara büyü' olarak
adlandırılan şey, büyük ölçüde tanımlamayı kimin yaptığına bağlıdır." [12]
Aslında bu sözü çok doğrudur çünkü kara büyü yapan biri de bunu kendinin yada
bir başkasının iyiliği için yaptığını düşünüp aslında yaptığının kötü bir büyü
olmadığını düşünebilir.
Nötr büyü olarak da adlandırılan gri büyü ne özellikle yararlı nedenlerle ne
de tamamen düşmanca uygulamalara odaklanmayan bir sihirdir. [13][14]
Tarihçiler ve antropologlar yüksek sihirle uğraşan uygulayıcılar ile düşük
büyüyle uğraşanlar arasında ayrım yapmışlardır. Çünkü yüksek sihir, uzun ve
ayrıntılı törenler ile sofistike ve bazen pahalı gereçler içeren daha karmaşık
bir büyü türü olarak görülür. Düşük büyü ise köylülerle [16] ve daha kısa
süren, sihirli olduğuna inanılan sözlerin söylendiği basit ayinlerle
ilişkilendirilmiştir. [15]
Mezopotamya'da kötülüğe karşı koymak ve şifa bulmak amacıyla büyüye farklı
biçimlerde başvurulmuştur. Mezopotamya'daki savunma amaçlı yapılan meşru
büyüye Akad dilinde Aşiputu, Sümer'de ise Maşmaşutu denirdi. Bunlar belirli
gerçeklikleri değiştirmeyi amaçlayan büyü ve ayinlerdi.
Eski Mezopotamyalılar sihrin iblislere, hayaletler ve kötü büyücülere karşı
geçerli tek savunma aracı olduğuna inanıyorlardı. [17] Onlara zulmettiğine
inandıkları ruhlara karşı kendilerini savunmak için bu kötü güçleri durdurması
umuduyla kişinin mezarına kispu denilen sunular bırakılırdı. [18] Eğer
verdikleri sunu bir işe yaramazsa bazen ölen kişinin bir heykelciğini yapıp
onu toprağa gömer ve tanrılardan kötü ruhu yok etmelerini ya da kişiye
musallat olmayı bırakmaya zorlamalarını talep ederlerdi. [19]
Sümer dininde büyü, muska, nazar, lanet gibi ögeler ön plandaydı. İnsanların
korktuğu tanrıları ve onların lanetleri karşısında tanrıları sakinleştirmeyi,
memnun etmeyi, insan üstü varlıklarla iletişime geçerek kehanet, sihir, büyü,
şifa, fal, yazgı gibi konulara hakim olmaları nedeni ile rahiplere büyük saygı
duyulurdu.
Kendilerini lanetleyebilecek kötü büyücülerden korunmak için sihre
başvuruyorlardı. Antik Mezopotamya'da kara büyüye karşı kendini savunmak için
karşıdaki kişi ile aynı tekniklerin kullanıldığı görülür. Fakat lanetlemeye
yönelik kara büyüler gizlice uygulanıyorken kendini başka bir büyü yada
büyücüye karşı savunma amacıyla yapılan büyüler açıkta, izleyici önünde
yürütülüyordu.
İnanışlarında büyücüyü cezalandırmak için yapılan Maklû yada "Yakma" olarak
bilinen dini törene başvurulurdu.
Bu uygulamada büyücülükten muzdarip olan kişi, büyücünün bir heykelciğini
yapar ve geceleri onu yargılamaya başlar. Daha sonra eğer büyücünün suçlarının
niteliği belirlenebilirse büyücünün heykelciği yakılır ve böylece büyücünün
gücününün kırılacağına inanılırdı. [20]
Sümerlerde ise "bağı" adı verilen kara büyünün kasten yapılması büyük bir
kötülük olarak görülür ve büyüye maruz kaldığını iddia eden kişi kendine
yapılan büyüyü yalnızca rahiplerin kehanetleri ile öğrenebilirdi. Eğer kara
büyü tespit edilirse bunu yok etmek için ak büyüye başvurulur, kara büyüyü
bozma girişiminde kötü güçlere maruz kalmamak için evin belli noktalarına
büyülü metinlerin yazılı olduğu tabletler konurdu. [46]
Mezopotamyalılar kendilerini bilmeden işlenen günahlardan arındırmak için de
büyülü ayinler yapardı. [20] "Maklu" adını verdikleri dini törende büyücü,
kişiyi tüm günahlarından arındırmak için onları bir hurma şeridi, soğan ve bir
tutam yün gibi çeşitli nesnelere aktararak yakardı. [21] İnanışa göre böylece
bilmeden işlemiş olabileceği tüm günahlardan arınacaklardı. Bu, Yahudilerin
Yom-Kippur adlı kefaret gününde başları üzerinde tavuk çevirerek günahlarını
ona aktardıklarına inandıkları Kaparot ayinine oldukça benzemektedir. Eski
Mezopotamya toplumlarının din ve uygulamaları daha sonraları onları putperest
olarak yaftalayan İbrahimi dinlerde farklı isim ve uygulamalar altında
yaşamaya devam etmiştir.
Şurpu adı verilen yalatma yöntemi ile büyü bozmaya başvurulur, hastalıkları
ortadan kaldırması için tanrılara kurban verilen ayinler düzenlenirdi. [36]
Yani kurban, adak gibi uygulamalar ve kendisi için kan akıtılmasını isteyen
ilahlar düşüncesi Sümer dininin ayrılmaz parçalarındandı.
Başvurdukları şeylerden biri de aşk büyüsüydü. Bu tür büyülerle bir kişinin
başka bir kişiye aşık olması, bitmiş olan sevgiyi yeniden kazanması veya
erkeğin ereksiyon problemine çözüm getirmesi hedeflenirdi. [22] Bir adamı
koruyucu tanrısı ile veya bir kadını onu ihmal eden kocası ile uzlaştırmak
için de büyüye başvurulurdu. [23]
Sümer rahibelerinin doğum yapan kadınları kötü varlıklardan koruduğuna
inanılır ve bu rahibe sınıfı aynı zamanda büyücü olarak kabul edilirdi.
Mezopotamya'dan rasyonel bilim ile büyü arasında hiçbir ayrım yoktu. [24] Biri
hastalandığında doktorlar hem okunacak sihirli sözlere hem de tıbbi tedaviye
başvururdu. Çoğu ayin, büyülü sanatlarda uzman olan, Aşipu (āšipu) adı verilen
kişiler tarafından gerçekleştirilirdi. [30][31][32] Bu meslek genellikle
nesilden nesile [25] aktarılır ve son derece yüksek saygı görürdü. Bu yüzden
genellikle krallara ve büyük liderlere danışman olarak hizmet ederlerdi. Fakat
Aşipular sadece birer sihirbaz değil aynı zamanda doktor, rahip, yazıcı ve
bilgin olarak da hizmet ederdi. [26]
Tanrı Ea ile bağdaştırılan Sümer tanrısı Enki bile sihir ve büyülü sözlerle
yakından ilişkiliydi. [27] Büyü uygulayıcısı olan Aşipu'ların koruyucu
tanrısıydı ve tüm gizli bilginin nihai kaynağı olarak kabul edilirdi.
[28][33][34] Mezopotamyalılar ayrıca talep edildiğinde bazı alamet ve
kehanetlere ulaşabileceklerine inanıyor ve alametleri daima son derece
ciddiyetle alıyorlardı. [29]
Mezopotamya'da kötülüğün nedenleri ve bunun nasıl önleneceği konusunda "büyü
kasesi" veya "sihirli kase" adı verilen koruyucu yöntemlere başvurulduğu
görülür. 6-8. yüzyıllar arasında oldukça popüler olan bu kaseler Orta Doğu'da,
özellikle Yukarı Mezopotamya ve Suriye'de üretilirdi. [35] Yüzüstü gömülen bu
kaselerle iblisleri yakalamak hedeflenirdi. Bunlar genellikle eşiğin altına,
avlulara, yeni ölenlerin evlerinin köşelerine ve mezarlıklara yerleştirilirdi.
[37] Büyü kaselerinin bir alt kategorisi, Yahudi ve Hristiyanların büyüde
kullandıklarıdır. Aramice dilindeki büyülü kaseler Yahudilerin büyü
uygulamaları hakkında önemli bir bilgi kaynağıdır. [38][39][40][41][42]
Hititlerde de büyü ayinleri oldukça yaygındı. Büyü içeren törenleri sadece
tapınak ve kutsal alanlardaki ibadetlerle sınırlı değildi. Hitit metinleri
şifa ve korunma amaçlı birçok büyü hakkında bilgiler verir. [51] Hititler de
Tıpkı Sümer'de olduğu gibi kötü cinleri, hastalıkları kovmak için büyüye
başvururdu fakat bu büyüleri ya kişinin evinde yada yerleşim alanlarının
dışında, uzakta yaparlardı. Kişinin saflığını kaybetmesi, cinler, hayaletler,
iftira, büyü, kirli nesnelere dokunma ve tanrıların öfkelenmesi gibi
nedenlerden ötürü hastalandığına yada talihinin ters gittiğine inanılıyordu.
Tanrıların öfkesini bastırmak için kan dökülmesi gerekse de dökülen kanın aynı
zamanda evi kirlettiği ve törensel bir arınmaya ihtiyaç duyduğu düşünülürdü.
Ritüeller Sümer lologramlarının geleneksel çevirisini kullanan şifacılar
tarafından idare edilirdi. Büyü törenlerinde "Yaşlı Kadın" adı verilen uzman
kadınlar yada "kahin" ler olan erkekler önemli rol oynardı. [55]
Hititlerin büyü ayinlerinin genel öğretileri arasında sembolik eylemler
bulunur. Tanrılar yardım için çağrılırken ayinin hedefindeki kişi genellikle
saflığın simgesi olan su, yağ yada gümüş kullanılarak arındırılır. Kişinin
hastalığı veya kirliliği figürlere yada doğrudan hayvanlara temas yoluyla
aktarılarak onları taşıyıcı konumuna getirir. Daha sonra kötülüğü içinde
taşıyan bu figür yada hayvanlar bulundukları bölgeden uzaklaştırılır.
Bir Hitit büyü ayininde kişiyi etkileyen kötülüğün bir fareye nakledildiği
anlatılır. Kötülüğe maruz kalan kişinin sağ eline ve ayağına ip ve kalay
iliştirildikten sonra kalay alınır ve tekrar iple fareye bağlanır. Ardından
büyüyü yapan kişi fareyi kovalarken onu iki cine havale eder ve şöyle der:
“Kötülüğü onlardan aldım, onu bir fareye sarmaladım. Bu farenin onu dağlara,
derin vadilere ve uzun yollara götürmesine izin ver! ... Zarniza, Tarpatašša
onu sen al!” [56]
Antik Yunanda büyücüler, Perslerde ise Magi rahipleri denen sihirbazlar
yalnızca sırların bilgeliğe sahip kişiler olarak değil, aynı zamanda matematik
ve kimya gibi çeşitli alanların efendileri olarak görülüyorlardı. Büyücüler
ölüm, kehanet ve kara büyü ile ilişkilendirildiğinden şüphesiz onlardan
korkuluyordu ve genellikle toplumun daha uç noktalarında yaşıyor ve
hayatlarını sadakalarla sürdürüyorlardı.
Yunan mitolojisinde büyü, Hermes, ay ve büyücülük tanrısı Hekate,
Orfeus, büyülü bitkiler, iksirler konusunda uzman olan ve Odisseus'un Hades'in
hayaletlerini çağırmasına yardım eden Helios'un büyücü kızı Kirke gibi
figürlerle ilişkilendirilmiştir. Sihirli iksirler ve lanetlerle ilgili bol
miktarda efsane bulunur. Örneğin, Nessos adlı sentor (yarı at-yarı insan)
ölürken akan kanından Herkül'ün karısı Deianeira'ya verir ve sevgilisi ona
ihanet ederse kullanmasını, bunun bir aşk iksiri olduğunu, eğer Herkül'ün
giysisine bu kanı sürerse ona yeniden aşık olacağını söyler. Fakat bu kanın
içine Hydranın zehirli salyası karışmıştır. Herkül yanında İole ile birlikte
gelince kıskançlık krizine giren Deianeira kendine söylenenleri yaparak kana
buladığı gömleği kocası Herkül'e verir ve Herkül onu giyer giymez yanmaya
başlar ve korkunç bir şekilde can verir. [9]
Yönümüzü Mısır'a çevirirsek; Heka ile kişileştirilen Büyü eski Mısır din ve
kültürünün ayrılmaz bir parçasıydı. Tüm bunları bizzat Mısırlılar tarafından
yazılıp günümüze ulaşan metinlerden biliyoruz. [43]
Kıpti terimi olan "hik", dinsizlik ya da yasadışılık anlamına gelmeyen ve
Eski Krallık'tan Roma dönemine kadar kullanılan, firavunlara ait "heka"
teriminin torunudur. [44] Ahlaki açıdan tarafsız kabul edilen heka, hem
yabancıların hem de Mısırlıların uygulama ve inançlarında yer edindi.
Merikare Talimatları heka'nın vakıaları savuşturacak silahlar olmak üzere
yaratıcının insanlığa armağan ettiği bir iyilik olduğunu bildirir. [45]
Mısır'da sihir, hem okur-yazar rahip hiyerarşisi hem de okuma yazma bilmeyen
çiftçiler ve çobanlar tarafından uygulanırdı ve heka ilkesi, hem
tapınaklarda hem de özel ortamlarda tüm ayinlerin temelini oluşturuyordu.
[47]
Heka'nın temel ilkesi kelimelerin bir şeyleri var etme gücüne odaklanır.
[48] Karenga, yaratıcının dünyayı var etmek için kullandığı birincil
araç olarak kelimelerin temel gücünü ve ontolojik rolünü açıklar. Çünkü
antik Mısır insanı tanrılarla aynı ilahi doğayı ve onların görüntüsünü (snnw
ntr) paylaştığına inandığından tıpkı tanrıların yaptığı gibi kelimeleri
yaratıcı bir şekilde kullanma gücüne sahip olduklarını düşünmüşlerdir. [50]
Mısır'ın Beşinci Hanedanlığının son firavunu olan Unas piramidinin iç
duvarları, dikey sütunlar halinde yerden tavana uzanan yüzlerce büyülü yazıtla
kaplıdır. Bu yazıtlar Piramit Metinleri olarak bilinir ve Öbür Dünyada hayatta
kalabilmek için firavunun ihtiyaç duyduğu büyüleri içerir. Fakat Piramit
Metinleri kesinlikle yalnızca kraliyet soyu içindi ve büyüler, büyülü sözler
sıradan kişilerden gizli tutulurdu. Birinci Ara Dönem'in kaosu ve huzursuzluğu
sırasında mezar soyguncuları piramitlere girerek büyülü yazıtları gördüler.
Böylece halk büyüleri öğrenmeye başlayınca Orta Krallık’ın başlangıcında halk
kendi tabutunun kenarına benzer yazılar yazmaya başladı ve bunu yapmanın öbür
dünyada onların hayatta kalmasını sağlayacağını umdular. Bu yazılar Tabut
Metinleri olarak bilinir. [47] [48][49]
Mısırlıların "Meket"dediği muskalar (tılsım) hem yaşayanlar hem de ölüler
arasında yaygındı. [52][48] Bunları kötülüklerden korunma ve "evrenin temel
adaletini yeniden teyit etme" aracı olarak kullanıyorlardı. [53] Bulunan en
eski muskalar hanedanlık öncesi Badâri Dönemi'ne aittir ve bu muskalar
Roma dönemine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. [54] Yani Arapların İslam'a
entegre ederek boyunlarına asmaya başladığı ve toplumumuzun da uygulamaktan
geri kalmadığı muskaların temeli aslında antik Mısır ve Sümer dinlerine
dayanır.
Hutton, Ronald. Witches, Druids and King Arthur. p. x.
A.g.e, p. ix.
Bailey, Michael D. Magic: The Basics, pp. 1-5
Baglari, M.H. "The Magic Art of Witchcraft and Black Magic". International
Journal of Scientific and Research: 20
Bogdan, p. 2; Graham, p. 255
Bailey, Michael D. Magic: The Basics, p. 89
Davies, Owen. Magic: A Very Short Introduction, p. 1
Styers, Randall. Making Magic: Religion, Magic, and Science in the Modern
World., p. 14
Publius Ovidius Naso, Metamorphoses, IX l.132–33
Berger, H.A., Ezzy, D., Teenage Witches, p. 24
Miller, JL. "Practice and perception of black magic among the Hittites".
Altorientalische Forschungen. 37 (2)
Jesper Aagaard Petersen. Contemporary religious Satanism: A Critical
Anthology.
Smoley, R. & Kinney, J., Hidden Wisdom: A Guide to the Western Inner
Traditions'. p. 121.
Cicero, Chic & Cicero, Sandra Tabatha The Essential Golden Dawn: An
Introduction to High Magic. Llewellyn Books. p. 87.
A.g.e, p. 40
Greenwood, S., Magic, Witchcraft and the Otherworld, Berg, page 7
Sasson, Jack M. Civilizations of the ancient Near East. Scribner. pp.
1896–1898.
A.g.e., p. 1897
A.g.e., pp. 1898–1898
A.g.e., p. 1898
A.g.e., p. 1899
A.g.e., pp. 1900–1901
A.g.e., p. 1901
A.g.e., p. 1895.
A.g.e, pp. 1901–1902
A.g.e, pp. 1901–1904
A.g.e., p. 1843
A.g.e., p. 1866
A.g.e, pp. 1899–1900
Abusch, Tzvi. Mesopotamian Witchcraft: Towards a History and Understanding
of Babylonian Witchcraft Beliefs and Literature. p. 56.
Brown, Michael. Israel's Divine Healer. p. 42
Kuiper, Kathleen. Mesopotamia: The World's Earliest Civilization. p. 178
Delaporte, Louis-Joseph. Mesopotamia. Routledge. p. 152
Abusch, I. Tzvi; Toorn, Karel Van Der. Mesopotamian Magic: Textual,
Historical, and Interpretative Perspectives.
Noegel, Scott; Walker, Joel Walker. Prayer, Magic, and the Stars in the
Ancient and Late Antique World. p. 83
M. Şemsettin Günaltay, Türk Tarihinin Đlk Devirlerinden Yakın Şark Elam ve
Mezopotamya, s.489
J. A. Montgomery, "A Syriac Incantation Bowl with Christian Formula,"
The International Standard Bible Encyclopedia p.217, Geoffrey W. Bromiley
"D. Aramaic Incantation Bowls. One important source of knowledge about
Jewish magical practices is the nearly eighty extant incantation bowls
made by Jews in Babylonia during the Sassanian period (ad 226-636). ...
Though the exact use of the bowls is disputed, their function is clearly
apotrapaic in that they are meant to ward off the evil effects of several
malevolent supernatural beings and influences, e.g., the evil eye, Lilith,
and Bagdana."
A Dictionary of biblical tradition in English literature p. 454, David L.
Jeffrey "Aramaic incantation bowls of the 6th cent, show her with
disheveled hair and tell how"
Bell, H.I., Nock, A.D., Thompson, H., Magical Texts From A Bilingual
Papyrus In The British Museum, Vol, XVII, p 24.
Ritner, R.K., Magic: An Overview in Redford, D.B., Oxford Encyclopedia Of
Ancient Egypt, p 321
A.g.e, p 321-322
Jeremy Black, Anthony Green, Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü Tanrılar,
İfritler, Semboller, s. 55-56
A.g.e, p 323
Brier, Bob; Hobbs, Hoyt. Ancient Egypt: Everyday Life in the Land of the
Nile.
Karenga, M, page 187
A.g.e, page 216
Engelhard, D. 1970 Hittite Magical Practices
Teeter, E., Religion and Ritual in Ancient Egypt, p.170
A.g.e., p.118
Andrews, C., Amulets of Ancient Egypt, p.1
Miller, J. L. Studies in the Origins, Development and Interpretation of
the Kizzuwatna Rituals,, 469-511
Christiansen, B. Die Ritualtradition der Ambazzi : 36-39
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
ANTİK SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER
Sümer topraklarına, kültür ve dinlerine sahip olmuş olan Samilerin, onların
efsane ve inanışlarından hiçbirini benimsemediğini düşünmek doğru
olmayacaktır. Kurulan her Sami devletinin Sümer dininden ögeler edindiği ve
kendine uyarladığı bulunan arkeolojik keşifler ile ispatlanmıştır.
Cin inanışı da bunlardan biridir. Bu bağlamda önce Sümer-Babil toplumlarında
cinlere dair anlatılara, onlardan ne şekilde bahsedildiğine sonra da bu
inanışların Arap coğrafya ve dininde nasıl yer edindiğine hadisler üzerinden
bakacağız.
Sümer mitolojisinde Galla adlı cinlerin ismi İnanna ve Dumuzi mitosunda sıkça
geçmektedir. Bunlar insanları yer altına çeken, yedi rakamı ile tanımlanan,
şekil değiştirebilen kötü cinlerdir. İnanna-Dumuzi efsanesinde Dumuzi'yi yer
altına çekenler de Galla adlı bu cinlerdir.
[19] Sümer tabletlerinde onların
yiyip içmedikleri ve sevgi barındırmadıklarına vurgu yapılır.
[20]
Enki, yer altına inip orada esir kalan doğurganlık tanrıçası İnanna'yı
kurtarmak için tırnaklarının dibindeki pislikten kurgarru ve kalaturru adında
varlıklar yaratır ve bu varlıkları yer altı dünyasına, İnanna'nın yanına
gönderir. Yani Enki cinleri kirden yaratmış ve onları cehennem ile
ilişkilendirilen yer altı dünyasına göndermiştir. Onların yaratılışındaki bu
kir ögesi Arap dinindeki "cinlerin azığı (yiyeceği)" konusu ile oldukça
ilişkilidir.
İnanna'nın yer altına inişinin anlatıldığı mitosa göre İnanna cinler
tarafından kurtarılıp yeryüzüne çıktığında etrafı cinlerle sarılmış
durumdadır. Yeryüzüne dönmüş olan İnanna'nın anlatısında cinlerden nasıl
bahsedildiğine bakalım:
İnanna ölüler diyarından çıktı;
İnanna ölüler diyarından çıkınca,
Ulağı Ninşubur ayaklarına kapandı,
Yerin dibine girdi, çaputlara büründü.
Cinler kutsal inanna’ya şöyle dediler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” [8]
Tıpkı orta doğu dinlerinde Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar
getiren cinler gibi, Sümer dininde de cinler diğer varlıkları başka yerlere
götürebilmektedir. Öyle ki cinler, İnanna'nın huzuruna çıksınlar diye diğer
tanrıları İnanna'nın ayağına getirirler.
Yukarıda da gördüğünüz üzere cinler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” derler fakat
cinlere dair bir diğer özellik bu mitosta İnanna'yı sürekli olarak farklı
yerlere götürebilmeleridir.
İlgili Sümer efsanesinin metninde cinler:
“Haydi onu götürelim, Umma'da Sigkurşagga’ya götürelim onu.”
“Haydi onu götürelim, Badtibira’da Emuşkalamma’ya götürelim
onu.” [8]
Gibi ifadeler kullanır ve İnanna'yı ilgili yerlere götürürler.
Sümer'i işgal eden Samiler Babil'i kurduğunda Sümer dinini kendi dillerine
çevirerek, okudu, öğrendi ve türetti. Efsanelerinde yer altı dünyasına dair
korkularının ne kadar ağır bastığı net şekilde görülür.
Babil mitolojisinde Gılgamış'ın ölen arkadaşı Ea-bani, ölüm tanrısı Nergal
tarafından diriltildiğinde Gılgamış'a yeraltı dünyasını tarif ederken
defnedilen bir savaşçı ile cesedi toprak üstünde terk edilmiş iki savaşçıyı
kıyaslayarak şöyle der:
Bir divana yattı,
Ve saf sudan içti.
Savaşta öldürülen adam... Sen de ben de sıkça gördük böylesini.
Babası ile annesi başını kollarına almış,
Ve karısı yanı başında diz çökmüş.
Öte yandan cesedi yeryüzüne bırakılmış adam,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Ruhu artık yeryüzünde istirahat etmiyor.
Ruhuyla artık kimsenin ilgilenmediği adamı,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği.[9]
Dikkat edilmesi gereken yer son iki mısradır:
Şişelerdeki tortular,
ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve
sokaklara saçılanlar artık onun yemeği.
Yani Samilere göre cesedi gömülmeyen savaşçılar yeryüzünde dolaşıyor,
insanların ziyafetlerinden, yiyip içtiklerinden, sokaklara atılan artık
yemeklerden, mesela sıyırıp yedikleri etlerin kemiklerinden besleniyorlardı.
Onların yemeği artık buydu. Peki bu size tanıdık geldi mi? İslamdaki cinlerin
yemeği inanışı ile ne kadar benziyor değil mi?
İşte efsane ve inanışlar böyledir. Sümer ve Babil'deki kirden yaratılan, yer
altına, dolayısı ile ateşin egemen olduğu mekana gönderilen canlılar ile huzur
bulamayan savaşçıların yeryüzünde gezerek yemek artıklarını yemesi gibi
anlatılar Sami toplumları arasında yayılarak Arapların cin dediği varlığın
yaratılışına zemin hazırlamıştır. Öyle ki oldukça güçlü görünen cin
inanışlarından dolayı eski Arapların cinlere saygı duyduğu, taptığı olmuş
ve aslında insanların yarattığı bu mistik varlık gerçekmiş gibi Kur'an'da ve
kutsal denen diğer kitaplarda bile kendine yer edinmiştir.
Cinlere olan inancın kesin kökeni tam olarak bilinmese de Orta Doğu'daki bazı
bilim adamları onların çöllerde ve kirli yerlerde yaşayan kötü ruhlar olarak
ortaya çıktığını, genellikle hayvan biçimine girdiklerini iddia eder.
[7] Diğerleri ise cinlerin
başlangıçta pagan doğa tanrıları olduklarını ve diğer tanrılar daha fazla önem
kazandıkça cinlerin yavaş yavaş önemsizleştiğini iddia eder. Aslında Sami
ırkının birbirleri ile bağlantısı, inanışları, Mezopotamya'daki süreçleri ve
Sümer-Babil-Akad metinleri göze alındığında bu iki görüşe de doğru demek
mümkündür.
Eski Sümerler şişkin gözlü, köpek yüzlü, pullu vücutlu, kuş pençeli ve kanatlı
bir rüzgar cini olan Pazuzu'ya inanıyorlardı. Eski Babilliler, uzaktaki ıssız
yerlerde, çöllerde, mezarlıklarda, dağlarda ve denizde bulunduğuna inanılan
bir cin sınıfı olan utukku'ya inanıyorlardı.
Babilliler aynı zamanda Arapların çölde yaşayan, sırtlan şeklinde görünen ve
gezginleri yakalayıp yiyen Gul adlı iblis inancına benzer şekilde, tenha
yerlerde gezginlere saldırdığına inanılan bir vampir cin olan Rabisu'ya da
inanmışlardı. Adı etimolojik olarak bir Sümer yeraltı cini olan galla ile
ilişkiliydi. [7][11][12][13]
Eski Suriye kenti Palmira'da cinlere benzer varlıklar cinnayê olarak
biliniyordu. Günümüz Bedevileri arasındaki cinler gibi cinnayê'nin de
insanlara benzediği düşünülüyordu. Çöldeki kervanları, sığırları, köyleri
koruduklarına inanıldığından onların şerefine koruyucu tapınaklar kuruldu.
İnsana cin musallat olması, bedenine girmesi gibi anlatı ve inanışların temeli
bile Sümer'e dayanmaktadır. Hatta bazı Müslüman modernistlerin cinleri
hastalığa neden olan virüs olarak yorumlamasına benzer şekilde antik Sümer'de
de insan bedenine giren cinler onları hasta ediyordu.
[15]
Sümer büyücüleri yaptıkları ayinlerde cinleri kovmak için “Gökyüzünün davetine
kulak verin! Yer altı dünyasının davetine kulak verin!” gibi sözler
kullanırlardı. Kişiyi kötü cinlerin saldırılarından korumak için evinin
çeşitli yerlerine büyülü sözlerin yazıldığı muskalar konur, daha sonra kötü
cinler tasvir edilerek kovulurdu.
[16]
Sümerlerin inanışına göre bir insan hata ve günahlarında aşırılığa gidip
bunları terk etmiyorsa koruyucu tanrısı o kişinin bedeninden çıkar ve bu
boşluktan faydalanan cinler kişinin bedenine girerek ele geçirir, onu kötü
hale sokardı. Bu cinlerden kurtulmak için tanrılara yakarıp dua etmek, onlara
kurban ve adaklar vermek, böylece sevgilerini geri kazanmak gerekirdi. Bu
yolda edilen dualardan biri şöyledir:
Sümer dininde tanrıların en çok sevdiği kurbanın kuzu olduğuna inanıldığından
kurban ve adaklar genellikle koyun, oğlak ve kuzulardan oluşurdu. Fakat bir
hastalığa tutulmuş kişinin tanrılardan yardım isteyebilmesi ve kötü cinleri
def edebilmesi için bir domuz kurban edilmesi ve 6 parçaya bölünerek hastanın
üzerine konması gerekirdi. Sonrasında Apsu'nun kutsal suyuyla yıkanan hastanın
kapısının önüne külde pişirilmiş 7 ekmek bırakılır ve bu eylem 2 kez
tekrarlanırdı. Devamında ise insan uzuvlarının karşısına 6 parçaya ayrılmış
olan domuzun uzuvları konarak cinlere takdim edilirdi.
[21]
Doğuma dair bazı inanışlar da vardı. Nugig veya kadiştum adlı sınıftan olan
Sümer rahibeleri aynı zamanda büyücü olarak görülüyor, genel olarak
tapınaklarda görev yapıyor olsalar da doğum yapacak kadınları koruma görevini
de üstleniyorlardı. Çünkü inanışa göre doğum yapan kadın zayıf düştüğünden onu
kötü cinlerin ve ifritlerin saldırılarından korumak gerekiyordu.
[18]
Yani İslam'da olduğu gibi antik Mezopotamya'da da cinlerin yarı insan yarı
hayvan görünümlü varlıklar olduğu, mezarlık, çöl gibi tenha yerlerde bulunup
insanlara musallat oldukları, bedenen zayıf veya günahkar insanları,
hamileleri hedef aldıkları, insan bedenine girdiklerine, şekil
değiştirebildiklerine dair inanışlar bulunmaktaydı.
Cinlerin yiyip-içtikleri konusundaki ihtilaf bile İslam'a aynı şekilde
geçmişti. Çünkü Sümer dininde cinlerden bahsedilirken bazen yiyip içmedikleri,
bazen ise tam tersi olduğundan bahsedilirdi. Bu, günümüz İslam alimleri
arasında bile hala devam eden ihtilaflardan biridir. Çünkü bir kısmı "cinler
tabi ki yer-içer" derken diğer kısmı "ateş ve dumandan olan varlıklar nasıl
yiyip içsin" demektedir.
Şimdi gelin hadislerde Cinlere dair neler anlatılıyor, Mezopotamya'daki
inanışlara nasıl benziyor kendiniz görün.
Cinlerin yemeği -1 Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir: Ebû
Hüreyre, Peygamber'in beraberinde bulunuyor ve abdest için su matarasını
taşıyordu. Hazreti Peygamber taharet için uzaklaşınca, Ebû Hüreyre su
matarasını alarak Hazreti Peygamberi takip etti. Bunu fark eden Hazreti
Peygamber: «Bu (peşimden gelen) kimdir?.» buyurdu. Ebû Hüreyre; -Ben,
Ebû Hüreyre,'yim, diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem: «Bana birkaç taş
getir, onlarla temizleneyim. Ancak kemik ve tezek getirme.» Ebu Hüreyre
der ki: -Kemik ve tezeğin nesi var? diye sordum. Peygamber bana cevaben
şöyle buyurdu: «Onlar (kemik ile tezek) cinlerin yemeklerindendir.
Nitekim bana Nasibin beldesinin cinlerinden bir heyet geldi. Onlar ne iyi
cinlerdi. Benden azık ve yiyecek istediler. Ben de onlar için Allah'a dua
ettim ki, rastladıkları her kemik ve tezeğin üstünde behemehal bir yiyecek
bulsunlar.» [3]
Cinlerin yemeği -2 Âmir'den rivayet edilmiştir: “Alkame'ye
sordum: Abdullah İbn Mes'ud, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde
bulundu mu?” dedim. Alkame: “Abdullah İbn Mes'ud'a ben de bu meseleyi
sorup: “Sizden birisi, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu
mu?” dedim. Abdullah İbn Mes'ud: “Hayır, fakat bir gece biz Resulullah
(s.a.v.) ile birlikte bulunduk. Bir ara onu kaybettik ve onu vadilerde, dağ
yollarında aradık, acaba (cinler tarafından) uçuruldu mu, yoksa gizlice
öldürüldü mü?” dedik. Böylece bir kavmin geceleyebileceği en kötü geceyi
geçirdik. Sabahlayınca bir de baktık ki, Resulullah (s.a.v.) Hirâ tarafından
çıka geldi. Ona: “Ey Allah'ın resulü! Seni kaybettik, aradık, fakat
bulamadık. Bu sebeple bir kavmin geceleyeceği en kötü geceyi geçirdik” dedik.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.): “Bana, cinlerin dâvetcisi geldi.
Onunla gittim de cinlere Kur'ân okudum” buyurdu. Bizi götürerek cinlerin
izlerini ve ateşlerinin eserlerini bize gösterdi. Cinler, Resulullah
(s.a.v.)'e azıklarını sormuşlardı. O da, (onlara): “Elinize geçen üzerine
besmele çekilmiş her kemik olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve
tezeği de hayvanlarınıza yemdir” buyurmuş. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) bize
dönerek: “Artık siz bunlarla taharetlenmeyin! Çünkü onlar, (din)
kardeşlerinizin yiyeceğidir” buyurdu. [10]
Muhammed'in bir cini yakalayıp bağlaması
Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber şöyle demiştir:
«Dün gece bir azgın cin, namazıma mani olmak için üzerime atıldı. Allah'ın
izniyle onu kıskıvrak yakaladım. Hatta istedim ki mescidin direklerinden
birine bağlayayım da, sabahleyin hepiniz onu göresiniz. Lâkin sonra kardeşim
Süleyman peygamberin şu duası hatırıma geldi:
Allah'ım, beni bağışla ve benden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak bir
saltanat bana ver.» (Cinlere hükmetme saltanatının yalnız kendisine ait
olmasını dinleyen Süleyman peygamberin bu duası yüzünden o cini bağlamaktan
vazgeçti.)[1][2][5]
Muska ile cinden korunma Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize, zehre karşı, göz değmesine karşı, nemle
kurduna karşı rukye yapmamıza ruhsat tanıdı." [4]
Cinlerin insan kılığına girmesi
Ebû Bekir Muhammed b. Ubeyd der ki: Abdurrahman b. Abdüllah, amcası Amr b.
el-Heyseman kendisine, babası vasıtasıyla dedesinden şöyle naklettiğini
rivayet etmiştir: «Merkua gitmek üzere evden çıktım.Dört fersah kadar
uzaklaşınca, bir pınar başında oyna-şan bir güruh gördüm. Onları seyretmeye
koyuldum.Derken biri geldi, arkadaşının sırtına atladı, sonra diğeri ötekinin
boynuna atladı. Üzerlerine atımı sürmek istedim. Arka üstü yatarak gülmeye,
kahkaha atmaya başladılar. Sonra atımın başım onlardan çevirip yoluma devam
etmek istedim. Baktım ki bir ağacın altından kahkaha sesleri gelmiyor mu?
(hayret ettim, kaldım..)»
Yine el-Haysem, babasından naklediyor: «Bir arkadaşımla birlikte yolculuğa
çıktık, yolun ortasında bir kadın gördük. Haydi onu atlarımıza alalım» dedim.
Arkadaşım onu arkasına aldı. Ona bakınca bir de ne gör-sem ağzından hamam
bacasından çıkan alevler gibi alev çıkmıyor mu? Hemen ona hücum ettim. Bana
dedi ki: «Ben sana ne yaptım da bana böyle hücum ediyor-sun?» Arkadaşım da
sanki bir şey olmamış gibi:
«Yahu zavallıdan ne istiyorsun?» demez mi? Susmak zorunda kaldım. Ve yürüdük.
Bir saat sonra tekrar baktığımda yine ağzını açmaz mı? baktım yine aynı
alevler. Hücum ettim. Aramızda bu hâl üç kere cereyan etti. Üçüncüsünde
azmettim, "mutlaka bunu yere sereceğim" dedim Üzerine atladığım gibi yere
yıktım onu. Fakat yine susmadı ve şöyle söyledi: «Allah kahretsin seni, bugüne
kadar senin kadar cesur bir kimse görmedim. Amma da yürek varmış
sende!» [6]
Cinlerin akşam, tenhada çocukları kaçırması
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yiyecek içecek kaplarının üzerlerini
örtünüz, su kırbalarının ağız iplerini bağlayınız, bütün kapıları
arkalarından kapayınız, yatsı vakti sırasında çocuklarınızı dışarıda
hareketten men edip eve toplayınız. Çünkü o zaman cinlerin yayılması ve bir
şeyi süratle alıp kapmaları vardır. Uyku sırasında kandilleri söndürünüz.
Çünkü fasıkçık; yani fare, bazen yanan fitili çeker de ev halkını yakar."
[14]
Cinlerin bir adamı kaçırması
Abdurrahman b. Ebî Leylâ anlatıyor: Kadının birinin kocası ortadan kayboldu.
Kadın dört yıl bekledikten sonra durumunu Ömer b. el-Hattâb’a anlattı. Ömer
(R.A.), bunu kendisine haber ettiği gün itibariyle dört sene beklemesini
emretti. Kocasının gelmemesi ve ondan haber alamaması halinde dört yıl sonra
evlenebileceğini de bildirdi. Kadın evlendikten bir süre sonra kaybolan kocası
geri döndü. Evinin kapısını çalarken veya evine giderken ona: “Karın senden
sonra başkasıyla evlendi” dediler. Adam durumu soruşturunca olanları kendisine
anlattılar. Adam Ömer b. el-Hattab’a geldi ve “Karımı elimden alan ve
beni ondan ayırana karşı bana yardımcı ol” dedi. Ömer, durumdan endişeye
kapıldı ve “Bunu yapan kim?” diye sordu. Adam “Ey müminlerin emiri! O kişi
sensin!” deyince, Ömer: “Nasıl oldu?” diye sordu. Adam: “Cinler beni kaçırdı
ve uzun bir süre başıboş bir şekilde bilmediğim yerlerde dolaşıp durdum. Geri
döndüğümde karımın başkasıyla evli olduğunu gördüm. Bunun emrini de senin
verdiğini söylediler” karşılığını verince, Ömer r.a. “İstersen karını sana
geri veririz, istersen de seni başkasıyla evlendiririz” dedi. Adam “Olur, beni
başkasıyla evlendir” karşılığını verince Ömer r.a. adama cinleri sormaya, adam
da anlatmaya başladı. [24]
Cinin insan bedenine girmesi
Ed-Darekutnî, İbn-i Abbas’dan şöyle bir hadîs nakletmiştir:
«Bir kadın oğlunu Allah'ın Resulünün (S.A.V.) yanına getirdi ve:
Ey Allah'ın Resûlü! Bunda delilik vardır, bu hastalık onu öğlen ve akşam
tutar, diye yakındı. Bunun üzerine Peygamber onun göğsünü mesh etti ve ona
dua etti. Ona istifra ettirince, karnından siyah köpek yavrusuna benzer bir
şey çıktı. Ve yürüdü.» [22]
Bu hadisi, Ed-Dârimi, Müsnedi’nin ilk kısımlarında rivayet etmiştir, orada
şu kayda rastlanır: Allah Resûlü ona: «Çık ey Allah’ın düşmanı!» dedi.
Cinlerin hastalıklara neden olması
"Bedevî bir adam Hz. Peygamber'in yanına gelip beraberinde getirdiği
kardeşinin ağrılar çektiğinden şikayet etti. Hz. Peygamber, ağrılarının
sebebini sorunca, cinlerin çarpmasından olduğunu söyledi. Bunun üzerine
Peygamberimiz Bakara suresinin ilk beş ayetini, ihlas suresi ve diğer bazı
ayetleri okudu, adam hemen iyileşti.”
[23]
Zübdetü'l Buhari, Namaz Bahsi, Hadis 169.
Sahih-i Muslim 8/438.
Zübdetü'l Buhari, Ensar'ın Özellikleri, Hadis 1031
Antik Sümer ve Babil toplumlarının birçok dini etkilediğini, birçoğu için
kaynak olduğunu Sümer Mitolojisi ve İslam, Babil Mitolojisi ve İslam gibi
araştırma makaleleri ile anlatmaya çalışmıştım.
İbrahimi dinlerin kitaplarında kendine yer edinmiş olan ve kökeni antik Sümer
olan bir başka efsane ise Dumuzi ile Enkimdu yani
Habil ile Kabil (Kayin) mitosudur. Çoban ile çiftçinin yaşam tarzlarına
ve tanrıça İnanna'nın aşkını elde edebilmek için aralarında oluşan rekabete
değinen bu efsane özellikle Tevrat'ta kendine geniş yer bulmuşken, Kur'an ve
İncil'de daha kısa şekilde geçmektedir.
İsrailliler Dumuzi'yi Babilli adıyla Tammuz (Temmuz) olarak biliyorlardı.
Tanah'ta, Hezekiel 8:14-15'te şöyle yazar:
14) Bundan sonra beni Rab'bin Tapınağı'nın kuzeye bakan kapısının giriş
bölümüne götürdü. Orada oturup
Tammuz için ağlayan kadınları gördüm.
15) Bana, “İnsanoğlu, bunu gördün mü? Bundan daha iğrenç şeyler de
göreceksin” dedi.
Dumuzi ve Enkimdu olarak bilinen Sümer efsanesine göre tanrıça İnanna kendine
bir eş seçecektir ve önünde 2 seçenek vardır: Çoban tanrı Dumuzi ve çiftçi
tanrı Enkimdu.
İnanna'nın erkek kardeşi ve güneş tanrısı olan Utu, ona çobanı yani Dumuzi'yi
tercih etmesini söylemektedir fakat İnanna'nın gönlünden geçen isim çiftçi
olan Enkimdu'dur.
Çoban ve çiftçi, İnanna'yı ikna etmeye çalışmaktadır. Dumuzi İnanna'ya
Enkimdu'nun sahip olduğu her şeye, hatta fazlasına sahip olduğunu söyler.
Enkimdu'da İnanna'yı istediği için Dumuzi'yi bu sevdadan vazgeçirmeye
çalışarak ona türlü tekliflerde bulunur fakat Dumuzi İnanna ile evlenme
arzusundan vazgeçmemektedir.
"Sen ey çoban , niye bir kavga çıkarıyorsun ? Ey Çoban Dumuzi niye kavga
çıkarıyorsun ? Benle seni, ey çoban , benle seni niçin karşılaştırıyorsun
? Koyunların yerin otlarını yesin, Benim otlaklarımda senin
koyunların otlasın, Zabalam tarlalarında ot yesinler, Tüm koyun
sürülerin ırmağım Unun'un suyunu içsin "
Dumuzi şöyle cevap verir:
"Ben , çoban [diyorum ki] evliliğim ey çiftçi
dostum olarak girme [burnunu sokma]
Ey çiftçi Enkimdu , dostum olarak, ey çiftçi [evliliğimi] çiğneme"
Enkimdu'nun ise vereceklerini sıralamaya devam ederek ikisini de ikna
etmeye çalıştığı görülür:
"Sana buğday getireceğim, fasulye getireceğim sana,
... fasulyesi getireceğim sana,
Genç kız İnanna (ve) sen neden hoşlanırsan o şeyi
Genç kız İnanna ...getireceğim sana ."
Enkimdu'nun bu uğraşlarına rağmen Sümer efsanelerinde kendisinden İnanna'nın
kocası olarak bahsedildiğinden ve tablette yer alan şiirlerden bu çekişmenin
kazananının çoban tanrı Dumuzi olduğu açıktır. İnanna başta çoban olduğu
için Dumuzi'yi küçük görür ve şöyle der:
Çobanla evlenmeyeceğim, asla!
Yünü kaba giysileri kabadır onun.
Fakat çoban Dumuzi hitabeti ve sundukları ile bereket tanrıçası İnanna'yı
kendine aşık eder ve çiftçi Enkimdu geri planda kalır.
Bu efsanede çoban tanrı Dumuzi'nin çiftçi tanrı Enkimdu'nun armağanlarından
hiçbirini kabul etmemesinin Tevrat'ta Yehova, Kur'an'da ise Allah'ın çiftçi
Kayin'in tarım ürünlerini kabul etmemesinin temelini oluşturduğu açıktır.
Kökeni antik Sümer olan birçok efsanenin semavi dinlerde yer aldığı gerçeği
göz önündeyken bu efsanenin de Sümer'den ve onları işgal eden Samilerden çevre
topluluklara yayılmış olması oldukça büyük bir olasılıktır.
Tevrata göre yeryüzünde ilk başta sadece Adem ile Havva ve Kayin ile Habil
yaşamaktadır ve tıpkı Sümer efsanesinde olduğu gibi tanrı Yehova'nın kendine
adaklar sunan Kayin ile Habil'den çiftçi olan Kayin'in mahsullerini kabul
etmediği görülür. Bunun üzerine Kayin kıskançlık hissine kapılarak kardeşi
Habil'i öldürür.
Tevrat ve Kur'an'dan ilgili ayetlere bakalım:
Yaratılış 4:1-9:
Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu.
“RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim” dedi.
2) Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu, Kayin
ise çiftçi.
3) Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’be sunu
getirdi.
4) Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de
yağlarını getirdi. RAB Habil’i ve sunusunu kabul etti.
5) Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı.
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı
yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen
olmalısın.”
8) Kayin kardeşi Habil’e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada
birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.
9) RAB Kayin’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu.
Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık
verdi.
Maide Suresi 27-30. Ayetler:
27) Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani
ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul
edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, "Andolsun seni öldüreceğim!"
dedi. O da dedi ki: "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.
28) Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için
sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan
korkarım.
29-30) Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını
yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zalimlerin cezası işte budur."
Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve
böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.
Habil ile Kabil mitosu Tevratın yazanlar tarafından büyük ölçüde
değiştirilmiştir ve efsanenin Tevrat varyantında yer alan Kayin ile Habil her
biri kendi kurban törenlerini uygulayan iki farklı toplumu temsil etmekte
kullanılmıştır. Antik dönemdeki birçok topluluk doğa olaylarını olağan dışı
şekilde yorumlar, mahsül bakımından verimsiz geçen yılları tanrının onlara
duyduğu öfke ve kızgınlık, hatta lanetlemesi olarak düşünürlerdi. İşte
çiftçinin adaklarının kabul edilmemesi de o yılın mahsul bakımından verimsiz
geçtiğinin bir işaretiydi ve bu gibi verimsiz dönemlerde insanlar bu durumu
düzeltmesi için tanrıya bir nevi bir kefaret olarak kurban verirlerdi.
Yaratılış 4:6-7 bu bağlamda okunduğunda üzerindeki bulanıklık ortadan
kalkacaktır. Zira bu bölümde İbrani tanrısı Yehova, Kayin'e böyle bir törenin
gerekliliğini vurgulamaktadır:
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı
yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen
olmalısın.”
Tevrat'ın İ.Ö. 3.yy'da yapılan Yunanca çevirisinde (septuagint) yazan fakat
İbranice metinde yer almayan önemli bir cümle vardır:
"Ve Kayin kardeşi Habil'e tarlaya gidelim" dedi. Bu ayrıntıdan sonra
Sümer efsanesi ile arasındaki bir diğer bağlantıyı fark ettiniz mi?
Sümer mitosunda da çiftçi tanrı çoban tanrıyı koyunlarını getirip tarlalarında
otlatması için çağırıyordu.
Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki bu efsanenin Yahudi uyarlamasında çoban
verimsiz olan, çiftçinin iyi mahsul alamadığı sürülmüş topraklar üzerinde
öldürülür ve bu durum bahsi geçen öldürmenin ritüel yönden önemli bir niteliğe
sahip olduğunu gösterir.
Çünkü anlatıda şöyle yazar: "Yer senin kardeşinin kanını alabilmek için ağzını
açtı"
Tüm bunlara bakıldığında öldürmenin düşüncesizce, sadece kıskançlık hissi ile
yapılmadığı ortadadır. Asıl vurgulanan şey verimsizliği ortadan kaldırmak
adına tanrıya kurban sunmak ve kurbanın kanıyla verimsiz toprağı ıslatarak
döllemek, bu yolla onu verimli hale getirmektir; ki bu da komünal bir ayindir.
Tevrattaki hikayede tanrının Kayin'i hem lanetlemesi hem de onu kimse
öldürmesin diye üzerine koyduğu bir işaretleme koruması tuhaf değil mi? Çünkü
Tevrata göre bu durum yaşandığında yeryüzünde kardeşini öldüren Kabil ve onun
akrabaları dışında kimse yaşamamaktadır. O halde Yahudilerin tanrısı Yehova o
dönemde başka insan topluluklarının yaşamadığını unutmuş mudur? Hayır, bu
aslında Babil geleneklerine dayanan bir uygulamanın izlerinin bulunduğu
anlatıdır.
Babilonya Yeni Yıl Şenliği olan Akitu ve Atina Bouphonia ayini gibi mevsimsel
ayinlerin uygulanışına baktığımızda duruma açıklık getirebiliriz.
Babil toplumunun özellikle daha verimli hasat elde etme amacıyla kutladığı
Akitu şenliğinde kurbanı kesecek olan bir rahip ve bir cin kovucu öldürülmüş
koyunun kanını tanrı Marduk'un oğlu Nabu'nun sunağının duvarlarına sürerek
dinsel anlamda arındırırdı.
Fakat bu ritüeli yapanların kirlendiğine inanıldığından ayinin hemen akabinde
toplum tarafından zorla sürgüne gönderilir ve Akitu şenliği bitene kadar çölde
kalırlardı.
Çıktığı dönemde sonbaharda kutlanan Yeni Yıl Şenliğinin bir bölümünü de İbrani
Kefaret Günü ritüeli oluştururdu ve bu ritüelde tamamen dinsel-ritüel amaçlı
bir öldürme ve kaçışın var olduğu görülmektedir. İbrani örneğinde baş rolde
insanın değil de biri öldürülen diğeri çöle sürülen iki keçinin olduğu
görülür. Öyle ki "günah keçisi" deyişi bile bu gelenekten türetilmiştir.
Benzer şekilde, Atina Bouphonia ayininde bir öküz öldürülüp kanı sunulurdu ve
ayinin kurban verme sürecini yürüten iki kişi yine sürgüne gönderilir, bir
süre uzaklaştırılırdı.
Tüm bunlar dikkate alındığında Tevrattaki Kayin ve Habil efsanesinde Kayin'in
kaçışı onun ritüel nitelikli bir eylem gerçekleştirdiğini gösterir. Tevrattaki
bu anlatının kökeni olan Babil mevsimsel ayinlerinde töreni uygulayan, kurban
veren kişi kutsal bir iş yaptığından arınıp temizlenene dek sürgün edilirdi.
Bu yüzden öldüren kişi aynı zamanda kutsal bir koruma altına girerdi çünkü
inanışa göre o tanrının onları görmesini, topraklarını ve hasatlarını
bereketlendirmesini sağlayan yani topluluk yararına çalışan biriydi. Fakat
kurban ayini sonrası dokunulmazlığa sahip olsa da törensel anlamda kirlenip
murdar sayıldığından topluluktan uzaklaşması gerekirdi.
Tevratta Yehova'nın katilin üzerine öldürülmemesi için işaret koymasının
temeli de Babildeki bu ayinlerde yatar. Ayin sonrası sürgüne giden rahiplerin
kutsal kişiler olduğunun, tanrının mülkü olduklarının bilinmesi ve
öldürülmelerini engellemek adına yüzlerinde bir dövme yada vücutlarında
çeşitli işaretler taşırlardı.
Eski Ahit'teki bir anlatı da peygamber olduğuna inanılan kişilerin bu tür
işaretler taşıdığından bahseder, böylece ilahi kişiler olduğu, tanrının mülkü
oldukları anlaşılacaktır:
Zekeriya Kitabı 13:4-6:
"Ve o gün vaki olacak ki, peygamberler utanacaklar, peygamberlik ettiği
zaman herkes kendi niyetinden utanacak ve aldatmak için kıl kaftan
giymeyecek ve diyecek: Ben peygamber değilim, ben toprak işçisi bir
adamım; çünkü gençliğimde bir adam beni köle edindi. Ve biri ona diyecek:
kollarının arasındaki bu yaralar ne?
(Kitabı Mukaddes (1981 Türkçe baskısı)
Tüm bunların ışığında Tevrat'ta Kayin'in Habil'i öldürmesi hikayesinin
temelinin Sümer ve Babil'e dayandığı, bu ayetlerin özgün biçiminin aslında
ürün bolluğu için ayinsel bir kan akıtmayı-öldürmeyi anlattığı, öldüren ve
sürgüne giden din adamının kutsal işaretlerle koruma altına alındığı mevsimsel
kutlamalardan bahsettiği açıktır.
Tevratı yazanlar Sümer ve Babilden devşirdikleri bu efsaneyi kısmen
değiştirmişti. Kur'an'ın yazarları da bu anlatıyı Tevrat'tan alırken
kendilerine göre uyarladığından Kur'an'da yüzeysel olarak anlatılan Habil ile
Kabil hikayesi Babildeki asıl halinden tanınamayacak derecede uzaklaşmış ve
Kabil, kardeşini öldürerek günah işleyen, yeryüzünde ilk kanı döken insana
dönüşmüştür.
Yaratılış 4:1-9
Hezekiel 8:14-15
Zekarya Kitabı 13:4-6
Maide Suresi 27-30. Ayetler
cuneiform:𒌉𒍣𒉺𒇻; Sumerian: Dumuzid sipad,[2] derived from the Sumerian
words meaning "faithful son".
Kramer, Samuel Noah (28 April 1970), The Sacred Marriage Rite,
Bloomington, Indiana: Indiana University Press, ISBN 978-0253350350
Nemet-Nejat, Karen Rhea (1998), Daily Life in Ancient Mesopotamia, Daily
Life, Greenwood, ISBN 978-0313294976
Pryke, Louise M. (2017), Ishtar, New York and London: Routledge, ISBN
978-1-138--86073-5
Kramer 1961, p. 101.
Kramer 1961, pp. 102–103.
Wolkstein, Diane; Kramer, Samuel Noah (1983), Inanna: Queen of Heaven and
Earth: Her Stories and Hymns from Sumer, New York City, New York:
Harper&Row Publishers, ISBN 978-0-06-090854-6
Hawkes, Jacquetta (1973). The First Great Civilizations. p. 100. ISBN
0-394-46161-4.
Willis, Roy G. (1993). World Mythology. Macmillan. p. 58. ISBN
978-0-8050-2701-3.
Fr. Ken. "Cain, Abel and the age-old urban-rural conflict". The Anglican
Parish of Haliburton. Retrieved 1 July 2020.
Lung, Tang (2014), "Marriage of Inanna and Dumuzi", Ancient History
Encyclopedia, Ancient History Encyclopedia
Sweet, R. (1994), "A New Look at the 'Sacred Marriage' in Ancient
Mesopotamia", in Robbins, E.; Sandahl, E. (eds.), Corolla Torontonensis:
Studies in Honour of Ronald Morton Smith, Toronto, pp. 85–104
S.117-120; Hooke, Ortadoğu Mitolojisi
Muazzez İlmiye Çığ, İnanna'nın Aşkı
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Yükseklerde Gök henüz isimlendirilmemişken, Ve aşağıda, Dünya çağrılmamışken ; Boş ama başlangıçta mevcut olan APSU, Vücuda getiren onları, MUMMU ve TİAMAT – hepsini doğurandı o, Birbirine karışmıştı suları. Saz bitmemişti, bataklıklar ortaya çıkmamıştı. Tanrıların hiçbiri vücuda gelmemişti, Hiçbirinin adı yoktu, kaderleri belirlenmemişti; İşte tam ortalarında tanrılar şekillendi.
Sümer mitolojisi ve İslam konulu yayında, ilgili Sümer efsanelerinin daha sonra Babil'e, farklı toplum ve kültürlere farklılaşarak geçtiğini belirtmiştim. Bunun üzerinden devam edelim.
Sümer yaratılış efsanesinde yaratılış eylemlerini gerçekleştiren tanrılar sayıca çok olsa da temelde Enki ve Enlil başrolü oynamaktaydı. Fakat ilgili efsane Babil'e geçtiğinde Babilonyalıların "Akitu" adını verdikleri Yeni Yıl Şenliği ile ilişkilendirilmesinden dolayı Sümer'de olduğundan daha fazla öneme sahip oldu. Öyle ki törensel bir hal alarak "bir zamanlar yukarılarda" anlamına gelen ve "Enuma Eliş" adıyla bilinen yaratılış destanı şiirinde kendine yer buldu. Yeni Yıl etkinlikleri her yıl sonbaharın başlangıcını simgeleyen 10 günlük kutlamalardan oluşurken, evrenin düzenlenmesini, hayatın yenilenmesini ve gelecek yıl için tüm insanlığın kaderinin yazılmasını vurgulamaktaydı.
Sümer dinini anlatırken "yazgı tabletleri"nin büyük bir öneme sahip olduğu görmüştük. Yaratılış mitosunun Babil çeşitlemesinde yaratılış tabletlerine sahip olacak olan tanrı "Marduk" olduğundan ilgili mitosun baş rolünde de Marduk bulunmaktadır. Babil mitolojisinde Enlil'in yerini alan bilgelik tanrısı Ea yani Enki'dir fakat Marduk Ea'nın oğlu olduğundan ve kendisine verilen görev ve yetkilerden dolayı Marduk ön plana çıkar.
Bu yaratılış mitosuna dair anlatıların en temel kaynağını İngiliz araştırmacıların bulduğu ve yaratılış destanının Babil çeşitlemesini içeren 7 tablet oluşturur ve bilginlerin çoğunun ortak görüşü bu efsanenin M.Ö. 2000 yıllının başlarına ait olduğudur.
Nasıl ki Enki ile Enlil'in baş rolleri Marduk tarafından ele geçirildiyse benzer şekilde Enuma Eliş'in Asur dilinde bulunan bir Asur çeşitlemesinde de Marduk'un yerini Asur tanrısı Asur'un aldığı görülmektedir. Yani imparatorluklarının, başkentlerinin ve tanrılarının adı olan Asur'u (Aşur) ilgili efsaneyi kendilerine göre uyarlarken efsanenin baş rolü konumdaki tanrının yerine getirmişlerdir.
"Enuma Eliş" bizim için bir destan olsa da antik Babil dininde bunun sihirli güçlere sahip bir ilahi-şiir olarak görüldüğü, bu yüzden de bilhassa Babilonya Yeni Yıl kutlamalarında rahipler tarafından okunduğu bilgisine bulunan tabletlerden erişilmektedir.
Nasıl ki Sümer mitoslarında ilk yaratıcı tanrıların daha öncesine dair anlatımlar bulunmuyorsa aynı şekilde Babil Yaratılış Efsanesi de doğrudan tatlı-su okyanusu Apsu ile tuzlu-su okyanusu Tiamat ve vezirleri Mummu (Mummu'dan bazen oğulları olarak bahsedildiği de görülür) dışında hiçbir şeyin bulunmadığı ilksel durumu ve bunların evreni yaratmasını anlatarak başlar. Fakat bu yaratıcıların nasıl var olduğu konusuna değinmez.
►Efsaneye detaylıca girmeden önce dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki, efsanede adları geçen tanrı ve tanrıçalar insan olarak düşünülmemelidir. Bunlar gezegenleri, yıldızları, onların hareketlerini, doğadaki güçleri, kent devletlerinin mücadelesini ve siyasal gelişmeleri simgelemektedir. Yani ilgili Babil destanı çıplak gözle görülebilen gezegen ve yıldızların, doğa güçlerinin ilahlaştırılmasını ve bunlar üzerinden evrenin yaratılmasına dair oluşan inancı ve içerir.
Tuzlu su ile tatlı su olan bu iki tanrının karışmaları sonucu yeni tanrılar meydana gelir. Bunlardan ilk ikisi tanrı Lahmu (Lakmu) ve tanrıça Lahumu'dur (Lakamu).
Daha sonra Apsu ile Tiamat'ın çocukları olan bu ikilinin de birleşmeleri sonucu Anşar ile Kinşar, bunların da birleşmeleri sonucu gök-tanrı Anu ile toprak ve su tanrı Nidimmud, diğer bilinen adıyla Ea dünyaya gelir. Daha sonra, 50 isme sahip olan Babil'in koruyucu tanrısı, dünyanın ve cennetin efendisi lakaplı Marduk dünyaya gelir.
Marduk'a, Enki, Enlil, Ninhursag, Ninurta gibi tanrıların vasıfları yüklenir ve böylece Marduk Babil şehrinin baş tanrısı olur.
İlgili efsanede bir süre sonra ilksel tanrılar ile onların çocukları olan tanrılar kuşağı arasında çatışmalar yaşanmaya başlanır ve durum kendi çocuklarını öldürmek isteyen anne-baba halini alır. Yani İbrahimi dinlerde de karşılaştığımız, "yarattıklarını öldürmek isteyen" bir tanrı-tanrılar inancı görülür.
Başlangıç okyanusunu simgeleyen dişi deniz ejderhası yani bir yılan olan Tiamat'ın 2 yönlü kişiliği vardır ve bu yüzden bir yandan var ederken diğer yandan yıkmak ister.
Tanrıça Tiamat ve Apsu diğer tanrıların var olmasını sağlamıştı fakat artık genç tanrıların gürültüleri onları rahatsız etmeye başlar, öyle ki onları yok edip bu gürültüye bir son vermek isterler ve kendilerine akıl vermesi, nasıl yok edeceklerine dair yol göstermesi için Apsu'nun veziri Mummu'ya danışırlar. Tiamat onları yok etme konusunda istekli değilse de kocası Apsu oldukça kararlıdır çünkü genç tanrılar yok edildiğinde rahatlıkla uykusuna devam edebilecektir. Apsu ile Mummu bir yok etme planı hazırlarlar.
Fakat bu plan bir şekilde ortaya çıkınca genç tanrılar korku içinde koşturmaya başlarlar. Her şeyi bilen ve hatta Apsu'nun bile üstadı olan bilgelik tanrısı Ea yani Enki onların yok etme planına karşı bir plan geliştirir. Büyü yapma gücüne sahip olan Ea tüm genç tanrıları etrafında toplar ve onları saldırılara karşı koruması için sihirli bir çember çizerek büyülü sözlerini üfleyerek efsununu gerçekleştirir. Apsu derin bir uykuya dalınca Ea onun krallık tacını başından alır, onun doğaüstü ışınımını üstünden alıp giyerek onun güç ve kudretine de sahip olduktan sonra onu öldürür ve Apsu'nun üzerine diğer tanrılar için kutsal bir ziyafet yeri olması adına yine Apsu adında bir tapınak inşa ettirir.
Bu işte Apsu'nun yanında olan vezir Mummu'yu bağlar, burnuna bir ip geçirir ve onu hapseder. Fakat tanrıça Tiamat'a zarar vermez çünkü o kocasının bu planına karşı çıkmıştır.
Ea ile karısı Damkina'nın oğulları, yüreklere korku salan, haşmetli ve gözleri şimşek gibi çakan bilge tanrı Marduk inşa edilen bu Apsu tapınağında dünyaya gelir ve tanrıçaların emzirdiği Marduk'un olağanüstü güce sahip olduğuna değinilir.
Burada değinilmesi gereken önemli noktalar vardır. Örneğin Ea'nın büyülü sözler mırıldanıp üflemesi, yere çizdiği çember sayesinde kötülük ve saldırılara karşı koruma sağlaması gibi anlatıların farklı kültür, din ve inanışlarda kendine nasıl yer bulduğunu açıkça göstermektedir.
Yok etme planı engellenmiştir ama tanrılar kuşağı arasındaki çatışma bunlarla sınırlı kalmaz. Eşi öldürülen Tiamat bu durumdan çok rahatsızdır, yerinde duramaz olur, gece-gündüz demeden dolaşıp durmaktadır. Tiamat'ın genç tanrılar safında yer almış olmayan öteki çocukları, özellikle de ilk çocuğu Kingu bu durumu fırsat bilerek Tiamat'ı babaları öldürülürken olanlara göz yumduğu ve sessiz kaldığı için kınar, onu kışkırtarak öfkesini körüklerler. Tiamat'ı öylesine kinlendirirler ki tanrı Anu ve onun yandaşlarını yok etmek üzere harekete geçer. Bu sırada başkaldıran bazı tanrılar Ea'ya karşı gelerek tanrıça Tiamat'ın safına geçer.
İlk çocuğu olan Kingu'yu saldırının önderi yapan Tiamat onu silahlarla, yazgı tabletleri ile donatır ve kendi sihirli gücünü ona hediye ederek Kingu'yu tüm tanrılardan üstün kılar. Eylemleri bununla da kalmaz.Güçlü bir saldırı oluşturmak adına akrep-adamlar, at-adamlar yani kentaurlar, yılan ve ejderhalar gibi çeşitli canavar kalabalığını doğurur.
Tiamat'ın saldırı hazırlığı içinde olduğu Ea'ya haber verilince Ea bu tehlike karşısında korkuya kapılır, Anşar sıkıntılanır, ah çekerek dövünür. Büyükbaba Anşar, Ea'ya Apsu'ya karşı kazandığı zaferi anımsatarak onu cesaretlendirmeye çalışır ve Tiamat'a karşı çıkması gerektiğini söyler.
Ea Tiamat karşısında başarısız olunca Anşar, oğlu Anu'yu tanrılar meclisinin yetkileriyle donatır ve tanrıçayı amacından vazgeçirmesi için gönderirken ona şöyle der:
"[Git] ve Ti'amat'ın önünde dur [ki] ruhu [sakinleşsinl ve yüreği yumuşasın. [Eğer] senin sözünü dinlemezse, ona bizim [sözümüzü (?)]söyle ki sakinleşsin."
Tiamat ile görüşen Anu başarısız olur ve düşmanlarını yenmenin yolunun fiziksel güç kullanmaktan geçtiğini anlar, korkuya kapılır ve Anşar'dan görevden affını ister. Tüm Anunnakiler korku içinde beklemekteyken Anşar'ın aklına bir fikir gelir ve tanrılar meclisinde ayağa kalkarak bu görevin daha önce yiğitliğini kanıtlamış olan güçlü kahraman Marduk'a verilmesini önerir.
Babası Ea Marduk'a bu görevi kabul etmesini öğütler. Marduk tüm kuvveti dışa vurmuş halde ve büyük bir özgüven ile Anşar'ın huzuruna çıkarak bu görevi kabul eder ve şöyle der:
"[Anşar], sessiz kalma, dudaklarını aç; ben gidip senin gönlünde yatan her şeyi gerçekleştireceğim! Ey atam, yaratıcı, memnun ol ve sevin; yakında Ti'amat'ın ensesine ayağını basacaksın!"
Marduk görevi kabul etmiştir ancak tanrılar meclisinde kendisine eşit ve eksiksiz yetki verilmesini ve sözlerinin yazgıyı değiştirilemeyecek şekilde saptamasının kabul edilmesini şart koşar. Yani tanrıları kurtarması karşılığında bütün tanrıların en üstünü sayılmak ve tartışılmaz yetkiye sahip olmak istemektedir.
Anşar bu isteği kabul eder fakat kararın tanrılar meclisinde onaylanması gerekmektedir. Bunun üzerine Anşar veziri Kaka'yı çok uzaklarda yaşayan ve bu yüzden olaylardan haberdar olmayan Lahmu ile Lahamu'ya ve diğer tanrılara gönderir. Kaka gerçekleşen bu kavgalardan ve tehlikeden bahsederek onları Anşar'ın huzuruna çağırır, duydukları karşısında şaşkına dönen tanrılar dehşete düşüp, bağrışır ve korkuya kapılırlar.
Anşar'ın huzuruna gelen tanrılar kurultay sarayını doldurur ve ziyafet sofrası ile karşılanırlar.
“Şarap korkularını dağıttı, bütün tanrılar gevşeyip rahatladılar. Moralleri yükselen tanrılar; öçlerini alacak olan Marduk için yazgıyı belirleyip ilan ettiler."
Tanrılar Marduk'a en yüce konumu bağışlayarak ona evrenin bütünü üzerine krallık verirler fakat bu güce sahip olup olmadığını sınamak isteyerek orta yere bir giysi koyarlar. Marduk bu giysiyi önce görünmez kılıp daha sonra tekrar görünür kılınca (bazı araştırmacılar bu kısmı giysiyi önce tahrip edip daha sonra eski haline döndürdüğü şeklinde çevirmiştir) tanrılar ikna olur ve alkışlayarak "Marduk kraldır" derler. Ona krallık simgeleri olan Asa, taht, krallık giysilerini ve güçlü bir silah verir ve "Git Tiamat'ın hayatını kes!" derler.
Tüm tanrıların en yücesi konumuna gelen Marduk'un 50 ismi vardır, tıpkı tüm diğer Arap putlarını yok ederek en yüceleri konumuna gelen ve 99 isme sahip olan El-ilah gibi. Sizce bu benzerlikler tesadüf mü? Yoksa Sami din ve efsanelerinin Arap coğrafyasındaki yansıması mı? Kararı siz verin.
Destana devam edelim.
Savaş için kendini silahlandıran Marduk bir ağ yapar ve onu Anu'nun armağan ettiği dört yönün yeline taşıtır. Ok ve yay, topuz, şimşek ve korku salıcı örme demir zırh kuşanır. Yedi azgın tayfun yaratır, yağmur selini boşandırır, bedenini yakıcı alevlerle doldurur ve korkunç dört efsanevi yaratık tarafından çekilen fırtına arabasına binerek onu takip eden tanrılar ile birlikte Tiamat'a saldırmak üzere ilerler.
Önemli bir noktaya değinmekte fayda var ki tanrıların bu alevli fırtına arabaları tasvirleri ve onları çeken korkunç yaratıklara dair tasvirler ufak değişiklikler ile Hezekiel kitabına da girmiştir.
Marduk'u gören rakip tanrıların ve Kingu'nun içine korku düşer. Ti'amat kükreyerek Marduk'u korkutmak istediyse de Marduk bundan etkilenmedi ve Ti'amat'ı teke tek dövüşmeye çağırır.
Meydan okumayı kabul eden tanrıçayı ağını atarak kıstırır ve Tiamat Marduk'u yutmak için ağzını açtığında ağzını tekrar kapayamasın diye kötü yeli ağzından içeri yollayarak onu şişirir ve delip geçen, yüreğini parçalayan okuyla onu mıhlar.
Yenilgiyle korkuya kapılan Tiamat'ın cinleri kaçmayı denerken ağa takılıp bağlanırken önderleri Kingu'da yakalanıp bağlanır ve Marduk ondan yazgı tabletlerini alıp kendi mühürü ile mühürleyip göğsüne bağlayınca tanrılar arasında en yüce yetkiye ulaşmış olur.
Marduk sopasıyla Ti'amat'ın kafasını yarıp ana damarlarını keser ve kanını güney rüzgarları ile evrenin en uzak noktalarına kadar taşıtır. Tiamat'ın gövdesinden evreni yaratır. Tanrıçanın gövdesinin yarısı ile yeri diğer yarısı ile göğü var eder, yani yer ile göğü birbirinden ayırır ve göğü direklerle tutturur.
Gördüğünüz üzere Sümer mitolojisinde karşımıza çıkan yer ve göğün birbirinden ayrılması anlatımı Babil inanışında da devam etmektedir ve bunun yansımaları daha sonra Arap coğrafyasına ve Kur'an'a başlangıçta bitişik olan yer ile göğün ayrılması şeklinde geçmiştir.
Bu durum farklı kültürlerin kendi ilahlarını diğer ilahlarla güç yarışına sokmalarının, üstün kılma çabalarının bir sonucudur.
Sümerlerdeki inanış ile birebir aynı görüşü, düz dünya betimlemesini anlatan Kur'an'da, Allah'ın göğü direksiz olarak yükseltmesi anlatımı (Ra'd: 2) Kur'an'ı yazanların kullandığı akıllıca bir yöntemdir çünkü böylece kendi ilahlarının Samilerden onlara anlatılagelen Marduk'dan daha güçlü, kudretli olduğunu, göğü yukarıda tutmak için direğe bile ihtiyaç duymadığını vurgulamak istemişlerdir:
"Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz olarak yükseltti. Sonra arşı istiva etti. Her biri belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına aldı. Kesin olarak Rabbiniz’le buluşacağınıza inanmanız için buyruğunu yürütüp, ayetleri uzun uzun açıklıyor." (Ra'd suresi 2.ayet)
Bu ve benzeri onlarca net kanıttan sonra eğer hala Arapların Sümer ve Babil efsanelerinden haberdar olmadığını söyleyecek olan varsa, bilmelidir ki kimseyi inandıramaz. Marduk ile Allah arasındaki bağlantı konusunda anlatılmayı bekleyen çok sayıda detay var fakat bunlar ayrı bir videonun konusu.
Efsaneye kaldığı yerden devam edelim:
Marduk Tiamat'ın yarısından yarattığı gökyüzünü tutması ve tanrıçanın sularının boşalmasını önlemesi amacıyla yerleştirdiği direkleri korumaları için bekçiler atar. Daha sonra Anu ve Ea'yı kendi bölgelerine yerleştirir.
Buradan sonra Marduk'un en önemli görevi olan evrene düzen verme süreci başlar; ki bunun da en önemlisi takvim oluşturmaktır. Evreni düzenlemesini güneşin doğup batacağı doğu ve batı kapıları yaptırmak, ayın değişim evrelerini saptamak ve ona geceyi aydınlatması için ışık vermek, takımyıldızlarını göklere yerleştirmek, baş ucunda Anu'nun, kuzeyde Enlil'in ve güney göklerinde Ea'nın olmak üzere üç göksel yolu birleştirmek olur.
Marduk önce yer ve göğü birbirinden ayırmıştı, şimdi de göğü kandillerle donatmış ve onları düzenlemiş oldu.
Tiamat yenildiği için onun yanında yer alan rakip tanrılar Marduk'un safındaki tanrılara hizmet ekmekle görevlendirilince tutsak tanrılar Marduk'tan bu görevi kendilerinden almasını isteyince Marduk babası Ea'nın da tavsiyeleri ile insanı yaratmaya karar verir.
Tiamat'ın öfkesini körükleyen ve esir tutulmakta olan Kingu bağlanmış bir şekilde yüce mahkeme karşısında yargılanır, Marduk'un talimatı ile Ea ve bazı tanrılar Kingu'nun ana damarlarını kesip onun akan kanından Sümerce'de "lullu" olarak görülen ve Sami diline "amelu" olarak çevrilen canlı soyunu yani insanı yaratır.
Böylece tutsak tanrıların zafer kazanmış olan tanrılara hizmet görevi onlardan alınır ve insanoğluna verilince insanoğlu hem eski tutsak ilahların hem de zafer kazanmış olan tanrıların yeme-içme ihtiyacını sağlamak hem de tapınak ayinleri ile ilgili işleri yürütmek durumunda kalır.
Böylece Marduk tüm tanrıların gözünde yükselir ve Anunnakiler saygılarının bir işareti olarak Marduk'un büyük tapınağı Esegila'yı ve Babil kentini inşa eder. Yaptıkları şölende Marduk'un 50 adını okurlar. Bir kurultay ile tüm yetkiyi ve otoriteyi ayrıca okudukları 50 adı resmi olarak verir, onun yolunu tüm yollar arasında birinci kılarlar.
Efsanede görülen Marduk'un 50 ismi ile Allah'ın 99 ismi yine toplumların tanrılarını soktukları güç yarışının bir sonucu-yansıması olabilir.
Antik Sümer ve Babil dinine baktığımızda bunların İbrahimi dinlere ciddi şekilde kaynak oluşturduğu ortadadır ve gelecekte ele alacağım mitoslar ile daha böyle yüzlercesinin olduğunu göreceğiz.
Bu durumu savuşturmak için teistler "bunlar dinimizin eskiden de var olduğunun kanıtıdır, fakat sonradan bozulmuştur, bozulmuş şekilleridir" deseler de yüzlerce antik toplumun tamamının bozulduğuna inanmak, bir savunma güdüsü ile dini kurtarma çabasından başka bir şey değildir.
Allah, Rab veya Yehova'nın iddia edildiği gibi bu ve diğer antik medeniyetlere peygamber göndererek onlara tek tanrıyı tebliğ ettiğine yada bir zamanlar onların da teistlerin tek ilahına taptığına dair hiçbir kanıt yoktur!
İlgili antik topluluklar konusunda teistlerin bu iddasını destekleyen bir tane bile çivi yazısı, kabartma veya herhangi bir belgenin olmaması bu iddiayı sadece içi boş bir teori yapar.
Smith, Jonathan Z. (1982), Imagining Religion: From Babylon to Jonestown, University of Chicago Press, p. 93, ISBN 0-226-76360-9
King, L. W. (1902). The Seven Tablets of Creation. Luzac's Semitic Text and Translation Series.
Ancient Near Eastern Texts Relating to the Old Testament
Cory, I.P. (1876). Richmond Hodges, E. (ed.). Cory's Ancient Fragments of the Phoenician, Carthaginian, Babylonian, Egyptian and other authors
Mayer Burstein, Stanley (1978). The babyloniaca of berossus. Sources from the ancient near east (SANE). 1. ISBN 0-89003-003-0.
Heidel, Alexander (1951) [1942]. The Babylonian Genesis (PDF) (2nd ed.). University of Chicago Press. ISBN 0-226-32399-4.
Sommer 2000, pp. 81–85; p. 82, note 7; p. 90; p. 91, note 49.
Luzacs Semitic Text and Translation Series (PDF) (Vol XII ed.). p. 150-line 122.
Such as Jacobsen, Thorkild (1968). "The Battle between Marduk and Tiamat". Journal of the American Oriental Society. 88 (1): 104–108. doi:10.2307/597902. JSTOR 597902.
Dalley, Stephanie (1987). Myths from Mesopotamia. Oxford University Press. p. 329.
Fontenrose, Joseph (1980). Python: a study of Delphic myth and its origins. University of California Press. pp. 153–154. ISBN 0-520-04091-0.
Expressed, for example, in E. O. James, The Worship of the Skygod: A Comparative Study in Semitic and Indo-European Religion (London: University of London, Jordan Lectures in Comparative religion) 1963:24, 27f.
A. T. Khoury, G. Girschek: Das religiöse Wissen der Menschheit. Freiburg 1999, Band 1, S. 118–141.
Green, Margaret Whitney (1975). Eridu in Sumerian Literature. University of Chicago: Ph.D. dissertation. pp. 180–182.
Sasson, Jack M. (1995). Civilizations of the ancient Near East (Volume 3 ed.). Scribner. p. 1830. ISBN 978-0684192796.
Brisch, Nicole (2012). "Anšar and Kišar (god and goddess)". Ancient Mesopotamian Gods and Goddesses. Oracc and the UK Higher Education Academy. Retrieved 19 June 2013.
İnsanlığın yaratıcısı ve koruyucusu olan güçlü tanrı Enki'nin oğlu olan Marduk, Mezopotamya mitolojisinde ve Babil tarihinde önemli bir rol oynamaktadır.
Babil, Marduk kültüne adanmış "kutsal şehir" idi ve şehirde onun tapınağı, altında da bir heykeli vardı. Antik çağda Babil neredeyse "dünyanın merkezi" olarak kabul edildi. Hatta Büyük İskender bile oranın güzelliği ve gücü ile büyülenmişti.
Eski bir Asur metni olan ve “Marduk Kehaneti” olarak da bilinen metin "Sulgi Kehaneti"nden de bahseder. Bu metinlerde Marduk'un Hitit, Asur ve Elamitlerin topraklarına olan yolculuklarını gördüğümüz gibi aynı zamanda güneybatı İran'ın eski bir ülkesi olan Elam'dan gelerek Marduk'u yeniden yönetecek olan krala dair kehaneti de görmek mümkündür.
Tarihçilere göre Marduk Kehaneti MÖ. 713-612 tarihleri arasında yazılmıştır. Bu eski belge Asur İmparatorluğu'nun ilk başkenti olan Asur kentindeki bir tapınağa yakın olan Cin Evi'nde ortaya çıkarıldı.
Bu belge büyük olasılıkla Kral 1.Nebukadnezar döneminde yazılmıştı ve çoğu tarihçiye göre bu yazıt onun zaferlerini kutlamak için kullandığı bir propaganda malzemesiydi.
Marduk kehaneti eve tanrı heykelini getirerek huzuru ve düzeni geri getirecek güçlü ve kudretli bir kralın dönüşünü anlatır.
Kral 1.Nebukadnezar: "Elam'a girdim ve çalınan Marduk heykelini geri getirdim".
Babil Kralının listesi onun 22 yıl boyunca hüküm sürdüğünü bildirir ve bir kudurru, Kral Nebukadnezar'ı işaret eder:
"Elamitlere karşı olan savaş sırasında tanrı Marduk'un heykelini geri aldım."
Babilliler üzerlerine oyarak ve keserek hitabeleri yazdıkları oyulmuş taşlara sahiptiler ve onlara "kuduru" diyorlardı. Sadece ekonomik ve dini nedenlerden ötürü değil, aynı zamanda Babil'deki Kassite egemenliği döneminden günümüze kalan tek sanat eseri olarak da önemliydiler (M.Ö. 16-12. yüzyıl). Bu kudurruların üzerine birçok önemli tarihi olay yazılmıştır.
Marduk Kehaneti'nin Kral 1.Nebukadnezar'a bir hediye olarak yazıldığı düşünmesine rağmen, belgenin başka bir amaca hizmet etmiş olması da mümkün.
Cin Evi'nde kazı yaparken arkeologlar ilginç bir şekilde diğer olaylarla da ilgili birkaç çivi yazısı tablet buldular.
“Marduk Kehaneti” dışında metnin yazarının Nebukadnezar'ın Elamit seferlerine ilişkin endişesi yer alıyor. İlaveten Asur baş tanrısı Aşur'un Marduk'dan daha üstün olduğunu ilan eden bazı metinler de bulundu.
Bu metinler bazılarının Marduk Kehaneti'nin, Asur'un başkenti Ashur'un en önemli ilahı olan tanrı Aşur ile ilgili olarak Marduk'un nasıl değerlendirildiğini anlatmak için yazıldığını düşünmelerine de yol açtı.
Kehanet ayrıca astrolojik kehanet metinleri içerir ve belirli takımyıldızlarıyla ilişkili bazı eski yerlerden bahseder.
Marduk ve Sulgi kehanetleri ile Uruk Kehaneti'nde olduğu gibi pek çok tahminin de aynı şekilde astrolojik külliyat ile tam olarak paralel olduğu görülüyor.
Babilliler ve Sümerler astronomi konusunda çok ileri bilgiye sahip olduklarından, çeşitli nedenlerden dolayı inandıkları gök cisimlerini keşfetmeleri şaşırtıcı değildir ve kehanet öngörüleri, astrolojik kehanetler ve astronomik olaylar arasında belirli paralellikler vardır.
Takuma Sugie. The Reception of the Marduk Prophecy in Seventh-Century B.C. Nineveh. Orient. 2014, Vol.49, No.0, p.107.
Benjamin R. Foster - Before the Muses: An Anthology of Akkadian Literature
Biggs, Robert D. "The Babylonian Prophecies and the Astrological Traditions of Mesopotamia." Journal of Cuneiform Studies37, no. 1 (1985): 86-90. doi:10.2307/1359960.