HABERLER
Dini Haber
GF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

UYANIŞ

GF, din, islamiyet, İslamiyetin aydınlık çağı, İslamiyetin son din olduğunun kanıtları, İslam son din mi?, İslamın karanlık dönemi, İslam ve zenci isyanı, İslam ve Afrika, Uyanış,

UYANIŞ


İslam felsefesi skolastik felsefe üzerine inşaa edilmiş  ve teorisyenliğini de Gazali  yapmıştır, tarihi dikkatli analiz eden herkes bunu bilir ve görebilir. Mesela 13. yüzyılda yaşayan Thomas Aquinas da Gazalî'nin bu skolastik felsefesinden etkilenmiş ve  Katolik kilisesinin teorisyenliğini üstlenmiştir. 1917 yılında bu adamın fikirleri Papalığın resmi görüşleri olarak kabul edilmiştir. Yani bu iki teorisyen yaklaşık bin yıldır skolastik düşünceleriyle insanlığı kararttılar , cehalete ve korkuya boğdular. Avrupa, Rönesans ve Reform hareketleri sayesinde bu karanlıktan kurtuldu.
Müslümanlar İslamın karanlık bir  dönemi olmadığını düşünürler ekseriyetle. Hatta bazı tarihçiler İslam Tarihinde en aydınlık döneminin 9. yy olduğunu iddia ederler. Bu tarihçiler(!) aydınlık dedikleri 9. Yüzyılda inanılmaz  ağır ve zor  koşullarda  bağda bahçede  çalıştırıldıkları için isyan eden 500.000 kölenin öldürüldüğü "Siyahi İsyanı"nı ne hikmetse yazmazlar. Bin yıl önce tartışılıp üstü kapatılan ve Kur'anın Ezeli mi Mahluk mu olduğunu tartışmasını yazmadıkları gibi! Aşırı bilgi eksikliğinden, bilgiye kapalı olduklarından ya da en doğrusu unutturmaya çalıştıkları için olabilir.

İSLAMİYETİN AYDINLIK ÇAĞI GERÇEKTEN YAŞANDI MI ?

Muhyiddin Arabi, İbn Haldun, Battani, İbn Rüşd, El Kındi, Farabi, İbn Sina, Harezmi, Nasreddin Tusi ve bir çok  Müslüman olduğu  düşünülerek müslümanların  övündüğü alimler ve yaşadıkları olayları düşünmek bile bu sorunun cevabını bulmak için yeterli olacaktır. Zira İslamiyetin karanlıktan hiç çıkamadığını biliyoruz.
Müslüman arkadaşlar, Müslüman  diye övündükleri  bu alimlerin fikirlerini ve nasıl bir hayat yaşadıklarını hiç araştırdılar mı acaba?
Bazı Müslüman arkadaşların , karşısında farklı fikirlere sahip insanları görünce , sürekli şerefleri ve  insanlık onurları aleyhinde  söylemler geliştirerek, hakaret, küfür ettiklerini ve  en nihayetinde de öldürmekle tehdit etmeleri , inandıkları ilkelerin ve inanç sisteminin  vahşetini göstermesi açısından ibret verici ögeler taşıyor.
Düşünün bir kez , Ol deyince kainatı yaratan, makro ve mikro evrendeki her şeyi tasarlayan, tüm zamanların, geçmişin ve geleceğin sahibi olduğu iddia edilen Allah'ın, Peygamberi Muhammed'e görev verirken Afrika kıtasını unutmuş olduğu gerçeğini İslam  dünyası neden hiç irdelemez. İlerlemenin hep kuzeye doğru gerçekleştiğinin sebeplerini neden hiç sorgulamaz ?
Kuzeyde yaşayan insanlar aynı Allah'ın gönderdiği kitaplara inanıyor ve yaşıyorlardı. Halbuki kendisine şirk koşulduğu için putlara çok kızan Allah ,  Güneyde, Afrika'da  puta tapan binlerce kabile olmasına  rağmen o insanlarla hiç ilgilenmedi.  İslamiyet o taraflara hiç gitmedi. Put düşmanı Allah oraları unutmuştu sanki. Yaşadığı iddia edilen Peygamber Muhammed ve Halifelerinin gözleri hep kuzeye baktı ve Allah’a inanan insanları hedef seçtiler.
Fethettiği  zengin ülkelerin ganimetleri de Kur’an’da hukuken düzenlenmişti üstelik. Afrika’da  ilkel bir şekilde yaşayan ve puta tapan kabilelerin ellerinde ganimet hiç yoktu oysa. Acaba para ve güç peşinde mi koşuyorlardı? Şuanda da yaptıkları gibi!


Müslümanların inancına göre bu dünya nimetleri haram, bu dünyanın bir değeri yok ve her Müslüman ahiret hayatı için hazırlanmak zorunda. Hal böyle olunca , dünya malının bir değeri yok, dünya malı dünyada kalıyor !
Peki bu durumda  Fey, Ayetnip, Humus, Ganimet ne olabilir ki?
Güneyde puta tapan kabilelerden  bunların hiçbiri elde edilemediği için Allah'ın yolu sadece ganimet merkezli  kuzeye ışık vermiş olsa gerek !

MÜSLÜMANLARIN , İNSANLIĞIN SON DİNİ OLDUĞUNU İDDİA ETTİKLERİ İSLAMİYETİN BELGELERİ NEREDE ? 
3500-4000 yıllık Mısır uygarlıklarının belgeleri bile günümüze ulaşmışken İslamiyetin belgeleri ne hikmetse yok!
İslamiyetle ilgili herşey 750-760 yıllarından itibaren başlıyor. Kur'an bile  henüz yok ortada.
En eski eksiksiz tam nüsha Kur’an Hicri 393 yılına bilimsel olarak kayıtlı. Bunun dışında bölük pörçük sayfalar halinde 715-720 yılına kayıtlı Avrupa’da çeşitli üniversitelerde bulunan Fragmentler var.

Kur’an için Harfi değişmemiş diyorlar ya , Türk-İslam dünyasında bu konunun en önemli uzmanı olarak kabul edilenlerden biri olan Dr. Tayyar AltıKulaç'ın İngilizce yazdığı(!) Al Mushaf Al Sharif Quran of Uthman Bin Affan adlı eserinde eski Kur’an Mushaflarında  binlerce değişiklik yapıldığını ve tutarsızlık olduğunu ispatlıyor. Hatta eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Bey eski Mushaflara erişimin yasaklanmasını ve uluslar arası bir komisyon kurularak Kur’an’ın güncellenmesini istiyor! Hep güncelliyorsunuz nedense harfi değişmemiş olduğunu iddia ettiğiniz Kur’an’ı !

SADECE KUR'AN MI ?
Müslümanların inandıkları herşey rivayet üzerine inşaa edilmiş durumda. İslamiyetin ilk 200 yılı karanlıkta , aslı astarı olmayan muğlak bilgilerle şekillenmiş.
Günümüze ulaşmış bir kemik parçası , bir taş , yazılı tek bir belge yok.
Kutsal emanetler diye gidip ziyaret ettikleri materyallerin tarihi 600-700 seneyi geçmez.. Kaldı ki kıla , saça , hırkaya bu denli tapınma kendi inançları ile doğru orantılı değil , müslümanlar inançlarına şirk koştuklarının farkında dahi değiller.
Muhammed hakkında yazılı bir belge yok, olmadığı gibi eş zamanlı bir sözlü rivayet zinciri de sağlıklı olarak kurulamıyor. Düşünün veda hutbesinde sözüm ona binlerce kişinin dinlediği söylenen Peygamber hakkında, kendisini dinlediği iddia edilen binlerce insan geriye tek bir sözlü nakil bırakmamışlar.
İlk sözlü rivayetler 710 yılı itibariyle ortaya çıkmaya başlıyor , onlarda silik - kopuk ne olduğu belli olmayan sözler.
Ancak 8. yy sonlarına doğru net rivayetler ortaya çıkmaya başlıyor yani Muhammed'in öldüğü rivayet edilen 632 yılından yaklaşık 150 yıl sonra.
Muhammed hakkında yazılan herşey koca bir yalandan ibaret. Rivayetlerin hiç biri sahih değil , birileri 150 yıl sonra uydurmuş uydurmuş yazmış ve milyarlarca insan buna inanmış.
Bir yalana milyarlarca insanın inanması onu doğru yapmadığı gibi , yaygın bir ruh hastalığı belirtisidir bu.
İlki 1850 yıllarında ve diğerleri 1950 yılında ortaya çıkan ve Muhammed'in olduğu iddia edilen mektuplardan çoğumuzun haberi vardır ama bunların hepsinin sahte , kurmaca olduğunu çoğu insan bilmez.. Çünkü bu mektuplara tarih isnad analizi yapılmamıştır ayrıca yazı dili ise döneme ait değildir.
Bu mektupların yaş ve tarih analizi yapılmadığı gibi üzerinde akademik bir çalışma ya da araştırma yapılmamıştır.
Sadece Muhammed Hamidullah'ın yazdığı bir kitap vardır bu mektuplar hakkında , o da mektupları övmekten öteye gitmeyen bir çalışma zira mektupların orijinalleri ortada yok !


Müslümanlarının büyük çoğunluğu zaman zaman bizleri yani nonteistleri yaşadığını iddia ettikleri Halife Ali argümanı ile korkutmaya çalışıyorlar "eğer sizin dediğiniz doğu ise bizim kaybedecek bir şeyimiz yok ama eğer bizim dediğimiz doğu ise siz zararlı çıkacaksınız"
İşte bakın bu bile Müslüman arkadaşların bilinç altlarında ki korkunun tezahürü ve itikat zayıflığından başka bir şey değildir.
Bu argümanla karşılaşınca ister istemez "Tanrı Zar Atmaz" argümanı geliyor aklıma. Oysa görünüşe göre Müslümanlar zarı atmış ve binlerce din , binlerce tanrı arasından doğru olanı bulmuşlar , acaba kaç tanesi diğer dinleri ve tanrı kavramlarını araştırıp sorguladılar ?
Peki ya diğer dinlerden ya da tanrılardan biri doğru ise !

Müslümanlara ve kutsal gördükleri kitaba göre Allah cehennemi insanlarla doldurmaya söz vermiş. Cehennem inancının antik pagan inançlara ait bir korku öğesi olduğunu ve binlerce yıl önce , şuan İsrail dediğimiz yerde ölülerin yakıldığı ve uzun süreli yanması için kükürt dökülerek sürekli bir sönmeyen ateşin sağlandığı Geihinnom diye bir vadinin bulunduğunu ve cehennem isminin de oradan geldiğini kaç müslüman biliyor ki ?

Müslümanların en büyük hatası kendi doğrularını kesin kabul edip , başka doğrulara gözlerini kapatmaları işte bu noktada diğer inançlara tahammülsüzlük ve nefret hat safhaya ulaşıyor.
13.5 milyar yaşında ki evrenin ve 4.5 milyar yaşında ki dünyanın düzeninin düzeninin 1400 (gerçeği 1000) yıllık İslamiyet tarafından düzenleneceğini sanmak cahillikten öte bir şey değildir.
Ufak tefek istisnalar haricinde bir Hristiyana İslamiyeti anlatamazsın , bir Budiste Muhammed'i sevdiremezsin , bir Yahudiye Kur'an'ı meşru gösteremezsin , İslamiyet'in çapı ancak diğer dinlerin çapının sınırına kadardır.
Mesela Hristiyan inancı doğru ise ve İsa geri dönerse Muhammed yalancı durumuna düşmeyecek mi ?
Mehdi inip Mesihle mi savaşacak !
Şuan kendine Müslüman diyen arkadaşlar çok değil 1500-1600 sene önce yaşamış olsalardı İslamiyetten haberleri dahi olmayacaktı yani sen neye inanırsan inan , inancın dönemseldir.
Bir süre sonra , bugünün inançları klasik dönem inançları adını alacaklar.
Kısacası dünün inançları bugünün mitolojisi olduğu gibi , bugünün inançları da yarının mitolojisi olacaklar.
Bugün nasıl ki Olymposta oturup yıldırımlar fırlatan bir Tanrımız yoksa , yarın da kendi yarattığını cehennemde yakıp , irinli sular içiren bir Tanrımız olmayacak !

Sevgili Müslüman arkadaşlar ben sadece bir Ateistim bundan ötesi değil.. Benimle aynı fikirde olmayanları tehdit edip onlara karşı savaşmıyorum , 9 yaşında bir kızdan tahrik olmuyorum , cinsiyet , ırk ve insan ayrımı yapmıyorum , benden - senden ayrımı yapmıyorum , kimseyi ötekileştirmiyorum..
Senden benim yaptığım şeyleri de istemiyorum, sadece okumanı , araştırmanı , sorgulamanı ve bir dinden de bağımsız iyi bir insan olunabileceğini idrak etmeni istiyorum.. Zaten okuyup sorgulayıp bunları idrak ettiğin gün iyi bir insan olmak için herhangi bir dine ihtiyacın olmadığını göreceksin !

Yazan: Gregoire de Fronsac

İSLAM PEYGAMBERİ MUHAMMED GERÇEKTEN YAŞADI MI? | 3

Yazan: Gregoire de Fronsac
GF, din, islamiyet, Hz Muhammed yaşadı mı?, Muhammed gerçekten yaşadı mı?, Muhammed Allah'tan üstün mü?, Muhammed ve Allah, Hz Muhammed yaşadı mı?, Hicaz Yahudileri, MHMD,
Daha önceki iki yazıda bize dikte edilen Muhammed isminde bir İslam Peygamberinin yaşamadığını , olsa olsa Eyyamü'l Arap içinde bir veya birden fazla kişinin hayat hikayelerinin , Kur'anın kitaplaştırıldıgı dönemde , Muhammed efsanesine esin kaynağı olduğunu ve hadislerde abartılarak anlatıldığını yazmıştım.
Buna bir takım itirazların olduğunu biliyorum . "Kur'an-da Muhammed ve Ahmed terimlerinin geçmesi onun yaşadığına dair kanıttır" yönünde itirazlar bunlar. 
Bakalım öyle mi ? 
Kur'an-da geçen MHMD isimden ziyade sıfattır. Özellikle Hicaz Yahudileri için önem teşkil eden bir sıfat bu.
Daha önce Süryani kroniklerinde bahsedilen sahte Mesih Mamet'ten bahsetmiştim , özellikle Hicaz bölgesinde taraftar topladığını söylemiştim.
Evet Kur'an-da Muhammed ve Ahmed geçiyor , doğrudur ama bunlar Hristolojik sıfatlardır.
Ahmed sıfatı Arap Hristiyanlar arasında önemlidir zira ; Yuhanna İncili'n de kehaneti geçen Paraklit (veya Faraklit) yani Şefaatçi/Yardımcı anlamına gelir.

Yuhanna 14 ( 16-17) : Ben de Baba'dan dileyeceğim ve O sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye , size başka bir yardımcı , gerçeğin ruhunu verecek. Dünya onu kabul edemez çünkü O'nu ne görür ne de tanır , siz onu tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve içinizden olacaktır.

İslam dünyası Ahmed isminin Peygamber Muhammed'in adlarından biri olduğuna inanıyor.
Oysa 1500-1600 yıl önce İslam diye bir din henüz ortada yokken , Arap Hristiyanlar İncil'in orijinalinde Şefaatçi/Yardımcı denilen bu sıfata Grekçe Paraklit demiyorlar , kendi dilleri olan Arapçada da aynı anlama gelen "Ahmed" diyorlar . Bakın bu çok önemli !
Saff suresinin 6. ayetini çok çok sonra yazan kişiler , Arap Hristiyanların Paraklit için kullandığı sözcüğü , Peygamberin ismi sanmışlar ve öyle de inanılıp gelmiş . Kısacası Kur'an da geçen Ahmed'in ne anlama geldiği ortada. 

Muhammed sıfatı ise Yahudiler için çok önemli , zira ; "HMD" kökü ortaçağ dönemi Hicaz lehçelerinde bile "Özlemi duyulan/Özlem çekilen" manasına gelir.
Yani Yahudiler , Zealot isyanı neticesinde çıkarıldıkları Filistin'e kendilerini götürecek Mesihi beklenmektedirler.
Yahudi geleneğinde "Mesih" "HMD" sözcüğünün karşılığıdır , İbranice de HMD hoşnut olmak anlamına da gelir.
7. yy. Süryani kroniklerinden takip ettiğimiz bu Mesih, Kudüs'e  hicreti esnasında , Hristiyanları da etrafında toplarken , şefaatçi anlamında ki aHMeD (HMD) sıfatını kullanmış olmalıdır . 
Semitik dillerde "SBH" kök sözcüğü , klasik Arapçada ki "HMD" kök sözcüğü ile aynıdır , yani övmek...
Burada önemli bir konuya değinmek gerekiyor ;
Semitik dillerde ki "SBH" kökünün , klasik Arapçada ki karşılığı "övülmüş" anlamında da olduğundan  MHMD ünvanının İsa'ya atıf olduğu izlenimi destekleniyor . Yani Hristiyan Araplar MHMD sözcüğünü , İsa'nın "çok övülen" anlamında ki sıfatlarından biri olarak kullanıyorlar.


Bakınız Maide 75 ; Mâl mesîhubnu meryeme illâ resûl , kad halet min kablihir rusul  ve ummuhu sıddîkah  kânâ ye’kulânit taâm  unzur keyfe nubeyyinu lehumul âyâti summenzur ennâ yu’fekûn(yu’fekûne).
"Meryem oğlu Mesih, sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler geldi geçti. Onun annesi de dosdoğru bir kadındır.  İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz. Sonra bak ki, nasıl da döndürülüyorlar." 

Ali İmran 144 ; Ve mâ muhammedun illâ resûl(resûlun), kad halet min kablihir rusûl(rusûlu), e fein mâte ev kutilenkalebtum alâ a’kâbikum, ve men yenkalib alâ akıbeyhi fe len yadurrallâhe şey’â(şey’en), ve se yeczîllâhuş şâkirîn(şâkirîne).
" Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye  mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır."

Bu iki ayetin başlarına dikkat ettiğimizde cümlenin yapısı ve kuruluşu aynıdır . Maide 75 de İsa olarak anlatılırken , Ali İmran 144 de İsa'nın yerinde Muhammed olarak geçiyor . Ayrıca burada Ali İmran suresinin Hristiyanlık , İsa ve İncil hakkında en çok bilgi veren sure olduğunuda hesaba katmak gerekir .
MHMD (seçilmiş) 7. y.y. Arap Hristiyanların özelikle Yemen ve çevresi Hristiyanların Mesih İsa'ya yaptıkları seçilmiş vurgusudur.

Bakınız siyer kaynaklarında Muhammed'in babası olarak anlatılan "Abdullah" bile isimden ziyade Hristolojik bir sıfattır.
Burada Cin suresinin 19. ayetine bakalım ; Ve annehu lemma kâme Abdullahi yedûhu kadû yekûnûne aleyhi libeda.
"Allah'ın kulu ona yalvarmaya kalkınca neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirine geçeceklerdi"

Peki kimdir bu "Abdullah" ?
Evet yine Mesih'in sıfatlarından biridir.
Bu bağlamda Meryem suresinin 30. ayetini okuyalım; Kale inni abdullahi  , ataniyel kitabe ve cealeni nebiyya.
"Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve peygamber yaptı."
İsa'nın Bebeklik İncili'n de (Arapça olarak) Kale inni abdullahi yani Ben Allah'ın kuluyum geçer. Kısacası Arap Hristiyanların İsa için kullandığı bir başka sıfat.

Ne derler Müslümanlar ; Muhammeden Abduhu ve Resuluhu.
İslam dünyası bunu "Muhammed onun kulu ve peygamberidir" diye kabul ederler oysa doğrusu "Allah'ın kulu ve elçisi övülmeye değerdir" olmalıdır.
Bu ifade ise Mezmurlar 118/26 ve Matta İncili 21/9 dan alınmıştır.

Saff suresi 6. ayet ; Ve iz kâle îsâbnu meryeme yâ benî isrâîle innî resûlullâhi ileykum musaddikan li mâ beyne yedeyye minet tevrâti ve mubeşşiran bi resûlin ye’tî min ba’dîsmuhû ahmed (ahmedu), fe lemmâ câehum bil beyyinâti kâlû hâzâ sihrun mubîn(mubînun).
"Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler."

Arap Hristiyanların Yuhanna'da ki Paraklit ifadesine aHMeD dedikleri ve Mesih olarak düşündükleri açıkça görülebiliyor.

Muhtemel sahte Mesih , Hristiyanlar arasından taraftar toplarken İncilde ki Paraklit yani Şefaatçi/Yardımcı kelimesini vaazlarında kendine referans almış ve kendini aHMeD olarak ifade etmiş olmalı.

İlk Muhammed öyküleri yazılırken İbn Hişam'ın , İbn İshak'tan aktardığı söylenir. İhtimal dahilinde ki ikisinden biri Ahmed tabirini kullandı ve Paraklit'le eş tuttu . Yine Saff suresinin 6. ayetinin Muhammed öyküsüyle beraber Kur'ana eklenmiş olması da ihtimal dahilinde.
Kur'an da sadece 4 kez geçen Muhammed sıfatının bir Peygambere işaret değil , Yahudilerin beklediği Mesih'e işaret ettiği ve sahte Mesih Mamet'tin , Yesrib civarında ki Yahudileri Kudüs'e sevk etmek için kullanmış olması yüksek bir ihtimaldir. Çünkü Süryani kroniklerinden 12.000 Yahudi savaşçının kendisine biat ettiğini rahatlıkla izleyebiliyoruz.
Düşünün o dönem bugünkü kabul edilen Kur'an olmuş olsaydı ;

Maide 82 ; (Âmenû olanlara karşı, insanlardan en şiddetli düşman olarak mutlaka Yahudileri ve (Allah'a) şirk koşanları (müşrikleri) bulursun. Dostluk bakımından âmenû olanlara en yakın olarak da: “Muhakkak ki biz nasrâniyiz.” diyenleri bulursun. Bu, onların arasında keşişler ve ruhbanların bulunması ve onların kibirlenmemesi (büyüklenmemesi) sebebiyledir.)

Elinde bu ayeti bulunduran bir kişinin peşinden Yahudilerin gitmesi düşünülemezdi. ( Bu ayetin İslamiyet dediğimiz oluşumun yeni bir din şekline bürünüp iktidar aracı olduğu dönemlerde yazıldığı bellidir)


Dikkat edin Yuhanna İncil'in de geçen Paraklit'in , Süryanice karşılığı "mnhmna" olup bu sözcük özellikle Filistin civarında , Hristiyanların ayinlerde okudukları ve içinde ilahi ile duaların bulunduğu Aramice kitapta ki Paraklit ile neredeyse aynıdır.
Bazı Nebati kitabelerinde karşılaştığımız "Ali il" sözcüğü  "Tanrı yücedir" anlamında kullanılıyor ve Ali kısaltılmış halidir. Muhammedil sözcüğü de buna karşılık "Tanrı övülür" anlamına gelir ve "MHMD" de kısaltılmış halidir.
Zira Kuzey Arapçası ile yazılmış Safaitik kitabelerde "msbh il" sözcüğü , semitik dillerde ki "sbh" sözcüğü ve klasik Arapçada ki "HMD" sözcüğü ile aynıdır .
Hristiyanlar İsa'yı tanrı olarakta tahayyül ettikleri için , Arap Hristiyanların bu sözcüğü İsa için de kullanmış oldukları son derece net bir durumdur.

9. yy. da yazılmış Yeşu Bar Ali'ye ait ve 10. yy. da yazılmış Hasan Bar Bahlul'a ait Süryanice sözlüklerde "shbih" (dürüst) sözcüğü , Arapçaya Hamid ve Mahmud (övülmüş) olarak geçmiş. Süryani İncili  Peşitta'da ki "shbih" sıfatının , pasif sıfat fiili Arapçada ki Muhammed sıfatı ile aynıdır.
Tevbe suresi 128. ayet ; Lekad câekum resûlun min enfusikum azîz(azîzun), aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mu’minîne raûfun rahîmun
"Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O'na ağır gelir (O'nu üzer). Size çok düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametlidir."

Bakın burası çok önemli Rauf ve Rahim Tanrının adlarındandır.

İbn S'ad Tabakat'ın da Muhammed'in isimlerine ayrılan bir bölümde dikkat çekici bir hadise yer verir "Benim beş ismim var: Ben Muhammed'im (övülen) , Ben Ahmedim (en çok övülen) , el - Haşir'im (ölüleri bir araya toplayan) , el - mukaffa'yım (yolundan gidilen) ve rahmet Peygamberiyim.."
[Buhari, Menâkıb 17]

Kur'an da dahil geleneksel İslam anlayışında , Muhammed ile Allah aynı konumda değildir , Muhammed daha üstündür.
Hristiyanlık da ise İsa , Tanrı ile eşdeğer bir figürdür ve İsa çoğu zaman daha ön plandadır. Müslüman dediğimiz insanların Muhammed'e neden abartılı şekilde tapındıklarını anlayabiliyoruz.
İşte bu Kur'an da Allah'ın , Muhammed'e salât etmesi şeklinde tezahür eder.
Aslında Allah , Peygamber Muhammed'e salât etmiyor çünkü öyle biri yok , Allah oğlu İsa'ya salât ediyor.
Gerçekler çoğu zaman sinir bozucu ve tahammül edilmesi zor bir tokat gibidir , kabul etmek zordur.
Biz yine elimizden geleni yapalım , gerisi 1000 yıldır yalanlarla yaşayanların kapasitesine kalsın..
Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.
Yazan: Gregoire de Fronsac

AHRUF-İ SEB'A MESELESİ VE KUR'AN METİNLERİ ÜZERİNE

Yazan: Gregoire de Fronsac
Ahruf-i Seb'a, Ahruf-i Seb'a meselesi, Cebrailin kullandığı dil, din, GF, islamiyet, Kur'an ihtilafları, Kur'an katipleri, Kur'an nasıl yazıya geçirildi?, Kur'an'ın derlenişi, Zeyd bin Sabit,

AHRUF-İ SEB'A MESELESİ VE KUR'AN METİNLERİ ÜZERİNE


Bu yazıyı hazırlarken , erken islam tarihini anlatan eserlerin, inanmamakla birlikte,  doğru olduğunu varsayarak konuyu ele aldığımı baştan belirtmeliyim.

Ahrûf-i Seb'a meselesi ve kıraat sorunu İslamiyet'in ilk dönemlerinde ve Kur'anın derleme sürecinde ciddi sorunlara yol açmıştır. Bu konu hakkında kesin bir görüş birliği sağlanamamıştır. Kimi âlimler bunun 7 lehçe olduğunu iddia ederken , kimi âlimler ise bunu kabul etmezler.
[Buhârî, Fadâilü'l-Kur'an, 27, Tevhid, 53, Bed'ül-Halk, 6, Mürteddin, 9, Husumat, 4; Müslim, Misâfirîn, 270; Ebu Davud, Vitr, 22; Tirmîzî, Kur'an, 9; Nesâi, İftitah, 37; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, V, 16,41, 114, 124, 127, 128, 132]

Bazı rivayetlere göre Cibril Kur'anı tek harf üzerine indirmiş ancak Muhammed'in ricası üzerine 7 harfe çıkarmıştır:
"Cebrâil bir harf üzere bana okuttu. Ona müracaat ettim ve tekrar tekrar mürâcaatımı yeniledim, nihayet yedi harfe ulaştı."
[Buhârî, Fedâilu'l Kur'an, V; Müslim, Müsafrin, 272; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 264, 299, 313]

Bir başka iddia ise, sahabeden olmayan müminlerin Kur'anı öğrendikten sonra kendi kabilelerinde ki lehçelere göre okumaları , öğretmeleri ve o dönem noktasız , herekesiz olan Arapçaya lehçe farkı da eklenince, farklı okuma ve anlamalara açık hale gelmesiyle muhtelif kıraatlerin ortaya çıktığı yönündedir.

İslam kaynaklarına baktığımızda Kur'anın nasıl derlendiği açıkça anlatılır. İlkin Ebubekir döneminde Zeyd bin Sabit'in başkanlığının yaptığı bir kurul toplanır ve bu kurul tahta , taş , deri vb materyallere yazılı Kur'an ayetlerini toplayarak bir yıl içinde yazıya geçirirler. Bu kurulun başkanı Yesribli Yahudi genci Zeyd henüz 21 yaşındadır.

Bir süre sonra bazı kişilerin Kur'anı değişik şekilde okumaları karışıklığa sebep olunca ilk derleme çalışmasından 17 yıl sonra, Osman döneminde yine Zeyd başkanlığında ikinci kurul toplanır ve yeniden bir derleme, düzenleme çalışması yapılır.

Bizim Kur'an'dan anladığımız şey , onun Muhammed'in dili ile indirildiği yönündedir. Muhammed'de Kureyşli olduğuna göre haliyle Kureyş dilinde indirilmiş olması gerekir.
Hatta bazı kaynaklara göre Osman'ın "herhangi bir ayet hakkında ihtilafa düşerseniz onu Kureyş dilinde yazın , çünkü Kur'an onların diliyle inmiştir" dediği aktarılır.
[İbn Ebî Dâvûd, age., s. 19. Bk. Suyûtî, age., I, 61. Taberî, Muhammed b. Cerîr, Tefsirü’t-Taberî, Câmiu’lBeyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Matbea’tu’l-Bâbî’l-Halebî, Kahire 1954, I, 21-25]
Bu aşamada bazı sorular çıkıyor karşımıza ; Kur'an ilk başta hangi dilde derlenmiş ki , ümmet ihtilafa düşüyor ?


Sonra ikinci derleme çalışmasında ihtilafa sebep olan farklılıkların , Kureyş lehçesinde yazılarak ortadan kaldırıldığı ifade edilir . Oysa bunun ilk derleme çalışmasında zaten yapılmış olması gerekir . Bakın burada bir tutarsızlık ortaya çıkıyor . Kaldı ki Kur'an ayetlerinde onun hangi dilde indirildiği açıkça yazılıdır.

Bunların yanında göz ardı edilen bir sorun daha var aslında , Kur'an ayetleri halihazırda katipler tarafından yazılmış olduğu halde bunları tekrar derlemenin amacı nedir ?
İnsanlar Kur'anı farklı okuyorsa bu Kur'an dan değil başka sebeplerden kaynaklı olmalı.
O dönem Arapça henüz emekleme dönemindedir , ancak basit cümleler yazılabilmektedir. Noktasız , herekesiz şuan ki Arapçayla alakası olmayan son derece ilkel bir yazı dili yani.
Günümüzde dahi gelişmiş bir dilin içinde bile farklı lehçeleri yazmak bir hayli zordur. Örneğin Anadolu'da var olan bir lehceyi konuşursunuz ama birebir yazıya dökemezsiniz. 7. yy Arap yarımadasında  ve çok basit düzeyde bir yazı dili ile Arapça'nın lehçelerini yazıya dökmek ise imkansız bir olaydır.

Ayrıca İslami kaynaklara göre Kur'an ayetleri geldikçe, vahiy olayından hemen sonra Muhammed tarafından katiplere yazdırılmış yada ezberletilmiştir.
Mekke dönemi sözlü , Medine dönemi yazıya geçirildiği dönem olarak kabul edilir. Hatta 40 kadar vahy katibi olduğu aktarılır ve bunların yaklaşık 10 tanesinin adı sıklıkla söylenir fakat hiç biri Kureyşli değildir.

Kur'anın derleme çalışmalarına iki kez başkanlık yapan Zeyd bin Sabit'in Kureyşli olmadığını Yahudi kökenli olduğunu söylemiştim ve onun hakkında ki bilgiler bununla sınırlı değil elbette.
Mesela Kenz'ül Ummal'a göre , Muhammed Medine'ye hicret ettiği zaman Zeyd bin Sabit 11 yaşındadır [Kenz’ül Ummal. Hadis No: 37055] ve Muhammed'i karşılayanlar arasında o da vardır.

Muhammed'i karşılayanlar "Bu çocuk sana gelen surelerden 17 tanesini bilir" derler ve Zeyd surelerden bir kısmını Muhammed'e okur. Muhammed bunu görünce çok şaşırır. [Kenz’ül Ummal, Hadis No: 37056; el-İsâbe, 1: 561]
Henüz yaygınlaşmamış, 150 civarında inanırı olan bir dinin kutsal metinlerinin ezberleyen 11 yaşında Yahudi kökenli bir çocuk !

Bu çok tuhaf ve şaibeli bir durum. Bu çocuk aslında Tevratın bazı bölümlerini ezberlemiş olmasın !
Bu konuları neredeyse tüm İslam kaynaklarında bulabilirsiniz.
Bunun doğru olduğunu kabul edersek bugün 1.5 milyar Müslüman ilk derleme başkanlığını 21 , ikinci başkanlığını 38 yaşında yapan Yahudi kökenli Zeyd bin Sabit'in derlediği ve yazıya döktüğü Kur'ana inanıyor.
İşte burada bir savunma yapılmaya başlanıyor ; Kur'anın ezberlemiş olduğu , anlamının değiştirilmesinin imkansız olduğu , bir hata söz konusu olsaydı Müslümanların itiraz edeceği yönünde bir savunma bu.

Oysa durumun böyle olmadığı, farklı lehçelerde mana birliğinin sağlanamadığı  kayıtlara geçmiş binlerce olaydan bellidir.
Bugün bile bu konuda anlam birliği sağlanamamışken, bin yılı aşkın bir süre önce yazılı bir alfabesi bile olmayan bir dilde anlam birliği sağlanabilir mi ?

Kur'an da anlamı bilinmeyen , dönemin sözlü dilinde karşılığı olmayan yüzlerce kelime vardır . Oysa Kur'an kendisinden apaçık ve saf Arapça olarak bahseder ve ne hikmetse saf Arapça olan bu kitabı anlamak üzerine onlarca ilim dalı icat edilmiştir. Aslında mezhepler de ayetlerin farklı yorumlanmasından başka bir şey değildir.

Kime sorsanız , Kur'anın indiği dönemden itibaren ezberlendiği, hiç değişmediği argümanını ileri sürerler. Peki madem değişmedi de onca ilim dalı neden var, bunların tamamı Kur'anı anlama ve yorumlama üzerine değil mi ?

Bin yıldır İslam üzerine yazanlar herekelerin , Kur'anın anlamını değiştirmediği yalanının arkasına saklanırlar ama bu mümkün değildir, yapılan her müdahale ve işlem anlamı değiştirmiştir.
Kur'anın yazımı 70 ila 130 yıl sürdü ve bunlar raviler aracılığı ile parça parça kabilelere dağıtıldı. Üstelik farklı okunuşların çok uzun bir zaman sonra yazıya döküldüğü ve kelimelere her kabilenin kendi meşrebine göre farklı anlamlar kazandırdığı aşikârdır.

Sosyal bilimlerde sözlü aktarımın bir kuşak sonra bozulduğunu biliyoruz ayrıca dönemin şartları da ortada, her kabilenin kendi lehçesi ile okuduğu sözlü bir Kur'an oluşturulmuş ve bunların da sure ve ayet sayıları değişkenlik gösterir  zira Kur'an hiç bir zaman bugünkü anlamda tek bir kitap olmadı.
Kabilelerin ellerinde ki Kur'an metinleri daha kısa metinlerdi ve bu metin aktarımını kendi örflerine göre eklemelerle yaptıklarını anlayabiliyoruz.10. yy başlarında bu eklemelerin tamamı tek bir kitap olmuştur. Asıl derleme o zaman yapılmıştır. Kur'anın bölgede ki her inanca göz kırpmasının sebebi de budur.

İslam kaynakları Kur'anın 23 senede Muhammed'e vahy yoluyla geldiğini , onun ağzından katiplerin farklı materyallere yazdıklarını ve ezberlediklerini iddia ederler . Bu materyaller içinden günümüze ulaşan bir belge yoktur ( kutsal emanetler yalanına değinmek bile istemiyorum) İslam kaynakları bunların yok edildiğini yazar.

Allah'ın sözlerinin yazılı olduğu iddia edilen materyallerin yok edilmesi akla mantığa sığar mı ?
Bu yalanları gizlemenin basit yollarından biridir .
Dil bilimi açısından Kur'anın 600 lü yıllarda yazılmasının mümkün olmadığını ve bu tarihlere ait bir Kur'anın var olmadığını net şekilde biliyoruz.

Kur'anı objektif olarak ele aldığımızda o kadar fazla çelişki , tekrar ve hata görürüz ki bu çok şaşırtıcıdır.

Örneğin bazı ayetler rastgele yazılmış gibi , bazı ayetler alakasız yerlerde , bazı surelerin orta yerinde yarım kalan bir konu , başka bir konuyu anlatan surelerin orta yerinde karşımıza çıkıyor.
Bunları objektif bir zihinle ele alınca derleme , toplama , kolaj bir kitap olduğunu anlayabiliriz.
Ancak bütün olarak baktığımızda ise çok detaylı ve karmaşık bir metin olduğunu görüyoruz. On binlerce kelime mevcut , Arapça olmayan yüzlerce kelime var içinde.
Kısacası 7. yy Arapçası ile değil böyle bir edebi eseri yazmak hayal dahi edilemez..

Her daim umut ve sevgiyle kalın dostlar.

SAHİH-İ BUHARİ NE ZAMAN YAZILDI ?

GF, din, islamiyet, Sahih-i Buhari, Sahih-i Buhari ne zaman yazıldı?, Tirmizi, Sahih-i Buhari ne zaman yazıldı?, Buhari'yi kim yazdı?, Buhari kaynak, Buhari güvenilir mi?, Müslümanlık ve Buhari,
Bildiğimiz üzere meşhur altı tane hadis kitabının bütününe Kütübü Sitte diyoruz . Buhari ve Müslim'in el - Camius sahihleri ve Ebu Davud , Tirmizi , Nesai ve İbn Mece'nin sünnenleri oluşturur bu bütünü.
Bu eserler İslam dünyasında dinin en büyük kaynaklarından kabul edilir ve İslam dünyasının hukuk kurallarını belirleyen en önemli detaylardan biridir . Oysa 10. yy sonrası oluşturulmuş ve tamamen rivayete dayalı bu kaynaklar tarih bilimi açısından oldukça yetersiz ve geçersizdir.

Fakat daha önemli bir konuya değinmek istiyorum bugün. Kütübü Sitte içinde yer alan , tüm bu hadis kitapları arasında en önemli yeri işgal eden , Kur'an dan sonra en güvenilir eser kabul edilen Buhari'nin el - Camius sahihleri ne zaman yazıldı ?

Sahih-i Buhari ismi verilen bu eserin , Buhari'nin öğrencisi olduğu rivayet edilen el - Firebri'ye dayandırılarak , Abdillah el Yunini tarafından 13. yüzyılda yazıldığı iddia edilir.
Yani yine rivayete dayalı kaynaklara göre bu eser Buhari'nin kendi orijinal eseri değildir.
Öğrencisi el - Firebri'nin , Buhari'den dinlediği rivayetleri nüshalara yazması ve Firebri'den yaklaşık 400 yıl sonra Yunini'nin bu nüshaları toplayarak kitaplaştırması ile günümüze ulaştığı iddia edilir en iyimser açıklamayla.

Peki gerçekten öyle mi ?


Yunini tarafından 13. y.y. da yazıldığı iddia edilen bu eser aslında ortada yoktur , kayıptır . Şuan elimizde bulunan tek ve en eski nüsha yine Yunini'nin bu eserine nispet edilerek 1896 yılında yazılmıştır.
Yani Sahih-i Buhari'nin bilinen en eski ve tek nüshası 1896 yılında Mısır'da bastırılan bu kitaptır , daha öncesi yoktur.
İşte 1.5 milyarlık İslam dünyasının hukuk sisteminin temelini bu eser oluşturuyor . Arada tam 1000 yıllık bir boşluk var.
Bu eserde yazanların doğruluğu bilimsel platformda ne derece kabul edilebilir ? Rivayete dayalı bilginin ömrü sadece bir nesildir , ikinci nesilden sonra bozulmaya başlar , bu sosyal bilimlerde basit bir kuraldır . Oysa biz tam 1000 yıllık bir boşluktan söz ediyoruz.
Bu 1896 baskısının matbaada ne derece sağlıklı aktarıldığını da bilmiyoruz. Kaldı ki 13. y.y. da Yunini tarafından yazıldığı söylenen yazmanın da ne kadar gerçekçi olduğuna dair bir kanıt yok elimizde.
Bu yazma gerçekten o tarihte mi yazıldı yoksa ona nispetle sonraki yüzyıllarda mı yazıldı bunlar cevapları oldukça muğlak sorular...
Kısacası bin seneden uzun zaman önce yaşamış Buhari'nin bu hadis kitabı 1896 da Mısır'da basıldı , başka da bir belge ortada yok ve 1.5 milyara yakın Müslüman bu kitabın Kur'an dan sonra en güvenilir eser olduğuna inanıyor.

Bu gerçeği Müslüman dünyasına anlatmak ve kabul ettirmek mümkün mü ?

Hiç sanmıyorum dostlar. Bin yıldır koskoca bir yalanı ve kurgulanmış bir dini yaşayan , tüm inanç sistemlerini ön kabullerle şekillendiren bir kitleye gerçekleri anlatmak belki de dünyanın en zor misyonlarından biri.

Yine de olsun biz doğruyu ve gerçeği arayışımızdan vazgeçecek değiliz. Onlar kabul etmeseler bile doğruyu ve gerçeği onlara da anlatmaktan geri durmayacağız.
Her daim umut ve sevgiyle kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

KUR-AN KADIN DÖVMEYİ MEŞRU KILAR

Kuran kadınları dövmeyi meşru kılar,Kurana göre kadın dövmek,Vadribuhünne,Harfi cerr,din, islamiyet, GF,Nisa 34-94,Nisa suresi kadına dayak, Kur-an gerçekleri,İslamda kadın dövmek meşrudur
Kur'an erkeğe , kadını dövmeyi meşru kılar mı , bunu onaylar mı ? Bu çok sık tartışılan konuların başında gelir. Bu tartışmaya sebep olan ayet , Nisa suresinin 34. ayetidir. Bakalım ayet ne diyor ;

الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنفَقُواْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِّلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّهُ وَاللاَّتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلاَ تَبْغُواْ عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا 

Er ricâlu kavvâmûne alân nisâi bi mâ faddalallâhu ba’dahum alâ ba’dın ve bi mâ enfekû min emvâlihim. Fes sâlihâtu kânitâtun hâfizâtun lil gaybi bi mâ hafizallâh . Vellâtî tehâfûne nuşûzehunne fe ızûhunne vahcurûhunn (vahcurûhunne) fîl medâcıı vadrıbûhunne, fe in ata’nekum fe lâ tebgû aleyhinne sebîlâ(sebîlen). İnnallâhe kâne aliyyen kebîrâ.

Ayeti kelime kelime incelediğimizde de şöyle bir analiz çıkar karşımıza ;
1. er ricâlu : erkekler
2. kavvâmûne : kâim olanlar, idareciler, koruyup gözetenler
3. alâ en nisâi : kadınlar üzerinde
4. bi mâ : sebebiyle, dolayısıyla
5. faddala : üstün kıldı
6. allâhu : Allah
7. ba'da-hum : onların bir kısmı, bazıları
8. alâ ba'dın : bir kısmına, bazılarına, diğerlerine
9. ve bi mâ : ve sebebiyle, dolayısıyla
10. enfekû : verdiler, harcadılar
11. min emvâli-him : mallarından, kendi mallarından
12. fe es sâlihâtu : bu sebeble, bu bakımdan salih kadınlar, nefsini tezkiye eden kadınlar
13. kânitâtun : kanitindir, saygılı ve itaatkârdır
14. hâfizâtun : muhafaza edendir, koruyucudur
15. li el gaybi : gaybda, olmadığı zaman, yokken
16. bi mâ : sebebiyle, dolayısıyla
17. hafiza : korudu
18. allâhu : Allah
19. ve ellâtî : ve onlar (kadınlar)
20. tehâfûne : korkarsınız
21. nuşûze-hunne : onların itaatsizliklerinden, baş kaldırmalarından
22. fe ızû-hunne : ... ise onlara öğüt verin, nasihat edin
23. ve uhcurû-hunne : ve onlardan ayrılın, yaklaşmayın, yalnız bırakın
24. fî el medâciı : yataklarında
25. vadrıbû-hunne : ve onlara vurun
26. fe : bundan sonra, artık
27. in ata'ne-kum : eğer size itaat ederlerse
28. fe : bundan sonra, artık
29. lâ tebgû : aramayın
30. aleyhinne : onlara, onların üzerine (aleyhine)
31. sebîlen : bir yol
32. inne allâhe : muhakkak ki Allah
33. kâne : oldu, idi, ...dır
34. aliyyen : âli, yüce
35. kebîran : büyük

Dilimize en yakın meali ise şu şekildedir:

Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermezse,) onları dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.


Şimdi bu ayette vadribuhunne olarak geçen kısmın dövmek değilde , çıkarmak , uzaklaştırmak anlamı taşıdığını iddia eden ciddi bir kesim var , durumun onların iddia ettiği gibi olmadığını , ayetin gerçekten kadınları dövmeyi meşru kıldığını anlatacağım bu yazıda.

Öncelikle ayeti daha detaylı analiz etmeden önce , bu konuyla ilgili kilit rol oynayacak ve bu yazıda temel taşı olacak bir kavramı açıklamamız gerek .. Harfi Cer'ler ...

Harfi cer , dahil olduğu kelimin sonunu cer yapan harftir, bir ismin önüne gelerek sonunu kesra yaparlar. Harfi cerre kısaca “car”, sonu kesra olan isme de “mecrur” denir.
Bu harfler, bağlı oldukları fiil ya da fiil mânâsında olan kelimelerin mânâlarını, mecrura taşıdıklarından dolayı “izâfet harfleri” olarak da isimlendirilirler. Harfi cerlerde genel olarak izâfet bulunur. Cer etmek ise mutlaktır çünkü bu dilin bir kuraldır.

İstiare dediğimiz söz sanatı yani eğretileme Arapça da vazgeçilmez bi özelliktir bu hem içeriği zenginleştirir hemde anlatımı güçlendirir..
Ne yazık ki bu durum sürekli yanlış anlaşılmalara ve istismara maruz kalmıştır.. Örneğin ; ekseriyetle tartışılan konulardan biri olan Nisa suresi 34. ayette ki DRB fiilinin hangi anlamda kullanıldığı ile ilgili bi mutabakata varılmamıştır..

Darabe / ضرب fiilinin asıl mânası "vurmak"tır. Ancak "vurmak" mânasına gelen bir diğer kelime olan taraka / طرق fiilinden de anlam açısından üstündür. Çünkü طرق fiili çekiçle vurmak, kapıyı çalmak gibi fiillere karşılık iken, ضرب fiili konuşma sırasında yapılan vurguyu da ifade edebilir.
Bu ضرب fiili vurgulamak mânasında kullanılırsa "darb-ı mesel" (misal vurgusu) olur. Darb-ı mesel genellikle ضرب fiilinden sonra gelen مسل (misal) kelimesi ile yapılır. Ancak مسل kelimesi kullanmak yerine bir misal vermiş olmak da yeterlidir. Genelde "misal verdi, örnek verdi, benzetme yaptı, ortaya attı" gibi ifadeler ile tercüme edilir. Ayrıca meseleye vurgu mânasına geldiğinden atasözlerine de darb-ı mesel denir. Ayrıca ضرب fiili فى ('de.. mânasını veren harfi cer) ve mecrur mekân ismi ile kullanılırsa (Örneğin ضرب فى العرض / darabe fil ard, yeryüzünde vurdu dolaştı, sefere çıktı, yürüdü, gezdi) ayağını yere vurmak istiaresinden "dolaştı, sefere çıktı, yürüdü, gezdi" gibi mânalara gelebilir. Çünkü Araplara göre yürümek ayağını yere vurmaktır. Mesela طرق fiilinden türetilen طرقة / tarikât, vurulan yol, ifadesinden bunu anlamak mümkündür. (Ancak her fî cerri kullanıldığında "dolaşmak, sefere çıkmak, yürümek, gezmek" mânasına gelmeyebilir. Gayri istiari "bir şeyin içinde/bir şey sırasında/bir şey konusunda vurmak" anlamında da kullanılabilir.)

Aynı şekilde, eğer ضرب fiili عن ('den.. mânasını veren harfi cer) ile kullanılırsa, yine ayağını vurmak istiaresinden " 'den uzaklaştı" olarak anlaşılır. Ancak her ne kadar ayak vurmak ile ilgili olsa da, istiare yoluyla terk etmek, vazgeçmek ve kuşların göç etmesi gibi olayları ifade etmek için de kullanılmıştır.
Eğer ضرب fiili بين (ara|sı mânasına gelen zarf) ile kullanılırsa "araya vurdu" ifadesi "ayırdı, arasını bozdu" olarak anlaşılır. Örneğin sözlüklerde şu geçer; ضرب الدحر بيننا / darabe eddehri beyne nâ, zaman/kader aramıza vurdu zaman/kader bizi ayırdı.

Darabe fî ضرب في "...'de sefere çıktı, dolaştı, gezdi"
Darebe 'an " 'den uzaklaştı (vazgeçti/terk etti)"
Darebe beyne "arasına vurdu (ayırdı, arasını bozdu)" mânalarına gelir.

Harfi cersiz ve zarf kullanmadan da ضرب fiilinin bu mânalara gelebileceğini iddia etmek yanlıştır. Çünkü;

1- Belagat hatasına neden olur. Örneğin "'den vazgeçmek" ifadesindeki 'den ve dolayısıyla vazgeçmek anlamı عن harfi cerindedir.
2- Ayrıca darb-ı mesel için harfi cer gerekmez. Darb-ı mesel örneği vererek harfi cer gerekmediğini iddia edenlerin tek amacı yanıltmacadır, dikkat edin.
3- Bunun dışında, sadece harfi cer gerekmediğini iddia etmek de tek başına darabe fiiline darabe fî, darabe 'an ve darabe beyne mânalarını vermeye yetmez. Örneğin "Onları dolaştırdı/sefere çıkarttı/gezdirdi" mânasını vermek için, harfi cer dışında; - Mekân ismi (örneğin yol, yeryüzü vb.)
- Ettirgen fiil [Ettirgen fiil, müteaddi iken müteaddi yapma şu üç halde mümkündür;
-Fiilin aynel harfi şeddelenirse (darebe - darrebe)
-Fiil ifâl babına nakledilirse (darebe-idrib) -Ve bazı fiillerde fiilin mef'ulü harfi cer alırsa da gerekir.

Aynı şekilde ضرب بين ifadesinin "ayırdı" mânası da, beyne zarfını varsayarak elde edilemez. Çünkü;

- Beyne بين harfi cerinin muhattabı kendisine yapışan zamirdir. Yani " darabe beyne-nâ: Bizim aramıza vurdu/Bizi birbirimizden ayırdı" ya da "darabe beyne-hunne: onların arasına vurdu/Onları birbirinden ayırdı" mânası verir.
Bu kurallar ışığında ضرب fiiline çıkarmak mânasını vermeye çalışmak, fasih Arapça kurallarını bilerek görmezden gelmektir..
Peki tam olarak nedir bu harfi cerler ;
Daha öncede belirttiğim gibi yanlız başına anlam ifade etmeyen, ancak isme dahil olduklarında manaya katkıda bulununan bazı kelimelerdir..
Manaları şu şekilde ;


1. Bâ (اَلْبَاءُ) “ile” mânâsındadır. İlsâk (bağlamak, bitiştirmek) içindir.
2. Min (مِنْ) “den-dan” mânâsındadır. İbtida (başlangıç) içindir.
3. İlâ (إِلَى) “e-a” mânâsındadır. İntiha (bitiş) içindir.
4. An (عَنْ) “den-dan” mânâsındadır. Mücaveze (uzaklaşma) içindir.
5. Alâ (عَلَى) “üzerinde-üzerine” mânâsındadır. İstila içindir.
6. Lâm (لِ) “için” mânâsındadır. İstikak (hak etme) ve mülkiyet (sâhib olma) içindir.
7. Fî (فِي) içinde, de-da mânâsındadır. Zarfiyet içindir.
8. Kâf (اَلْكَافُ) “gibi” mânâsındadır. Teşbih (benzetme) içindir.
9. Hattâ (حَتَّى) “…e kadar” mânâsındadır. Gaye (sona eriş, bitiş) içindir.
10. Rubbe (رُبَّ) “nice, bazı” mânâsındadır. Taklîl ve teksîr (azlık ve çokluk) içindir.
11. Vâvul-kasem (وَاوُ الْقَسَمِ) “yemin” mânâsındadır. Yemin içindir.
12. Tâul-kasem (تَاءُ الْقَسَمِ) “yemin” mânâsındadır. Yemin içindir.
13. Hâşâ (حاَشاَ) istisna mânâsındadır. İstisna içindir.
14. Muz (مُذْ) “… den beri” mânâsındadır. Mazi zamanda başlamak içindir.
15. Munzu (مُنْذُ) “… den beri” mânâsındadır. Mazi zamanda başlamak içindir.
16. Halâ (خَلاَ) “istisna” mânâsındadır. İstisna içindir. Çoğunlukla fiil olarak gelir.
17. Adâ (عَدَا) “istisna” mânâsındadır. İstisna içindir. Çoğunlukla fiil olarak gelir.
18. Levlâ (لَوْلاَ) “olmasaydı” mânâsındadır. Kendine zamir bitiştiğinde, başka bir şeyin mevcudiyetiyle, bir şeyin mümkün olmayacağını ifâde etmek içindir.
19. Key (كَيْ) “için, niçin, neden” mânâsındadır. İstifham ما sı dâhil olunca illet içindir.
20. Lealle (لَعَلَّ) “umulur ki, belki” mânâsındadır. Ukayl kabilesinin lügatinde ümit içindir.

Bazı örneklerle gösterelim ;
1. Bâ (اَلْبَاءُ): Allâh’a inandım. / آمَنْتُ بِااللَّهِ
2. Min (مِنْ): Bütün günâhlardan tövbe ettim. / تُبْتُ مِنْ كُلِّ ذّنْبٍ
3. İlâ (إِلَى): Allâh Teâlâ’ya tövbe ettim. / تُبْتُ إلَى اللَّهِ تَعَالَى
4. An (عَنْ): Haramdan men edildim. / كُفِفْتُ عَنِ اْلحَرَامِ
5. Alâ (عَلَى): Her günahkâr üzerine tövbe etmek vâcibtir. / تَجِبُ التَّوْبَةُ عَلَى كُلِّ مُذْنِبٍ
6. Lâm (لِ): Ben Allâh Teâlâ’nın kulcağızıyım. / اَنَا عُبَيْدٌ لِلَّهِ تَعَالَى
7. Fî (فِي): İtaat eden cennettedir. / اَلْمُطِيعُ فِي اْلجَنَّةِ
8. Kâf (اَلْكَافُ): O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. / لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
9. Hattâ (حَتَّى): Ölünceye kadar Allâh’u Teâlâ’ya ibâdet ederim. / اَعْبُدُ اللَّهَ تَعَالَى حَتَّى اْلمَوْتِ
10. Rubbe (رُبَّ): Nice okuyucular vardır ki Kur’ân onlara lanet eder. / رُبَّ تَالٍ يَلْعَنُهُ الْقُرْآنُ
11. Vâvul-kasem (وَاوُ الْقَسَمِ): Allâh’a yemin ederim ki asla büyük günâhları yapmayacağım. / وَاللَّهِ لَا اَفْعَلَنَّ اْلكَبائِرَ
12. Tâul-kasem (تَاءُ الْقَسَمِ): Allâh’a yemin ederim ki elbette farzları yapacağım. / تَاللَّهِ لَأَفْعَلَنَّ اْلفَرَائِضَ
13. Hâşâ (حاَشاَ): Âlim hariç, insânlar helak oldu. / هَلَكَ النَّاسُ حَاشَا اْلعَالِمِ
14. Muz (مُذْ): Buluğ günden beri yaptığım tüm günâhlara tövbe ettim. / تُبْتُ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ فَعَلْتُهُ مُذْ يَوْمِ اْلبُلُوغِ
15. Munzu (مُنْذُ): Buluğ gününden itibaren namaz farz olur. / تَجِبُ الصَّلَاةُ مُنْذُ يَوْمِ اْلبُلُوغِ
16. Halâ (خَلاَ): İlmiyle amel edenler hariç, âlimler helak oldu. / هَلَكَ اْلعَالِمُونَ خَلَا اْلعَامِلِ بِعِلْمِهِ
17. Adâ (عَدَا): İhlâslılar hariç, amel edenler helâk oldu. / هَلَكَ اْلعَامِلُونَ عَدَا اْلمُخْلِصِ
18. Levlâ (لَوْلاَ): Ey Allâh’ın rahmeti, sen olmasaydın elbette.
19. Key (كَيْ): Niçin/neden isyân ettin? (Keymihe = keymâ, eliften bedel he gelmiş) / كَيْمَه عَصَيْتَ
20. Lealle (لَعَلَّ): Umulur ki Allâh Teâlâ günâhımı bağışlar. / لَعَلَّ اللَّهِ تَعَالَى يَغْفِرُ ذَنْبِي

Bu harfi cerlerin üç amacı var ;
1. Harf-i cerler, mu‘râb yani i‘râb kabul eden bir ismin başına gelip sonunu cer yaparlar. Buna “lafzî i‘râb” denir. Misâlen: “ Ben Zeyd’e uğradım.” Cümlesinde ب harfi ceri, بِزَيْد kelimesinin evveline gelerek sonunu cer etmiştir.

2. Harf-i cerler, murab bir kelimenin sonunda illet harfi varsa takdiren cer yaparlar. Buna “takdiri irâb” denir. Misâlen: “رَضِيْنَا عَنْ الْقَضِى Biz kadâdan râzı olduk.” Cümlesinde عَنْ harf-i ceri, الْقَضِى kelimesinin evveline gelerek sonunu cer etmiştir.

3. Harf-i cerler, kelimenin aslında bir illet varsa mahallen cer yaparlar. Buna “mahallî irâb” denir. Misâlen: مَنْ kelimesi, mebni (irâb kabul etmeyen) bir kelimedir. Bu sebeple evveline عَلَى gibi bir harfi cerin gelmesi sonuna tesir etmez.
Harf-i Cerle İlgili Genel Cümle Örnekleri:


هَلْ ذَهَبْتِ إِلَى الْمَدْرَسَةِ ؟ Okula gittin mi?
نَعَمْ ، ذَهَبْتُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ. Evet, okula gittim.
هَلْ ذَهَبْتُمْ إِلَى الْمَدْرَسَةِ. Okula gittiniz mi?
نَعَمْ ، ذَهَبْناَ إِلَى الْمَدْرَسَةِ. Evet, okula gittik.
ذَهَبْتُماَ إِلَى الْمَدْرَسَةِ. İkiniz okula gittiniz.
هَلْ ذَهَبْتُنَّ إِلَى الْمَدْرَسَةِ ؟ Okula gittiniz mi?
نَعَمْ ، ذَهَبْناَ إِلَى الْمَدْرَسَةِ. Evet, okula gittik.
ذَهَبْتُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ لِلْإِمْتِحاَنِ. Okula imtihan için gittim.
ذَهَبْتُ إِلَى الْبَيْتِ لِلْإِسْتِراَحَةِ. Eve dinlenmek için gittim.
ذَهَبْتُ إِلَى الْمَسْجِدِ لِلصَّلاَةِ. Mescide namaz için gittim.
نَظَرَ التِّلْميِذُ إِلَى الصُّورَةِ. (Erkek) Öğrenci resme baktı.
نَظَرَتِ التِّلْميِذَةُ إِلَى الصُّورَةِ. (Kız) Öğrenci resme baktı.
نَظَرْتُ إِلَى الصُّورَةِ. Resme baktım.
سَبَحَ الْوَلَدُ فِي هَذاَ الشاَّطِئِ. Çocuk bu kıyıda yüzdü.
عَمِلَ خاَلِدٌ الشاَّىَ فِي الْمَطْبَخِ. Halit mutfakta çay yaptı.
قَرَأْتُ الدَّرْسَ فِي الْحَدِيقَةِ. Dersi bahçede okudum.
قَرأْناَ الْكِتاَبَ فِي الْمَكْتَبَةِ. Kitabı kütüphanede okuduk.
ذَهَبْناَ إِلَى الْمَدْرَسَةِ بِالْحاَفِلَةِ. Okula otobüsle gittik.
وَصَلَ أَحْمَدُ إِلَى الْمَطاَرِ بِالسَّياَّرَةِ.Ahmet hava alanına arabayla gitti (ulaştı, vardı).
نَزَلَ أَحْمَدُ عَنِ الْحِصَانِ. Ahmet attan indi.
رَفَعَ الْإِسلاَمُ الظُّلْمَ عَنِ الْمَرْأَةِ. İslam kadından zulmü kaldırdı.
سَأَلْتُ عَنِ الْماَلِ. Mal hakkında sordum.
سَأَلَ الطَّبِيبُ عَنِ الْمَرِيضِ. Doktor hastadan (hasta hakkında) sordu.
اَلْأُمُّ عَمِلَتِ الطَّعاَمَ فِي الْمَطْبَخِ. Anne yemeği mutfakta yaptı.
جَلَسَ مُحَمَّدٌ فِي الْبَيْتِ. Muhammed evde oturdu.
جَلَسَتْ عاَئِشَةُ فِي الْغُرْفَةِ. Aişe odada oturdu.
خَرَجَ التَّلاَمِيذُ مِنَ الصَّفِّ. Öğrenciler sınıftan çıktı.
اَلتَّلاَمِيذُ خَرَجُوا مِنَ الصَّفِّ. (aynı manada isim cümlesi)
رَفَعَ الْوَلَدُ الْحَقِيبَةَ مِنَ الْأَرْضِ. Çocuk çantayı yerden kaldırdı.
نَزَلَ الْمَطَرُ مِنَ السَّماَءِ. Gökten yağmur indi (Yağmur yağdı).
اَلْأَوْلاَدُ سَبَحُوا فِي الْمَسْبَحِ. Çocuklar havuzda yüzdü.
سَبَحَ الْخَشَبُ عَلَى الْماَءِ. Tahta suyun üzerinde yüzdü.
سَقَطَ الثَّمَرُ عَلَى الْأَرْضِ. Meyve yere (yerin üzerine) düştü.
غَضِبَ السَّيِّدُ عَلَى الْخاَدِمِ. Efendi (bey) hizmetçiye kızdı.
اَلْوَقْتُ كاَلسَّيْفِ. Vakit kılıç gibidir. اَلْعِلْمُ كَالْبَحْرِ. İlim deniz gibidir.
قَرَأْتُ كِتاَباً حَتَّى اللَّيْلِ. Geceye kadar kitap okudum.
ماَ شَرِبْتُ الشاَّىَ مُنْذُ أَمْسِ. Dünden beri çay içmedim.
كَتَبْتُ الدَّرْسَ مِنَ الصَّباَحِ حَتَّى الْمَساَءِ. Sabahtan akşama kadar ders yazdım.
ذَهَبَ عُمَرُ إِلَى الْمَلْعَبِ وَ لَعِبَ الْكُرَةَ. Ömer oyun sahasına gitti ve top oynadı.
أَكَلْتُ فيِ الْفَطوُرِ الْبَيْضَ وَشَرِبْتُ الشاَّيَ. Kahvaltıda yumurta yedim ve çay içtim.

Şimdi burada tekrar dönelim DRB fiiline ve Nisa 34. ayete ..
1400 yıldan beri DRB ضرب fiilini "darbetmek, dövmek" seklinde anlayan insanlar mi yanıldı yoksa bugünün reformistleri Arapca'yı mi katletti?

Reformist İslamcıların iddiası, DRB ضرب fiilinin Kur'an'in başka ayetlerinde "dövmek" anlamında olmadığı konusunu gündeme getirerek Nisa 34'te de "kadının dövülmesinin emredilmediğidir.

Konuyu uzatmadan sadede geçelim. Nisa 34'te geçen DRB ضرب kökenli fiilimiz "vadribuhunne واضربوهن" DRB ضرب fiilinin emir babından 3. çoğul dişil şahsa atıf. Arapça'da zamirler İngilizcede olduğu gibi eril ve dişil anlamlar ihtiva eder.

Vadribuu واضربو = Dövün (emir kipi)
hunne هن = Onlari (kadın, dişil)

Peki diğer ayetlerde ayni fiilden türetilmiş bu kelime niçin farklı anlamlara geldi de Nisa 34'te dövün anlamına geliyor? Bunun nedeni nedir?

İşte anlaşılmayan nokta bu ;
Arapça'da , yukarıda uzun uzun açıkladığımız "harf-i cerr" kuralı vardır. Bir fiilin ardından harf-i cerr gelirse, fiilin anlamı cümlenin içeriğine göre değişir. Harf-i cerr olmayan fiiller, asıl anlamlarını korurlar. DRB ضرب fiilinin asil anlamı ism-maziden DÖVDÜ'dür (Arapça'da kelime kökü her zaman mazi fiilidir)

Harfi cerlerin daha kolay anlaşılması için Türkçe'deki anlamlarıyla anlatalım;
Basitçe bizim Türkçe'deki ismin halleri ve edatlardır.

İsmin hallerinden örnekler: -e, -de, -den (İstabul-a, ev-de, kapı-dan) Edatlara örnekler: için, yakınında, üstünde (yer bildirim)

Yine yukarıda uzun uzun ve örneklerle açıkladığımız gibi Arapça'da 20 adet harf-i cerr var. Bu harf-i cerrlerden herhangi biri "fiilin sonuna gelirse" fiilde anlam kayması olur.

Simdi bunu iki ayette inceleyelim.

Nisa 34 الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ (harf-i cerr yok, DRB asil DÖVMEK anlamındadır.
Nisa 94 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي (ya eyyuhellezine emenu, darabtum "FI") Burada cümlede geçen "fi" فِي ismin -de halini anlatan harfi cerrdir. Darabtum=dövün anlamında iken sonuna gelen fi فِي "(sefere) çıkın" anlamı katmıştır cümleye.

Araplar için yürümek, ayağını yere vurmaktır. Hāliyle vurmak manasındaki طرق, ضرب gibi fiiller bu durumdan nasibini almış. TaRaKa fiilinden türetilmiş tarikat masdarı, kelime anlamı olarak "vurmalık, vurulan" gibi bir manāya gelse de, Araplar bunu "yol, zemin, yöntem" olarak algılar.


Nitekim yerde / zeminde vuruyorsan, yeri dövüyorsan eğer, onda yürümüş / dolaşmış olursun. DaRaBe fil ard denildiğinde, "dolaştı, yürüdü" olarak anlarsın. Ancak bu zorunlu değil, yani ب bi cerrini kullanarak vurulan bir nesne eklersen eğer, bu sefer yürümek olarak anlaşılmaz. Bunun ayrımını sadece bağlamdan yapabiliriz.. Buraya kadar, her şekilde, iki fiil de harfi cerr gerektirir, zira ilgili / bağlama kattığı manāsını harfi cerrden alır. Ama bir de ضرب fiilinin kendi manāsı bulunuyor. DRB sadece fiziksel olarak vurma manāsına gelmez, ancak soyut manāsı ise bir konuda yapılan vurguyla sınırlıdır. Araplar için bir misali darb etmek, bir konuda önemli bir noktayı zikr etmektir. Buna darb-ı mesel diyoruz. Bu fiilin kendi manāsı olduğu için zorunlu bir şey gerektirmez, ancak genellikle misal / mesel / emsal kelimeleriyle birlikte kullanılır. Onun yerine bir misal vererek de bu fiili kullanırsan manānın soyut olduğu anlaşılacaktır, robotlarla konuşmuyoruz ya nihayetinde.. "Darb-ı mesel için harf-i cerr gerekmiyorsa, darabe fiilinin "dolaşmak, yürümek" manası için de gerekmez." demek BAHANE BULMAKTIR, maalesef. Sözlük okumayı bilen biri böyle bir şey söyleyemez, zira sözlükler bile harfi cerrle müteaddi olan fiillerin usulüne göre yazılır, hangi mana için hangi cerr gerektiğini not eder.

Nisa s. 34. ayetindeki , vadribuhünne" (onlara vurun) anlamını , ayırın , ayrılın , çıkarın, şeklinde verilen mealler kur'an bütünlüğünden yoksun ve teslim olmakta zorlanan, aslında sürekli Kur'anın gerçekliğinden şüphe eden düşüncelerin bir uzantısı olarak karşımıza çıkmaktadır. "Darabe" fiiline kur'anda geçtiği ayetlerin hiçbirinde "ayırın,ayrılın,çıkarın" şeklinde bir anlam verilmediğini görüyoruz. "Çıkarın " şeklindeki mealin "yola çıkarın" şeklinde bir anlam verilmesi için ayetin "fi" harfi cerri ile birlikte kullanılması gerekmektedir , "evden çıkarın" şeklinde bir anlam verilmesi için bakara s. 240 ayetinde olduğu gibi "harace" fiilinin kullanılması gerekmektedir."İçinizden ölüp, eşler bırakacak olanlar, evlerinden çıkarılmaksızın ( ğayri ihracin), senesine kadar eşlerinin geçimini sağlayacak şeyi vasiyet etsinler; eğer çıkarlarsa(fein haracne) kendilerinin meşru olarak yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah güçlüdür, Hakim'dir.

Ayrıca talak s. 1. ayetine baktığımız zaman " Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları, iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın; Rabbiniz olan Allah'tan sakının; onları, apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Allah'ın sınırlarını kim aşarsa, şüphesiz, kendine yazık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki, Allah bunun ardından bir hal meydana getirir." yazmakta ve ayette "evlerinden çıkarmayın" şeklinde meal verilen kısmın arapça metni "la tahrucuhuünne min buyutuhünne" şeklindedir . Bağlamı göz önünde bulundurmak gerekirse karı koca arasındaki bir durum için "evden çıkarma" kelimesi "darabe" fiili ile belirtilmemesi nisa s. 34. ayetindeki "vadribuhünne" kelimesinin "evden çıkarma" şeklinde anlaşılamayacağını gösterir. Nisa s. 34. ayetindeki ," vadribuhünne" (onlara vurunuz) kelimesinin " hünne" müennes zamiri ve " fe" bağlacını çıkardıktan sonra kalan kökü olan "ıdribu" kelimesine diğer ayetlerde " vurun" diye verilen meal nisa 34. ayetinde neden verilmez? bunun cevabı birkaç yönden verilebilir ama önce kur'an meali yapanların o meali yaparken bir kelimenin kur'anda nasıl ve ne şekilde geçtiği konusundaki düşüncelerini yine kur'andan almaları gerekir. Özellikle Nisa s. 34. ayeti etrafında yoğunlaşan meallerdeki kaygı " alem ne der" mantığı üzerine kurulmuş bir mantık olarak karşımıza çıkar.İşte bu yüzden bu tür reformistler , bi çok âlim tarafından " Kur'ana teslim olmak yerine , kur'anı teslim almaya kalkan bazı düşünce sahipleri " diye eleştirilir.. Allah'ın ne dediğinden çok başkalarının ne dediği üzerinden Kur'anı anlama veya eziklik psikolojisi içinde kur'an yaklaşmaları kur'an metninin izin vermediği anlamalara kadar varmaktadır diye de eleştiri getirirler..

"Ayrılın,çıkarın,yola koyun" şeklinde verilen mealleri ayet bütünlüğünde okuduğumuz zaman, ayetin devamındaki " Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın" cümlesini nasıl uygulama imkanı olabilir? çünkü kadının evden çıkarıldıktan sonra kocası ile birlikte bir çatı altında olamaması ona nasıl itaat etme imkanı sağlayabilir?. Saliha bir kadın kendisine vurulmaya kadar varacak bir nüşuz halinde olması ve neticede eşi tarafından dövülmesi kendisi için aşağılatıcı bir durumdur, bu duruma hiçbir kadın düşmek istemez. Ayetin başındaki ," Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." cümlesi gereğince evin reisi olan erkek ev halkını idare etmekle yükümlü olduğu için kadın erkeğin bu vazifesine karşı itaat etmekle yükümlüdür. Günümüzün şartları gereği iş hayatı içinde olan kadında eşi kadar maddi bir kazanç elde ettiğinden dolayı "kadın erkek eşitliği" kavramı konuşulmaya başladığı için kur'an ayetlerinin bu hükmü pek hoşa gitmez. Kur'ana teslim olan salih erkek , Allah bana böyle bir yetki vermiş diyerek bu yetkisini her zaman kullanmak durumunda olmadığı gibi, saliha bir kadında kendisi için aşağılatıcı olan bu duruma düşmemek için erkeğe itaat etmek mecburiyetindedir Kur'an eksenli düşününce...

Vadribuhünne" kelimesine "ayırmak" şeklinde anlam verenler farkında değiller mi acaba ,aynı surenin ,"Ayrılırlarsa, Allah her birini nimetinin genişliğiyle yoksulluktan kurtarır, Allah her şeyi kaplayandır. Hakim'dir." şeklindeki 130. ayetindeki "ayrılmak" şeklinde meal verilen kelimenin orijinal metni"yeteferreka" dır .. Ayetin konusu dikkat edileceği üzere 34. ayette olduğu gibi karı koca geçimsizliğinin çözümü üzerinedir. 34. ayetteki "vadribuhünne" ile 130. ayetteki "yeteferreka" kelimesine aynı anlamı vermek 34. ayeti ön kabulü olarak okumak sonucundan olsa gerek.

Nisa s. 34. ayetindeki "vadribuhünne" kelimesi insanlar istese de istemese de , hoşlarına gitse de gitmese de "onlara vurun" anlamına gelmektedir. Müslümanların Allah'ın kitabına olan teslim olma mecburiyeti ayetleri kur'an dışı düşünceler doğrultusunda değil , kur'an doğrultusunda anlamalarını gerektirir. Başkalarının , sizin kitabınızda kadınları dövün emri benim hoşuma gitmedi" demesi sizin o ayeti onların isteği doğrultusunda yorumlamanızı kesinlikle gerektirmez. Kadınlara vurma emri , boşanma emri gibi gerektiği yerde kullanılması gereken bir emir olup ," günde 3 öğün kadının ağzını burnunu kırın" şeklinde de anlaşılmaması gerekir tabi ki.

Sonuç olarak, Bakara s. 73. ayeti ve Nisa s. 34 . ayetlerinde görmüş olduğumuz üzere bir kelimeyi konulduğu yerden oynatarak kuran dışı düşünceler ışığında anlamaya çalışmak kur'anın kendi içindeki otokontrol mekanizması tarafından dışarı atılmaktadır. Bazılarına şirin görünmek gibi bir kaygısı olmayan , gerçeği olduğu gibi gören Müslümanları , her ayeti eğip bükerek bilimsel ve modern kılıflara sokmaya çalışan reformist Müslümanlara göre daha fazla önemsiyorum..
Her daim umut ve sevgiyle kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

İSLAM PEYGAMBERİ MUHAMMED GERÇEKTEN YAŞADI MI ? | 2

Yazan: Gregoire de Fronsac
din, islamiyet, Muhammed gerçekten yaşadı mı?, Abdülmelik'in kitabı, Abdülmelik'in peygamberi, Abdülmelik ve Hz Muhammed, Emevi uydurması, GF, Ebü'l Esved, Hz Muhammed yaşadı mı?, Abdülmelik,
ABDÜLMELİK'İN KİTABI VE PEYGAMBERİ
İSLAM PEYGAMBERİ MUHAMMED GERÇEKTEN YAŞADI MI? | 2

Bu platformda ki ilk yazımda , İslam Peygamberi olarak kabul edilen Muhammed'in aslında yaşamadığını , onun sadece bir literatür figürü olduğunu , İslamiyet sandığımız öğretinin ise İsmaili Yahudilikle harmanlanmış Monofizit Arap Hristiyanlığı olduğunu , Muhammad teriminin de , Arap Monofizitler tarafından yaklaşık 8. yy ortalarına kadar İsa için kullanılan bir sıfat olduğundan bahsetmiştim.
Evet bu iddianın arkasındayım. Dönemin mevcut tarihi kaynaklarında ne İslamiyetten ne de onun peygamberi Muhammed'den bahsedilmiyor. Onun hakkında bildiğimiz her şey , öldüğü iddia edilen tarihten 150-200 sene sonra oluşturulmaya başlanmıştır ve bunlar rivayete dayalı muğlak bilgilerdir. Yani kesinlikle bilimsel tarihi nitelik taşımayan kurmaca bir tarihin parçasıdır.

Bu yazıda ise Emevi Hükümdarı ve İslam halifesi sandığımız Abdülmelik bin Mervan'ın Kur'an ve Muhammed efsanesine etkilerinden bahsedeceğim.

Kur'an dikkatli incelendiğinde , apokrif olmayan fakat bölge halklarının inanç perspektifinde önem teşkil eden gelenek , görenek , örf ve adetlerin 114 sure ve 6236 ayetin içine dağıldığını net şekilde görebiliriz.

Bunun neden böyle olduğunu anlamak için Abdülmelik'in kişiliğine bakmak gerekir. Abdülmelik bin Mervan son derece hırslı bir insandı. Olanakları kısıtlı olmasına rağmen idealleri büyük bir adamdı. Bazı kabilelerin ve dar bir bölgenin lideriydi. Arap yarımadasının dışına çıkıp yayılmak istiyordu ancak kendisine taraf toplaması ve dağınık haldeki Arap kabileleri bir araya toplaması gerekiyordu. Çünkü Bizans bölgede zayıflamış ve geri çekilmeye başlamıştı. Ortada ciddi anlamda otorite boşluğu ve erk sorunu vardı.

Abdülmelik aklı çalışan her liderin yapacağı şeyi yaptı. Birlik ve beraberliği tesis ederek dağınık haldeki Arap kabileleri , Arap milleti olarak birleştirmeye çalıştı. Fakat ortada ciddi de bir sorun vardı ; Bölgede her inançtan insan mevcuttu. İşte tam da bu dönemde , bölgedeki tüm inançları kapsayan bir kitap ortaya çıkmaya başladı. Halihazırda İsmaili Yahudilerin ve Monofizitlerin ellerinde bulunan ufak tefek yazmaların gelişmiş hali olan bir kitaptı bu. Hangi taraftan baksan her inanca göz kırpan bir kitap . Ağırlıklı olarak Tevrat ve İncil üzerine kurgulanmış , eski ahit'in kusursuz olduğuna ama sapkınlar tarafından değiştirildiğine ve teslis inancı adı altında Allah'a şirk koşulduğuna dair önermelerle birlikte , Zerdüştlükten , bölgedeki kadim pagan inançlardan , ay tanrıça kültü ritüellerinden de motifler taşıyan bir kitap. Yani bölgedeki tüm kabilelerin ne kadar inancı varsa bu kitapta toplanıyor. Tabi içine birde hayali , belli belirsiz bir peygamber yerleştirildiğinde misyon tamamlanmış olacaktı.


Muhtemelen geçmişte yaşamış Eyyamü'l Arap içinde hikayeleri olan ama adı başka , eski kabile reislerinden yada liderlerden birisi.

Çok büyük ihtimalle bu kişi , konuyla ilgili ilk yazıda bahsettiğim ve döneme ait Süryani belgelerinde bahsi geçen sahte mesih Mamet ( ilk yazıya bakınız ) Bu belgelere göre Mamet , bölgedeki İsmaili Yahudileri ve Monofizit Arapları çevresinde toplayıp yaklaşık 12 bin kişilik bir orduyla yıllarca kan dökmekten başka bir iş yapmamış. Büyük ihtimalle Muhammed figürüne ilham kaynağı olan kişi bu Mamet.

Muhammed ismi Kur'an da sadece 4 yerde geçer bakınız. Fakat sık sık karşılaştığı olaylara atfen ayetler gelir.

Hadis külliyatında çok zengin bir hayat hikayesi yer alır , sanki hadisler Kur'an metinlerini düzenleyecek şekilde birlikte yazılmış gibi görünüyor.

Kıssalar hariç günlük olaylar üzerinden kurgulanan ayetlerin hepsine bağlanan bir hadis vardır ve bunlar birbiriyle uyumludurlar. Yani ayetler yazılırken , ayetlerin hikayesi de beraber oluşturulmuş ve bunlar Muhammed'in sözleri diye dikte edilmiş.

Kur'an ortaya tek bir metin halinde çıkmadı , muhtemelen 100 yıl gibi bir sürece dağıldı.
Fakat tüm bunların yanında kurgulanan bu kitabın yani Kur'anın çok daha önemli bir özellik taşıması gerekiyordu zira bölge halkları üzerinde edebi açıdan da etkili olmalıydı.

Şiir olsun , masal olsun , dini metin olsun yazılanları Arapça'nın etkileyici seslerine uydurmak gerekiyordu. Kur'an da bu çok başarılı bir şekilde uygulanmıştır ve bunun için bir çok uygulama icat ettiler örneğin herekeler. Kur'an dan metinler okurken kelimeleri uydurmak için zaman zaman aksanı değiştiriyorlardı . İşte herekelerin eklemeleri bu okuma şekline göre harflere yeni sesler ve anlamlar kazandırdı.

Ayrıca bu süreç dahilinde yerel tarihçilerin ortaya sürdüğü yarı efsane hikayeler ve Muhammed hakkında ki rivayetler efsaneleşti. Resmi tarihe göre Arap alfabesine ilk noktalama işaretini koyan kişi Ebü'l Esved'dir. Bugün okunan Kur'an da ki anlamların bir kısmı ona aittir. Alfabesi yeni oluşturulan bir dilde her kelimeye herkes istediği anlamına yükleyebilir. Ebü'l Esved'in kelimeye verdiği anlam literatür olup dile yerleşti . Hani Kur'an sözde vahy idi !

Abdülmelik derken şimdi de Ebü'l Esved çıktı değil mi piyasaya ? Kur'anın kitaplaştırıldığı süreç adam akıllı deşifre edildikçe bu ve bunlara benzer bir çok isimle karşılaşacağımız şüphesiz.


Bu süreçte Abdülmelik önemli bir iş daha yaptı ;
Peygamberlik için her zaman bir meşrutiyet olması gerekir.
Abdülmelik ' de bunu yaptı ve İsa'nın Mesih olması için gereken en önemli olguyu yani onun Davud'un soyundan olan bağlantısını kesti. Bunu yapmak zorundaydı zira uyduracağı Peygambere bir soy bağlanmalıydı.

Yahudiliğe göre tanrı ile yapılan aktin parçası olmak için İshak ve Yakup"un soyundan olmak gerekir yani Yakup soyundan değilseniz peygamberlik iddianız söz konusu dahi olamaz.
İsmail , İbrahim'in kölesi Hacer den olma oğludur. Rabbanî Yahudilik sadece İshak ve Yakup der başkasını kabul etmez.

Abdülmelik , İbrahim'in kölesi Hacer den olma İsmail'in soyuna uydurduğu Muhammed'in soyunu bağlayarak onun peygamberliğine meşruiyet kazandırdı. Fakat Rabbanî Yahudiler bunu kabul etmediler . Bunlar haniftir (!) yani sapkındır dediler. Ancak Abdülmelik bu konuda ısrarcıydı , İsmail'in de tanrının anlaşmasına dahil olduğunu ve Muhammed'in de o soydan geldiğini dikte etti.

Kısacası bize anlatılan Muhammed'in yaşadığına dair bilimsel , tarihi bir kanıt yoktur. İslamiyet adı verilen öğreti , tam halini 12. yy sonrası Gazalî'nin teorisyenliğinde almıştır. 12. yy öncesi bugünkü manada dini bir oluşumdan bahsetmek mümkün değildir.

Muhammed isminde bir peygambere dair en ufak bir belge ve arkeolojik delil olmadığı gibi islam kaynaklarında yaşadığı kabul edilen tarihlere ait Mezopotamya bölgelerinde de adı geçmez , bu döneme ait Arap kaynakları da mevcut değildir. Bunun yanında Emeviler olarak kabul edilen devletin de Monofizit inanca yakın olduğuna dair çok güçlü kanıtlar mevcuttur. 10. yy sonrası oluşturmuş rivayet kültürüne dayalı kaynaklar ise bilimsel tarihi için yetersiz ve geçersizdir.
Her daim umut ve sevgiyle kalın dostlar.
Yazan: Gregoire de Fronsac

MAHABHARATA BİR DESTAN MI, YOKSA NÜKLEER SAVAŞ MI ?

GF, mitoloji, Hint mitolojisi, Mahabharata, Hint destanı, Eski çağlarda nükleer savaş, Eski çağda yüksek teknoloji, Krishna ve Salva, Hint destanında nükleer savaş, Ufolar, Hint destanında Ufo,
Mahabharata (Sanskrit dilinde “Bharata Hanedanı’nın Büyük Destanı”), Hindistan’ın iki büyük destanından birisidir. Dinsel içeriğinin yanı sıra yüksek edebi niteliğiyle de önem taşır. Kaurava ve Pandava aileleri arasındaki egemenlik mücadelesini anlatan bir kahramanlık öyküsüne, bu öykü çevresinde gelişen bir dizi efsaneye ve didaktik anlatıya yer verir. Hindistan’ın öteki büyük destanı Ramayana’yla (Rama’nın Aşk Öyküsü) birlikte, M.Ö. yaklaşık 400- M.Ö. yaklaşık 200 arasında gelişen Hinduizmle ilgili önemli bir bilgi kaynağıdır. Hindu dininin en önemli kutsal metni sayılan Bhagavadgita (Tanrı’nın Şarkısı), Mahabharata’nın altıncı kitabının bir bölümüdür.

Yaklaşık 100 bin beyitten oluşan şiir İlyada ve Odysseia’nın toplamının yedi katı kadar uzunluğundadır. Toplam 18 bölüme (parvan) ayrılır. Bu bölümlerin sonunda da Tanrı Hari’yle (Krişna) ilgili Harivamşa (Tanrı Hari’nin Soyağacı) başlıklı bir ek yer alır. Şiirin yazarı olduğuna inanılan bilge Vyasa daha güçlü bir olasılıkla var olan malzemeyi derleyen kişidir. Destanda ana olay olarak yer alan savaşın tarihi de M.Ö. 1302 olarak geçmekle birlikte çoğu tarihçiye göre bundan çok daha geç bir döneme aittir. Şiir M.Ö. yaklaşık 400’de bugünkü biçimini almıştır.

Destan, iki prensten büyüğü olan Dhrtarashtra’nın kör olması nedeniyle, babası öldüğünde krallığın kardeşi Pandu’ya geçmesiyle başlar. Pandu daha sonra çileci keşiş olmak için krallıktan vazgeçince taht Dhrtarashtra’ya kalır. Pandu’nun oğulları olan Pandava kardeşler (Yudhishthira, Bhima, Arcuna, Nakula ve Sahadeva) kuzenleri Kauravalarla birlikte sarayda büyürler, ama Kauravalarla aralarında doğan düşmanlık ve kıskançlık yüzünden babaları ölünce krallıktan ayrılmak zorunda kalırlar. Sürgündeyken beş kardeş Draupadi ile ortaklaşa evlenir ve hep dost kalacakları kuzenleri Krişna’yla karşılaşırlar. Daha sonra geri dönerek bölünmüş krallıkta refah içinde birkaç yıl geçirirler, ama büyük kardeş Yudhishthira’nın Kauravaların en büyüğü Duryodhana’ya bir zar oyununda yenilmesi üzerine 12 yıl daha ormanda yaşamak zorunda kalırlar. İki aile arasındaki kavga Kunıkshetra (bugün Haryana eyaleti içinde, Delhi’nin kuzeyinde) bölgesindeki bir dizi savaşla sürer. Bütün Kauravalar yok edilir; galip gelen Pandavaların tarafında ise yalnızca beş kardeşle Krişna hayatta kalır. Bir avcının Krişna’yı geyik sanarak yanlışlıkla vurmasından sonra beş kardeş. Draupadi ve kendilerine katılan bir köpekle (kılık değiştirmiş Adalet Tannsı Dharma) birlikte İndra’nın Cenneti’ne doğru yola çıkarlar. Yolda birer birer ölürler, yalnızca Yudhishthira Cennet’in kapışma varır. İnançlarının ve bağlılığının sınandığı bir olaydan sonra Yudhishthira ebedi mutluluğu yaşamak üzere kardeşleri ve Draupadi’yle bir araya gelir.

Bu destan , aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüz bin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır.


Batı dünyası bu destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita” sayesinde. 19. Yüzyıl´da doğu bilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi.

Sanskritçe´de “maha” büyük ve her şeyin toplamı anlamına gelir; “bharata” bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün “insan” anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda “İnsanlığın Öyküsü” yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş klanlar arasında yaşanan bir savaş gibi görünür fakat aslında tüm gezegenin egemenliği söz konusudur ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi) Bir fikre göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır.

Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha´nın da bulunduğu Vrishni´ler, Salva adlı lideri kuşatırlar. Bunun üzerine Salva, heryere ucarak gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek gökyüzüne yükselir ve sayısız Vrishni genciyle beraber tüm kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva´nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları bile durdurmaktadır. Silah için “savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz” tanımı yapılır ve Salva Krisnha´ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva´yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır . Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Gece mi , gündüz mü anlaşılmaz olur.

Krishna´nın Salva´nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silahların seslerinin anlatımı, aynen günümüzdeki anti-balistik roketlere benzemektedir ve destanda şu cümlelerle ifade edilir ; “Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütünları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. gökte büyük gürültüler oldu.” Ayrıca Saubha´nın görünmez olduğu da anlatılır. Sanki Krisnha hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun “roketin” sesiyle savaşçılar ölürler, Salva´nın askerleri “Danavalar” acı çığlıklar atarak yerlere düşerler, onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba kaçmak için saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha “özel ateş silahı”nı kullanır bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk Saubha´yı ikiye böler, “kent” gökten yere düşer ve Salva ölür. Bu olay, Mahabharata´nın sonudur. En garip silahlardan birisi Pradyumna´nın kullandığı özel oktur, bu okun öldürücü gücünden hiç kimse hatta tanrılar dahi kurtulamaz. Agneya´nın kullandığı silah ise, alevli ama dumansız ateş okudur . Yoksa ok yerine , ışın mı demek doğru olur ?

Derken biran savaş alanına bir karanlık yayılır, kimse çevreyi göremez ama henüz gece değildir , çok sert ve kavurucu bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaya başlar, doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanır, dünya titrer , korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, her şeyi yakmaya başlar. Filler alevler içinde, çılgın gibi oradan oraya koşuştururlar, diğer canlılar buruşarak yere düşerler , vahşi ışınlar gökten yağmur gibi yağar. Ve ateş fırtınasının yanı sıra Gurkha´nın silahının sesini duyanlar da ölürler. Bütün bunlar sanki nükleer bir patlamanın yanısıra radyoaktif çöküntünün birebir tarifi gibi. Gurkha´nın çok hızlı ve güçlü bir Vimana´sı vardır; Vrishni´lerin ve Andhaka´ların üç kentine uçar ve saldırır, evrenin tüm gücünü taşımaktadır. Duman ve ateş sütunları fışkırtır, on binlerce güneş parlaklığında ışınlar yayarak yükselir. Vimana´nın “demir şimşek” diye tanımlanan bir silahı vardır, her iki aşiretten sayısız insanı ve kentlerini küle dönüştürür. Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir. Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar.


Peki nedir bu silahlar , ne tür silahlar ki bunca zaman önce günümüze ait etkiler ortaya çıkarıyorlar ? Başka hiçbir medeniyetin mitolojik kaynaklarında bunun gibi detaylı bir tanımlama bulunmaz , yıldırımlar vardır, şimşekler vardır ama ötesi yoktur. Bunu anlamak şu anda mümkün değil elbette ; belki ileride . Destan´da anlatılan olaylar gerçek midir yani fiziksel midir ? Yoksa metafizikçilerin yaklaşımıyla simgesel midir ?

Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde uçan araçların varlığından ve göksel cihazlardan söz edilir. Hint ve Çin halk öykülerinde ve sanatçıların çizimlerinde göklerde seyahat etmek için yapılmış araçlar yer alır. Kaynaklardaki farklılıklar dikkat çekecek kadar büyüktür, anlaşılmaz aygıtlar olduğu gibi, temel uçuş prensiplerine göre yapılmış ahşap araçlar da vardır. Taoist masallar sık sık göklerde uçan ölümsüzleri anlatırlar. Xian adlı bu araçları yöneten ölümsüzlerin özgün ilahi güçleri vardır. Onlar tüylüydürler, Tao rahipleri onlara Tüylü Rahipler-Yu Ke diyorlardı; “fei tian” yani uçan ölümsüzlere Çin mitolojisinin sayısız yerinde rastlanır. Uçan araçlar belki de bir tür teknolojik araçtırlar ama yönetenler acaba insanlar mıdır ? İkinci Yüzyıl´da yazılmış, bir şiirde uçan ejderhaların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilir. Elimizde uçan araçların yapımlarını ve gelişimini anlatan sayısız öykü var. Örneğin 11. Yüzyıl´da Brihat Kath Alokasamgraha adlı bir marangozun uçan bir araç yapmaya çalıştığını biliyoruz. Benzer bir öykü Eski Yunan´da vardır; 7. Yüzyıl´dan kalma bir Yunan metninde, mahkumları toplayan ve konuşabilen uçan bir araçtan söz edilir, bu araç mekaniktir ve havada durabilmektedir. Bu bilgileri Clive Hart´ın 1985´de Berkeley Üniversitesi´nde yayınlanan ´The Prehistory of Flight´ adlı kitabının ´çeşitli batı kaynaklarına göre uçan makinelerin kronolojik listesi´ bölümünde buluyoruz. Uçmakla ilgili bilimsel onaylı en eski kaynaklar oluşturulurken, insan yapısı kanatların gelişimi temel disiplin olarak izlenmiştir ama bu doğru değildir; Vimanalar bir yana antik Çin, Kore ve Hint kaynaklarında insan taşıyan çok daha karmaşık gök araçlarından söz edilmektedir.

Rama İmparatorluğu olarak tanımlanan devletin, Kuzey Hindistan ve Pakistan´daki geçmişi en azından 15.000 yıllıktır. Bu uygarlık çok büyük bir nüfusa sahipti, kültür düzeyi yüksekti, kalıntılarına Pakistan´daki, Kuzey ve Batı Hindistan´ın çöllerinde raslanmaktadır. Rama, “Aydınlanmış Rahip Kral” bu kentleri yönetiyordu. Rama´nın 7 büyük kenti, klasik Hindu metinlerinde “7 Rishi Kenti” olarak geçer, antik Hint metinlerinde uçan araçlara “Vimanalar” denmektedir. Destanlara göre, Vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler, kubbelerinde bir giriş tüneli vardır yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. Rüzgar hızıyla uçarlar ve melodik bir ses çıkarırlar, Vimanalar´ın dört türü vardır, inanılmaz ama bazıları tabak şeklinde, bazıları ise uzun silindir şeklindedirler yani sigara gibidirler… Vedalar, antik Hindu şiirlerdir; bilinen en eski Hindu metinler olarak tanımlanırlar. Vedalarda Vimanalar çeşitli şekil ve boyutlarda iki tür olarak anlatılır; ´Ahnihotra-vimana´nın iki motoru veya sistemi vardır, Elephant-vimana ise daha gelişmiş bir araçtır. Ayrıca, Kral balıkçı, İbis adlı ve başka hayvan adlarının da verildiği Vimana türleri de anlatılır. Göründüğü kadarıyla Mahabharata, çağına göre akıl almaz bir teknolojiyi ve bir atom savaşını bize anlatıyor gibi . Bir çok araştırmaya göre kaynaklarda bi değişiklik yada tahrifat yoktur bu savaşta açıkça fantastik silahların, uçan araçların kullanıldığı anlatılır.

Bunlara epik Hint destanlarında çok sık rastlanır. Hatta Ay'da yaşanan bir savaşta yer alan “vimana-Vailix”den söz edilir. Kısacası atomik bir patlamanın tüm etkileri ve özellikle de insanları öldüren radyoaktif etki Mahabharata´da çok belirgindir; Mohenjo-Daro´daki Rishi kentini geçen yaz kazan arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler buldular, bazılarının yumrukları sıkılıydı sanki bir anda ölmüşlerdi, en azından bir kıyametin yaşandığı kesindi. Ve iskeletlerde tesbit edilen radyoaktivite, en azından Hiroshima ve Nagasaki düzeyindeydi. Daha ötede Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış mükemmel bir kenttir; su sistemi bugün Hindistan ve Pakistan´da kullanılan düzeydedir. Antik kentin caddelerinde kalıntı olarak siyah cam kümeler bulunmuştur. Bunların cam küreler olduğu sanılmaktadır ve bulunan kil çömleklerin çok yüksek ısıyla eritildiği keşfedilmiştir.

Mahabarata´nın bir bölümü olan Dronaparva´da ve Ramayana´da özelikle belirtilen küre şeklinde bir Vimana vardır. İnanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir, her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup, yine aynı hızla ters yöne gidebilir. ´Samar´ adlı başka bir Hint destanında Vimanalar; demir makineler olarak tanımlanırlar ama yumuşaktırlar ve örgü gibi yüzeyleri vardır; cıva ile şarj olurlar ve arkalarından kükreyen bir alev püskürür. Daha da ilginci ´Samaranganasutradhara´ adlı antik metinde Vimanalar´ın nasıl yapıldığı anlatılır ama uygulanması için yeterli çözümleme henüz yapılamamıştır; Cıva ile itici güç sağlanması olasıdır ve denenmektedir, günümüzde Sovyet döneminin bilim adamları tarafından Türkistan´da ve Gobi Çölü´nde kozmik yön-bulucu araçların keşfedildiği söylenmiştir. Küresel olan bu araçlar, cam ve porselenden yapılmıştır, konik uçlarının içinde bir damla cıvanın bulunduğu belirlenmiştir. Hindistan´ın Vedik edebiyatında da Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tanımlamalar vardır.

Bunlar ikiye ayrılırlar;
-İnsan yapısı olan ve kuş benzeri kanatlarla uçan araçlar
-Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar.

İlk gruba giren araçlar orta çağ tarzında, Sanskrit dünyanın mimarisine uygun otomatik askeri kuşatma araçları ve diğer mekanik aygıtlarla eş düzeydedirler. İkinci gruba giren araçlar ise, Rig Veda, Mahabharata, Ramayana ve Purana´larda tanımlanan UFO´ları anımsatan araçlardırlar.

Alvin H. Lawson bu konuda şöyle bir açıklama yapar ; Vimanalar´ın yapısı akla UFO´ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir, yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Carl Jung´un yorumunda UFO´ların niteliği bir rüya alanındadır; bir yerde, parlak ışıkları gözlemlemenin tam ortasında ve zaman kavramı yitirildiğinde objektif ve sübjektif bilinç arasında suçluluk başlar ve bozulma görülür. Araştırmalarım UFO ilişkileriyle, dinler, metafizik mistizm, folklör, şamanik trans, migren ve hatta yaratıcı imajinasyonlar arasında yakın bir ilişkinin ve benzerliğin bulunduğunu gösteriyor. Benzerliğin içinde, sabit imajlar, olayların arasındaki tutarlılık ve genelde görülen alışılmadık “zirve deneyimi” niteliği bulunur. Kaçırılma raporlarında da, bu fenomenin paralelinde yer alan olaylara rastlanır. Örneğin, nahoş ama inanılmaz “bedensel parçalanma” olayında olduğu gibi; bazen raporlarda kaçırılanların anlattıkları, şamanların “ölüm-yeniden doğum” trans deneylerine çok benzemektedir.”


İtalyan bilimci Dr. Roberto Pinotti 12 Ekim 1988´de Bangalore´da yapılan Dünya Uzay Konferansı´nda yaptığı konuşmada, Hindu antik metinlerinde tanrılarla, kahramanlar arasında yapılan bir savaşın anlatıldığını belirtti. Pinotti, metinlere bir destan olarak bakılmamasını istiyor ve göklerde pilotların kullandığı silahlı uçan araçlarla yapılmış bir savaşın açıkça anlatıldığına dikkat çekiyordu. Kullanılan silahlar, savunma ve saldırı amaçlıydılar; yedi ayrı tipte mercek ve aynı sistemlerini içermekteydiler. Örneğin pilotları ´kötü ışınlar´dan koruyan ´Pinjula Mirror´ bir ´Görsel Ayna´ idi; ´Marika´ adlı silahla düşman araçları vuruluyordu. Sonuçta Dr. Pinotti bu antik silahların bugün kullandığımız laser teknolojisinden çok farklı olmadıklarını iddia ediyor ve; “Araçlarda ´Somaka, Soundalike and Mourthwika´ adları verilen özel ısı emici metaller kullanılmış olmalı.” diyordu. Pinotti´ye göre, tanımlanan itici güç prensibi, elektriksel ve kimyasal olmalıydı ama güneş enerjisinin kullanımı da çok ileri düzeydeydi. Diğer bilimciler Pinotti´nin kuramını daha ileriye götürerek, araçların bir tür ´cıva iyonlu itici güç sistemi´ ile çalıştığını varsaydılar. Pinotti, Vimanalar´ın binlerce yıl önce varolduklarını belirtirken, modern UFO´larla olan benzerliğe de dikkat çekiyordu ama Hindistan´da unutulmuş bir uygarlık vardı.

Hindistan, Mysore´da bulunan Uluslararası Sanskrit Araştırma Akademisi´nin direktörü olan G.R. Josyer, 25 Eylül 1952´de yaptığı bir açıklamada, 7.000 yıllık yazmalarda çeşitli tiplerde uçan araçların yapımlarının anlatıldığını söylemişti. Bu özel yazma üç tip Vimana vardı; ´Rukma, Sundara ve Shakuna´; yaklaşık 500 stanzada (dörtlük), karışık detaylar veriliyor, metallerin seçimi ve hazırlanması anlatılıyordu. Ayrıca yazmada, çeşitli Vimana türlerinin parçaları tanımlanıyordu. Yazma 8 bölümdü ve bir hava aracının yapım planlarının yanısıra su altında da gidebilen veya bir duba gibi su yüzeyinde durabilen Vimana planlarını da içeriyordu, bazı stanzalarda ise pilotların nitelikleri ve eğitimleri anlatılıyordu.

Diğer Hindu destanları ve kutsal metinlerinde bu araçlar şu şekilde anlatılır ; Puspaku adlı araç güneşe benziyordu ve kardeşime aitti, onu güçlü Ravan´dan almıştı, uçuyordu ve mükemmeldi, istenilen her yere gidiyordu, Lanka kentinin göklerinde uçarken parlak bir buluta benziyordu.”

– Ramayana Destanı
* “Salva´nın uçan aracı çok gizemliydi, gökte bazen görünüyor, bazen de kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı; Yadu Hanedanı´nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde, bazen gökte beliriyor sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu.”

– Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna
* “Kralım; uçan araç mükemmeldi, şeytan Maya tarafından yapılmış ve bir savaş için gereken tüm silahlarla donatılmıştı. Hayal edilemesi ve anlatılması imkansız bir araçtı; görünmezlik özelliğine sahipti. Oturulan yerde koruyucu bir şemsiye ve serinletici güç vardı. Mihrace Bai´nin çevresinde kaptanları ve kumandanları bulunuyordu; geceleyin gökte yükselen bir ay gibi görünüyor, her yönü aydınlatıyordu."

– Swami Prabhupada Bhaktivedanta, Srimad Bhagavatam
* “Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu.”

– Mahavira of Bhavabhuti (8. Yüzyıl´dan kalma bir Jain yazması)
* “Vata´nın arabası ne görkemli; gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor, göklere dokunuyor; parlak bir ışığı var; kırmızı göz kamaştırıcı ve alev gibi; bir girdap gibi dönerken, dünyanın tozunu kaldırıyor.”

– Rig-Veda (Vata bir Aryan rüzgar tanrısıdır.)
* “Bir zamanlar Kral Citaketu, kendisine Tanrı Vişnu tarafından verilen parlak ve ihtişamlı bir uçan araçla dış uzaya yolculuk yapar ve Tanrı Şiva´yı görür… Oklar “ışınlar” Şiva tarafından yollanır. Işınlar güneş benzeri bir küreden fışkırır ve içinde yaşanan üç gök aracını kaplar ve o araçlar bir daha görülmezler.” – Srimad Bhagasvatam, VI. Canto, Bölüm 3

Elimizde var olan bunca somut bilgiye rağmen bu metinlerde anlatılan savaşlara ve savaşta kullanılan ve üstün bir teknoloji göstergesi olduğu yüksek ihtimal olan araçlara ve silahlara sadece "Mitoloji" deyip geçmek ne denli doğru olur ? Tarihin bir döneminde , insanların tanrı sandıkları dünya dışı akıllı yaşam formları nükleer silah kullandıkları bir savaşın müsebbibi olmuş olamazlar mı ?

Yazan: Gregoire de Fronsac