İsa diye bir karakterin yaşayıp yaşamadığı tabi ki bilinmiyor ve hayali,
mitolojik bir figür olduğu, Mezopotamya'da tapınılmış ölüp-dirilen tanrıların
bir varyantı olarak ortaya çıktığı kuvvetli bir ihtimal gibi. Yine de İbrahimi
dinlere inananların gözünde gerçekten yaşamış biri olduğuna inanıldığından bu
makalede Hristiyan geleneğinin İsa'nın sünneti konusunda neler söylediğine
odaklanmak istiyorum.
Luka İncili'nin "İsa'nın Tapınakta Tanrı'ya Adanması" adlı bölümünde İsa'nın
sünnet edilişi şöyle anlatılır:
Luka, 2:21-24: Sekizinci gün, çocuğu sünnet etme zamanı gelince, O'na İsa adı verildi.
Bu, O'nun anne rahmine düşmesinden önce meleğin kendisine verdiği
isimdi. Musa'nın Yasası'na göre arınma günlerinin bitiminde Yusuf'la
Meryem çocuğu Rab'be adamak için Yeruşalim'e götürdüler. Nitekim Rab'bin
Yasası'nda, “İlk doğan her erkek çocuk Rab'be adanmış sayılacak” diye
yazılmıştır. Ayrıca Rab'bin Yasası'nda buyrulduğu gibi, kurban olarak “bir
çift kumru ya da iki güvercin yavrusu” sunacaklardı.
Anlatılanlara göre İsa, Yahudi geleneği gereğince doğduktan 8 gün sonra Brit
Milah, yani Yahudi sünneti uygulamasına tabi tutulmuş ve birçok Müslümanın
adak adını verdiği uygulamaya benzer şekilde çocuk sahibi olan Yusuf kurban
vererek kan akıtmıştır. İşte İsa'nın doğumundan 8 gün sonra gerçekleşen bu
sünnet gününün 1 Ocak olduğuna inanılır.
Bu sünnet olayı 10.yy'dan itibaren Hristiyan sanatında öne çıkan ve birçok
sanatçı tarafından resmedilen bir konu olmuştur.
Sünnet günü, hangi takvim kullanılırsa kullanılsın Doğu Ortodoks Kilisesi
tarafından 1 Ocak'ta "Sünnet Bayramı" olarak kutlanırken İngiliz Kilisesi
üyelerince (Anglikanlar) yine aynı tarihte kutlanmaktadır.
Bu sünnet günü son zamanlarda bazı kiliseler tarafından 3 Ocak'ta kutlanmaya
başlanmış ve Roma Katolikleri tarafından "İsa'nın Kutsal Adının Bayramı"
olarak adlandırılmıştır.
Çocuklara isimleri gerçek anlamda sünnet oldukları bu günde verilirdi. İşte
inanışa göre "Rabbimizin Sünnet Bayramı" dedikleri ve doğumundan 8 gün sonra
gerçekleştiğine inanılan bu bayram, İsa'nın adını aldığı gündür. İsa'ya
verilen isim İbranicede "kurtarıcı" ya da "kurtuluş" anlamlarına
gelmektedir.
İlk kez 567'de gerçekleşen bir kilise konseyinde kaydedilmiş olsa da bu
inanışın çok eskilere dayandığı açıktır.
İsa'nın sünnet olduğu yönündeki inanç sonrası ona ait olduğu söylenen
onlarca sünnet derisi ortaya çıkmış ve sergilenmek üzere koruma altına
alınmıştır.
Yani nasıl ki Muhammed'in saç ve sakalı olduğu düşünülen saç ve sakalları
korumaya alıp, saklayıp, hürmet edenler varsa çoğu Hristiyan için İsa'nın
sünnet derisi de böyledir.
Luka İncili'ndeki kanonik metinlere ek olarak Süryani Bebeklik İncili
(Arapça Bebeklik İncili), İsa'nın sünnet derisinin muhafaza edildiğine dair
ilk referansı içerir.
İkinci bölümde şöyle bir hikaye vardır:
"Ve onun sünnet zamanı, yani kanunun çocuğun sünnet edilmesini
emrettiği sekizinci gün geldiğinde onu bir mağarada sünnet ettiler. Ve
yaşlı İbrani kadın sünnet derisini aldı (göbek bağını onun aldığını
söyleyenler de vardır) ve onu hint sümbülü merhemi bulunan,
kaymaktaşından yapılma bir kutuda sakladı. Ve eczacı olan bir oğlu
vardı, ona dedi ki, "Dikkat et, bu kaymaktaşından yapılma hint sümbülü
merhemi kutusunu satma, buna karşılık sana üç yüz peni teklif edilecek.
İşte bu kutu, günahkar Meryem'in temin ettiği ve içindeki merhemi
Rabbimiz İsa Mesih'in başına ve ayaklarına döktüğü ve saçının telleriyle
sildiği o kaymaktaşı kutudur."
14. yüzyılın popüler eserlerinden olan Altın Efsane'de de yazdığı gibi
İsa'nın sünneti genel olarak Mesih'in kanının ilk kez döküldüğü an olarak
kabul edilir ve dolayısıyla insanlığın kurtuluş sürecinin başlangıcı ve
kanıtı olarak görülmüştür. Hristiyanlara göre bu kan aynı zamanda Meryem'in
7 Üzüntüsü'nden biridir.
İnanışa göre İsa tamamen insandı (kimilerine göre tamamen insanken kimilerne
göre hem tanrı hem de insan doğasına sahipti.) ve Mukaddes Kitap'ın
yasalarına itaat emişti.[4] Ortaçağ ve Rönesans teologları bunu defalarca
vurgulamışlardı. Ayrıca insanlığının bir göstergesi ve Tutkusu'nun bir
habercisi olarak İsa'nın çektiği acıya dikkat çekmişlerdi. Bu görüşler 1657
tarihli bir incelemede İsa'nın sünnetinin Musa'nın yasasını yerine
getirirken onun insan doğasını kanıtladığını iddia eden Jeremy Taylor gibi
Protestan teologlar tarafından devam ettirildi. Johann Sebastian Bach bu
ziyafet günü için 1 Ocak 1724'te Rabbin Sünneti adlı birkaç kantata
yazmıştı.
Erken Hristiyanlık dönemindeki sünnet tartışmaları, Yahudi olmayan
Hristiyanların sünnet olmalarının şart olmadığı şeklinde bir düşünce ile
sonuçlandı. Pavlus, Hristiyanlığa geçiş için sünnetin gerekmediğini
söylemişti. Mısırlı Kıptilerin Kilisesi ve Yahudi Hristiyanlar dışında
sünnet uygulanmaz hale gelmişti. Zaten Kıptilerin sünnet uygulamaları
Hristiyanlıktan öncesine dayanıyordu.
İşte bu yüzden 1. binyıla ait Hristiyan sanat eserlerinde İsa'nın sünneti
nadiren ele alınan bir konuydu.
Konuya dair günümüze kadar ulaşan en eski tasvirlerden biri 979-984
aralığına tarihlenen ve Vatikan Kütüphanesi'nde yer alan minyatürdür. Burada
çizilen sahnede elindeki bir bıçakla Meryem ve Yusuf'un tuttuğu İsa'ya doğru
gelmekte olan bir rahip vardır. Burada yer alan yapı ise muhtemelen Kudüs
Tapınağı'dır. Burada İsa'nın sünnet oluş anı gösterilmek istenmemiş, bundan
kaçınılmıştır. Yahudi geleneğine göre sünnet aslında kişinin babası
tarafından evde yapılırdı, kimilerine göre İsa'nın sünneti de böyle olmuştu.
Bunun yansımalarından biri Verdun'lu Nicolas tarafından bir sunak üzerine
yapılan levhada gösterilmiştir. Burada İsa'nın babası Yusuf elinde bir bıçak
tutmaktayken bir sonraki levhada Hristiyan sanatında nadir görülen
sahnelerden biri yer alır: İshak ve Şemsun'un sünneti.
Sonraki tasvirlerin birçoğu gibi İsa'nın, İshak ile Şemsun'un sünnetleri
muhtemelen tapınağı temsil eden büyük bir binada yapılırken resmedilmiştir;
ki büyük olasılıkla törenler orada yapılmış bile değildir. Kutsal Topraklara
hacca giden Orta Çağ hacılarına İsa'nın Beytüllahim'deki kilisede sünnet
edildiği söylenmiştir.
İşte İsa'nın sünnet olduğuna olan inanış onun kutsal sünnet derisi olduğu
iddia edilen birçok kalıntının kutsallaştırılmasına neden olmuş hatta bu
sünnet derilerinden bazılarına mucizevi güçler atfedilmiştir. Avrupa'daki
çeşitli kiliseler 'İsa'nın sünnet derisine sahip olduklarını" iddia
etmiştir. Tuhaf olan şudur ki bu iddiaların bazen aynı anda, farklı
kiliseler tarafından ortaya atıldığı da olmuştur.
Bu sünnet derilerinden en meşhuru Lateran Bazilikasında bulunuyordu ve güya
İsveçli Aziz Bridget'in gördüğü bir vizyon ile İsa'ya ait olduğu
doğrulanmıştı.
İsa'ya ait olduğu söylenen bu sünnet derilerinin çoğu Fransız Devrimi
sırasında kayboldu ya da yok edildi. Enteresan bir olay da yaşanmıştır.
1983'te, Sünnet Bayramı'nda gerçekleşen geçit töreninde Kalkata'daki sünnet
derisini içeren kutsal emanet İtalyan köyünün yollarında teşhir edilmiştir.
Ancak daha sonra sünnet derisinin saklandığı mücevher kaplı kasa çalınınca
bu uygulama sona ermiştir.
İsa'nın ölmediğine, göğe yükseldiğine inanan filozoflardan bazıları İsa
yükselirken, sünnet derisi gibi artık onun vücuduna bağlı olmayan parçaların
bile tanrı katına yükseldiğini iddia etmiştir. Öyle ki, bunu iddia eden
filozoflardan biri olan Leo Allatius uçukça bir iddia bulunarak İsa ile
birlikte yükselen sünnet derisinin Satürn'ün halkaları haline geldiğini
söylemiştir.
KAYNAKLAR
Luka 2:21.
Catholic Encyclopedia : Feast of the Circumcision
The Lost Books of the Bible (1979); Infancy of Jesus Christ 2:1-4
Nicholas Penny, National Gallery Catalogues (new series) : The Sixteenth
Century Italian Paintings, Vol. I (2004), pp.116-117.
Leonard Glick, Circumcision from Ancient Judea to Modern America (2005),
pp. 93-96.
Ray Pritz, Nazarene Jewish Christianity (1992), pp. 108-109.
Gertrud Schiller, Iconography of Christian Art, Vol. I (1971) (English
trans from German), pp.88-89, and plate 225
Robert P. Palazzo, The Veneration of the Sacred Foreskin(s) of Baby
Jesus (2005).
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
1-Güçlü bir
dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken, kabul görmüş bozulmaması,
dokunulmaması gereken, üstüne titrenilen değerlerdir. Felsefe de ise Tanrı'ya
adanmış olan, tanrısal olandır.
2-Tapılacak ya da yolunda can
verilecek KADAR sevilen deðerdir.
Kutsal; kişilerin manevi yönden
değer verdiği, koruduðu, dini görüþ, kiþiler ve inançlardan oluşmaktadır.
Bu tanımlara göre kutsal, bir deðerdir ve hem dini hem de bireysel
güçlü saygıdır. Bu gösterilen saygı elbette ki bireysel olduðu kadar
toplumsaldır.
Şimdi bu kutsalı, güçlü saygıyı hem dinsel hem
toplumsal hem de bireysel olarak ele alalım.
Tanrı, peygamber, din,
inanç ve sözde getirdikleri kitaplar toplumdan topluma, kişiden kişiye farklılık
gösterse de kutsal kabul edilmiştir. Dünyada 4300 den fazla din olduğuna göre bu
demektir ki her bir din kendi coğrafyasında, kendi toplumunda ve kendi
inananları arasında kutsaldır. Bu durumda ortaya o kadar çok kutsal değer
çıkıyor ki haliyle kutsalların çatışması ve sınırları söz konusu oluyor. Sizin
için kutsal olan bir başkası için kutsal olmadığı gibi anlamsız, gereksiz,
mantıksız hatta iğrenç ve suç olabilmektedir.
Sizin için insana,
ineğe, maymuna, köpeğe, fareye tapmak ne kadar mantıksız ve hatta iğrenç ise bir
başkası için de sizin taptığınız hatta görünmez olan kutsalınız ona mantıksız
gelebilmektedir.
Sizin, insan insana tapar mı dediğiniz yerde pekala
Hristiyanlar İsa'yı tanrı ve oğlu olarak kutsal ruh kabul etmektedirler.
Siz ineğin sütünü içip, kesip yerken bir Hindudan kendi kutsalınıza
saygı duymasını bekleyebilir misiniz? Hindistan'da ineğe tekme atın bakalım size
ne yapıyor halk.
Siz fareyi zararlı görüp öldürürken, Hindistan
Racastan'da fareler kutsaldır ve sütle beslenip korunuyorlar. İstedikleri gibi
her yerde serbest dolaşıyorlar. Racastanlar tüm çocukların fare olarak doğduğuna
inanıyorlar.
Siz maymunu doğadaki sıradan bir hayvan olarak
görürken, onu kutsal kabul edip tapınanlar var. Diğer yandan maymunu kesip yiyen
toplumlar var.
Siz köpekleri doğadaki sıradan bir hayvan olarak
görürken, evcil hayvan olarak beslerken, bazı toplumlar köpekle evlenirken, bazı
toplumlar etini yerken, Sufi-Şii'lerde köpek kutsaldır.
Günümüzde
halen putlara tapanlar, doğasal varlıklara, maddi cisimlere tapanlar vardır.
Sizlere kültürlerden bahsetmiyorum. Verdiğim örnekler bazı toplumlarca
kutsal kabul edilen, tapınılan ve dini ritüellerinde kullanılan değerlerdir.
Diğer toplumlar da islama, islamın tanrısına, peygamberinin
hayatına, kitabı Kur'ana ve müslümanların uygulamalarına baktıklarında var
olmayan, görünmeyen, bilinmeyen, etkisiz birine tapındığınızı söylüyorlar.
Peygamberinizin uygulamalarýna, kitabınıza, müslümanlara bakarak, İslam'ı
terörizimle, barbarlıkla ve cehaletle özdeştiriyorlar. Peygamberinizi pedofili
olarak görenler var.
Sizin, tek hak din bizim dinimiz, son din bizim
dinimiz demeniz onlar için bir şey ifade etmiyor. Onlar için İslam 4300 dinden
sadece bir tanesi. Siz nasıl diğer 4299 dini çeþitli gerekçeler ile
reddediyorsanız, onlar da sizi, farklı gerekçeler ile reddediyorlar. Unutmayın,
dinler doğaları gereği rakip kabul etmezler. Tek kalmak isterler. Evi camdan
olan başkasına taş atarken iki kez düşünmelidir.
4300 farklı dinin ve
tanrısının her biri, bir diğerini reddettiğine göre kutsala saygıda kriter ne
olmalıdır? Bana göre diyerek 4301nci dini oluşturmak istemem. Ama insanın
düşünen, sorgulayan, araştıran, aklını kullanan, vicdanı ile hareket eden, sevgi
dolu, bilim üreten bir varlık olduğu dikkate alınması gereken en önemli konudur.
Bu durumda kriterin, ölçünün, terazinin, bakış açısının AKIL, VİCDAN,
SEVGİ, ADALET VE BİLİM olması kaçınılmazdır.
Herkesin kutsalı
kendisinedir. Kendi kutsalına saygı göstermesi gereken de kendisidir. Hiç
kimse kendi kutsalına başkasından tapınmasını, sevmesini saygı göstermesini
beklemek hakkına sahip değildir. Çünkü inanç kutsal; kişinin kendisi ile
tapındığı arasında bireysel bir değerdir.
Özellikle İslam özelinde
kullanılan "KUTSALIMA SAYGI GÖSTER" söylemi çok kullanılmaktadır. Son
zamanlarda bu "Allah'ıma, dinime, peygamberime, kitabıma inanmasan da saygı
göstermek zorundasın" tavrını ele almak istiyorum. Elbette ki bu saygı ve
hakaret meselesini ele alırken, inandığınız kitabınızdaki, Allah'ın
sözlerinden örnekler vereceðim. Kriterimde yukarıda saydıklarım olacak.
Kitabınızda yer alan ayetlerdeki sözde Allah'ın sözü olan birkaç kelime ve
cümleyi sizlere ayna tutmak istiyorum.
"Kereste" (Münafkun 4) "Piç"
Zenim kelimesi geçer. (Kalem 13) Bu konuda Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün
Youtubedaki yorumuna bakabilirsiniz. "Hayvan" (Bakara 171-Araf
179-Furkan 44) "Pislik" (Tevbe 24) "Aşağılık Maymun" (Bakara 65)
"Domuz" (Maide 60) "Eşek" (Cuma 5) "Köpek" (Araf 176)
"Allah onları kahretsin!" (Tevbe 30- Munafikun 4) "Akılsızlar!"
(Bakara 13 ve 142- Þuara 224) "Yalancılar!" (Zariyat 10 ve 12- Nahl 39
ve 105- Mücadele 18- Munafikun 1- Mu'minun 90 ve Ali İmran, Vakıa, Tevbe gibi
bir çok surede geçmektedir.) "Maymunlar!" (Araf 166- Bakara 65- Maide
60) "Domuzlar!" (Maide 60) "Hayvanlar hatta hayvandan da
aşağılıklar!" (Araf 179) "Onlar, ancak hayvanlara benzerler, hatta
hayvandan da sapıktır onlar" (Furkan 44) "Eşeğe benzerler!" (Muddessir
51- Cuma 5) "Pislikler!" (En'am 125- Yunus 100- Tevbe 125)
"Aşağılıklar! (Araf 166, Araf 168- Kalem 10- Bakara 65- Mucadele 18-
Nahl 27- Munafikun 4- Mu'min 60 v.s gibi daha birçok sure de geçmektedir.)
"Canı çıkasıcalar! (Kahrolası-Geberecesiler)" (Muddessir 19-20)
"Alçaklar" (Mucadele 18) "Yabani eşekler" (Muddessir 51)
"Susamış develer" (Vakıa 55) "Dilini sarkıtıp soluyan köpekler"
(Araf 176) "Lânet olsun geberesi yalancılara" (Zariyat 10)
"Reziller" (Tevbe 14- Nahl 27- Tevbe 2- Hud 93- Haþr 5 v.s gibi birçok
ayette geçmektedir.) "Sapıklar" (Vakıa 51, 92- Fatiha 7- Kasas 50 v.s
gibi birçok ayette geçmektedir.) "Beyinsizler" ("Sefih"; fıkıhta,
beyinsiz-beyinsizlik anlamına gelir deseler de Kur'an'da beyin kelimesi
geçmez, Kur'an beynin işlevinden habersizdir. Bu ve benzeri kelimeler aptal,
ahmak, kafasız gibi anlamlar taşırlar.) (Bakara 13, 142) "Onlar sanki
elbise giydirilmiş kütükler gibidirler." (Munafikun 4) "Soysuzlar"
(Kalem 13) "Kahrolasılar, geberesiceler" (Abese 17- Büruc 4- Zariyat 10,
12) "Kahrolun, elleri kurusun" (Tebbet 111)
Bunlar sizin
inandığınız Allah'ın, sözde yarattığı kullarına karşı kullandığı cümleler.
Bakın hadislerde yer alan aşağılayıcı, hakaret ve küfür içeren sözlere
girmiyorum bile. Kur'andaki çelişkilere girmiyorum bile. Kur'andaki kadını
insan yerine koymayan ve aşağılayan ayetlere girmiyorum bile.
Sizce
gerçek bir yaratıcı, sevgi dolu bir yaratıcı, kendi yarattığı kullarına, sözde
gönderdiği kitapta ve sözde peygamberinin ağzından böyle küfürler, hakaretler
yapar mı? Yaparsa yarattığı kullar Ona itaat eder ve sever mi? Bu durumda
insanlardan bu kutsalınıza saygı duymasını ve göstermesini nasıl
beklersiniz?
Sakın Allah'ı yaratan ve Kur'an'da Allah adına konuşan Muhammed'in kendisi
olmasın?
Sevgili kardeşim; lütfen kendine saygı duyuyorsan oku,
düşün, sorgula ve araştır!
Diğer bir konu da bireysel kutsallardır.
Yani tapılacak ya da yolunda can verilecek kadar sevilen değerdir. Bu değerler
de tamamen bireyseldir, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Burada
ayrımı yapılacak nokta ise DİNSEL OLMAMASIDIR. Ancak tanımlama yapılırken
"tapılacak derecede" vurgusunun yapılması aşırı değer verilmesini vurgulamak
içindir. Unutmayın bu bireysel değerler, bireysel olduğu kadar toplumsal da
olabilir.
Nedir bu bireysel olan kutsallar ve değerler.
Anne, baba, evlat, eş, namus, vatan, vatanını kurtaran ve kuran
kişiler.
Bu değerlere hakaret edilmesini, saygısızlık edilmesini,
küfredilmesini hemen hemen dünyadaki tüm toplumlar kabul etmezler. Türk
toplumunda ise bu değerlerin tamamı neredeyse kutsal değer kabul edilir.
Bu noktada özellikle vatanı kurtaran ve kuran kişiler kapsamında
ulu önder Atatürk'ü ele almak istiyorum. Bazı müslümanlar tarafından en çok
yapılan hatalardan birisi Atatürk'ün peygamber ile karşılaştırılması, laik ve
seküler olanlara dönük "bakın siz de Atatürk'e tapıyorsunuz, Anıtkabir'e
tapınmaya gidiyorsunuz" söyleminin kullanılmasıdır. Peygamberler hem kutsal
hem değerdir. Atatürk ise kutsal değil sadece değerdir!
Sevgili
kardeşim öncelikle bilmeli ve kabul etmelisin ki Atatürk dini bir lider ve
kutsal bir kişilik değildir! Tanrı tarafından gönderildiğini iddia etmediği
gibi yeni bir din de getirmemiştir. Atatürk'ü sevenler de onu bir dini kimlik
ve kişilik olarak görmezler. Bu yüzden Atatürk'ü peygamber ile karşılaştıran
bir Atatürk sever göremezsiniz, Atatürk'e de tapmazlar. Ancak ülkeyi
düşmanlardan kurtaran, yeni bir ülke kurup bizlere vatan bırakan, Cumhuriyet
sistemini kurup bizlere armağan eden, yüce bir insan, güçlü bir asker, güçlü
bir siyasetçi, lider ve önder, ülkenin en büyük ortak değeri olarak görürler.
Bunun gereği olarak da saygılarını sunmak, minnetlerini göstermek için
Anıtkabir'e ziyarete giderler. Dünyanın saygı duyduğu bir lidere, kendisini
kurtarmış bir toplumun, kendisini kurtarana saygı duymaması, hakaret etmesi
küfretmesi ihanetten başka bir şey olamaz.
Yaşayıp yaşamadığı konusunda herhangi net bir bilimsel bilgi bulunmamasına rağmen kutsal kitaplarda anlatılanlarla İbrahim hakkında bilgi sahibi olabildik. Ancak kutsal kitaplarda yazılanların da mantık açısından destekleyici kaynakları olmaması İbrahim’i daha gizemli bir hale getirmektedir.
İbrahim hakkında bilinenlerin bir kısmı Sümerlerin Ur kentinde putperest bir anne-babadan dünyaya geldikten sonra gençliğinde Nemrut isimli bir kral ile arasında anlaşmazlık olduğu ile başlar. Ancak İbrahim’in yaşadığı varsayılan tarihte ortada Nemrut isimli bir kral bulunmamaktadır. İbrahim daha sonra babası Terah’tan kavgalı bir şekilde ayrılıp bugünkü Harran’a göç ettiği bilinir. Atalarının yaşadığı Habur ovasından dolayı onlara Haburi ya da Habiru deniyordu. Harran’da kız kardeşi Sare ile evlilik akdini gerçekleştirerek hayvancılık işlerine girmiş yani celep olmuştu. Bu tarihten sonra yetiştirdiği küçükbaş hayvanların üretimini ve ticaretini yapmaya başladı. Tabii ki bundan dolayı da sürekli yeni taze otlaklar bulmak amacıyla göçebe bir hayat yaşıyordu.
İbrahim’in yaşadığı MÖ 2000’li yıllarda bölge coğrafyasında (Asur ve Babil) varlığını sürdüren Sümerlerin tanrısı Enlil ve Enki liderliğinde diğer tanrılardı. Sümer tanrılarının ikametleri gökler olduğu için yıldızlar ve gezegenler onların sorumluluk alanına girmekteydi. Zaten Enlil diğer anıldığı Baal ya da El gibi farklı isimlerde de olduğu gibi Boğa görüntüsü ile resmedilirdi ve bunun asıl sebebi de göklerde Boğa Burcunu temsil etmesiydi. Göklerin tanrısı olmasına rağmen yerden yani dünyadan sorumluydu ve bu yüzden de grubu toprak idi. Kardeşi Enki de yine göklerin tanrısı olmasına rağmen o suyu kontrol ediyordu bu yüzden de Kova (Aquarius) burcu ile simgelenmekteydi. Diğer Sümer tanrıları da her biri bir yıldızı temsil ediyordu bu yüzden Sümer tanrılarına inananların bir kısmı kendilerine “Mandaye” ve “Nasuraye” adını vermişlerdi. Aslı Aramice Mandaye kelimesinin kökeni olan Manda kelime anlamı itibarı ile “Bilgi”, “Hikmet” demekti. Batılı bilim insanları bu yüzden bu inancın adı için “Mandeizm” tanımlamasını kullandılar. Cemaat üyelerinde de Mandaye, Mandenler “Bilenler”, “Arif” adını verdiler. Araplar ise bu inanca sahip olanlara “Sabiî” adını vermişlerdi. Arapçada Sabiîlik “Yıldız içinden çıkıp yükselmek” gibi bir anlam içeriyordu. İbranilerde ise bu kelimenin Sub (Vaftiz için suya daldırmak) kelimesinden türetilen “İsabba” ile ilişkili olduğu iddia edilir. Bu kelimeden çıkartılan anlam ise yıldızların meleklerin yurdu olması ile ilgili olduğundan yıldızlara saygı duyulmasını ifade eder.
Sabiîlik genel olarak Sümer tanrılarının inanç şekline dönüştürülmüş bir oluşumudur. Doğrudan yıldızlara tapınmak şeklinde de ifade edilebilir. Bu konuda Yahudi bir filozof ve baş haham olan Musa bin Meymun, yıldızların birer tanrı ve güneşin de en büyük tanrı olduğunu söylüyordu. Ondan sonra ay ve diğer yıldızlar geliyordu. Sabiîler günlük ibadetlerini güneşin gökyüzündeki konumuna göre planlayıp ibadet öncesi su ile temizlenirlerdi.
Sabiîlik bir anlamda Zerdüşt inancına benziyordu. Onların da Zerdüştlerde olduğu gibi karanlık ve aydınlık tanrıları vardı. Gündüz 3 kez gece 2 kez kuzeye dönerek Işık Kralı’na ibadet ederlerdi. Temizlenme ile ilgili işlemin kesinlikle bir akarsuda yapılması zorunluydu ki bunun adına “Rişama” derlerdi. Sabiîler kökenlerinin Adem’e dayandığını iddia ediyorlardı.
Her ne kadar MÖ 2000’li yıllarda Sabiîlik yaygın bir din olarak kullanılıp daha sonra terk edilmesine rağmen sonraki yıllarda birçok uygulaması Yahudilerde, Hristiyanlarda ve Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse Hristiyanlarda Yahya ile ortaya çıkan göllerde ve akarsularda başın ve gövdenin suya daldırılıp çıkartılmasıyla yapılan vaftiz uygulaması aslında Sabiîlerden kalmıştır. Müslümanlarda da namaz öncesi alınan abdest yine Sabiîlerden alıntıdır. Buna benzer başka uygulamalar da vardı.
İbrahim’in genel karakter yapısı duruma ve ortama göre davranmak şeklinde tanımlanabilir. Zamanın sert yaşam ortamında İbrahim’in oldukça mülayim bir yapısı vardı. Bu karakter yapısını yıllar sonra Firavun ile karısı Sare’nin de katıldığı sorunlu bir ilişkiden anlayabiliyoruz. İbrahim ölüm korkusu sebebiyle karısı Sare’ye karşılaştıkları başka kişilere eşi yerine kardeşi olduğunu söyletmesi bunun bir delilidir.
Regaib, Mirac. Berat ve Mevlid. Biz Türkler, bunların tamamını Kandil
diye tanımlıyoruz peki ya Arap ülkeleri veya diğer Müslüman ülkeler? Onlar da
İslam’ın önemli günleri olarak anıyorlar ama Kandil demiyorlar.
Peki
Türkler neden bu günlere Kandil demekte ısrar ediyorlar. Açıklaması çok basit
çünkü Hristiyanların dönemsel benzeri günlerini mum yakarak şarkılarla anıp
kutladıkları içim Türkler de onlara özenerek İslam’ın bu günlerini onlara
benzemeye çalışıp, mum veya kandil denilen araçları yakarak şarkılarla kutlamak
istemişler. Yani bu konu tamamen Türklerin özenti, takıntısından başka bir şey
değil.
Regaib gecesi adından da anlaşıldığı üzere adını verdiği Receb
ayında gerçekleşir. Bu kutlamanın sebebi ise Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü
andır. Yani bu konudaki hadisin varlığını bize ısrarla anlatmaya çalışan Zâhid
Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam der ki “Receb ayının
ilk Perşembe günü Hz. Muhammed’in babasının spermleri annesinin yumurtası ile
kavuştuğu ve Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü o an yani o gece eğer namaz
kılar ve oruç tutarsanız bu size çok büyük sevap olarak işlenecektir.” Bu sözü
söylemiş olan kişi 1024 yılında vefat etmiş. Yani Hz. Muhammed ile aralarında
300 küsur yıldan fazla bir süre var. Sen nereden hesapladın be adam, nereden
duydun da sevgili peygamberimizin ana rahmine düştüğü o anı buldun? Hiç kimse de
“Hadi git yaa” demiyor. Pardon, aslında İbn-ül Cevzi buna itiraz edip “Ona
inanmayın dedikleri uydurmadır” diye açıklamış. Ama yine de ilk kez Kudüs’te
1056 yılında, Bağdat’ta da 1087 yılında kutlanmaya başlanmış. Fakat Mekke ve
Medine gibi yerler buna henüz inanmamışlar. Aslında işin en komik tarafı da Hz.
Muhammed’in yaşadığı ve vefatı sonrasındaki dönemlerde de böyle bir kutlamanın
hiç görülmediğidir. Fakat böyle bir moda çıkınca bu kez kendini İslam alimi diye
piyasaya süren herkes Regaib kutlamasını bilimselleştirince hızla yayılmayı
sürdürmüş.
Berat gecesi, Regaib gibi değil çünkü özellikle Hz.
Muhammed döneminden itibaren kutlanmaya başlanmış. Berat gecesinin özelliği
peygamberimizin ifadesiyle her Şaban ayının 15. Gecesi Allah’ın rahmetiyle dünya
semasında görünmesidir. Bu geceye oruçlarla, dualarla, namazlarla katılanların
affedileceği ifade edilir. Berat gecesinin bir önemi de o gecelerin birinde
vahiy geldiği için kılınan namazlarda kıblenin Mescid-i Aksa yerine Kâbe olması
buyrulmuş olduğundan dolayıydı.
Mirac gecesinin ne denli önemli
olduğunu ayrıca anlatmaya gerek yoktur belki ama bir iki cümle etmekte fayda
var. O gece Hz. Muhammed uykusundan Cebrail tarafından uyandırılıp, Burak isimli
ata bindirilerek birkaç saniyede Mescid-i Aksa’ya getirildi. Burada göğün tüm
katlarını ziyaret edip geçerken eski peygamberlerle özellikle de Musa ile
görüştükten sonra Allah Müslümanlara namaz kılmayı farz etmişti. Bu yüzden o
gecenin ayrı bir önemi var ve Müslümanlar o geceyi özellikle kutlarlar.
Mevlid
gecesi ise o da Regaib’e benzer özellikler taşır. Regaib oluşumundan 9 ay 10 gün
geçtikten sonra dünyaya gelen sevgili peygamberimizin doğum gününün
kutlanmasıdır. Mevlid gecesi Rebülevvel ayının 12. Gecesidir. Yani Hz. Muhammed
o gece dünyaya gelmiştir. Fakat nedense kendi döneminde böyle bir kutlama
yapılmamıştı. Daha sonraki Ebu Bekir, Hz. Ömer, Osman ya da Hz. Ali dönemlerinde
de Mevlid kutlaması yapılmadı. Muaviye zaten yapmadı ve sonraki Emeviler
döneminde de böyle bir kutlama yapılmadı. Üstelik Abbasilerin döneminde de
Mevlid kutlaması hiç yapılmadı. Aradan tamı tamamına 350 koca yıl geçmiştir.
Mısır’da Abbasilerden sonra başlayan Fatımi dönemine gelindiğinde Fatımiler de
bakarlar ki Mısırlı Hristiyanlar İsa’nın doğum gününü kutluyorlar o zaman bizim
neyimiz eksik diyerek Şii Fatımiler de Rebülevvel ayının 17. Gününü Hz.
Muhammed’in doğum günü yani dünyaya gözlerini açtığı gün olarak kutlamaya
başladılar. Oldu mu sana yeni bir moda akımı?
İşte bu geceler İslam
dünyasında özel ve önemli geceler olarak kutlanmaya başlanmış. Fakat Osmanlı
İstanbul’undaki gayrimüslimlerin kendi kutlamaları o kadar beğenilmiş ki
İstanbul Müslümanları da onlar gibi yapmaya çalışmışlar. Ellerine kandilleri
kapanlar ev ev dolaşıp şarkılarla kutlamalar yaparak yine Hristiyanlar gibi bir
de bahşiş toplamaya başlamışlar. Herkesin dilinde;
Yağ parası mum parası Akşam oldu kandil parası Kömürlükte
kömürlük, Hanımlara ömürlük Merdivenden iniyor Bize para
veriyor On para olsun Beş para olsun Hanım teyze sağ
olsun.
Bu şarkı ile dolaşan çocuklar bir ellerinde yanan kandil ya da
mum para topluyorlardı. Bu çocukların Müslüman olduğunu görenler de
ücretlerini ödeyerek Müslüman kalmalarını sağlıyorlardı sanki.
İşte
İslam dünyasında özel ve önemli günler olarak geçen o gecelerin Türklerde
Kandil ismi ile anılmasının sebebi tamamen geleneklerin farklı toplumların
birbirlerinden etkilenmesinden kaynaklanmasıdır.
Son söz olarak
söylenebilecek tek şey; Regaib ve Mevlid gecelerinin İslam’ın özünde olmadığı
sonradan birileri tarafında uydurulduğudur. Alışkanlık yaptıkça derinlere
işleyip vazgeçilmez olmaları sağlanmış Aynen Sübahaneke duası gibi. Sübahaneke
duası da Kuran’da geçmez. Böyle bir sure de yoktur ayet de. Muaviye döneminde
çıkartılan bu dua cenaze namazlarının vazgeçilmezi olarak sürmektedir.
İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ BİR UÇKUR İNADI İLE ORTAYA ÇIKAN HRİSTİYANLIK MEZHEBİ
Tudor Hanedanından, İngiltere kralı VII. Henry ile York’lu Elizabeth’in 6 çocuğu olmuştu. VIII. Henry, hayatta kalan dört çocuktan biriydi. Diğer kardeşleri Margaret Tudor, Mary Tudor ve ağabeyi Arthur Tudor’du. Henry 1494 yılında York Dükü ilan edildi. 1502 yılında Kral olması beklenen ağabeyi Arthur ve 7 yıl sonra da babası Kral VII. Henry ölünce VIII. Henry tahta oturdu.
VIII. Henry, İngiltere tarihinde birçok hikâyenin kahramanı olmuş olabilir, ancak bunların hemen hemen hepsi de mutlaka kadınlarla olan ilişkileri ya da eşleri ile ilgili veya onların da içinde olduğu hikayelerdir.
Henry ilk evliliğini daha sonra soruna dönüşecek olan Aragonlu Catherine ile yaptı. Aragonlu Catherine, İspanya Kralı II. Ferdinand ile Kraliçe Isabel’in en küçük kızlarıydı. Bu evlilikteki amaç İngiltere ile İspanya arasındaki bağları güçlendirmekti.
Catherine aslında Henry’nin ağabeyi Arthur ile evlendirilmişti. Ancak Arthur’un beklenmeyen erken ölümü sonrasında yeni taze gelinin diğer erkek kardeş ile evlenmesine karar verildi. Bu uygulama normal koşullarda Katolik inancına göre yasak olmasına rağmen evlilik, araya giren Papa’nın izin vermesi ve gelinin ölen damadın kendisine hiç dokunmadığı konusunda yemin etmesi ile gerçekleşebildi. Henry’nin Aragonlu Catherine’den 6 çocuğu olmasına rağmen hayatta kalan tek kızı Mary oldu. Diğer çocukların erken ölmeleri ve Catherine’nin erkek veliaht verememesi ve yaşlandığı için veremeyecek olması sorun olmuştu.
Henry’nin evlilik dışı ilk metresi Bessie Blount olmuştu. Evliliğe dönüşmeyen bu yasak ilişkiden Henry Fitzroy doğdu. Henry’nin ikinci metresi ise Mary Boleyn oldu. Mary Boleyn o sırada William Carey ile evliydi. Mary Boleyn’den de Catherine ve Henry adını verdiği iki çocuğu daha oldu. Çocukların kayıtlarında baba olarak William Carey geçmişti.
Henry’nin ikinci karısı, ikinci metresinin kız kardeşi Anne Boleyn oldu. Anne Boleyn, ablası Mary Henry ile metres olduğu dönemlerde yurt dışındaydı ve o sırada Fransa kraliçesi olan Henry’nin ablası Mary Tudor’un nedimeliğini yapmaktaydı. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Dük Henry Percy ile evlenen Anne Boleyn, Dük’ün başkası ile nişanlı olması sebebiyle bu evlilik iptal olmuştu. Anne Boleyn güzelliği, zekâsı ve kendine güvenli tavırları ile Henry’yi etkiledi. Henry ile metres olarak başladığı ilişki sırasında sürekli ona vereceği erkek çocuklarını anlatarak evliliği kolaylaştırdı. Böylece Kraliçe Catherine’den ve sevgilisi Mary Boleyn’den vazgeçen Henry, Anne Boleyn ile evlenmeye karar verdi. Ancak bir sorun vardı ki Catherine’den boşanabilmesi için Papa’nın buna izin vermesi gerekiyordu. Çünkü Katolik nikahı boşanmayı reddediyordu.
Henry’nin Catherine’den boşanmasına yeğeni İspanya kralı V. Şarlken karşı çıktığı gibi Papa da onay vermiyordu. Bu yüzden 6 yıl daha boşanamayan Henry, Anne Boleyn ile 6 yıl metres yaşamak zorunda kaldı. Anne Boleyn ile gizli evliliğini haber alan Papa, Henry’yi aforoz edince ipler koptu. Tam da o yıllarda Avrupa’da Protestanlık hareketi baş göstermeye başlamıştı. Biraz da bundan cesaret alan VIII. Henry, İngiltere’deki Roma Katolik Kilisesi ile olan bağları kopartarak yerine Anglikan Kilisesini kurulmasını emretti. Dönemin Canterbury Başpiskoposu olan Thomas Cranmer tarafından yazılmış olan Book of Common Prayer derlemeleri baz alınarak Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu. Henry Catherine ile olan evliliğini geçersiz kılıp, ondan olan kızını da evlilik dışı ilan ettikten sonra Anne Boleyn ile evlendi. Böylece VIII. Henry, istediği kadınla evlenebilmek için yeni bir mezhep kurarak tarihe geçmiş oldu.
Anglikan Kilisesinin kurulması o kadar kolay olmamıştı. Ülkedeki koyu Katolik halk ve kiliseler birer birer isyan etmeye başladılar. Ancak Henry’nin gözü dönmüştü bir kere. Ülkede isyan eden kiliselerin keşişlerinden, halktan ve diğer Katolik taraftarlardan yaklaşık 40 bin kişiyi idam ettirdi.
Anne Boleyn ile olan evliliği sürerken eşinin hamile olduğunu öğrendi ve doğacak çocuğunun onuruna şölenler düzenleyerek mızraklı turnuvalar yapıldı. Bu gösterilerden birinde attan düşen Henry, sağ bacağında kalıcı bir yara ve sakatlık oluştu.
Henry’nin cinsel arzuları dinmek bilmiyordu. Anne Boleyn ile olan evliliği 3 yıl sürdü. Bu süre içinde Anne’nin kuzeni olan Madge Shelton ve sonraki eşi olacak olan Jane Seymour ile yine metres ilişkisi yaşadı. Anne Boleyn çocuğunu ölü doğurunca, Henry başına gelen bunca kötü olayların, evliliğin büyü ile oluşması sonucu olduğuna karar verdi. Anne Boleyn’den boşanmak için bulduğu yöntem aynı zamanda ondan intikam da almak isteği ile sonuçlandı. Aralarında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn’in de bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlaması ile tutuklanıp yargılandı. Suçlamalar konusunda hiçbir delil olmaksızın 19 Mayıs 1536 tarihinde kendisi, kardeşi ve diğer 4 soylu kişi idam edildiler.
Anne Boleyn’in idamından 10 gün sonra 3. Karısı Jane Seymour ile evlendi. Yeni kraliçe birkaç ay sonra hamile kaldı. 1537 yılında Prens Edward doğdu. Doğumdan 12 gün sonra Kraliçe Jane Seymour öldü.
1540 Yılında bu kez Cleves’li Anne ile evlendi. Ancak bu evliliği sadece 6 ay sürdü. Cleves’li Anne’den boşandıktan sonra Boleyn ailesinden Anne Boleyn’in kuzeni, kendisinden 30 yaş küçük olan Catherine Howard ile evlendi. Catherine Howard ile iki yıl evli kaldıktan sonra Anne Bıleyn’in başına gelen onun da başına geldi. Bu kez de Catherine Howard iki farklı kişi ile zina yapmak suçundan hiç yargılanmasına gerek görülmeden idam edildi.
VIII. Henry son evliliğini Catherine Parr ile yaptı ve öldüğü güne kadar onunla evli kaldı. Yazılı tarihe ve hakkında yapılmış olan filmlere bakılacak olursa, İngiltere’nin tarih yazarlarının o dönemdeki tek işleri Henry’nin ilişkilerini takip etmek olmuş.
Samuel 2 kitabında 3 büyük olay anlatılır. Her üç olay da Rab’ın yasalarında cezası ölüm olarak geçen konulardı. Rab’ın bizzat seçtiği ve meshettiği Davut’un böyle bir suçu işlemiş olması ayrı bir soru, Davut’un çocuklarının bu suçları işlemesi de ayrı bir konu. Kaldı ki Tevrat’ın kitaplarından biri olan Rut kitabından hatırlarsanız Naomi’nin dul gelini Rut, Boaz isimi yaşlı bir akrabası ile evlenmişti. Rut ve Boaz’ın Ovet isminde bir oğlu olmuştu. Daha sonra Ovet’in de İşaya isminde bir oğlu ve onun da Davut isminde bir oğlu olacaktır. Yani Davut öyle önemli biriydi ki soyu Rab’ın istediği şekilde oluşturulmuştu. Bununla da bitmeyecekti, bundan sonda Davut’un oğulları yine her seferinde Rab’ı kızdıracaklardı. Bunların içine yine çok sevip meshedeceği Kral Süleyman da dahil. Peki bu soy neden bu kadar lanetli ve sorunlu çıktı?
Üç olaydan birincisi, geçen yazıda bahsedilen Davut’un Bat-Şeba ile yaptığı zina idi. İkincisi ise bu yazının konusu Davut’un çocukları arasında meydana gelen kan davası. Olay Davut’un 3 çocuğu arasında geçer. Taraflardan biri ilk eşlerinden olan Yizreelli Ahinoam’dan doğan Amnon isimli oğlu. Diğer tarafta ise Geşur Kralı Talmay’ın kızı Maaka isimli eşinden doğmuş olan oğlu Avşalom ve kızı Tamar bulunuyor. Yani üvey kardeşler arasında yaşanan bir olay.
Davut’un Amnon ismindeki oğlu, üvey kız kardeşi Tamar’ı çok beğenmektedir. Hatta o kadar beğeniyordur ki bir türlü aklından çıkartamıyordur. Onun bu sıkıntılı hallerini gören kuzeni ve arkadaşı Yonadav, Amnon’a akıl verir. Amnon’a hasta gibi yatmasını, babası geldiğinde ondan Tamar’ın ona yemek yapması için gelmesini isteyecektir. Tamar geldiğinde de ona aşkını anlatmasını önerir. Amnon hasta gibi yattığında babası onu ziyarete gelir ve Yonadav’ın dediği gibi yapar, babasından Tamar’ın ona gelip gözleme yapmasını ister. Davut bu isteği olumlu karşılar ve sarayda yanında yaşayan kızı Tamar’a, “Haydi kardeşin Amnon'un evine gidip ona yiyecek hazırla” der. Tamar, Amnon’un yanına gidip gözlemeyi tavaya koyar ve pişirmeye başlar. Amnon ise bu sırada odada bulunan Tamar dışında herkesin dışarı çıkmasını ister. Amnon, Tamar’dan gözlemeyi yatak odasına getirmesini ister. Tamar yemeğini götürdüğünde Amnon Tamar’ı kolundan yakalayarak yatağa çeker ve “Gel, benimle yat, kız kardeşim” diyerek zorlar. Tamar buna cevap olarak; “Hayır, kardeşim, beni zorlama! İsrail'de böyle şey yapılmamalıdır! Bu iğrençliği yapma! Sonra ben utancımı nasıl üstümden atarım? Sense İsrail'de alçak biri durumuna düşersin. Ne olur krala söyle; o beni senden esirgemez” der. Amnon, buna rıza göstermeyen Tamar’la zorla yatarak üvey kız kardeşine tecavüz eder. Tecavüz sonrasında emeline ulaşan Amnon, kız kardeşinin kendisini istememesinden dolayı hiddetlenir ve onu evden kovar. Tamar, ağabeyinin kendisine yaptığından dolayı ona kızgın olsa da artık iş işten geçmiştir diye susar. Ancak bir de evden kovulması katlanılacak bir durum değildir ve buna itiraz eder. Fakat Amnon onu dinlemez ve uşağını çağırarak “Bu kadını yanımdan dışarı çıkar, ardından da kapıyı sürgüle” diye emir verir. Kovulan ve evden atılan Tamar, kızgınlığından, üzüntüsünden sinir krizi geçirir ve üstünü başını yırtarak başından aşağıya külleri döker ve saraya dönmek yerine öz ağabeyi Avshalom’un evine gider.
Avsahlom olayı ve detayını öğrenince durumu babası Kral Davut’a iletir ve Amnon’un cezalandırılmasını ister. Bu suçun; üvey bile olsa kız kardeşe tecavüz olduğu için cezası ölümdür ve cezasını Davut vermek zorundadır. Ancak Davut öfkelenmekle kalır ve Amnona ceza vermez.
Avshalom kız kardeşine yapılan bu saygısızlığı affetmez. Üvey kardeşi Amnon’u cezalandırmak için fırsat kollamaktadır. Aradan 2 yıl geçip olay herkes tarafından unutulduktan sonra bir gün Avshalom, Baal-Hasor’da koyunlarını kırktırdığı yerde bir ziyafet verir. Bu ziyafete ailenin ve yakın akraba olan tüm erkekleri çağırır. Kral Davut, bu davete “Hayır, oğlum, hepimiz gelmeyelim, sana yük oluruz” diye cevaplasa da Avshalom kardeşi Amnon’un gelmesi için ısrar eder. Davut bir sorun olacağını düşünmese de tüm kardeşler hep bir arada olacağı için Amnon’un gitmesinde bir sakınca görmez ve izin verir.
Avshalom tüm hizmetkarlarını çağırarak onlara Amnon’un sarhoş olduğu bir anda onu öldürmeleri emrini verir. Hizmetkarlar uygun bir anı kollayarak Amnon’un sarhoş olduğu sırada onu kılıçla öldürürler. Kardeşlerinin ölümünü izleyen diğer kardeşler katırlarına atlayıp kaçarlar. Bu olayın haberi Davut’a Avshalom’un tüm kardeşlerini öldürdüğü şekliyle ulaşır. Davut üzüntüsünden elbiselerini yırtarak isyan eder. Bu arada Davut’a ağabeyi Şima’nın oğlu Yonadav, “Efendim kral bütün oğullarının öldürüldüğünü sanmasın; yalnız Amnon öldü. Çünkü o üvey kız kardeşi Tamar'a tecavüz ettiği günden bu yana, Avşalom buna kararlıydı. Onun için, ey efendim kral, bütün oğullarının öldüğü haberini dikkate alma; çünkü yalnız Amnon öldü” bilgisini verince Davut biraz daha sakinleşir. Bir süre sonra kralın oğulları Davut’un yanına vardığında hep beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.
Amnon’un öldürülmesinden sonra Avshalom, Geşur Kralı Ammihut’un oğlu Talmay’ın (Talmay, anne tarafından dedesi Geşur Kralı Talmay’ın torunuydu) yanına kaçtı. Avshalom Geşur’da 3 yıl kaldı. Bu sürede Davut oğlu Avshalom’u merak ediyordu ve duyduğu endişeden dolayı onun yanına gitmek istiyordu. Amnon’un ölümü Davut’u üzse de yaptığı suçun cezasını çektiğini düşünerek avunmuştu. (Tevrat, Samuel 2, 13. Bölüm)
Davut’un ve oğullarının bu ahlaksız yaşamı Tevrat’a Rab tarafından yazıldıysa Kuran’da neden yer almadı? Eğer Tevrat’a Ezra tarafından yazıldıysa Ezra neden bu konunun geçmesini gerekli gördü? Bunların açıklaması yok. Başka bir konuya gelirsek Rab koyduğu yasalara uymadığını görüyoruz. Bir başka konu da Rab nasıl bir tanrıysa ya adam seçmesini bilmiyor ya da kader yazmaktan haberi yok. Rab, Davut’un kral olmasına karar vermişti ve onu kutsayarak meshetmişti. Fakat Davut bu sevgiye karşılık Rab’ın yasalarına karşı gelerek zina suçu işlemekten geri kalmadı. Yasayı koyan Rab ise Davut’a ölüm cezası vermesi gerekirken günah çocuğu olarak dünyaya gelen oğullarının canını aldı. Amnon da kız kardeşine tecavüz ederek zina suçu işlemişti fakat Davut Rab’ın yasasına uymayarak oğluna ceza vermedi. Avshalom da her ne kadar hakkı olduğunu düşünürsek yine de kardeşini öldürdüğü için Rab’ın yasalarına karşı gelmişti ve suçluydu fakat o da ceza almadı. Bu durum gelecek konularda bu şekilde devam edecek. Davut’un soyu suç işleyecek ama hiçbiri Rab tarafından cezalandırılmayacak.
Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize
güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha
gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır.
Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey
şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince
detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de
Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta
Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri
şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.
Bir
kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye
Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal
Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde
biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış
olan kişi de Yusuf idi.
Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda
yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek
mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye
valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan,
bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve
onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp
mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın
damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu
İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı
olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında
İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra
İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı
bulunmamaktadır.
Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara
mı?
Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt
mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya
Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron
Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu
Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini
yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin
masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen
bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında
Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya
da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek
sürdürmeyi tercih ettiler.
Robert de Boron anlattığı masalda Son
Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor.
Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha
sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü
yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına
gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki
çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların
da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul
ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin
Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da
Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı
çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya
devam ediyorlar.
Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor;
Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral
Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu
efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine
dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri
fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot
Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk
yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar
gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi
Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen
Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan
Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya
sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya
benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.
Etimolojik
açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ
Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına
gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap
anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.
Kâse ile ilgili
ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de
Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile
anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın
efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk
hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi.
Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the
Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir
Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile
ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan
metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.
Percival’in
hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun
çünkü o da yeterince uzun sayılır.
Rivayet ve hadislere Kur’an ayetleri ile birlikte baktığımızda Ömer’in
Kur’an’a etkisinin ne denli büyük olduğunu görürüz. Öyle ki kimi ayetlerin Ömer
ile Muhammed arasındaki konuşmalar, fikir ayrılığı yaşadıkları durumlar üzerine
indiği, Allah’ın Ömer’i haklı bulurcasına onun görüşlerini vahiy ettiği görülür.
Yani Ömer, Muhammed ve takipçileri üzerinde oldukça etkili biridir. Bunun
örneklerinden biri “kalem kağıt” olayı olarak da bilinen Kırtas hadisesidir.
Kur’an’dan
sonra en güvenilir kaynak olarak kabul edilen Kütübü Sitte’de yer alan bu olaya
göre İslam peygamberi ölüm döşeğindeyken çevresindekilerden kalem kağıt ister.
Rivayetlerde yazdığına göre ölmeden önce bir şeyler yazmak istemesinin nedeni
ölümünden sonra Müslümanların sapmalarını, yoldan çıkmalarını engellemektir.
Fakat Ömer Muhammed’in yazı yazmasına engel olur. Bu yüzden Şiiler tarih boyunca
Ömer’e tepki gösterip eleştirmişlerdir. Çünkü onların görüşüne göre eğer Ömer
tarafından engellenmeseydi Ali’nin halife olmasını vasiyet edecekti, yazacağı
buydu.
Şimdi ehli sünnet kaynaklarında bu konuyla ilgili yer almış
rivayetlere bakalım.
حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُوسَى، أَخْبَرَنَا
هِشَامٌ، عَنْ مَعْمَرٍ، عَنِ الزُّهْرِيِّ، عَنْ عُبَيْدِ اللَّهِ بْنِ عَبْدِ
اللَّهِ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ لَمَّا حُضِرَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم
ـ قَالَ وَفِي الْبَيْتِ رِجَالٌ فِيهِمْ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ ـ قَالَ "
هَلُمَّ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ ". قَالَ عُمَرُ
إِنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم غَلَبَهُ الْوَجَعُ وَعِنْدَكُمُ الْقُرْآنُ،
فَحَسْبُنَا كِتَابُ اللَّهِ. وَاخْتَلَفَ أَهْلُ الْبَيْتِ وَاخْتَصَمُوا،
فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ قَرِّبُوا يَكْتُبْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه
وسلم كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ. وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ مَا قَالَ
عُمَرُ، فَلَمَّا أَكْثَرُوا اللَّغَطَ وَالاِخْتِلاَفَ عِنْدَ النَّبِيِّ صلى الله
عليه وسلم قَالَ " قُومُوا عَنِّي ". قَالَ عُبَيْدُ اللَّهِ فَكَانَ ابْنُ
عَبَّاسٍ يَقُولُ إِنَّ الرَّزِيَّةَ كُلَّ الرَّزِيَّةِ مَا حَالَ بَيْنَ رَسُولِ
اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَبَيْنَ أَنْ يَكْتُبَ لَهُمْ ذَلِكَ الْكِتَابَ مِنِ
اخْتِلاَفِهِمْ وَلَغَطِهِمْ.
Peygamberin ölüm vakti yaklaştığında aralarında Ömer bin. Hattab’ın da
bulunduğu adamlara “Yaklaşın, size bir yazı yazmama izin verin ki ondan
sonra yoldan sapmayasınız.” dedi. Ömer dedi ki: “Peygamber ağır hasta, bizde
Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter.” Evdeki insanlar birbirlerine ters
düştü ve aralarında tartışmalar yaşandı. Bazıları: “Yaklaşın da Resulullah
size sapmayacağınız bir yazı yazsın” dedi. Bir kısmı da aynen Ömer’in
söylediğini söyledi. Önünde çok gürültü patırtı koparıp ihtilafa
düştüklerini görünce Peygamber onlara: “Gidin ve beni yalnız bırakın”
buyurdu.
İbni Abbas şöyle derdi: “İhtilaf ve tartışmaların onlar
için Resulullah’ın bu yazıyı yazmayı engellemesi büyük bir felaketti.”
[1]
“İbn Abbas şöyle diyor: ‘Perşembe günü, Perşembe gününün ne olduğunu sen
ne bilirsin?” der ve yeri ıslatıncaya kadar ağlar.”
Dedi ki:
“Resûlullah'ın hastalığı Perşembe günü ağırlaştı, “Bana bir kemik getirin
de size bir yazı yazayım ki ondan sonra asla yoldan sapmayasınız.” dedi.
Sonra oradakiler ihtilafa düşüp münakaşa etmeye başladılar, oysa ki
Peygamberin yanında tartışmak doğru değildir.
Onlar :
“Resulullah ağır hastadır” dediler. O zaman Peygamber dedi ki: “Beni
yalnız bırakın, içinde bulunduğum durum, hakkımda söylediklerinizden daha
hayırlıdır”.
Sonra onlara üç şey emretti: ‘Müşrikleri Arap
yarımadasından çıkarın. Görüşmeye gelen heyetlere, benim yaptığım gibi
ikramda bulunun ve hediyeler verin. Üçüncüsünü unuttum.”
[2]
Bu rivayette Muhammed’in hakkında söylenenlere neden sitem
ettiğini, yanındakilerin hakkında ne dediklerini aynı olayı anlatan farklı bir
rivayetteki ifade ortaya koyuyor. Çünkü aralarından kimileri yazı yazmak
isteyen Peygamber için
“Ona ne oluyor? (Sizce) delirmiş (ağır hasta) mi? Durumunu anlamak için
ona sorun.”
derler. [3]
Kimi rivayetlerde
“Gerçekten Resulullah sayıklıyor”
dedikleri yazar. [4]
فَقَالُوا إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه
وسلم يَهْجُرُ .
Bunun üzerine Muhammed onları huzurundan kovar,
ki rivayetlerin genelinden anlaşılacağı üzere bu tartışmaya neden olan kişi
Ömer’dir. Onun söyleminden sonra kimileri aynı şekilde Muhammed’in bir şeyler
yazmak istemesine karşı çıkarlar.
Anlatım yönüyle diğerlerinden
farklı olan ve İbni Sa’d da yer alan bir rivayet yine Buhari, Müslim gibi
kaynaklarda yer alan rivayetleri destekler şekilde Ömer’in Muhammed’in bir
şeyler yazmasına karşı çıkışını anlatır:
“Biz Nebî (sav)’in yanındaydık. Bizimle kadınların arasında perde vardı.
Resulullah (sav) “Beni yedi ayrı kuyudan alınmış su ile yıkayın ve bana
kağıt ile kalem getirin ki, ondan sonra asla dalalete düşmeyeceğiniz bir
yazı yazayım.” dedi. Kadınlar, “Resulullah’ın isteğini yerine getirin.”
dediler. Ben, “Siz susun. O hastalandığında gözlerinizden yaşlar akar,
iyileşince de boğazına sarılırsınız.” dedim. Resulullah (sav) ise, “Onlar
sizden hayırlıdır.” dedi.”
[5]
Bunlara ek olarak belirtmekte fayda var ki İbni Sa’d’da yer
alan bir rivayette daha güvenilir olan ehli sünnet kaynaklardaki rivayetlerle
ve Muhammed’in ölümüne dair anlatılarla uyumsuz bir şekilde olaydaki kişi Ömer
değil de Ali olarak önümüze çıkar. Şöyle yazar:
“Resulullah’ın hastalığı ağırlaştığında, “Ey Ali, bana bir şey getir de,
benden sonra ümmetimin dalalete düşmemesi için yazayım.” dedi. Getirmeden
önce vefat eder korkusuyla, “Ben onu aklımda tutarım.” dedim. Onun başı
göğsümde olduğu halde, namazı, zekatı ve kölelere iyi davranılmasını
vasiyet etti. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna şehadet edilmesini emretti. Sonra da ruhunu teslim etti.
Her kim bu şekilde şehadet getirirse ona cehennem haram olur.”
[6]
Fakat gördüğünüz gibi daha güvenilir olarak kabul edilen Buhari
ve Müslim gibi onca sünni hadis kaynağı bu kişiden Ömer olarak bahseder.
Muhammed’in ne yazmak istediği belirsiz olsa da Şiilerin görüşüne göre Ali’nin
halife olacağını yazacaktır ve Ömer bunu engellemiştir. Bu yüzden Şiiler
arasında zaman içinde Ömer’e karşı artan bir nefret oluşmuştur.
Muhammed’in
ölümü ile ilgili rivayetlerden yola çıkılarak onun bu olaydan birkaç gün sonra
öldüğü ve muhtemelen bu süre zarfında yazamadığı şey her neyse onu sözlü
olarak insanlara bildirmiş olması gerektiği söylenir. Fakat eğer söz konusu
kimin halife olacağı ise rivayetlere bakıldığında ölmeden önce bu konuda net
bir açıklama yapmış değildir. Örneğin şöyle bir rivayet vardır:
“Bana baban Ebubekir’i ve kardeşini (Abdurrahman’ı) bir yazı yazmam için
çağır. Çünkü gerçekten ben, bir temenni edicinin şöyle temenni etmesinden
ve ben öldükten sonra “ben bu işe (hilafete) daha layığım.” demesinden
korkuyorum.
Sonra Resulullah, Allah ve mü’minler ancak
Ebubekir’e razı olur.” değerlendirmesini yaparak bundan
vazgeçmişti."
[7]
Bu rivayete göre kendisi halife seçmiyor da “zaten halk
Ebubekir’i seçecektir” diyerek bu konuda herhangi bir açıklama getirmiyor.
Eğer
“halife şu kişi olacaktır” deseydi ölümü sonrası yaşanacak birçok siyasi
çekişmenin, Müslümanın Müslümanı öldürmesinin önüne geçebilirdi.
İki
rivayet var ki Şiilerin iddiası ve Kırtas hadisesi konusunda oldukça
önemliler.
İlk rivayete göre Muhammed’in amcası Abbas, Muhammed’in
hastalığı sırasında, başkanlığın, Haşimoğulları’ndan çıkmaması için bazı
girişimlerde bulunmuştur. Bunun için bir gün Ali, hasta olan
Muhammed’in
yanından çıkınca onun hastalığı hakkında bilgi alır ve
“Görmüyor musun? Allah’ın Elçisi bu hastalıktan ölmek üzeredir. Ben,
Abdülmuttalip oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne duruma geldiğini
bilirim. Haydi Allah’ın Elçisi’nin yanına gidelim de bu işi (yönetim) kime
bırakacağını soralım. Bize bırakıyorsa bunu bilelim. Bizden başkasına
bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bizim için tavsiyelerde bulunsun”
deyince, Ali, “Biz bunu Allah’ın Elçisi’ne sorunca, o da bunu bize
vermeyecek olursa, artık bir daha bunu bize vermezler. Onun için ona böyle
bir şeyi asla sormam” der.
[8]
İkinci rivayet şöyledir:
Abdullah bin Abbas’a “Tanrı elçisi vasiyetlerde bulundu mu?” diye sordum.
O, “Hayır, bulunmadı” dedi. Ben “bu nasıl oldu? Diye sorduğumda,O
“Allah’ın Elçisi, “Ali’yi bana çağırınız” dediğinde, Ayşe, “Ebû Bekir’i
çağırmayacak mısın?” , Hafsa da: “Ömer’i çağırmaya adam göndermeyecek
misin?” dedi. Bunun üzerine hepsi Peygamber’in huzurunda toplandılar.
Tanrı elçisi “Evlerinize dönün, bir işim olursa ben sizi çağırırım” dedi.
[9]
Tüm bunlara bakıldığında Muhammed ölüm döşeğindeyken
çevresindekilerin “kim halife olacak” derdine düşüp bu güçlü makama sahip
olmayı dilediği açıktır. Muhammed Ali’yi çağırtınca Ayşe ve Hafsa’nın da
babalarını çağırttığı, onlar gelince Muhammed’in hepsini huzurundan gönderdiği
rivayete bakılınca insanın aklında yaşanmış olabilecek onlarca ihtimal
beliriyor. Tabi Ebubekir’i övdüğü hadisleri de unutmamak gerekiyor.
Diğer
yandan, eşleri ile kavga edince, cariyesini kendine yasaklayınca veya
Yahudiler kendisi ile alay edince ayet gönderen Allah nedense büyük sorunlara
yol açacak daha önemli bir konuda, halifenin kim olacağı konusunda hiçbir ayet
göndermiyor. Müslüman arkadaşlara sesleniyorum. Elinizi vicdanınıza koyup,
gerçekten akıllıca düşünüp samimi olarak cevap verin. Hangisi daha önemli bir
konu:
Ölümünden sonra
imametin, halifeliğin kime geçeceği, yönetimi kimin ele alacağı.
Birincisi
hakkında ayet var ama çok daha önemli olan, dinin ve inananların kaderini
belirleyecek olan ikincisi hakkında yok. Böyle bir kutsal kitap olabilir mi?
Gerçi, Kur’an’ın Muhammed’in ölümünden yıllar sonra zar zor bir araya
getirilebildiğini hatırlayınca insanın tekrar “böyle bir kutsal kitap olabilir
mi?” diye sorası gelmiyor değil.
Kırtas hadisesi ile ilgili
rivayetlere bakınca bazı soruları sormak gerekiyor:
1) Ömer
Muhammed’in yazı yazmasına neden engel oluyor?
2) Yanındaki
kişilerden bazıları “yoksa o delirdi mi?” ya da “sayıklıyor” gibi sözler
söylüyorlar. Hani peygambere hürmet edip tevazu gösteriyorlardı? Yoksa O’nun
yatağa düştüğünü görünce gevşeyip güçlü gördükleri kişilere yanlamaya mı
başladılar?
3) Birçok rivayette Ali Muhammed’in cenazesiyle
ilgilenirken Ebubekir ve Ömer’in halifelik konusuyla uğraştıkları, daha sonra
Ebubekir’in halife ilan edildiği yer alır. [10] Bu durumda Şiilerin ya da kimi
insanların halifelik konusunda oyun oynandığını düşünmesi normal değil
midir?
4) Necm suresi 3. ayette “O, nefis arzusu ile konuşmaz.”
deniyor. Buna karşın Kırtas hadisesine dair rivayetler gerçekse Ömer’in
aslında Muhammed’e inanmadığı, iktidar dengeleri için yanında saf aldığı
sonucu ortaya çıkmıyor mu?
5) Allah’ın böylesi önemli bir konu
hakkında emir göndermemiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Mantıklı buluyor
musunuz?
KAYNAKLAR
Taberî, Târîh, II, 228-229; Sahih-i Buhari, Hadis no: 7366; 96. kitap
(Kitabu’l İtisam), 468. hadis; Buhari’de olayı aynı şekilde anlatan diğer
rivayetler: Sahih-i Buhari, Hadis no: 5669; 114; 75. kitap, 29. hadis; 3.
kitap, 56. hadis; Kitabu’l-Meğâzî, 78 (4169 nolu hadis); Kitabu’l-Merda,
17 (5345 nolu hadis); İbni Sa’d, II, 243. Not: Kimi rivayetlerde yazmak
için kalem ve kürek kemiği istediği yazar.
Sahih-i Buhari, Hadis no: 3053; 56. kitap, 259. hadis; Buhari, a.g.e.
3168; 58. kitap, 10. hadis; Buhari, a.g.e. 4431; 64. kitap, 453. hadis;
Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II,
242; Buhârî, V, 137; Müslim (261/874); Müslim II, 1257-1258.
Sahih-i Buhari, Hadis no: 4431; 64. kitap, 453. hadis.
Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II,
243; Sahîh-i Müslim, II, 1258; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk
(Târîhu’t-Taberî), I-VI, Beyrut 1988, II, 229; Buhârî, V, 137; İbni Sa’d,
II, 242.
İbn Sa’d, II, 243-244.
İbn Sa’d, II, 243.
İbn Kesir, V, 394-395; K. Fezail. Müslim Fezailus-Sahabe, 11; el-Halebi,
İnsanul Uyun, I-III, Beyrut 1980, III, 456; İslam ve Hilafet, s. 156; İbn
Sa’d, II, 225; Bakillânî, 177; İbn Teymiye, Ebu’l-Abbâs Ahmed b.
Abdilhalîm (728/1328), Minhâcu’s- Sünne fî Nakdi Kelâmi’ş-Şîa
ve’l-Kaderiyye, I-IV, Bulak 1321, I, 134-135; II, 135; İbn Kesîr,
el-Bidâye, V, 228.
Sahih-i Buhari, cilt 5, s. 444-445 (64. kitap), hadis no: 4447; Şah
Muınüddin Ahmed Nedvî-Said Sahid Ansari, Büyük İslâm Tarihi Asrı Saadet
Peygamberimizin Ashabı II, hazırlayan Eşref Edip, İstanbul 1969, 114;
Ahmet b. Hanbel, Müsned I, 263, 325; İbn Sa’d IV/1, 18; İbn Hişam, IV,
101; Ebû Bekr İbnî’l-A’râbî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, tahkik: Muhibbüddin
el-Hatib, Dımaşk 1412, 177; Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi V,
s.882-883.
Şark-İslam Klasikleri, Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, V, Milli
Eğitim Bakanlığı yayınları (1992), s. 890-891; aynı konu için bakınız: İbn
Kesîr, V, 393-394.
İbni Kesir, Bidaye-Nihaye, 5/292. Hz. Muhammed ne zaman gömüldü? Babı;
İbni Hişam, Siyer 4/315; Taberi, Tarih. 3/217.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
En eski Yahudi metinlerinde net bir Şeytan figürü yoktu. Şeytan olarak
adlandırılabilecek en eski meleklerden biri olarak, bazen tanrının düşmanı
gibi görünen bazen ise onun kirli işlerini yapan Mastema'ydı (מַשְׂטֵמָה).
Erken dönem Yahudi düşüncesinde zıtlık ilkesini temsil etmek üzere insanların
yarattığı, şeytan benzeri bir figürdü. Hemen hemen şeytanla özdeştir.
Adı Hoşea 9:7,8 de "düşmanlık" anlamına gelen ortak bir isim olarak yer
alır. Ölü Deniz Yazmaları'nda şeytanın başka bir adı olan Belial ile
bağlantılı olduğu görülür. Dolayısıyla bu terim eski Yahudi edebiyatındaki
zıtlık eğiliminin tipik örneklerindendir.
Diğer adıyla Mastemat, suçlayıcı, tıpkı şeytan gibi ayartıcı, baştan çıkarıcı
ve Tanrı'nın hizmeti altında cellatlık yapan bir figürdür. Aynı zamanda
adaletsizlik, mahkum etme ve düşmanlık meleğidir. Düşen meleklerin çocukları
olan Nefilimlerin soyunu komuta etmiştir. Tanrının emri altında olsa da bütün
kötülüklerin babasıdır.
Mastema'nın kökeni Eski Ahit anlatılarındaki birçok geleneksel hikayede rol
oynayan Yahudi apokrif eseri olan Jübileler diğer adıyla Küçük Yaratılış
kitabına dayanır. Adının normal anlamı "sar ha-Mastemah" yani "Mastema'nın
prensi" dir ve kitapta anlamı aynı zamanda "düşmanlığın prensi" olarak önümüze
çıkar.
Jübileler Kitabına bakıldığında Mastema'nın, Rabbin ana düşmanı olan güçlü bir
melek olarak tasvir edildiği görülürken diğer yandan sadece Yahve'ye isyan
eden bir melek gibi görünmektedir. İnanışa göre Büyük Tufan bittikten sonra
Mastema'yı takip eden meleklerin bir kısmı uçurumlara hapsedilmişti. Mastema
tanrıdan, insanoğlunun üzerindeki iradesini gösterebilmesi amacıyla bir
kısmının serbest bırakılmasını istemişti. Tanrı bunun kesinlikle iyi bir
fikir olduğunu söyleyerek şeytanların onda birini özgür bırakıp Mastema'nın
hizmetine vermişti. [1]
Jübileler Kitabı'ndaki ilgili metin şöyledir:
Ruhların lideri Mastema geldiğinde şöyle dedi: "Yaratıcı Rab, onlardan
bazılarını (kötü ruhları) özgür bırak, beni dinlesin ve onlara söylediğim
her şeyi yapsınlar. Aksi halde emrim altında hiçbir ruh olmazsa irademin
yetkisini insanlar arasında kullanamam. Çünkü onları helak edici ve
saptırıcı olarak kullanıyorum. Çünkü insanların şerri büyüktür." Sonra tanrı
onların onda birinin kendisine bırakılmasını emrederek, kalan kısmı
uçurumlara hapsetti. [Jüb. 10:8-9]
MASTEMA, TANRI VE İBRAHİM
İbrahim'i sınamak isteyen Tanrı değil, onun Tanrı'ya olan bağlılığını
zedelemek isteyen Mastema'ydı. [2] Kimilerine göre yaptıkları ile İsrail'in
yükselişinde önemli rol oynamıştı. Jübileler Kitabı'nda yazana göre
İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban etmesini isteyen tanrı değil Mastema'dır.
Mastema, Yahudilerin tanrısı Yahve'ye İbrahim'in çocuğunu kurban edemeyeceğini
söyler. Yani tanrıya o denli bağlı olmadığını iddia eder. Yahve duruma
müdahale etmeyerek Mastema'nın yapmak istediği şeyi göstermesine izin verir.
İbrahim gerçekten çocuğunu kurban etmeye kalkınca tanrı araya girerek İshak'ı
kurtarınca Mastema utanır.
Jübileler Kitabı'nda olaylar nasıl anlatılmış görelim ve buna Mastema'nın
Tanrı ile İbrahim hakkında konuşmasıyla başlayalım:
"... Gökte İbrahim ile ilgili, O'nun sözüne ve her türlü zorluğa rağmen
Rabbine sadık olduğunu söyleyen sesler vardı. Sonra Prens Mastema geldi ve
Tanrının huzurunda şöyle dedi: "İbrahim gerçekten oğlu İshak'ı seviyor ve
onu herkesten daha hoş buluyor. Onu bir sunak üzerinde kurban olarak
sunmasını iste. O zaman bu emri yerine getirip getirmediğini görecek ve
kendisini sınadığınız her şeye sadık olup olmadığını bileceksiniz."
[Jüb. 17:15-16]
Gördüğünüz gibi Mastema burada bir nevi kralın aklına girerek onu eyleme
geçiren, kışkırtan bir vezir gibidir.
Tanrı ile bu konuşmasından sonra olay İbrahim'den oğlu İshak'ı kurban
etmesinin istenmesine gelir. Şöyle yazar:
"Rab ona dedi ki: "İbrahim, İbrahim"! "Evet?" diye cevapladı. Oğlunu,
sevdiğin sevgili İshak'ı al ve yüksek tepeye git" dedi. Sana göstereceğim
dağlardan birinde onu sun." [Jüb. 18:1-2]
Akabinde İbrahim, İshak ve hizmetçileri le birlikte şafak sökerken yola çıkar.
Yolculuklarının üçüncü, ilk ayın 14. gününde İbrahim gidilecek alanı uzaktan
görür. Hizmetkarlarını bir kuyunun yanında bırakıp İshak'ı yanına alarak dağa
çıkar.
Olayın devamı Jübileler Kitabı'nda nasıl anlatılıyor bakalım:
Rab'bin dağının bulunduğu yere yaklaştığında bir sunak yaptı ve odunu
sunağın üzerine yerleştirdi. Sonra oğlu İshak'ı bağladı, onu sunağın
üzerindeki odunun üzerine koydu ve İshak'ı kurban etmek için bıçağı almak
üzere elini uzattı. Sonra ben (=Mevcudiyet Meleği) O'nun ve Mastema'nın
önünde durdum. Rab dedi ki: "Ona söyle, elini çocuğun üzerine indirmesin ve
ona bir şey yapmasın, çünkü onun Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum."
Bunun üzerine ben gökten ona seslendim ve dedim ki: " İbrahim, İbrahim!'
Şaşırdı ve: 'Evet?' dedi. Dedim ki "Elini çocuğun üzerine koyma ve ona bir
şey yapma, çünkü şimdi senin Rab'den korkan biri olduğunu biliyorum. İlk
oğlunu kurban vermeyi reddetmedin.' [Böylece] Mastema prensi utandırıldı. [Jüb. 18:7-12]
Peki olay nasıl son buldu, ona da yazanları okuyarak bakalım:
İbrahim hizmetçilerinin yanına gitti. Yola çıktılar ve birlikte Beerşeba'ya
gittiler. İbrahim yemin alanında yaşadı. Her yıl yedi gün boyunca bu bayramı
sevinçle kutladı. Gidip sağ salim geri döndüğü yedi güne uygun olarak
bayrama Rab'bin bayramı adı verdi. İsrail ve onun soyundan gelenlerle ilgili
olarak göksel levhalarda yazan ve emredilen şudur: [Onlar] bu bayramı yedi
gün boyunca mutluluk bayramı ile birlikte kutlayacaklardır.
[Jüb. 18:17-19]
Jübileler Kitabı'nın özelliklerinden biri bu hikayeye tarih veriyor olmasıdır.
1.ayın 11.gününde dağa ulaşan İbrahim 13 veya 14. gün geldiğinde koç kurban
eder. [3]
MASTEMA, TANRI VE MUSA
Mısır'dan Çıkış 12:23'de Rabbin Mısırlıları öldürmek için geleceği yazarken
Jübileler Kitabı'nda ilginç bir şekilde bunu yapan, yıkımı getirenler
Mastema'nın egemenliği altında olan kötü ruhlardır. [להשחית Jüb. 10:8] Yani
Mısır'da ilk doğan oğulların öldürülmesi kötü ruhlar tarafından
gerçekleştiriliyordu. Çünkü Mastema bağlanmış, kilitli durumdaydı. [48:15] Bu
yüzden emrindeki ruhlar bir nevi tanrının temsilcileri olmuşlardı. Bu ruhlar,
Tanrı'nın emri gereği Paskalya sunusu verenlere zarar vermeyecekti. İlgili
metinler şöyledir:
Çünkü bu gece -bayram ve sevincin başlangıcında- Mısır'da paskalya sunusunu
yiyordunuz ki, Mastema'nın bütün güçleri Mısır diyarındaki her doğan ilk
çocuğu, değirmen taşındaki tutsak cariyenin ilk doğan çocuğunu ve sığırların
da ilk yavrularını öldürmek için gönderilmişti. Rabbin onlara verdiği şey
şudur: Kapısında bir yaşında kuzunun kanını gördükleri her evin üzerinden es
geçecek, o evlere öldürmek için girmeyecek, kurtarmak için üzerinden
geçecekler. [Jüb. 49:2-3]
Bu şeytanın öne çıktığı diğer önemli nokta Mısır'dan Çıkış'tır. Jübileler
Kitabı'na göre Musa Mısır'a döndüğünde onu öldürmeye çalışan tanrı değil
Mastema'dır.
"Mastema prensinin sen Mısır'a, konaklama yerine dönerken sana ne yapmak
istediğini biliyorsun. Bütün gücüyle seni öldürmek istediğini, senin tüm
gücünle Mısırlıları cezalandırmak, intikam almak için gönderildiğini gördüğü
için Mısırlıları senin elinden kurtarmak istemedi mi?"
[Jüb. 48:2-3]
Bu metinler Tevrat, Mısır'dan Çıkış 4:24'deki "Ve o konaklama yerine gidiyordu
ve YHVH onunla karşılaşıp öldürmeye çalıştı" ifadesiyle paralellik gösterir.
Ayrıca Firavun'un yüreğini katılaştıran da odur (Midraş Abkir'de Uzza). Hatta
Musa ve Harun büyü yapmak için Firavun'un karşısına çıktığında Mısırlı
büyücülere yardım ettiği iddia edilir. Yani bu varlık İsrail halkını ve
Yahve'nin takipçilerini aldatmaya çalışan, onlarla uğraşan bir baş belası
gibidir.
Jübileler Kitabı'nda tüm ulusların ruhlar tarafından yönetildiği ve bu
ruhların başında Mastema'nın bulunduğu yazdığı gibi , sünnetsizler hoş
karşılanmadığından olsa gerek aynı zamanda sünneti uygulamayan toplumların
hükümdarı olarak kabul edilmiştir. Yani pagan toplumların ve beraberindeki
kötü ruhların hükümdarı olarak görülmüştür. Buna karşılık İsrail'in ise tanrı
Yahve tarafından yönetildiğine inanılmıştır.
Mastema tanrının rakibi olmasına rağmen diğer yandan enteresan bir şekilde
tanrı tarafından insanlığı cezalandırmak ve putperest ulusların gardiyanı
olarak hareket etmek için kullanılıyor gibi görünmektedir.
Örneğin sünnet olmanın kişiyi Mastema'nın yönetiminden tanrının yönetimine
aktardığı söylenir. Yani çağın sonunda tüm insanlığın bu iblisten kurtularak
tanrının egemenliğine teslim olacağı ima edilir.
MÖ. ilk binyıl içinde güneybatı Asya'da iyi ve kötü arasındaki kozmik savaş
inanışının popülerlik kazandığı görülür. Bunun en erken örneklerinden biri
Zerdüştlükte evreni yöneten iyi ve kötü ruh ya da gücün savaş halinde
olmasıdır.
MÖ. 550-330 aralığında hüküm sürmüş Ahameniş İmparatorluğunun başlıca dini
olan Zerdüştlüğün Babil sürgünü sonrası Pers İmparatorluğunda yaşamış olan
Yahudi düşünürleri etkilemiş olması mümkündür. Yani Mastema Yahudilikte ifade
edilen ahlaki ikiliğin bir örneğini temsil edebilir.
Mastema ulusları yönetse de bir gün onun yönetimi altındaki ulusların
Yahve'nin saltanatına geçeceğine, Eski Hristiyanlar gibi eski Yahudiler de bir
gün dünyanın eski mükemmel haline geri döneceğine inanıyorlardı. Dünyanın
sonunda tekrar yenilenip iyiliğin hüküm süreceğine dair bu inanış uzun yıllar
var olmuştu.
Batı genel olarak artık kıyameti ve Mesih'in ikinci kez geleceğini bekleyerek
yaşıyor olmasa da hala bazı Hristiyanlar bir gün kötülerin yenileceğine,
dünyanın şimdikinden çok daha iyi bir hale geleceğine inanıyorlar.
KÖKEN-ORTAYA ÇIKIŞ
Jübileler kitabı MÖ. 2. yy'da Yohanan Hurkanus döneminde yazılmıştır.
Hurcanus MÖ. 166'daki Makabi isyanından sonra kurulan Hasmon hanedanlığının
baş rahibiydi. MÖ.134'de göreve başlamış ve 104'e kadar hüküm sürmüştü.
Yohanan Hurkanus, Kuzey Filistin'deki toprakları fethederek ve rakipleri
olan Samirilerin Gerizim Dağı'ndaki tapınağını yok ederek Yahudiye ulusunun
topraklarını genişletmesiyle bilinir. Güneydeki Edomluları boyunduruk
altına almış ve onları Museviliğe geçmeye zorlamıştır. Her ne kadar
toprakları tek bir din altında birleştirerek egemenliğini pekiştirmenin bir
yolu olarak Museviliği kullanıyor olsa da Helenistik kültüre de sempati
duyan biriydi. Bu yüzden Ferisiler gibi bazı Yahudi mezhepleri öfkeleniyor,
onun yüksek rahip olarak görev yapmasını sorguluyordu.
İşte Jübileler Kitabı büyük olasılıkla bu bağlamda yazılmıştı. Çünkü kitabın
ele aldığı temalar arasında Yahudi Yasasına sıkı sıkıya bağlanma ve tanrı ile
karanlık güçlerin savaşı yani tanrı ile Mastema'nın kozmik savaşı yer
alıyordu.
İşin ilginç yanı bu şeytan figürünün ortaya çıktığı dönemdir. Çünkü bu dönemde
Yahudi halkı kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmanın yanı sıra dinine sadık
Yahudileri mürted olan Yahudilerden ayırma konusunda büyük endişe duymuş,
aşırı Yahudi milliyetçiliği patlak vermişti.
Yani Mastema figürünün öne çıkış nedeni bir kısım Yahudinin kendilerini diğer
uluslardan ve dinine sadık olmayan Yahudilerden ayırma girişimidir. Bu durum
sonucunda sadık Yahudiler tanrının yani iyinin yanında yer alan seçilmiş halk
iken diğer uluslar ve dinden dönen Yahudiler tanrıya karşı gerçekleşen kozmik
savaşta Mastema'nın yönetimi altında yer alan insanlar sayılmışlardı.
Jübileler Kitabı ve Mastema figüründen sorumlu olduğu düşünülen 3 topluluk
vardır. Bunlar Ferisiler, Esseniler ve Hristiyanlık karşıtı Yahudilerdir.
Makkabi isyanından sonra ortaya çıkan önemli bir mezhep olan Ferisiler
hahamların ve modern Yahudilerin kökleri kabul edilebilecek bir çok şeyin
öncüleri olduklarından Yahudi tarihi için önemlidirler. Ferisiler genellikle
Yahudi yasalarını ve tarihini öğrenmeyi kendine görev edinmiş sıradan
insanlardı. Tevrat'a ek olarak, Tevrat'ı yorumlamalarına yardım eden ve
Musa'ya kadar uzanan bir sözlü gelenek olduğuna inanıyorlardı.
Yahudilerin, Yahudi yasalarını izleyerek diğer uluslarla evlenmeyip
kendilerini Yahudi olmayanlardan ayırmaları gerektiğini söylüyorlar, ayrıca
ölülerin yeniden dirileceğine ve Mesih'in geleceğine inanıyorlardı.
Dolayısıyla bu mezhep birçok yönden modern Yahudiliğin ve erken Hristiyanlığın
yükselişinde rol oynamıştı.
Ferisiler kendilerini Helenistik dünyadan tamamen koparmak isteyen fanatikler
ve Esseniler ile Helenistik kültürün kendilerine uygun yönlerini benimseyen
Sadukiler arasında bir orta yol bulmuşlardı. Bugün İbrahimi dinlerin sahip
olduğu birçok fikre ve muhtemelen farklı ulusların asi melekler tarafından
yönetildiğine, gerçekleşecek son savaşta bu meleklerin yenileceğine
inanıyorlardı. Ferisiler hakkındaki tüm kanıtlar ele alındığında Mastema
kavramını yaratanların MÖ. 2.yy Ferisileri olduğu görülmektedir.
KAYNAKLAR
Vanderkam (1989) The Book of Jubilees; Melekler Sözlüğü, Gustav Davidson,
Sel Yayıncılık, s. 226
Dimant, Biblical Basis, 117-140; Yoshiko Reed, Enochic and Mosaic
Traditions in Jubilees, 353-368
Dimant, D.: The Biblical Basis of Non-Biblical Additions. The Sacrifice of
Isaac in Jubilees in Light of the Story of Job, in: Zaphenath-Paneah (FS
E. Qimron), ed. D. Sivan, D. Talshir, and C. Cohen, Beer-Sheva 2009,
117-140, p.122
Driscoll, James F. 1911. Pharisees. Catholic Encyclopedia.
18 YIL BOYUNCA ŞEYTANIN ELE GEÇİRDİĞİ SÖYLENEN ADAM : GEORGE LUKİNS
Paranormal olayların gerçek olup olmadığı ve bu olaylara dair anlatılar
her zaman insanlar için merak konusu olmuştur. Yıllar boyunca doğrudan şeytani
ele geçirme ile bağlantılı olmayan pek çok doğal olmayan olay rapor
edilmiştir.
Tarihin tozlu sayfaları arasında yer alan ve özellikle
Hristiyanlar için kafa karıştırıcı durum haline gelmiş olan bir olay da George
Lukins'in şeytani ele geçirilmesidir. Lukins aynı zamanda "Yatton Daemoniac"
olarak biliniyordu.
Aslına bakarsanız George Lukins vakası o zamanlar da iyi biliyordu ve
1778'de İngiltere'de büyük popülerlik kazanmıştı. Garip vakalardan biri olan
bu olayın ne olduğunu öğrenebilmek amacıyla şeytani ele geçirme olduğu
söylenen bu olayın derinliklerine inelim.
Kariyerindeki en tartışmalı davalardan biri ile karşılaşan rahip Joseph
Easterbrook İngiltere, Bristol'deki Tapınak Kilisesi'nde bir Anglikan
papazıydı. 31 Mayıs 1778'de cemaatinin bir üyesi sıra dışı bir istekle ona
geldi. Anlattığına göre kilise cemaatinden olan Sarah Baber yakın zamanda
Somerset yakınındaki Yatton kasabasını ziyaret etmiş ve bir adamın
açıklanamayan duruma maruz kaldığına tanık olmuştu.
Söz konusu adamın 40 yaşlarındaki bir terzi olan George Lukins olduğunu
belirtmiş, adamın günlük nöbetler geçirdiğini, bu nöbetler sırasında farklı
ses tonlarında yüksek sesle şarkı söylediğini ve çığlıklar attığını
anlatmıştı. Nöbet geçirirken çıkardığı bazı sesler insan sesine
benzemiyordu. Lukins ayrıca saldırgan tavır takınıyor, küfürler ediyor,
tanımlanamayan sözler söylüyor ve iğrenç tutumlarda bulunuyordu. Kadının
dediğine göre Lukins trans halindeyken kendine doktorların yardım
edemeyeceğini de söylemişti. [1]
Sarah olaydan uzun yıllar önce Yatton'da yaşayan bir kadındı ve
Lukins hakkında farklı bir izlenim oluşturmuştu. Lukins'in düzenli
olarak kiliseye giden, dindar ve toplum tarafından iyi olarak bilinen bir
adam olduğunu doğruluyordu. Fakat Lukins'in şeytan tarafından ele geçirilme
sürecinin 18 yıl önce başladığını söylüyordu. Yani kadının dediğine göre
adam tam 18 yıldır şeytani bir hakimiyet altındaydı.
Lukins'in ele geçirilmesine dair birçok açıklama var. Bunlardan birine göre
ailesi onu birkaç doktora götürmüş ancak tüm çabalarına rağmen düzensiz
davranışının nedenini bulamayınca olanları hayal kırıklığıyla
karşılamışlardı.
Lukins'in Londra'daki Aziz George Hastanesinde 18 ay boyunca gözlem altında
tutulması bile önerilmişti. Bu hastanede 20 hafta kaldıktan sonra tıp
camiası onun tedavi edilemez olduğu söylemişti. Nöbetleri geçmiyordu ve
halkın hakkında yaydığı dedikodular kısa sürede onu lanetlemiş, büyülenmiş
veya bir iblis tarafından ele geçirilen adam olarak damgalamıştı. [2]
Anlatılana göre aslında Lukins'in kendisi de geçirdiği nöbetler konusunda
şaşkındı. İfadesine göre, ele geçirilmesi bir Noel Baba oyununda rol aldığı
sırada başlamıştı. O yıllarda genç olan Lukins sokakta ilerlerken
birinin ona çok sert bir tokat attığını görmüş ve bilincini kaybederek yere
yığılmıştı.
O sıralar adamı tanıyanlar onun alkol tükettiğini söylüyor ve kimileri onun
yediği bu tokada "ilahi tokat" diyordu. Tokat olayından kısa bir süre sonra
adam nöbetler geçirip anormal davranışlar gösteriyor, nöbet sırasında köpek
gibi havlıyordu. Özellikle sağ elinin açıklanamayan ve güçlü bir şekilde
seğirdiği söyleniyordu. [1]
George Lukins'in yerel toplumun lanetli olduğunu söylemeye başlaması çok
uzun sürmemişti. Ayrıca kendisine yedi şeytanın musallat olduğunu ve bunları
ortadan kaldırabilmek için 7 din adamının gerekli olduğunu iddia ediyordu.
İşte tüm bu olaylar sonucunda Sarah Baber adlı kadın Lukins'i Bristol'e
getirmek için düzenlemeler yapan peder Easterbook'a başvurmuştu.
Peder Easterbrook, Bristol'e varır varmaz Lukins'i inceler. Adamı incelemek
için toplanan meslektaşları ile birlikte gördükleri karşısında şaşırırlar.
Lukins'in sergilediği ifadeler, tuhaf sesler ve saldırganlıkla birlikte
seyreden açıklanamayan kasılmalar rahibi ve bazı meslektaşlarını bunun
gerçek bir ele geçirilme vakası olduğu konusunda ikna eder. Ancak rahibin
meslektaşlarından bazıları adamın bir varlık tarafından ele geçirildiğinden
şüpheliydiler.
Şeytan çıkarma ayininin gerekli olduğu söyleniyor, diğer yandan o dönem
yayınlanan bazı makaleler bunu eleştiriyor ve adamın aslında epilepsi ve
Aziz Vitus'un dansı rahatsızlığına sahip olduğunu söylüyordu. Aziz Vitus'un
dansı denen rahatsızlığın diğer adları Aziz John'un dansı, Koreomanya
(choreomania) veya Dans Vebası'dır. İnanışa göre bu rahatsızlığa neden olan
şey Aziz Vitus'un ya da Vaftizci Yahya'nın lanetiydi. Sırf bu yüzden
lanetten kurtulmak umuduyla Vaftizci Yahya'ya dua ediyor ya da Aziz Vitus'a
adanmış yerlere hac ziyareti yapıyorlardı. Bu rahatsızlık Kara Veba'dan
birkaç yıl sonra meydana gelmiş, tedavi edilemedikleri görülünce hasta
insanların çoğu yalnızlığa terk edilmiş ya da kasabalardan kovulmuştu.
[1][3]
Bu rahatsızlık 17.yy'da "Sydenham chorea" adını almıştır. Bu bir sinir
sistemi hastalığıdır ve vücudun kontrolsüz hareket etmesine neden
olur. Bazı bilim insanları bunu "kolektif zihinsel bozukluk" ve
"kolektif histerik bozukluk" olarak tanımlamışlardır. Yine de büyük bir
kitle bunu iblislerin veya şeytanın ele geçirmesi olarak görmüş ve tıpkı
rahip Easterbrook gibi şeytan çıkarmaya başvurmuştur.
Rahip, Lukins için dua etmek ve bir şeytan çıkarma ayini
gerçekleştirmek için bölgedeki John Valton ve John Wesley gibi Protestan
mezhebi üyelerinden yardım istedi. Rahip olayla ilgili tüm söylentileri
susturmak amacıyla yerel bir gazete olan Bristol Gazette'de şeytan çıkarma
ile ilgili bir açıklama yayınladı. Kayıtlar George Lukins'in şeytan olduğunu
ve Te Deum'un ters bir varyantını söylerken şiddetli öfke nöbetleri
sergilediğini iddia ettiğini belirtiyordu.
Daha iyi anlaşılması için kısa bir bilgi vereyim. Te Deum, Latince "Te Deum
Iaudamus" yani "Seni, Ey Tanrı, Övüyoruz" adlı Latince bir Hristiyan
ilahisidir. "Ambrose" İlahisi olarak da bilinir. Rahibin iddiasına göre
Lukins nöbetleri sırasında bu ilahiyi tersten okumakta yani güya
tanrıya hakaret etmektedir. [4]
Lukins'i ziyaret etmeye gidenlerden biri, adamın uzun kasılmalar
geçirdiğini, kasılma sonrası içindeki iblisin dile gelerek öfke içinde
birkaç kez "ruhunu cehenneme gönder" dediğini, "buraya gelerek benim
otoritemden kurtulabileceğini mi sandın?, Hepsi boşuna. Cehennemdeki şeytani
inimin üzerine yemin ederim ki bu sana her zamandakinden on bin kat daha
beter acı verecek!" gibi sözler sarf ettiğini ve akabinde bir süre donakalan
adamın bu sözleri alaycı şekilde tekrarladığını, kadınsı ses tonuyla çeşitli
şarkılar söylediğini, küfürler ettiğini, bunları yaparken sesinin başka
tonlarda çıktığını anlatmıştı.
Rahip Easterbrook'un ricası üzerine şeytanın ele geçirdiği söylenen adam
için dua etmeyi kabul eden John Wesley, Protestan üyelerinden başka bir
rahip ile temasa geçmişti. Rahip gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
"Bir süre önce yedi bakandan birinden George Lukins için dua etmemi
isteyen bir mektup aldım. Tanrı'nın önünde haykırdım, "Rab, ben böyle bir
işe uygun değilim; bir şeytanla karşılaşmaya inancım yok." Fakat güçlü bir
şekilde uygulandı, "Tanrım bu senin kudretindir". Buluşmamızdan bir gün
önce Lukins'i görmeye gittim ve öyle bir inanç buldum ki, ona işkence
ettiğini söylediği yedi şeytanla karşılaşabildim. Hiç şüphem yoktu,
kurtuluş gelecekti. Tanıştığımızda Rab duayı duydu ve yoksulu
kurtardı." - John Valton [5][1]
Protestan şeytan çıkarma ayinleri iblisin vücudu terk etmesi için
uygulanan emirler, övgüler ve ayinler de dahil olmak üzere Katolik şeytan
çıkarma ayinlerine benziyordu. Dualar ve ilahilere emirler eşlik etmek
zorundaydı ve bu süreç Kutsal Üçleme yani "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına"
formülü kullanılarak şeytanın kovulmasıyla sona ererdi.
1788 yılında, adam 44 yaşındayken bir şeytan çıkarma düzenlenmişti.
Anlatılanlara göre din adamları iblise Lukins'in bedenini terk ederek
cehenneme geri dönmesini emrettikten sonra adam normale dönmüş gibi
görünüyordu. Rahip Easterbrook'un kayıtlarına göre adam Rab İsa'yı övmüş,
duasını okumuş ve çabalarından dolayı din adamlarına teşekkür etmiştir.
[1]
İŞİN ASLI
Fakat tüm bu anlatılara rağmen konudan şüphe duyanlar ikna olmamışlardı.
Lukins hakkındaki hikaye yayınlandıktan hemen sonra Yatton'da yaşayan ve onu
tanıyan birçok insan ortaya çıkarak ele geçirilme hikayesinin uydurma
olduğunu söyledi. Lukins o bölgede vantrilokluk yani karından konuşma ve
taklit yeteneği ile tanınan, bilinen biriydi ve görünüşe göre biraz da
hastalık hastasıydı.
Çok geçmeden ülke çapındaki din adamları ve tıp doktorları bu vakayı
tartışmaya başladılar. Genel fikir birliği rahipler aleyhindeydi. Lukins
hakkında çeşitli teoriler ortaya atıldı. Bunlar adamın ağır bir hastalık
hastası olduğu (Hipokondriya), sara hastası olduğu hatta bir köpek
tarafından ısırıldığı gibi çeşitli iddialardı.
Davanın üzeri kapanmamıştı ve rahip Easterbrook dolandırıcılık ile
suçlanıyordu. Bunun üzerine rahip 1788'de "Yatton Daemoniac" olarak bilinen
bir inceleme yazarak kendini ve diğer rahipleri haklı çıkarmaya ve
sahtekarlık suçlamalarından kurtulmaya çalışmıştı. [6][7]
Şeytan çıkarma ayininin ardından iyileştiği söylenen Lukins resmen ortada
kalmıştı. Yatton'a dönmüştü ama ısrarla Bristol'e dönmek için girişimde
bulunuyordu. Parasız kalmıştı ve Bristol'deki hiç kimse onun yol parasını
ödeme niyetinde de değildi. Bu yüzden Yatton kasabasında kalmıştı. Dilenerek
ve küçük kitaplar satarak yoksulluk içinde yaşayan adam Şubat 1805'te ölmüş,
ölüm nedeni hakkında bilgi verilmemişti.
Rahip Easterbrook'a gelirsek, modern çağdaki insanların bu şeytan çıkarma
olayına inanmakta zorluk çekeceğini söylüyordu. Anlatılanların ne kadar
doğru olduğu ve Easterbook'un tanıklığının ne kadarına inanılabileceği
kişinin kendisinin bileceği bir iş. Bana göre 7 iblisin ele geçirdiği
söylenen adam muhtemelen hem epilepsi hastası hem de içinde yaşadığı
toplumun din masallarından fazlasıyla etkilenmiş, sıyırma noktasına gelmiş
ve kendini içine iblislerin girdiğine inandırmış birisiydi. Hastalık hastası
olması ise tüm bunlara daha da uygun bir zemin hazırlıyordu. Kendini
şartlandırdığı ve inandırdığından dolayı şeytan çıkarma ayini sonrasında
iyileşiyor çünkü iyileştiğine inanıyor. Hatta belki de rahipler hile
yaparak, bir hikaye kurgulayarak adamı kullanmış daha sonra onu bir köşeye
atmışlardı. Rahipler ve medya popüler hale gelen bu olayı halkı korkutmak ve
dine bağlamak için ballandıra ballandıra anlatmışlardı.
O gün ve bugün bile hala şeytan çıkarma için birçok insan kiliseye,
rahiplere başvuruyor. Üstelik bunlardan bazıları ölüyor ya da kolu, bacağı
kırılarak hastanelik oluyor..
KAYNAKLAR
A narrative of the extraordinary case of George Lukins (of Yatton,
Somersetshire) who was possessed of evil spirits, for near eighteen
years... A letter from the Rev. W. R. W. (Bristol, Printed).
Philadelphia : Re-printed by Thomas T. Stiles, No. 10, Cypress-Alley.
1805. (Surgeon General's Library, 353432)
Encyclopaedia Britannica (1823); Or A Dictionary of Arts, Sciences, and
Miscellaneous Literature, vol. 17, p. 235.
"Sydenham Chorea Information Page | National Institute of Neurological
Disorders and Stroke". (www.ninds.nih.gov)
The Mirror of literature, amusement, and instruction, Volume 4. J.
Limbird, 143, Strand. 1824.
History of Wesleyan Methodism: Wesley And His Times (2005).
Authentic anecdotes of George Lukins, the Yatton daemoniac. G. Routh.
Patients and Practitioners (2003). Cambridge University Press.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL