HABERLER
Dini Haber
Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Yazan: Sedat Karadayı

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.

Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.

Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.

Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.

Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.

Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.

Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.

BAKÜ'NÜN KARANLIK TARİHİ

Hazırlayan: A.Kara

BAKÜ’NÜN (SURLU ŞEHİR) KARANLIK TARİHİ

Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı başarmıştır.

Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş oldu.

1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü surlarında büyük bir artış olmuştu.

14.yüzyıl bu şehrin en iyi dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:

"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."

Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları tarafından kılıçtan geçirildi.

İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]

RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI

Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.

1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]

Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.

Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.

Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.

Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.

PETROL

Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.

1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.

Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.

1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.

Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.

Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.

Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.

OSMANLININ ÇOCUK GELİNLERİ - 1

Yazan: Sedat Karadayı

I. AHMET'İN KIZI, AYŞE SULTAN, 3 YAŞINDAN İTİBAREN 8 KOCA

Osmanlı devletinde şehzadeler ve padişahlar kendilerine cariyelerden harem kurarken kızları olan sultanlar da önemli devlet adamları ile evlendirilerek yüksek rütbeli memurların hanedan ile akrabalık bağı oluşturuluyordu. Böylece önemli görevlerde bulunan devlet adamları bir taraftan onurlandırılıyor diğer taraftan sürekli göz önünde olmaları sağlanmış oluyordu. Osman Gazi döneminden itibaren bu evlilikler diğer beyliklerin beyleri ya da bey oğulları ile gerçekleşiyordu. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in harem sistemini kurup padişahların cariyelerle evlenmeye başlamasından sonra Padişah kızları Vezirlerle, Kaptan-ı Deryalar ya da Sadrazamlarla evlendirilmeye başlandı.

Buraya kadar her şey normal denilebilir ancak bir şekilde saraya Damat olarak gelenler cezalandırılarak ya da doğal ölümlerinden sonra Padişah kızı ya da kardeşi olması sıfatıyla dul kaldıktan sonra saraya akraba olması gereken başka görevlilerle evlendirildiler. Bu sayı bazen 7-8 eşe kadar çıkmıştı.

Bu durumun bile normal sayılabileceği yönler olabilir. Fakat I. Ahmet’ten sonra evliliklerde yaş sınırı ortadan kalktı. Çocuk yaşta evlendirilme uygulaması başladı. Önceleri hiç uygulanmayan bu yöntem sonraları devletin İslami geleneklerine bağlı olarak bir nevi sünnet tanımı ile gerçekleştirildi.

Bu örneklerden biri de I. Ahmet’in Kösem Sultan’dan olma kızı Ayşe Sultandı. Ayşe Sultan 1608 yılında dünyaya geldi. IV. Murat ile İbrahim’in (Deli) ablasıydı. Ayşe Sultan 1611 yılında daha 3 yaşında iken Kuyucu Murat Paşa’nın yerine Sadrazam olan Gümülcineli Nasuh Paşa ile evlendirildi. 1614 yılında Sinop’ta gelişen bir olay nedeniyle Nasuh Paşa suçlu bulundu. I. Ahmet’in emri ile Paşakapısı’ndaki ikametgahında Ohrili Hüseyin Ağa ve 100 kadar silahlı Bostancı tarafından boğularak idam edildi. Böylece Ayşe Sultan 6 yaşında dul kalmıştı.

Ayşe Sultan yaklaşık 1 sene sonra 7 yaşında Budin beylerbeyi olan Karakaş Mehmed Paşa ile evlendirildi. Karakaş Mehmed Paşa 1621 yılında Lehistan Seferine katılmıştı. II. Osman ile zaferden zafere koşulan bu sefer sırasında Hotin Kalesi kuşatması sırasında Karakaş Mehmed Paşa öldü. Ayşe Sultan 13 yaşında yine dul kaldı.

Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa Bağdat kuşatmasında yaşadığı başarısızlıktan dolayı Sadrazamlıktan ve Serdar-ı Ekrem’likten azil edilerek İstanbul’a 2. Vezir olarak çağrıldı. Bu gelişinde 18 yaşına gelmiş olan dul Ayşe Sultan ile evlendirildi. 1632 yılına geldiğinde 7 Şubat günü askerler ayaklandı. İçlerinde Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa’nın da bulunduğu 17 kişinin cezalandırılmasını istemişlerdi. IV. Murat bunu kabul etmemesine rağmen askerler inatla direndiler. Ahmet Paşa, padişaha “Yolunuza canım kurban” diyerek elindeki hançerle isyancıların arasına daldı. İsyancıların hançerlemeleri sonucu 17 yara ile hayatını kaybetti. IV. Murat bu bağlılık karşısında ağlarken Ayşe Sultan yine dul kalmıştı. Ayşe Sultan hangi tarihte olduğu bilinmeyen bir evlilik daha yapmıştı. Hakkında tam bir bilgi sahibi olamadığımız bu damat Diyarbakır valisi Murtaza Paşa idi. Murtaza Paşa ile olan evliliğin bitmesinden sonra, Ayşe Sultan 1639 yılında 31 yaşında iken Vezir Celep Ahmet Paşa ile evlendirildi. Celep Ahmet Paşa, Şam’da valilik yaptığı sırada işlediği bir suç yüzünden İstanbul’a çağrılıp mallarına el konularak hapse atıldı. Ayşe Sultan, bu olaydan sonra Celep Ahmet Paşa’dan boşandırıldı. 1648 yılında 40 yaşında iken Kaptan-ı Derya Voynuk Ahmet Paşa ile nikahlandı. Voynuk Ahmet Paşa Suda Kalesinin kuşatması sırasında 1649 yılında öldü.

41 yaşında yine dul kalan Ayşe Sultan, bu kez de yeğeni IV. Mehmed tarafından (Ayşe Sultan IV. Mehmed’in halasıydı) 1649 yılında Şam eyaletine vali olarak gönderilen İbşir Mustafa Paşa ile evlendirildi. İbşir Mustafa Paşa bazı suçlamalarla karşı karşıya kalınca 1655 yılının Nisan ayı sonlarında Topkapı Sarayında devlet erkanının da katıldığı ortamda bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda devlet ileri gelenlerinden hiç kimse İbşir Paşa lehinde görüş bildirmediği için Paşa sadaret mührünü Padişaha teslim edip sadrazamlık görevinden ayrıldı. İbşir Mustafa Paşa bir süre hapis tutulduktan sonra At meydanında toplanmış sipahilerin istekleri üzerine 11 Mayıs 1655 tarihinde idam edildi.

47 yaşında tekrar dul kalan Ayşe Sultan bu kez de vakit kaybedilmeden Kubbe Vezirliğine atanmış olan Ermeni Süleyman Paşa evlendirildi. Bu evlilik Ayşe Sultan’ın son evliliğiydi. Damat Süleyman Paşa ile olan evliliğinin 6. Ayında eceliyle vefat etti.

3 yaşında başlayan ve 47 yaşında biten evlilik sürecine 8 adet koca sığdırmışlardı. Ayşe Sultan Osmanlı’da başlayan bu geleneğin birincisiydi ama sonuncusu olmayacaktı.

OSMANLI İŞARET DİLİ

Hazırlayan: A.Kara

OSMANLI İŞARET DİLİ

Biliyorum bu anlatacaklarım sonrasında her zamanki gibi beni linç edenler olacak. Çünkü bazılarının kafasında ilahi, yanlışsız, hakkında asla konuşulamaz bir Osmanlı var. Neredeyse başına Hz. ekleyecek yada imparatorluk için ilah diye bahsedecekler. Halbuki aynı toplumun fertleriyiz, iyi yada kötü bir şekilde Osmanlı sizin olduğu kadar benim de atam. Aramızdaki fark ben pohpohlamak yerine yanlışlarını anlatıyorum ki bilinsin.

Konumuza gelirsek; Topkapı Sarayı'nın büyük çoğunluğunu köleler oluşturuyordu ve tek özelliği bu değildi. Kanuni Sultan Süleyman tarafından saraydaki büyük çoğunluk sadece işaret dilini öğrenmeye ve kullanmaya zorlanmıştı. Sizce neden olabilir?

Bu makale işaret dilinin ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman yönetimindeki Topkapı Sarayı'nda nasıl tanıtıldığını ve sarayda neden sadece işaret dilinin konuşulduğunu izah etmeyi amaçlayacak ve mecburen haremlerle ilgili bazı konuları da ele alacak. Bu arada yanlış anlaşılmasın, Topkapı Sarayı işitme engelliler için özel bir okul değildi, hem işiten hem de işitme engelli olan herkes için eşsiz bir yerdi.

Osmanlı İmparatorluğu'ndan önceki imparatorluklar da Avrupa'nın geleneklerine benzemeyen benzer gelenek ve uygulamalara sahipti. Eski imparatorluklar her zaman sağır insanlar ve "dilsizlerin jestlerini" (işaret dili) dillerine dahil etmekle ilgilenmiştir. Yani bunlar çok eski geleneklerdir. Birçok imparatorluğun düşüşünde olduğu gibi Osmanlı İşaret Dili'nin (OİD) ve imparatorluğun sonu kaçınılmazdı.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde (hükümdarlık dönemi 1520-1566) zirveye çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun Topkapı Sarayı'nda yaklaşık 4.000 kişi vardı ve imparatorlukta kölelik maalesef yasal olduğu için bu insanları çoğunluğunu köleler oluşturuyordu.

"Kölelik, Osmanlı İmparatorluğu ekonomisinin ve geleneksel toplumunun yasal ve önemli bir parçasıydı" (Cambridge Dünya Kölelik Tarihi).

Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve siyasi merkezi olan İstanbul'un MS 1453'ten 1700'e kadarki köle nüfusu 2,5 milyon civarındaydı.

"Osmanlı, padişaha veya çeşitli konularda imparatorluğa hizmet etmenin eğitimlerinin verildiği Enderun gibi saray okullarında memur yetiştirip onları özel olarak eğiterek, karmaşık hükümet bilgisine sahip, fanatik, sadık yöneticiler yaratıyordu. Bu köleler ve [azat edilmiş (serbest bırakılmış)] köleler Osmanlı İmparatorluğu'nun 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan başarısının ayrılmaz bir parçasıydı." (Necipoğlu ve Habib)

Topkapı Sarayı'ndaki kölelerin çoğu Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilen Hristiyan topraklarından alınan esirlerdi. Yenilen her ülke halkının uygun olan kesimi köleleştiriliyordu.

Padişahtan sonra gelen en güçlü ikinci adam olan Sadrazam bir zamanlar köle hiyerarşisinin başındaydı. Sadrazamı Padişah atıyordu ve sadece o görevden alabilirdi.

Sadrazam'ın baş danışmanı esirleri padişahın belirlediği kriterlere göre değerlendirdi. Kriterlerden biri kölelerin İslam'a geçmesini gerektiriyordu. Kriterlere uyanlar yakalandıkları bölgeden zorla Topkapı Sarayı'na götürülür, burada eğitim ve derslerine başlardılar.

Köleleştirilmiş ve İslam'a geçirilmiş olan Hristiyanlar genellikle birkaç yıllık hizmetten sonra serbest bırakılırdı. Bu tür azat etmeler köle sahibinin dindarlığının göstergesi olarak kabul edilirdi. İslam'a geçirilen bu insanlar için bu dini kabullenmek hayatta kalmanın yoluydu.

Acemi olan köleler Osmanlı Türkçesini okumayı, yazmayı ve konuşmayı öğrenirken dini ve kültürel telkinler alır, ardından padişahın hizmetine verilirdi. Müfredat Kur'an, Arapça gramer kitapları, sessiz dersler (işaret dili), hukuk, Farsça edebiyat klasikleri ve çeşitli mesleki eğitim biçimlerini kapsıyordu.

Eğitim sonrası iç oğlanlara dönüşen köleler çeşitli odalarda eğitimlerini tamamladıktan ve padişaha hizmette hünerlerini ve sadakatlerini kanıtladıktan sonra nihayet saray dışında seçkin idari görevler almaya hazır olurlardı.

Ayrıca av köpeklerini ve şahinleri eğitmeleri de öğretilirdi. Topkapı Sarayı'nın kendi hastanesi, çamaşırhanesi, darphanesi, fırınları, terzileri, berberleri, kuaförleri, nakış işçileri, dokumacıları, kuyumcuları, temizlikçileri, marangozları vardı ve bu meslek alanlarının çoğu eğitimli köleler tarafından doldurulmuştur.

Osmanlı İşaret Dili (OİD) 1522 yılında I. Süleyman döneminde iki dilsiz kardeş tarafından saraya tanıtılmıştır. Bu iletişim biçimini çok saygılı bulan padişah, tüm kölelerin işaret dili kullanılmasını emretmişti. 

Padişah içoğlanları ile işaret diliyle konuşurdu. Bu yüzden Enderun'da işaret dili iyice yaygınlaştı ve gelişti. Kabul odalarında padişah elçiye bile bakmaz, tüm ihtişamıyla, sessizce tahtında otururdu. Bu inziva geleneğine ve padişahın hal-hareketlerine şahit olan elçi heyetlerindeki gezginler, padişahın tanrılaştırılmış bir puta benzediği yönünde yorumlar yaparlardı. 

Fransız diplomat Henry de Beauvau, 1605 yılında bu işaret dilinin sarayda ikinci dil olarak kullanıldığını söyler. Üç yıl sonra 1608'de yüksek rütbeli bir Venedik diplomat olan Ottavin Bon: “Sultan ve içoğlanları, Türkler tarafından bu kadar çok dile getirilen ağır başlılıklarını göstermek için işaret diliyle iletişim kuruyorlar. İşaret diliyle ifade ettikleri şey sesli olarak tartışılırdı. Aynısı kraliyet kadınları ve diğer hanımlar için de geçerliydi çünkü aralarında yaşlı ve genç dilsizler de vardı. Mümkün olduğunca dilsize sahip olmak çok eski bir saray geleneğiydi." demiştir. Burada dilsizlerle kast edilen şey, köleler, cariyelerdir.

Dokuz yıl sonra 1617'de, Süleyman'ın emrettiği işaret dili ve Sessizlik İlkesi, kraliyet haysiyetinin zorunlu bir niteliği haline gelmişti. Sultan I. Mustafa (hükümdarlık dönemi 1617-1618 ve 1622-1623) işaret dilini öğrenmeyi reddedince İstanbul'daki belediye meclisi salonunda eleştirilere maruz kaldı. Bir padişahın yeniçerilerin [kölelerin] ve sıradan tüccarlar gibi sesli konuşmasını onursuzca bulmuşlardı. Padişah asla konuşmamalı, olağanüstü sessizliği ve ciddiyetiyle insanları titretmeliydi.

Topkapı Sarayı'nda “sağır alanlar” olarak adlandırılan odalar-mekanlar vardı. Topkapı'daki sağır mekanlar olarak bilinen fiziki mekânların birincil kaynaklarından Profesör Necipoğlu bu alanları şu şekilde tanımlanmıştır:

"Yatmadan önce insanlar çağrılır ve Oda yöneticisi dinlenme saatini belirtmek için bastonuyla yere vururdu. Yurtlardaki içoğlanları bütün gece meşalelerle aydınlatılan uzun dikdörtgen şekilli salonlardaki küçük yataklarda uyurdu ki kapı önlerinde bekleyen görevliler ve hadımlar onların davranışlarını izleyebilsinler."

"... bastonuyla yere vurdu" ifadesi mevcut içoğlanlarının (kölelerin) sağır olduğunu ima eder. Süleyman'ın yönetimindeki Topkapı Sarayı'nda 15. yüzyılda bile bastonla yere vurma hareketi sağırların dikkatini çekmenin yaygın bir yoluydu. Bunu yaklaşık 700 yıl öncesinde yazılmış kayıtlarda görmek mümkündür.

Bildiğiniz gibi bizde üst komşu gürültü çıkardığında uygulanan yaygın bir yöntem vardır. Bu aslında bir uygulamanın nesilden nesle aktarılmış halidir. Süpürge yada sert bir sopa ile tavana vurmak.

Osmanlı'da, örneğin bir dairenin ikinci katında oturan sağır kiracılar alt katta oturan ve işitme engeli bulunmayan komşularını rahatsız ettiklerinde alt kattaki komşuları, üst katlarındaki sağır kiracıları uyarmak için bir süpürge sapıyla tavana defalarca vururlardı. Böylece üst kattaki işitme engelliler ayaklarının altındaki titreşimi algılayıp gürültü yaptıklarını fark ederlerdi.

İşte Topkapı Sarayı'ndaki Oda görevlisinin sopasını yere vurması ile işitme engeli olmayan iç oğlanları duydukları sesle, sağır olanlar ise ayakları altındaki titreşimle bunu hissederdi.

Sultan Mustafa işaret dilini öğrenmeyi reddedince bu dilin kullanımı yavaş yavaş azaldı ve sonraki padişahlar tarafından daha az kullanıldı.

Sessizlik yemininin ilk dönemlerinden itibaren, manastırlarda yaşayan rahipler ve rahibeler işaret dili konuşur ve sağır olan çocuklara bu dili öğretirlerdi. Osmanlı İmparatorluğunun fethettiği Hristiyan topraklarında elbette manastırlar da bulunuyordu. Tarihsel kanıtlar gösteriyor ki Hristiyan manastırları ve kiliseleri sağır bireyleri kucaklıyor ve onları sağır Hristiyanlardan oluşan bir cemaat haline getiriyordu. Fakat burada önemli bir nokta vardı.

Orta Çağ'da engelliler geniş sosyal topluluklar tarafından dışlanıyor, kilise ve manastırlarda ise bu kişilere bakılıyordu. Çünkü Hristiyanlara göre bu engelli kişiler atalarının günahlarının cezasını bu şekilde, engelleriyle çekiyorlardı. Kilise ve manastır görevlileri için onlara sahip çıkmak, Tanrı tarafından tayin edilen bu kişilere yardım etmek olarak görülüyordu. (Sırbistan Belgrad Üniversitesi'nden Marina Radic Sestic, Nadezda Dimic ve Mila Seum, 2012'de yayımladıkları "The Beginnings of the Heaf Persons: Renaissance Europe 15th - 16th Century" adlı kitap. Sayfa 147)

Aslında Tanrı'nın, atalarının günahlarının kefareti için işitme engelli insanlar yarattığı şeklindeki saçma iddiayı ilk kez ortaya atan kişi Aristoteles'ti.

OSMANLI'DA OĞLANCILIK

Yazan: Kirpi


OSMANLI'DA OĞLANCILIK


“OSMANLI’DA OĞLANCILIK” Kitabının yazarı Rıza Zelyut’a 2018 yılında dava açılmış ve kitaplarının toplatılması istenmişti. Fakat Ankara 11. İdare Mahkemesi, kitaptaki bilgilerin Osmanlı dönemine ait belgelere dayanmasını gerekçe göstererek kitabın satılmasında bir sorun olmadığında karar kıldı. 

Her toplum kendinden önceki neslini yani atalarını hoş yönleriyle anlatmaya çalışır. Hatta bazıları bu yolda tarihi çarpıtmaktan bile kaçınmaz. Osmanlı'nın Türkiye sınırları içerisinde yaşayan insanların atası olduğu tartışılır fakat büyük çoğunluğun bunu böyle kabul etmesi sebebiyle bende bu yazımda Osmanlı'yı Türklerin ataları olarak ele alıp ve eleştireceğim. "Osmanlı şeriatla yönetildi her şey güllük gülistanlıktı" diye naralar atan insanlara sorsanız çoğu Osmanlının kaç senesinde kurulduğunu dahi bilmez. Gerçi onların da bir suçu yok. Tarih öğretildiği kadar bilinir derler. Bu yazımda tarihçilerin Osmanlı'yı anlatırken değinmekten kaçındıkları bir konuyu, eşcinselliği, diğer adıyla oğlancılığı ele alacağım.


Osmanlıda oğlancılığın erken dönemde yani Orhan Gazi zamanında başladığı sanılmaktadır. [1]  Osmanlıya esir düşen Bizans İmparatorluğunun Selanik Baş Psikoposu Gregory Palamas Osmanlı'da eşcinselliğin çok yaygın olduğunu özellikle de esir alınan Hristiyan çocuklara karşı tecavüzlerin fazla olduğunu anlatıyor. [2] Osmanlı'da askerlik yaşı gelen eşcinsellerden cinsel yönelimine dair gerekçe ispatlaması istenmiyor, askerlik yapmaları için eşcinsellik bir engel olarak görülmüyordu. [3] Orduda eşcinseller Yeniçerilere hizmet eden "civelek"ler olarak tanımlanmış, savaşlarda ihtiyacı karşılamak üzere civelekler taburu oluşturulmuş, Civelek taburunda yer alan askerlerin her birini bir yeniçeri sahiplenmiştir. [4] Osmanlı'da kadınlardan hoşlanmadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep konusunu işlemiş eşcinsel şairlerden biri Enderûnlu Fâzıl olmuştur.  Hatta LGBT temalı "Güzel Oğlanlar Kitabı" vardır.

Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Ali 1541'de Gelibolu'da doğdu. Küçük yaşta eğitime başlayıp 20 yasında medreseden mezun oldu. Mihr-ü Mah isimli eserini şehzade İkinci Selim'e takdim ederek divan katipliği vazifesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşa'nın divan katibi olarak atandı ve onunla beraber Mısır'a gitti.
Sonrasında Bosna beylerbeyi Ferhat Paşa'nın divan katipliğini yaptı. Sultan Üçüncü Murad Han döneminde Gürcistan beylerbeyi oldu. Sultan Üçüncü Mehmet dönemindeyse mir-i miran rütbesiyle Şam valiliğine tayin edildi. Son olarak Cidde valiliği görevine atandıktan sonra ise 1600 senesinde orada vefat etti.

İyi bir şair olmasının yanı sıra şerh edebiyatında da iyi bir yer edinmiş. Sultan üçüncü Murad'ın şiirlerinin şerhini yapmış ve Nefi gibi bazı şairlere mahlas vermiştir. ‘Kunh-ül-Ahbar, Heft Meclis, Nadir-ül-Maharıb, Menâkib-İ Hünerverân, Âdab, Hulâsâtu’l-Ahvâ der-Letâfet  gibi eserleri vardır.

Osmanlı ve Padişahlar üzerine derin tecrübe sahibi olan Mustafa Ali ‘’Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları’’  isimli 2 ciltlik bir kitap yayınladı. Kitabın sekizinci bölüm başlığı aynen şu şekildedir: "Bıyığı terlememiş ve sakalı çıkmamış olanlar takımını anlatır"
Bu bölümde dönemin oğlancılık kavramını tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Kitabın 59 ve 60. sayfalarında şunları anlatıyor:

“Çünkü sevilen kadın bölüğünün namahremleri avan korkusundan gizli tutulur. Şimdi ise civanlarla arkadaşlık onlarla düşüp kalkma yolunda bir kapıdır ki bu kapı gizli, aşikâr hep açıktır.
Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez.
Niceleri otuz yaşına varıncaya kadar güzel yüzünde gönlünde üzüntü olacak kıl görmez. Türk çocukları Arabistan’daki ele avuca sığmaz civelek çocuklar güzellik yönünden hepsinden kısa ömürlü olurlar.

20 yaşlarına vardıkları gibi rağbetten düşerler ve aşıkların işinden kalırlar. Ama İçel civarları Edirne, Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir.

Güzelliği ve cazibesi eksik olanların ise çeke çevire tazelikleri ve tatlı kılan naz ve cilve ile sevimli gösterir. Ama Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal imişler ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olurmuş. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerlermiş.

Özellikle Çoğu ince belli ve uzun boylu olurlar. Kendilerini teslim ettikleri sırada her uzvuyla birlikte yumuşaklık gösterirlermiş. Sözün kısası görünüşte yumuşak davranmakta, aslında karşı durmakta İçel güzellerinin  çoğu inat ederlermiş.

Buna göre bunların vuslat nimeti bu- yükler için vardır. Yanlarında gezen aşıklarını bahtsız ettikleri ve parasız pulsuz bıraktıkları meydandadır, derler. Ve iki gencin fırsat vaktinde birbirinden yararlanması, yahut birisi ötekini sarhoş edip üstüne çıkması, değmede mümkün olmayacak bir iştir, diye anlatıp söylerler.

Sözün kısası, ün almış güzel yüzlülere rağbet edip karşısında gümüş servi endamlı, uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler. 

Gerçi İçel mahbuplarında da nazeninler olur lakin çoğu vefasız insanı üzmek isteyen cefacı güzellerdir. Onlara sahip olanların huzuru ve rahatı az bulunur. Ama Arnavut cinsi de gerçi âşıkların gönüllerini alırlar, bu kadar var ki gayet inatçı olurlar.
Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır.

Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür. Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış.” 

Mustafa Ali'nin ağzından Osmanlı'da oğlancılığın ne boyutta olduğunu hatta çoğu zaman kadınlardan fazla erkeklerin tercih edildiğini öğrenmiş oluyoruz.

Muhteşem Yüzyıldaki aşk sahnelerine tepki gösteren İslamcılar Osmanlı'nın resmi tarihçilerinden olan Mustafa Ali'nin yazdıklarına nasıl tepki verecekler doğrusu merak ediyorum.

Gazeteci yazar Rıza Zelyut'un yeni araştırma kitabı "Osmanlı'da Oğlancılık"ta şunları aktarıyor:

Bu işin temelinin Yıldırım Bayezid zamanında atıldığı söylenmektedir. Vezir Çandarlı Ali Paşa'nın mahbub oğlanları, içoğlanı biçiminde saraya soktuğu, bu işe padişahı da alıştırdığı suçlaması hemen hemen bütün Osmanlı vakayinamelerinde yer alır. Manzum Tevârıh-i Âl-i Osman'daki şu anlatım, devletin dönüştürülmesine ilişkin ilginç ipuçları vermektedir:

"Heman ki (ne zaman ki) Kara Halil oğlu Ali Paşa vezir oldu, fısk ü fücur (eğlence ve zina) ziyade oldu. Mahbub oğlanları yanına aldı, adını içoğlanı kodu. (…) İç oğlanına itten beter rağbet ederlerdi. İçoğlanına rağbet etmek Ali Paşa'dan kaldı. Heman Ali Paşa vezir oldu, onun zamanında danişmentler (din âlimleri) çoğaldı, begler kapısına geldiler. Her biri bir begin yanına geldiler. Her biri onlara yarayalım deyü tabiatlarına münasip cevap verdiler. Allah buyruğun peygamber kavlin terk ettiler."

Sorunu, 1387-1406 yılları arasında baş vezirlik (veziriazam) yapan Ali Paşa'yla sınırlamak yanıltıcıdır çünkü bu süreçte içoğlanı sisteminin padişahlar tarafından kuvvetle benimsendiğini görüyoruz. Bu dönem ayrıca sarayın haremlik ve selamlık diye ikiye ayrıldığı, kadınların harem kısmına sürgün edilerek oğlanların kadın saltanatına ortak edildiği bir dönemdir.

Oğlancılık 15 yüzyılda Osmanlı'da fazlasıyla yaygın bir hale gelmişti. Devlet bunu engellememiş aksine Kâbusnâme olarak  devlet protokolüne sokmuştur. “Kâbusnâme adlı protokol kitabı, Ziyaroğulları’ndan Keykavus tarafından oğlu Giylanşah’a öğüt kitabı olarak yazılmıştır. Bu kitap, 15.yüzyılın ilk yarısında Sultan ll. Murad’ın isteği üzerine Mercimek Ahmet tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilmiştir. Kitabın “Cimada Faidelisi ve Ziyanlısı Kangısıdır (Hangisidir) Anı (Onu) Beyan Eder” başlıklı bölümünde oğlan ve kadın kullanmak şöyle anlatılmaktadır:

“Yaz olacak avretlere meyket ve kışın oğlanlara; ta ki tendürüst (sağlıklı) olasın. Zira ki oğlan teni ıssıdır (sıcaktır); yazın iki ıssı bir yere gelse teni azıdur ve avrat teni soğuktur; kışın iki sığuk bir yere gelse teni kurudur, vesselam.”  [5]

Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Halil İnalcık Ayş u Tarab adlı eserinin 275 sayfasında Gelibolulu Mustafa Ali'den şunları aktarıyor. [6]

Ekabirin (devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler.) evlerinde güzel cariye ve içoğlanları cinsel ilişki için tutulmaktadır. Onlar efendilerinden başkasının yüzüne bakmamalıdır. Padişahın nedimelerinden biri bu kuralı gözetmediği için gözden düşmüştür. İçoğlanı şerbet ve kahve sunarken, “diz çöküp domalıp” başka anlamlara gelecek durumlara kalkışmamalı.

Ünlü tarihçi, kitabın devamında Meyhaneler bölümünde şunları aktarıyor:

Âli’ye göre, meyhanelere gidenler iki zümredir. Birincisi: “nev-civânlar, zenpâre ve mahbub-dost”lardır; ikincisi, “gece ve gündüz şürb-i hamr” ile ömrünü meyhanede geçiren takımdır. Bunların
kanunları: Cuma gecelerini kadınla, Sebt (Cumartesi) gününü cüvânân ile Cuma akşamını gılman (oğlanlar) ve sade-rûyân (sakalı çıkmamış gençler) ile geçirmektir. Bu gibiler, Cuma günü namazdan hemen sonra meyhaneye giderler. Aynı biçimde çarşıda sanat sahipleri (esnaf) eve gitmeden dışarıda “seyr ü sülûk yollarında serseri” olduktan sonra hanelerine gelirler. Halktan olan ayyaşlar, haftada bir tenkiye ve şarapla kalplerini tasfiye ederler. [İnalcık, a.g.e, s. 266-267.]

OĞLANCILIK YAPAN PADİŞAHLAR[7]

FATİH SULTAN MEHMET
Avni mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet'in güzel erkek çocuklara şiirler yazdığı bilinen bir durumdur. Örnek vermek gerekirse.

"Karalar geymiş meh-i taban gibi ol serv-i nâz
Mülk-i Efrengün meğer kim hüsn içinde şâhıdur"
(Rahibeler gibi karalar giyinmiş bir dolunay gibi nazlı nazlı salınan o selvi boylu sevgili, tıpkı Frenk ülkesinin güzellikler içindeki padişahı gibidir).

"Ukde-i Zünnarına her kimse kim dil bağlamaz
Ehl-i iman olmaz ol âşıkların gümrahıdur"
(O Hristiyan güzelinin belindeki zünnarın düğümüne gönlünü bağlamayanlar, iman ehli olamazlar. O kişiler âşıkların yoldan çıkmış olanlarıdır).

"Gamzesi öldürdüğine lebleri cânlarvirür
Var ise olrûh-bahşun din-i İsa râhıdur"
(Onun hışımlı yan bakışının öldürdüğüne, dudakları can vermektedir. O ruh veren güzelin dini Hz. İsa'nın yoludur).

"Avniya kılma gümân kim sana râm ola nigâr
Sen Sitanbulşâhısun ol da Kalataşâhıdur"
(Ey Avni, gönül verdiğin o Hristiyan güzelin sana râm olacağını umma! Zira sen, nihayetinde İstanbul'un şâhısın; o ise, Galata'nın padişahıdır) [Prof. Dr. Muhammed N. Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, s. 171-174, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2104; Millet Genel Kütüphanesi, A. E. Manzum, 305, varak 5b]

Yukarıdaki şiirde anlatılan sevgili, Galata'da yaşayan Hristiyan bir oğlandır. Fatih, o oğlan için dininden bile vazgeçmeye hazır olduğunu yazabilmiştir. Bu dinden geçmeyi bir mecaz olarak yorumlasak bile, anlatılanın kara giysili bir erkek olduğu açıktır. Çünkü Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimler sokakta kim oldukları anlaşılsın diye genelde siyah elbiseyle dolaşmak zorundaydılar.

II. BAYEZİD
Fatih Sultan Mehmet'ten sonra tahta geçen oğlu II. Bayezid daha şehzadelik dönemindeyken ayyaş ve ahlaksız olmakla suçlanmıştır. Onun içoğlanı, güzel Sırp çocuğu "Mustafa" tarihimizde "Koca Mustafa Paşa" olarak bilinmektedir.

YAVUZ SULTAN SELİM
II. Bayezid'in oğlu Selim (Yavuz), oğlancı şairleri korumuştur. En sert oğlancılık kitabının yazarı, şair Gazalî, Yavuz döneminde işini sürdürmeye devam etmiştir. Daha da önemlisi Yavuz Sultan Selim dönemin şeyhülislamı Kemalpaşazade'ye (İbn-i Kemal, 1468-1536), Rücûu'ş-Şeyh ilâ Sibâhü fi'l Kuvvet-i Ale'l-Bah adlı meşhur cinsellik kitabını (Bahnameyi) yazdırtmıştır.
Bu kitapta oğlancılık ilişkileri de anlatılmaktadır. Sonraki yüzyıllarda bu kitabın farklı adlarda yapılan baskılarının başka padişahlara da sunulması Yavuz Sultan Selim'in sarayda oğlancı ilişkileri devam ettirdiğini göstermektedir.

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Oğlan satıcılığının (oğlan pezevenkliğinin) devlet memurları tarafından bile yapılır hale geldiği görülmektedir. Padişah Kanuni de şiirlerinde oğlancı bir ruh hali içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Onun binlerce şiiri içinden seçilerek kendi hattıyla (yazısıyla) yazılmış "Muhibbi Divanı"nda bunun ipuçlarını görmekteyiz.

"İy Muhibbi içüben mest-i harabat olub
Topdolu eyleyelim nara ile afakı"
(Ey gönül öyle içelim ki meyhane sarhoşuna dönelim ve attığımız naralarla dört yanı çınlatalım.)

Böyle sarhoş olduğu ortamdaki güzel, mahbub diye anılan bir oğlandır. Bunu şu beyitleri açıkça göstermektedir:

"Ol Hıta mahbubı gör kim turresin çîn gösterir
Nokta-i hali ile gül üzre pür çîn gösterir
Deyr içinde zülfini zünnar edip ol muğbeçe
Bana sundukda kadeh üstünde haçın gösterir"

(O Hıta dilberleri kadar güzel olan hub [oğlan], güle benzeyen yanağındaki beniyle daha da çekicileşip alnına dökülen kıvırcık saçlarını [kâkülünü] bize gösterir. O meyhane oğlanı [saki] manastır keşişleri gibi saçını beline kuşak ederek bana kadeh sunduğunda sanki haçını göstermiş gibi olur.)

Birçok imgeyi ve sembolü iç içe geçiren Şair Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), burada meyhaneci çırağı diye anlattığı bir Hristiyan oğlana tutulduğunu dile getirmektedir. Bu oğlan aslında Padişah'a sakilik yapan içoğlanından başkası değildir.

IV. MURAT
O dönemde yaşayan ve Enderun'da yetiştirilmiş olan Ali Ufki de şu bilgiyi aktarmakta:
"IV. Murat, Büyükoda'da içoğlanı olan Ermeni Musa'ya böyle âşık oldu ve ona öylesine tutuldu ki kimi zaman çıldıracak hale geliyordu. Ayrıca genç bir silahtar paşaya da (halk içine çıktığında padişahın kılıcını ve silahlarını taşıyan ve baş hadımağaların ardından sarayda neredeyse en üst mevkide bulunan içoğlanına) âşık oldu. Bu içoğlanı güzelliği uğruna Galatasaray kışlasından alınmış, önce Padişah'ın lütfuyla Hasoda'ya kabul edilmiş, çok kısa bir sürede de silahdar paşa olmuştu."

Ali Ufki Bey, kendi döneminin padişahı olan IV. Mehmet'in de Ermeni kökenli bir oğlana olan tutkusunu şu ifadelerle dile getirmiştir:

"Şu anda hüküm süren Padişah, Güloğlu adında İstanbullu genç bir oğlana âşıktır. Padişah'ın musiki içoğlanı olan bu kişi şimdi onun gözdesidir ve kendisine imparatorluğun en önde gelen mevkilerinden, neredeyse divan reisliğine denk kubbe veziri rütbesi verilmiştir."

Sonuç olarak eşcinselliğin Osmanlı'nın bir yaşam tarzı olduğunu söyleyebiliriz. "Laiklik insanları bozuyor, eşcinsellik artıyor" diye iftira atanlar şeriatla yönetilen Osmanlı'da eşcinselliğin bu denli yaygın olmasının sebebini bizlere açıklamak zorundadır.
Şeriatla yönetilen, dünyaya adalet dağıtan Osmanlı dizilerini izleyenlerin madalyonun diğer yüzünden haberleri dahi yok. Haberleri olanlar da bilinçli bir şekilde bunu saklamaya çalışıyor.

OSMANLI PADİŞAHLARI NEDEN HACCA GİTMEDİ ?

K,din, islamiyet, Osmanlı,Osmanlı padişahları, Osmanlı islam devleti miydi, Osmanlı padişahları neden hacca gitmedi,Neden hacca gitmediler, Kanuni Sultan Süleyman, Ali İmran suresi,
Bildiğimiz kadarıyla İslamın beş şartından biri de hayatında bir kez bile olsa Hacca gitmektir. Her Müslüman maddi durumu müsaitse bu ziyareti yapmaya zorunludur. Osmanlı zamanında da muhtemelen zavallı köylüler para biriktirerek bu ziyareti yapmışlar. Ama ne hikmetse odalar dolusu altını, parası olan haneden mensupları hiç bir zaman Hacca gitmemişler. O dönemde bu ziyareti yapmamak için ne tür bahaneler uydurduklarını bilemeyiz ama günümüz tarihçileri padişahları eleştirilerden kurtarmak için yolculuk süresinin çok fazla olduğu yalanını ortaya atmışlar. Savundukları şey budur ki padişahların 9 aylık bir Hac yolculuğuna çıkmaları devlette darbelere yol açabilirdi. Bunu söyleyen tarihçiler Osmanlı padişahlarının yıllarca süren seferlerini nedense görmezden geliyor. Ama gerçek şudur ki padişahlarını putlaştıran düşünme eleştirme kabiliyetini yitiren insanlar bu yalanı afiyetle yiyorlar. Bir kaç misal vereceğim ve beyninizde işlevini yitirmiş düşünme nöronlarını harekete geçirmeye çalışacağım.

Kanuni Sultan Süleyman
Diğer tüm Osmanlı padişahları gibi Kanuni de Hac ziyaretini yapmamış. Nedeni padişahın merkezden uzakta kalacağı dokuz ayın uzun bir süre olması ve tahttan indirileceği korkusu. Ama dokuz aydan korkan padişah nedense başkalarının topraklarını işgal edip haraca bağlamak için bir sene boyunca bazen ondanda fazla zamanını seferlerde geçiriyor hemde İstanbul’dan binlerce kilometre uzakta.
Örneğin:

1. İkinci İran Seferi: 29 Mart 1548-11 Aralık 1550 (1 yıl 8 ay 12 gün)

2. Nahçıvan Seferi: 28 Ağustos 1553-31 Temmuz 1555 (1 yıl 11 ay 3 gün)


Gördüğünüz kadarıyla neredeyse iki senesini ganimet ve yeni topraklar elde etmek için seferde geçiren bir padişah söz konusu, din için bir sefer olduğunda bahaneler uydurmaya başlıyor. Sözde İslam bayrağını taşıyan ve İslamı yaymak için savaştı denilen bu padişahların aslında İslam ve Allah umurlarında olmadığı sadece yeni toprakları işgal etmek ve ganimet elde etmek için savaştıkları anlaşılıyor. Şimdi gelin fırsatı ve imkanı olduğu taktirde İslamın şartlarından biri olan Hacc ziyaretini yapmamanın cezası nedir ona bakalım.

İlk önce Kur-an’a başvuralım:

Ali İmran suresi 97. ayet: "Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır."

Ayette açık bir şekilde imkanı olan (parası ve bineği) herkesin Hacca gitmesinin vacip olduğu anlaşılıyor. Osmanlı padişahlarının bunu yapması için ellerinde her türlü imkanı vardı (atları, develeri, milyonlarca akçe para)

Şimdi ise İslam alimleri ve fıkıh kitapları bilerek Hacca gitmeyenlerle ilgili ne tür bir hüküm koyuyor ona bakalım. İslamın fıkıhta en muteber alimlerinden olan Tirmizi, Ali İmran suresi 97. ayetini tefsir ederken şöyle diyor.

"Kim kendisini Beytullahi'l haram'a (Kabeye) ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde hac etmemişse onun Yahudi veya Hristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zîra, Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe'yi hac etmesi gerekir." (Âl-i İmrân 97). (Tirmizî, Hacc 3, (812).

Konuyu biraz daha açarsak elinde yeterince parası ve bineği olan bir kişi bilerek Hacca gitmezse Yahudi ve Hristiyan olarak ölür. Buda kafir olarak ölmek manasına gelir. Zira müslümanlara göre Hristiyan ve Yahudiler son din olan İslamı kabul etmeden ölürlerse kafir olarak ölmüş olurlar. Üstelik bu konuyla ilgili olarak bir tek Tirmizi değil tüm mezhep alimleri olumsuz şeyler söylemiş ve imkanı olduğu halde Hacca gitmemenin günah olduğunu belirtmişler.

Günümüz müslüman tarihçileri Tirmizi’yi sahih bir alim olarak kabul edip Osmanlı padişahlarının bilerek Hacca gitmemesine olumlu yaklaşmaları biraz garip. Aslında garip te değil cünkü bu tarihçiler padişahlar müslüman olarak ölmedi demesi onlarin Türkiye’de putperest (padişahları putlaştıran) insanlar tarafından taşlanmasına ve hükümet seviyesinde profesörlük ünvanlarının ellerinden alınmasına kadar onları götürebilir. Tüm dönemlerde olduğu gibi şimdi de kendine müslüman diyen insanlar kendi menfaatlerini Allah’ın kanunlarından üstün tutarak susmayı tercih ediyorlar. Cünkü insanlar yarattikları Allah ve kanunlardan başkalarını korkuttukları kadar kendileri korkmuyorlar. Dini para kazanma mesleğine çevirmiş şahıslar ise hiç korkmuyorlar. Bunun en bariz örneklerinden biri de kendisine müslüman, Allah’ın yer yüzündeki gölgesi diyen padişahların parası olduğu halde Hacca gitmemesi ve bunun günah olduğunu bildikleri halde makam ve mevkilerini korumak için susan tarihçi ve din hocalarıdır. Sizleri duyduklarınız ve gördükleriniz üzerinde bir daha düşünmeye davet ediyorum. Fazla geç kalmadan şu din tüccarlarından kurtulun ve aklın, mantığın yoluna dönün. Zira kurtuluş bir tek bundadır.

Kaynaklar:
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/297-298

Yazan: Kirpi