HABERLER
Dini Haber
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KUR’AN ALLAH KELAMI MI?

Yazan: Serdar Kaangil


KUR’AN ALLAH KELAMI MI?


Bildiğiniz gibi İslam’a göre Kur’an, İncil, Tevrat ve Zebur Allah tarafından gönderilmiştir. Bunlardan Kur’an dışındaki kitapların yazımı, geçmiş zaman anlatımı şeklindedir. Kur’an ise Allah’ın hitabı biçiminde yazılmıştır. Allah’ın sözlerinin, emir ve öğütlerinin Cebrail adlı melek vasıtasıyla ve vahiy yoluyla peygambere iletildiğine inanılır. O yüzden “Kur’an Allah kelamıdır” denir. Allah’a ait olmayan sözler ise “kul” veya “kâle” yani “de ki” veya “dedi ki” sözcükleriyle belirtilmiştir. Bundan dolayı birçok ayet “de ki” anlamına gelen “kul” kelimesiyle başlar. Örneğin: “De ki; ‘Ben içinizden hiçbir erkeğin babası değilim” cümlesinden anlarız ki “de ki” diyen Allah, “Ben içinizden hiçbir erkeğin babası değilim” dedirtilen peygamberdir. Ne var ki bunun gibi bazı ayetlerin Allah’a ait olmadığı açıkça belli iken “de ki” sözcüğünün kullanılmadığını görürüz. Bu tür ayetlerin bazı meallerinde “de ki”sözcüğü parantez içinde verilmiştir. Bazı mealciler ise sanki Arapçasında gerçekten yazılıymış gibi paranteze dahi gerek duymadan “de ki” sözcüğünü eklemişlerdir. Bu müdahaleler, ayetlerdeki eksikliği kamufle etme amaçlıdır. Şimdi bu hataları görelim:

Fatiha suresi Allah’a yapılan bir duadır. Dolayısıyla “deyin ki” kelimesiyle başlamalıydı. Kur’an’ın son iki suresi olan Nas ve Felak sureleri de duadır ve “de ki” ile başlar. Fatiha suresinin başında olmasa bile 5. ayetinde “kûlû” yani “Deyin ki” sözcüğü muhakkak kullanılmalıydı.

Fatiha/ 5-7. (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.

Görüldüğü gibi ayette Allah’a sesleniş, Allah’a yakarış vardır. Dolayısıyla ayette seslenen Allah değil, insandır. Ama “Deyin ki” sözcüğü olmadığından Allah kendisine dua etmiş gibidir. Hadi diyelim ki Fatiha Kur’an’ın açılış suresidir, bir önsöz gibidir, o nedenle “deyin ki” denmesine gerek duyulmamıştır. Peki ya diğer ayetlerdeki eksikler? Şimdi de aşağıdaki ayetlerde hitap edenin kim olduğunu görelim:

Hud-2. Allah’dan başkasına kulluk etmeyin. Ben size O’nun tarafından müjde vermek ve uyarmak için gönderilmiş gerçek bir peygamberim.

Zariyat-51. Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Zira ben size O’nun tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.

Bu ayetlerde anlaşılacağa üzere konuşan Muhammed hazretleridir. İnsanlara kendisinin peygamber olduğunu iddia etmektedir.

Şura-10. Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. (De ki) İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.

En’am-104. Rabbinizden size muhakkak ki deliller gelmiştir. Artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de hakkı görmeyip batılı seçerse kendi aleyhinedir. (De ki) “Ben sizin üzerinizde bekçi değilim.”

Bu iki ayette de konuşan Muhammed hazretleridir. Görüldüğü gibi “de ki” sözcükleri kullanılmadığından mealciler parantez içerisinde göstermek zorunda kalmışlardır.

Tevbe-30. Yahudiler, “Uzeyir Allah’ın oğlu” dediler, Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu”, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkara sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!

Bu ayette geçen “kâtelehumullâh” ın asıl anlamı “Allah onları öldürsün, katletsin” dir. Bunu Allah’tan isteyenin Allah olamayacağı açıktır.

Bir başka örnek:

Nahl-63. Allah’a yemin olsun ki, biz senden önce bir çok ümmetlere peygamberler gönderdik. Ne var ki şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. Bugün de o şeytan, kâfirlerin dostudur. Onlar için acı bir azab vardır.

Bu örneklerden şu sonuçlar çıkarılabilir:

1- Kur’an, Tanrı sözü değildir. Hz. Muhammed kurgulayıp yazmış, fakat birkaç ayette gaf yapmış ‘de ki’ ekini kullanmayı unutmuştur.

2- Kur’an, derlenip toplanırken hata yapılmış, bazı ayetler eksik yazılmıştır.

3- Kur’an’a Hz. Muhammed’den sonra Halife Osman ve Emeviler döneminde müdahale edilmiş, ayetler tahrif edilmiştir.

Tabi bunlara “Allah, anlaşılacağını düşünerek ‘de ki’ demeye gerek duymamış olabilir” veya “Allah bu tür eksiklerle insanları sınamış olabilir” türünden yanıtlar da verilebilir. Bu tür yanıtlar, eksikliği, hatayı tanrıya havale etmek olur ki buna katılmak mümkün değildir. 2 ve 3 şıkları ise Hicr-9 ayetinde belirtilen “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” ayetine ters düşer. Bu durumda 1 şıkkının doğru olduğu, Kur’an’ın Allah sözü değil, Hz. Muhammed’in kurgusu olduğu ortaya çıkar.

Şimdi de Kur’an’ın Allah hitabı olmadığına dair farklı bir örnek verelim:
Bu örnekle göreceğiz ki Muhammed hazretleri, kimi zaman Allah’ı, kimi zaman melekler adına Cebrail’i, kimi zaman da peygamberleri konuşturan bir kurguyla Kur’an’ı yazmıştır. Onları konuştururken Kur’an’da 300’e yakın “de ki” öneki kullanmıştır ki kendisinin yazdığı anlaşılmasın, Allah sözü olduğuna inanılsın. Ama bazı ayetlerin kurgusunda hata yapmış, “de ki” kullanmayı unutmuş ya da hatalı kullanmıştır veya kullanmayı becerememiştir.

En’am-114. Allah’tan başka bir hakem mi arayayım ki size, her muhtaç olduğunuz şeyi bildirip açıklayan kitabı, o indirmiştir? Kendilerine kitap verilenler de bilirler ki o, senin Rabbin tarafından gerçek olarak indirilmiş bir kitaptır; artık şüphe edenlerden olma.

Meryem-64. Biz, ancak Rabbının emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bu ikisi arasındaki her şey, O’nundur. Ve Rabbın unutkan değildir.

Enam-114 ve Meryem-64. ayetten önceki ve sonraki ayetlere bakıldığında bu cümlelerin kime ait olduğuna dair bir belirteç yoktur.

Enam-114’te ”Size Allah’tan başka bir hakem mi arayayım” sözünden sonra “Senin Rabbin tarafından indirilmiş” sözü ile konuşturulanın melek Cebrail olduğu ve Muhammed hazretlerine hitap ettiği açıkça bellidir.

Meryem-64’te ise “Biz ancak rabbinin emriyle ineriz” sözü melekler ya da melekler adına konuşan Cebrail’e söyletiliyormuş gibi yazılmıştır. Ama Allah’ın kelamı dediği kitapta Muhammed hazretleri bunu belirtmeyi becerememiş ya da hata dikkatinden kaçmıştır.

Zümer-10. De ki: ‘Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arz’ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.’ (de ki fazla)

Bakara-97. De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.” (de ki fazla)

Zümer-10 ve Bakara-97 ayetlerinde dikkat edilirse “de ki” sözcüğüne gerek yoktur ama kullanılmıştır. Zümer-10’da “de ki” sözcüğü olduğunda Muhammed hazretlerinin Müslümanlara “kullarım” diye seslendiği anlaşılmaktadır. Halbuki “de ki” olmasaydı hitap eden Allah olacak ve bir anormallik görünmeyecekti.

Bu gaflara karşı, verilen yanıtlardan biri “Kur’an’da kimi ayetlerin Cebrail’in sözü olduğu” hatta “Kur’an’ın Allah’ın, Cebrail’in ve peygamberin ortak ürünü” olduğudur. Bakara-97 ayeti bu iddiaları çürütür. Ayetten Cebrail’in, Kur’an’ı peygamberin kalbine indirdiğini, dolayısıyla 23 sene boyunca zırt pırt 50.000 yıllık yolu katetmediğini, olaylara-durumlara göre sırası geldiğinde peygamberin ayetleri kalbinden (beyninden) ortaya döktüğünü anlıyoruz.

Bakara-97 ayetinde “de ki” ön eki kullanıldığında ayet şöyle olmalıydı:

De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak benim kalbime indirmiştir.

Ama Kur’an’da “senin kalbine indirmiştir” yazılarak hata yapılmıştır.

Muhammed hazretleri, Tevrat ve İncil’in 3. şahıs ağzıyla yazılmasına nispeten çok daha inandırıcı bir kurgu ile Kur’an’ı yazmış ama yaptığı bu gaflarla açık vermiştir.

Örneğin Zuhruf-11‘te;
“O, suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz” ayetini ele alalım:
Burada “O” Allah ise, “Biz” kimdir?
”Biz”, melekler adına konuşan Cebrail’den başkası olamaz. Ama görüldüğü gibi meleğin konuştuğuna dair bir belirteç yoktur.

Muhammed hazretleri, Kur’an’ı “Allah kelamıdır” diye yazmıştır. Allah’ı konuşturma sanatı ile düzenlemeye çalışmıştır. Fakat özellikle “Biz” diyen ayetlerde ya “Allah ve ekibi” olarak konuşulmaktadır ya da melekler olarak.
Süleyman Ateş’in bu konuda görüşü “Kur’an Allah vahyi, melek sözüdür” şeklindedir.
Ama görüyoruz ki Allah da konuşuyor, Cebrail de, Muhammed de..
Kur’an’da sıkça kullanılan “kale” sözcüğü “dedi ki” anlamındadır. Şimdi “dedi ki” sözcüğünün kullanıldığı bir ayetteki hatayı görelim.

Enbiya-112. Kâle rabbıhkum bil hakk, ve rabbuner rahmânul musteânu alâ mâ tasıfûn.
Dedi ki; “Rabbim hak ile hükmet. Sizin nitelendirmelerinize karşı sığınılacak olan rabbimiz rahmandır.

Cümle kurumunun yanlış olduğu açıkça görülmektedir. Edip Yüksel, bu ayetin yanlış yazıldığını, “kale” değil, “kul” olması gerektiğini söyler ve o şekilde çevirir. Muhammed Esed ise hem “kale” değil “kul” muş gibi çevirir, hem de 2. cümlede tekrar parantez içinde “de ki” kullanır. Sebebi, ayette Hz. Muhammed’in hem Allah’a hem de inanmayanlara seslenmiş olmasıdır. Böyle bir cümle yapısında “kale” yerine “kul” da kullanılsa cümle bozuk kalır. Bu ayette de cümle kurumunun çok zor olması nedeniyle becerilemediğini görüyoruz.

Sonuç:
Birisi çıkıp “Allah’tan bana mektup geldi” demiş olsa önce ona deli gözüyle bakmak ve kesinlikle inanmamak en doğru davranıştır. Fakat ısrarlı davranıyorsa ve insanların bir kısmı ona inanıyorsa “Acaba” diyerek doğru söyleyip söylemediği incelenebilir. Bilhassa tanrıya inanan insanlarda böyle bir eğilim doğaldır. Doğal olmayan, içinde yazılanların bir kısmı doğru diye inanılmasıdır. Ya da mektubu irdeleyip sorgulamadan mektup sahibinin kişiliğine güvenerek veya çevresinde duyduklarından etkilenerek inanmaktır. Mektup incelendiğinde içeriğindeki tek bir ‘insana mahsus’ hata dahi, mektubun tanrıdan gelmediğinin kanıtıdır. Çünkü madem ki inanılan tanrı mükemmel ve her şeyi bilen bir varlıktır, öyleyse tanrı hata yapmaz. Hele çok sayıda cümle hatası, gramer hatası varsa mektubun tanrıdan olduğunu iddia etmek normal karşılanamaz. Bu tavır zayıflıktır. Zaaflarına, çevresine, çıkarlarına mahkum kalmaktır. Kutsal olduğu, tanrıdan geldiği iddia edilen kitaplar için de bu geçerlidir. Farklı dinlerin, farklı kitapların, farklı kutsalların dünya halklarına olumsuz etkisi ortadadır. Kutsal savaşlar, dünya barışını engellemekte, insanlığı yaralamaktadır. Bu büyük, aşılmaz engelin temelinde ise mektup örneğindeki o küçük zaaf vardır. Barışın tesisi ise tüm bireylerde bu küçük zaafların tedavisiyle mümkündür. Kadim dinlerin haricinde zamanımızda da çeşitli ülkelerde ortaya çıkan meczuplar, bu tür zaafları olan kişileri aldatabilmekte, peşlerinden sürükleyebilmektedir. Sonuç ise ya toplu intihar, ya canlı bomba katliamları ya da soyulmak, sömürülmek olmaktadır.

RUM SURESİ MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


RUM SURESİ MUCİZESİ YALANI

Müslümanlar özellikle de modernist Müslümanlar tartışmalarda Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu ispatlamak için Rum suresini delil olarak kullanırlar. Fakat bu sure mucize değil coğrafi ve tarihi bilgisizliğin net ve kısa bir özetidir. Lafı fazla uzatmadan bahsi geçen ayete bakalım:

Rum suresi 1-4.ayetler:
1) Elif. Lâm. Mîm.
الٓمٓ۠
2) Rum mağlub edildi.
غُلِبَتِ الرُّومُۙ
3) En yakın bir yerde, fakat onlar bu mağlubiyetten sonra galip olacaklar.
ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَۙ
4) Bir kaç yıl içinde; çünkü karar yetkisi eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün inananlar sevineceklerdir.
ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَۙ

Müslümanlar Rum suresinin ilk 4 ayetini mucize olarak lanse etmeye çalışıyor ve bu ayetlerin Roma ve Sasani imparatorlukları arasındaki savaşları anlattığını iddia ediyorlar. Şimdi hep beraber ilgili ayetleri detaylı bir şekilde inceleyelim.
İlk önce ayetlerde Sasani diye bir ifade geçmiyor. Yani ayetlerin Romayla İran'ın Sasani imparatorluğu arasında olan savaşları anlattığını iddia eden Allah değil Müslümanlardır. Ayetlerin ikinci çarpıtılmış noktası çeviri kısmıdır. Ayette en yakın diye çevrilen kelimenin Arapçası şudur: (Fî edne-l / En alçakta) ف۪ٓي اَدْنَى

Bu kelime Kur'an'da zaten tek bir yerde Rum süresinde kullanılmış ve "en yakın" anlamında tercüme edilmiş. Fakat kelimeyi sözlükte arattığımızda en yakın değil EN ALÇAKTA şeklinde olduğunu görüyoruz.


Bu çeviri hatası bilerek yapılmış ve tamamen ayetin yanlışını örtbas etmek için kullanılmış. Ayetin gerçek çevirisi şöyledir:
Rum süresi
2 Rum mağlup edildi.
3 En alçak bir yerde fakat onlar bu mağlubiyetten sonra galip olacaklar.

Peki Rumlarla Perslerin en alçak yerde yaptıkları savaş hangisidir? Ölü deniz, diğer adıyla Lut gölü dünyanın en alçak yeridir.


Lut gölü yakınlarında Romalılarla Sasaniler arasında  yapılan savaşta Yahudilerinde yardımıyla 614 yılında Hüsrev Pervez (589-628) komutasındaki Persler Kudüs'ü ele geçirdi( Ostrogorskiy 1969, s. 95) ve Rumlar mağlup oldu. Fakat bir sonraki savaşta Rumlar bir daha mağlup oluyor ve 619 yılında Mısır Perslerin eline geçiyor.

Hüsrev Mısır'ın fethinden Herakleios'a aşağıdaki mektubu göndermiştir:
Hüsrev, Tanrıların en büyüğü ve yeryüzünün ustasından Herakleios'a, onun aşağılık ve haksız kölesine. Neden hâlâ hükmümüze uymayı reddediyorsun ve kendine bir kral diyorsun? Yunanları yok etmedim mi? Tanrıya güvendiğinizi söylüyorsunuz. Kayserya, Kudüs ve İskenderiye'yi elime teslim etmedin mi ki? Konstantinopolis'i de yok etmeyecek miyim? Ama benden aman dilersen, karın ve çocuklarınla ​​birlikte gelirsen, hatalarını affederim; Sana toprak, üzüm bağları ve zeytin bahçeleri vereceğim ve nazik bir şekilde bakacağım. Onu bir çarmıha gererek öldüren Yahudilerden kurtulamayan İsa ile kendinizi boş umutlara kaptırmayın. Denizin derinliklerine sığınsanız bile elimi uzatacağım ve sizi alacağım, isteyin ya da istemeyin.
Oman 1893, ss. 206–207
Davies 1998, s. 245

Yani anlayacağınız gibi ayette bahsi geçen en alçak yerde yapılan savaşta Rumlar ardı ardına iki mağlubiyet yaşıyor. Ayetin gerçek çevirisini göz önünde bulundurursak eğer bir sonraki savaşın Rumlar tarafından kazanılacağı bilgisi tarihi kaynaklarca çürütülmüş oluyor. Ayetteki çeviri hatasıyla saklanmaya çalışılan yeri tespit ettiğimize göre ve orada yapılan her iki savaşta Rumların mağlup olduğunu öğrendiğimize göre diğer meseleye geçelim:

Peki Kur'an'da Sasani ismi geçmediği halde Müslümanların Rum suresinde anlatıldığını iddia ettikleri Roma-Sasani savaşı hangi savaştır? Bu savaşlar M.Ö. 92 – M.S. 629 yılları arasında yapılmıştır.  Fakat her ne hikmetse Kur'an'da Sasani ismi geçmemesine rağmen Müslümanlar Rum suresinin nüzul sebebini Antakya (613) ve Ninova (627) savaşlarına bağlıyor ve "bakın işte Antakya'da mağlup olan Rumlar'ın Ninova'da zafer kazanacağı önceden haber verilmiş, bu bir mucizedir" diyorlar.

PEKİ BU BİR MUCİZE Mİ?

Öncelikle ortada savaş varsa onun iki tarafı olur. Kazanan ve kaybeden. Ve doğal olarak bunun olasılığı yarı yarıyadır. Örnek vermek gerekirse farz edin ki siz A futbol takımını tutuyorsunuz ve sizin A takımınız B takımıyla yaptığı maçta yeniliyor. Siz bir dahaki sefer A takımı kesin galip gelecek diyorsunuz. Bir süre sonra maç yapıldığında A takımı galip oluyor. Şimdi bu bir mucize mi? Tabi ki de hayır. Sizin taraftarı olduğunuz takımın kazanmasını arzulamanızdır. Nitekim Muhammed de Rum-Sasani savaşlarında Rumlardan taraf olmuş ve onların kazanmasını arzulamıştır. Rum suresinin nüzul  sebebini İslam kaynaklarında okuduğumuzda bunu açıkça görebiliyoruz. Bakalım İslami kaynaklar Rum suresinin nüzul sebebi hakkında ne söylüyorlar?:

Rûm Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil olunca, Hz. Ebû Bekir (r.a.), mağlup Bizans’ın yakın bir gelecekte İran’a gâlip geleceğini ifade etti. Übey b. Halef ve diğer müşrikler ise bunu yadırgayarak, Bizans’ın İran’a galip gelmesinin uzak bir ihtimal olduğunu iddia ederek karşı çıktılar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.) Bizans’ın, Übey b. Halef ise İran’ın üç yıl içinde galip geleceği konusunda on deve üzerine bahse girdiler. Bu hâdise kumarın haram kılınmasından önce oldu. Hz. Peygamber (a.s.), -süreyi kısa tutan- Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) bid’ ( بضع ) kelimesinin üçten dokuza kadar olan sayıları ifade ettiğini hatırlattı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Übey b. Halef bahsi “dokuz yıl içinde yüz deve üzerine” şeklinde yenilediler.  Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebubekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.s.):“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu.  O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı Müslüman oldu (Tirmizî, Tefsir 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)

Bu bilgilerden ilk olarak Muhammed ve sahabelerinin kumar oynadığı ortaya çıkmış oluyor çünkü Rumların kazanacağı konusunda bahse giriyorlar. Bu da Muhammed ve sahabelerinin Rumlardan taraf olduğunu ortaya çıkarmış oluyor.
Bir sonraki püf noktaysa hadiste geçen bid’ ( بضع ) kelimesinin 3 ile 9 yıl aralığındaki zaman dilimini göstermesidir. Yani Muhammed Antakya'da 613 yılında [1] yenilen Rumların en erken 3 en geç 9 sene sonra galip geleceğini söylüyor. Fakat tarihten de bildiğimiz gibi Ninova savaşı 12 Aralık 627 yılında [2]  yapılmıştır. Yani Antakya savaşıyla Ninova savaşı arasında 14 sene vardır. Bu gerçekler ayette verilen zamana uymadığından mucize olarak kabul edilemezler.
Üstelik 613 senesinde yapılan Antakya savaşıyla 627 senesinde yapılan Ninova savaşı arasında Rumların mağlup olduğu iki savaş daha var. Bunlar 614 yılında Kudüs'ün Persler tarafından işgali ve 619 yılında Perslerin Mısır'ı işgali. Bunların hepsinde Rumlar mağlup edilmiştir.
Ayetin kasıtlı olarak yanlış çeviri yapıldığı haliyle ele alsak bile yine de elimizde kalıyor. Farz edelim ki ayette en alçak değil de en yakın yer ifadesi kullanılmış olsun. O zaman bile bu ayet Antakya savaşını anlatıyor olamaz. Zira Antakya ile Muhammedin bulunduğu Medine arasındaki mesafe 2.178 kilometredir. [3]

Sonuç olarak ayetin hem yanlış hem de doğru çevirisi coğrafi ve tarihi delillerle çürütülmüş oluyor.
Tarih boyunca gelecekten haber veren insanlar hep olmuştur. Örnek vermek gerekirse Vanga [4] ve Nostradamus [5].

Vanga'nın (1911-1996)  gelecekle ilgili söylediği kehanetlerin büyük bir kısmı şu ana kadar gerçekleşmiştir. Nostradamus (1503-1566) Türkiye'de yeni bir cumhuriyetin kurulacağını, hatta para biriminin bile değişeceğini önceden haber vermiştir.
Şimdi eğer sizin mantığınızla düşünürsek bu iki insanı da Peygamber olarak kabul etmeniz gerek. Zira hepsi tarih boyunca gerçekleşen kehanetlerde bulunmuşlar...

Rum Suresi Mucizesi 2 için tıklayınız.

KUR'AN'DAKİ YUNUS KISSASININ BİLİMSEL VE TARİHSEL İMKANSIZLIKLARI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA YUNUS KISSASI


Yunus (İbranice: יוֹנָה, Arapça: يونس, Latince: Ionas);  Kur'an'da olduğu gibi Musevilik ve Hristiyanlıkta da adı geçen ve Tanrının elçisi olarak görülen kutsal bir şahıstır. Yunus'u anlatan Kitab-ı Mukaddes’teki Yunus kitabının Yunus'un yaşadığı dönemde değil, sonradan kaleme alınması ve Midraş gibi eğitim amaçlı bir kitap olduğu için tarihi bir gerçeklik olarak kabul edilmez. Kitab-ı Mukaddes’teki Yunus hikayesi şöyledir:

Yunus Bab 1: 1-17: RAB bir gün Amittay oğlu Yunus’a, “Kalk, Ninova’ya, o büyük kente git ve halkı uyar” diye seslendi. Ne var ki, Yunus RAB’bin huzurundan Tarşiş (Tarsus)’e kaçmaya kalkıştı. Yafa’ya inip Tarşiş’e giden bir gemi buldu. Ücretini ödeyip gemiye bindi. Yolda RAB şiddetli bir rüzgar gönderdi denize. Öyle bir fırtına koptu ki, gemi neredeyse parçalanacaktı.
Gemiciler korkuya kapıldı, her biri kendi ilahına yalvarmaya başladı. Gemiyi hafifletmek için yükleri denize attılar. Yunus ise teknenin ambarına inmiş, yatıp derin bir uykuya dalmıştı. Gemi kaptanı Yunus`un yanına gidip, “Hey! Nasıl uyursun sen?” dedi, “Kalk, tanrına yalvar, belki halimizi görür de yok olmayız.” Birbirlerine, “Gelin, kura çekelim” dediler, “Bakalım, bu bela kimin yüzünden başımıza geldi.” Kura çektiler, kura Yunus’a düştü. Bunun üzerine Yunus'a, “Söyle bize!” dediler, “Bu bela kimin yüzünden başımıza geldi? Ne iş yapıyorsun sen, nereden geliyorsun, nerelisin, hangi halka mensupsun?” Yunus, “İbrani' yim” diye karşılık verdi, “Denizi ve karayı yaratan Göklerin Tanrısı RAB`be taparım.'' Denizciler bu yanıt karşısında dehşete düştüler. “Neden yaptın bunu?” diye sordular. Yunus`un RAB'den uzaklaşmak için kaçtığını biliyorlardı. Daha önce onlara anlatmıştı. Deniz gittikçe kuduruyordu. Yunus'a, “Denizin dinmesi için sana ne yapalım?” diye sordular. Yunus, “Beni kaldırıp denize atın” diye yanıtladı, “O zaman sular durulur. Çünkü biliyorum, bu şiddetli fırtınaya benim yüzümden yakalandınız.”. Denizciler karaya dönmek için küreklere asıldılar, ama başaramadılar. Çünkü deniz gittikçe kuduruyordu. RAB'be seslenerek, “Ya RAB, yalvarıyoruz” dediler, “Bu adamın canı yüzünden yok olmayalım. Suçsuz bir adamın ölümünden bizi sorumlu tutma. Çünkü sen kendi istediğini yaptın, ya RAB.”. Sonra Yunus’u kaldırıp denize attılar, kuduran deniz sakinleşti. Bu olaydan ötürü denizciler RAB'den öyle korktular ki, O'na kurbanlar sundular, adaklar adadılar. Bu arada RAB Yunus’u yutacak büyük bir balık sağladı. Yunus üç gün üç gece bu balığın karnında kaldı. Yunus balığın karnından Tanrısı RAB’be dua etti: RAB balığa buyruk verdi ve balık Yunus’u karaya kustu. Yunus kente girip dolaşmaya başladı. Bir gün geçince, “Kırk gün sonra Ninova yıkılacak!” diye ilan etti.

Yunus'un balığın karnındayken Allah'ına yani Yehova'ya duası Tevratta şöyle anlatılıyor:

Yunus, 2/ 1-10: Yunus balığın karnından Tanrısı RAB'be şöyle dua etti: ''Ya RAB, sıkıntı içinde sana yakardım, Yanıtladın beni. Yardım istedim ölüler diyarının bağrından, Kulak verdin sesime. Beni engine, denizin ta dibine fırlattın. Sular sardı çevremi. Azgın dalgalar geçti üzerimden. 'Huzurundan kovuldum' dedim, Yine de göreceğim kutsal tapınağını.Sular boğacak kadar kuşattı beni, Çevremi enginler sardı, Yosunlar dolaştı başıma.  Dağların köklerine kadar battım, Dünya sonsuza dek sürgülendi arkamdan; Ama, ya RAB, Tanrım, Canımı sen kurtardın çukurdan. Soluğum tükenince seni andım, ya RAB, Duam sana, kutsal tapınağına erişti. Değersiz putlara tapanlar, Vefasızlık etmiş olurlar. Ama şükranla kurban sunacağım sana, Adağımı yerine getireceğim. Kurtuluş senden gelir, ya RAB!”. RAB balığa buyruk verdi ve balık Yunus'u karaya kustu.

Hikayenin sonunda Ninova halkı hatasını anlayarak Tanrıya iman ettiler. Oruç ilan ederek büyükten küçüğe hepsi çula sarındı. Tanrı (Yehova) Ninovalıların hatasını anladığını görünce onları yok etme fikrinden vazgeçti ve onları affetti. (Yunus Kitabı 3)

İslam tarihçileri ve hadisler Yunus'un soyu ile ilgili net bilgiler vermiyor. Fakat isminin Yunus bin Metta olduğunda ittifak etmişler. Metta'nın Yunusun annesi olduğunu iddia eden kaynaklar olmasına rağmen genellikle bunun onun baba ismi olduğu kabul ediliyor. Yunus İslam tarihinde İsraioğullarına gelen peygamber olarak kabul edilir ve soyunun Yakub'un oğullarından olan Bünyâmîn'e  dayandığı düşünülür. (Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 673-674.)

Kur'an'daki Yunus suresi de ismini peygamber olduğuna inanılan bu kişiden alır. Kur'an'da anlatılanlar genel olarak Tevrata yakın olsa da bir sıra farklar da mevcut. Tevratta Yunusla ilgili anlatılan kıssalar zaten gerçek olarak kabul edilmediği için Tevratı eleştirerek zamanınızı almayacağım. Onun yerine  Kur'an'da anlatılan Yunus hikayesinin hem bilimle hemde Kur'an'ın kendisiyle nasıl çeliştiğini sizlere anlatacağım. Örnek ayetlere bakalım:

Sâffât Suresi 139. Ayet:  Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi.

Enbiyâ Suresi 87. Ayet: Zünnun (Balık Sahibi; Yunus) hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden başka tanrı yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim" diye seslenmişti.

Ayetten de belli olduğu gibi Yunus Allah'a sitem ediyor, onun emirlerinden çıkıyor ve ondan kaçarak kurtulacağını düşünerek Allah'ın sonsuz güç ve kudret sıfatına iman etmiyor. Yani Allah'ın seçtiği peygamber bile onun gücüne inanmadığı halde bizden sonsuz kudret sahibi olan Allah'a iman etmemizi istiyorlar. Neyse konumuza dönecek olursak Tevratta anlatılan Yunus'un gemiye binerek kaçması, orada kura çekilerek denize atılması gibi hikayelere de referans ayetler mevcuttur.

Sâffât Suresi140 Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.
141 Gemide olanlarla karşılıklı kura çekmişti de yenilenlerden olmuştu, bu sebeple denize atılmıştı.
142 Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.

Tevratın gerçek değil, yalnızca eğitim ve ibret amaçlı anlattığı hikayeyi Muhammed gerçek bir olay diye Kur'an'a ilave ediyor. Peki bir insanı yutabilecek kadar büyük balık türünün ismi nedir? Kur'an'da Yunus'u yutan balığın ismi verilmiyor fakat modernist Müslümanlar bu balığın İspermeçet (sperm whale) balinası olduğunu iddia ediyorlar. Bunun nedeni hem bu balinaların boyutları hem de yediği yiyeceklerin artıklarını kusuyor olmasıdır. Nitekim ayetlerde balığın Yunus'u karaya kustuğu aktarılıyor. Fakat unuttukları bir şey var:

Balinalar Balık Değil "Memelidir"

Balinalar (Latince: Çetacea) içinde balinaları, yunusları ve muturları barındıran, memeliler sınıfında bir takımdır. Balinaların bilimsel sınıflandırılmaları şöyledir:

Âlem: Animalia (Hayvanlar)
Şube: Chordata (Kordalılar)
Alt şube: Vertebrata (Omurgalılar)
Sınıf: Mammalia (Memeliler)
Alt sınıf: Eutheria (Eteneliler)
Takım: Cetacea (Balinalar)

Balinalar takımının üyeleri memelidir yani hayvanlar âleminin memeliler sınıfında yer alırlar. Bu takımın üyelerinin yaşayan en yakın akrabası su aygırıdır.[1][2] Memelilere özgü özellikleri paylaşırlar: Sıcakkanlıdırlar, akciğerleri ile havayı solurlar, canlı doğum yaparlar ve yavrularını kendi sütleri ile beslerler, az da olsa kılları bulunur. Balina ve yunusları balıklardan ayırmanın bir başka yolu da kuyruklarının şeklidir. Balıkların kuyrukları diktir ve yüzerken sağdan sola hareket eder. Balina ve yunusların kuyrukları ise yataydır ve yüzerken yukarıdan aşağıya doğru hareket eder ve bel kemikleri aynı bir insanın bel kemiğinin yüzerken hareket ettiği gibi hareket eder.

Yani anlayacağınız gibi ayette Yunus'u yutan balığın balina olduğunu iddia eden ve bu yolla Kur'an'ı eleştirilerden kurtarmak isteyenlerin daha balinaların balık değil memeli olduğundan haberleri yok. Aslında haberleri var fakat Müslümanların söylenen her şeye inandıklarını bildikleri için böyle bir yalanı hiç düşünmeden söyleyebiliyorlar. İnsan yutabilen her hangi bir balık türünün olmadığını ve geçmişten bize miras kalan bu tarz balık fosillerinin (gerçi Müslümanlar fosilleri de kabul etmiyor) olmadığını göz önünde bulundurarak hikayenin bu kısmının bilimsel hiç bir dayanağı olmadığını söyleyebiliriz. Şimdi gelelim İslami kaynaklarda balığın karnında Yunus'u dolaştırdığı yerlere.

Balık Yunus’u sırasıyla Nil nehrine, Fars denizine, el-Betâik Denizi'ne ve Dicle'ye götürüp, Nusaybin topraklarında düz ve geniş bir yere atar.[3] Bir başka rivayete göre, balık O’nu önce Eyle’ye sonra Dicle’ye götürmüş, sonra da Ninova’ya atmıştır.[4][5]

Rivayetlerde çizilen rotanın Süveyş Kanalı'nın olmadığı bir dönemde olduğunu göz önünde bulundurursak bu olayın gerçekleşmiş olmasına imkansız diyebileriz. Bu da rivayetlerin asılsız olduğunu kanıtlar niteliktedir. Fakat Kur'an'ı eleştirilerden kurtarmak için bin takla atan İslamcılarda az değil. Örneğin bazı tefsirciler Yunus'u yutan balığın gerçek bir balık değil, Yunus'un içindeki bunalımın Yunus'u mecazi olarak yuttuğunun anlatıldığını lanse etmeye çalışmışlar. Yani çoğu zaman olduğu gibi Allah anlatmak istediğini anlatamamış bu yüzden bazı tefsirciler Allah'ın ifade sıkıntısını gideriyor. Allah akıl fikir versin diyelim ve konumuzu burada bitirelim.

İSLAM'A SAYGI (!)

Yazan: Kirpi


İSLAM'A SAYGI


Müslümanlar gayrimüslimlerle ve muhalif düşünceli insanlarla tartışmalarında hep takıldıkları yerde “inanmıyorsun bari saygı duy” cümlesini sıkça kullanıyorlar.  Komik olan şu ki bunu hiç utanmadan söyleyebiliyorlar. Tarih boyunca ölüm, savaş, gözyaşı, kılıç gücüyle yaydıkları dine başkalarından saygı beklemeleri bayağı komik. Bu bir tek İslam için geçerli değil. Semavi dinlerin hepsi bu şekilde yayılmıştır. Tartışmalarımda Müslümanlara sıkça sorduğum bir soru var. Sorum şu. Bana ölüm, savaş ve korku olmadan İslam'ı kabul eden bir tane, fazla değil bir tane devlet ismi yazın. Bu soruma hala cevap almış değilim. Farklı devlet isimleri söylense de o devletlerin İslam'ı kabul etme tarihini ortaya koyduğumda yine cümleyle karşılaştım: İnanmayabilirsin ama saygı duymak zorundasın!
Hayır değilim. Peki neden?

İSLAM'IN BAŞKA DİN VE İNSANLARA SAYGISI

Geleneksel İslam tarihi, dinin ortaya çıktığı dönemlerde Müslümanların Mekke'li müşriklerden baskı gördüğü ve işkenceye maruz kalarak öldürüldüğünü iddia eder. Bu doğru olabilir fakat bunun tıpkı İslamın da yaptığı gibi dinin kendini koruma mekanizmasının bir parçası olduğunu unutmayın. Örnek vermek gerekirse farz edelim siz Müslüman bir devlette yaşıyorsunuz ve devlet şeriat hükümleriyle yönetiliyor. Bir gün benim gibi bir insan ortaya çıkıyor ve sizin dininiz yanlış, ben yeni bir din getirdim, en doğrusu budur diyor. Sizin bu insana tepkiniz ne olur? Tabi ki karşı çıkarsınız. İşte Mekke'li müşriklerin de yaptığı tam olarak budur. Yüzlerce senelik dini inançlarını Muhammed'den korumak.

Nasıl ki sizler İslam'ı doğru din olarak görüyorsanız Mekke'li müşrikler de kendi dinlerini doğru görüyordu ve doğal olarak korumak istiyorlardı. Nitekim onlar da sizin gibi din üzerinden muazzam paralar ediniyordu.
Bugün Suudi Arabistan'ın şeytan taşlama ayininde poşetlere taş doldurarak satması gibi.

Peki Muhammed ortaya çıktığında müşriklerin dinine saygı duydu mu? Mekke'liler ilk yıllarda pek karşı çıkmazlar Muhammed'e. Fakat sonra Mekke'lilerin ibadetlerine ve taptıkları tanrı sıfatı taşıyan kutsallarına karşı çıktığında Muhammed'e açık bir şekilde karşı çıkmaya başlarlar. Nitekim günümüz Müslümanları da böyle. Kendi inançlarına muhalif kişiler İslami eleştiren fikirlerini kendi içlerinde sakladığı sürece onlara karşı çıkmazlar fakat kendi eleştirel fikirlerini toplumlarla paylaşmaya başladığı an o insanlara karşı çıkarlar, hatta ölümle bile tehdit ederler.

Geleneksel İslam tarihi anlatımına göre Muhammed'in Mekke'de İslam dinini açık bir şekilde yaymaya başlayınca müşrikler ona olan baskıyı artırır ve Müslümanları işkence ederek öldürürler. Bu yüzden Muhammed Medinelilerin çağrısı üzerine Mekke'den hicret etmek zorunda kalır.

Fakat işin garip tarafı Mekkelilerin zulmünden kaçan Muhammed gittiği yer olan Medine'de yine daha sonraları kafir diyeceği insanlara sığınıyor. Ve ne büyük tesadüftür ki Mekke'de Muhammed'i ve onun taraftarlarını öldürmek isteyenler Muhammed Medine'ye kaçtıktan sonra kızı Zeyneb'e dokunmuyorlar ve Mekke'de yaşamasına izin veriyorlar.

Mekke döneminde Kur'an'da başka dinlere karşı az da olsa hoşgörü ve ılımlı bir yaklaşım vardı. Bunun nedeni Müslümanların sayıca az olması ve olası bir savaşta diğer dinlerin mensuplarına karşı koyamayacakları korkusuydu. Fakat Medine'ye geldikten sonra burada güç elde eden Muhammed artık başka dinlere hoşgörü değildir artık onlara karşı açık bir tehdit haline geçmiştir.

Mekke döneminde İslama karşı çıkan insanlara güzel sözler söylenmesi onlarla en iyi şekilde tartışarak İslama davet edilmesi söyleniyordu. Örneğin Mekke döneminde çoğunlukla şu şekilde ayetler ortaya çıkmıştır:

A'raf Suresi 199.ayet: (Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.
Nahl Suresi 125. ayet:  Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış.

Fakat Medine dönemine gelindiğinde açıkça öldürme izni veren ayetler ortaya çıkmaya başladı. Bu yüzden savaşla ilgili ayetlerin neredeyse tümü Medine dönemine aittir. Zira Medine'de yaşamaya başlayan Muhammed burada ekonomik ve askeri güce ulaşmıştı. Hoşgörü dini yok olmuş  “ya bendensin ya da ölüsün” fikri doğmaya başlamıştı. Bu dönemde Muhammed'i şiirleriyle eleştiren şair ve şaireler bile öldürülmeye başlanmıştı. Örnek olarak Muhammed'i eleştiren şairelerden beş çocuk annesi Esma binti Mervan'ı gösterebiliriz. Ölüm emrinin sebebi Muhammed'e karşı eleştirel şiirler yazmış olmasıdır. Muhammed'in isteği üzerine Ümeyr b. Adî tarafından öldürülür.[1]
Necip Fazıl Kısakürek, Esmâ bint Mervân'in öldürülüşünü Çöle İnen Nur adlı eserinde kısaca şöyle anlatmaktadır:

« Sıyrılan İslam kılıcı, havada ıslıklar çalarak ebedî hareket rüzgârına yol açmıştır. Üst üste üç teşebbüs: Âmir isimli âmâ bir sahâbîyi, onun için bütün yollar karanlık olduğu hâlde kendi kabilesinden, Esmâ bint-i Mervân isimli cadalozu öldürmeye gönderdiler. Bu kadının işi gücü İslâmiyet'i ve Allah'ın Resulü'nü küçük düşürmeye çabalamak... Kör sahâbî, kılıcını kadının göğsüne dayayıp hamle edinceye kadar gözleri açık bir insandan daha emin adımlarla gidip ulvî vazifesini yerine getirdi.[2] »

Mekke döneminde genellikle muhalif kişilere hikmetli sözlerle onları ikna etmeye çalış diyen Allah Medine dönemine gelindiğinde askeri ve ekonomik güç elde etmiş Muhammed'e savaşla karşılık vermeyi emrediyor. Güzel sözlerle tartışmak o muhalif insanlara İslam'ı kabul ettiremiyorsa Mekke dönemindeki ayetlerde o kişiye verilecek cevap şuydu:

Kâfirûn Suresi 6.ayet: Sizin dininiz size, benim dinim banadır."

Fakat Medine döneminde ise Muhammed'e muhalif olan ve onun getirdiği İslam'a uymayarak karşı çıkan insanlara verilecek cevap şuydu:

Mâide Suresi 33.ayet: Allah'a ve Resulüne savaş açanlarla yeryüzünde bozgunculuk etmeye koşanların cezaları, ancak öldürülmektir, yahut asılmaktır, çapraz olarak elleriyle ayaklarının kesilmesidir, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir.

Şimdi tüm bunları göz önünde bulundurarak İslama saygılı ve hoşgörülü olmayı talep eden insanlar bir daha düşünsünler. Saygı bekleyen bir insan önce kendisi saygılı olmak zorundadır. Şimdi hep birlikte Kur'an'ın farklı inançtaki insanlara ne kadar saygılı olduğuna göz atalım:

A'râf Suresi 166.ayet:  Kendilerine yasak edilen şeyler karşısında küstahça diretince onlara, "Aşağılık maymunlar olun!" dedik.

Birine maymun demek ne zamandan beri saygı göstergesi olmuş? Bunu duyan Müslümanlar, biz ateistlere “hani siz maymundan gelmiştiniz" şimdi neden bunu hakaret olarak görüyorsunuz diyorlar. Biz ateistler insanlar maymundan evrimleşti diye bir şey demedik. İnsanlarla maymunlar ortak ataya sahiptir dedik. Bunlar farklı şeyler.

A'râf Suresi 179.ayet: Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmış olduk. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Bunlar hayvanlar gibi hatta daha aşağıdırlar. İşte asıl gafiller onlardır.

Önceden zaten onları cehennem için yarattığını söylediği halde bu tarz insanları hayvan ve daha da aşağılık olarak adlandıran Kur'an ne kadar saygılıdır?

Müddessir Suresi 50,51.ayetler: Onlar sanki arslandan kaçan yaban eşekleridirler.

İnsanları eşeklerle bir tutan bir kitaba saygı beklemeniz sizce de komik değil mi? Müslümanlar bu ayeti "Allah bir benzetme yapmış" diyerek kıvırmaya çalışıyor ve nasılsa hakaret edilenler kendileri olmadığı için hoşgörüyle karşılıyorlar. O zaman biri çıkıp Allah'a veya Muhammed'e bu tarz benzetmeler yapsa sizler bunu da hoşgörüyle karşılayacak mısınız?

A’râf Suresi 176.ayet: Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.

Kendisine muhalif olan birine köpek diyen, köpek muamelesi yapan bir kitaba başkaları nasıl saygılı olsun ki? Birisi size sen dilini sarkıtıp soluyan köpek gibisin dese sizin buna tavrınız ne olur? Elbette bunu saygısızlık olarak kabul edersiniz. Nitekim bizde öyle kabul ediyoruz ve başkalarına saygı duymayan bir kitaba, dine saygı duymuyoruz.

Kur'an'da bunun gibi yüzlerce örnek mevcut. Ben hepsini tek tek sayarak konuyu uzatmayacağım. Son olarak geçenlerde Facebook'ta gezinirken karşıma çıkan enteresan bir sayfadan bahsedeceğim:

KUSAD yani Kutsala Saygı Derneği. Bu dernek dine, Muhammed'e, Allah'a, Kur'an'a saygısızlık yapan kim varsa şikayet etmeye başlamış. Tabi ki hakaret ve küfür kullanmadığı halde bu listede kanalımız Din Ve Mitoloji’de yerini almış. Fakat komik olan şu. Her şeye gücü yeten, ol dediğinde istediğini olduran Allah varken bu tarz insanlar dini savunuyor. Üstelik bu savunmayı demokrasi üzerine kurulu olan anayasa kanunlarıyla yapıyor. Yani "şeriat gelmeli" diyerek kabul etmediği anayasayı kullanarak dinini savunuyor.

Buradan o insanlara şunu söylemek istiyorum.
“ Eğer dininize ve inancınıza saygı bekliyorsanız önce mukaddes saydığınız Kur'an'dan başkalarına yapılan saygısızlıkları kaldırmanız gerek. Saygısızlığı 1400 yıl önce sizin Allah'ınız yapmış. Bugün İslam'a saygısızlık yapanlar yalnızca 1400 yıl önceki saygısızlıklara cevap veren insanlardır. Bu da her bir insanın doğal hakkıdır. ”
Bırakın da dini, dinin sahibi olan Allah'ınız savunsun, sizler değil !!!

ALLAH KORKUSU

Yazan: Pante


ALLAH KORKUSU


Haşr-18. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Ve Harun Yahya sitesinden bu ayete dayanarak kullanılan şu ifadelere dikkat:

Şu anda cehennemin kenarında olsanız ve oradaki zebanilerin cehennem ehline yaptıkları dayanılmaz işkenceleri gözünüzle görseniz, cayır cayır yanan ateşin uğultusunu, cehennem ehlinin çığlıklarını, kemiklerini çatırdatan inlemelerini, kahırla nefes alıp vermelerini, bir kez daha dünyaya geri dönmek isteyen pişmanlık dolu yalvarışlarını duysanız ve sonra tekrar dünyadaki yaşamınıza geri döndürülseniz acaba hayatınızda neler değişirdi?

Yazıya ilaveten cayır cayır yanan bir cehennem tasviri resmi de unutulmamış.

İslam’da “Kabir azabı” ve “cehennem tasvirleri” sürekli gündemde tutulur. Cennetten çok cehennem söylemlerine yer verilir vaazlarda. Çocukluktan itibaren bu korku işlenir. Bir çeşit propaganda gibidir bu ve ilginç olan siyaseten de kullanılmasıdır.

Hadis-i şeriflerde şöyle buyuruldu: (Biriz.biz sitesinden)

* Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur.
* Sizin en akıllınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.
*Allah korkusundan ürperip tüyleri kalkanın ağaçtan yaprak dökülür gibi günahları dökülür.
*Allah korkusundan ağlayan Cehenneme girmez.
* Günahını düşünüp ağlayanlar, hesapsız Cennete girecektir.
* Cenâb-ı Hak katında, Allah korkusundan akan gözyaşından ve Allah yolunda akan kandan sevgili damla yoktur.
*Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf kimseden birisi de, yalnız iken Allahü teâlâyı hatırlayıp gözyaşı dökenlerdir.
*Allahü teâlâ’dan korkandan her şey korkar. Allah’tan kork*mayanı her şeyle korkuturlar.
*Allahü teâlâ buyuruyor ki, “İzzetim hakkı için, bir kulda iki korku, iki emniyet bulundurmam. Dünyada benden korkarsa, Ahirette onu emin ederim. Ahıret hususunda emin ise, korkuturum.”

Görüldüğü gibi korkmak, korkudan ağlamak, gözyaşı dökmek İslam’a göre farz.
Allah’tan korkmamak kafir olmakla, kötü olmakla eşdeğer tutuluyor.
Allah sevgisi, saygısı ise geri planda.

Acaba doğrusu nedir?
Allah’tan mı yoksa Şeytan’dan mı korkmalıdır müslüman?

Ayetin meali doğru mudur?

Haşr/ 18. Ya eyyuhelleziyne amenuttekullahe veltenzur nefsun ma kaddemet liğadin vettekullahe innallahe habiyrun bima ta’melune.

“vettekullah” şeklindeki ifade bir çok müfessir tarafından “allah’tan korkun” şeklinde tercüme edilmiş. Oysa “ittekuu” emri korkmaktan çok, sakınmak, en iyisini en doğrusunu yapmaya çalışmak, kötüsünden kaçınmak, zayıfa yanlışa değil, güçlüye doğruya sarılmak gibi anlamlara geliyor olabilir mi?

Üstelik ayet iman edenlere sesleniyor. İman eden neden korksun?
Asıl iman etmeyenlere korku verilmeli değil mi?

Bu korkuyu, sevdiğini kaybetme, sevdiğinin sevgisini kaybetme korkusu olarak nitelendirenler de var. Bilhassa tasavvufta bu korku sevgiye, Allah aşkına bağlanır ve bu aşkın yitirlmesinden korkulur.

Ama genelde müslümanlar için korku, ölümden ve ölüm sonrası azaptan korkmaktır.
Bu korku ile günahtan, haramdan uzak durmaya, dinin emirlerini yerine getirmeye çalışırlar.
Bu doğru mudur?
Karakteri kötülüğe müsait olmasına rağmen korku nedeniyle insanın kendini frenlemesi mi ve sonsuz cennet yaşamı için geçici olarak sabretmesi mi doğrudur?
Yoksa mükafatı-cezası olsun olmasın, bir insan olarak sağlam karaktere sahip olmak, zaaflarından kurtulmak, arınmak, dürüst, temiz, erdemli bir insan olmaya çalışmak mıdır doğrusu?

Nazi’at/ 40-41. Kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir.

İslam’da ahlak eğitimi ve terbiye, korku esaslıdır.
İnsanlar kötü nefisli olarak kabul edilir ve nefsinin insanı her zaman kötülüğe sürükleyeceğine inanılır. Kötülüklerden ve günah işlemekten ise o anda aklına Allah korkusu gelirse kurtulabilir.
Allah’tan korkmuyorsa kötülük ve günah kaçınılmazdır, engellenemez.
Naziat 40-41 ayeti de bunu vurguluyor.

Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir öyküden bahsedilir:

Bir müslüman, İmam Şafi’ye gelerek sıkıntısını anlatır:
“Hanımla tartışmaya girdik. O beni cehennemlik adam olmakla itham etti, ben de tam aksine onun cehennemlik, kendimin ise doğrudan cennetlik olduğunu söyledim, hatta, ben cennetlik değilsem benden boş ol, dedim. Öfkem geçince de pişman oldum; ama iş işten geçti. Kime sordumsa sen hanımını boşamışsın, dediler. Lütfen bir kurtarış yolu bulun, benim yuvam yıkıldı mı? Cennetlik sayılamaz mıyım ben?”

İmam Şafii adama şu soruyu sorar:
Sen yüz yüze, göz göze geldiğin günahları işlemene hiçbir mani olmadığı halde sırf Allah korkusundan dolayı o günahtan uzak kaldın, haramı işlemekten nefsini men ettin mi? Böyle hallerin var mı?”

Adam cevap verir:
“Efendim, beni günahlardan alıkoyan Allah korkusundan başkası değildir. Nice defalar günahlarla yüz yüze, göz göze geldim. Bir engel de kalmamıştır o günahı işlemem için. Ama kalbimde, gönlümde hissettiğim Allah korkusu beni alıkoymuş, nefsime mani olmuş, o günahı işlememi önlemiştir! “

Bu yanıt İmam Şafii’nin hoşuna gitmiş:

“Madem ki sen Rabbinden korktuğundan dolayı günahlardan uzak kalmışsın öyle ise âyetin haber verdiği gibi gideceğin yer de cennetten başkası değildir. Söylediğin söz yalan sayılmaz. Aileni boşamış olmazsın, git evinde ailenle mutlu yaşa, vesveseye kapılma! Yeter ki bu Allah korkusunu kalbinde, gönlünde hissetmeye devam et.”

İslam’da, Toplumu eğitip kültürlü, ahlaklı, sağlam karakterli bireyler yetiştirmek yerine, insanı kötülük potansiyeli olarak görüp, bunu Allah korkusuyla, ölüm, kıyamet, kabir azabı, cehennem korkusuyla engellemeye çalışmak temel anlayıştır.

Ancak Tasavvufta bu anlayış çok farkeder. İnsanın ve ruhun evrimi esas alınır ve insan-ı kamil mertebesine kadar derece derece insanın eğitimine, yetişmesine, yükselmesine önem verilir.
Korku yerine sevgi ön plandadır.

Allah korkusu kimde olur?
Tabi ki Allah’a inananda..
Ateist olanın Allah korkusu olmaz.
Allah korkusuyla terbiye edilecek olanlar da haliyle Allah’a inananlar olacaktır.

Allah’a inandığı halde kötü olan, zorba olan nice insan vardır.
Bir de potansiyel kötülük sahipleri vardır ki Allah korkusuyla frenlenir, engellenirler.
İnsanlığın insani değerleri yükseldikçe, uygarlaştıkça, hümanistleştikçe kötülükler de azalmaktadır. Eski çağlarda ilkellik nedeniyle zorbalıkların çok daha fazla olduğu söylenebilir.

İnsanları kötülüklerden alıkoymak için dinler birtakım hükümler getirdiği gibi, ibadetler yoluyla Allah’ı sürekli gözönünde bulundurmaları düşünülmüştür. Örneğin günde birkaç kez namaz kılmayı şart koşmanın sebebi budur. Namazın amacının dua olduğu, namazla Allah’ın huzuruna çıkıldığı söylenirse de aslında amaç, Allah’ın hep akılda tutulması, hatırlanmasıdır.

Bilhassa geri kalmış ülkelerde, Allah inancına rağmen bunca çıkarcı, karakteri zayıf, insafsız, kul hakkı yiyen varken, Allah korkusu olmadığı takdirde bu kötülük potansiyeli nasıl engellenebilecektir?
Toplum, tam insani değerlere, sağlam karakterlere kavuşmadan, çağdaş yönetimlere ve sosyal yasalara sahip olmadan dini inançlarını ve Allah korkusunu kaybederse korktuğu için iyi olmaya çalışan bu insanların asıl yüzü de ortaya çıkacaktır.

KUR'AN, SUÇA YARDIM VE TALMUD

Yazan: Kirpi


KUR'AN, SUÇA YARDIM VE TALMUD


Suça Yardım Etme ve Cezası (TCK 39)
Failin suça iştirak etmiş olmakla birlikte kanunda tanımlanan fiili gerçekleştirmemesine rağmen fiilden önce, fiil işlenirken veya işlendikten sonra asıl faile yardım etmesi halinde suça yardım etme hükümleri gereği cezalandırılır. Suça yardım eden kişiye uygulamada “suç ortağı” da denilmektedir.
TCK md.39/2’ye göre suça yardım etme; maddi yardım ve manevi yardım olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Suça maddi yardım etme; TCK md.39/2’ye göre şu şekillerde gerçekleşir:
  • Suçun işlenmesinde kullanılan araçları temin etmek,
  • Suçun işlenmesinden önce veya işlenmesi sırasında maddi yardımda bulunarak icrasını kolaylaştırmak.

Suça manevi yardım etme; TCK md.39/2’ye göre şu şekillerde meydana gelir:
  • Suç işlemeye teşvik etmek,
  • Suç işleme kararını kuvvetlendirmek,
  • Suçun işlenmesinden sonra yardımda bulunmayı vaad etmek,
  • Suçun nasıl işleneceği konusunda yol göstermek.

Gördüğünüz gibi bir suça bırakın fiilen yardım etmek, manevi destek vermek bile suç olarak kabul ediliyor.  Hatta Türk ceza kanununda işlenmiş bir suçun delillerini saklama yok etme ve değiştirme de suç olarak  kabul ediliyor.

Suç Delillerini Yok Etme, Gizleme veya Değiştirme Suçu Nedir? (TCK 281)
Suç delillerini yok etme, gizleme (saklama) veya değiştirme suçu, “adliyeye karşı suçlar” başlığı altında TCK md.281’de düzenlenmiştir.
Gerçeğin meydana çıkmasını engellemek amacıyla, bir suçun delillerini yok eden, silen, gizleyen, değiştiren veya bozan kişi, 6 aydan 5 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Kendi işlediği veya işlenişine iştirak ettiği suçla ilgili olarak kişiye bu fıkra hükmüne göre ceza verilmez (TCK md.281/1).

ALLAH BİR SUÇLUDUR!

İslamın Allah'ı bir failin işlediği suçun tanığı ve cinayetin kanıtlarını saklayan yokeden bir suçludur. Bunu ben kendimden uydurmuyorum. Bunu söyleyen Kur'an'ın bizatı kendisi. Şimdi Kur'an'ın Adem'in çocuklarıyla ilgili anlatdığı kışsaya göz atalım.
Mâide Suresi 27.ayet: (Ey Muhammed!) Onlara, Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, "Andolsun seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öteki, "Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder" demişti.

Ayette Adem'in çocuklarının ikisinin de kurban sunduğu anlatılıyor. Nedense merhametli Allah birinin kurbanını kabul ediyor diğerininkini etmiyor. Adem'in çocuklarından biri buna sinirlenerek diğerini öldüreceğini söylüyor.
28. "Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."
29. "Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır."
30. Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.

Surenin 30.ayetinde kardeşlerden birinin diğerini öldürdüyü anlatılıyor. Her şeyi izleyen Allah buna mani olmuyor. Fakat ayetin devamı hayli ilginç.
31. Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz miyim ben?" dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.

Her şeye gücü yeten Allah cinayete mani olmak ve yarattığı insanlara doğru yolu göstermek yerine seyirci olarak kalması yetmiyormuş gibi cinayetin zanlısına işlediği suçun delilini nasıl gizleyeceğini öğretiyor. Hemde bunu göstererek uygulamalı bir şekilde öğretip bizzat suça ortak oluyor.  Zaten suçun işlenmesine azmettiren de Allah'ın kendisidir. Örneğin Neml suresine bakalım.
“De ki: Göklerde ve yerde Allah’dan başkası gaybı bilmez.” (Neml, 27/65)

Ayetde gaybı bildiğini iddia ettiği için demek ki Adem'in çocuklarının sunulan kurbanlar yüzünden bir birine gireceğini ve kardeşlerden birinin diğerini öldüreceğini de önceden biliyordu. Fakat buna rağmen kardeşlerin kurbanlarının birini geri çevirerek tartışmayı alevlendirdi  ve suçun işlenmesi için müsait ortamı oluşturdu.

İşin komik tarafı aynı ayetlerin devamı olan Maide 32 ayetinde şunlar anlatılmış.
Mâide Suresi 32.ayet: Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitap'ta) şunu yazdık: "Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır. Andolsun ki, onlara resûllerimiz apaçık deliller (mucize ve âyetler) getirdiler. Ama onlardan birçoğu bundan sonra da (hâlâ) yeryüzünde aşırı gitmektedir.

Ayete baktığımızda Ademin çocuklarından kardeşini öldüreni suçlu olarak nitelendirilmiş oluyor.  Fakat kurbanlardan birini kabul edip diğerini geri çevirmesi kardeşlerin birbirine düşman olması sürecini tetikleyen şeydir yani bizzat Allah'ın kendisinin beyanlarıdır. Kudreti yettiği halde bu suçun işlenmesine mani olmayan hatta suçun delillerinin saklanmasına ve yok edilmesine yardım eden Allah hiç bir sorumluluk taşımıyor. Kendiniz düşünün. Siz bir insan öldürüyorsunuz. Hakim sizi suçlu buluyor fakat sizi cinayete azmettiren, size cesedi yok etmeye yardım eden kişiyi suçsuz ilan ederek serbest bırakıyor. Bu ne kadar adaletli ve mantıklı olur?

Ayetin bir diğer ilginç tarafı ayette geçen “Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitap'ta) şunu yazdık” ifadesidir. Bildiğiniz gibi Allah'ın İsrailoğullarına gönderdiği kitabın ismi Tevrat'tır. Bu ifadenin ayetin önünde geçmesinin anlamıysa bahçı geçen konunun Tevrat'ta yazılı olduğunun beyanıdır. Fakat Tevrat'a baktığımızda böyle bir bilgi karşımıza çıkmıyor. Kim bir günahsızı öldürürse tüm insanlığı öldürmüş gibidir bilgisi Talmudda geçiyor:
"Tek bir kişiyi öldürenin tüm insan ırkını öldürmüş sayılacağını göstermek için tek olarak yaratıldın; oysa tek bir kişinin canını kurtaran, tüm insan ırkını kurtarmış sayılacaktır." (Mishnah Sanhedrin 4:5)

Peki Talmud Nedir?

Talmud (İbranice: תלמוד), Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir. İbranice lamad (öğrenmek) kökünden gelir. Mişna ve Gemara bölümlerinden müteşekkildir. Talmud'un iki versiyonu vardır: 3. ila 5. yüzyıla ait olduğu kabul edilen[1] ancak daha eski dökümanları da içeren Babil Talmudu ve daha eski olan Filistin ve Yeruşalayim (Kudüs) Talmudu.[2]

Musevilik'te önceleri Sözlü Tevrat olan Tora Şebealpe daha sonraları Mişna ismiyle yazılı hale getirilmiştir. Mişna temel olarak Musevi Ceza hukuku olarak tanımlanabilir daha sonraları Hahamlarca Mişna'nın daha derinlemesine açıklamaları yapılmış ve buna Gemara adı verilmiştir.
Sadece bir Mişna olmasına rağmen iki farklı Gemara bulunmaktadır. Yeruşalmi ve Bavli. Dolayısıyla bu her iki Gemara farklı iki Talmud oluştururlar.

O yıllarda Yahudi nüfusun büyük bir bölümü Roma İmparatorluğu’nun sınırları dışında Babil’de yaşıyordu, Babil'deki hahamların tartışmalarından derlenmiş olan Gemara'dan oluşan Talmud'a Talmud Bavli veya Babil Talmudu denildi.

Talmud Yeruşalmi (Kudüs Talmudu)
İsrailli Akademisyenlerin yaklaşık Mişna’yı 200 sene analiz etmeleri neticesinde ortaya çıkmıştır. Rav Muna ve Rav Yossi tarafından birlikte kaleme alınmıştır

Talmud Bavli (Babil Talmudu)
Kudüs Talmudun’dan yaklaşık 100 yıl kadar sonra Babilli Musevi Akademisyenlerin Mişna’yı analizleri sonucu kaleme alınmış Kudüs Talmud’undan çok daha kapsamlı bir derlemedir. Rav Aşi ve Ravina, 550'li yıllarda Babil Yahudi Topluluğunun önde gelen iki lideriydi. Rav Aşi 427 yılında öldüğünde Talmud’un ilk versyonunu yazmıştı, onun ölümünden sonra Ravina onun çalıştırmaları daha da geliştirdi.. Bu çalışma Savoraim ya da Rabbanan Savoraei tarafından (Talmud Sonrası Hahahmlardan), devam ettirildi. Yaklaşık 250 sene kadar süren son çalışmalarla 700 yılına doğru son şeklini aldı.

Gördüğünüz gibi Talmud Allah'ın sözü değil Hahamların Mişna'yı analizleri sonucu ortaya çıkan fikirleri kaleme aldıkları bir kitaptır.
Muhammed muhtemeden bunları duymuş ve Tevratta yazdığını zannederek  Kur'an'a da Allah'ın sözüymüş gibi kopyalamıştır.

Bu ayeti eleştirilerden kurtarmak için şöyle bir teori ortaya atıldı:
Gerek bazı tefsirlerde gerek bazı meallerde “Kitapta / Tevratta yazdık” şeklinde yer alan ifadeler birer yorumdur. Buna göre, “İşte bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık” mealindeki cümlede yer alan ifadeden, Tevrat öncesi İsrailoğullarına da peygamberleri vasıtasıyla- yazılmış, farz kılınmış, vecibe kılınmış bir hükmü anlamak mümkündür. Çünkü Hz. Musa’dan önce de İsrailoğullarına peygamberler gönderilmiş olduğuna göre, elbette onlar vasıtasıyla da bazı hükümler ortaya konulmuştur.

Bu teoriyi ortaya atanların hiç bir tutarlı argümanı yoktur. Nitekim Musa'dan once İsrailoğullarına gelen peygamberlere verilen yazılı metinlerin veya kitapların isimlerini hiç bir müslüman bilmiyor. İsmini bilmediği bir kitabın var olduğunu ve bahsi geçen hükmün orada yazılı olduğunu iddia etmek hem müslümanları hem de dini komik duruma sokuyor.
Özetleyecek olursak, hakem sifati taşıdığı halde suça azmettirip suç delillerini saklayarak yok etmeye çalışan bir Tanrı olamaz. Gönderdiğini iddia ettiği Tevratla hahamlar tarafindan yazılan Talmudu ayıramayan bir Allah hiç olamaz.

ARAB'IN MUCİZESİ Mİ YOKSA JAPON'UN KAMİKAZESİ Mİ?

Yazan: Generalfeldmarschall
GNR, din, tarih, Kamikaze, Japon intihar dalışları, Japon tanrısı Kami, Kami, Kamikaze ne demektir?, Keramet, 2.Dünya Savaşı, Midway muharebesi, Pearl Harbor, Moğollar,

ARAB'IN MUCİZESİ Mİ YOKSA JAPON'UN KAMİKAZESİ Mİ?


الم تر كىف فعل كامىك (كامي) باصحاب السفينة الم
ىجعل كىدهم فى تضلىل وارسل علىهم رذىل والذلىل فجعلهم كعصف ماءكول

Arapça manası şöyledir;
“Görmedin mi Japon tanrısı Kami ne yaptı gemi sahiplerine. Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine rezillik yağdırdı. Derken, onları yenilmiş ekin yaprağı kıldı.

Eğer bu Arapça metni Arapça olarak duysalardı eminim ki bütün Müslümanlar hep bir ağızdan “Amin” diyecekti. Aslında bir nevi haklı sayılırlar. Sonuçta yukarıda biraz değiştirilmiş de olsa Fil Suresi yazmaktadır. Çoğu Müslüman Kur’an okumadığı, Arapça anlamadığı hatta İslam dini hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediği halde dogmatik bir anlayışla iman etmektedir. Örnek vermek gerekirse; Rusya Federasyonu'na bağlı Müslüman Başkurdistan Cumhuriyeti'nde yaşayan bir ailenin Kur'an-ı Kerim sandıkları 1926 tarihli Arapça Sovyet Ceza Kanunu'nu nesilden nesile aktardığı ve yaklaşık yüz yıl boyunca okudukları ortaya çıkmıştır. Ülkemizde de bunun örneklerine günlük yaşamımızda sıkça rastlamaktayız. Dolayısıyla bu metne “Amin” demelerine, trajikomik bir şekilde alışkın olmamız gerekmektedir.

Bilindiği gibi Fil Suresi Araplar’ın mitolojik hikayesi olan Fil hadisesinden bahsetmektedir. Bu hikayeye göre Kabe’yi yıkmaya gelen Habeş Krallığı’nın Yemen valisi olan Ebrehe’nin fillerle desteklenen ordusu, Allah tarafından gönderilen ebabil kuşlarıyla taşlanarak helak edilmiştir. Nedense İslam kaynakları dışında hiçbir yerde geçmeyen bu olay ile ilgili herhangi bir kanıt bulunamamıştır.

Bir dini oluşturan başlıca unsurlar Tanrı ya da tanrılar, kitap, elçi, mucize olarak sıralanabilir. Bu, kültürden kültüre farklılık gösterir. Mesela kitap sahibi olmayan dinler de mevcuttur. Fakat Tanrı müdahalesi yani mucize her dinde yaşandığına inanılan, olmazsa olmaz bir kavramdır. Her kültürde olduğu gibi Japon kültüründe de böyledir. Zaman zaman Tanrı’nın bazı olaylara müdahale ettiğinine inanılır. Üstelik bu yazımızda bahsedeceğimiz şey mitoloji değil tamamen bir gerçektir.

Japonya II. Dünya Savaşı sonrası 1945-1952 yılları arasında Müttefik Devletler tarafından işgal edilmiştir. Bu yedi yıllık işgal olmasaydı, Japonya tarihte asla işgale uğramamış tek ülke olacaktı. Bu işgal hamlesi, başka bir olay ile beraber Japon halkının hafızasında fazlasıyla yer edinmiştir. Bu diğer olay ise Moğollar’ın Japonya’yı işgal hamlesidir.

Cengiz Han’ın torunu olan Moğol imparatoru Kubilay Han, 1231-1259 yılları arasında yaptığı seferlerde Kore’yi ele geçirdi. Ardından gözünü Japonya’ya diken Moğollar, 1268 yılında Japon imparatoru ve şogununa kendilerine tabi olmasını isteyen bir mektup yolladılar. Fakat Japonlar bu mektubu çok onur kırıcı bularak cevap vermedi ve isteği reddetti. Böylece Kubilay Han, Japonya’ya sefer düzenlemeye karar verdi.


Kore’yi ele geçiren Moğollar, bu ülkenin donanmasına el koyup, bir ada ülkesi olan Japonya’yı deniz yoluyla işgal etmeye karar verdi. 1274 yılında Moğol  ve Koreliler’den müteşekkil 800 gemi ve yaklaşık 40 bin askerden oluşan bir donanma Japonya’ya doğru yola çıktı. Anakaranın güneybatısında bulunan Tsushima adasını ele geçiren Moğollar, halkın tamamını katletti. Ardından anakarada sahil şehri olan Fukuoka’ya çıkan Moğol ordusu, ateşli silahlarla, düzenli olmayan ve teke tek çarpışma yani düelloya alışkın samuraylardan oluşan Japon ordusunu yenilgiye uğrattı. İkmal alamayan Japonlar artık ellerini göğe açarak dua etmeye başlar. Çıkartma akşamı Moğol ordusu güvenlik amacıyla gemilerine dönerler. Bu esnada şiddetli bir kasırga meydana gelir. Japonlar bu kasırgaya Tanrı’nın rüzgarı anlamına gelen ‘kamikaze’ adını verir. Kami Japonca’da Tanrı, kaze ise kasırga demektir. Moğol donanması kasırga sebebiyle sulara gömüldü. Askerlerin büyük çoğunluğu suda boğuldu. Moğol ordusundan çok az kişi kurtulup geri dönebildi ve bu ilk işgal girişimi başarısızlıkla son buldu.

Yaşanan yenilgiden ders çıkarması gerektiğini anlayan Kubilay Han 1279 yılında Çin’i ele geçirip bu ülkenin de donanmasına el koydu. Moğollar daha büyük bir orduyla Japonya’ya karşı ikinci sefer için hazırlıklara başladı. Moğol ve Koreliler’den oluşan  40 bin asker ve 900 gemiden oluşan bir filo oluşturuldu. Bu kez hava şartlarından etkilenmemek için yazın sefer düzenlenecekti. Hazırlanan filo Japonya’ya doğru harekete geçti. Bu güce Çin’den gelecek 100 bin asker ve 3500 gemiden oluşan, çok daha büyük bir güç katılacaktı. Diğer yandan Japonlar da ilk savaştan ders çıkarmışlar ve sahile işgal tehlikesine karşı duvar örmüşler ve samurayları meydan savaşına eğitimli hale getirmişlerdir. Fakat yine de Moğollara karşı başarı şansları çok azdı. 1281 yılında harekete geçen Moğol ve Kore filosu Japon kıyılarına vardı. Sert Japon direnişiyle karşılaşan Moğol ordusunun yardımına dev Çin filosu gelince savaş bir anda Japonlar’ın aleyhine döndü. Artık güçlerini kaybeden Japonlar’ın yapacak bir şeyi kalmamıştı. Japon rahipler ve halk yine ellerini açıp Tanrı Kami’den yardım istedi. Yaz mevsimi olmasına rağmen aynı başlayan ve gün iki gün iki gece süren bir çok şiddetli bir kasırga daha meydana geldi. Hiç durmadan yağan yağmur ve şiddetli kasırgadan dolayı Moğol ordusuna ait gemilerin tamamı battı. Karaya çıkan bazı Moğol, Çinli ve Koreli askerler, samuraylar ve yerel halk tarafından parçalandı. Böylece 20. yüzyılın ortasına kadar Japonya hiç işgale uğramamış bir ülke olarak geldi.

Hayat ne gariptir! 700 yıl önce Moğollara karşı Japonları kurtaran kasırga bu sefer Japonlara karşı Amerikalılar’ı kurtaracaktır. Ee! Tarih tekerrürden ibarettir ama bu kez Japonlar’dan değil Amerikalılar’dan yana olacaktır.

Japonya, II. Dünya Savaşı’na Almanya ve İtalya’yla beraber Mihver Ülkerler bloğunda savaşa katıldı. Kore, Çin, Asya-Pasifik, Hindiçin, Malay yarımadası ve daha birçok yer ele geçirdi. Pearl-Harbour saldırısıyla Amerika’nın hava ve deniz kuvvetlerinin büyük çoğunluğunu yok eden Japonlar Midway adasında kalan Amerikan birliklerini yok etmek için adayı kuşatma altına aldı. Sayıca üstün olan ve Midway Deniz Muharebesini kazanmasına kesin gözüyle bakılan Japon İmparatorluk Donanması ve hava kuvvetleri çıkan bir kasırgada çok ağır kayıplar vererek Amerika karşısında zayıf duruma düştü. Fırsattan yararlanıp toparlanan Amerikalılar Japonlar’ı yenilgiye uğrattı. Teslim olmayan Japonya, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması sonucu savaş dışı kalmak zorunda kaldı. Hemen hemen bütün tarihçiler Japonya’nın Midway Deniz Muharebesi’ni kazanması durumunda Amerika’nın savaş dışı kalacağı konusunda hemfikirdirler. Ayrıca Japon pilotlarının fedakarlığı sayesinde ülke topyekün bir işgal hareketinden kurtulmaya başlamıştır. Bunlar tarihin ilk intihar saldırganları olan meşhur “kamikaze” yani Tanrı’nın rüzgarlarıdır.

Evet görüldüğü gibi hayat son derece gerçekçi bir o kadar da acıdır. Evrende gördüğümüz doğa olayları olağanüstü değil olağandır. Onları olağanüstü olarak algılamamıza sebep olan tek şey ise zamanlamadır. Japonlar’ı Moğollar’dan’ Amerika’yı Japonlar’dan kurtaran tek şey müthiş zamanlaydı. Bunun dışında hayat son derece gerçekçidir. Bu hayatta olağanüstülüğe ve mucizeye yer yoktur.

Gelelim sorumuza sizce hangisi daha inandırıcı? Arab’ın mucizesi mi yoksa, Japon’un kamikazesi mi?

LUT KAVMİ VE EŞCİNSELLİK

Yazan: Kirpi


LUT KAVMİ VE EŞCİNSELLİK


Kuranda eski kavimlerle alakalı bir kaç kıssa anlatılır. Bunların bir çoğu Kurandan önceki yazılı kaynaklarda özellikle Tevratta aktarılmıştır. Fakat Müslümanlar tek gerçek kaynak olarak Kur'an'ı tercih ediyorlar. Bu yazımda sizlerle Kuranda peygamber olduğu iddia edilen Lut ve onun kavminin başından geçen bir olayı aktaracağım. Kuranda Lut'un biyografisi hakkında detaylı bilgi olmadığı için yazımda kaynak olarak Kurandan önceki semavi olduğu iddia edilen kitapları da kullanacağım.

LUT KİMDİR?

Kuranda ve Tevratta Lut'un hayatı hakkında dedesi Azer ve amcası İbrahim hakkında kıssalar anlatılırken kısıtlı bilgiler verilmiştir. Lut'un dedesi Kuranda Azer (Enam 6 / 74)  Tevratta ise Terah olarak geçiyor. Tevrata göre Terah (Azer) 70 yıl yaşamış ve Abraham (Kur'andaki ismi İbrahim) Nahor ve Haran isminde 3 oğlu vardı. Lut Haran'ın oğludur. (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 11 / 27)  Buna göre İbrahim'in babası olan Azer aynı zamanda Lut'un dedesidir. Bu durumda Lut İbrahim'in yeğeniydi (Mevdudi, Tarih boyunca Tevhid mücadelesi ve peygamberler, Çeviren Ahmet Asrar, Ankara, 1983,cilt 1, s. 430)

Terah’ın (Azer) üç oğlundan biri olan Lut’un babası Haran genç yaşta vefat etmiştir. "Haran, babası Terah henüz sağken, doğduğu ülkede, Keldaniler'in Ur kentinde öldü."( Kitab-ı Mukaddes; Tekvin; Bab 11 / 28)
Çocuk yaştaki Lut’un babası Haran vefat edince Lut’un bakımını amcası İbrahim üstlenir.
Kur'an'da Lut, İbrahim'in zürriyetleri arasında gösterilir. (Enam 6 / 84–86)
Kuranda genelde İbrahim'le ilgili ayetlerin hemen ardından Lut'tan bahsedilmesi onların arasında bir kan bağının olduğu şeklinde yorumlanmıştır fakat Lut'un soyu hakkında ne Kur'anda ne de hadislerde kesin bilgiler bulunmamaktadır. (Abdülhalim Güneş, Kur’an-ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes’te Hz. Lüt (aş) Kıssası, basılmamış yüksek lisans tezi, s.22)

Tevratta Lut'un kimliği, soyu yaşadığı yer hakkında detaylı bilgi verilmesine rağmen inancıyla ilgili fazla ve kesin bilgiler aktarılmamıştır. İbrahim ve Lut’un doğup büyüdükleri mahal hususunda İslami kaynaklardaki verilerde, yer adları ve üzerinde kurulu şehir veya devletler değişik olsa da tüm bu kaynakların üzerinde ittifakla birleştikleri yer; bu günkü Irak devleti sınırları içerisinde, tarihteki genel bir coğrafi isimlendirme olarak Mezopotamya diye ünlenmiş olan Fırat ve Dicle ırmakları arasındaki bölge içerisinde bulunan ve günümüzdeki adı Tel-El Muhayer olan yer olduğu sanılmaktadır.

İBRAHİM VE LUT'UN YOLLARININ AYRILMASI

Bir sure Mısırda ikamet etmelerine rağmen Tevrattaki anlatıma göre oradaki yöneticiyle (firavunla) İbrahim arasında karısı Sara yüzünden gerçekleşen bir takım tatsız olaylar yüzünden tekrar Kenan'a dönmek zorunda kalıyorlar. Peki bu olay neden ibaret? Tevratın anlattığına göre İbrahim Mısıra geldiğinde karısı Sarayı ablası gibi göstererek mülk ve köle karşılığı Firavuna sunuyor. Firavun da onunla nikah yapıyor. (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 12 / 11 – 20)
Fakat bu hikaye hakkında Kur'anda bilgi verilmez. Mısır dönüşü malların bölüştürülmesi konusunda İbrahim'le Lut anlaşamaz ve yolları ayrılmış olur. Mısırdan döndükten sonra İbrahim ve Lut'un serveti artmıştı ve dolayısıyla kim yönetici olacak kavgasına başlamıştılar.

Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 13 / 6 – 9  “Malları öyle çoktu ki, toprak birlikte yaşamalarına elvermedi; yan yana yaşayamadılar. (…) Avram'ın çobanlarıyla Lut'un çobanları arasında kavga çıktı. (…) Avram Lut'a: ‘Biz akrabayız’ dedi, ‘Bu yüzden aramızda da, çobanlarımız arasında da kavga çıkmasın. Bütün topraklar senin önünde. Gel, ayrılalım. Sen sola gidersen, ben sağa gideceğim. Sen sağa gidersen, ben sola gideceğim
Kur'anda İbrahim'le Lut'un Mısıra gidişleri dönüşleri ve kavgalarıyla alakalı hiç bir bilgi yoktur.


LUT NEREDE YAŞADI?

İbrahim ile yolları ayrılan Lut’un, Tevrat çevirilerinde ismi Erden havzası / Şeria havzası / “Sıddım”( Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 14 / 3) vadisi olarak verilen, şimdiki Ürdün ile İsrail arasında kalan vadide bulunan iki büyük şehirden biri olan Sodom’a yerleşir:
“Lut ovadaki kentlerin arasına yerleşti. Sodom'a yakın bir yere çadır kurdu.” ( Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 13 / 12)

Talmûd’daki kayıtlara göre Lut kavminin başlıca kentleri arasında Sodom’un dışında dört şehir daha vardı.( Mevdudi, A.g.e, Ankara, 1983, c. 1, s. 430; Taberî’ye göre bu şehirlerin sayısı beş’tır: “Bu köyler beş tane olup, adları: Sab’a, Şu’ra, Umre, Duma ve Sedum (Sodom) idi. Bunların içerisinde en büyüğü Sedum’du.”;  Mevdudi, bu beş şehrin adlarını şöyle vermektedir.“Sodom şehrinin yanı sıra Gomore, Adma, Sanbuyem ve Zogr kentleri de vardı.”)

Tevrat’ın yaptığı tasvirlerde ise bu havzada iki büyük şehrin olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim her iki büyük şehrin krallarının da bulunduğu da kaydedilmiştir: “Sodom Kralı Bera, Gomora Kralı Birşa...” (Kitab-ı Mukaddes,  Tekvin 14 / 2 )

Hz. Lut’un Sodom’u mesken tutmasından sonra bu vadide yaşayan toplulukların kralları ile etrafta yerleşik kavimlerin kralları arasında savaş çıktığını Tevrat anlatımlarından öğrenmekteyiz: “Bunun üzerine Sodom, Gomora, Adma, Sevoyim ve Bala kralları yola çıktılar. Bu beş kral Siddim Vadisi'nde dört krala (Elam Kralı Kedorlaomer, Goyim Kralı Tidal, Şinar Kralı Amrafel ve Ellaşar Kralı Aryok'a) karşı savaş düzenine girdiler.” (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 14 / 8 – 9 )

Yapılan savaşta Sodom ve Gomora kralları bozguna uğrayarak yenik çıkarlar ve savaş meydanından kaçarlar: “Sodom'la Gomorra kralları kaçarken adamlarından bazıları çukurlara düştüler. Sağ kalanlarsa dağlara kaçtılar.” (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 14 / 10)
Galip krallar ve savaşçıları Sodom ve Gomorra şehrinin mallarını ganimet, insanlarını köle edinirler. Kralların savaşından yenik çıkan Sodom’da ikamet eden Hz. Lut da bu yenilginin kötü sonuçlarından nasibini alır. Kendisi esir, malları ise ganimet olarak onların eline düşer. (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 14 / 11–12)

Yeğeni Lut’un esir düştüğünü ve mallarının yağmalandığını haber alan Hz. İbrahim, Sodom ve Gomora şehirlerini yağmalayan ve halkını köle yapan krallara savaş açarak onları mağlup eder ve yeğeni Lut’u kurtarır: “Avram (İbrahim) yağmalanan bütün malı, yeğeni Lut'u, Lut'un mallarını, kadınları ve halkı geri getirdi. (Kitab- Mukaddes, Tekvin 14 / 16)

Kur'an Lut'un bir peygamber olduğunu iddia ediyor fakat önceki semavi kitaplarda Lut'un gerek Sodom ve Gomora şehirlerindeki yaşamından ve ondan önceki dönemde de peygamber olmasıyla ilgili rivayet aktarılmıyor. Örneğin İncil'de Lut peygamber değil dindar ve Tanrıya kulluk eden “Aziz - Saint” statüsünde bir insan olarak aktarılıyor.

İncil, II. Petrus 2 / 7–8  “Ama ilke tanımayan kişilerin sefih yaşayışından azap duyan doğru adam Lut'u kurtardı. Çünkü onların arasında yaşayan bu doğru adam, görüp işittiği yasa tanımaz davranışlar yüzünden doğru yüreğinde her gün ıstırap çekerdi.”

LUT KAVMİNİN SUÇU NEYDİ?

Kur'anda Lut kavminin helak edilmesinin nedeni olarak homoseksüel olmaları gösteriliyor. Örnek ayetlere bakalım.
ARAF(7)/80-84:
﴾80﴿ Lût’u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: "Sizden önce insanlardan hiçbirinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?"
﴾81﴿ "Çünkü siz, kadınları bırakıp da cinsel tatmin için erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz haddi aşan bir topluluksunuz."
﴾82﴿ Kavminin cevabı, "Onları (Lût ve arkadaşlarını) memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!" demelerinden başka bir şey olmadı.
﴾83﴿ Biz de onu ve karısı dışındaki aile fertlerini kurtardık. Karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.
﴾84﴿ Ve üzerlerine dehşetli bir yağmur (taş) yağdırdık. İşte gör günahkârların sonunun ne olduğunu!

Ayette Lut kavmini homoseksüel olmakla suçluyor ve kendilerinden önce bu işi kimsenin yapmadığını söylüyor. Fakat  tarih boyunca yaşamış tüm toplumların neredeyse tümünde homoseksüellik olmuştur. Homoseksüelizm bırakın insanları, hayvanlar arasında bile görülüyor.
Kur'anda anlatılan kıssanın devamında Lut'un kavmine güzel erkek şekline bürünmüş elçiler gönderildiği aktarılıyor.

Hicr Süresi
﴾67﴿ Şehir halkı sevinerek geldiler.
﴾68﴿ Lût, "Bunlar benim misafirlerim, sakın beni utandıracak bir şey yapmayın?" dedi;
﴾69﴿ "Allah’tan korkun, beni rezil etmeyin!"
﴾70﴿ "Seni el âlemi korumaktan menetmedik mi?" dediler.
﴾71﴿ Lût, "İşte kadınlar, benim kızlarım, (nikâh) yaparsanız" dedi.

Lut'un evine gelen kavmi, erkek şeklinde gelen Allah'ın elçileriyle cinsel ilişkiye girmek istiyor fakat Lut "bunlar benim misafirlerim onlara dokunmayın, cinsel ilişkiye girecek birini arıyorsanız kızlarımı ala bilirsiniz" diyor. Kur'anda Lut kavmiyle ilgili ayetler kısaca şunlardır:
[ARAF (7)/80-84]
[HUD (11)/ 74-83]
[HİCR (15)/ 57-77]
[ENBİYA (21)/74-75]
[ŞUARA (26)/160-175]
[NEML (27)/ 54-58]
[ANKEBUT (29)/28-35]
[SAFFAT (37)/133-138]
[KAF (51)/31-37]
[NECM (53)/ 49-54]
[KAMER (54)/ 33-39]
[TAHRİM (66)/10]

Özetleyecek olursak Lut kavmi eşcinsel eylemlerde bulunuyor Allah da onları öldürerek cezalandırıyor. Lut'un ailesini karısı hariç hepsini kurtarıyor. Peki Lut kavmi eşcinsel olmayı kendileri mi tercih etmişti? Bunun cevabını bulmak için önce eş cinselliğin nedenlerini araştırmamız gerekir.

HOMOSEKSÜELİZM (EŞCİNSELLİK) NEDİR?

Eşcinsellik ( w . Lὁμός - aynı, Lat. Sexus - seks ) - aynı cins veya cinsiyetteki insanlar arasındaki romantizm, cinsel çekim ya da cinsel davranıştır.
 20. yüzyılın başlarına kadar eşcinsellerin hak ve yükümlülükleri halk tarafından bilinmiyordu. Eski zamanlardan beri, eşcinsellik, özellikle Doğu ülkelerinde bir suç olarak kabul edilmektedir.Tüm semavi dinler bu tür bir cinsel hayatı yasaklarlar. Bu nedenle eşcinsellerin yaşadığı alanlarda özel gözetim kurulmuş ve topluma katılımı önlenmiştir. Avrupa da eşcinsellere  genellikle hoşgörülü olunmasına rağmen, Afrika ve Asya'da, bu tarz davranışların cezası genellikle ölüm cezasıydı. 1960 yılında eşcinsellerin hakları geliştirilmeye başlandı. Eşcinsellere toplumda aynı cinsiyetten insanlarla evlenme, seçilme, orduya hizmet etme hakkı verilmeye başlandı. Uzun bir mücadeleden sonra , Ocak 2001'de Hollanda'da eşcinsel erkeklerin evlenmesine izin verildi.  Belçika , İspanya , Kanada , Güney Afrika , Norveç , İsveç , Portekiz ve İzlanda'da da benzer yasalar kabul edilmiştir. İran ,Somali ve Suudi Arabistan gibi bazı ülkelerde bu evlilik türü ölüm cezasına neden olabiliyor.

EŞCİNSELLİK BİR HASTALIK MI?

Çok eskilere dayanan ve tıpta geniş tartışmalara neden olan, akıl almayacak yöntemlerle iyileştirilmeye çalışılan eşcinsellik modern zamanlarda artık bilim insanları tarafından bir hastalık olarak görülmemektedir. Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladılar. İlk olarak 1973’te Amerikan Psikiyatri Derneği Yönetim Kurulu eşcinselliğin hastalıklar kategorisinden çıkartılmasına karar verdi. Karar, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin bir yıl sonra (1974) yapılan yıllık genel kurulunda üyelerin çoğunluğu tarafından onaylandı. Amerikan Psikiyatri Derneği, 2006’da yapmış olduğu genel kurulunda söz konusu kararı tekrar ifade etti. Benzer şekilde 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkardı. 1992’de bu karar, ICD-10 (Hastalıkların Uluslararası Sınıflandırılması) listesine resmen kaydedildi. 1994 tarihinden itibaren WHO üyesi tüm ülkeler yeni sınıflandırmayı kullanmaya başladı. Eşcinselliğin bir hastalık, bozukluk ya da eksiklik olmadığını, 3 farklı cinsel yönelimden birisi olduğunu ve doğuştan ya da 3 ile 4 yaşlarına kadar belirlenen, kişinin kendi seçmediği bir durum olduğu tıp bilim tarafından tespit edilmiş ve bu durum kabul görmüş ve eşcinseller çoğu gelişmiş ülkelerde eşcinseller arası resmi evlilik dahil olmak üzere heteroseksüellerin sahip olduğu pek çok hakka kavuşmuştu
Amerikan Psikiyatri Birliği (APA), 1973 yılında eşcinselliği, "Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistikleri Klavuzu"ndan çıkarmıştır. Günümüzde APA'nın pozisyonu, objektif ve iyi planlanmış (Sexual orientation and homosexuality APA.org. Erişim: 5 Şubat 2020) bilimsel çalışmalar ve klinik literatür doğrultusunda eşcinselliğin insanların cinselliğinin "pozitif ve normal" çeşitlerinden biri olduğudur. APA'ya göre eşcinselliğin geçmişte bir akıl hastalığı olarak görülmesinin nedeni, akıl sağlığı alanında çalışan profesyonellerin ve toplumun bu konuda taraflı şekilde bilgilendirilmiş olmasıdır.
(Homosexuality was once thought to be a mental illness because mental health professionals and society had biased information. Sexual orientation and homosexuality APA.org. Erişim: 5 Şubat 2020)

1 Ocak 1993 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği "Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırması"ndan çıkarmıştır. ICD-10 maddesi "cinsel yönelim, tek başına, bir rahatsızlık/hastalık olarak kabul edilemez" şeklindedir.(Uluslararası Lezbiyen ve Gey Birliği (ILGA) resmi sitesi ve Helem.net)

BİYOLOJİK FAKTÖRLER

Araştırmacılar genler, doğum öncesi hormonlar ve beyin yapısını kapsayan, cinsel yönelimin gelişimiyle bağlantılı olma ihtimali olan birkaç biyolojik faktör tanımlamıştır.
Bilim adamları cinsel yönelimin tek bir faktör tarafından belirlenmediğine, genetik, hormonal ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonu olduğuna[1][2] ve biyolojik faktörlerin genetik faktörlerle erken rahim ortamının kompleks etkileşimiyle bağlantılı olduğuna inanmış, biyolojik teorileri daha çok benimsemiştir. Bilim adamları cinsel yönelimin bir seçim olmadığına inanmaktadır.[1][3][4] Kişi heteroseksüel, eşcinsel, biseksüel ya da aseksüel olmayı kendisi seçmemektedir.

Erken çocukluk deneyimlerinin, ailenin yetiştirme şeklinin, cinsel tacize uğramanın ya da yaşanan kötü olayların cinsel yönelime etki ettiğine dair önemli bir kanıt yoktur ama araştırmalar ebeveynlerin herhangi bir cinsel yönelim hakkındaki düşüncelerinin çocuğun herhangi bir cinsel yönelimle bağlantılı davranışları nasıl deneyimleyeceğine etki edebileceğini bulmuştur.[2][5][6]

Önceden eşcinselliğin aileyle yaşanan kötü deneyimler ya da yanlış bir psikolojik gelişme yüzünden oluştuğu düşünülmüştür ama bu varsayımlar yanlış bilgiye ve ön yargıya dayanmaktadır.[7] Şu anki araştırmalar cinsel yönelimin oluşumundaki biyolojik açıklamaları aramaktadır ama hiçbir tekrarlanan bilimsel araştırma cinsel yönelimin özel bir biyolojik etiyolojisinin olduğunu desteklememektedir. Ama bilimsel araştırmalar heteroseksüel ve eşcinsel kişilerde bir takım biyolojik farklılıklar bulmuştur. Bu biyolojik farklılıklar cinsel yönelimin oluşumuyla aynı temel nedene sahip olabilir.

GENETİK FAKTÖRLER

2010’da İsveç’te 7,600’den fazla ikiz üstünde yapılan bir araştırmada eşcinsel davranış hem genetik faktörlerle hem de kişiye özgü çevresel faktörlerle (örneğin doğum öncesi ortam, hastalık ve travma, akran grupları ve cinsel deneyimler) açıklanabileceğini bulmuştur. Araştırma aynı zamanda ailesel çevre, toplumun tutumu gibi paylaşılmış çevresel faktörlerinde zayıf ama yine de kayda değer derecede etki ettiğini bulmuştur. Kadınların cinsel yöneliminde genetik faktörlerin az derecede etki ettiği, erkeklerin cinsel yöneliminde ise paylaşılmış çevresel faktörlerin hiç etki etmediği görünmüştür. Biyometrik modelin bulgularına göre erkeklerin cinsel yöneliminde genetik faktörler %34-39, paylaşılmış çevresel faktörler %0, kişiye özgü çevresel faktörler %61-66 oranında etki etmektedir. Kadınların cinsel yöneliminde ise genetik faktörler %18-19, paylaşılmış çevresel faktörler %16-17, kişiye özgü çevresel faktörler %64-66 oranında etki etmektedir.[8]

Cinsel yönelim üzerine yapılan kromozom bağlantısı çalışmaları genom boyunca birçok tetikleyici genetik faktörlerin varlığını göstermektedir. 1993’te Dean Hamer ve meslektaşları 76 gay kardeş ve ailelerinin bağlantı analiziyle ilgili bulgular yayınlamıştır.[9]
Hamer ve meslektaşları eşcinsel erkeklerin anne tarafında, baba tarafına göre daha çok gay kuzen ve gay dayıya sahip olduklarını bulmuştur. Bu annesel soyu gösteren gay kardeşler, x kromozomundaki 22 işaretleyici gen kullanılarak X kromozomu bağlantısı test edilmiştir. Başka bir araştırmada test edilen 40 kardeş çiftin 33’ünde Xq28’in uzak bölgesinde benzer aleller bulmuştur. Bu erkek kardeşler için beklenen oran olan %50’den önemli ölçüde daha yüksektir. Bu medyada birçok insan tarafından “gey geni” olarak adlandırılmış, önemli tartışmalara yol açmıştır. 1998’de Sanders ve meslektaşları benzer bir çalışma yapmış gay kardeşlerin baba tarafındaki amcaların %6’sının, anne tarafındaki dayılarınınsa yüzde %13’ünün eşcinsel olduğunu bulmuştur.[10]

2010’da Kore Gelişmiş Bilim ve Teknoloji Enstitüsü’ndeki bir grup, bir dişi farenin üreme davranışıyla ilgili tek bir genini ortadan kaldırarak cinsel tercihini değiştirmeyi başarmıştır. Dişi fare gen olmayınca diğer dişi farelerin idrarına karşı maskülen bir cinsel davranış ve cinsel eğilim göstermiştir. Bu geni koruyan dişi farelerse erkek farelere cinsel ilgi duymuştur.[11]

2014'te ABD'de Northwestern Üniversitesi’nde Michael Bailey tarafından yapılan bir araştırma, genetik faktörlerin erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği ama tamamen de belirleyici olmadığını göstermiştir. 408 eşcinsel erkek kardeş çifti ve aileleri üstünde yapılan araştırmada eşcinsel erkeklerin X kromozomunun Xq28 bölgesinde benzer DNA işaretleri taşıdığı ve bu bölgedeki iki kromozomun erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği bulunmuştur. Bu 1993’te yapılan Dean Hamer’ın araştırmasını desteklemektedir. Ayrıca Kromozom 8 adlı bir bölgenin de erkeklerin cinsel yönelimini etkilediği görünmüştür. Araştırmanın bulgularına göre genetik faktörler erkek eşcinselliğinde yüzde 30-40 oranında rol oynarken gerisinden çevresel faktörler sorumlu. Ama Michael Bailey çevresel faktörlerin illaki sosyal olarak sonradan kazanılan anlamı taşımadığı, doğumumuzda DNA’mızda olmayan her şeyin çevresel faktörler olarak kabul edildiğini söylemiştir.[12]

Amerikan Pediatri Akademisi'nin 2004’teki açıklaması şu şekildedir:[13]
Herhangi bir cinsel yönelimin gelişiminin mekanizmaları belirsizliğini sürdürmektedir ama şu anki kaynaklar ve bu alandaki çoğu uzman cinsel yönelimin bir tercih/seçim olmadığını belirtmektedir. Kişi eşcinsel ya da heteroseksüel olmayı kendisi seçmemektedir. Cinsel yönelimle ilgili çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Cinsel yönelim muhtemelen tek bir faktör tarafından değil, genetik, hormonal ve çevresel faktörlerin etkileşimiyle oluşmaktadır. Son 10 yılda biyolojik temelli teoriler uzmanlar tarafından daha çok benimsenmiştir. İnsanların cinsel yöneliminin kökeniyle ilgili tartışmalar ve belirsizlik devam etmekle beraber ailenin yetiştirme şeklinin, cinsel tacizin ya da yaşanan kötü olayların cinsel yönelime etki ettiğine dair bilimsel bir kanıt yoktur.

NÖROLOJİK FAKTÖRLER

1991’de Simon LeVay, hipotalamustaki INAH1, INAH2, INAH3 ve INAH4 adı verilen 4 nöron grubunu incelemiştir. Beynin bu bölümünü önemlidir çünkü bu bölümün hayvanların cinsel davranışlarının düzenlenmesinde rol oynadığı kanıtlanmış ve INAH2 ve INAH3’ün erkeklerde ve kadınlarda farklılık gösterdiği rapor edilmiştir. Araştırma, AIDS yüzünden ölen 19 eşcinsel erkekten, cinsel yönelimleri bilinmeyen ama araştırmacılar tarafından heteroseksüel varsayılan, 6’sı AIDS’ten ölen 16 erkekten, yine araştırmacılar tarafından heteroseksüel varsayılan, 1’i AIDS’ten ölen 6 kadından oluşmaktaydı. Simon LeVay, heteroseksüel erkeklerdeki INAH3’ün büyüklüğünün, eşcinsel erkek ve heteroseksüel kadınlarınınkinin iki katı kadar olduğunu bulmuştur.[14]
2008’deki bir çalışmada, araştırmacılar açıklamasında “Genlerin eşcinselliği etkilediğine dair önemli kanıtlar bulunmaktadır. Düşük başarılı üreme şansı getiren eşcinselliğin popülasyonda nispeten yüksek sıklıkta nasıl devam ettiği bilinmemektedir." demiştir. Araştırmacılar eşcinselliğe yatkın genlerin heteroseksüellere çiftleşme avantajı verdiğini bununda eşcinselliğin evrimini ve popülasyonda devam etmesini açıklayabileceğini öne sürmüştür.[15] 2009’daki bir araştırma, eşcinsel erkelerin anne tarafındaki kadın akrabalarındaki doğurganlığın fazla olduğunu bulmuştur.[16]

HAYVANLARDA EŞCİNSEL DAVRANIŞLAR

Hayvanlar aleminde de eşcinsel davranış sergileyen ya da eşcinsel ilişkiye giren canlılar mevcuttur.[17][18] Sosyal türlerde yaygın olan bu durum özellikle deniz kuşlarında ve memelilerinde, maymunlarda ve büyük insansılarda görülür. Eşcinsel davranış yaklaşık 1500 türde gözlemlenmiş, bunlardan yaklaşık 500'ü kapsamlı olarak incelenmiş ve dosyalanmıştır. Bu keşif, eşcinselliğin "biyolojik geçerliliği ve doğallığı" ile ilgili tartışmalar ve eşcinselliğin birey tarafından alınmış bir "sosyal karar" olduğu tartışmalarını hararetlendirmiştir. Örneğin bazı erkek penguen çiftlerinin hayat boyu çiftleştiği, beraber yuva yaptığı ve yuvarlak taşları yumurta gibi kullandıkları bilinmektedir. 2004 yılında, ABD'nin Central Park Hayvanat Bahçesi'ndeki görevliler, eşcinsel bir erkek penguen çiftinin taştan yumurtasını döllenmiş gerçek bir yumurta ile değiştirmiş, penguen çift yavruyu kendi yavrularıymış gibi yetiştirmiştir. Bu penguenler cinsel ilişkiye girmekte, birbirlerine şarkı söylemekte ve dişi penguenleri şiddetle reddetmektedir.[19]

Drosophila melanogaster sineğinde hayvan eşcinselliğinin genetik kökleri ile ilgili çalışmalar yapılmıştır.[20] Bu çalışmalarda hayvanlarda eşcinsel birlikteliğin ve eşcinsel ilişkiye girmenin iki genden kaynaklanıyor olabileceği sonucuna ulaşılmıştır.[21] Bu genlerin feromonlar vasıtasıyla ve beyin yapısını değiştirerek davranışları kontrol ettiği düşünülmektedir.[22][23] Bu çalışmada çevresel faktörlerin sinek eşcinselliğindeki rolü de araştırılmıştır.[24][25]

Georgetown Üniversitesi profesörlerinden Janet Mann'ın teorisine göre eşcinsel davranış biçimi -en azından yunuslarda- özellikle erkek bireyler arasındaki tür içi agresyonu azaltan evrimsel bir avantajdır.[26] Bazı hayvan türlerinde doğum öncesinde eşcinselliğin mevcut olduğu yönündeki bazı bulgular, eşcinsel hakları konusunda sosyal ve politik sonuçlar doğurmuştur.[27]

SONUÇ

Gördüğünüz gibi eşcinsellik insanların kendi seçimiyle yaptıkları birşey değildir. Nitekim hayvanlar arasında da eşcinsel eylemler görülmektedir. Genellikle çocuklar doğmadan bazı genetik ve nöroljik faktörlerden dolayı insanlar eşcinsel olabiliyor. Şimdi Müslümanlara soruyorum. Madem insanı Allah'ın yarattığına inanıyorsunuz o zaman insanların anne karnında eşcinsel olarak Allah tarafından yaratıldığına da inanmanız gerek. Zira yapılmış araştırmalarda eşcinselliğin bilinçli olarak seçildiğine dair hiç bir bulguya rastlanmadı bu güne kadar. Şimdi nasıl oluyor da Allah kendisi eşcinsel olarak yarattığını yine kendisi eşcinsel olduğunu gerekçe göstererek öldürüyor? Bir düşünün. Siz bir sınava giriyorsunuz hoca size kopya çeke bilirsin diyor ve sen kopya çekiyorsun. Sonra yine aynı hoca kopya çektiğini gerekçe göstererek seni sınavdan men ediyor. Bu ne kadar mantıklı? Evet bu verdiğim örnek ne kadar mantıksızsa Allah'ın eşcinsel olarak yarattığı birini eşcinsel olduğu için öldürmesi de o kadar mantıksız.