HABERLER
Dini Haber
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HER ŞEYİN KÖKENİ, KOZMOS ve MİLETLİ ANAKSİMANDROS

Yazan: A.Kara

HER ŞEYİN KÖKENİ, KOZMOS ve MİLETLİ ANAKSİMANDROS

"Varolan şeylerin ilkesi, apeiron'dur. Şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler." - Miletli Anaksimandros [1][2]

Sokrates öncesi filozoflardan biri Miletli Anaksimandros'tur. MÖ. 610'da doğmuş 546'da ölmüştür. Çok yönlü biridir, matematikçi, devlet adamı, astronom, doğa bilgini ve kartograftır. Onun çok seyahat ettiğine ve muhtemelen geçmişte Miletlilerin Karadeniz kıyısında kurduğu Apollonia adlı koloninin başında bulunduğuna inanılır. [3]

Diogenes'in bahsettikleri bize Anaksimandros'un kişiliğine dair fikirler verir. Onun ağırbaşlı olduğunu ancak gösterişli giyinmekle ilgili bir sorunu olmadığını, şarkı söyleyerek çocukları güldürdüğünü yazmıştır. Kahkahaları duyduğunda şöyle dediği rivayet edilir:

"Çocukların iyiliği için daha iyi şarkı söylemeliyiz." [4]

Greklerde ilk kez kara ve deniz haritasını çizerek bunları bir küre içine alan odur. [5] Her ne kadar haritacılığın tarihi çok daha eskilere, Mısır, Babil, Sümer'e dayanıyor olsa da onların haritaları belirli bir bölgeyi ele alırken daha geniş, evrensel bakış açısına sahip olan Anaksimandros bir dünya ve gök haritası yapmıştır.

Diogenes'in çalışmasında hayatı hakkında çok az şey bilinen Anaksimandros'un bir gnomon** yani düz taban üzerine yerleştirilen dik çubuğun günün çeşitli saatlerinde oluşturduğu gölgelerin yer ve uzunluklarına bakarak zamanı belirlemeye yarayan bir güneş saati tasarladığı yazmaktadır.

** Grekçede (γνώμων, gnōmōn) gösterge anlamına gelir.

Sonsuzluğa olan inancından dolayı birçok bilim insanı tarafından ilk metafizikçi olarak kabul edilir. Tabi her filozof gibi onun da hataları olmuştu fakat hatalı da olsa kozmos fikrini başkalarına açmış ve kuramsal astronomlardan biri olmuştu.

Adından da anlaşılacağı gibi Milet okulu öğrencilerindendi. Milet Okulu MÖ. 6.yy'da Batı Anadolu'daki Milet şehrinde kurulmuştu. Anaksimandros bu felsefe okulunun önde gelen üç isminden biriydi, diğer ikisi Thales ve Anaksimenes'ti. Anaksimandros Thales'in (MÖ 624/23-548/45), Anaksimenes (MÖ 586-526) ise Anaksimandros'un öğrencisiydi.

Coğrafi konum ve okul nedeniyle aynı grupta bulunuyor olsalar da bu üç filozof çoğu konuda oldukça farklı görüşlere sahipti. "Evrenin en önemli tözü nedir?" gibi doğayla ilgili sorulara odaklanmış olmalarının da birlikte gruplandırılmalarında rol oynadığı söylenebilir. Çünkü Milet Okulu doğa felsefesinin öncüsüydü.

* Diğer adıyla Diogenes Laertius

FELSEFİ GÖRÜŞLERİ

İlk Neden

Tıpkı Thales gibi Anaksimandros da her şeyin arkhe'sini yani ilksel unsurunu, kökenini aramak üzerine çıktığı yolda maddesel bircilik (maddi monizm) ile yani fiziksel dünyanın, dünyadaki tüm nesnelerin tek bir unsurdan oluştuğu fikri üzerinde duruyordu.

Ona göre varlıklar doğaüstü bir neden olmaksızın kaynaklarını birbirinden alıyor, oluş ve yok oluşlar ilahi bir buyruk ile değil "zorunlu" doğa yasalarından kaynaklanıyor, varlıklar birbirleri ile etkileşimlerinde belli ölçüler ve sınırlamalar ile dengeleniyor, bütün bu oluşum ve ilişki yasaları zamana tabi olduğundan zamanın düzenine uygun olarak değişiyordu.

Thales'e göre ilk neden, köken su olsa da Anaksimandros bu konuda öğretmeni ile aynı fikirde değildi. İlk nedenin su olduğu görüşüne karşı sunduğu argümanlardan biri şuydu: Hiçbir element doğada bulunan tüm karşıtları içeremez. Örneğin su sadece ıslak olabilir ve asla kurumaz. Bu argümanını diğer elementler için de kullanıyordu. [6]

Thales'ten farklı olarak Anaksimandros ve öğrencisi Miletli Anaksimenes'e göre ilk prensip su değil, toprak ve denizi her yönden kuşatarak her ikisini de bereketli hale getiren bir maddeydi. Anaksimandros apeiron* dediği bu ilksel unsuru "sonsuz, sınırsız, belirsiz ya da içinden geçilemeyen, uçtan uça geçilemeyen şey" olarak tanımlıyordu.

* Apeiron [a (-sız) + peras (sınır-)] = Sınırsız.

Bu yüzden Anaksimandros'un apeiron terimi ile iki anlamdan hangisini iletmek istediği belirsizdir. Bazılarına göre tükenmez ve tanımsız bir maddeye atıfta bulunmuşken diğerlerine göre ilk unsuru açıklarken bahsettiği şey onun uzamsal ve zamansal özelliğiydi.

İlk varsayıma göre apeiron'a dair sözleriyle kast ettiği şey nicelik bakımından sınırsız olanı kastetmesidir. Söylediğinden anlaşılacağı üzere "şeyler" apeiron'dan çıkıp yine onda yok olmaktadırlar. Çünkü birbirlerine karşı haksızlık yapmışlardır ve cezalarını çekmeleri gerekir. Yani bir dualizm söz konusudur. Dünya zıt veya karşıtlardan meydana gelmekte ve onlar dünyaya ve evrene hükmedip sonunda ortadan kalkmaktadırlar. Burada bir sorun ortaya çıkmakta çünkü arkhe veya ilke kendisinde yok oluyor. Halbuki evrenin yeniden meydana gelmesi için kendisinden meydana geleceği şeyin tükenmek bilmeyen, sonsuz bir varlık kaynağı olması gerekir. Bu da bambaşka bir sorun doğurur. Çünkü ona göre birden fazla evren vardır. [15] Bu teorisindeki evrenlerin zamansal olarak birbirinden farklı olup olmadıkları belirsizdir. Eğer bu evrenler eşzamanlı iseler, birden fazla evren için daha fazla madde gerekeceğinden ana maddenin nicelik yönüyle tükenmek bilmeyen sonsuz bir şey olması gerekir. İşte bu yüzden bazıları onun apeiron terimi ile nicelik yönünden uzayda sınırları olmayan, sonsuz olan şeyden bahsettiği fikrini savunmaktadırlar. [16]

Diğer ihtimal Anaksimandros'un ilksel unsuru apeiron'un niteliksel olarak belirsiz bir varlık olabileceğidir. Çünkü kendisi evreni ve doğayı gözetleyen biriydi ve evrendeki farklılıklar, sıcak ateşe karşı soğuk hava, kuru toprağa karşı ıslak olan su gibi zıtlıklar arasındaki ilişkiye odaklanmış ve bunu bir mücadele olarak ele almış olması bir başka ihtimaldir. Zaten girişte paylaştığım sözünde de "olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler" diyordu. Yani ateşin ısıtıp buharlaştırdığı su yağmura dönüşüp yağarak ateşi söndürmekte, intikamını almaktadır. [20]

Dolayısıyla hayatın devamlılığı zamanı geldiğinde var olan her şeyin karşıtından aldığını ona geri vermesi ile olur. Her şey apeiron'da birbirini tarafsızlaştırır ve ilk kaosta* bulunmayan sıcak ve soğuk gibi antitezler derece derece bundan ayrılarak birbirinden farklı maddeleriyle tabiatı, evreni oluştururlar. Örneğin sıcakla kuru ve soğuk ile yaş birbirinden ayrılır. Sıcak ile kuru toprakta, soğuk ile yaş gökte toplanırlar.

* Bkz : Migma kavramı.

Sırasıyla oluşup yok olan birçok alem (theoi) vardır. İlk hayvan türleri su içinde oluşmuş ve gelişen türler zamanla buradan çıkmıştır. İnsan da bu hayvanlar arasından, balıktan gelmektedir. [17] [18] [19] Yani insan ve hayvanlar durmadan değişiyor olsa da özlerini oluşturan madde, apeiron yok olmaz çünkü yaratılmamıştır, her şeyi kuşatan, meydana getiren odur. [20]

Oluş sorunu konusunda Arkhe üzerinde kısaca tekrar durmam gerek. Su, hava, nefes, sonsuz denen bu ilk prensip nedir? "Prensibin özellik gereği ezeli ve ebedi olması gerekir, fakat arkhe'nin halleri sürekli değişiyor, madde değişmez. Üstelik ondan oluşan şeyler meydana gelip daha sonra kaybolabiliyor, ölüyor ya da değişebiliyorlar. Nasıl oluyor da var olarak kalırken aynı zamanda var kalamıyor, hem var olup hem olamıyor?" diyebilirsiniz.

Bunun için oluş kavramının (ginesthai) ne olduğuna bakalım.

Bunlara cevap veren üç sistem var: [20]
  1. Elea sistemi : Oluşu inkar eden Elea sistemine göre varlık her şeydir, değişik görünüyor olsa da bu sadece görünüşten ibarettir, özünde aynıdır.
  2. Herakleitos sistemi : Herakleitos sitemine göre değişiklik her şeydir ve varlık, süreklilik ancak kuruntudur.
  3. Atomcu sistem : Atomcular süreklilik ve değişikliği kabul ederler ve sürekliliğin varlıklarda, sürekli değişikliğin ise onların bağlantılarında olduğunu söylerler.

Kozmos , Dünya

Antik fiziğin dört elementi olan hava, toprak, su ve ateşin oluşumunu Dünya ile karasal varlıkların etkileşimleri yoluyla açıklıyordu. Ona göre evren, ilkel maddedeki karşıtların ayrılmasından meydana geliyordu. Sıcak ile soğuk, ıslak ile kuru karşıtlarını kucaklayarak nesnelerin hareketini yönlendiriyordu. [7]

Öğretmeni Thales ile felsefi görüşü konusunda farklılık yaşadığı bir diğer konu kozmosu algılama biçimidir. Thales dünyanın su üzerinde duran bir disk olduğunu öne sürmüştü. Ona göre eğer böyle olmasa tıpkı her şeyin düştüğü gibi dünya da aşağı düşerdi.

Fakat Anaksimandros aynı fikirde değildi ve şöyle düşünüyordu: "Dünya suyun üzerinde duruyorsa su neyin üzerinde duruyor?"

Bu yüzden O, dünyanın bir silindir olduğunu öne sürmüştü. Dünya, düz , tepsi biçimli değil, genişliği yüksekliğinin 3 katı olan bir silindirdi. [9] Boşlukta hareketsizce asılı duran dünya kozmosun merkezinde [10] olduğu için uzaydaki her yere eşit mesafedeydi ve dolayısıyla düşmesine neden olacak aşağı-yukarı doğrultularına sahip olmadığından dengede durmak için hiçbir desteğe ihtiyacı yoktu. Bu yüzden hiçbir şeyin hakimiyeti altında da değildi. [8] [21]

Güneş battığında bu silindirin altından dolaşarak sonraki gün doğudan tekrar doğuyordu. Başımızın üzerindeki gök kubbenin benzeri bir yapı dünyanın altında da vardı.

Başlangıçta sıcak ve soğuk ayrıldıktan sonra dünyayı saran bir alev topu ortaya çıkmıştı. Bu top parçalanıp evrenin geri kalanını oluşturmuştu. Yani silindir şekilli dünyanın etrafında sisle çevrili ateş halkaları vardı. Sis öyle yoğundu ki ateş neredeyse görünmüyordu ve bu halkalarda ateşin parlamasına-görünmesine izin veren delikler vardı. İçi boş, eş merkezli bir tekerlek sistemi gibiydi. En uzak çarktaki Güneş, dünya ile aynı büyüklükteki delikten görülebilen bir ateşti. Bu yüzden güneş tutulması olduğu sırada o deliğin kapandığını düşünüyordu. Ona göre en uzakta olan güneş çarkının çapı Dünya'dan yaklaşık 27-28 kat, ateşi daha az olan ay çarkından ise 18-19 kat daha büyüktü. Daha yakın konumda bulunan yıldız ve diğer gezegenler [11] de aynı model üzerinden açıklama getiriliyordu.

Ona göre yıldızları, Güneş ve Ay'ı görmemizi sağlayan şey bu deliklerdi. Daha dikkat çekici olan görüşü "dünyanın, kozmosun merkezinde dengede durduğu" yönündeki ifadesiydi. Onun bu görüşünün MS. 16.yy'da Kopernik yönetimi altında modern astronominin doğumuna kadar haleflerinin çoğu tarafından kabul gördüğü söylenir.

Yanlış yönleri fazla olsa da Güneş'i Dünya'ya oldukça uzak dev bir kütle olarak kabul eden ve gök cisimlerinin farklı mesafelerde dönmekte olduğu bir sistem sunan ilk astronom Anaksimandros'tu. Aynı zamanda bir gök küre oluşturması sayesinde Zodyak eğikliğini ilk fark eden kişi olmuştu. [12]

Vernant'a göre Anaksimandros'un dünyayı evrenin merkezinde hayal etmesinin nedeni Greklerdeki toplumsal-sosyal görüşlere dayanır. Çünkü Greklerin politik yapılanmasında şehir-devlet yani polis herkese eşit uzaklıkta olan bir merkezilik ve ortaklık ile örgütlenirdi. Düzen bunlardan birinin desteği ya da egemenliği ile değil, yasaların kamuya açık şekilde ortada/merkezde olması sayesindedir. Halk bir kralın buyruk ve yaptırımlarına tabi değildir, kendi kurdukları meclis ve mahkemelerin oluşturduğu yasalar ve kararlar ile yönetilir. Halk siyasetin hem öznesi hem de nesnesidir. Gücün merkezde, ortada ve açıkta durması sayesinde dengede duran bir düzen vardır. İşte hiçbir dayanağı olmadan ayakta duran bu politik düzenin Anaksimandros'un kozmos tasavvuru üzerinde etkili olduğu düşünülür. [13][14]

Onun doğa olaylarını anlamlandırma biçimi de onları ilahi sebeplere dayandıran filozoflardan farklıydı. Ona göre şimşek, yıldırım gibi gök olayları ilahi sebeplerden değil de elementlerin birbirine müdahale etmesine, karışması sonucu meydana geliyordu. [23] Gök gürültüsünün bulutların birbirine çarpması ile meydana geldiğini, çarpmanın şiddetine bağlı olarak gök gürültüsü sesinin de farklılık gösterdiğini söylüyordu. Yıldırım ve şimşeklerin görülmediği gök gürültülerinin nedeni rüzgarın alev yayamayacak kadar zayıf, yine de ses çıkaracak kadar yeterliliğe sahip olmasının sonucuydu. [24]

Deniz ise bir zamanlar Dünya'yı çevrelemiş olan nem kütlesinin bir kalıntısıydı. [Pseudo-Plutarch, III, 16] Bu kütlenin bir kısmı güneş ısısı ile buharlaşarak rüzgarlara ve gök cisimlerinin dönmesine neden olmuştu. Buharlaşan suyun büyük kısmı suyun daha bol olduğu yerlere çekilmişti. Ona göre yağmur, güneş ısısı ile dünyadan gökyüzüne çıkan nemin sonucuydu. [25]

Ayrıca Anaksimandros, evrenin bir süre ortaya çıkıp sonra kaybolduğunu, bazıları yok olurken diğerlerinin doğduğunu, bu hareketin ebedi olduğunu iddia eden Leukippos, Epikür ve Demokritos gibi birden fazla evren olduğunu söylüyordu. Onların böyle düşünmesinin nedeni "hareket olmazsa hem nesil hem de yıkım olmaz" görüşüne dayanıyordu. [22]

KİNİZM, ANTİSTHENES, SİNOPLU DİYOJEN VE TEBAİLİ KRATES

Yazan: A.Kara

KİNİZM, ANTİSTHENES, SİNOPLU DİYOJEN VE TEBAİLİ KRATES

"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı ısırırım". - Sinoplu Diyojen

Antik Yunan'da birçok felsefi düşünce ekolü hakim olmuştur. Bunlar arasında pek bilinmeyen ve anlatılmayanlardan biri, saf, dürüst, ahlaklı ve erdemli bir yaşam arayışını amaçlayan bir öğreti olan Kinizm'di.

Yunan filozoflarının günümüzdeki zengin felsefe dünyasının temellerini atarken diğer yandan dünya ve insanlığın gelişimi üzerinde muazzam etkilere sahip olduklarından şüphe duyulamaz. Antik Yunan felsefi dünyası, Ksenofon'dan Sokrates'e, Platon'dan Aristoteles'e kadar birçok isim Yunan uygarlığının bulundukları dönemin ne kadar ötesinde olduklarının göstergesidir.

Grekçede "kyôn"* köpek demekti. Kinikler teriminin eski Yunanca adı "κυνισμός" enteresan bir şekilde "köpek benzeri, köpeksi (κυνικός : kynikos)" anlamlarına gelen terimden türemişti. [1] Bu yüzden Kinikler teriminin başlangıçta hakaret anlamı taşıyan bir söz olarak ortaya çıktığı düşünülür. Çünkü dönem felsefesinin bir parçası olan Kinikler basit, çileci ve geleneksel utanç duygusundan yoksun bir hayat yaşıyorlardı. Bunlar o zamanlar çok alışılan bir durum olmadığından sefil görünüşleri köpeklerle karşılaştırılarak aşağılanmışlardı.

* Genitif hali : "kynos"tur.

İsmin kökeninin 2. olasılığı ünlü Herakles tapınağı ve Atina'nın "Cynosarges" yani "Beyaz Köpeğin Yeri" anlamına gelen açık spor salonu ile ilgilidir. [2] İlk Kinik ve Sokrates'in öğrencisi olan Antisthenes felsefi görüşlerini burada öğretmişti. Kinik adı ve onlara "köpek" denmesi, kinik felsefesinin özünü oluşturan, aşırı çileci yaşam tarzı nedeniyle bu şekilde anılmış olan Sinoplu Diyojen (Diogenes) döneminde daha da popülerdi. [3]

Diyojen'e yaşam biçiminden dolayı "köpek" benzetmesi yaptıklarında şöyle karşılık vermişti:

"Diğer köpekler düşmanlarını ısırır, bense kurtarmak için arkadaşlarımı ısırırım". [4]

Aristoteles onlara köpek adının verilmesinin dört nedeni olduğunu söyler ve maddelerini şöyle sıralar:
  1. Birincisi kayıtsızlık üzerine kurulu olan yaşam tarzları, köpekler gibi halk içinde yemek yiyip sevişmeleri, yol kenarlarında ve fıçıların içinde uyumalarıdır.
  2. İkincisi köpeğin utanmaz bir hayvan olması ve onların utanmazlığı diğerlerinden üstünlük veya alçaklık olarak görmemesi, Kiniklerin de bir utanmazlık kültü oluşturmuş olmasıdır.
  3. Üçüncüsü köpeklerin iyi birer bekçi olması ve Kiniklerin de tıpkı köpekler gibi felsefelerinin ilkelerine bekçilik yaparak korumasıdır.
  4. Dördüncüsü köpeklerin dost ile düşmanı ayırt edebilen bir hayvan olması, Kiniklerin felsefeye layık olanları dost bilip seve seve kabul etmesi, layık olmayanları kovalamasıdır. [5]

Diyojen ve diğer filozoflar kendilerine verilen ve hakaret içeren bu takma adı benimseyerek onu kendilerine avantaj sağlayacak şekilde kullanmışlardı. Öğretileri ile yaşam tarzları mükemmel bir uyum içindeydi; ki bu da ideallerini ve iletmek istedikleri mesajı vurgulamalarını sağlıyordu.

Sıradan halk, bir sokak köpeğinde olumsuz yönler görürken Kinikler onlarda saflığı ve diğer iyi yönleri görmüşlerdi. Akabinde felsefelerini ve mantıksal sonuçlarını belirterek birçok durumu kendi lehlerine çevirmişlerdi.

Peki Kinizm felsefi öğretisi neydi, hangi mesajı iletmeye çalışıyordu?

Kinik öğretinin temelini "erdem" oluşturur. Kinik düşünürler için yaşamın amacı doğa ile mükemmel simbiyoz (ortak yaşam) içinde, erdem ve ahlaki mükemmel içinde yaşamaktı. Simbiyoz yani Ortakyaşam iki farklı canlının tek bir canlı gibi yardım ve dayanışma içinde bir arada yaşamalarına verilen addır.

Kinikler mutluluğun yüksek erdemle elde edilebileceğini, titiz bir eğitim ve ahlaki güçle insanların dünyevi arzuların yükünden kurtulabileceğini savunuyordu. Dolayısıyla insanlar şöhret, güç, zenginlik, şehvet gibi dünyevi arzuları reddederek, hiçbir şeye sahip olmadan sadece bir hayat yaşayarak mutluluğa ulaşabilirdi. [6] Böyle bir yaşam tarzı saf ve doğa ile uyumlu kabul edilir, aynı zamanda bilginin işareti olarak görülürdü. Çünkü bir insan ancak yeterince bilgi sahibi olursa kendini kuşatan ihtiyaçlardan sıyrılabilirdi.

Kişi dış etkilerden, özellikle zenginlik, güç ve şöhret kavramlarından kurtuldukça, çilecilik yoluyla mutluluk ve berraklığa ulaşabilirdi. Kiniklere göre bu gibi kavramların doğada hiçbir değeri yoktur. Sinoplu Diyojen, felsefenin bu yönünü mükemmel bir şekilde sergilemiştir.

Kinizmin temel yönlerinden biri basmakalıp davranışları, ahlaki normları reddetmesi, utanç duygusundan yoksun olmasıydı. Yaşamın amacı "eudaimonia" yani mutluluk ve en üst düzeyde zihinsel açıklığa erişmekti. Zihinsel açıklıktan kasıt, kişinin saf bir bilince erişmesi, kibir ve açgözlülük gibi duygulardan arınmasıydı. Onlara göre bir insan değerleri yanlış yargıladığında bu durum kişinin zihninin gaddarlık, açgözlülük, olumsuzluk ve alışılmışın dışındaki diğer duygular tarafından kuşatılmasına neden oluyordu. Mutluluk ve kişinin gelişimi, kendi kendine yetmeye, sükunete, insan sevgisine ve hayatın iniş çıkışlarına karşı kayıtsız kalmaya bağlıydı. [7]

Kısaca Kinik felsefeye göre kişi sadece yaşayabilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlara sahip olmalı kendini bunun dışındaki maddi varlıklardan arındırmalıydı. İnsan, hayatında hiçbir gerçek değer ve amaca hizmet etmeyen geleneksel ihtiyaçlardan ancak bu şekilde kurtulabilirdi.

Ek olarak kişi sadece zihinsel ve ahlaki yönden değil, fiziksel yönden de eğitimli olmalıydı. Zihinsel egzersizler gibi fiziksel egzersizler de bir gereklilikti ve biri olmadan diğerinin gelişmeyeceği söyleniyordu. [8]

Kinikler hakkında önemli bir noktaya işaret etmek gerek. Kendinden yüzyıllar sonra gelen çileci keşişler çileci inançlarını toplum dışında uygularken Kinikler bunun aksine alışılmışın dışındaki yaşam biçimlerini toplumun ortasında uygulamışlardır. Bu sayede halka felsefi görüşlerini ve toplumun yanlışlarını anlatan vaazlar veriyorlardı.

Herakles (Herkül) onlar için oldukça önemliydi. Kahramanları ve sembolleriydi. Çünkü onlara göre Herakles bir Kinik olmanın gerektirdiği tüm erdemleri bünyesinde barındırıyordu. [9]

SİNOPLU DİYOJEN (MÖ. 412/404-323)

Kendine "dünya vatandaşı" [10] diyen ve bir Kinik olan Diyojen her türlü mülkiyeti reddettiği için Atina pazarındaki büyük bir seramik kapta yaşıyordu (pithos). [11] Önemli şahsiyetleri eleştiriyordu ve genellikle Platon'un toplum öğretilerini bozuyordu.

Ne kadar doğru olduğu bilinmez ama şöyle bir anekdot anlatılır. Bir gün büyük İskender ile Diyojen karşılaşırlar. Büyük İskender saygısını göstermek için oturmakta olan Diyojen'in önünde durur. Onun için yapabileceği bir şey olup olmadığını sorar. Diyojen, Kinik felsefesi ile uyumlu şekilde cevap vererek: "Evet, güneş ışığımdan uzak durun" der. [12]

Karşılaşmalarına dair farklı bir anekdot daha vardır. Buna göre Diyojen yığın halindeki insan kemiklerini dikkatle incelerken onu gören İskender "ne yapıyorsun" diye sorar. Diyojen "Babanın kemiklerini arıyorum ama onları bir kölenin kemiklerinden ayırt edemiyorum" diye cevaplayarak öldüklerinde tüm insanların eşit olduğunu vurgular.

Elinde lamba tutar şekilde tasvir edildiği meşhur heykel ile uyumlu olan bir anekdot anlatılır. Gündüz vakti elinde lamba ile gezen Diyojen'e neden böyle tuhaf bir şey yapıyorsun, gündüz lamba ile geziyorsun diye sorulduğunda "Dürüst adam arıyorum" diye cevaplar. [13]

DİYOJEN'İN ÖĞRETMENİ VE İLK KİNİK : ANTİSTHENES (MÖ. 446-366)

Kinik felsefeyle tanınmış olsa da bu felsefenin yaratıcısı Diyojen değil, öğretmeni Antisthenes'di. [24] Antisthenes Klasik Yunan ve Batı felsefesinin önemli isimlerinden biri olan Sokrates'in öğrencisi ve takipçisiydi. Hayatta olduğu süre boyunca Antisthenes'in Kinizm felsefesinin yaratıcısı olduğu bilinmiyordu, hatta belki de bu felsefi akımı ifade eden Kinizm terimi onun zamanında bile kullanılmamıştı. Fakat yine de kendinden sonra gelen herkes için bu felsefenin temellerini atmıştı. 

Daha derin felsefi anlamları ifade etmek için kelime oyunları kullanan zeki biri olarak biliniyordu. Öğretmeni Gorgias'ı, Atinalı hatip ve general olan Alcibiades'i hatta Plato gibi kişileri hiç çekinmeden eleştirmesiyle tanınırdı. [14] Erdemin katı ahlaki disiplin yoluyla öğretilebileceğini veya elde edilebileceğini ileri sürmüş ve en yüksek erdemin en yüksek asaleti simgelediğini, mutluluk sağlayan şeyin zevk değil erdem olduğunu ifade etmişti. İnsanı köleleştirdiği için hazcılığa karşıydı. Hazzı kötülük olarak gördüğünden bundan kaçınıyor ve şöyle diyordu:

"Zevk (haz) hissetmektense delirmeyi tercih ederim" [15]

Yoksul bir hayatı ise şöyle öğütlüyordu:

Açlığım geçene kadar yiyip, susuzluğum giderilene kadar içeyim ve kendimi giydireyim yeterli. Ve kapının dışında oradaki Kallias bile tüm zenginliklerine rağmen titremekten korunaklı-yoksun değil. Kendimi içeride (fıçı-varil-seramik kap içinde) bulduğumda çıplak duvarlarımdan daha sıcak bir gömleğe ihtiyacım var mı? [16]

Tüm bu öğretileri ile Kinik felsefenin altyapısını oluşturmuştu. 

TEBAİLİ KRATES (MÖ. 365-285)

Söz konusu Kinizm olduğunda bahsedilmesi gereken önemli diğer isim Tebaili Krates'dir. Antisthenes'in öldüğü sıralarda, MÖ. 365 civarında Tebai'de doğmuş olan bu adam büyük servet sahibi, zengin biriydi. Bir zamanlar Diyojen'in öğrencisi olduğu söylenen adam [17] tüm servetinden vazgeçerek erdemli ve yoksul bir hayat yaşamayı tercih etmişti. Atina sokaklarında bir baston ve pelerinden başka hiçbir şeyi olmadan yaşıyordu. [18]

Hayatının aşkı Hipparkia'yı da bu sokaklarda bulmuştu. [19] Erkek kardeşi, Krates'in takipçilerindendi ve Krates ile tanışan kadın ona aşık olmuştu. Onun hem yaşam tarzına hem de öğretilerine aşık olduğunu söylüyordu. Ailesi bu evliliğe karşı çıkınca kadın tüm servetini ve rahat yaşamını reddetmişti. 

Evliliklerini eşitlik ve karşılıklı saygıya dayandırmışlardı. Kocası ile eşit konumda yaşıyor, erkeklerle felsefi tartışmalara katılıyordu; ki bunlar antik Yunan halkının alışık olmadığı durumlardı.

Kinik felsefenin gereği olarak çocuklarını sokak ortasında yaşadıkları cinsel birliktelik ile dünyaya getirmişlerdi. [20]

Krates, Antik Yunan felsefesinin bir diğer önemli okulu olan Stoacılığın kurucusu Kıbrıslı Zenon'un öğretmenidir. [21] Zenon ve onun gelecekteki öğretileri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bilinen, başarılı olmuş Kinik öğrencileri arasında Monimus [22], Kleomenes ve Theombrotus gibi isimler vardı. [23]

Kinizm felsefesinin bazı yönleri eleştirilebilir. Fakat insan hayatının "sahip olma" üzerine kurulmaması gerektiği, sahiplik his ve arzusunun verdiği mutluluğun geçici olduğu, haz odaklı yaşanan hayatın asla gerçek anlamda mutluluk getirmeyeceği gibi görüşleriyle ve kadınla erkeği eşit konuma getirmiş olması ile takdire değerdir.

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Yazan: Kirpi

KALABALIKLARIN BİLGELİĞİ

Benim mensubu olduğum toplumda şöyle bir laf vardır: "bir kafa akıllıdır, iki-üç kafa ondan daha akıllıdır". Bu atasözü günümüz bazı teorisyenlerin ortaya attığı kalabalıkların bilgeliği tezinin basitleştirilmiş hali. Dürüst olmak gerekirse bu tezin çok doğru olduğunu düşünüyorum fakat günümüz dünyasında yaşayan toplumların bu tezi uygulayabilecek düzeyde olduğunu düşünmüyorum. Peki nedir kalabalıkların bilgeliği tezi?

Bu tez 2004 yılında James Surowiecki tarafından kaleme alınan “The Wisdom of Crowds” adlı kitaptan sonra popüler hale gelmiştir. James kitabında argümanını açıklamak için çok sayıda vaka çalışması ve anekdot sunuyor. Kitap geleneksel kitle psikolojisi yerine bağımsız olarak karar veren bireylerle ilgilidir. Ekonomi ve psikolojiyle ilgilenen arkadaşların okumasını tavsiye ederim. Fakat kitapta istatistiklerle ilgili çok az açık tartışma var.

Surowiecki bilge bir kalabalık oluşturmak için gereken beş unsuru şöyle açıklıyor:
1) Görüş çeşitliliği
2) Bağımsızlık
3) Merkeziyetsizleşdirme (toplum liderlerinin toplum adına karar vermesini önlemek)
4) Bilgi toplama
5) Güven

Felsefe ve uluslararası ilişkiler konusunda doktora uzmanlığı olan Henry Oinas-Kukkonen, Surowiecki'nin kitabına dayanarak bilge bir kalabalık oluşturulabilmesi için şu 3 esasın yapılmasının gerekli olduğunu savunuyor: Çeşitlilik, bağımsızlık ve adem-i merkeziyetçilik. [Adem-i merkeziyetçilik, devlet merkezinin gücünü azaltarak yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını savunan siyasi görüştür.]

Bu yazımda kalabalıkların bilgeliği teorisinin toplumun ve onu oluşturan bireylerin inançları üzerindeki etkisine de azda olsa değineceğim.

Teoriye göre, herhangi bir konuda farklı grupların toplu değerlendirmeleri bu konuda uzman olan kişilerin bireysel değerlendirmelerinden daha doğru olabilir. Konuyu daha iyi anlayabilmeniz için TRT Belgesel'in yaptığı bir deneye bakalım. Deneyde bir kavanozun içerisine 3.464 adet bon bon şekeri koyuyorlar ve sokağa çıkarak 120 kişiden kavanozdaki şekerlerin miktarı konusunda tahmin yapmalarını istiyorlar. Bu 120 kişinin yaptıkları tahminleri toplayarak 414.960 sayısına ulaşıyorlar. Sonra bu rakamı soruyu yanıtlayan kişi sayısına böldüklerinde (414960:120=3458) 3.458 rakamı ortaya çıkıyor. Bu rakam kavanozdaki şekerlerin miktarından sadece 6 adet şekerin eksik tahmin edildiğini gösteriyor. Deney bizlere toplumun herhangi bir konuda gerçeğe en yakın kararı verebileceğini gösteriyor.

Ben devlet yönetiminde de toplumun daha isabetli kararlar verebileceğine inanan birisiyim fakat bunun sadece eğitim konusunda başarı sağlayan devletlerde işe yarayacağı kanısındayım. Bir toplumun eğitimi kötüyse o toplum kendisi için doğru kararlar veremez.

Peki kalabalığın bilgeliği nasıl sağlanır? Bunun bir kaç yolu vardır. Onlardan bazılarına hep birlikte bakalım.

1) Bir kalabalığın bilgeliğini sağlamanın en kolay yolu o kalabalığın mümkün olduğu kadar birbirinden farklı düşünen bağımsız bireylerden oluşmasını sağlamaktır.

Günümüzde ezberler üzerine kurulan eğitim sistemlerinde bu ne kadar başarılı olur açıkçası düşünmek gerek. Sınavdan iyi not alabilmek için sadece kitapta yazılanları ezberleyen öğrenciler yetiştiren okullar olduğu sürece bu bilgeliğin sağlanacağını düşünmek için çok saf olmamız gerek.

2) Bireyler mümkün olduğunca farklı geçmişlere ve inançlara sahip olmalı ve görüşlerini şahsi kanaatlerine dayandırmalıdır.

Bir toplumda çoğunluğun inancına aykırı fikirler söyleyerek çoğunluğu eleştiren kişiler ölüm korkusuyla yüzlerini kapatarak saklanmak zorunda kalıyorsa o toplumda bilgelikten söz edemeyiz. Fakat üzücü olan şu ki bu gün azınlık olan inançlara sahip kişiler her ne kadar ifade özgürlüğü diye bağırsalarda yarın iktidara geldiklerinde kendisine yapılan baskıyı başkalarına yapmaya kalkışıyorlar. Komik olsa da bu böyle. Aslında buna anlayışla yaklaşmamız gerek zira mevcut otoriteyi korumak için bazen baskıcı eylemler yapmak zorunda kalabiliyoruz. Fakat bu baskı sözlü tartışmalardan çıkarak fiili şiddete dönüşüyorsa o zaman mevcut ana fikrin doğru yahut yanlış olmasının bir önemi kalmıyor.

3) Her bir üyenin görüşü etrafındaki insanlardan bağımsız olmalı ve hiç kimse tarafından manipüle edilmemelidir.

Aslında bu konunun Türkiye'de nasıl işlediğini az çok hepimiz biliyoruz. Okullarda dünya dinlerini öğretiyoruz diye derslik yazanlar kitabın ilk sayfasını besmeleyle başlatıyorsa o zaman konuyla ilgili fazla konuşmaya gerek yok. İnsanları inancından ve fikirlerinden dolayı otelde yakarak öldürenlere "insanları manipüle etmeyin kardeşim" diyemeyiz çünkü anlayacak değiller.

4) Her birey grubun adil olduğuna ve kalabalığın kararını ifade eden mekanizmanın hakkaniyetine güvenmelidir.

Böyle bir güven var mı sizde? İnsanların kendi çıkarları için her türlü yola başvurduğu bir toplumda hakkaniyet aramamız mantıklı olur mu? Bence olmaz ama yine de böyle toplumların oluşması için bilgili bireyler yetiştirme azmimizden vazgeçemeyiz. Eğer vazgeçersek toplum olarak adil ve eşit yaşam haklarına sahip olmamız imkansızlaşır.

Dinlerin geneline baktığımızda karar veren tek varlık Tanrı (Allah) olarak anlatılır. Bu nedenle inançlı insanlar her konuda kutsal kitaplarının en iyi kararı vereceğini savunurlar. Oysa binlerce sene önce yazılan kitapların günümüz dünyasında yaşayan toplumlar için doğru kararlar verebilmesi imkansıza yakın. Toplumun genel konularda karar verme yetkisini tek bir şahısta toplamasına “lider” gibi süslü isimler takılabiliyor. Fakat bunun ne kadar yanlış olduğunu ve bazı dönemlerde sonuçlarının ne kadar vahim olabildiğini yakın tarihten biliyoruz.
Ben toplumların liderler tarafından yönetilmesine her ne kadar karşı olsam da bilgisiz bireylerden oluşan baskıcı toplumların karar almasına da bir o kadar karşıyım. Bu nedenle toplumun karar veren kısmının, başka isimle anlatmak gerekirse oy kullanan kısmının belli bir kritere sahip olması gerek. Yani toplumda oy kullanma yetkisini yalnızca IQ (intelligence quotient) testi uygulanmış ve belli bir seviyenin üzerindeki kişilere verilmesi gerekir. Demokrasi açısından bu pek iyi gözükmese de toplumun çıkarları için en iyi yol budur. Çünkü toplumun düşünebilen, akıllı kısmının vereceği kararlar toplumun tamamını iyi yönden etkileyecektir. Toplum liderleri de toplumun zeka düzeyi yüksek bireyleriyle muhatap olacağını bildiği için kendini ona göre hazırlar. Böylece vatandaş bir sorununu dile getirdiğinde toplumun lideri vatandaşı çeşitli sözlerle yaftalamak yerine bahsedilen sorunu çözmek için çalışmak, uğraşmak zorunda kalır.
Dolayısıyla kalabalığın bilgeliği tezi çoğunun zannettiği gibi toplumun tamamının değil, yalnızca belli kriterlerin üzerinde olan bireylerin belli konularda belli kararların verilmesinde uzmanlardan daha etkili olduğunu savunur. Fakat öncelikle o bilge kalabalığı oluşturmamız gerek. Bunu hangi toplum ne oranda başarabilir onu zamanla göreceğiz. Ancak bizim bu yönde kat etmemiz daha çok yol var. Bu yoldaki ilk önceliğimizin ne olması gerektiğini geçmişteki bir dahi zaten bizlere söylemiş:

"Ben, manevî miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar." Mustafa Kemal Atatürk [1]

GERÇEKLİK NEDİR?

Yazan: Kirpi


GERÇEKLİK NEDİR?


Bu yazımda felsefeyle haşır neşir olacağız onun için dikkatli bir şekilde okumanızı tavsiye ederim.

İnançlı insanlarla tartışmalarda hep “Tek gerçek Tanrıdır” diye klişe bir laf duyarız. Bu gerçekten böyle mi? Hiç bir gerçeğin daha üst bir model gerçeği olamayacağını kesin olarak bilemeyiz. Bunu daha basit bir şekilde anlamamız için Platon'un Mağara Alegorisine bakmamız gerek.

Mağara Alegorisi ünlü Yunan filozof Platon'un Devlet adlı eserinin yedinci kitabında Sokrates'in ağzından ortaya atılan antik çağ felsefesinin en önemli alegorilerinden biridir.

Alegori basitçe şöyledir. Doğdukları günden itibaren bir mağaraya kapatılan 3 insan düşünün. Mağaranın bir bölümü duvarla örülmüş ve izole edilmiş. İzole edilmiş tarafta tutulan bu insanlar hiç bir zaman mağaradan dışarı çıkmamışlar. Duvarın öteki tarafında yakılan bir ateşin ışığından yararlanarak o 3 kişinin olduğu bölüme bazı hayvanların bitkilerin gölgeleri yansıtılıyor. 3 kişi gördükleri nesneleri anca siyah renkte ve gölgenin yansıdığı boyutlarda gördükleri için o şekilde tanımlıyorlar. 30 sene sonra o 3 kişiden birini dışarı çıkarıyorlar ve etrafı gezdirerek onlara yansıttıkları şeylerin asıl şekillerini gösteriyorlar ve tekrardan mağaraya kapatıyorlar. İşte o dışarıya çıkmış olan insan mağaradan hiç çıkmamış diğer iki kişiye hiç bir zaman onlara yansıtılan at figürlerinin aslında siyah olmadığını, atların renk renk olduğunu anlatamaz.
Burada aslında birazda sürü psikolojisi kendi işini görüyor. Örneğin şu anki toplumumuzda insanların %4.5'i renk körlüğü yaşıyor. Diyelim ki bende kırmızı renge duyarlı olan koni hücreleri yok ve ben kırmızı renk körlüğü (Protonopia) yaşıyorum. Koyu kırmızı rengi algılayamıyorum. Toplumun çoğunluğu koyu kırmızı rengi algıladığı için beni renk körü diye isimlendiriyor. Fakat toplumun büyük çoğunluğu koyu kırmızı rengi algılamasaydı ve ben koyu kırmızı diye bir renk var diye ortalıkta dolaşsaydım muhtemelen beni tımarhaneye kapatırlardı. İşte bu örnekte de mağaradan dışarı çıkıp atların gerçek şeklini gören birisi onları hiç görmeyen birisine tüm atların siyah olmadığını hiç bir zaman anlatamaz ve inandıramaz. Fakat mağaradan çıkan kişinin algıladığı atın şeklinin gerçek olup olmadığı da tartışılabilir.

Burada anlatılmak istenen şey şudur. Gerçek dediğimiz şey kişiden kişiye değişiyor ve o gerçeklik diye tabir ettiğimiz şey aslında bizim algılaya bildiğimizden başka bir şey değildir. Batının ünlü filozoflarından René Descartes Kartezyen mantığıyla her şeyin gerçekliğini sorgulamasıyla bilinen biridir. Descartes etrafımızda olan her şeyin (taşların, ağaçların, binaların) aslında bir yanılsama olabileceğini söylüyordu. Fakat bu sorgulamasında geçmediği bir sınırı vardı. Peki neydi o sınır:

«Dünyada hiçbir şeyin var olmadığına kendimi inandırdım... böylece kendimin de var olmadığına inanmış olmuyor muyum? Hiç te öyle değil... Düşünüyorum, öyleyse varım»
René Descartes


Descartes bilincinde ve dolayısıyla benliğinde duruyordu. Descartes felsefesinin temel noktasını oluşturan bu çıkarım; düşünen benliği temele alan, onu özneleştiren bir sonuç doğurur. Bu özne algılayışı 15–17. yüzyıl felsefesinin çıkış noktası olmuştur.
Aslında bu kendi benliğinde durma birazda meselenin duygusal tarafıydı zira bu özne merkezli sorgulama felsefesinin sonunda Tanrının varlığını sorgulayacak hala geleceğini biliyordu. Burada bir sorun daha ortaya çıkıyor: Düşünenin gerçekten ben olduğumu nasıl anlayacağım? Yani ya birisi mağara örneğinde olduğu gibi düşündüğüm (algıladığım) şeyleri yansıtıyorsa.

Aslında bunu destekleyen deneysel çalışmaları önceki yazımda aktarmıştım. Fakat yine basitçe özetlemek gerekirse Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptıkları deneylerde insanın bir şeyi yapmayı düşünmeye başlamadan önce bilinçaltının çoktan o şeyin yapılmasına karar verdiğini gözlemliyorlar. Yani bizim şimdi diye yaşadığımız şey aslında geçmiştir. Biz beynimizin bize dayattığı geleceğe bugün diyerek geçmişte yaşıyoruz. Bu durumda aslında Descartes'in “Düşünüyorum öyleyse varım” felsefesindeki düşündüğüm şeylerin aslında bilinç altımın dayattığı şeyler olabileceği mantık dışı olmuyor. Bu durumda düşünenin insanın kendisi (beyninin bilinçli kısmı) olup olmadığı sorgulanır hale geliyor. Dolayısıyla Descartes'in tezi aslında çalışmıyor diyebiliriz. Zira düşünme eylemini yürüten bir özne kendisinin varlığından emin olabilir ama bu öznenin kendi olduğu hakkında kesin olan hiçbir iddia ortaya koyamaz. Burada ünlü ikilemeyi hatırlamadan geçemeyiz. Bir taoist felsefeci olan Chuang Tzu Kelebeğin Rüyası ismi verilen bir felsefi görüşünde şunları aktarıyor:
“Bir gün rüyamda bir kelebek olduğumu gördüm. Uyandığımda rüyasında kelebek olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir kelebek mi olduğuma karar veremedim.”

Dolayısıyla “Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefi görüşünde düşünenin gerçekten ben mi yoksa bana bu düşünceyi dayatan başka biri mi olduğu tartışma konusu oluyor.

Bu nedenle bazı filozoflar Descartes'in yorumunun şu şekilde daha gerçekçi olacağını düşünmüşler. “Bir şeyler algılanıyor, öyleyse bir algılayan var”

Ancak bu yaklaşımında kendi içinde bazı problemleri var. Örneğin bir şeyi algılayan ben aslında ben olmayabilirim. Mesela ben benden üst düzeyde bir varlığın rüyası olabilirim. Bizler bazen rüyalarımızda uzun bir zaman diliminde yaşanan olayları görüyoruz. Hatta rüyalarımızın içinde uyuyup rüya görüp uyandığımızı dahi görebiliyoruz. Bir rüya içinde bir kaç kere uyandığımızı görürüz fakat her defasında hala rüyada olduğumuzu anlıyoruz. Peki bu durumda sabah olunca uykudan uyandığımızın ve rüyanın bittiğinin kanıtı ne? Aslında hiç bir şey. Sadece öyle olduğuna inanıyoruz. Yani kısacası bir şeyin algılanabilir olması algılayan birisinin olduğuna kanıt olamaz. Bu aslında birazda şunu hatırlatıyor. Bir insan hiç bir zaman aynada (yada kendini yansıtan her hangi bir şeyde) kendini göremeseydi net olarak kendinin nasıl biri yüze sahip olduğunu algılayabilir miydi? Hayır. 

Bu durumda bizim algılamamızın yalnızca bize yansıtılan (mağara alegorisinde olduğu gibi) şeyler olduğunu ve algılayanın da yalnızca varlığına inandığımız biri olduğunu görüyoruz. Kesin olarak hiç bir zaman bilemeyiz.

Buna ünlü Matrix (simülasyon) hipotezini de örnek olarak gösterebiliriz. Bu konu Vanilya Göğü (Vanilla Sky), 13.Kat (The Thirteenth Floor), Matrix gibi filmlerde de çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Simülasyon ismi verilen bu hipotez aslında birazda René Descartes'in Uğursuz Şeytan'ını anımsatır ama daha fütürist bir şekilde. Şimdi bu filmleri izlemeyenlerin olabileceğini düşünerek spoiler vermeyeceğim ama kaba bir şekilde anlatmak gerekirse gerçekliğin bir simülasyon olduğunu ve bu simülasyonun içinde olanların bunun bir simülasyon olduğunun farkında olmadığını ileri sürer. Simülasyon argümanı günümüzdeki şeklini 2003 yılında Nick Bostrom'un yayınladığı bir makaleden alır. Nick bu argümanın şüpheciliğinde ötesinde olduğunu savunur ve şunları anlatır:
"..elimizde dünya hakkında bazı alternatif iddiaların doğru olduğuna inanmazı sağlayacak kadar yeterli ilginç ampirik veri mevcut.."
Burada alternatif dediği şey aslında bir simülasyondur ve hepimizin hiç farkında olmadan o simülasyonun bir parçası olduğunu iddia ediyor.

Bu hipotezi saçma bulan insanlarda az değildir ve bunun saçma olduğuna kanıt olarak ta günümüz teknolojileriyle oluşturulan simülasyonların kusursuz çalışmadığını ileri sürüyorlar. Yani bir simülasyonda yaşıyorsak mutlaka bunun açıkları olmak zorunda. Fakat bu yanlış bir yaklaşım. Zira Matrix hipotezine göre bu simülasyonu yapanlar çok üstün teknolojiye sahip varlıklar. Onun için yaptıkları yazılımlar hata içermiyor olabilir. Nick Bostrom demecinde bu hipotezin Tanrı kavramıyla nasıl bağdaştığını şu şekilde anlatıyor:

“Kelimenin tam anlamıyla her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir tanrının dini anlayışlarla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Simülasyon hipotezi, böyle bir tanrının varlığını ima etmez ve onun var olmadığını da ima etmez. Hayatı boyunca sert bir ateist olan bir kişi, simülasyon argümanını ona açıkladığımda bana bunun Tanrı'nın varlığı için duyduğu en iyi argüman olduğunu söyledi ve agnostik oldu.”

Matrix (simülasyon) hipotezi de kendi içinde bazı tutarsızlıklara sahip. Örneğin bizler kendimizden daha üstün seviyede ve üstün teknolojiye sahip birilerinin oluşturduğu simülasyonların içinde yaşıyorsak o zaman o üstün varlıkların kendileri de onlardan daha üstün birilerinin yaptığı simülasyonun bir parçası olabilirler. Yani bu kısır döngü sonsuza kadar sürer.

Meseleye din açısından baktığımızda, örneğin Kur'an'da simülasyon hipotezini destekleyen ayetlerle karşılaşıyoruz. Kur'an'da İsa'nın ölümüyle ilgili ayete bakalım.

Nisa 157:  “Halbuki onu (İsayı) öldürmediler, onu asmadılar da. Onlara İsa gibi gösterildi. Aksine, Allah onu kendine yükseltmiştir."

Ayette İsa'nın öldürülmediğini, ölümünün yalnızca simüle edildiğinin açıkça anlatıldığını görüyoruz. Yani bu durumda ölüm dediğimiz gerçeklik kendi hakikatini yitirmiş oluyor ve ölüm bir simülasyon haline dönmüş oluyor. Bu durumda alternatifi olmayarak kabul edilen ölümün dahi simüle edilebileceğini düşünürsek aslında Tanrının kendisinin bile simüle edilebileceğini düşünmemiz normaldir. Yani Tanrı kendisi bile hiç farkında olmadan simülasyonun bir parçası olabilir. Örneğin bu gün Watch Dogs ismiyle bilinen bilgisayar oyunu birileri tarafından kodlanmış (yazılmış) olmasına rağmen oyunun ana karakteri olan Aiden Pearce kendisi bir yazılım uzmanıdır. Aiden kendi farkında olmadan ona birileri tarafından verilen kodlama becerisini kullanarak şehirdeki tüm trafik lambalarını, güvenlik kameralarını, bankamatikleri, araçları hekleyebiliyor (hack). Yani her şeyi yaratan (yazan) Tanrı bile farkında olmadan birilerinin kodlamasıyla ona biçilen görevleri yapıyor olabilir ve bunu yaparken de her şeyi kendisinin yarattığını zannedebilir.

Peki şimdi gerçeklikle matrixi birbirinden ayıran ince çizgiyi nasıl ayırt edeceğiz? Bu soruya Descartes kısmende olsa cevap vermiş diyebiliriz. Descartes Kötü Cin diye adlandırdığı hipotezinde ne söylemişti? “Düşünüyorum, öyleyse varım” Buradaki düşünme aslında eleştirel düşünmedir. Şüpheciliktir. Yani etrafımda olan biten her şey bir Cin tarafından beni kandırmak için yaratılan (uydurulan) şeyler olabilir. Bana bir rüya gösteriyor olabilir. Bunu rüyadan uyanmadığım sürece bilme şansım yok. Ama şundan eminim. Şüphe edip sorgulayabiliyorsam ben gerçekten varım demektir. Bu gibi fikirlerinden dolayı Descartes kendisi Hristiyan olduğunu söylemesine rağmen gizli deist ve ateist olmakla suçlanmıştır.

Fakat Descartes'in eleştirel yaklaşım argümanı tam olarak sorunu çözmüyor. Matrix hipotezine dönecek olursak bu eleştirel yaklaşım (sorgulayabilme yeteneği) birileri tarafından kodlanmış ta olabilir. Dolayısıyla kendi gerçeklerimiz güvenebileceğimiz tek şeydir. Fakat bu gerçeklerimizi kimseye ispat edemeyiz. Bunlar birer inançtır diyebiliriz.

Sonuç olarak gerçek dediğimiz şeyinde aslında zaman gibi göreceli olduğunu görüyoruz. “Ben gerçeğim” “Ben bu kişiyim” diye kendimizi algılıyoruz ama örneğin bebeklik dönemimizle ilgili bir şey hatırlamıyoruz. İçinizde bebekken annesinin sütünün tadını hatırlayan var mı mesela? YOK. Halbuki kendimizi gerçek olarak görüyorsak hayatımızın her anını hatırlamamız gerek değil mi? Hatırlamıyorsak demek ki Mağara Alegorisinde olduğu gibi yalnızca bize yansıtılan şeyleri algılayabiliyoruz. Algılarken de neyin gerçek neyin simülasyon olduğunu asla teyit edemeyiz.

Burada “O zaman bilimde bir inançtır” diye eleştiri yapabilirsiniz. Çok doğru. Bilimde bir inançtır. Zaten bilim hiç bir zaman "benim söylediğim kesin doğrudur" diye bir iddiada bulunmaz. Fakat bilimin inanç kavramıyla dinin inanç kavramı farklı şeylerdir. Bilimde inanç dediğimiz şey aslında hipotezdir. Biz özgün bir hipotez ürettiğimizde aslında iddiamızın doğruluğuna inanarak (inançlı) yaklaşıyoruz. Fakat ürettiğimiz bilimsel hipotez doğrulanmadığında bunu kolaylıkla çöpe atabiliyoruz. Ancak dini inançlar (hipotezler) birer iman konusudur. O hipotezleri sorgulayamazsın. Ya inanırsın yada inanmazsın. İşte bilimin inanç olmasıyla dini inançları birbirinden ayıran ince çizgi budur. Bu durumda gerçeklikle simülasyonu birbirinden ayıran çizgiyi sınırsız eleştirel düşünce olarak kabul edebiliriz. Oda şudur: “Hiç bir zaman gerçeği bulamayız. Sadece bulduğumuza inanırız”

ALLAH MI YOKSA LAPLACE ŞEYTANI MI?

Yazan: Kirpi


NEDENSELLİK İLKESİ, DETERMİNİZM VE KADER

NEDEN? Bu soru hem makro hemde mikro evrende temel sorudur ve bilimde bu sorunun üzerine kurulmuştu diyebiliriz. Nedensellik terimi her sonucun bir nedene ya da her nedenin bir sonuca bağlanarak açıklanabilir olacağı anlamına gelir. Müslümanlarla tartışmalarımızda Allah'ın varlığının bilimsel kanıtları diye bize sunulan şeylerin nedenlerini açıkladığımızda konu hep Allah'a kadar varıyor. Fakat her şeyde neden arayan Müslümanlar her ne hikmetse Allah'ın nedensiz olduğunu düşünüyorlar. Nedenselliği daha iyi kavraya bilmek için bunu Determinizm kavramı içerisinde ele almamız gerek.

Determinizim

Hem dini inançlarda hemde bilim felsefesinde dogma diyebileceğimiz düzeye gelmiş bazı şeyler var. Bilim felsefesinde genellikle bu dogmalar determinizm,  naturalizm olarak isimlendirilir ve inançlı insanlar hep kendi dogmalarını görmek yerine bilimin determine olmuş yönlerini sorgulamaya çalışırlar. Aslında maddesel bir evrende yaşadığımızı düşünürsek naturalizme şaşmamak gerek ancak bu konuyu başka bir yazımda detaylı olarak ele alacağım.
Bilimin dogmaları aşılabilir bir şey fakat inancın dogmaları yanlışlansa dahi bunlar terk edilmez ve inançlı insanlar kendi dogmaları uğruna bir insanı gözlerini kırpmadan öldürebilirler. Peki nedir determinizm?

Determizim yahut diğer ismiyle belirlenircilik kabaca şu şekilde izah edilebilir. Evrenin işleyişi çeşitli bilimsel yasalarla belirlenmiş durumda ve bu yasalar asla değişemez. Yani mevcut yasalar olayların gerçekleşmesini zorunlu kılıyor. Determinizmde mevcut yasaları koyan birisi yok. Çünkü neden-sonuç ilişkisini sorgulamaya başladığımızda bu bizi sonsuz bir döngüye sokar. Sanılanın aksine determinizmde neden ve sonuç ilişkisi rastgele, başı boş bir şekilde ilerlemez. Bir sonucu oluşturan neden kendi içinde sonsuz denilebilecek kadar çok nedenlere sahiptir. Örneğin siz suyun ateşte kaynadığını biliyorsunuz. Suyun ateşte kaynaması her türlü gözlemle sabittir. Şimdi 10 ton suyla dolu olan bir tankın altına bir kibrit yakarak tutmamız ve o tanktaki suyun kaynamasını beklememiz saçmalık olur değil mi? Zira 10 tonluk suyu kaynatmak için ona denk olacak ateş gücüne ulaşmamız gerek. İşte determinizm de belli yasalardan doğan sonuçların mutlak olduğunu iddia etmesine rağmen süreci oluşturan şartların makul oranlarda olması gerektiği gerçeğini de göz ardı etmez.

İnançlı insanlar, özellikle de Müslümanlar determinizme karşı çıkarlar. Genel olarak dine en yakın felsefi düşüncelerden biri olan determinizmden inançlı kişilerin nefret etmelerinin en önemli sebebi zorunluluk ve irade kavramlarıdır. İnançlı insanlar evrendeki tüm şeylerin Allah'ın iradesi ile oluştuğunu iddia ediyorlar fakat determinizm evrende olan her şeyin oluşum sebebinin zorunluluk olduğunu iddia ediyor. Yani ortada iki hidrojen bir oksijen molekülü varsa onlar eninde sonunda birleşerek suyu oluşturmak zorunda. Determinizm kavramı sonuca bakarak o sonucu ortaya çıkaran nedene ZORUNLU NEDENLER(mutlak yasalar) diyor. Bunu derken de yasaların önceden her hangi bir bilinçli varlık tarafından belirlenmediğini iddia ediyor. Bu yasaların aslında oluşum sürecinde maddenin doğal karakteristiğini açıklayabilmemiz için verdiğimiz özel isimler olduğunu söylüyor..

Aslında Müslümanlar Kuranda anlatılan düzenin kendisinin dahi determinist olduğunun farkında değiller. Kurana baktığımızda her şeyin önceden planlanmış bir şekilde sebep-sonuç ilişkisi üzerinden yaratıldığını ve yaratılan şeylerin belli düzen (yasa, kader) üzerinden hareket ettiğini görüyoruz. Ve Kur'an bizlere bu yasaların determinizmde olduğu gibi mutlak ve değişmez olduğunu söylüyor. 

Hadîd Suresi, 22:  Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Kuşkusuz bu Allah’a göre kolaydır.

“...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın.” (17.İsra’: 77)

“...Sünnetullâh’ta asla değişme bulamazsın!” (48.Feth: 23)

“...Sünnetullâh için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın!” (35.Fâtır: 43)


Not: Sünnetullah, Allah’ın yaratma kudretinin belli bir düzen ve yasa içinde olmasıdır. Bu de Allah’ın takdiri ve muradı ile gerçekleşir.

Fakat başta Said Nursi talebeleri (buna Osman Bulut da dahil) olmakla birlikte birçok Müslüman nedenlerin aslında bir süreç olduğunu ve nedenin asla kesin olarak bilinemeyeceğini, sadece inana bileceğimizi iddia ediyorlar. Dolayısıyla biliminde aslında bir inanç olduğunu söylüyorlar. Gazali gibi insanlar da bu hipotezi benimsemişler. Gazali sebep-sonuç ilişkisinde Eşari doktirinini benimsemiş ve mevcut bütün realiteyi (ahlaki ifadelerin anlamını bile) Tanrı kavramıyla bağdaştırmış ve neden sonuç ilişkisinde tek nedenin Tanrı olduğunu, geri kalan her şeyin sonucu oluşturan süreçler olduğunu iddia etmiştir. Eşariliğin kurucusu olan Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'de aklın hiç bir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceğini savunuyordu. Fakat sebep-sonuç ilişkisinde mutlak ve tek nedenin Tanrı olması geri kalanın yalnızca sonucu oluşturan süreç olması fikri kendi içinde tutarsız kalıyor. Peki nasıl?

Bunu basit bir örnekle anlata biliriz. Örneğin bir kadın ve bir erkek cinsel birliktelik yaşıyor ve Allah kadının karnında bir bebek oluşturuyor. Burada kadın ve erkek bebeğin oluşmasındaki süreçtir fakat bebeğin yaratılma nedeni Allah'tır. Şimdi farz edelim ki kadın kürtaj yaptırarak çocuğu aldırdı. O zaman çocuğun var olup olamayacağına neden olan şey Allah değil kadın oluyor. Yani yine süreci oluşturan şey nedenin önüne geçiyor. Burada o kürtaja izin verende Allah'ın kendisi diyip itiraz edebilirsiniz. O zaman kürtaj günah olarak düşünülemez zira ona izin veren neden ilkesi de Allah'ın ta kendisi oluyor ve Kur'an'ın kader kavramını da işin içine sokarsak o çocuğun kürtajla daha doğmadan öldürüleceğini kadına ve çocuğa kader olarak yazan da Allah'ın kendisi olmuş oluyor. O zaman yaptığımız tüm günahlardan biz sorumlu değiliz. Zira bizler Allah denilen nedenin her hangi bir sonuç için kullandığı süreciz sadece. Bunu daha iyi anlamak için Ömer Hayyam'ın bir rubaisine bakalım. 

Öldürmek de, yaşatmak da senin işin;
Bu dünyayı gönlünce düzenleyen sensin.
Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat?
Beni böyle yaratan sen değil misin? 

Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,
Cennet-i âlâ meyhane midir?
Her mü’minine iki huri vereceğim diyorsun
Cennet-i âlâ kerhane midir?


Bilim, sonucu ortaya çıkaran sürecin her birine farklı nedenler olarak yaklaşıyor. Doğru olanda bu zaten. Bilimin bu yaklaşımı aslında Kur'an'a da uyuyor diyebiliriz. Sonucu oluşturan şeylerin neden olarak kabul edilmesi o sonucun sorumluluğunu da süreci yaşayan nesnelere yüklemiş oluyor. Bu şekilde düşünürsek Kur'an'ın imtihan kavramı doğrulanmış olur zira bizler hem süreç hemde neden olduğumuz için sonuçtan sorumlu tutulabiliriz.

Fakat dindeki sebep-sonuç ilişkisinde tek sebebin Allah olması bazı sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor. Örneğin düzeni (yasayı) koyan biri (bir neden) varsa ve o biri (Allah) her şeyi önceden kader olarak yazmışsa o zaman özgür irade yoktur demektir. Yani benim beynimi yaratan ve ona işleme şeklini tayin eden Allah ise o zaman benim özgür iradem olamaz. Aslına bakarsak bunu tasdik eden bazı bilimsel gözlemler dahi yapıldı. Örnek olarak Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptığı deneyi gösterebiliriz.

Deneyi kabaca şöyle aktara biliriz. Bir insanın eline havayı fişekleri patlatacak buton veriliyor ve bir kronometre tutuluyor. Kronometreyle eşleştirilen Elektroensefalogram (EEG) cihazı yardımıyla deneye tabi tutulan insanın butona basmaya karar verdiği ve bastığı anda beyninde oluşan elektriksel beyin potansiyelleri dalgalanmalarını gözlemliyorlar ve kronometrede bu süreçlerin başlama zamanlarını kayıt ediyorlar. Deneyin sonunda karşılarına çıkan tablo şu şekilde oluyor.



İlk bakışta her hangi bir sorun gözükmüyor gibi. Sonuçta butona basma niyetinin edinmenin hazırlık potensiyelini öncelemesi gerekiyor. Ama Libert deneyde tuhaf bir şeyle karşılaştı ve niyetin eylemden sonra geldiğini gözlemledi. Yani deneye tabi tutulan insan butona basmadan önce artan elektriksel aktiviteler ile artık karar verenin onun bilinç altı olduğunu fakat butona basma anının yarım saniye sonra gerçekleştiğini görüyoruz. Buda tuşa basmaya bilincimizin değil bilinç altımızın karar verdiği anlamına geliyor. Yani siz kronometrede beşinci saniyede butona basıyorsanız bilinçaltınız o beşinci saniyeden önce artık bunu planlamış oluyor. Buna Bereitschaftspotential deniliyor. Tabi bunu ilk olarak 1964 yılında Hans Helmut Kornhuber ve Luder Deecke keşfetmişler. İkisi beraber 'Gasthaus zum Schwanen'e öğle yemeğine giderken pasif beyin araştırmalarından duydukları hayal kırıklığı üzerine tartışırken sonuç olarak istemli eylemlerle ilgili olarak insanda serebral potansiyeller aramaya ve araştırma için gönüllü almaya karar veriyorlar. Yaptıkları deney ve gözlemler sonucu bilinçli irade deneyimi ile BP (Bereitschaftspotensial) arasındaki ilişkiyi incelediler ve BP'nin deneğin bildirdiği bilinçli farkındalığından yaklaşık 0,35 saniye önce başladığını buldular.

Yani kısacası biz bir şeyi yapmaya karar vermeden önce o şeyin yapılacağı artık bilinçaltımız tarafından  kararlaştırılmış oluyor. Bu doğruysa bizim özgür irademizin olmadığı anlamına geliyor. Bizlerin gelecek dediği şey aslında önceden belirlenmiş ve bizler doğanın (yahut Tanrının) bize çizdiği senaryoyu yaşıyor oluyoruz. Bu evren, yaşam bir simülasyondur teorimini bir daha gündeme getiriyor fakat bu konuyu başka bir yazımda detaylı bir şekilde inceleyeceğim.

Tabi bu deney ahlak kavramı bakımından ciddi sorunlara da neden oluyor. En basitinden bizim ahlaksız hareketler dediğimiz şeylerin aslında istemsizce bilinçaltı tarafından dayatılan şeyler olduğu ve dolayısıyla hem hukuk hemde din yönünden herhangi bir sorumluluk ve cezai durum arz etmediği anlamına geliyor. O zaman bir çocuk tecavüzcüsü yarın çıkıp “ ben sorumlu değilim ben sadece bilinçaltım tarafından bana dayatılan bir şeyi yaptım” diyebilir. İşte burada bizim yıllardır ısrarlı bir şekilde anlattığımız “ahlakın temeli din olamaz” tezi kendini doğruluyor. Biz ahlakın zamana ve mekana bağlı olarak toplumlar tarafından oluşturulduğunu söylüyoruz. Bunu söylememizin nedeni de   insanların kendi ahlaksızlıklarına hak kazandırmak için metafizik bir kavram olan Tanrıyı sorumlu tutmalarını önlemektir.

Kur'an'a baktığımızda zaten özgür iradenin olmadığını açık bir şekilde görüyoruz:

Nisâ Suresi, 78: Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de. Ne oldu bu adamlara ki bir türlü sözü anlayamıyorlar!

Hadîd Suresi, 22. Ayet: Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.

Yûnus Suresi, 100. Ayet: Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez…

Tekvîr Suresi, 29. Ayet:   Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.


Şimdi burada Müslümanlar bir eleştiri yapıyor ve Kur'an'daki kadercilik kavramını şu şekilde anlatıyorlar. Allah geçmişi, şimdiyi ve geleceği bildiği için ve insanın ne yapacağını da önceden bildiği için yapacağı şeyleri önceden yazmıştır. Hiç bir şekilde insanların özgür iradesine müdahale etmez. Örneğin öğretmen talebenin yıl boyu nasıl çalıştığını, bilgi düzeyindeki birikimini bildiği halde onu imtihan ediyor. Bu imtihanda öğrencinin sonda aldığı notu hak ettiğini kendi gözleriyle görmesini sağlıyor ve dolayısıyla ona karşı haksızlık edildiğini düşünmüyor.

Şimdi ilk bakışta bu teori insana mantıklı geliyor. Fakat 2 önemli nokta var ki bunlar özgür iradeyi ve dolayısıyla imtihan kavramını şüphe altına sokuyor.

1- Kehf suresindeki Musa kıssası özgür iradeyi ve imtihan kavramlarını çürütüyor.

Kehf suresi 74,80 ayetler:
74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında, adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, "Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!" dedi.
80. "Çocuğa gelince, anası babası mü'min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk."


Ayetteki KORKTUK ifadesi her şeyi bilen Allah kavramına uymuyor. Üstelik imtihan için dünyaya getirilen o çocuğun günah işleme özgürlüğüne müdahale ediliyor.

2-Düzen ve mutlak yasalar üzerine kurulu olan evrende doğru bilgilere sahip olan her bir varlık gaybı bilen Tanrı olabilir. Örneğin Laplace Şeytanı.

Laplace Şeytanı

İslamda Allah'a atfedilen her şeyi bilen ve sınırsız güç sahibi gibi sıfatlar tanrı (yaratıcı) sıfatı taşıyan her hangi başka ait de olabilir. Örneğin Panteistler evrendeki her şeyin (buna enerjide dahil) birer Tanrı olduğunu düşünüyorlar. Allah evreni yarattı-Enerji evreni yarattı örneğinde hem Allah hemde enerji neden olarak kabul edilebilir. Siz enerjinin nedenini sorgulamaya başladığınızda doğal olarak Allah'ın nedenini de sorgulamanız gerekiyor. Yani sonucu oluşturan nedenler kendi başlarına birer Tanrıdırlar. Birini sorgulayıp diğerini sorgulamama gibi bir şansın yok. Bu süreçte sonucu oluşturan nedenlerin bilinçli olup olmaması çokta önem arz etmiyor. Örneğin elmanın yetişmesi sonucunu otaya çıkaran tohum, toprak, güneş, su bilinçsiz olsa dahi kendi başlarına birer nedendir. Ve onlar olmazsa elmada olamaz gerçeği onları Tanrı mertebesine çıkarıyor. Bunun aksini ispat etmesi için Tanrının yokluktan (hiç bir süreç gerekmeden) bir elma göndermesi gerekir.

Laplace Şeytanı teorisi de bu bağlamda Panteizmle ilişkilidir. Bu teoriyi Fransız fizikçi Marquis Pierre Simon de Laplace “Olasılık Hakkında Denemeler” kitabında anlatmıştır ve daha sonra bu Laplace Şeytanı olarak tanınmıştır. Tabi bu teorinin ortaya çıkmasının nedenlerinin başında 1700'lerde yaşamış ve istatistik biliminin kurucusu olan Abraham De Moivre'nin fikirleri geliyor. Kendisi determinizmden baya bir etkilenmiş olan Moivre bunun üzerine dayanan bir istatistik bilimi oluşturmuştur. Şans diye bir şeyin olmadığını, bunun sadece bir yanılsama olduğunu, şans eseri oluştu dediğimiz şeylerin aslında bildiğimiz fizik kuralları sayesinde olduğunu iddia etmiştir. Kelebek etkisi teorisi de bu bağlamda şans denilen şeyin olmadığını iddia eder.
Örneğin bir demir parayı havaya attığımızda yazı yahut tura gelme oranı %50-%50'dir. Moivre paranın yazımı yoksa turamı geleceğini önceden bilmemizin mümkün olduğunu söylüyor. Örneğin hava akımı, elin açısı, elin yüksekliği, paraya uygulanan kuvvet, paranın alaşımı ve yerin şekli (paranın yere düştüğü kabul edilirse) dünyanın dönüş hızı gibi fiziksel faktörleri hesaplarsak yazı mı tura mı geleceğini kolayca hesaplayabiliriz. İlk bakışta bunu hesaplamamız imkansız gibi görünse de bu hesaplanamayacağı anlamına gelmez.
Örneğin Moivre bu hesaplamalar sonucu kendisinin ne zaman öleceğini bulmuş ve bulduğu tarihte şaşırtıcı bir şekilde doğru çıkmıştır. Hayatının son dönemlerinde her gece uyuduğu zaman dilimini kayıt yapmış ve her gece bir önceki geceden 15 dakika fazla uyuduğunu tespit etmiş. Bu süre 24 saate ulaştığında öleceğini düşündüğünü ve o 24 saatin 27 Kasım 1754 tarihine tamamlanacağını söylemiştir. Nitekim 27 Kasım 1754 tarihinde hayatını kaybeder.
Bu, teorisini tam olarak kanıtlamasada aslında doğru ölçümler yapıldığı zaman her şeyin tahmin edilebileceğini gösteriyor. De Moivre'in “Şansın Doktrinleri” isimli 52 sayfalık eseri Laplace'in çalışmalarına temel oluşturmuştur. Laplace'in önemi, olasılık teorisini matematikte kullanan ilk kişi olmasıdır. Ayrıca çan eğrisi diye adlandırdığımız sistemi de işlevsel olarak kullanan ilk kişidir. Laplace kendi teorisini şöyle tanımlıyor:

“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerini ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynı geçmiş gibi onun gözlerinin önündedir.”

Teori özetle şunu anlatıyor: Her olay kendinden önceki bir olayın sonucu, sonraki bir olayın sebebidir. Bu teorinin şeytanla bağdaştırılmasının nedeniyse şudur: Şeytanın ışıktan bile hızlı olduğunu düşünürsek şeytan bir an içinde tüm olasılıkları hesaplayabilir ve gelecekte olacak şeyler geçmişte olan şeylerin sonucu olduğu için kolay bir şekilde geleceği kendi istediği tarzda oluşturabilir.

Tabi bu teoriye karşı çıkan insanların başında inançlı insanlar geliyordu fakat buna karşı olan bilim insanları da az değildi. Zira bu teori özgür iradeyi ve kaotik evren teorisini yok sayıyordu. İnançlı insanların “tanrı evreni yarattı ve biz aktörlere bu sınırlı senaryonun dışına çıkmadan oyunda kalma iznini verdi.” teorisine karşı Laplace şu teoriyi ileri sürdü: “Eğer böyle bir araç olsaydı bu aracın benim özgür irademin sonucu olarak nitelendirdiğim gelecekteki hareketlerimi tahmin etmesini ve geleceğimi şekillendirmesini ne durdururdu?” Bu soruya ilk cevap veren insanlardan biri Werner Heisenberg'dir. 1926 yılında yayınladığı makalesinde “Belirsizlik İlkesi” diye bir teoriyi ortaya çıkarır ve Laplace teorisini çürütür.

Heisenberg'in ulaştığı sonuç şuydu: Doğada hiçbir partikülün kesin olarak konumu ya da hızı bilinemez. Çünkü bilim adamı bir partikülün yerini bulmak için üzerine ışık tutuyor ve partikül ile ışık dalgası kesiştiği zaman parçacığın konumunu belirleyebiliyordu. Ama bu sırada istenmedik bir sonuç da ortaya çıkıyordu, ışık ve partikül kesişinceye kadar partikülün hızı bilinemeyeceği için partikülün hızı belirsiz bir şekilde değiştirilmiş oluyordu. Bu da partikülün hem hızının hem konumunun aynı anda bilinemeyeceğini gösteriyordu, yani fiziksel dünyada her zaman bir belirsizlik vardı.

Erwin Schrödinger Heisenberg'in teorisini şu felsefi soruyla açıklamaya çalışıyor:
“Bir kediyi, radyoaktif bir atomla, bir şişe içinde siyanür gazı ve enerji aldığı anda çalışmaya başlayan bir çekiçle aynı kutuya koyarsan ne olur? Eğer radyoaktif madde hareketlenirse enerji üretecek çekiç çalışacak, şişeyi kıracak ve şişenin içindeki siyanür gazından dolayı kedi ölecektir. Ama eğer radyoaktif madde hareketlenmezse kedi yaşayacaktır. Ama bilim adamı kutuyu açana kadar atom ne hareketli ne de hareketsizdir, iki olasılığın da birleşimidir. O zaman kutu kapalıyken kediye ne olur?”

Schrödinger'in Kedisi olarak ta bilinen bu teoriye göre biz kutuyu açıncaya kadar kedi hem ölü hemde diridir. Fakat kutuyu açtıktan sonra kedi bu iki durumdan sadece birini yaşamak zorunda. Bu da partikülün, biz konumunu tespit edene kadar nasıl belirsiz yada aynı anda iki yerde olabileceğini açıklıyor. Bu durumda Laplace şeytanı çürütülmüş diyebiliriz.

Heisenberg gibi James Clerk Maxwell de mutlak yasalara inanmıyordu ve sürekli termodinamiğin ikinci yasası olan “Enerji çok yoğun olan yerden az yoğun olan yere kendiliğinden akmak eğilimindedir” kanununun mutlak değil göreceli olduğunu iddia etmiş hatta bu konuda bazı çalışmalar da yürütmüştür.

Dolayısıyla evrende düzenden ziyade kaosun (mutlak yasaların olmadığı bir ortam) olduğunu söyleyen bilim insanları bu kaos nedeniyle Laplace'in Şeytanının öngörülere sahip olamayacağını ve dolayısıyla geleceği tahmin edemeyeceğini ve şekillendiremeyeceğini savunuyorlardı.

Fakat Laplace'in tam olarak anlatmak istediği şey gerçekten bir Şeytan'ın var olması ya da var olma ihtimali değildi, bu sadece durumu basitçe anlatmak için kullandığı bir benzetmeydi. Aslında o andaki tüm bilgiye sahip olan ve bilgileri aynı anda işleme sokarak fizik kurallarıyla sistemin devamını sağlayan şeytan, başlı başına evrenin ta kendisidir. Nitekim bu evrenin işleyişine ters bir şey değil. Sonuçta evrende her şeyin varlığı kendinden önceki sonuca ve kendinden sonraki sebebe dayanıyor. Sonuçta her şey şans sayesinde değil, belirli olasılıklar dâhilinde gerçekleşmektedir. Bu olasılıklar çok düşük olsa dahi hep vardır. Sonuç olarak ünlü Kırmızı Asa video serisinin yaratıcısı Osman Bulut gibi Müslümanların da iddia ettiği gibi evrende mutlak düzen (mutlak ve değişmez yasalar) mevcutsa o zaman o düzeni yaratan Allah değil Laplace'in Şeytanı da olabilir. Zira kaosun aksine düzen olan evrende her şey değişmez ve belli yasalara göre hareket ettiği için Laplace Şeytanı teorisine göre geleceği tahmin etmek ve şekillendirmek çokta zor değil. Ve bu geleceği tahmin edip şekillendiren sadece Allah değil tanrı sıfatı taşıyan binlerce varlıktan herhangi biri olabilir. Fakat bu her şeyi bilen ve geleceği şekillendiren Tanrı kavramı özgür iradeyi yok ediyor, buda biz insanların yaptıkları hiç bir şeyden sorumlu tutulamayacağı anlamına geliyor.

Ünlü Türk filozof Alev Alatlı durumu şöyle özetliyor:

“İnsanlar, insan toplulukları gözlemlendikleri süreçlerde belirli nitelikler sergileyebilirler ancak bu nitelikleri kalıcı değildir. Zaman ve mekânın mutlaklığı Newtonsal bir illüzyondan ibaretti, bunu Einstein ve görecelik yıktı. Kuantum Teorisi, ölçümleme sonuçlarının kesinliğine ilişkin rüyalardan uyandırdı. Laplace'çıların geleceğin öngörülebilineceğine dair fantazilerini de kaos bilimi ortadan kaldırdı. Bu nedenledir ki, İkinci Aydınlanma Çağı'nın anlayışı “Dünyaya dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur.” doğrultusunda; ve buna insanların kendi ve başkaları hakkında verdikleri hükümler dâhil.”

Özetleyecek olursak ünlü bilim insanlarından olan Celal Şengörün de dediği gibi “Hiç kimse her şeyi bilemez” Çünkü kaotik bir evrende her zaman öngörülemez bir şeylerin olma olasılığı vardır. Düzenli bir evrende geleceği (gaybı) bir tek Allah bilmez ve bir tek kendisi düzenleyemez. Zira mevcut yasaları bilen ve analiz eden, yahut bilinçsizce yapılan her şey geleceği şekillendirebilir. Edward N. Lorenz'in dediği gibi: "Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir."

Sonuç

Konumuzu 4 ana başlık altında özetle şöyle sıralayabiliriz.

1) Determinizm dinlerin iddia ettiği kader kavramının felsefi yansımasıdır ve kendi içinde bir sıra tutarsızlıklar mevcut. Örneğin ahlaki kavramlarda determinizm pek de iç   açıcı sonuçlar vermiyor. Kuantum mekaniğinin ortaya çıkması determinist sanılan fizik yasalarının aslında indeterminist olduğunu ispatladı.

2)  Kur'an'da anlatılan Allah'ın sonsuz kudret sahibi ve yasa koyucu sıfatları aslında bizlerin özgür iradeye sahip olmadığını ve başkası tarafından determine edildiğimizi gösteriyor. Buda kendi içinde imtihan için yaratılma teorisini çürütmüş oluyor. Hatta insanları işlediği günahlardan ve suçlardan sorumsuz hale getiriyor, zira her şey önceden belirlenmiş oluyor.

3) Düzenli ve değişmeyen yasalara sahip evreni anlatan Kur'an'ın yaratıcı diye bahsettiği Allah, Laplace'in Şeytanı da olabilir. Sonuçta gaybın sahibi Allah geleceği sonsuz kudret ve bilgi sıfatıyla düzenliyorsa Laplace'ın Şeytanı da Kur'an'ın da söylediği düzenli evrendeki mevcut olan mutlak yasaları kullanarak geleceği (ğaybı) tahmin edebilir hatta şekillendirebilir.

4) Kur'an'da fıtraf (Rum suresi 30. ayet) diye geçen aslında Determinist bir ahlak sistemi olan önceden belirlenen ahlak sistemi asla doğru olamaz. Bunu doğru sandığımız an hiç bir şeyden sorumlu olmuyoruz ve yaptığımız her şeyin sorumlusu Tanrı oluyor. Bu yüzden "orta yolu bul" prensibi üzerinden hareket ederek ahlaki konuda benimsediğim bir felsefi görüş vardır. Otodeterminizm. Otodeterminizm, determinizm ve indeterminizm isimli iki uç görüşün kesişme noktasıdır diyebiliriz. Bu görüşe göre insanlar belli sınırlar içinde kendi ahlaki düzenlerini kurabilirler. Bu sınırları tayin eden de Tanrı yahut bir başkası değildir. İnsanların kendisi, yaşadıkları zamanın ve coğrafyanın onların sunduğu yaşam standartlarıdır.

PASCAL'IN KUMARI

Yazan: Kirpi


PASCAL'IN KUMARI


Ünlü Fransız matematikçi Blaise Pascal 19 haziran 1623 tarihinde Fransa'nın Auvergne-Rhône-Alpes bölgesindeki Clermont-Ferrand şehrinde doğmuş. Matematiğin yanı sıra fizikle ve müzikle ilgilenen yazar ve Katolik bir ilahiyatçıydı. İlahiyatla ilgilenmeye başlamasının nedeni babasının başına gelen talihsiz bir kazaydı. 1646 yılının soğuk bir kış günü Pascal'ın babası sokakta yürürken kayarak düştü ve kalça kemiğini kırdı. Dönemin tıbbını göz önünde bulundurursak bu çok ciddi bir kazaydı. O dönemde Rouen, Fransa'nın en iyi iki doktoruna ev sahipliği yapıyordu: Dr. Mösyö Deslandes ve Doktor de La Bouteillerie. Bu iki ünlü doktor onun babasını 3 ay boyunca tedavi ettiler ve Pascal'la samimi bir arkadaşlık kurdular. Fakat bu iki doktor Jansencilik olarak bilinen Katolik öğretisinden parçalanmış bir grubun savunucusu olan Jean Guillebert'in takipçileriydi. Pascal onlardan Jansenist yazarların eserlerini ödünç aldı. Kısa zamanda katı bir Augustinizm'i benimsedi.

Babasının ölümünden ve kız kardeşinin Port-Royal'in Jansenist manastırına bir postulant olarak katılmasından sonra 1656 ve 1657 yılları arasında takma isimle “Louis de Montalte” isimli kitabını yayınladı. Dönemin Katolik ilahiyatçılarının ahlaki felsefesini sert bir dille eleştiren bu kitap Kral XIV Louis'i o kadar çok sinirlendirmiştir ki 1660 yılında kitabın toplatılarak yakılmasını emretmişti. Pascal, argümanlarında mizah, alaycılık ve kısır hiciv kullanarak milleti derinden etkilemişti. Bunun yanı sıra kendi görüşleriyle Hristiyanlığı ve İncil'i çok tutkulu bir şekilde savunmuştur. Teolojide en ünlü eseri, asıl ismi Apologie de la din Chrétienne ("Hıristiyan Dininin Savunması") olan 1662 yılında henüz 38 yaşında ölümünden sonra yayınlanan ve çokları tarafında Pensées ("Düşünceler") olarak bilinen eseriydi. Pascal'ın Pensées'i bir başyapıt ve Fransız nesirlerinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir . Sainte-Beuve eser hakkında yorum yaparken onu Fransızca'nın en iyi sayfaları olarak över. Will Durant da Pensées'i "Fransız nesirindeki en etkili kitap" olarak nitelendiriyordu.

Pascal Pyrrhonism ve Stoicism (şüpheciler, inanmayanlar) felsefi akınlarına katılan insanları Tanrıyla buluşturmak için bir tez üretiyordu. Günümüz modernist Müslümanlarında sıkça kullandığı ve sonraları Pascal'ın Kumarı olarak isimlendirilen bu teolojik tez özetle şu şekildedir:

“Tanrı'nın yokluğuna dair olasılıklar ne kadar yüksek olursa olsun, bu konudaki yanlış bir varsayımda bulunmanın cezası devasa boyutta olacaktır. TANRI'ya inanırsanız bu sizin için iyi olacaktır. Çünkü eğer haklı iseniz; sonsuz mutluluğa sahip olacaksınız. Ancak eğer yanılmış iseniz; zaten bir şey değişmeyecektir. Diğer yandan, eğer TANRI'ya inanmayıp haksız çıkarsanız sonsuza kadar lanetleneceksiniz. Ama haklı iseniz; yine bir şey değişmeyecektir.”

Müslümanlar bu tezin hilafetin son halifesi olan Ali bin Ebu Talibe ait olduğunu savunuyorlar. Genellikle bu tezi Agnostik ve Ateist felsefeye sahip insanlara karşı kullanıyorlar. Şimdi bu tezi daha detaylı bir şekilde inceleyeceğiz ve gerçekten Tanrıya inanmanın bir artı mı yoksa eksi mi olduğunu hep birlikte göreceğiz.

Öncelikle söylediğim gibi bu tez Hristiyanlığı ve İncil'i savunmak için ortaya atılmış. Bu durumda sormamız gerek: Pascal Tanrıya inanları bu kumarda kazanan taraf olarak görüyorsa o zaman Hristiyanlığın tam olarak hangi tanrısını kast ediyor? Zira Hristiyanlıkta Tanrının 3 kimliği var. 1-Baba (Peder). 2- Oğul ve 3-Kutsal Ruh

Müslümanlar bu tezi kendi Allahlarına uyarlamışlar ve “Allah'a inanmazsam cehennemde yanma riskim var o yüzden benim için Allah'a inanmak daha karlı” diyorlar. Yani cehennem korkusu olmasa Allah'a inanmaları için de bir neden kalmayacak. Biz yıllardır Müslümanlar cehennem korkusuyla dinde kalıyor derken bize kızanlar bu gün bunu kendi dilleriyle bu gerçeği itiraf ediyorlar. Kusura bakmayın da ben Tanrıyla kumar oynamam. Sizin gibi menfaatlerim çıkarlarım için de inanmış gibi rol yapmam.

Öncelikle şunu belirtmem gerek ki Ateistler “Ben Tanrıya inanmıyorum” derken mevcut dinlerdeki yaratıcı sıfatı taşıyan Tanrılardan bahsediyorlar. Mevcut dinlerin Tanrı anlatımlarına bakarak bunu mantık süzgecinden geçiren Ateister bu anlatımların doğru olmadığını düşündükleri için Tanrıya inanmıyoruz derler.

Şimdi sizinle küçük bir hesap kitap yapalım. Bakalım siz Tanrı olsanız Müslümanları yoksa ateistleri mi cennetinize alırsınız?

ALLAH
MÜSLÜMANLAR ATEİSTLER
Cehennem korkusuyla inanmak Dürüstçe, kanıt olmadığı için inanmamak
Cehennem korkusuyla iyi işler yapmak Hiç bir baskı olmadan iyilik yapmak
Doğduğu toplumun ona dayattığına inanmak Özgür düşünceyle, kendi mantığıyla karar vermek
Allah'tan gelmiş denilen kitapların içinden körü körüne birini seçmek ve diğerlerini okumadan dahi reddetmek Kur'an'ın da diğerleri gibi nakil yoluyla geldiğini ve toplumların çıkarlarının yazılı metinleri şekillendirdiğini bildikleri için kesin kanıt olmadan hiç birine inanmamak
Kötülük yaptığında şeytanı günah keçisi yapmak Tüm yaptıklarının sorumlusu olarak kendini görmek ve işlediği suçları başkalarına yüklememek
Kendi gibi düşünmeyenleri kafir ilan edip malını canını kendine helal saymak İnsanlara insan olduğu için değer verip yalnızca ahlaki değerler üzerinden ayrım yapmak
Küçük çocuklarla evliliğe din kılıfı giyindirerek sübyancılık yapmak Çocuklara tecavüzleri önlemek için protestolar yapmak
İslamı siyasallaştırarak toplumu kafir-mümin diye ayırıp kutuplaştırmak Eşit haklara sahip toplumlar inşa ederek kardeşçe yaşamak için elinden ne geliyorsa yapmak
Dinini kutsalını eleştirenleri kafir ilan ederek öldürmek Eleştirel toplumların yaranması için her türlü fedakarlığı yapmak
Kadını çarşafa kapatarak kocasına kul yapmak Kadınlarında en az erkekler kadar toplumsal haklarının olduğunu savunmak
Hayatını camilerde namaz kılarak oruç tutarak zekat vererek yaşamak. 1000 senedir eli açık mı kapalı mı namaz kılınır diye bir birinin kafasını kesmek Üniversiteleri kapatıp imam-hatip açmak. “Ben cahil halkın ferasetine güveniyorum” “Bilim insanları fuzuli işlerle uğraşıyor” demek. Bilimde, teknolojide dünya lideri olmak için kaliteli eğitimin şart olduğunu savunmak. Çocuklara küçük yaşlarında din dersi dayatarak onların özgür düşüncelerini kısıtlayanlara karşı çıkmak. Hayatın her alanında en iyisi olmak için elinden geleni yapmak. Yaptıklarıyla içinde bulunduğu topluma yararlı birer vatandaş olmak.

Bu listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Fakat meselenin önemli kısmı bu değil. Pascal kendi tezini üretirken zaten kazanan tarafa Hristiyanlığı kaybeden tarafa ise inançsızlarla beraber diğer dinlere inanan insanları da koymuş oluyor. Buna İslam'a iman etmiş Müslümanlar da dahil.

Pascal Hristiyanlığın tarif ettiği Tanrıyı kabul edenleri kumarın kazanan tarafı diğerlerini ise kaybeden olarak nitelendiriyor. Bunu nereden anlıyoruz?  Çünkü siz bir kumar oynarken  kazanırsanız eğer bu elinizde olan kartların sayesinde oluyor. Dolayısıyla Pascal'ın kumarında her bir inançlı insan kendi inandığı Tanrı kavramını doğru kabul ederek bu kumar masasına oturuyor.  Pascal'da zaten öyle yapmıştı. Hristiyanlığın anlattığı Tanrı kavramını doğru diye kabul ederek kendini kazançlı, farklı tanrıları kabul eden yahut hiç inancı olmayanları da kaybeden olarak gösteriyordu.
 
Hiç bir dini inancı olmayan bir kuruluş olan Adherents'a göre dünyada yaklaşık 4.300 din vardır. Şimdi siz Müslüman olarak Pascal'ın kumar masasına oturduğunuzda elinizde olan Allah kartıyla diğer 4299 Tanrıya karşı kumar oynamış oluyorsunuz. Ve bu 4299 Tanrının çeyreği hakkında bile doğru düzgün bilginiz yok. Ya bu 4299 Tanrının içinden biri veyahut bir kaçı doğruysa?  Kumarda yalnız biri kazanacak diye bir kural yok değil mi?
 
Aslına bakarsak bu kumar masasında Ateistlerin, Agnostiklerin, Deistlerin vs. şansı daha fazla. Zira Tanrı hakkında kesin bilgi olmadığı için bizim dinlerin dayattığı tanrıyı veya ona atfedilen din, sıfat ve ideolojileri inkar etmemizin mantıklı bir gerekçesi olmuş oluyor. Biz yarın ahirette Allah'ın karşısına çıkarsak kesin bilgi olmadığı için onunla beraber hiç bir Tanrıya inanmadığımızdan veya sadece tanrının varlığına inanıp ona çeşitli sıfatlar ve insani özellikler yükleyen dinlerin tanrılarına inanmadığımız için bağışlanma şansımız vardır. Ya siz Müslümanlar yarın ahirette Allah değilde Zeus ile karşılaşırsanız ne olacak? O zaman onu değilde başka bir dinin tanrısını kabul ettiğiniz için cehennemde yanacaksınız. Veya 4300 Tanrı içinde Allah yalancı ve geri kalan 4299 Tanrı doğruysa? O zaman cehennemde o 4299 Tanrının azap fantezilerini deneyeceksiniz. Fakat ben bir Tanrıyı inkar ettiğim için o cehennemden çıkma şansım var.

Gözünüzün önünde daha iyi canlanması için şöyle bir örnek vereyim.
Örneğin siz 10 kişilik bir  kumar masasına oturdunuz. 9 kişinin hepsi size resti çekmiş. Herkes resti çekmişse demek ki herkes elindeki kartların kazanma şansı olduğuna emin durumda. Şimdi başkalarının elindeki kartların ne olduğunu bilmeden “restinize rest ulan”  demek mi daha mantıklı yoksa  kazanacağına dair kesin bilgi olmadığı için “pass” demek mi? Sizi bilmem ama ben “gereğinden fazla cesaret aptallıktır” diye düşünenlerdenim.

Burada şöyle bir itirazda bulunabilirsiniz: “Allah'a inanırsam en fazla ne kaybedebilirim ki?” Çok şey kaybedersin. Kaybedeceğin şeylere bir tane örnek vereyim.
Karamanda çocuklarını yatılı Kur'an kursuna bırakan ebeveynler de ellerindeki Allah ve cennet kartlarıyla Pascal'ın kumar masasına oturmuşlardı. Ama çocuklarının yüzündeki tebessümü, sevinci kaybederek kalktılar o kumar masasından. Ne kazandılar biliyor musunuz? Ömürleri boyu hiç unutamayacakları psikolojik travmalar.
İşte bu gibi nedenlerden dolayı bizler elimizde kazanacağımıza dair kesin bilgi olmadığı sürece kumar masasına oturmamalıyız diyoruz.

"RICHARD DAWKINS "TANRI YANILGISI" (The God Delusion) isimli yazısında şunları aktarıyor:
"Eğer Tanrı'yı hoşnut etmek istiyorsan yapmak zorunda olduğun tek şey ona inanmaktır" fikrini neden bu kadar kolay kabul ederiz? İnanmayı bu kadar özel yapan şey nedir? Tanrı'nın iyiliği, cömertliği ya da alçak gönüllülüğü ödüllendirmesi de inanmayı ödüllendirmesiyle aynı olasılıkta değil midir? Ya da dürüstlüğü? Ya eğer TANRI gerçeği içtenlikle aramayı en yüksek erdem sayan bir bilimci ise? Cidden, evrenin tasarımcısı bir bilimci olmak zorunda değil midir? Bertrand Russell'a öldükten sonra karşısında TANRI'yı bulduğunda ve onun Russell'a neden ona inanmadığını sorduğunda ne cevap vereceği sorulmuştu. "Yeterli kanıt yoktu TANRI, yeterli kanıt yoktu," cümlesi Russell'ın (neredeyse ölümsüz diyebileceğim) cevabıydı. Ödlek bahisçiliği için TANRI'nın PASCAL'a duyacağından çok daha fazla saygıyı cesur kuşkuculuğu için (hapse düşmesine neden olan, Birinci Dünya Savaşı'nda gösterdiği cesur vicdani reddi bile boş verirsek) Russell'a göstermesi daha olası değil midir? Ve TANRI'nın ne karar vereceğini bilemesek bile Pascal'ın Bahsini çürütmek için TANRI'nın hangi yönde karar vereceğini bilmeye ihtiyacımız yoktur. Unutmayın ki bir bahisten bahsediyoruz ve Pascal bu girişiminin yalnızca ve yalnızca çok düşük olasılıklarda işe yarayacağını iddia etmiyordu. TANRI'nın ahlaktan yoksun, sahte inancı (ve hatta dürüst inancı) açık yürekli kuşkuculuktan daha değerli bulacağına bahse girer miydiniz?

Siz nasıl düşünüyorsunuz? Eğer bir Tanrı varsa o Tanrı cehennem korkusuyla ona iman edeni mi yoksa dürüstçe kesin bilgi sahibi olmadığı için iman etmeyen birisini mi ödüllendirirdi? 
Fakat size yani Müslümanlara yalnız bir şey söyleyebilirim. Dua edin de Allah'ın her şeyden haberi olmasın. Zira sizin kendi çıkarlar ve kaygılarınız yüzünden ona inandığınızı öğrenirse haliniz perişan olabilir..