HABERLER
Dini Haber
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

PEYGAMBERLER HATA YAPAR MI ?

din, islamiyet, K, Peygamberler hata yapar mı?, Peygamberler, Hz Muhammed, Kur-an'a göre peygamberler, Sura suresi, Abese suresi, Ra'd suresi, Peygamberlikten önce Muhammed, PEYGAMBERLER HATA YAPAR MI?


«Beşer şaşar» diye bir laf vardır. Bu ata sözleri tarih boyunca insanların farklı meseleleri ve olayları gözlemleyerek ortaya çıkardığı bir şeydir. Ayrıca bu ata sözlerinin yaranmasındaki en etkin şeylerden biride yapılmış hataların periyodik bir şekilde tekrarlanmasıdır. Günümüz dindarlara bu ata sözünü söylersek eğer mutlaka «yanlışın var şaşmayan insanlarda olmuş» diye cevap verirler.  Bir tane misal göstermelerini istersen hemen mensubu oldukları mezhebin veya dinin peygamberinin ismini söylerler. Bu şaşırılacak bir durum değil. Çünkü insanlar Allah'ın kendisi hakkında, onun kişiliği ve sıfatları konusunda pek fazla bir şey bilmedikleri için bir nevi onun velilerini yani peygamberlerini kendilerine numune olarak kabul ederler. Bunu tabi insanların hep bir üst düzey akıllı ve imanlı bir lider tarafından yönetilme isteği de etkiler. Peygamberlerin hata yapmayan insan gibi gösterme çabasını en fazla din tüccarları gösterir.  Zira kendilerini peygamber ilan etme gibi bir şansları olmadığı için peygamberleri süper akıllı ve imanlı biri şeklinde kendilerini de ondan bir pille aşağı biri olarak göstererek bir nevi insanlarla Allah arasında peygamberlerden sonra ikinci vasıta olarak gösterirler. Böylecede insanları sömürürler. Bu yazımda sizlere peygamberlerin de senin ve benim gibi bir insan olduğunu ve dahası hata yapabileceğini anlatacağım.

İlk önce Kuranda peygamberlerin insan mı yoksa üst düzey bir varlık mı (yarı ilah gibi bir şey) olduğuna bakalım. Zira dincilerin dediği gibi peygamberler hiç hata yapmadıysa o zaman bizim gibi sıradan bir insan değil daha üst düzey bir varlık olması gerekiyor. Kurana baktığımızda peygamberlerin de bizim gibi sıradan bir beşer (insan) öldüğünü görüyoruz.

41/FUSSİLET SURESİ 6. AYET: De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insanım."

Ayette dikkat edilmesi gereken iki konu var. Birincisi Allah ayeti peygamberin dilinden söyletiyor. Yani «De ki» sözüyle başlıyor. Bunun için dincilerin Allah katında peygamberde bir insandır diyerek kıvırmaları için hiç bir şansı yok. Ayet açık bir şekilde peygamberin kendi ağzıyla söyleniyor. İkinci nüans ise «sizin gibi» sözcüğüdür ki burada da peygamberin senden benden bir farkı olmadığını gösteriyor.  Eğer sen ve ben hata yapabiliyorsak yalan söyleyebiliyorsak o zaman demek ki peygamberlerde bunu yapabilir. Hata yaptı veya yapmadı bunu yazımızın ilerleyen aşamalarında tartışacağız. Şimdilik, hata yapabileceğini yani senin benim gibi bir insan olduğunu anladık.


Şimdi gelelim peygamberlerin Allah tarafından seçilmiş insanlar olması meselesine. Dincilerin sıkça peygamberleri yüceltmek ve putlaştırmak için «Allah peygamberleri milyonlarca insan içerisinden seçti ve onlara vahiy etti» lafını kullandıklarını görüyoruz. Yani Allah peygamberlere vahiy ediyorsa demek ki diğer insanlardan üstündür. Fakat Kur-an'a bakarsak eğer Allah'ın bal arısına bile vahiy ettiğini görebiliriz.

NAHL SURESİ 68.AYET: "Ve senin Rabbin, bal arısına, dağlardan, ağaçlardan ve onların (insanların) kurdukları çardaklardan, evler (kovanlar) edinmelerini vahiy etti."

Şimdi sizlere soruyorum eğer Allah'ın birine vahiy etmesi onun diğerlerinden üstün olması anlamına geliyorsa o zaman bal arıları şu an aramızda yaşıyor ve sizin evliyalar (Allah dostları) dediğiniz insanlardan üstün durumdalar. Peki neden bal arılarına tapmıyor da o evliyalara tapıyorsunuz? (kulluk ediyorsunuz)  Gördüğümüz kadarıyla insan üstü bir varlık olmak için Allah'tan vahiy almak yeterli değildir.

Hata yapan peygamberler oldu mu?
Birisinin karısına göz diktiği için onun kocasını öldürterek karısına sahip olma isteği olan peygamber isimleri tarihte bellidir. Fakat günümüz dincileri kendi kutsal sandıkları kitaplardan başka bir şeye inanmadıkları için onlara kendi kitaplarından örnekler vereceğim.

7/A'RÂF SURESİ 175. AYET: "Onlara, âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku (anlat). Sonra o, ondan (âyetlerden) ayrıldı, artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o zarar görenlerden (azgınlardan) oldu."

Bu ayette de can alıcı iki püf nokta var. Birincisi «onlara ayetlerimizi verdiğimiz» sözü geçiyor ki burada bir peygamberden bahsedildiği apaçık bellidir. Bazı din hocaları bunu inkar etse de Allah'ın ayet verdikleri bir tek insan olabilir.(okuyup anlayan tek varlık insandır) Nitekim günümüz zamanına kadar gelen 3 büyük vahiy dininin muhatabı olanlar insanlardan seçilmiş peygamberlerdir ( Musa, İsa ve Muhammed) İkinci püf noktası «ayetlerden ayrıldı şeytana tabi oldu» sözüdür ki burada büyük bir günahtan bahsediliyor. Bir düşünün Allah bir peygamber seçiyor ona ayetler veriyor o ise ayetleri bırakıp şeytanın yoluna gidiyor. Buda  dincilerin savunduğu peygamberler büyük günahlar değil küçük hatalar yapmıştır tezinin yanlış olduğunu gösteriyor.

"Hiç şüphesiz ki peygamberlerin, küçük günahlardan değil de büyük günahlardan mâsum olduklarını söylemek, İslâm âlimlerinin çoğunluğu ve bütün tâifelerin görüşüdür... Bu, aynı zamanda tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinin çoğunluğunun görüşüdür.Hatta ilk Müslümanlardan, imamlardan, şahâbeden, tâbiînden ve onlara tâbi olanlardan,bu görüşe mutabık (uygun) bir görüşten başka bir görüş nakledilmemiştir." ( Şeyhül-İslam İbn-i Teymiyye, 'Mecmûu'l-Fetâvâ', cilt: 4, sayfa: 319 )

Çünkü Allah'ın ayetlerini terk edip şeytana uymak hiç küçümseyecek bir durum değildir.
Aslında peygamberlerin hata yapması gerçeği ilk peygamberin yaratılması, yani Ademin zamanından beri vardır. Zira yasak meyveyi yiyerek Allah'ın emirlerine karşı gelip hata yapan ilk insan ve ilk peygamber Adem olmuştur.

2/BAKARA SURESİ 35-36. AYET: "Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve esin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik."

Muhammed hata yaptı mı?
İyi tüccar fakat kötü din hocaları  Muhammedin bırakın 40 yasından sonra hata yapmasını, peygamberlikten önce bile büyük hatalar yapmadığını savunuyorlar. Oysa Kur-an'ın kendisinde bize bellidir ki Muhammed kendini peygamber ilan etmeden önce Mekke'li müşriklerin en gözde adamlarından biriydi ve iman nedir bilmezdi. Muhammedin peygamberlikten önce Mekke'de yaşamı süresince halk arasında lakabı El-Emin (yani en güvenilir adam) olmuştur. Bunu en sahih (doğruluğu şüphesiz olan) hadisler bile söylüyor.

Muhammedin gençlik yıllarına denk gelen Kâbe’nin tamiri ve Hacerül esved’in yerine konulması olayındaki rolü ve bunları gördüğü kabul edilmektedir. Her kabilenin bu şerefli işte pay sahibi olmayı istemesi üzerine ihtilâf çıkmış, problemin çözümü ertesi gün Kâbe’nin önünde görülecek ilk şahsa bırakılmıştı. Yolu beklenen bu zatın Hz. Muhammed olduğu görülünce herkes, “el-Emîn geliyor” diye memnuniyetini belirtmişti. (Müsned, III, 425)


Şimdi sizlere söylüyorum Mekke'li müşrikler (çok tanrıcı putperestler) eğer Muhammed peygamberlikten önce bile tek Tanrıya inanıyor olsaydı neden ona bu lakabı taksınlar? Mantıken Mekke'li müşriklerin onların Tanrılarını Kabul etmeyen ve bir tanrıya inanan Muhammed'e nefret etmeleri gerekmez mi? Ama her ne hikmetse nefret etmek yerine ona inanılır adam lakabını takmışlar fakat Muhammed tek tanrıcılığı tebliğ etmeye başlayıp kendisini peygamber ilan ettiğinde Mekke'liler onun sözlerine güvenmediler. Bunun sebebi Muhammedin de 40 yaşına kadar Mekke'li müşrikler gibi çok tanrıcı olduğudur. Zira Kur-an'da bunu açık bir şekilde söylüyor:

42/SÛRÂ SURESİ 52. AYET: "Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin."

Ayette bahsi geçen «iman nedir bilmezdin» sözündeki imanın, İslami imanı anlattığını, yani tek Allah'ın - İlahın varlığına iman olduğunu herkes biliyor. Onun için ayette Muhammed'in peygamber olmadan önce İslami bir imandan habersiz olduğu açık bir şekilde anlatılıyor.

Yine başka bir olayda Muhammed Kureyş'in önde gelen insanlarıyla konuşurken yanına gelen bir kör insandan yüzünü çevirir ve onu dinlemez. Burada tabi ego söz konusudur. Kabilenin liderlerine «ben hiç de sizden küçük biri değilim bak her adamla muhatap olmam» mesajı vermek istemesi yüzünden böyle bir şey yapmıştır. Tabi birde bunun üzerine Muhammedi kınayan bir ayet inmiştir.

80/ABESE SURESİ 1-2-3. AYET: "Kendisine o âmâ (kör) geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek."

Doğruyu söylemek gerekirse benim düşüncem insanların kınamasından kurtulmak için Muhammed bu ayeti vahiy ettirmeye mecburdu. Başkasını hor görme, aşağılama ahlaki açıdan da  hiçte iyi bir şey değildir.

Yazıyı bitirirken şunu söyleyeyim; İster Muhammed olsun isterse diğer peygamberler Kur-an'da onların hata yapabildiğini ispatlayan çok sayıda örnek var. Ama esas olan bu hataları görmek, ondan ders almak ve bir daha tekrar etmemektir. Peygamberler böyle yaptıysa ne ala. Ama günümüz dindarlarına peygamberlerin hata yaptıklarını delillerle göstermenize rağmen size hala kendi fikirlerini dayatmaları da bir hatadır. Biz ne kadar yazıp anlatsak ta eminim ki bu insanlar kendi hatalarını kendileri düzeltmek istemedikçe söylediklerimizin hiç bir faydası olmayacaktır. Zira bunun böyle olduğunu Kur'an dahi söylüyor:

13/RA'D SURESİ 11.AYET: "Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez."
Biz daha ne diyelim?

Yazan: Kirpi

SEVR MAĞARASI VE ÖRÜMCEK AĞI HİKAYESİ BENZERLİKLERİ

HC, sizden gelenler, Sevr mağarasında örümcek ağı hikayesi, Mağara girişine ağ ören örümcek, Sevr ve Adullam mağarası, Örümcek ağı, Davut ile Yonatan, islamiyet, yahudilik, din, TaNaH, SEVR MAĞARASI - ÖRÜMCEK AĞI - HZ MUHAMMED VE EBUBEKİR
ADULLAM MAĞARASI - ÖRÜMCEK AĞI - HZ. DAVUT VE YONATAN


Klasik İslami anlatıyı hepimiz biliyoruzdur. İslam Peygamberi kafirlerden kaçıyordur ve yanında Ebubekir vardır mucize olarak bir örümcek ağ örer ve Mekkeli müşrikler Allah'ın Resulü'nü bulmadan geri dönerler.

Peki bu anlatının Kuran'da üstü kapalı olarak geçtiğine inanılan bir ayet var mı? Var.
Tevbe Suresi 40. Ayet (Diyanet İşleri Meali)
"Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz birtakım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir."

Efendim bu mealden parantezlerdeki kelimeleri çıkarırsak elimizde ne kalıyor? Kimliği belirsiz 2 kişi onları neresi olduğu belli olmayan bir yerden çıkarıyorlar ve o 2 kişiden biri diğerine ''üzülme Allah bizimle beraber'' diyor.

Şimdi efendim Kuran'ı 6-7. yüzyılda yaşayan peygamberden çok çok çok sonra yazılmış siyerlerle(ikincil kaynaklarla) mi açıklayacağız yoksa çağdaşı olan veya Kuran'dan önce yazılan metinlerle mi? Bilimsel olarak hangisi daha doğru?

Muhammed ve Ebubekir'in mağara hikayesine dair elimizde erken dönem kaynak var mı? Sevr Mağarası'ndaki örümcek ağlarının peygamberi koruduğunu söyleyen eş zamanlı bir belge var mı? Yok. O yüzden ''Ehli Kurancı'' arkadaşlara hakkını teslim ederek Kuran yazıldığı zaman bilinen bir kaynakta bu hikayeyi veya benzerini aramamız gerekiyor.

Ben bu konuda yapılmış çalışmalara baktım ve ilk olarak Tufan Çelebi'nin yazdığı ''Kuran'ın Kaynakları'' kitabından bir bölümü alıntılayacağım sonra kendi tespitlerimi söyleyeceğim:


''Bu ayet (Tevbe 40) gelenek tarafından Peygamber'in hicreti sırasında gerçekleşmiş bir olayı anlattığı şeklinde yorumlanır.Buna göre Peygamber ve yol arkadaşı Ebubekir Hicret esnasında bir mağaraya sığınmışlardır.(Sevr Mağarası) Daha sonra mağaranın girişine ağ ören örümcek veya yuva yapan güvercin gibi motiflerle olayın etrafında mitolojik bir örüntü yaratılır. Hatta büyük İslam alimi ve tarihçisi Taberi şöyle bir olay aktarır .(Schub, s307) : '' Ebubekir camide Tevbe suresini okuyacak bir gönüllü arar. Okuyan kişi Tevbe 40'taki ''arkadaşına şöyle diyordu'' kısmına geldiğinde Ebubekir gözyaşlarına boğulur ve şöyle der: ''O benim, Allah'ım, arkadaşı benim.''
Halbuki bu ayette ne peygamberden ne de arkadaşından bahsedilmektedir. Kuran'dan yıllar sonra ortaya çıkan geleneğe değil de daha önce kaleme alınmış literatüre göz attığımızda ayette ilginç Biblikal (Yahudi-Hristiyan literatürüne ait) motifler görmek zor değildir.
TaNaH'ın (Yahudi Kutsal Kitabı) 1. Samuel kitabı 23. bölümüne baktığımızda Saul'un Davut'u öldürmeye çalışması anlatılır. (Schub, s308) Oysa Saul'un oğlu Jonathan (Yonatan) Davut ile birliktedir ve Davut'a ''korkmamasını'' ,Saul'un ona dokunmayacağını ve sonunda Davut'un İsrail Kralı olacağını , kendisinin de Davut'un ikinci adamı olacağını söyleyerek onu teskin eder.(sakinleştirir.) TaNaH'ın başka bölümlerinde (57.Mezmur ve 142. Mezmur) Davut'un Yonatan'la buluştuğu ve Saul'dan kurtulduğu yer bir ''mağara'' olarak anılır. (Schub,s309). Hatta ''örümceğin mağara girişine ağ yapması'' da Davut için geliştirilmiş mitolojinin bir parçasıdır.
Görüyorsunuz olaya Kuran'dan çok sonra değil de daha önce yazılmış ve Kuran yazıldığı dönemde zaten ortada olan kaynaklar açısından baktığımızda olay daha anlaşılır oluyor. Şimdi ben sizin için bu Davud ,Yonatan ,Saul olayını TaNaH'ı kullanarak ayetlerle açayım:

1.Samuel 23:7 -29 (* yerlere dikkat)
7 Saul, Davut`un Keila Kenti`ne gittiğini duyunca, “Tanrı Davut`u elime teslim etti” dedi, “Davut sürgülü kapıları olan bir kente girmekle kendini hapsetmiş oldu.”
8 Böylece Saul, Keila`ya yürüyüp Davut`la adamlarını kuşatmak amacıyla bütün halkı savaşa çağırdı.
9 Davut, Saul`un kendisine bir düzen kurduğunu duyunca, Kâhin Aviyatar`a, “Efodu* getir” dedi.
10 Sonra şöyle yakardı: “Ey İsrail`in Tanrısı RAB! Ben kulun yüzünden Saul`un gelip Keila`yı yıkmayı tasarladığına dair kesin haber aldım.
11 Keila halkı beni onun eline teslim eder mi? Kulunun duymuş olduğu gibi Saul gelecek mi? Ey İsrail`in Tanrısı RAB, yalvarırım, kuluna bildir!” RAB, “Saul gelecek” yanıtını verdi.
12 Davut RAB`be, “Keila halkı beni ve adamlarımı Saul`un eline teslim edecek mi?” diye sordu. RAB, “Teslim edecek” dedi.
13 Bunun üzerine Davut ile yanındaki altı yüz kadar kişi Keila`dan ayrılıp oradan oraya yer değiştirmeye başladılar. Davut`un Keila`dan kaçtığını öğrenen Saul oraya gitmekten vazgeçti.
14 Davut kırsal bölgedeki sığınaklarda ve Zif Çölü`nün dağlık kesiminde kaldı. Saul her gün Davut`u aradığı halde, Tanrı onu Saul`un eline teslim etmedi.
15 Davut Zif Çölü`nde, Horeş`teyken, Saul`un kendisini öldürmek için yola çıktığını öğrendi.
***16 Bu arada Saul oğlu Yonatan kalkıp Horeş`e, Davut`un yanına gitti ve onu Tanrı`nın adıyla yüreklendirdi.
***17 Korkma! dedi, “Babam Saul sana dokunmayacak. Sen İsrail Kralı olacaksın, ben de senin yardımcın olacağım. Babam Saul da bunu biliyor.”
***18 İkisi de RAB`bin önünde aralarındaki antlaşmayı yenilediler. Sonra Yonatan evine döndü, Davut ise Horeş`te kaldı.
19 Zifliler Giva`ya gidip Saul`a, “Davut aramızda” dediler, “Yeşimon`un güneyinde, Hakila Tepesi`ndeki Horeş sığınaklarında gizleniyor.
20 Ey kral, ne zaman gelmek istersen gel! Davut`u kralın eline teslim etmeyi ise bize bırak.”
21 Saul, “RAB sizi kutsasın! Bana acıdınız” dedi,
22 Gidin ve bir daha araştırın; Davut`un genellikle nerelerde gizlendiğini, orada onu kimin gördüğünü iyice öğrenin. Çünkü onun çok kurnaz olduğunu söylüyorlar.
23 Gizlendiği yerlerin hepsini öğrenip bana kesin bir haber getirin. O zaman ben de sizinle gelirim. Eğer Davut o bölgedeyse, bütün Yahuda boyları içinde onu arayıp bulacağım.”
24 Böylece Zifliler kalkıp Saul`dan önce Zif`e gittiler. O sırada Davut`la adamları Yeşimon`un güneyindeki Arava`da, Maon Çölü`ndeydiler.
25 Saul ile adamlarının kendisini aramaya geldiklerini öğrenince Davut aşağıya inip Maon Çölü`ndeki kayalığa sığındı. Saul bunu duyunca Davut`un ardından Maon Çölü`ne gitti.
26 Saul dağın bir yanından, Davut`la adamları ise öbür yanından ilerliyordu. Davut Saul`dan kaçıp kurtulmaya çalışıyordu. Saul`la askerleri Davut`la adamlarını yakalamak üzere yaklaşırken,
27 bir ulak gelip Saul`a şöyle dedi: “Çabuk gel! Filistliler ülkeye saldırıyor.”
28 Bunun üzerine Saul Davut`u kovalamayı bırakıp Filistliler`le savaşmaya gitti. Bu yüzden oraya Sela-Hammahlekot*fn* adı verildi.
29 Davut oradan ayrılıp Eyn-Gedi bölgesindeki sığınaklara gizlendi.


Davut'un gizlendiği sığınak mağara yine efendim.

Şimdi Tufan Çelebi'nin refrans verdiği 57 ve 142. Mezmurlar'a bakalım:
57.Mezmur
(Mez.108:1-5)
j Müzik şefi için - “Yok Etme” makamında Davut`un Miktamı - ''Saul`dan kaçıp mağaraya sığındığı zaman''

BÖLÜM 57
1 Acı bana, ey Tanrı, acı, Çünkü sana sığınıyorum; Felaket geçinceye kadar, Kanatlarının gölgesine sığınacağım.
2 Yüce Tanrı`ya, Benim için her şeyi yapan Tanrı`ya sesleniyorum.
3 Gökten gönderip beni kurtaracak, Beni ezmek isteyenleri azarlayacak, * Sevgisini, sadakatini gösterecektir.
4 Aslanların arasındayım, Alev kusan insanlar arasında yatarım, Mızrak gibi, ok gibi dişleri, Keskin kılıç gibi dilleri.
5 Yüceliğini göster göklerin üstünde, ey Tanrı, Görkemin bütün yeryüzünü kaplasın!
6 Ayaklarım için ağ serdiler, Çöktüm; Yoluma çukur kazdılar, İçine kendileri düştüler.
7 Kararlıyım, ey Tanrı, kararlıyım, Ezgiler, ilahiler söyleyeceğim.
8 Uyan, ey canım, Uyan, ey lir, ey çenk, Seheri ben uyandırayım!
9 Halkların arasında sana şükürler sunayım, ya Rab, Ulusların arasında seni ilahilerle öveyim.
10 Çünkü sevgin göklere erişir, Sadakatin gökyüzüne ulaşır.
11 Yüceliğini göster göklerin üstünde, ey Tanrı, Görkemin bütün yeryüzünü kaplasın!

142. Mezmur
1 Yüksek sesle yakarıyorum RAB`be, Yüksek sesle RAB`be yalvarıyorum.
2 Önüne döküyorum yakınmalarımı, Önünde anlatıyorum sıkıntılarımı.
3 Bunalıma düştüğümde, Gideceğim yolu sen bilirsin. Tuzak kurdular yürüdüğüm yola.
4 Sağıma bak da gör, Kimse saymıyor beni, Sığınacak yerim kalmadı, Kimse aramıyor beni.
5 Sana haykırıyorum, ya RAB: “Sığınağım, Yaşadığımız bu dünyada nasibim sensin” diyorum.
6 ''Haykırışıma kulak ver, Çünkü çok çaresizim; Kurtar beni ardıma düşenlerden, Çünkü benden güçlüler.''
7 ''Çıkar beni zindandan, Adına şükredeyim. O zaman doğrular çevremi saracak, Bana iyilik ettiğin için.''

Gördüğünüz gibi Davut mağaraya sığınıyor ve Tanrı'ya yakarıyor. Onun en büyük arkadaşı da onu öldürmek isteyen ilk İsrail Kralı Saul'un Oğlu Yonatan. Davut'u seviyor ve onu destekliyor onu teselli ediyor.

Şimdi Tufan Çelebi'nin bahsettiği Davut'un kaldığı mağaraya örümceğin ağ örme hikayesinin nerde geçtiğine bakalım...

Arkadaşlar benim araştırmalarım sırasında net olarak bulabildiğim kaynak Mezmurlar'ın Aramice tercümesi (Targum'u oldu.) Biliyorsunuz TaNaH'ın Aramice çevirilerine Targum (Tercüme) denir.

İşte bu Mezmurlar Kitabının Aramice tercümesinde Davut'un sığındığı mağaraya mucize olarak bir örümceğin ağ örmesi anlatılıyor. Neden Orjinal İbranice Mezmur'da yok derseniz biliyorsunuz bu tür tercümeler her zaman yazarın ve geleneğin yorumunu da içerir ve dilden dile farklı motifler eklenir. Bu Targum'un net bir tarihlemesini yok ama en geç gördüğüm tarih ''9. yüzyıldı'' yani 800'lü yıllar.

''En makul tarihleme ise bu Targum'un Roma İmparatorluğu'nun 476'daki Düşüşü döneminde yazılmış olması.''

Talmud zamanında yazıldı diyenler de var ama şöyle bir tarih aralığı verirsek bu Targum en geç 9. yüzyılda yazılmış makul olan tarihleme ise 5. yüzyıl ( 476 civarları )

Sonuçta Siyerlerde çok geç yazılmaya başlandığı için bu Targum'un içeriği (yazılma tarihi olmasa dahi içerği kesinlikle çok eski) kesinlikle Siyerler'den eski diyebiliriz. Bu Targum'un 57. Mezmur çevirisinin 3. ayetine bakarsak şöyle diyor:

İngilizce: Mezmurlar 57: 3 (Targum) : "I will pray before God Most High, the mighty one, who commanded the spider who completed a web for me."

Türkçe: "En Yüce Olan Tanrı'nın önünde yalvarıyorum, Her Şeye kadir olan ve benim için (mağara girişine) örümceğin ağ örmesini emredene.''

Davut'un burada sığındığı mağara Adullam Mağarası ve ne tesadüf ki 1. Samuel 22'de Tapınak'ın kahinlerinden Ahimelek'in oğullarından Aviyatar bu mağaraya girip Davut'a kaçıyor.

Hikayeyi. 1. Samuel 22: 20-23'ten okuyalım:
1. Samuel 20-23 / Yalnız Ahituv oğlu Kâhin Ahimelek`in oğullarından Aviyatar adında biri kurtulup Davut`a kaçtı.
21 Aviyatar Saul`un RAB`bin kâhinlerini öldürttüğünü Davut`a söyledi.
22 Davut Aviyatar`a, “O gün orada bulunan Edomlu Doek`in olup biteni Saul`a bildireceğini anlamıştım zaten” dedi, “Babanın bütün aile bireylerinin ölümüne ben neden oldum.
23 ''Yanımda kal ve korkma! Seni öldürmek isteyen beni de öldürmek istiyor. Yanımda güvenlikte olursun.''


Tevbe 40'ta da biri diğerine ''üzülme Allah bizimle beraberdir'' diyordu. bunu Davut'un Aviyatar'a söylediği ''korkma yanımda kal yanımda güvenlikte olursun'' ifadesiyle ayrıca karşılaştırınız...

Sonuç olarak Ebebekir'dense Yonatan (ve belki de Aviyatar) ; Muhammed'tense Davut ; Sevr'dense Adullam Mağarası Tevbe 40 için daha makul ve uygundur. Sevgilerle.

Not: Aramice Mezmurlar Targumu (İngilizce tercüme 57. Mezmur /Psalm 57)
http://www.targum.info/pss/ps2.htm

57. Mezmur'un İngilizce Tamamı (Targum):
1. For praise, concerning the distress at the time when David said, “Do not harm.” It was spoken by David, humble and innocent, when he fled from Saul’s presence in the cave.
2. Have mercy on me, O God, have mercy on me, for in your word my soul has trusted, and in the shade of your Presence I will be confident until the turmoil passes.
3. I will pray before God Most High, the mighty one, who commanded[92] the spider who completed a web for me.
4. He will send[93] his angel from heaven above, and he will redeem me; he has put to shame the one who bruises me, forever; God will send his goodness and his truth.
5. My soul glows[94] while in the midst of flames; I will sleep among coals that burn, the sons of men whose teeth are like lances and arrows, and whose tongue is like a sharp sword.
6. Be exalted over the angels of heaven, O God; your glory is over all those who dwell on earth.
7. They have set a net for my footsteps; my soul is bowed down; they dug before me a pit, they have fallen into the middle of it forever.
8. My heart is turned to your Torah, O Lord; my heart is turned to fear you; I will praise and sing!
9. Wake up, my glory! Wake up to praise by means of the harp and lyre; wake up for the prayer of morning.
10. I will give thanks before you among the peoples, O Lord; I will praise you among the nations.
11. For your goodness is high to reach the heavens, and your truth, to the clouds.
12. Be exalted, O Lord, above the angels of heaven; O God, above all the inhabitants of the earth is your glory.

SİZDEN GELENLER | Yazan: A-gnostik

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

OSMANLI PADİŞAHLARI NEDEN HACCA GİTMEDİ ?

K,din, islamiyet, Osmanlı,Osmanlı padişahları, Osmanlı islam devleti miydi, Osmanlı padişahları neden hacca gitmedi,Neden hacca gitmediler, Kanuni Sultan Süleyman, Ali İmran suresi,
Bildiğimiz kadarıyla İslamın beş şartından biri de hayatında bir kez bile olsa Hacca gitmektir. Her Müslüman maddi durumu müsaitse bu ziyareti yapmaya zorunludur. Osmanlı zamanında da muhtemelen zavallı köylüler para biriktirerek bu ziyareti yapmışlar. Ama ne hikmetse odalar dolusu altını, parası olan haneden mensupları hiç bir zaman Hacca gitmemişler. O dönemde bu ziyareti yapmamak için ne tür bahaneler uydurduklarını bilemeyiz ama günümüz tarihçileri padişahları eleştirilerden kurtarmak için yolculuk süresinin çok fazla olduğu yalanını ortaya atmışlar. Savundukları şey budur ki padişahların 9 aylık bir Hac yolculuğuna çıkmaları devlette darbelere yol açabilirdi. Bunu söyleyen tarihçiler Osmanlı padişahlarının yıllarca süren seferlerini nedense görmezden geliyor. Ama gerçek şudur ki padişahlarını putlaştıran düşünme eleştirme kabiliyetini yitiren insanlar bu yalanı afiyetle yiyorlar. Bir kaç misal vereceğim ve beyninizde işlevini yitirmiş düşünme nöronlarını harekete geçirmeye çalışacağım.

Kanuni Sultan Süleyman
Diğer tüm Osmanlı padişahları gibi Kanuni de Hac ziyaretini yapmamış. Nedeni padişahın merkezden uzakta kalacağı dokuz ayın uzun bir süre olması ve tahttan indirileceği korkusu. Ama dokuz aydan korkan padişah nedense başkalarının topraklarını işgal edip haraca bağlamak için bir sene boyunca bazen ondanda fazla zamanını seferlerde geçiriyor hemde İstanbul’dan binlerce kilometre uzakta.
Örneğin:

1. İkinci İran Seferi: 29 Mart 1548-11 Aralık 1550 (1 yıl 8 ay 12 gün)

2. Nahçıvan Seferi: 28 Ağustos 1553-31 Temmuz 1555 (1 yıl 11 ay 3 gün)


Gördüğünüz kadarıyla neredeyse iki senesini ganimet ve yeni topraklar elde etmek için seferde geçiren bir padişah söz konusu, din için bir sefer olduğunda bahaneler uydurmaya başlıyor. Sözde İslam bayrağını taşıyan ve İslamı yaymak için savaştı denilen bu padişahların aslında İslam ve Allah umurlarında olmadığı sadece yeni toprakları işgal etmek ve ganimet elde etmek için savaştıkları anlaşılıyor. Şimdi gelin fırsatı ve imkanı olduğu taktirde İslamın şartlarından biri olan Hacc ziyaretini yapmamanın cezası nedir ona bakalım.

İlk önce Kur-an’a başvuralım:

Ali İmran suresi 97. ayet: "Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır."

Ayette açık bir şekilde imkanı olan (parası ve bineği) herkesin Hacca gitmesinin vacip olduğu anlaşılıyor. Osmanlı padişahlarının bunu yapması için ellerinde her türlü imkanı vardı (atları, develeri, milyonlarca akçe para)

Şimdi ise İslam alimleri ve fıkıh kitapları bilerek Hacca gitmeyenlerle ilgili ne tür bir hüküm koyuyor ona bakalım. İslamın fıkıhta en muteber alimlerinden olan Tirmizi, Ali İmran suresi 97. ayetini tefsir ederken şöyle diyor.

"Kim kendisini Beytullahi'l haram'a (Kabeye) ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde hac etmemişse onun Yahudi veya Hristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zîra, Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe'yi hac etmesi gerekir." (Âl-i İmrân 97). (Tirmizî, Hacc 3, (812).

Konuyu biraz daha açarsak elinde yeterince parası ve bineği olan bir kişi bilerek Hacca gitmezse Yahudi ve Hristiyan olarak ölür. Buda kafir olarak ölmek manasına gelir. Zira müslümanlara göre Hristiyan ve Yahudiler son din olan İslamı kabul etmeden ölürlerse kafir olarak ölmüş olurlar. Üstelik bu konuyla ilgili olarak bir tek Tirmizi değil tüm mezhep alimleri olumsuz şeyler söylemiş ve imkanı olduğu halde Hacca gitmemenin günah olduğunu belirtmişler.

Günümüz müslüman tarihçileri Tirmizi’yi sahih bir alim olarak kabul edip Osmanlı padişahlarının bilerek Hacca gitmemesine olumlu yaklaşmaları biraz garip. Aslında garip te değil cünkü bu tarihçiler padişahlar müslüman olarak ölmedi demesi onlarin Türkiye’de putperest (padişahları putlaştıran) insanlar tarafından taşlanmasına ve hükümet seviyesinde profesörlük ünvanlarının ellerinden alınmasına kadar onları götürebilir. Tüm dönemlerde olduğu gibi şimdi de kendine müslüman diyen insanlar kendi menfaatlerini Allah’ın kanunlarından üstün tutarak susmayı tercih ediyorlar. Cünkü insanlar yarattikları Allah ve kanunlardan başkalarını korkuttukları kadar kendileri korkmuyorlar. Dini para kazanma mesleğine çevirmiş şahıslar ise hiç korkmuyorlar. Bunun en bariz örneklerinden biri de kendisine müslüman, Allah’ın yer yüzündeki gölgesi diyen padişahların parası olduğu halde Hacca gitmemesi ve bunun günah olduğunu bildikleri halde makam ve mevkilerini korumak için susan tarihçi ve din hocalarıdır. Sizleri duyduklarınız ve gördükleriniz üzerinde bir daha düşünmeye davet ediyorum. Fazla geç kalmadan şu din tüccarlarından kurtulun ve aklın, mantığın yoluna dönün. Zira kurtuluş bir tek bundadır.

Kaynaklar:
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/297-298

Yazan: Kirpi

NAMAZ VE DİN

MT, namaz ve din, din, islamiyet, namaz, Hakkını ara, teizm, nonteizm, Tepkini göster, Tecavüz olayları, Arap seviciler, Namaz nedir?, Cuma namazı,
Öncelikle namazın dinler için öneminin altını çizerek belirtmek isterim. Namaz kişi ile inancı arasında bir meditasyondur. Milattan önce binlerce yıllık bir meditasyonun günümüzdeki halidir. Budizm, Şamanizm, Mandeizm, İslam, Musevilik, Hristiyanlık hepsi antik Mezopotamya dan günümüze taşımış meditasyonun/namazın ta kendisidir.

Aslında kişinin kendine harcadığı bir zaman dilimidir. Gelelim ülkemizdeki namazın-meditasyonun amacına. Şuan camilerde kılınan bütün NAMAZlar iktidara kılınmaktadır! Gerçeğinden kopuk, baskı ve politik hal almıştır. Halbuki ilk cami toplumun gelişmekte olduğu zaman, medeniyet, ve bu uğurda toplumu teknik, felsefik, bilinçlendirme ve geliştirme üzerine kurulmuştur. Ülkemizde amacından saptırılıp tamamen iktidarın politik oyunu haline gelmiştir. İlginç olan bir yanı da cehaleti dayatan bu imamların parasını iktidara, siz müminlerin ödediği vergilerdir.

Arap cehaletini topluma namaz-meditasyon yoluyla encekte edenler bir yandan da etnik ayrımı, ülkenin kültürünü, farklılıklarını yok edip yerine köleliği, fakirliği, haksızlığı , ahlaksızlığı, savaşları kabul eden bir toplum yaratmak için namazı kullanıyorlar ve etkili olduğunu da ifade etmek isterim.

-Dikkat ederseniz insani hak olan demokrasi talep etmek artık din karşıtlığı olarak lanse ediliyor.
-Barış istemek neredeyse imkansız.

Çocuklar ölüyor ama dile getirmek suç.
Kız ve erkek çocuklarına din adı altında tecavüz ediliyor, ve egemen sistem hemen üzerini örtüyor.
Haksız tüm vergiler iktidarı, bu oyunu oynamaya müsait kılıyor.

Şimdi bireyin bundaki gücünü tartışalım, bakın ülkemizde yaşanan tüm haksızlıklara karşı belli ki ses çıkaramıyoruz ama bu çaresiz olduğumuzu göstermiyor.

Tüm bu baskıların farkında olan her BİREY, öncelikle bu baskıların ana motoru olan iktidarın NAMAZını reddedecek camiye gitmeyerek. Evinde kıl. Cuma namazı mutlak camide kılınır diye kural koymuşlar o yüzden seni mecburi yanına çekerek sana emirlerini dayatıyorlar. Kesinlikle mecburi değildir, olsa bile bu yönetim insan haklarına saygılı olmadığı sürece cuma namazını toplu bir şekilde kılmayın evinizde kılın çünkü insanlık elden giderse, senin toplu kıldığın namazın hiç bir kıymeti yoktur.

Sivil itaatsizlik günah değil, mutlak sonuçtur. Maaşını ve emrini bu yönetimden alan ve insanlığa her gün deyim yerindeyse küfreden imamların arkasında saf tutmaktır günah olan. Ben gitmesem ne olacak? Demeden her bireyin bundan kendini sorumlu tutarak, bunun öncülüğünü yapması gerekiyor. İnsan haklarının korunması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Gelişmekte olan batı medeniyetini kötüleyen tüm imamlar kesinlikle toplum düşmanıdır. O imamın bilmesi gereken şudur, Arap cehaleti sadece diktatör yönetimler için iyidir. Tamamen halk düşmanlığıdır. O kötülediği batı medeniyetini Anadolu ve Mezopotamya halkları binlerce yıl önce yaşamış ve batıya da gene bu halklar taşımıştır. Asıl Arap'ın bu halklardan öğrenmesi gereken bir medeniyet vardır. Ülke hızla tek tip bir elbise giymiş insanların içinde bulunduğu ceza evine benzemektedir. Gardiyanlar Namaz kıldıran imamlardır, ana teması korku ve cehalet eksenlidir. Sende camidesin ne kadar trajikomik değil mi?

İnsan haklarının korunması senin namazından çok daha önemlidir. İnsan olan herkes bu sorumluluğu yerine getirmekle yükümlüdür. Çok açık söylüyorum eğer din ile seni kölesi yapan bir sistem varsa dinini bu yönetimin çarkından kurtar, olmuyorsa kurtul evinde ailenle sevdiklerinle yaşa. Açık söylüyorum o imamın arkasında kılmadığın her namaz için (günah olduğunu düşünüyorsan) ben cehennemde yanarım senin yerine, yeter ki insanlık kurtulsun bu insan düşmanı Arap sevicilerin elinden. Yoksa geleceğimiz bunların elinde daha fazla rezalet ile karşılaşır. Çocuklarımız hem kültürel hem insani açıdan bu zihniyetin tecavüzüne uğrar. Çok büyük bir eylemdir ibadeti boykot etmek, fakat ibadete karşı değildir bu insanlık içindir. Tüm insanlığı sarmak üzere olan bu cehalet virüsünden tek çıkış yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Eğer sonra evine imamları getirmezse iyidir. Eğer insanlık vahşet altında riskte ise o zaman tüm toplumu kurtarmak adına vicdanımız en güzel yol göstericidir. Saygılar.
Dünya boştur, boşlukları doldurmak üzere.

Yazan: Metin T.

GÜNEŞİN BATIDAN DOĞMASI HADİSİ VE TALMUD'DAKİ YERİ

Dfxmed, Kıyamet alametleri, Güneşin batıdan doğması, Talmud, Kur'an, Talmud'da güneşin batıdan doğması, Sahih-i Buhari, Sünen-i İbni Mace, din, islamiyet, yahudilik, Güneşin batıdan doğunca, din,
BİR KIYAMET ALAMETİ HADİSİ VE TALMUD'DAKİ KÖKENİ “GÜNEŞ BATIDAN DOĞUNCAYA KADAR KIYAMET KOPMAZ. GÜNEŞ BATIDAN DOĞDUĞU ZAMAN, İNSANLARIN HEPSİ ONU GÖRÜRLER DE TOPTAN HEPSİ İMAN EDERLER."

"İşte bu, ‘…Rabb’inin ayetlerinden biri geldiği gün, daha evvelden iman etmiş veya imanından bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye (o günkü) imanı asla fayda vermez…’ (En’am, 6/158) olduğu zamandır. Muhakkak ki, kıyamet şüphesiz kopacaktır..." (Sahih-i Buhari, XIV/6426)
"GÜNEŞ BATTIĞI YERDEN DOĞMADIKÇA KIYAMET KOPMAYACAKTIR. İnsanlar onu gördükleri zaman yeryüzünde bulunanlar iman ederler." (Sünen-i İbni Mace, IX/4362)
....................
Babil Talmudu Sanhedrin 108b:
“After seven days” [Gen. 7:4, 10] - in these seven days the Holy One changed the order of the creation and the sun was rising in the west and setting in the east.—Talmud Sanhedrin, Fol. 108b:
Türkçe: Yedi gün sonra [Tevrat Yaratılış 7:4 ve 7:10] Bu yedi günde, Kutsal Olan (Tanrı) yaratılışın düzenini değiştirdi ve güneş batıdan doğuyor,doğudan batıyordu.
Not: Yaratılış 7. bölümdeki Nuh Tufanı'ndan 7 gün önceyi anlatıyor ayetler..
....................
Not: Yaratılış 7:1-10'u anlamanız için alıntılayayım:
RAB Nuh'a, "Bütün ailenle birlikte gemiye bin" dedi, "Çünkü bu kuşak içinde yalnız seni doğru buldum.
2-3 Yeryüzünde soyları tükenmesin diye yanına temiz sayılan hayvanlardan erkek ve dişi olmak üzere yedişer çift, kirli sayılan hayvanlardan ikişer çift, kuşlardan yedişer çift al.
4 Çünkü yedi gün sonra yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım. Yarattığım her canlıyı yeryüzünden silip atacağım."
5 Nuh RAB'bin bütün buyruklarını yerine getirdi.
6 Yeryüzünde tufan koptuğu zaman Nuh altı yüz yaşındaydı.
7 Nuh, oğulları, karısı, gelinleri tufandan kurtulmak için hep birlikte gemiye bindiler.
8-9 Tanrı'nın Nuh'a buyurduğu gibi temiz ve kirli sayılan her tür hayvan, kuş ve sürüngenden erkek ve dişi olmak üzere birer çift Nuh'a gelip gemiye bindiler.
10 Yedi gün sonra tufan koptu.

Kaynaklar: Babil Talmudu Yaratılış 7:4/7:10, En'am Suresi 6/158, Sahih-i Buhari XIV/6426, Sünen-i İbni Mace XI/4362
Yazan: Higher Criticism

KUR-AN'DA BAŞ ÖRTÜSÜ VE BAŞ ÖRTÜSÜNÜN KÖKENİ

GF, din, islamiyet, Sümerlerde baş örtüsü, Tanrı adına seks yapanların baş örtüsü takması, Baş örtüsü kökeni, Sümer rahibeleri ve baş örtüsü, Kur-an'da tesettür,
İslam dünyasında çok sık tartışılan konulardan birisi de Kur'an-ın kadın müminlere başörtüsü zorunluluğu getirip getirmediği konusudur.. Gelenekçi Müslümanlar Kuran'da başörtüsünün kesin hüküm olduğunu ileri sürerlerken , reformist İslamcılar durumun böyle olmadığını iddia ederler. Bu yazıda Kur'an da ki başörtüsü meselesini ve türbanın kökeni hakkında ki bilgileri kısaca irdelemeye çalışıyoruz.

Kur'an da giyinmekle ilgili bir kaç ayet olmasına rağmen, başörtüsü ile ilişkilendirilebilecek tek bir ayet vardır , Nur Suresinin 31. ayeti .. Bakalım bu ayet ne anlatıyor bize.

وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاء وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ 

Ve kul lil mu’minâti yagdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehunne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ mâ zahera minhâ, velyadribne bi humurihinne alâ cuyûbihinne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ li buûletihinne ev âbâihinne ev âbâi buûletihinne ev ebnâihinne ev ebnâi buûletihinne ev ıhvânihinne ev benî ıhvânihinne ev benî ehavâtihinne ev nisâihinne ev mâ meleket eymânuhunne evit tâbiîne gayri ulîl irbeti miner ricâli evit tıflillezîne lem yazharû alâ avrâtin nisâi, ve lâ yadribne bi erculihinne li yu’leme mâ yuhfîne min zînetihinn(zînetihinne), ve tûbû ilâllâhi cemîan eyyuhâl mu’minûne leallekum tuflihûn(tuflihûne).

Önce bu ayeti kelime kelime inceleyelim :
1. ve kul : ve de
2. li el mu'minâti : mü'min kadınlara
3. yagdudne : çeksinler, indirsinler
4. min ebsâri-hinne : (onların) gözlerinden, bakışlarından, bakışlarını
5. ve yahfazne : ve korusunlar
6. furûce-hunne : (onların) ırzları
7. ve lâ yubdîne : ve açmasınlar
8. zînete-hunne : (onların) ziynetleri
9. illâ : dışında, hariç
10. mâ : şey
11. zahera : zahir oldu
12. min-hâ : ondan
13. vel yadribne (ve li yadribne) : ve örtsünler - vursunlar
14. bi humuri-hinne : (onların) örtüleri
15. alâ : üzerine
16. cuyûbi-hinne : (onların) yakaları
17. ve lâ yubdîne : ve açmasınlar
18. zînete-hunne : (onların) ziynetleri
19. illâ : dışında, hariç
20. li buûleti-hinne : (onların) eşleri, kocaları
21. ev : veya
22. âbâi-hinne : (onların) babaları
23. ev : veya
24. âbâi buûleti-hinne : (onların) kocalarının babaları
25. ev : veya
26. ebnâi-hinne : (onların) oğulları
27. ev : veya
28. ebnâi buûleti-hinne : (onların) kocalarının oğulları
29. ev : veya
30. ıhvâni-hinne : (onların) erkek kardeşleri
31. ev : veya
32. benî ıhvâni-hinne : (onların) erkek kardeşlerinin oğulları
33. ev : veya
34. benî ehavâti-hinne : (onların) kız kardeşlerinin oğulları
35. ev : veya
36. nisâi-hinne : kadınlar
37. ev : veya
38. mâ meleket eymânu-hunne : (onların) ellerinin altında sahip oldukları, (cariyeler)
39. evit tâbiîne (ev et tâbiîne) : veya onlara tâbî olanlar, hizmetliler
40. gayri ulî el irbeti : kadına ihtiyaç duymayan
41. min er ricâli : erkeklerden
42. evit tıflillezîne : veya çocuklar ki onlar
43. lem yazharû : zahir olmaz, farkına varmaz
44. alâ avrâtin nisâ : kadınların avret yerlerine
45. ve lâ yadribne : ve vurmasınlar
46. bi erculi-hinne : (onların) ayakları
47. li yu'leme : bilinsin diye
48. mâ yuhfîne : gizlediklerini
49. min zîneti-hinne : (onların) ziynetlerinden
50. ve tûbû : ve tövbe edin
51. ilâllâhi (ilâ allâhi) : Allah'a
52. cemîan : topluca (hepiniz)
53. eyyu-hâ : ey
54. el mu'minûne : mü'minler
55. lealle-kum : umulur ki böylece siz
56. tuflihûne : felâha eresiniz

Bu incelemeye göre ayetin dilimize en yakın meali de şu şekilde oluyor :

Mü’min kadınlara de ki (söyle) , gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. görünen kısımlar müstesna, zîynet yerlerini göstermesinler. Örtülerini yakalarının üzerine örtsünler - vursunlar. Ziynetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut Müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!

Görüldüğü üzere ayette özellikle başı örtmek , saçı kapatmakla ilgili bir ibare bulunmuyor aksine ayet nerelerin örtülmesi gerektiğini açıkça belirtmiş. vel yadribne ifadesi örtmek , çapraz vurmak anlamı taşır. bi humuri-hinne ifadesi ise kadınların örtüleri demektir . Ayette açıkça kadınların ziynet yerlerini gizlemeleri için örtülerini yakalarına örtmeleri yani çapraz şekilde vurmaları salık veriliyor ayetin devamında ise yine ziynet yerlerini belli edecek şekilde ayaklarını yere vurarak yürümemeleri tavsiye ediliyor.. Burada ziynet yerleri sadece değerli takıların takıldığı yerler olarak algılanmamalı , ayette ziynet yeri olarak ifade edilen yerler , cinsel açıdan karşı cinsin ilgisini çekecek yerler olarak ifade ediliyor.
Bu ifadelerden başörtüsü anlamı çıkarmak için "örtmek" yani "hımar" kelimesinin yanına "baş" yani "re's" kelimesinin 'gelmesi gerekmektedir. Böylelikle ortaya hımarü-re's' ifadesi yani ‘başörtüsü’ çıkacaktır. Oysa ne ayette ne de Kur’an’ın herhangi bir yerinde 'hımarü-re's' diye bir tanımlama yoktur. Ayrıca Arapçada, kadınların başlarına örttükleri örtünün özel bir adı da vardır. Buna da ‘mikna’ ve ‘nasıfy denir. Hiç kimse Kur’an’ın herhangi bir yerinde ‘mikna’ ya da ‘nasıfy’ kelimelerinin geçtiğini gösteremez.. Kaldı ki iklim şartlarından dolayı erkeklerin bile başlarını örttükleri bir coğrafyada , sadece kadınlara özel olarak başın örtülmesi emri verilmesi formel mantık kurallarına da aykırı bir durum oluşturur..

Peki bu gelenek nereden geliyor ;
Türbanın yada baş örtmenin kökeni, eski Sümerler'deki tapınak fahişeleri'nin kendilerini diğer kadınlardan ayırt etmek için kullandıkları baş bağlama tarzına dayanır, zamanla onlardan Yahudilere ve Hristiyanlığa geçer ve nihayetinde İslam dünyasına sıçrar.
Sümer tapınaklarında rahibeler fahişe görevi yapıyorlardı. Bunlar Tanrı namına seks yaptıklarından kutsal sayılmış ve diğer kadınlardan ayrılmaları için başları örttürülmüştür.
Daha sonraları, M.Ö 1500 yıllarında Asurlular yaptıkları kanununlarla evli ve dul kadınları da başlarını örtmeye mecbur etmiştir. Fakat kızlar, cariyeler ve sokak fahişelerinin örtünmesi yasak tutulmuş, örtünürlerse cezai işlem uygulanması gerekli görülmüştür.
Böylece meşru seks yapan evli ve dul kadınları da mabet fahişeleri düzeyinde saymışlardır.
Bu gelenek Yahudilere geçmiş, dindar Yahudi kadınları evlenince saçlarını traş ettirip bir peruk veya başörtüsü ile başlarını örtmüşler. Hristiyanlıkta rahibeler aynı şekilde başlarını örtüyorlar. İlginç olanı Tevrat’ın son yazıldığı zamana kadar Yahudiler arasında Tanrı namına fuhuş yapan kadın ve erkekler varmış. Tevrat Tesniye 23:18′de “İsrailoğullarından ve kızlardan kendilerini fuhuşa vakdetmiş kimseler olmayacaktır. Kadınlar! Fuhuşun ücretini herhangi bir adak için Rabbin mabedine getirmeyeceksin, çünkü bunların ikisi de Rabbe mekruhtur.” şeklinde yazılıyor. Bunun yanında Yahudi fahişeleri yüzlerini ayrıca peçe ile gizliyorlardı.

Bugün dinin ve Kur'an-ın emri diye başlarını örtüp peçe takan müslüman kadınlar bu gerçekleri bilseler acaba bu uygulamayı terk ederler mi , yoksa bin yıldır tüm İslam aleminin sıkı sıkıya sarıldığı uydurulmuş geleneği yinede savunurlar mı ?
Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar

Yazan: Gregoire de Fronsac

JAİNİZM, BUDİZM VE HİNDUİZM

A, din, hinduizm, jainizm, budizm, Jainler, Jainizm inançları, Mahavira, Buda, Jainizm ve vejetaryenlik, Hint dinleri, Karma felsefesi, Meditasyon, Reenkarnasyon, Jainizme göre karma,
Mahavira Buda'dan biraz daha önce doğdu. Buda, Budizm'in kurucusu iken, Mahavira Jainizm'i bulamadı. O binlerce yıl önce Mahavira'dan önce Rishabh ya da Adinath tarafından günümüzde kurulan Jain geleneğinin 24.büyük öğretmeniydi (Tirthankar).

Çoğu Hindular evrenin yaratıcısı, koruyucusu ve yok edicisi olan bir tanrıya (veya tanrıçaya) inanırken, Jainizm böyle bir tanrıyı (veya tanrıçayı) reddeder. Jainler için, evren sonsuz bir fenomendir; asla yaratılmamış ve yok edilmemiştir. Sebep ve etki ilkesinde (karma ve reenkarnasyon) çalışan, kendi kendini idame ettiren, kendini yöneten bir fenomendir.

Hindular ve Budistler de Karma felsefesini kabul ederken, Jain'ler Karma'yı ruhu kirleten parçacıklar olarak tanımlıyorlar. Her ruhun mokşa (moksha) kazanması için, bu karma parçacıklarını temizlemek için kendi çabalarına (purusharth) güvenmesi gerekir. Buda, gibi Mahavira da bir prens olarak doğdu, ancak kraliyet hayatını 30 yaşında bıraktı ve bir sofu oldu. Sonraki 12 yıl boyunca, tüm zorlukların kendisi için önemsiz olduğu ölçüde meditasyon uyguluyordu. İnsanların kulaklarını tırnaklarıyla delerek, taş atarak işkence yaptığı, ancak meditasyonunu bozamadığı söylenir. Sonunda, 42 yaşında, oğlu oldu, fakat henüz mokşa'ya kavuşamadı, çünkü hala adının, yaşının ve vücudunun karmasına sahipti. Nihayet 72 yaşındayken mokşa elde etti. Jainizm'de mokşa hali, ruhun ebedi olarak mutlu ve sonsuza kadar ayrı olduğu evrenin son sınırı olduğuna inanılır.

Jain'ler için, Mahavira ve diğer tirantankarlar sadece rol modelleridir, herhangi bir materyalist ya da manevi hediye sağlayıcısı değildirler. Mokşa'yı elde etmek için yalnızca kendi çabalarına bağlı olmalıdırlar. Jainizm'in şiddet içermeyen fikir ve inançları Hindistan'da her zamankinden daha fazla sayıda vejetaryenin var olmasına yol açtı.

Çeviren & Yazan: A.Kara

HRİSTİYANLAR NEDEN ORUÇKEN YEMEK YERLER ?

din, hristiyanlık, Hristiyan orucu, sizden gelenler, Hristiyanlar neden oruçken yemek yerler?, Hristiyan ve Müslüman orucu, Diğer dinlerde oruç, Yeşeya 58:6-9,
"Hristiyanlar neden oruçta bile yemek yer? Halden anlamak bu mu?"
Müslümanların Hristiyan orucu hakkında yaptığı en büyük eleştiri budur. Fakat bu eleştiriyi yapmadan önce İslam orucu ile Hristiyan orucu arasındaki farkı bilmek gerekir. Fark şudur;

Müslümanlar oruç tutarak kendilerini fakirlerin yerine koyar, fakirlerin halinden anlamaya çalışır ve empati duygularını geliştirirler. Böylece zenginler de aynı fakirler gibi yemeyerek, içmeyerek ve hayatın lüksünden mahrum kalarak onları anlamış olurlar.

Hristiyanlar ise oruç tutarak İslam'ın tam zıttına, yedirirler. Yani orucu tutan zengin kişi, yemeyerek fakirin halinden anlamaya çalışmaz. Aksine, fakire yedirerek, içirerek, giydirerek fakirin zenginin halinden anlamasını sağlar.
Çünkü Tanrı vahiyleri ve gelen peygamberlerin aracılığıyla yazıldığına inanılan yasada şöyle yazmaktadır;

Benim istediğim oruç, 
Haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları salıvermek, 
Ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak, 
Her türlü boyunduruğu kırmak değil mi? 
Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? 
Barınaksız yoksulları evinize alır, 
Çıplak gördüğünüzü giydirir, 
Yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz, 
Işığınız tan gibi ağaracak, 
Çabucak şifa bulacaksınız. 
Doğruluğunuz önünüzden gidecek, 
RAB’bin yüceliği artçınız olacak. 
O zaman yardım çağrılarınızı RAB yanıtlayacak, 
YEŞEYA 58:6-9

SİZDEN GELENLER | Yazan: D. Emre

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

DİN VE BİLİM 3 | NAMAZ ÇELİŞKİLERİ

din, din ve bilim, DP, Enam 38, İslamda namaz uygulaması, islamiyet, Kutuplarda namaz, Nahl 89, Namaz çelişkileri, Namaz saatleri, Namaza dair çelişkiler, Sorularla İslamiyet,
Toplumumuzda yer alan hemen her kesimin (ister inançlı ister inançsız), hatta dünya İslam aleminin aklına takılan bir husus vardır: “Kutuplarda namaz nasıl kılınır, Mars’ ta namaz kılmak zorunda kalırsak vakitleri nasıl belirleyeceğiz ve yönümüz ne olacak?”. Bu yazımda, daha önce bazı makalelerimde olduğu gibi, mümkün olduğunca kişisel yorum yapmayacağım. Önünüze karşılaştırma yapabileceğiniz verileri koyacağım ve mukayeseyi size bırakacağım. Bu konuya daha önce bazı yazarlar değinmişti. Toplumumuzda ve dünyada da buna açıklamak isteyenler oldu. Ancak ya kimse cevap bulamadı ya da cevaplar kimseyi tatmin edemedi. Gerçi inançlılar için sorun yok, “Hoca efendiler” onlara zaten her şeyi açıklayabiliyor.

Hepimizin bildiği üzere kutuplarda 6 ay gündüz, 6 ay gece yaşanır. Mars gezegenini ele alalım. Orada kıble elbette Dünya olacak çünkü Kâbe Dünyada. Peki, oraya gelen güneş ışını açısı? Vakitler nasıl belirlenecek? Sakın takvim - saat demeyin çünkü Dünyada kullanılan saatler ve takvim orada işlemeyecek. Nedeni, marsın yörünge süresi 687 dünya günüdür. Dünya gibi 365 gün değildir. 1 gün orada 24 saat 39 dakika 35.2 saniyedir. Bir Mars yılı 1.8809 Dünya yılıdır, yani Dünya zaman birimiyle tam olarak 1 yıl, 320 gün ve 18,2 saattir. 1 dünya günü orada yoktur. Mars günü SOL diye adlandırılır. Marsta bir gün, “1 SOL” diye geçer.

Ya gelecekte uzayda seyahat eden bir Mümin’in durumu? Güneş ışını yok, vakitler yok, takvim yok.
Bu noktada “Her şey Kuran’da yazmaz. Sen mantık ile bulacaksın. Allah akıl vermiş” dersen kâfir olursun. İnançlı biri için Kuran apaçık ve eksiksizdir. Bunun için kanıt isteyenler şu iki ayete baksınlar:

Enam 38: "Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler." (Diyanet İşleri)

Nahl 89: "(Ey Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün. Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Diyanet İşleri)

Kısacası aslında orada anlatılmak istenen diye başlayan cümleler kurup inandığınız dinden çıkıp kâfir olmayın.

Yazıda konuyu 3 ayrı başlıkta inceleyerek bu bilgileri karşılaştıracağız:
1. İslami Açıdan Namaz Vakitlerinin Belirlenmesi (Kuran-ı Kerim).
2. Kutuplarda Namaz Vakti Belirlenmesi.

a) Kutuplarda Namaz, www.sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntı:
b) Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, http://www.milliyet.com.tr/kutuplarda-namaz-saatleri-sorununa-yanit-bulundu-gundem-1403243/ sitesinden alıntı:

3. Daha Önce Bahsedilen 2 Başlığın Karşılaştırılması.
Yazıya giriş yapmadan önce, eğer daha önce okumadıysanız, aşağıda verilen namaz ile ilgili bazı ayetleri anlayarak okuyun. Herhangi bir yanlış anlamaya yer açmamak için bu ayetleri daha sonra içerisinde bulundukları sureler ile okuyun ki kimse “cımbızla ayıkladıkları ayetler ile yanlış bilgi veriyorlar” demesin. Hatta lütfen kendinizde bununla ilgili araştırma yapın ki bir kısım tarafından şahsımıza yapılan “milleti yönlendiriyorlar” suçlaması ile karşı karşıya kalmayalım.

1. İSLAMİ AÇIDAN NAMAZ VAKİTLERİNİN BELİRLENMESİ (KURAN-I KERİM)

11:114 - Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. Bu ise, düşünebilenlere bir öğüttür.

17:78 - Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.

17:79 - Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur'ân ile teheccüd namazı kıl, Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.

24:58 - Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur. (Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz.) İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

73:20 - Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

2. KUTUPLARDA NAMAZ VAKTİ BELİRLENMESİ
a) Kutuplarda Namaz, www.sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntı:
Namazların kutuplarda nasıl kılınacağına dair bilgiler bizzat Hz. Peygamber (a.s.m)’den gelmiştir. Deccal hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber (asv),
“Deccal yeryüzünde kırk gün kalacaktır. Bu kırk günün bir günü bir yıl gibi, bir günü bir ay gibi, bir günü bir hafta gibi, diğer günleri ise normal günleriniz gibi olacaktır.” deyince ashab, uzun günlerde bir günlük namazın yeterli olup olmadığını sormuşlar, bunun üzerine Hz. Peygamber “Hayır bir günlük namaz yeterli değildir; namaz vakitlerini takdir edersiniz.” buyurmuştur (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20).
Bu hadis, vakitlerin oluşmamasının namazı düşürmeyeceğini ve vakit oluşmayan bölge ve zamanlarda vakitlerin takdir edilerek namazın kılınması gerektiğini açıkça göstermektedir. İlâhî hitabın gereği bütün Müslümanlar, günde (24 saatte) beş vakit namazı kılmakla mükelleftirler. Dünyada, bazı bölgelerde bazı vakitler tam olarak oluşmasa da, kutuplara yakın bölgelerde günlerce, hatta aylarca güneş doğmasa veya batmasa da bir gün yirmi dört saattir ve tarih değişimi de buna göre olmaktadır.
Bu sebeple, bir bölgede herhangi bir namazın vakti gerçekleşmiyorsa veya tam olarak belirlenemiyorsa, takdir yapılarak namazlar kılınır. Oruç da namaza kıyas edilir, o da kutup bölgesine en yakın olan yerlerin normal saatlerine göre ayarlanır.
Bu hadiste on dört asır öncesinden, dünyanın bazı bölgelerinde altı ay gündüz, altı ay gece ve bu iki bölge arasında kalan bazı yerlerde de bir ay veya bir hafta güğneşin doğup batmadadığına işaret edilmiştir. Bu husus başlıbaşına bir mucizedir. Çünkü on dört asır önce böyle bir bilginin “b”sinden bile bahsedilemezdi.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri konumuza ışık tutacak mahiyettedir:
“Alâmet-i Kıyametten olan Deccal hakkında Hadis-i Şerif de "Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı sâire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer." rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler. Hâşâ, şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve'l-ilmu indallâh, hakikati şu olmak gerektir ki: Alem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimaliye (kuzey kutbu) yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. "Deccalın bir günü bir senedir." O daire yakınında zuhuruna işarettir. "İkinci günü bir aydır" demekten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bazen olur yazın bir ayında güneş gurub etmez (batmaz). Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü Deccal’e isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulû’ ve gurub (gün doğumu-gün batımı) ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı…”(Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Asıl.)

b) Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, http://www.milliyet.com.tr/kutuplarda-namaz-saatleri-sorununa-yanit-bulundu-gundem-1403243/ sitesinden alıntı:
Bayındır, Süleymaniye Vakfında yaptığı basın toplantısında, kutup bölgelerinde güneş hareketlerinin namaz ve oruç konusunun tartışılmasına neden olduğunu belirterek, Ocak ayında vakıftan bir heyetin Norveç’e gittiğini ve heyetin buradaki gözlemlerinin ardından, 5 vakit namazın 5’inin de Türkiye’deki derin vadilerde olduğu gibi tespit edilebildiğini kaydetti.
Kutuplarda binlerce Müslüman’ın bulunduğunu ifade eden Bayındır, "Norveç’in Tromso kentinde yaptığımız çalışmalar, bize kutuplarda güneş batmasa da gece, güneş doğmasa da gündüzün olduğunu gösterdi. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman da bunu destekleyen ayetler görüyoruz" dedi. Enbiya Suresi’nin "Geceyi, gündüzü ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir" mealindeki 33’üncü ayetini hatırlatan Bayındır, gece ve gündüzün güneşe bağlı bir varlık olmadığını, ikisinin de güneşten ayrı bir varlık olarak hareket ettiğini söyledi.

Prof. Dr. Bayındır, şunları kaydetti: "Kur’an-ı Kerim şunu da gösteriyor ki Dünya’yı, Güneş aydınlatmıyor.
Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren gündüz dediğimiz varlıktır. Gündüz dediğimiz varlık ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmektedir. Karanlığın oluşması, Güneş’in batmasından değil, gece denilen varlığın ortaya çıkmasıdır. Resim ve belgeseller üzerinde yaptığımız çalışmalarda da güneşin tepede olmasına rağmen karanlık olduğunu, Güneş’in yok olmasına rağmen gündüz denilen varlığın ortaya çıktığını görüyoruz. Güneş’ten yansıyan ışınları gündüze çeviriyor." "Kutuplarda namaz vaktinin girmemesi gibi bir şey söz konusu değildir. Vakitler çıplak gözle bile anlaşılabiliyor" diyen Bayındır, 22-26 Haziran’da Norveç’in Tromso kentinde ikinci bir çalışma yapacaklarını ve bunun kamuoyuna duyurulacağını anlattı. Bayındır, Kur’an-ı Kerim’de namazın ilk peygamberden son peygambere kadar kesintisiz kılındığının anlatıldığını belirterek, bu vakitlerin herkesi kapsadığını kaydetti.
İÜ Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Adnan Ökten’in bu çalışmalar sonucunda yeni bir takvimin yapılabileceğini söylediğini aktaran Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, namaz vakitlerinin bölgesel nitelikte hazırlanması gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Bayındır, havadaki bütün ufukların aynı karanlığa dönüştüğünde yatsı namazı vaktinin bittiğini anlatarak, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde yatsı ezanının okunduğu vakitte namaz vakti doluyor. Yani o ezan, yatsı namazının bittiğini ifade ediyor. İnsanlar başladığını zannediyor. Mezhepler üzerine yaptığım çalışmada, Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerini kuran âlimlerin tamamı hava karardığı zaman yatsı vaktinin bittiğine tamamen ittifak ediyor. Çünkü ilgili hadis ve ayetler kesindir. Sonra ne olduysa Maliki mezhebi hariç, diğer mezhepler yatsı namazını sabah vaktine kadar uzatmış. Bu konuda da herkes, Kur’an-ı Kerim’in İsra Suresi’nin 78. ayetine bakarsa namazın vaktinin bittiğini görür."

3. DAHA ÖNCE BAHSEDİLEN 2 BAŞLIĞIN KARŞILAŞTIRILMASI
İlk başlıkta bahsettiğimiz üzere namaz vakitleri Kuran’da ayrıntılı olarak verilmiştir. Gece ve Gündüz kavramları ile sabah, öğle ya da geceden önce gibi kavramlar ayetlerde açık bir biçimde yer almaktadır. Yani Kuran-Kerim saat ve takvime yer vermemiş, aksine sadece Güneş ışınlarına ve Gece-Gündüz kavramlarına atıf yapmıştır. İlkokul Fen Derslerine girdiyseniz daha o dönem bu bilgiler ile tanışıyoruz. Gece ve Gündüz olayını güneş ve dünyanın o anki konumu belirler. Dünya üzerinde Gece ve Gündüz farklı zaman dilimlerinde ve farklı şekillerde yaşanır. Gündüzden kasıt güneş ışınlarının yeryüzünü aydınlattığı periyot, Geceden kasıt ise güneş ışınlarının artık ulaşmadığı periyottur. Sabah-Öğle-İkindi-Akşam gibi vakitler, yeryüzünün herhangi noktasında denk gelen güneş ışınının açısı ile bağlantılıdır. Dolayısı ile bu noktada eğip bükmek, “aslında şu denmek isteniyor” gibi kıvırmalar yersizdir. İnanan için ayetler açık seçik ortadadır. İkini başlık olan “2. Kutuplarda Namaz Vakti Belirlenmesi” altında, iki farklı görüşe yer verilmiştir. Bu hususta verilen bilgiler, çoğu İslami çevrenin kabul ettiği 2 farklı görüşü sunar. Birbirlerine paralel olmakla birlikte küçük nüanslar ile ayrılırlar. Açıkçası objektif olarak incelendiğinde her iki görüşte de doyurucu ve net açıklanan bir durum yoktur. Hemen her mezhep, İslami görüş veya hoca farklı açıklamalar getirmektedir. Çünkü ortada bilimsel bir kesinlik vardır. Madem namaz vakitleri için için saat-dakika-takvim kavramı değil, coğrafi kavramlar (güneş ışınlarının geliş açısı/ gece ile gündüz) geçerlidir, o halde 6 ay gündüz ve 6 ay gece olan bölgeler için durum nedir? Diğer gezegenlerde durum ne olacak? Uzayda seyahat ederken vakitleri nasıl belirleyeceğiz? Maalesef hiçbir İslami açıklama buna yanıt verememektedir.

Acaba namaz vakitleri ve zamanları belirlenirken kutuplar gibi yeryüzü bölgeleri veya diğer gezegenler (Hatta ay, oraya gidildi neticede) bilinmediği için bunlara yer verilmemiş olma olasılığı var mı? Yani kutsal kitabı yazanlar veya derleyenler bilmediği için olabilir mi? Yok, yazının başında bahsedildiği üzere Enam 38 ve Nahl 89’da Kuran-ı Kerim’in apaçık açıklayıcı ve eksiksiz olduğu yazılı. Böyle sapkın düşüncelere girip imanımı sakatlamak istemem (!). Demek ki kutuplarda namaz kılınmayacak. Ya da 6 ay gündüzün ilk başlangıcını sabah kabul edip kılacağız, Güneşin tam o noktaya doğrudan açı yaptığı 3 ay sonra öğle kılacağız, 2 ay sonra ikindi, 1 ay sonra akşam ve tam geceye dönüldüğünde de yatsı kılınacak. O halde günlük vakitler kaçmış oluyor? Pardon hocalar nasıl bir kıvırma metodu geliştirmişti? En yakın yerleşim birimi… Ya en yakın yerleşim birimi de Kutup dairesi içerisindeyse? Yok Kutup çemberi dışında bir yeri baz almalıyız diyorlarsa bu noktada Kuran-ı Kerim ile çelişildi? Daha önce bahsedildiği üzere Kuran’da herhangi bir nokta için gece-gündüz kavramı ile güneş ışınları baz alınıyor.

Şu an diğer gezegenlerde hayatın olmadığını ve gezegenler arası yolculuğu hayal kabul edip günümüz gerçeklerine dönelim. Kutupları ne yapacağız? Namaz vakitleri hakkında ayetler bu bakımdan yeryüzünün tamamını kapsamamaktadır.

İstediğiniz kaynağa başvurun, istediğiniz bilimsel kaynaklara gidin, istediğinizi hocaya danışın. Hatta İlahiyat Profesörlerine danışın. Bilgi alın. Aldığınız bilgileri karşılaştırın. Bakın bakalım sonuç ne çıkacak. Bu yazıyı deli saçması olarak görüp dikkate almayın. Hatta bu yazıyı tamamen zırva olarak nitelendirin. İyi de çelişkiler ortada duruyor? Bir açıklama getirsenize?

Birkaç yıl önce Ramazan programında, astronomik rakamlarda para alıp program yapan “Alim” olan hocaya şöyle bir soru gelmişti: “Hocam ayda veya kutuplarda namaz nasıl kılacağız?” Cevap şöyleydi: “Hele sen bir oraya gitme işini hallet, o zaman cevap veririm”. Böylesine alaycı ve sığ bir biçimde cevap verilen genç şaşkınlık içerisinde yerine otururken hocanın vermiş olduğu “mükemmel” cevapla tatmin olan seyirci kitlesi dalga geçer gibi gence bakıyordu.

Dini Bilim ile açıklamak ya da Bilimi Din ile bağdaştırmak. İster semavi olsun ister olmasın hemen her dinde bu çaba vardır. Basit anlamda Din, inanç işidir. İnanç, elle tutamadığınız, gözle göremediğiniz, test edemediğiniz, ölçemediğiniz, değerlendiremediğiniz, kanıtlayamayacağınız bir unsurdur. İslamiyet’ in ilk şartı olan kelime-i şehadet getirirken dahi ilk olarak “Eşhedü” kelimesini kullanırsınız. Eşhedü kelimesi, “şehadet ederim ki, yemin ederim ki, şahit olurum, tüm benliğimle inanırım” manaları taşır.

İnsanlar, inancı kullanarak gözlemlediği ve karşılaştığı, ancak anlayamadığı durumları açıklamaya çalışır. Örneğin eski çağlarda kuyruklu yıldız gören birisi, uzay, meteor gibi kavramları bilmediğinden bu hususu doğaüstü/metafizik unsurlara dayandırarak açıklamaya çalışmıştır. Evrenin, yeryüzünün ve insanın yaradılışı, gökyüzü, afetler, doğa olayları gibi daha birçok karşılaşılan ya da açıklanamayan (örneğin yaradılış) gibi unsurlar hep inanç temellidir.

Özellikle 16. Yüzyıldan itibaren bilimde gözlemlenen gelişmeler sayesinde evrenin oluşma ve çalışma mekaniğine dair kuramlar oluşturulabilmiş; evrenin, yeryüzünün ve insanın yaradılışına dair gizemlerin büyük bölümü çözülmüştür. İnsanoğlu’nun gözü önünde cereyan eden bu gelişmeler, dini metinler ile çelişki oluşturmaya başlamıştır. Bir tarafta kesin kanıtlar, bir tarafta da inançlar. Bu durumdan rahatsız olan dini çevreler, dini kitaplarda yer alan söylevleri, tespit edilen bilimsel buluşlar ile izah etmeye çalışma gayreti içine düşmüşlerdir. Doğal olarak her bilginin semavi kitaplarda yer alması ya da açıklanmış olması gerekmektedir.

Daha önce yayınlanan “Din ve Bilim 1” ve “Din ve Bilim 2” başlıklı makalelerimde bu konuya yer vermeye çalışmıştım.

Din ile Bilim’i yan yana koymaya, hele hele onları birbirleri ile örtüştürmeye çalışmayın. Ya dininizi ya da bilimi kaybedersiniz. Yok, “ben ikisini de yürütüyorum. Din ve Bilim birbiri ile çelişmiyor” gibi bir düşünce yapısı içerisindeyseniz, bu ütopik dünyanızda size iyi yolculuklar dilerim.

Son olarak namazı 5 vakit olarak söylerken bu Sünni İslam anlayışına göredir. Şia’ya göre namaz 3 vakit kılınır. Onlara göre 3 vakit kılınması gerektiğini bizzat Kuran-ı Kerim söylemektedir ve bu konuda ayetler vardır. Bu da ayrı bir konu.

Yine soruları ortaya koyup hiçbirine cevap bulamadığım için özür dilerim. Bunca Bilim insanı ve Din Âlimi’ nin cevap bulamadığı veya cevapta müttefik olamadıkları bir konuda benim bir açıklama bulmamı elbette beklememelisiniz. Sağlıcakla kalın.

VAROLUŞÇULUK VE NİHİLİZM

din, A, nihilizm, Varoluşçuluk, Varoluşçuluk ve Nihilizm, Nihilizm türleri, Gerçekten var mısın?, Şuan var mıyız?, Gerçek miyiz?, Hayat gerçek mi?, nonteizm, teizm, nihilist düşünce,
Nihilizme ve Varoluşçuluk temelde kutup karşıtı felsefelerdir. Nihilistler her şeye, hatta kendi varlıklarına kuşkuyla bakarken, varoluşçular varlığı, özellikle insanın varlığını daha yakından incelemekle ilgilenirler.

Var mısın?
Hiç hayatınızdaki bir şeyi derince sorguladınız mı? Belki Tanrı'nın varlığını araştırdınız ya da belki sadece birinin hayal gücümüzü ya da rüyasını anlatan kavramımız hakkında düşünmüştünüz. Bunlar, filozofların düzenli olarak ele aldığı düşünce ve sorulardır; Anlamak için çok düşünce ve çalışma gerektiren sorular. Bununla birlikte, insan varlığı hakkında düşüncenin karşıt uçlarını tanımlamaya yaklaşan iki düşünce kolu vardır ve biraz daha bütün olma felsefesini anlamamıza yardımcı olur: Nihilizm ve varoluşçuluk. Bu iki felsefe, gördüğümüz ve yaşadığımız şeylerle ilgili en temel insani soruların derinliklerine girmektedir. Bunların hepsi bir illüzyon mudur yoksa gördüğümüz ve yaşadığımız şeylere güvenebilir miyiz? Neyin gerçek olduğunu ve neyin önemli olduğunu nasıl belirleyeceğiz? Bunlar varlık felsefesinde araştırılan bazı sorular.

Nihilistik ve Varoluşçu Düşünce Tarihi ve Karşılaştırması
Nihilizme 19. yüzyıl boyunca popülerlik kazandı ve romancı Ivan Turgenev'in yazıları sayesinde daha görünür hale geldi. Filozoflar, bu fikri, gerçek olanın var olmadığı için imkansız olmanın değişim kavramını belgeleyen Elea'nın Parmenides'iyle (b. C. 515 - 450) binlerce yıldır bu fikri terfi ettirmişlerdir. Buda aynı zamanda varoluş illüzyonuyla ilgili fikirleri ya da çevremizdeki şeyler gerçek gibi görünse de, hepimizin yanılsamayla yaşadığından ve kaçmak ya da daha yüksek bir realiteye tercüme etmesi gerektiğinde iyi biliniyordu. Bu düşünceler, tarih boyunca Filizofiye Immanuel Kant'a (1724 - 1804) süzüldü. Varoluş hakkındaki düşünceleri, kişinin kendi anlayışının merkezinde olduğunu varsaydı. Bu, solipsizm fikrini ya da sadece sizin var olduğunuzu, görüp yaşadıklarınızın yalnızca hayal gücünüzün ürünleri olduğu görüşünü desteklemektedir.

Varoluşçu düşünce çoğunlukla insan varlığı ve anlamı ile ilgilidir. Bu felsefe insan özgür iradesi, yaşam tercihleri, bireysel doğaya karşı mücadele, yaşam mücadelesi, mantıksızlık ve kişisel sorumluluk da dahil olmak üzere birçok alanı araştırıyor. Hiçbir inanç sistemi, din ya da siyasi sistem varoluşçuluk felsefesine münhasır iddia edemezken, çeşitli köklü birçok filozof, temel ilkelerini kabul eder. ya da örneğin, bir dini filozof olan Kierkegaard, bir anti-Hristiyan Nietzsche, bir ateist Sartre ve bir ateist Camus, varoluşçuluğun gerçek anlamın aranmasıyla ilgili olduğuna ve insanın acı çekmesi, yoksulluk, ölüm ve diğer gelişmemiş olaylar. Bununla birlikte, çoğunlukla varoluşçular özgür irade ve kişiliğe sıkıca inanır ve birinin inanç sistemini başkalarına dayatmaya şiddetle karşıdırlar.

Nihilizmin Türleri ve Varoluşçuluk
Nihilizmin başlıca türleri, metafizik nihilizm, mereolojik nihilizm, kısmi nihilizm ve ahlak nihilizmidir.

Metafiziksel nihilizm, hiçbir şeyin bulunmadığı ve her şeyin bir illüzyon olduğu hipotezidir. Hayat sadece bir rüyadır.

Mereolojik nihilizm ise, cisimlerin mevcut olmadığını, sadece atomik ve atom altı parçacıkların bulunduğunu belirtir. Bu felsefede, yaşadığımız şey nesne ve nesneler değil, onlara atfettiğimiz fikirlerdir.

Yazan: Öğretim Üyesi: Joshua Sipper
Çeviren: A.Kara

NİHİLİZM VE ATEİZM ARASINDAKİ FARK

Hazırlayan: A.Kara
ateizm, nihilizm, Ahlaki nihilizm, Metafizik nihilizm, Nihilizm ve Ateizm, Ateizm ve Nihilizm, Nihilizme göre Tanrı ve ahlak, Ateizm ve ahlak, din, A, Ahlak ve Tanrı, din ve ahlak,
Ateizm tanrıların varlığına inanmaz, temelinde bu kadardır ve başka hiçbir şey yoktur. Nihilizmin birçok formu vardır ve sorunuzun yorumu, ne tür bir "nihilizme" başvurduğunuza bağlıdır.

İki biçimde inceleyelim:
Metafizik nihilizme (var olan herhangi bir şey olduğuna inanmamak)
Ahlaki nihilizm (nesnel ahlaka inanmamak)

Metafizik Nihilizm ve Ateizm
  1. Ateistler herhangi bir tanrı varlığına inanmazlar.
  2. Aşırı (metafizik) nihilistler, tanrılar ve kendileri de dahil olmak üzere herhangi bir şeyin var olduğuna inanmazlar.
  3. Dolayısıyla aşırı (metafizik) nihilistler ateisttir.
  4. Tüm metafizik nihilistler ateist değillerdir, çünkü tamamen ret yoktur, tanrıların var olduğu düşünülmektedir.
Ahlaki Nihilizm ve Ateizm
  1. Ateistler herhangi bir tanrı varlığına inanmazlar.
  2. Ahlaki nihilistler nesnel ahlak olduğuna inanmazlar, yani içsel olarak iyi veya kötü eylemler yoktur.
  3. Ahlaki nihilistler tanrılara inanabilir veya inanmayabilir, ancak objektif ahlaka inanmadıkları için herhangi bir Tanrının nesnel ahlakın kaynağı olduğuna inanmazlar.
  4. Ateistler, objektif ahlakın varlığına inanabilirler ya da inanmayabilirler ancak ahlakın tanrı tarafından verildiğine inanmıyorlar, çünkü herhangi bir tanrıya inanmıyorlar.
Dolayısıyla ateizm ve metafizik nihilizm birbiri ile ilişkilidir fakat ateizm ve ahlaki nihilizm birbiri ile ilişkili değildir çünkü büyük oranda örtüşmez. En önemli nokta: Felsefi ve pratik olarak ahlaki değerlere sahip olmanın veya herhangi bir tanrıya inanmanın mümkün olmadığıdır!

Metafizik Nihilizm ve Ateizm
Bu Nihilizm türü, en uç metafizik biçiminde, her şeyi inkar eden aşırı şüpheciliğin (kendi de dahil) felsefi bir duruşudur. Bu aşırı nihilist biçiminin ateizmi otomatik olarak gerektirdiğini söyleyebilirim. Öte yandan, bir veya daha fazla tanrıya inanmak, otomatik olarak nihilist olamazsınız demektir.
Bir ateist olarak, metafizik bir nihilist olabilirsiniz, ancak muhtemelen değilsiniz.

Ahlakî Nihilizm ve Ateizm
Nesnel ahlak gibi bir şey olmadığını belirten ahlaki (veya etik) nihilizmden bahsediyorsanız, ateizm ile bağlantısı yoktur.
Nesnel ahlakı anlamıyla kabul etmemek, doğru veya yanlış gibi bir şey olmadığını kabul etmektir.

Pek çok teist, tanrılarının bir ahlak kaynağı olduğuna inanıyor. Ahlakın tanrıdan geldiğine inanmak, teistsleri genellikle ateistlerin ve dinlere inanmayan insanların ahlaki değerlere sahip olmadığına inanmaya iter. Bu gerçek dışıdır! Tanrıya inanmak ve ahlaki değerlere sahip olmak felsefi olarak birbiri ile ilgisizdir. Çoğu ateist ve dinsizin ahlaki değerleri vardır. Sadece bunların tanrı tarafından verildiğini düşünmüyorlar.

Aynı şekilde, objektif ahlaka inanmamanın, herhangi bir tanrının varlığı ile ilgisi yoktur. Bir teistik ahlaki nihilist olmak isteseydim, objektif bir ahlakın kaynağı olmayan, yani doğru veya yanlış olanı yazmayan bir tanrıya basitçe inanabilirdim. Bu, bildiğim kadarıyla tüm mevcut insanlık dinlerini diskalifiye edecektir.

SAĞLIK VE DİN

Ülkemizde özel hastane sayısı bildiğimiz gelişmiş ülkelerin kat kat üstünde, çok basit bir tanımla din için harcanan paranın %10'u sağlık sektörüne harcansa tüm ülke ücretsiz sağlık hakkına kavuşur. Ve özel sağlık kuruluşlarına bu kadar ihtiyaç duyulmaz.

Dünya genelinde savaşlarla insan yaşamına son vermek için harcanan para insanın yaşamasına harcanandan kat kat fazladır, yani yaşatmaya değilde yok etmeye odaklanıyor herkes.

Dinle ne alakası var ?
Örneğin eğer paran varsa sağlık vardır, yoksa ölsen de kimsenin umurunda değil fakat imamın pamuğu hazır!

Diyanetin bütçesi senin verdiğin vergilerle ödeniyor, sana doğuştan hakkın olan sağlık yerine, insanlığa hiç yararı olmayan bir mekanizmanın sana verdiği nedir? Din üzerine kurulmuş vakıflar mesela onlar dahada gereksiz.

Gelişmekte olan tıp, sağlık, ecza, vs için ödenemeyen paranın, gelişmemekte olan hatta daha çok cehaleti dayatan bir kurumun (diyanet) insanlığa ne yararı olur? Din boyutundaki kısmı çok ilginç, ülkemizde şuan din inancı için harcanan bütçe, savaşlara ödenen bütçe ile neredeyse eşit veya daha fazla.

Modern bir ülkede öncelikle insan sağlığına önem verilir ve araştırmalar yapılması için o kurumun çalışmaları takip edilir denetlenir ve sonuç alınır ama geri kalmış bir toplumda diyanetin çalışmaları zaten denetlenemeyen birde ulaştığı sonuçların insan haklarına aykırı fetva ile ilgilidir.

Nedir bu fetvalar? mesela: "kız 7 erkek 8 yaşında evlenebilir", "kız 15 erkek 16 yaşında evlenebilir"  için harcanan paralar mesela, bunlar insan aklına ihanettir.

Yani gelişmiş bir devlet kurumunu da geçtim, sıradan bir vatandaş bile söylese, direk psikiyatri merkezine alırlar, aklı dengesi yerindeyse direk ceza ve infaz kuruluna sevk edilir. Bu fetvalara benzer daha bir çoğu var ki bunu zaten diyanetin geçmiş açıklamalarından biliyoruz.

İhtiyaçtan çok cami var, sadece % 10'u sağlık sektörü için olsa inanın hiç sorun kalmaz.

Birde dinin yalan yönü daha ağır. Mesela gerçek dinlerin "yetim hakki yenmez" demesi, ülkemizde yetim hakkını hem çalıp hem yiyip birde üzerine muhteşem bir cami yaptırması, demek; ben senden çalarım, yetim hakkını da yerim fakat "sözde" günahlarımı yüksek bir cami yaptırarak silerim demektir. Buda insan aklıyla alay etmektir. O yüzden o camiye gidenlerin kendini sorgulaması gerektiğinin altını çizerim.

Yani soyut olan cennet-cehennem-günah kavramlarının insanlara diyanetin aracılığıyla bu kadar masraflı işletilmesi, dinlerin çıkış noktasına biraz terstir. İlk rahiplerin çıkış amacı toplumu gelişmekte olan global düzene (zamana) hazırlamak idi. Yani bu dünyayı cennete çevirmek için örgütlerken, bugünkü dinler ise gerçeğinden saptırılarak bu dünyayı cehenneme çeviren bir kavram üzerine kariyer yapmış ve bunun içinde iktidar tarafından ekonomik desteği her zaman en üst düzeyde almıştır.

Toparlayalım;
Bu kadar din üzerinde durmalarının nedeni düşünemeyen bir toplum yaratmaktan geçiyor. Buda gene din kullanılarak yapılan bir eylemdir. Gelişen dünya düzenine neredeyse ışık hızında geri kalmış ülkeler arasında yerimizi almış bulunmaktayız. Bunun tek kaynağı körü körüne inanmamızdan ve hiç sorgulamamızdan geçiyor ve bunun tek sorumlusu bizleriz!

Firavun'a sormuşlar sen nasıl Tanrı oldun? "Hiç itiraz eden olmadı"demiş.
Dünya boştur! Boşluğu doldurmak üzere saygılar...

Yazan: Metin T.

ÖN YARGI

K,din,Ön yargı,Dr. Semmelweis,Ignaz Philipp Semmelweis, Loğusa hummasını çözen bilim adamı,Macar doktorun loğusa ölümlerini çözmesi,Bilim dünyasınca dışlanan insanlar,Ya dinler ve anlatılanlar yanlış ise?
Ön yargı bir insan veya bir konu hakkında bilgin olmadığı halde araştırmadan tümden yalanlamaktır (aksini iddia etmek). İnsanoğlu bazen araştırıp, bilgi edinmek, karşısında fikir söyleyen insanı dinlemek yerine en kolay yolu seçerek onun fikirlerini reddediyor. Ön yargı farklı sebeplerden dolayı ortaya çıkabilir. Anlatan ve dinleyenin birbirlerine muhalif olmalarından, birbirlerinden nefret etmelerinden veya en basiti olan dinleme ve saygı gösterme medeniyetinin olmaması gibi nedenlerden. Ön yargılı insanlar tarih boyu olmuştur ve olmaya da devam edecek. Günümüz dünyasında da bunun örnekleriyle her gün karşılaşıyoruz. Ön yargının bazı formları mevcut. Bunlardan en tehlikelisi insanlara zarar veren ön yargılardır. Size tarihte bu tarz yapılan ön yargılardan bir örnek yazacağım.

K,din,Ön yargı,Dr. Semmelweis,Ignaz Philipp Semmelweis, Loğusa hummasını çözen bilim adamı,Macar doktorun loğusa ölümlerini çözmesi,Bilim dünyasınca dışlanan insanlar,Ya dinler ve anlatılanlar yanlış ise?

Ignaz Philipp Semmelweis 1 Temmuz 1818 yılında doğmuş, Avusturya'nın başkenti Viyana'da yaşamış Macar asıllı bir kadın doğum uzmanıdır. o dönemde Viyana'daki hastanelerin birinde doktor olarak çalışmaktadır. Çalıştığı hastanenin iki doğum şubesi vardı. Bu şubelerden birinde kadınların loğusa humması sonucu ölüm olan diğer şubeye göre oldukça fazlaydı. Semmelweis gözlem yapma kararı alır ve ölen kadınların otopsi derslerine katılarak araştırma yapar. Bu ölümlerin otopsi dersine katılan tıp öğrencilerin kadavralara dokunduktan sonra doğum şubesindeki başka kadınlara da dokunduğunun şahidi oldu. Bu öğrenciler ellerindeki bakterilerle diğer kadınlara dokunuyor ve bakterilerin o hastalara geçmesiyle ölümlerine sebep oluyorlardı. Dr. Semmelweis bunu tespit ettikten sonra şubesindeki doktorlara ameliyattan çıktıktan sonra ellerini yıkamasını söyledi. Bunun üzerine 1847 yılında bir kitap yazdı ve ameliyat sonrası ellerin yıkanmasının gerekli olduğunu çünkü bir şekilde gözle görülmeyecek kadar küçük olan canlıların (bakterilerin) diğer hastalara bulaştığını, ölümlerin çoğunun bu yüzden olduğunu anlattı. Çok kısa zamanda haklı olduğu ortaya çıktı ve klinikteki ölüm oranı neredeyse yok seviyesine kadar inmişti. Fakat Dr. Semmelweis bu büyük buluş sonrası takdir edilmek yerine aşağılandı hatta çalıştığı klinikten bile kovuldu.

O dönemde Avrupa'da bakteriler hakkında pek çok şey bilinmiyordu hatta bu canlıların varlığına bile inanılmıyordu. Üstelik bir doktorun ellerini yıkaması utanç verici bir şeydi. Doktorun elleri ve üzeri ne kadar kanlıysa o kadar profesyoneldir gibi saçma bir olgu vardı insanlarda. Meslektaşları onunla "hani nerede senin gözle görülmeyen canlıların" diye alay diyorlardı. Sizinde anladığını gibi Semmelweis bilim çevresi tarafından ön yargıya uğradı. Bu ön yargının bir diğer sebebi ise o dönemde Avusturya ve Macaristan arasındaki gerilimdi. Dr Semmelweis'in Macar asıllı olması ona yapılan ön yargıyı daha da şiddetli hale getiriyordu. Tüm bu baskılara katlanamayan Semmelweis Viyana'da iş bulamayınca memleketi olan Budapeşte'ye dönüyor. Burada yaşadığı eve kapanıyor ve yeni bir kitap üzerinde çalışmaya başlıyor. "Loğusa hummasının nedenleri ve önlenmesi" başlıklı bir kitap yazıyor. Kitabı 1861 yılında yayımlanıyor fakat bu kitabı da pek fazla ciddiye alınmıyor ve bilim dünyasında alay konusu oluyor. Tüm bu yaşadıklarının ağırlığını kaldıramayınca akli dengesi de bozulmaya başlamıştı. Artık Budapeşte sokaklarını dolaşarak evli genç çiftlere "doktora gittiğinde ellerini yıkamasını söyle yoksa ölebilirsiniz" diyordu. Bunun üzerine insanlar onun deli olduğu kanaatine vararak Dr. Semmelweis'i bir akıl hastanesine yatırdılar ve 13 Ağustos 1865 yılında orada hayatını kaybetti.

Ölümünden çok kısa bir süre sonra Dr. Semmelweis'in haklı olduğu ortaya çıktı. İngiltereli doktor Joseph Lister ve Fransalı doktor Louis Pasteur'un araştırmaları onun haklı olduğunu ispat etti. Bununla da dezenfektenin insan hayatını kurtardığı gerçeği tüm dünyaya ispat edilmiş oldu.

Dr. Semmelweis teorisini ispatlayamadı ama onun ortaya attığı bu fikir günümüzde bile binlerce hatta milyonlarca insanın hayatını kurtarıyor. Ama şu da üzücü gerçek ki ona yapılan bu ön yargı bir çok insanın ölümüne sebep olmuştur. Maalesef ön yargılar bazen hayatları elden alabiliyor. Bunun acı örnekleri bugün de var. Bazı insan toplulukları inandıkları fikirleri eleştiren insanlara ön yargılı davranarak onları dışlıyor, fikirlerini dinlemeden bile reddediyor hatta bazen bu ön yargı ile başkalarının hayatını karartabiliyor. Bunun en acı örneklerinden biri dindir. Tanrının, peygamberlerin fikirlerini insanlara doğru diye dayatan din tüccarları onları eleştirenleri dinlemeden bile reddediyor, kafir, münafık isimleri takarak ölümlerine fetva veriyor. Dünya tarihinin en büyük zulümleri din maskesi altında yapılıyor. Bir şeyden çok eminim. Bu makaleyi okuyan dindar bir insan makalenin sonuna geldiğinde "bu kafir bunun sözüne itibar edilmez" diyerek acele bir şekilde kapatacak. Size sorum şu: "Ya bizler Dr. Semmelweis gibi haklı çıkarsak sizin bunca yıl din saçmalığıyla yaşadığınız yıllara yazık olmaz mı?" Oysa o yıllarınızı bilime adayarak insanlara ne kadar faydalı işler yapabilirdiniz. Geç olmadan bir daha düşünmeye değer...

Yazan: Kirpi