HABERLER
Dini Haber
Enfal suresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Enfal suresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

YERYÜZÜNDE YÜRÜYENLERİN EN KÖTÜSÜ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Enfal suresi, Yeryüzünde yürüyenlerin en kötüsü,Kurayza oğulları , Kurayza Yahudileri, Enfal 55, Kur'an'daki çelişkiler, Tanrı kelamı, Sorgula, YERYÜZÜNDE YÜRÜYENLERİN EN KÖTÜSÜ

Enfal 55:  Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Artık onlar iman etmezler.

Enfal 56: Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında antlaşmalarını hiç çekinmeden bozan kimselerdir.

Enfal 57: Eğer onları savaşta yakalarsan, bunlar(a vereceğin ceza) ile arkalarındakileri de dağıt ki ibret alsınlar.

Enfal 58: (Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik etmesinden korkarsan, sen de antlaşmayı bozduğunu aynı şekilde onlara bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.

Enfal 59: İnkâr edenler, asla yakayı kurtardıklarını zannetmesinler. Çünkü onlar (sizi) âciz bırakamazlar.

Bu ayetlerin İslâmcılar tarafından yorumu ve açıklaması aşağıdaki gibidir:

“Medine Yahudilerinden Kurayza oğulları, Müslümanlarla savaşmayacaklarına ve onlara karşı bir saldırı vuku' bulduğu takdirde saldırganlara, savaş kapısını açanlara yardım etmeyeceklerine dair Hz. Muhammed (asv) ile bir antlaşma yapmışlardı. Çok geçmeden İslâm'a karşı durmadan hazırlanan Mekke müşriklerine silâh yardımında bulunarak antlaşmayı bozmuş, sonra da unutup hatâ ettiklerini söyleyerek antlaşmayı yenilemişlerdi. Ne yazık ki, aradan bir süre geçince Hendek Savaşı patlak verdi ve Medine kuşatıldı. Müslümanların en zayıf anını fırsat bilen Yahudiler derhal harekete geçtiler ve Mekkeli müşriklerden yana olduklarını bildirmek, gerekirse her türlü yardımı yapacaklarına dair bir taahhütte bulunmak üzere Kâb b.Eşrefi Mekke'ye gönderdiler. Böylece ikinci defa yapılan andlaşmayı da bozmuş oldular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi.”

Enfal suresi 55 inci ayeti tekrar okuyalım.
Enfal 55: Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Artık onlar iman etmezler.

Diğer ayetlerde de ele alınacak önemli konular var fakat şu an ki irdeleyeceğim konu Enfal Suresi 55’inci ayet. Yürüyen canlıların en kötüsü ya da en kötüleri kimlerdir? Sadece inkâr edenler mi? Allah’ı ya da yaptığı savaş antlaşmasını inkâr edenler mi? Bu gün yaptığı bir savaş andlaşmasını ve Allah’ı inkâr etmeyen, ona iman eden fakat farklı bir dini görüşe sahip olan ve sırf farklı bir meshepten  diye  genç kızların ırzına geçip onları öldüren mahlûkatları bir gözünüzün önüne getirin. Mahallenizde kendi karakteri adına çevresinde çok iyi bir imaj çizmesine rağmen komşusunun küçük kız çocuğunu istismar  edip öldüren bir mahlûkatı gözlerinizin önüne getirin. Eline av tüfeği alıp sokaktaki köpeklerin sayısı azalsın diye köpek öldürmeye çıkan mahlûkatları gözlerinizin önüne getirin. Kendisinden izin almadan bakkala gidip ekmek aldı diye karısını şişleyen mahlûkatları gözlerinizin önüne getirin. Demek yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü inkâr edenler öyle mi? “Ya sen de çok sulandırdın konuyu. Yukarıdaki ayetleri yazmışsın ne güzel. Sen de biliyorsun bak o ayetler şu şu olay için inmiş.” Evet o ayetler belirli bir olay için inmiş. Şimdi konuyu mantık kurallarıyla irdeleyelim.  Size önce bir örnek  vereyim.


Sabri bey gazetecidir ve köşe yazarıdır. Doğup büyüdüğü köyde  bir adam yaban domuzlarının saldırısına uğramış ve ağır yara almıştır.  Sabri bey hem köylüsü ile ilgilenir hem de bu olayla ilgili köşesinde bir yazı yazar. Saldırı öncesinde, sonrasında olanı biteni bir gazetecinin gözüyle yazıp değerlendirir. Önlemlerin alınmadığından felan bahseder ve konu yaban domuzlarına gelir. Sabri bey şöyle bir cümle  ile yazısına başlamaktadır: “Yeryüzünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzudur.”  Bu yazıyı okuyan okurlar mesaj üzerine mesaj yağdırırlar.
  • Sabri bey,  yaban domuzu saldırısından çok etkilenmişsiniz ama yer yüzünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzu değil, ayıdır.
  • Siz tehlikeli hayvan görmemişsiniz, Afrika’ya bir gidin bakalım tehlikeli hayvan nasıl oluyormuş.  Bir  yaban domuzu haberi yapıldı diye abartmışsınız durumu ve yaban domuzunu en tehlikeli hayvan ilan etmişsiniz.
  • Yaralanan amcaya geçmiş olsun diyorum  Sabri bey ama son cümlenizde yanlışınız var. Dünyanın  en tehlikeli hayvanı sivrisinektir. Çok tehlikeli ve ölümcül hastalıkları taşımasına rağmen kişi bazen sivrisinek tarafından ısırıldığını bile anlamaz.
  • Deniz anası, dünyanın en zehirli ve en tehlikeli hayvanıdır. Yaban domuzuna gelinceye kadar ondan daha tehlikeli hayvanları saya saya bitiremezsiniz.
  • Son cümleniz son derece yanlış ve gereksiz olmuş. Zira dünyanın en tehlikeli hayvanı diye bir şey söz konusu olamaz çünkü bu durum insanın yaşadığı coğrafyaya ve alınan ya da alınmayan önlemlere göre de değişir. Yaban domuzu dünyanın en tehlikeli hayvanı olmadığı gibi dünyanın en tehlikeli hayvanını  seçebilmek de kolay değildir.
  • Sabri bey,  bir yaban domuzu saldırısı olayını güzelce anlatmışsınız ama bu durumu ifade ederken “Yeryüzünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzudur.” Şeklinde bir ifadeyi galiba editörleriniz gazeteye yanlış geçirmiş. Doğrusu belki de şudur: “….  köyünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzudur” şeklinde olmalıydı. Muhtemelen siz de farkında değilsinizdir. Gazetede çıkan yazınızı bir de siz okuyun.
Yukarıda, yıllardır gazetecilik yapan bir adamın, yazdığı bir haber içeriğinde kullandığı mantıksız bir cümleyi, okuyucular hemen fark edip tepki göstertiyorlar. Bu olaydan çıkan sonuç şudur ki bir yerde bir yaban domuzu  saldırısı olması, saldırıyı anlatan kişinin dünyanın en tehlikeli hayvanı olarak yaban domuzunu ilan etmesi anlamına gelmez. Çünkü akıl ve mantıkla bağdaşmaz.

Ayete gelecek olursak. Yahudiler ve Müslümanlar arasında yapılan bir anlaşmayı bir tarafın bozması, yeryüzünün en kötü varlıklarının yaptığı anlaşmayı inkâr eden canlılar olduğu anlamına gelmez. Bu olay anlatılırken böyle  bir cümle kurulmaz.  Böyle bir cümleyi,  Yüceler yücesi Yaratıcının ayet olarak gönderdiğine  ben  inanmıyorum. Belki de bu ayeti,  köylüsünün uğradığı saldırıdan etkilenen ve o etkiyi üzerinden atamamış Sabri bey gibi falanca antlaşmanın çiğnenmesinden kötü etkilenen bir fani yazmıştır.

ENFAL SURESİ 65-66

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Enfal suresi, Enfal 65, Enfal 66, Allah sizde bir zaaf olduğunu bildi, Kurandaki çelişkiler, 10 kafire karşı 1 mümin, Allah'ın her şeyi bilmesi, Enfal suresindeki çelişkiler, Ayet incelemeleri,

ENFAL 65-66. AYETLER


Enfal Suresi 65. Ayet: Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.

Enfal Suresi 66. Ayet: Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir.

İlk ayette, Müslümanları savaşa teşvik etmek ve motive etmek için 20 müslümanın 200 kişiyi ve ardından 100  sabırlı müslümanın  1000 kâfiri yeneceği belirtiliyor yani savaş sırasında 1 müslüman 10 kâfire bedeldir. Yaşanan bazı savaşlardan sonra  Enfal Suresi 66 ıncı ayet iniyor  fakat anlaşılan o ki 1 müslüman 10 kâfire bedel olamamış, ALLAH da bunu bilmiş. Sonra bu 1’e 10 oranı birden bire düşüyor ve 100 sabırlı müslümanın 200 kâfire bedel olduğu yani 1 müslümanın 2 kâfiri yeneceği belirtiliyor.

Eskinin tanrılarının ve putlarının gelecekte yaşanan olayları bilebilmek gibi üstün özellikleri yoktu. Tabiat olaylarını yönetenler, güneşi yönetenler gibi çok önemli ve kudretli yetenekleri olan Tanrılara rağmen hiç birisi gelecekte neler olacağını bilmezdi. Allah ise diğerlerinden farklı olarak geçmişte ve gelecekte olacakların hepsini bilen bir Tanrı olarak lanse edilir. Allah, Enfal Suresi 65. Ayette 1 müslümanın 10 kâfiri yeneceğini söyledikten sonra bazı savaşlar sonucu bir şeyler ters gidiyor ve yaşanan bu hayal kırıklığının  ardından 66. Ayet geliyor ve bu kez “Allah, sizdeki bu zaafı bildi” şeklinde bir ifade kullanılıyor. Bu ifadeyi acaba ezeli ve ebedi her şeyi bilen bir Tanrı mı yazmıştır yoksa geleceği görme yetisi olmayan sıradan bir insan mı yazmıştır? Bu ayetin “Allah, sizdeki bu zaafı bildi” ifadesini araştırdığınız zaman  İlâhiyatçılar, anlaşılması açısından bazı yorumlar getirirler. Bu ayetler için kabul edilen yorumları irdeleyelim.
  • “Allah bu ayetiyle demek istiyor ki  Aslında 1 müslümanın içinde 10 kâfiri yenecek güç vardır fakat  Müslümanlar bunun farkına varamamışlar ve kendilerindeki bu gücü gerektiği şekilde kullanamamışlardır.”
Ben, ilahiyatçıların bu açıklamasından şunu anlıyorum: Allah, meramını ya da var olan bir durumu, bir bilgiyi, kullarına  anlaşılır kelimelerle, cümlelerle anlatma becerisinden yoksun. Ben bu ayetleri birleştirip daha anlaşılır hale getireyim. Aşağıdaki altı çizili yerleri ben ekledim.

Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Bir müminin içinde 10 kişiyi mağlup edecek güç vardır. Eğer müminler, kendilerindeki bu gücün farkına varırlarsa  içinizden  sabreden yirmi kişi,  iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Eğer bu müminler zaaflarına yenik  düşerler  ve kendilerindeki bu gücü kullanamazlar ise yüz mümin iki yüz kâfiri bozguna uğratır. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.


Şimdi, dürüst olarak cevap verin. Enfal Suresi 65 ve 66 ıncı ayeti, geleceği bilen bir Tanrının gönderdiğine inanıyorsanız bu Tanrı, Tanrı olmasının yani geleceği bilen bir varlık olmasının farkını ortaya koyarak  kırmızı renk ile yazdığım  ayeti tek seferde ve aynı anda tek parça halinde mi gönderir yoksa sanki gelecekte ne olacağını bilemeyen bir Tanrı algısı oluştururcasına  önce 1’e 10 oranını gönderip yaşanan savaştan sonra  müminlerde bir zaaf olduğunu bildiğini belirten bir ayetle birlikte sabreden yüz müminin iki yüz kâfiri bozguna uğratacağını söyleyip bu oranı düşürür mü? Görüldüğü üzere ayetlerin açıklamasına yönelik ilahiyatçıların ilk yorumu mantıklı değil.  Ayetlerin anlaşılmasına yönelik diğer bir izah şekli de aşağıdaki yorumdur.
  • “Allah zaten gelecekte olan her şeyi bilir fakat bilmekle olayın vukuu bulması farklıdır. Onun bildiği şeyin önce vukuu bulması ve kulların da bunu görmesi gerekir.”
İnsanların kendisine inanması için bir sürü peygambere mucize veren Allah, neden böylesi bir durumda bir Tanrı olmasının yani geleceği gören bir ilah olmasının farkını ortaya koymadı? Ya da şöyle söyleyelim, aklı başında insanların bu iki ayeti okuduktan sonra bu ayetleri bir Tanrı’nın değil ancak geleceği bilemeyen bir insanın yazacağını düşüneceklerini ve bunun da kendi kudretiyle   insana verdiği aklın ve mantığın doğal bir sonucu olacağını tahmin edemedi mi? O dönemde insanlar zaten İslâm’a davet ediliyor. Sorgulamanın en fazla yapıldığı o dönemlerde insanları kuşkuya düşürecek ve Peygambere,  “Ya bu nasıl ayettir, bunu kesin sen kendin yazmışsındır” dedirtecek bir ayeti göndermenin sonuçlarını, gönderdiği düşünülen kudret, hesap edemedi mi? Şimdi de diğer yorum ve açıklamaları irdeleyelim.
  • “Enfal Suresi 65. Ayet, Bedir Savaşı öncesinde nüzul olmuştur. Bedir Savaşı’nda Mekkeli müşrikler sayıca Müslümanlardan üstün idiler. Müslümanların böyle bir durumda savaştan çekinmemesi, Allah’ın izniyle bire on katı düşmanla dahi başarı elde edinileceği söylenmiştir. Ancak, oranın bire on olduğu durumlarda dahi savaşmanın farz olması ve savaştan kaçmanın yasaklanması, sonradan gelecek müminler için ağır bir hüküm olacaktı. Çünkü, İslam yayıldıkça İslam ile müşerref olan her kişinin iman kuvveti, beden gücü, sabrı aynı düzeyde değildi. Bedir Savaşı sonrasında nüzul olan 66. ayette de ‘savaşta sabretme, savaştan kaçmama’ yükümlülüğü iki katı düşman ile sınırlandırılmıştır. Böylece müminlerin yükleri hafifletilmiş, yüz kişinin iki yüz kişi karşısında kaçmaması farz kılınmıştır. Savaştan kaçanlar hakkında ‘Allah’ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı’ (Enfal, 8/16) hükmü olduğu için, Enfal Suresi 66. ayet ile gelen hüküm, müminler için rahmet olmuştur. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nispetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terk edenler firari sayılmazlar. Fakat, silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, ‘Allah’ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlar’ ayeti kapsamına girerler. Yani, bu ayetin hükmünü hak ederler. Buradan anlaşılır ki, bu hafifletme birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir. İkiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup -işlenilmesi tavsiye edilen iş- olduğunu bildirmek içindir. Nitekim, İslam tarihi boyunca bire on nispetinde ve daha fazla düşmana galip gelindiği nice savaşlar vardır. Ayette yer alan ‘Allah sizden o yükü, o teklifi çok hafifletti ve gerçekte sizde bir zayıflık olduğunu bildi.’ ifadesi, ‘savaş gücü bakımından içinizde bedenen veya sabır ve moral yönünden bir takım zaafları olanların varlığı sebebiyle, öylesine sabır ve tahammül zorunluluğunun bundan böyle herkes için uygun olmadığı kendini gösterdi’ manasına gelir.”
İmanlı kimseler için çok güzel gerekçeler ve açıklamalar ortaya konmuş. Savaşın farz olduğundan, yer, zaman ve savaşa katılan müminlerin imanlarının, sabırlarının kuvvet farklılığına, bire on oranındaki düşmanı ne olursa olsun kaçmadan yenmek için mücadele etmek gereğine ve ardından bire iki oranının Müslümanlar için bir müjde oluşuna kadar her şey harikulade açıklanmış fakat bir şey eksik. Yukarıdaki açıklamaların hiç birisi Enfal Suresi 66. Ayetteki “…Allah… sizde bir zaaf olduğunu bildi…”  ifadesinin mantıksal izahını vermiyor. Bu ifade “…Allah…sizde bir zaaf olduğunu biliyor…” gibi geniş zamanı yani bir Tanrı için geçmiş, şimdi ve gelecek zamanı kapsayan bir sonsuzluğu bilmek anlamına  gelebilecek bir ifade kullanılsaydı belki bu sorgulamayı yapmazdım.  Eeeeee?  “Ayşe, sende bir zaaf olduğunu biliyor” der isem bunun anlamı Ayşe sende bir zaaf olduğunu biliyor ama zamanı belli değil, belki de en başından beri biliyordur anlamı vardır fakat “Ayşe sende bir zaaf olduğunu bildi” der isem bunun anlamı, Ayşe daha önce sende bir zaaf olduğunu bilmiyordu ama sonrasında bir şekilde öğrendi yani bildi. Bu ifadeye göre anlam gayet açıktır. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği yani tüm zamanları, gaybı bildiğine inanılan Allah, müminlerde bir zaaf olduğunu bilmiyordu fakat bir şeyler oldu ve Allah bu zaafın olduğunu öğrendi ya da olayları  insan gibi gözlemleyerek  görüp  anladı, en sonunda zaaf olduğuna kanaat  getirdi  yani  bildi.

MEKKE'DEN MEDİNE'YE TAŞINAN İSLAM

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, İslamiyetin göçü, Eski Mekke'de Allah inancı, Putperest Araplar, İslamiyetin doğuşu, Yağmalamaya izin veren ayetler, Kervan baskınları, Enfal suresi, Enfal 39, Hz.Muhammed'in yükselişi Muhammed doğmadan çok öncelerinde bile Mekke halkının çoğunluğu puta tapar olsa da; tek tanrı- Allah inancına sahip, kendilerine göre namaz kılan, oruç tutan, sadaka verip yardımlaşan, hac yapan, hatta gusül aptesini bile bilen bir topluluktu. Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib, amcaları Ebu Talip, Ebu Leheb, Ebu Cehil, rüşvetle sonradan Müslüman olan Ebu Sufyan, Muaviye gibi tanınmış pek çok kişinin durumu da böyleydi.  Yardımlaşma, hatta bir tür ilkel komün sistemi bile vardı. Herkes barış içine işine gücüne bakıyordu. Kabileler arası soy üstünlüğü ve kan davalarının dışında adam öldürmek son derece azdı. Kızlar diri olarak toprağa gömülmüyorlardı ki böyle olsaydı tanınmış pek çok ailenin kızları da gömülürdü. Oysa tanınmış ailelerden doğmuş, tanınmış bir sürü kadının varlığı biliniyor. Evlilik ve boşanma belli kurallara bağlıydı ama ne kadar uyuluyordu bu tartışılır. Evet, eğlence düşkünlüğü, zina, hırsızlık gibi olumsuzluklar da eksik değildi. Ama en azından, kimse kimsenin inancına karışmıyordu.

Şimdi bir an düşünmelisiniz!

Şimdi düşününüz! Böyle bir toplumda, Muhammed peygamberliğini duyurup her şeyi alt üst ediyor. Muhammed yüzünden insanlar ikiye bölünüp, birbirleriyle kinleşiyorlar. O güne dek işleyip gelen düzen bozuluyor. O güne dek ufak tefek kabile baskınlarından başka savaş olmayan topraklara savaş tohumları atılıyor. Kervan yağmalanmasını meşrulaştırılıyor, ganimet için canlara kıyma kutsal savaş ve farz yapılıyor.

Böyle bir toplumda Muhammed’in derdi neydi ki, yeni bir din icat etmeyi ve ulaşabildiği her yere yaymayı düşünmüştü. Muhammed, başarmak için her yolu mubah gören doyumsuz birisiydi. Tek derdi; din üzerinden her şeyi ele geçirmek ve her şeye hükmetmek, yeryüzü nimetlerinden yararlanabildiği kadar yararlanmaktı.

Mekke’deki Gelişmeler ve Medine’ye Göç

Muhammed peygamberliğini duyurduktan sonra, on yıl Mekke’de kaldı ve ancak kendisine inananların sayısı 40- 50’yi geçmemişti. Bunlar da; ya akrabalık bağıyla ya da bazı çıkar hesaplarıyla Müslüman olmuşlardı.

 İbni Şehraşub’un verdiği bilgiye dayanan bir örnek: Muhammed’in kızı Rukiye çok güzeldir. Daha önce Ebu Leheb’in oğluyla evlendirilen Rukiye, baskı sonucu kocasından zorla ayrılmıştır. Osman Rukiye’ye göz koyarak, Ebubekir’i Muhammed’e gönderip; Rukiye’yi Osman’a verirse Müslüman olacaklarını söyler ve Muhammed de bunu kabul eder. Böylece ikisi de Müslüman olurlar. Osman’ın niyeti apaçık belli! Ebubekir’in gizli niyeti ise Muhammed’le bir şekilde daha yakın olmak, hatta daha sonra çocuk yaştaki kızını Muhammed’e rüşvet olarak sunarak; Muhammed’in peygamberlik ayrıcalığından yararlanmasının önünü açmaktır. Muhammed’in emeli; bu ileri gelenlerle çok yakın bağlar kurmak, hatta kız alıp vererek onları kendisine çekip, onların koruma ve arkalamalarıyla kendini güvence altında bulundurmak. İleride bu gizli emellerin hepsi gerçekleşecektir.

Mekke’de okur- yazar sayısı da, sözü geçen akıllı kişiler de çok. Hem maddi hem manevi olarak Muhammed’e karşı çıkabilecek güçleri de var. Yani Muhammed’in kalıcı olarak Mekke’de, peygamberlik yapması zordur; hatta olanak dışıdır.


Ömer, Ebubekir, Osman, Ali gibi ileri gelenlerin Müslüman olmalarıyla halk içinde açıktan din yayma girişimleri başlamış oldu. Ancak karşı taraftaki ileri gelen ve arkası güçlü olanlar bu girişimden rahatsız olmaya başlayınca; Muhammed’i birkaç kez uyarmak zorunda kaldılar. Halkın ikiye bölündüğünü, insanların kışkırttıldığını, sonunda mutlaka kan döküleceğini anlattılarsa da; Muhammed hiç oralı olmadı. Birkaç kez kurulan tuzaktan kurtulan Muhammed’i öldüremediler. Bu kez de Muhammed’in ve kendisine inanmış olanların Mekke’den çekip gitmeleri istendi. Hatta Muhammed ölümle korkutuldu. Hemen Mekke’den gitmeleri, gitmezlerse çok kan döküleceği Muhammed’e anlatıldı.

Amcalarından yeterli desteği bulamayan Muhammed, Medine ileri gelenleriyle gizli görüşmeler yapıp, bazı dinsel ve parasal vaatlerde bulunarak kendisini Medine’ye davet ettirdi. Medine ileri gelenlerinin de kendilerine göre bazı gizli emel ve beklentileri vardı. Aksi halde Muhammed’i de, ona inananları da Medine’ye sokmazlardı. Çünkü Medine, Mekke’den daha karışık, ama nüfusu az bir yerdi. Medine’de Museviler, İseviler, ateşe taparlar, eski Helen tanrılarına inananlardan başka; dışarıdan gelip yerleşenler de yaşamaktaydı. Medine dinler mozaiği gibiydi, üstelik halk cahildi, kimsenin Muhammed’e karşı koyacak gücü ve bilgisi yoktu. Muhammed gelinceye kadar, her dinden herkes barış içinde yaşıyordu. Medineliler yoksul, bilgisiz, ırgatlık yapıp alın teri dökerek yaşamaya çalışan kişilerdi. Muhammed, hem Mekkeli inananları için ayetler getirip, göçün farz ve zorunlu olmasının Allah emri olduğunu duyurdu; hem de Medineliler için getirdiği ayetlerle ebedi cennet, ebedi varsıllık vaadiyle beyinleri yıkadı. Muhammed’in Mekke ve Medinelilere duyurduğu bazı icat ayetlerinden örnekler: Enfal suresi 30-72, Nisa suresi 89-97, Nahl suresi 41, Cin suresi 23, Bakara suresi 216-217

 Konu uzayacağından bu ayetleri buraya almıyorum. Meraklı okurlarımız bu ayetleri mutlaka okuyup, üç elif miktarı düşünsünler.

Hadis ve dinsel kitapların yazdıklarına çok fazla inanmayın! Mekke’de İslam’ı yaymaya çalışan Muhammed ve arkadaşlarının, inanmayanlara hakaret ve sövmelerine bile fazla ses çıkaran olmadı. Kitaplarda yazıldığı gibi zulüm, baskı işkence olayları da görülmedi. Ancak; Mekkeliler ortamın daha fazla karıştırılıp, bu işin sonunda kan döküleceğinden korkuyorlardı. Evini barkını bırakıp göç edenlerin hemen hepsi yoksul kişilerdi. Bunlar isteyerek değil, Muhammed’in zorlamasıyla ve ayetlerin getirdiği korkuyla göç etmek zorunda kaldılar. Muhammed Medine’ye ayak basınca; huzur bozuldu, farklı inançlardaki insanlar birbirlerine karşı kinleşir oldular. Eski köye yeni âdet, Medine’ye de Muhammed gelince; kargaşa baş göstermeye başladı.

Medine Yoksulluğuna Çözüm: Kervan Baskınları

Bir süre Muhammed’in kuru vaatleriyle varsıllık ve cennet bekleyen Medineliler; içten içe homurdanmaya, rahatsızlık duymaya başladılar. Birinci neden; mozaik halkın arasında inanç üstüne kargaşaların çıkmaya başlamasıdır. İkinci neden; Muhammed’in vaat ettiklerinin gerçekleşmemesidir. Halk parasız pulsuz olduğundan Muhammed’in vaat ettiği ebedi varsıllıktan eser yoktu, ortada böyle bir işaret de görülmüyordu. Muhammed bu sorunu çözüverdi! Kervanların yolunu keserek baskın yapmaya başladılar. Baskın ganimetlerinin çoğu Muhammed’e, kalanı baskına katılanlara paylaştırılıyordu. Bunun adı, din için kutsal cihat olmuştu. Hatta Ebu Cehil’in koruduğu büyük kervana bile baskın yapılmış ama kaçmak zorunda kalmışlardı.

Kervan soygunlarından gelen ganimetler doyurucu gelmemeye başladığından, bu işi büyütmek gerekiyordu. Bir yandan da arkadaşları ve Müslümanlar vaat ettiği ganimet nimetleri için Muhammed’e baskı yapmaya başladılar. Çünkü tek geçim kaynağı ganimetlerden oluşmaktaydı. İşte bu yüzden Muhammed ayet üstüne ayetler duyurmaya başladı. Enfal suresi 39: “Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer küfürlerinden vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” gibi Muhammed tarafından icat edilip, Medinelilere duyurulan ayetler savaşın ve daha büyük yağmaların kapısını açtı. Başlangıçla kervan soymayla başlayan kan dökmeler böylece savaş ve işgallere dönüşecekti. Bu soygun ve işgallerin kılıfı da hazırdı; Allah yolunda savaşmak ve kutsal cihat! Bazı kaynaklara göre yalnızca bu savaşların sayısı yüzden fazladır.

ALLAH, MUHAMMED'İ DEĞİL ÖMER'İ HAKLI BULUYOR

AY, din, islamiyet, Hz Ömer, Hz Muhammed, Ömer'in Muhammed ve Kur-an'a etkileri, Enfal suresi, Peygamberlerin esir alması,Ali abisi Akil'i öldürsün,Ömer esir akrabaları öldürelim,Enfal 67-68

ALLAH, MUHAMMED'İ DEĞİL ÖMER'İ HAKLI BULUYOR

"Ali kendi ağabeyi olan Akil’i öldürsün; ben de kendi yakınlarımı öldüreyim"
Ömer’in, Kuran’ın oluşturulması konusunda Muhammed’i şu veya bu şekilde etkilediğini görüyoruz.. Ömer’in bu yönüyle onun görüşlerine uygun veya onun önerilerini tasdik eder onaylar mahiyette inmiş olan ayet sayısı hakkında İslam âlimleri görüş bildirmişler.

İbn-i Asakir (ö. hicri 571) “Kuran ayetleri inerken Ömer’in de görüşlerine yer verilmiştir; onun görüşleri de nazarı dikkate alınmıştır” deyip bu konuda çok önemli bir açıklama getirirken; İslam camiasında çok önemli bir üne sahip olan İmam Suyuti (ö. hicri 911), “Kuran’ın 21 ayeti Ömer’in görüşlerine uygun, onları doğrular mahiyette inmiştir” diyor ve ekliyor: “Oysa bu sayıyı 30’a çıkaranlar da vardır.” Yine en azından adı geçen yazar kadar İslam camiasında ünlü olan İbn-i Hacer Askalani (ö. 852-h), bu konuda bir hadis aktararak, “Kuran 15 yer Ömer’in görüşlerini doğrulamıştır” diyor. Bu konuda en çarpıcı örnek, Ömer’in oğlu Abdullah’tan geliyor. Abdullah, aynen şöyle diyor: “Herhangi bir konuda babam Ömer ayrı, halk da ayrı karar verseydi, o tartışmalı konuda gelecek olan Kuran ayeti, ille de babamın görüşlerini doğrular mahiyetteydi.” İmam Şeybani de Fedailü’ İmameyn adlı yapıtında, “Kuran’ın ayetleri, 21 konuda Ömer’in görüşleri doğrultusunda inmiştir” diyor. İmam Mücahit ise şöyle diyor: “Bazen Ömer fikir belirtildi, Kuran ayetleri de ona göre inerdi.”

İbn-i Abbas anlatıyor:
“Bedir harbinde esir alınan 70 müşrik hakkında Muhammed, Ebu Bekir ve Ömer’den görüş istedi. Ömer hepsini kılıçtan geçirmeyi teklif etti ve şunu ekledi: ‘Ali kendi ağabeyi olan Akil’i öldürsün; ben de kendi yakınlarımı öldüreyim’ (Ömer, burada birçok isim sayıyor. Yani, herkes esir düşen kendi akrabasını vursun) dedi. Buna karşılık Ebu Bekir ise, ‘Bu esirlerden fidye alıp serbest bırakalım’ dedi. Netice itibariyle Muhammed tarafından Ebu Bekir’in görüşü benimsendi. (Yani esirler, fidye karşılığı serbest bırakıldı.)”


Görüldüğü kadarıyla Muhammed, Ömer’in görüşünü çaresizlikten dolayı reddetmiştir. Çünkü belirtildiği gibi, her Müslümanın bu esirler içerisinde akrabaları vardı. Bu esirlerin öldürülmesi, Müslümanlar içerisinde vahim sonuçlar doğurabilirdi. Kaldı ki, Muhammed’in de hem amcası Abbas, hem de damadı (kızı Zeynep’in eşi) ve başka akrabaları da bu esirler arasında bulunuyorlardı. Demin de söylendiği gibi, sonuç itibariyle tutsaklar fidye karşılığı serbest bırakıldılar. Bu arada Ömer’in öne sürdüğü teklif uygulanmadığı için en azından kendi içinde rahatsız olduğu muhakkak. Çünkü Ömer söylediğini ille de yaptıran bir kişiliğe sahiti, kolay kolay onun sözü yerde kalmazdı. Sonunda bu olayın vuku bulduğu dönem içinde Enfal Suresi’nin 67. ve 68. ayetleri indi. Bu ayetlerde, “Yeryüzünde ağır basıp küfrün belini kırıncaya kadar, hiçbir peygambere, esirleri bulunması, yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, (size) ahireti istiyor. Zira Allah azizdir (yani, dostlarını düşmanlarına galip kılar), hakimdir (Dünyanın mı ahiretin mi daha hayırlı olduğunu o çok iyi bilendir). Allah’tan bir yazı (kaderinizde sizi affetmek) geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden ötürü (size) mutlaka büyük bir azap dokunurdu” deniyor.

Evet durum ortadadır. Ömer, bu esirlerin öldürülmesini istiyordu. Ebu Bekir ile Muhammed ise fidye karşılığı esirlerin serbest bırakılmasından yanaydılar. Ömer’in görüşünün kabul edilmesi, büyük bir katliama neden olacaktı. Oysa böyle bir durum hem pratik siyaset, hem de oluşturulacak genel prensipler açısından sorun yaratacaktı. Gerçek uygulamada ise, siyaseten ve ilkesel olarak daha ılımlı bir yol izlendi. Ancak, Ömer’in görüşünün burada dışlanmış olmasına karşılık, gelen ayette, söz konusu olayda yanlış karar verildiği dile getirilmekle birlikte, Allah, bağışlayıcı niteliğinden dolayı Muhammed ve Ebu Bekir’i de affetmiş oluyordu. Böylece hem siyasi bir hata işlenmemiş, hem de Ömer’in dargınlık ve küskünlüğü de gelen bu yeni ayetler giderilmiş oluyordu.

Daha sonra Muhammed bu ayeti açıklarken ağlamaklı bir biçimde, “Eğer bu ayetlerle Allah bizi affetmeseydi, hepimiz cezalandırılacaktık; yalnız Ömer ve Sad bin Muaz kurtulacaklardı” diyor. Halbuki Ömer, fidye değil, onların öldürülmesini tercih ediyordu. Buna rağmen inen ayet, Muhammed’in verdiği o insani karara yanlış; esirleri öldürmek isteyen Ömer’in fetvasına da doğru diyordu.

Yine bir başka konuda Allah'ın Muhammed yerine Ömer'i haklı bulduğunu ve bunun ayete dönüştüğünü görüyoruz:

Önce ilgili ayete bakalım:
Tevbe suresi 84.ayet: "Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler."

İbn-i Ömer şöyle demiştir : Abdullah bin Übeyy öldüğü zaman oğlu Abdullah, Peygamber (sav) 'e 
gelerek: 
Yâ Resûlallah! (Mübarek) gömleğini bana ver. Babamı onunla kefenleyim, dedi (Efendimiz gömleğini verdi). Sonra Resûlallah buyurdu ki:
«Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz (namazını kılayım.) Sonra Peygamber (sav) onun cenaze namazım kılmak isteyince Ömer bin el-Hattâb (Radıyallâhü anh), efendimize (anladığımız kadarıyla) :
Bunun namazını kılmaman gerekir, dedi. Sonra Peygamber (sav) namazını kıldı. Sonra Peygambar (sav) Ömer (Radıyallâhü anh)'a: «Ben şu iki şey arasında muhayyerim : (Allah Teâlâ buyurmuş ki:) Münafıklara sen ister istiğfar et, ister istiğfar etme ] buyurdu. Bunun üzerine Allah Sübhâneh :
'O münafıklardan ölenlerin hiç birisinin üzerinde namaz kılma. Mezarı üstünde de durma' âyetini indirdi."

Kaynaklar:
Tecrid-i Sarih, No: 261-629; Buhari-Müriim Hadisleri, el- Lü'Iüü ve% Mercan, 1553-1767; Buhari, Cenaiz, 23; Libas, 8; Tevbe Tefsiri, 12; Müslim, FedaiN Sahabe, No: 2400; $ıfat-i Münafıkin, No; 2774; Tirmizi, Tevbe Tefsiri, No:3097; Nesaİ-l, Cenaiz, 69, No: 1964; tbn-i Mace, Cenaiz, No: 1523; Ahmet bin Hatıbel. Müsned, 1/16,18; Suyuti. Riyadü'ı Taİİbİn, 708/121; Itkan, 10. bölüm.

ALLAH SAVAŞA KATILIYOR

DP, din, islamiyet, Allah savaşa katılıyor,Allah, Enfal suresi, Allah'ın yarattığı insanlarla savaşması,Yüzleri kurusun,Allah'ın bedduası, Kuran Muhammedin el yazmasıdır, Kureyş ordusu ile savaşta
(Savaşta) onları siz öldürmediniz, ancak Allah öldürdü; attığın zaman da (Muhammed'e hitaben) sen atmadın, Allah (onu) attı. Ve bunu mü'minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)' Enfal Suresi, 17. Ayet

Ayetin ifade ettiği anlam gayet nettir ki Allah, bir çatışmada (ki Bedir'de yapılan çatışma kastediliyor) öldürülen insanları ancak kendisinin vurduğunu; şayet Muhammed ve ordusu vurdu denilirse Allah'ın bunu kabul etmediğini görüyoruz.

Kureyş ordusu, Müslümanların karşısına çıkınca, muhammed demiş ki "İşte Kureyş, gurur ve iftihar ile geldi, "Allah'ım bunlar senin resûlünü inkâr ediyorlar, bize yardım et ya Rabb!" Diye dua etmiş. İşte bu sırada cebrail gelmiş ve Muhammed'e, "Bir avuç çakıl alıp onların yüzlerine doğru fırlatmış ve "Yüzleri kurusun!" Diye bedduada bulunmuş. Düşmanın gözleri (sanki acı biber gibi yanmaya başlamış) Bundan sonra düşmanın tüm askerleri bozulmuş, mü'minler de enselerine binmişler; bir yandan onları öldürüyor, öbür yandan da esir alıyorlarmış. Savaş sona erince bu sefer bir kısım Müslümanlardan "ŞÖYLE KESTİK, BÖYLE VURDUK, ESİR ALDIK" diye ileri geri konuşanlar ve yaptıkları ile övünenler olmuş, İşte bu ayet bunun üzerine inmiş.

Burada demek ki Allah onlara, fazla fors yapmayın: bunları siz değil ben vurdum demek istiyor. Muhammed'in attığı bir avuç çakıl için de, 'Evet her ne kadar bu çakıllar senin elinde olsada asıl onlara isabet ettirip vuran, hepsinin gözlerine batıran benim' demek istiyor.

Allah; Öldürülen birkaç insan için, bakın ha onları siz değil; ben vurdum. Sakın ola beni bir saniye bile olup bitenlerin dışında tutmayın.demiş oluyor.
İşte bir ayetin hikayesi de böyle...

İSLAM ÇELİŞKİLERİ VE BİD'AT'LAR

DP, din, islamiyet, İslam çelişkileri, Dini çelişkiler, Bidat, Bid'at, Yatır, Türbe, Kandil geceleri, İçtihat nedir, Müslümanların bid'atları, Tahrim suresi, Necm suresi, Kuran, Hacc suresi, Enfal suresi, Kur'an, Hz Muhammed, İslami ritüeller,
Aklı biraz çalışan ve bir nebze sorgulama yapan, güncel tabir ile “Tatlı su Müslümanı” diye adlandırılan bir çoğunluk var ülkemizde. Bu çoğunluk kenarından azıcık yaptıkları araştırmalar neticesinde karşılaştıkları çelişki ve çarpıklıkları fark ettiklerinde hemen bir kulp bulma yarışına girerler. Genel hatları itibari ile bu konuya Site Başyazarı ve Yöneticisi A. KARA “Neden Deist Oldum 3” adlı yazısında ayrıntılı olarak değinmişti.

Ülkemiz dini dinamikleri ile öyle bir oynanmıştır ki, diğer Müslüman ülkeleri ve Arap toplumu için Türkler, “kendi Yarattıkları İslam’ı Yaşayan Ülke” konumundadır. Bu hususta haksız oldukları söylenemez. Yatır ve Türbe kültürü, mezarlık kültürü, mevlit ve benzeri dine atfedilen ritüeller diğer Müslüman ülkelerde kutlanmaz.

Geçmişlerine ve ne zaman başlandıklarına göz atacak olursak, Kandil geceleri diye bilinen geceler; Mevlit, Regaip, Miraç, Beraat ve Kadir Gecesidir. Bu gecelere Kandil denmesinin sebebi Osmanlı padişahı 2. Selim (1566-1574) zamanında başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "Kandil" olarak anılmaya başlamıştır. (Nebi Bozkurt, “Kandil”; Halit Ünal, Berat Gecesi maddesi. Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2001, c. 24, s. 300)

Hicretten 300 yıl sonra ilk kez Mısır'da, Fatımiler döneminde Mevlit; 400 yıl sonra da Kudüs'te Miraç, Regaip ve Berat geceleri kutlanmaya, bu geceler camilerde toplu biçimde yapılan ibadetlerle geçirilmeye başlandı. Daha sonra bu kutlamalar İslam dünyasının bazı bölgelerine yayılarak gelenekleşti

Özellikle “Kandiller Hususu” ülkemizde en çok tartışılan hususlardan birisidir. Çok açık ifade edebiliriz ki mevlitler hakkında ilahiyat profesörleri dahi (!) kesin bir görüş belirtemezler. Bunun sebebi aslında İslami kültüre göre Kadir Gecesi haricindeki tüm geceler uydurmadır. İlahiyat uzmanları bunu bilmekte, ancak toplumsal ve çevresel baskı faktörlerini göz önünde bulundurarak susmayı yeğ tutarlar. İslami akademik çevrede sadece Mehmet OKUYAN, Mustafa İSLAMOĞLU ve Yaşar Nuri ÖZTÜRK gibi isimler bu konuda radikal sayılabilecek yorumlar geliştirmişlerdir.

Peki, neden diğer İslam ülkelerinin hiç kutlamadığı sadece önemsemekle yetindiği gün ve gecelere biz kutsallık katarak adeta din bayramı haline getiriyoruz? Asıl itibari ile dinleri sorgulayan bir sitede ve dinleri sorgulayan bir yazar nasıl olurda İslami anlamda yazı yazıyor diye düşünebilirsiniz. Yazının devamında sebebini anlayacaksınız.

Önce İslami literatür bu konuda ne diyor göz atalım:

“İbadette İçtihat Olmaz.” Peki, içtihat nedir? Kitabı tanımına bakmakta fayda var: “Kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları, şer’i delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır. Yani, Kur'an, hadis ve icma ile sabit olan şer’i delillerden hüküm çıkarmaktır. “ Bu tanımdan hareketle İslami anlamda ibadet usul ve esasları, Kuran ve Sünnet çerçevesinde çizilmiştir. Kısacası İlk cümlede bahsedilen İbadette İçtihat Olmaz hükmü gereği dinde yeni bir ibadet veya tapma formatı geliştiremezsiniz. Herhangi gün ve gecelere kutsallık atfedemez ve bunları kutlayamazsınız. Bunlar yapıldığı takdirde İslami açıdan bidat kabul edilir ve şirk koşmak olarak değerlendirildiğinden yapan için günah varsayılır; bu bid’atı dine sokarak uygulatan da ayetlerde belirtildiği üzere lanetlenir. Örneğin Ali İmran 78. Ayet hükmü açıktır: “Onlardan bir grup var ki, kitapta olmayan bir şeyi siz kitaptan sanasınız diye dilleriyle kitabı çarpıtırlar ve Allah'tan olmadığı halde "Bu Allah katındandır!" derler, böylece bile bile Allah hakkında yalanlar uydururlar”

Kısacası eğer Müslüman olarak yaşayan bir insansanız Kuran ve Sünnet dışında yaptığınız her türlü dini aktivite, ritüel, ibadet tümden şirk sayılacak ve günah işlemiş olacaksınız. Bunun tersini iddia etmeye çalışmak dahi bu dine inanan kişiyi –inandığı değerler ile- cehennemlik etmeye yetmektedir. Özellikle Nahl 116 kesin uyarıda bulunmaktadır ki: “Buna göre, artık, kendi yalanınızı Allah'a isnat ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış "Bu helaldir şu haramdır" demeyin; çünkü haberi­niz olsun, Allah'a yalan isnat edenler asla kurtuluşa eremezler.”

Bu hususta bizi daha büyük bir paradoks beklemektedir ki, bu husus Kur'an’daki çelişkiler yumağı hakkında bize “apaçık” delil verir. Tahrim Suresi 1. Ayet: “ Ey Peygamber! Eşlerini memnun etmek için, neden Allah'ın sana helal kıldığı bazı şeyleri haram kılıyorsun?” Kısacası İnandığı Tanrının hükümlerine uymak ve vahiyleri insanlara açıklamak üzerine elçi kılınan Muhammed bile (!) -40 yaşında kalbi çıkarılıp melekler tarafından yıkanarak duru ve saf hale getirilmesine rağmen- keyfiyeti uğruna vahiyleri göz ardı ederek kendi nefsince helal-haram belirleme işine soyunmuştur. Bu noktada “E peygamberde insanoğlu, şaşar beşer, o da yanılabilir. Rabbim onu da uyarmış” diyebilirsiniz. Peki, daha önce belirttiğim üzere 40 yaşında kimin kalbi açılarak formatlandı da kusursuz bir şekilde güncellendi? Hani onun sözleri Allah kelamı idi? Allah kelamı şaşar mı? Hani o tüm kusur ve hatalardan bağımsızdı diye sormazlar mı adama? İşin özü İslam peygamberi dahi kendi bid'at üretebiliyorsa yani, Allah katından vahiy ile bildirilmediği halde helal- haram belirleme merci oluşturmuş ise, diğer Müslümanlardan beklememek tuhaf olur.

Şimdi Necm Suresi 3-4-5’e bir göz atalım: “O, nefis arzusu ile konuşmaz. (Size okuduğu) Kur'an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir. (Kur'an'ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti.” Kısacası Kuran diyor ki: peygamber hata yapmaz, eksiksizdir, Kuran dışı konuşmaz ve hareket etmez. Sanırım bu konuda mutabıkız. Peki, yukarıdaki paragrafta yazdığımız Tahrim-1’i tekrar okuyun? Hatta şöyle örnekleri çoğaltalım:

Hacc 52’de :”Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Yani şeytan peygambere dahi karışabilmektedir. Hemen ardından şu ayete bakalım: Nisa Suresi 113. Ayet
(Ey Muhammed!) Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı (Kur'an'ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana lütfu çok büyüktür.

Şimdi bu noktaya kadar ayetler birbirleri ile örtüşemedi. Hem şeytan hem de gruplar peygamberi saptırabiliyor. Allah pekiştirmese durum berbat. O halde daha önce yazdığımız Necm 3-4-5? Hatta Tahrim-1’ de olduğu gibi peygamberin kendi kendine helal-haram belirlemesi?

Kutsal gün ve ibadetlere ekleme hususuna geri dönecek olursak, bu hususta Kuran adeta dükkânı kapatarak yapılan ilaveleri geçersiz kılmakta ve kendisi haricinde yapılan ve söylenen her ibadeti, kutsallığı yok saymaktadır: En’am 59: “Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” Yani Kuran dışı yapılan ibadet, iş, yaşam vesaire her şey geçersiz ve İbadet ya da Kurana ait gibi gösterilirse şirk ve bid’attır. Yani doğruluğu şüpheli olan Peygamber sünnetinden sonra dahi kendini alim-ulema diyen bir grup dine –Kuranda şirk ve günah olduğu belirtilmesine rağmen- çıkarları uğruna ilave yapmaktan çekinmemişler ve geri durmamışlardır. Hiç bunları sorgulamayan ve koşulsuz uyan Tatlı su Müslümanları “E benim niyetim halis, suç onların, onlar beni kandırdı” diyerek inandıkları dinde cezadan kurtulduklarını mı sanıyorlar? Okudunuz mu? Sorguladınız mı? Hayır. Kusura bakmayın ancak sizlerde –inandığının dinin gereği- cehennemliksiniz.

Peki, neden kutsal gün ve geceler belirlenerek ilave ibadet işine soyunuluyor? Sebebi çok açık. İnsanları tek bir yolda ve doğrultuda sabit tutarak sorgulamaların ve yorumların önüne geçmek. Kısaca uyutma terapileri. Bu duruma ilk Emeviler döneminde rastlanılıyor. Günümüz “Tatlı su Müslümanlığının” temelleri o dönemde atılıyor. Ne zaman insanları bir arada koyun sürüsü gibi tutmak gerekiyor, o zaman hemen DİN alarmı çalıştırılıyor ve birlik beraberlik naraları altında uyuşturulma seansları devam ediyor. Zaten ülkemizde inandığı dinin kitabını bir kez dahi okumamış, başındaki hocası bir tarafını öptürmek istese sevap diye öpecek bir çoğunluk var. Din adına ne söyleseniz “Eyvallah” diyecek bu çoğunluk sistemi, ülkemizde mükemmel kurulmuş durumda. Bu durum öyle bir hal aldı ki neredeyse 5 vakit namaz kılmıyor diye mahalle bakkalından alış verişi kesen çoğunluklar türedi memlekette. Aksini iddia etmeyin şu zamana dek okuduklarımız ve yaşadıklarımız bunun kesin kanıtı. Neyse; konumuz doğru İslam değil, aksine çelişkiler.

Buraya kadar bahsettiğimiz hususlar bile İslam dininin ne kadar likit, değişken ve kişiden kişiye değişiklik gösterebildiğinin kanıtıdır. Hiçbir İslami toplum, ülke, coğrafya “apaçık” olduğu iddia edilen Kuran ve İslamiyet üzerinde uzlaşamazlar.

Kuran ve çelişkileri üzerine İlhan ARSEL ve Turan DURSUN, kitaplarında hali hazırda detaylıca irdelemiş ve örnekler sunmuşlardır. Bu noktada o kitapların okunmasını daha sağlıklı buluyorum.

Konudan ayrı ve bağımsız olarak bir ayet ile yazının sonuna geliyorum:
Enfâl Suresi 67. Ayet:
Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hakim duruma gelmedikçe hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfatini istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Birisi barış dini mi dedi?

Yazan: Demon Product