HABERLER
Dini Haber
hristiyanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hristiyanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KUDÜS SENDROMU

Yazan: Set


KUDÜS SENDROMU NEDİR?


Kudüs bilindiği üzere semavi dinler için son derece önemli bir şehirdir. Hatta öyle ki geçmişte bu şehiri yönetmek için çeşitli din mensupları birbirleri ile savaşmıştır. Günümüzde bile bizzat bir savaş olmasa da birçok kişinin ölümüne sebep olmuştur. Hem tarihi ve kültürel bir öneme sahip olması hem de dinler tarafından bir kutsiyet atfedilmesi Kudüs’ü oldukça mistik bir yer yapıyor. Şehre gerek dini gerekse başka amaçlarla giden turistler de bu atmosferden oldukça etkileniyor. Hatta bu etkilenme sonucunda yaşadıkları şeyler öyle etkilere yol açıyor ki sonuç olarak akıl hastası olabiliyorlar. Kudüs sendromu ise bu insanların şehrin etkileyici atmosferinden etkilenmeleri sonucu tetiklenen dini temalı çeşitli düşünceler veya sanrılar gibi psikozların sebep olduğu sendroma denmektedir.

Turistlerin kimi kendini kutsal kitaplardaki bir karakter olarak görüyor kimi ise kendini doğrudan İsa, Musa gibi insanlardan biri olarak görüyor ve genel olarak beyaz kıyafetler giyerek çevreye vaaz vermeye çalışıyor. İsrail kaynaklarına göre her yıl 2 milyona yakın turist alan şehirde bu durum turistlerin sadece %2’sinde görülüyor ,bunlardan  küçük bir kısmı ise klinik müdahalesi görüyor. İlk kez 1930’larda psikiyatrist Heinz Herman şuan kabul edildiği şekilde bir sendrom olarak tanımlandı. Fakat önceden psikolojik problemleri olan insanların yaşayabileceği bir çeşit nöbet olduğu da iddia ediliyor.

Sendrom üç çeşit görülmekte:
Bir grup insan orada aydınlandığını düşünerek diğer insanlara doğru yolu göstermek için vaaz vermeye başlıyorlar.
Bir grup insan ise inandıkları dini sınıfı kurtarmaya ömrünü adamaya karar veriyor.
Diğerleri ise kendini dini liderlerden biri sanıyor. Genel olarak bu gruptaki insanlar kendini Mesih, Musa ya da Vaftizci Yahya sanıyorlar. Fakat insanların bir çoğu herhangi bir tedavi görmeden bunu atlatabiliyor.

Hristiyanlık’ta Mesih olan İsa’nın dünyaya ikinci kez geleceğine dair bir inanç vardır. Bu İncil’de şöyle anlatılır :

İsa tapınaktan çıkıp giderken, öğrencileri, tapınağın binalarını O'na göstermek için yanına geldiler. 2 İsa onlara, “Bütün bunları görüyor musunuz?” dedi. “Size doğrusunu söyleyeyim, burada taş üstünde taş kalmayacak, hepsi yıkılacak!”
3 İsa, Zeytin Dağı'nda otururken öğrencileri yalnız olarak yanına geldiler. “Söyle bize” dediler, “Bu dediklerin ne zaman olacak, senin gelişini ve çağın bitimini gösteren belirti ne olacak?”
4 İsa onlara şu karşılığı verdi: “Sakın kimse sizi saptırmasın! 5 Birçokları, ‘Mesih benim’ diyerek benim adımla gelip birçok kişiyi aldatacaklar. 6 Savaş gürültüleri, savaş haberleri duyacaksınız. Sakın korkmayın! Bunların olması gerek, ama bu daha son demek değildir. 7 Ulus ulusa, devlet devlete savaş açacak; yer yer kıtlıklar, depremler olacak. (Matta 24:1-7)

Musevilik’te ise Hristiyanlığın aksine Mesih’in dünyaya ikinci kez değil ilk ve son defa geleceğine inanılır fakat yine Kudüs’e geleceğine ve barış ile adalet getireceğine inanılır.

İslamiyet’te ise bu iki dinin aksine Mesih’in Kudüs yerine Şam’dan geleceğine inanılır. Bu konuda şöyle bir hadis de vardır:
"İsa Dımaşk (Şam)’ın doğusunda bulunan beyaz minareye iner ve Lud kapısının yanında deccalı öldürür.” (Ebu Davud, Melahim,14; Tirmizi, Fiten, 59, 62, İbn Mace, Fiten, 33)

Peki şimdi birkaç soru sormak istiyorum. Her yıl onlarca insan Kudüs’te yaşadıklarından deli muamelesi ile akıl hastanesine kapatılabiliyor iken kendisine peygamber gibi sıfatlar söylenen, meleklerle ve tanrıyla konuştuğunu iddia eden onlarca insanı bunlardan ayıran nedir? Veya bundan 2000 yıl önce Kudüs’te vaazlar vererek Mesih olduğunu iddia eden İsa’nın Eski Ahit’i okuyarak bu sendroma yakalanmadığı ne malum?

Ya da şuan Mesih Kudüs’e gelse ve vaazlar vererek Mesihliğini ilan etse onu insanlar nasıl ayırt edecek ve her yıl bir sürü insana yaptıkları gibi akıl hastanesine kapatmayacaklar?

Peki neden insanlar sürekli olarak kendilerine bir kurtarıcı arıyorlar? “Aslında cevabı basit. ‘Şuan kötü durumdayız ama ileri de iyi olacağız. Hem de hiç çaba sarf etmeyeceğiz çünkü Mesih bizim için yapacak!’ şeklinde düşünmek insana umut aşılıyor. Her peygamberlik iddia edenin de ‘Benden sonra X kişisi gelecek.’ Şeklindeki söylemler de bu insanlara umut veriyor. Dinin de insanlara öğrettiği bh değil mi zaten? Neyse bu dünyada çok iyi yerde değiliz ama üzülmeye gerek yok. Ne de olsa ölünce cennet var :’)

DÜŞEN İLAHLAR | DÜŞEN MELEKLER

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, İslamiyet, Hristiyanlık, Musevilik, Dinlerde Melekler, Melekler, 4 büyük melek, Şeytan ve cinler, Şeytan cin mi?, Cehennemde cinler, Cinler ve insanlar, Eski ilahlar melekler, Melekler eski tanrılar mı?,

ÇOK TANRICILIKTAN TEK TANRICILIĞA MELEKLER


Çok tanrıcı dinlerin çoğunda büyük ve küçük tanrılar, iyi ve kötü tanrılar var. Genelde de bir yaratıcı baştanrı var ve diğerleri yardımcı tanrı gibi. Savaş tanrısı, Bereket tanrısı, Ölüm tanrısı, Kader tanrısı, Aşk tanrıçası, Deniz tanrısı, Sanat tanrıçası, Yağmur tanrısı bu ilahların başta gelenleri. Bu ilahların yaratıcı baştanrının emrinde yardımcı ilahlar olduğu ve tek tanrıcılığa geçişte toplumların bu ilahları meleklere dönüştürdüğü kuvvetle muhtemel. Meleklerin içinden aforoz edilenlerin ise şeytanlara ve cinlere dönüştüğü görülüyor.

Yazıtlar üzerinde yapılan çalışmalar,  çok tanrıcı dinlerin çoğunda bazı küçük tanrılara tapınmanın yanı sıra, aynı anda süper bir tanrıya da ibadetin yapıldığını ortaya çıkarmıştır. Bir baştanrının diğer bütün tanrıları kontrol ettiği veya dünyayı yaratmada ve gözetmede süper bir gücün olduğu inancı, tek tanrıcılığı oluşturmamaktadır. Fakat bu tür inançlara artan vurgu, tek tanrıcılığa, özellikle de diğer tanrıların varlığının ihracına yönelik bir eğilimi ortaya koymaktadır.

Bu kitabeleri yazan kişiler, gücü, diğer ilahi güçleri aşan ve tek başına yegane gücün sahibi olan en büyük bir tanrıya ibadet ediyorlardı ve onun Gök Tanrısı olduğuna inanılıyordu. Gök ona aitti. Daha küçük olan diğer tanrılar, onun elçileri ve vekilleriydi.

İslam öncesi Araplarda da baş tanrı inancını belirgin olarak görebiliriz. Bu inanç, Kur’an’da belirtildiği gibi İslam öncesi Arap şiirlerinde de net olarak görülür.

Kuran’daki ifadelere göre Allah’a bir baş Tanrı (En Büyük Tanrı) olarak inanan Mekkeliler, göklerin ve yerin onun tarafından yaratıldığını ve hatta bir anlamda onun mülkü olduğunu düşünüyorlardı. Ayrıca onu özellikle, ekinleri yeşertecek yağmuru yağdıran Tanrı olarak algılıyorlardı. Müminun 88. ayetinde müşrikler, bütün bunları, ‘Her şeyin melekûtunu elinde tutan, her şeyi koruyup kollayan fakat kendisi korunmaya muhtaç olmayan Tanrı’yı’ kabul eden kişiler olarak vasıflandırılmaktadır.

Şüphesiz ki bu düşünce, diğer alt tanrılardan aracılık etmeleri için istekte bulunma uygulamasının temelidir. Allah ilahlar kabilesinin en güçlü Seyyidi, diğer alt tanrılar ise dost oldukları kimselerin ricaları doğrultusunda o Seyyid katındaki etkinliklerini kullanmaya hazır diğer ileri gelenler gibi düşünülmekteydi.

Her ne kadar Kur’an’da “Lailaheillallah” yani Allah’tan başka ilah olmadığı çeşitli ayetlerde vurgulanmış olsa da, bu üst tanrı inancının izlerinin devam ettiği görülür.

“Allahuekber” ifadesindeki ekber’in anlamı daha büyüktür. İslam’da “en büyük olarak çevrilir. “Allah en büyüktür” ya da “Allah daha büyüktür” ifadesinde bir üst tanrı vurgusu belirgindir. Yine Saffat 125 ayetinde “Yaratıcıların en güzelini bırakıp Ba’le mi tapıyorsunuz?” ifadelerinden üst tanrı izleri açıkça görülmektedir.

Teixidor, The Pagan God adlı eserinde, meleklerden “Tanrının kutsal çocukları” diye bahseder (s. 14) ve Astarte’nin bir melek olarak düşünülebileceğini de ima eder (s. 38). Bu durumda Mekke’deki putperestlerin diğer tanrıları melek olarak görmelerinde şaşılacak bir şey olmamalıdır.

Baş tanrı Allah’ın dışındaki diğer tanrılar ve melekler  onlara tapanlar tarafından bir aracı yani şefaatçi olarak görülmekteydi. Kur’an’da da meleklerin şefaatçi olabileceğinden bahsedilir:

Necm 26: Göklerde nice melekler vardır ki Allah’ın dilediği ve razı olduğu kişiler hariç şefaatleri bir işe yaramaz.

Görülüyor ki putperestlerin melekleri şefaatçi görmesi Kur’an’da reddedilmemekte, sadece Allah’ın izin vereceği kimselere mahsus kılınmaktadır. Putperestlerin Lat, Uzza ve Menat gibi başmelekleri “Allah’ın kızları” olarak nitelediklerini biliyoruz. Yazının sonunda Tevrat’taki “Allah’ın oğulları” konusuna da değineceğiz.

İslam’da Melekler

İslam’da 4 büyük melek var.
Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil.

Mikail, Yahudiler için en önemli melektir. Baş melek olarak onu kabul ederler. Michael olarak geçer.

Fakat her nasılsa Kur’an’da “Mikail” olarak değil, “Mikal” olarak geçer.

Bakara 98: Men kâne aduvven lillâhi ve melâiketihî ve rusulihî ve cibrîle ve mîkâle fe innallâhe aduvvun lil kâfirîn.

Ama mealinde ve İslam’da Mikail olarak ifade edilir.

Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olan kimse inkar etmiş olur. Allah şüphesiz, inkar edenlerin düşmanıdır.

İslam’da Mikail’in görevi;
Rızk, bereket getirmek, ucuzluk, bolluk, kıtlık, pahalılık ve her maddeyi hareket ettirmek, bulut, yağmur, kar, dolu, rüzgar, fırtına ve benzeri tüm doğa olaylarını sağlamak olarak belirtilir.

Hak Taâlâ, atmosferde, yani hava denizinin içinde kardan ve doludan nice yüzbin dağlar yaratmıştır. Yerin bir tarafına kar, bir tarafına dolu gönderecek oldukta; bunlara vekil olan Mikail aleyhisselama emreder. O dahi vekili olan İsmail adlı meleğe emredip, murat eylediği yere, istediği kadar her tanesini bir melek koyar. Nitekim Hak Taâlâ: “Görmedin mi ki Allah, bulutları sürüklüyor; sonra bulutların arasını topluyor, sonra onu bir yığın haline getiriyor. İşte görüyorsun ki, yağmur bunların arasından çıkıyor. Allah, gökte dağlar halindeki birikintilerden dolu indiriyor da, dilediği kimseye bununla musibet veriyor, dilediğinden de onu bertaraf ediyor. Şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri alıverecek.” (24/43), buyurmuştur.

Hak Taâlâ, bulutları, içleri boş ve latif biçimde yaratmıştır. onları, Mikail aleyhisselamın yardımcıları havada toplayıp, yere yakın getirdikte; gökyüzünü örtüp, kesif bir bulut olurlar. Hak Taâlâ, bulutların sevki için Ra’d adlı bir küçük melek yaratıp, onu, Mikail aleyhisselama tâbi kılmıştır. Onun demirden bir kırbacı vardır ki, kamçıyla bulutları develer gibi sevk eder. Vuruşunun şiddetiyle kırbacından ateş çıkar ki, ona şimşek derler. Eğer o ateşin kıvılcımı yere düşerse, ona yıldırım derler. O korkutucu gök gürültüsü, küçücük bir melek olan Ra’d’ın sadasıdır ki, Hak’kı hamd ile tesbih eder. O, bulutları yerlerine sevkedip gider. Nitekim Hak Taâlâ Kelam-ı Kadim’inde: “Gök gürültüsü, Allah’ı hamd ile tesbih eder; melekler de Allah’dan korkarak tesbih ederler,” (13/13), buyurmuştur. (Marifetname’den)

Yağmurları Allah’ın izniyle yağdıran Mikail ise;
Bu yağmur bombaları, nasıl Allah’ın izni alınmadan ve Mikail’i saf dışı bırakıp yağmur yağdırabiliyor? İlginç.

Şeytan’ın Cinlerden Olması ve Düşen Melekler

İsra 61: Hani, meleklere: “Âdem’e secde edin!” demiştik; onlar da secde etmişlerdi. Ama İblis secde etmemiş, şöyle demişti: “Çamur olarak yarattığın kişiye secde mi ederim?”

Kehf 50: Hani, biz meleklere “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi (cinlerden oldu).

Bu ayetlerde tereddüte düşüren; Allah’ın meleklere emir verdiği halde İblis’in cinlerden olduğunun belirtmesi.
Emir meleklere ve cinlere verilmiş olsa çelişki olmayacak. İblis cin ise meleklerin içinde ne işi var?

Ayette “cinlerdendi” şeklinde çevrilen “kâne mine-l cinni” ifadesinin tam karşılığı “cinlerden oldu“dur. Örneğin Sad suresi 74. ayette “İblis hariç ki, o kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” şeklinde geçer. “Kafirlerden oldu” ifadesi de “kâne mine-l kâfirîn(e)” den çevrilmiştir.

Bu karışıklığın sebebi, “Düşen Melekler” konusunun anlaşılamamış olmasındandır.
İslamdan önce Hristiyanlık ve Musevilikte meleklerin bir kısmının meleklikten cine düşürüldüğüne inanılır.

“Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lanetliler, çekilin önümden! İblis’le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin!” (Matta 25:41)

“Tanrı günah işleyen melekleri esirgemedi; onları cehenneme atıp karanlıkta zincire vurdu. Yargılanıncaya dek orada tutulacaklar.” (2. Petrus 2:4).

Hristiyanlara göre meleklerin 1/3’ü bu şekilde cine dönüştürülmüştür. Bunlar genelde asi meleklerdir ya da şeytanın tarafını tutanlardır. Şeytan da Tanrıya isyan ettiği ve Tanrının yerine geçmek istediği için meleklikten düşürülmüş ve cin yapılmıştır. Kovulmadan önceki adı, “Işık Taşıyıcı” anlamında “Lucifer“dir. Üstelik Lucifer’in düşmeden önce başmelek olduğuna inanılır.

"Büyük ejderha -İblis ya da Şeytan denen, bütün dünyayı saptıran o eski yılan- melekleriyle birlikte yeryüzüne atıldı.” (Vahiy 12:9).

Bu farklılıkları da Kutsal kitaplar arasındaki çelişkiler arasına katabiliriz.
İslam, cinlerin ateşten, meleklerin nurdan yaratıldığı inancıyla Hristiyan ve Musevilerden farklı bir inanç ortaya koymuştur. Dolayısıyla “meleklerin düşüşü”nü de reddeder. Sonuçta da şeytan konusu muğlak kalır.

Cinler dumansız ateşten yaratılmışlar.
Kur’an’a göre cinlerin de cehennemlik olanları var.
Bu noktada birçok insanın kafası karışıyor “Ateş yanar mı?” diye.
Bu bildiğimiz ateş olsaydı, herhangi bir cin insana yaklaşınca yakabilirdi.
Nasıl ki insan bedeni toprak değilse, cin bedeni de ateş değil.

Yine Kur’an’a göre bunların müslüman olanları da var, gayrimüslimleri de.
Bir kısmı da satanist tabi. İnsanlar gibi onların da çoğu cehennemlik.
Cennetlik olanları yine farklı boyutta mı yer alacaklar cennette? *bilinmiyor.
Onların da peygamberleri var. Kur’an okuyanları, dinleyenleri var.
İnsan bedenine girdikleri gibi, tüm hayvanların bedenine girebiliyorlar.
Çıkartılmaları da cin uzmanlarına, medyumluk yetisi olanlara kalıyor tabi.
Peygamberler ise bu konuda en uzman olanları.
Tevrat cinciliği yasaklamış olduğu ve cincilik yapanları ölümle cezalandırdığı halde, İslam’da ve Hristiyanlıkta cincilik yaygındır. Bunun nedeni de bizzat peygamberlerinin cin kovma rivayetleridir. Hele İsa tam bir cincidir. İncillerdeki mucizelerinin bir kısmı cin çıkartma ile ilgilidir.

Hristiyanlık ve Musevilikte Melekler

Hristiyanlıkta melekler keruv, seraf ve başmelek olarak sınıflandırılır.

Yahuda 9’da Mikail’in baş melek olduğu yazılıdır. Ancak bütün meleklerin başı mı olduğu yoksa başka baş melekler de mi olduğu belirtilmemiştir.

Yahuda 9: Oysa Başmelek Mikail bile Musa`nın cesedi konusunda İblis`le çekişip tartışırken, söverek onu yargılamaya kalkışmadı. Ancak, “Seni Rab azarlasın” dedi.

Musevilikte meleğin İbranicesi mal’akh’dır. Büyük melekler Michael, Gabriel, Rafael, Uriel  ve ölüm meleği Malah Hamavet’dir. Tevratta Mikail’den baş önder olarak söz edilirken, Cebrail herhangi bir sıfatla anılmaz. Sadece isminin geçmesinden dolayı büyük meleklerden sayıldığını anlamaktayız. İslam’da ise Cebrail öne geçirilmiş, başmelek haline gelmiştir. Kur’an’da sadece Cebrail için “Ruh” olarak bahsedilir. “Ruh ve melekler” yani “Cebrail ve melekler” denilerek Cebrail diğer meleklere göre ayrı bir mertebede tutulur.

1- Michael: Anlamı: Kim Tanrı gibidir?
2- Gabriel: Anlamı: Tanrı adamı.
3- Uriel: Anlamı: Tanrı ışığımdır.
4- Rafael: Anlamı: Tanrı iyileştirdi.

Burada adı edilen melekler , hemen hemen hiç değiştirilmeden İslamiyet’e aktarılmıştır. Yalnız önemleri değişmiş , Mihail’in yerine Gabriel (Cebrail) gelmiştir. Meleklerin , eski dönemlerde Tanrı sayıldıkları adlarından anlaşılmaktadır. Çünkü adlarının sonundaki “el” Tanrı demektir. Cebrail , Cebr Tanrı anlamına gelir.

Melekler, Ortadoğu kökenli dinlerin tümünde vardır ve ilahi varlıklardır. İnsanlar gibi yiyip-içmediklerine, uyumadıklarına, cinsellikleri olmadığına inanılır. Sadece dünyaya gelip insanlarla iletişim kurarken insan kılığında geldikleri, insanlar gibi yiyip içtikleri belirtilir.

Meleklere inanış Mecusilikte de etkilidir. Bu dinde İslamiyet’teki Cebrail’in görevine benzeyen bir görev yapan Vohu Manah vardır. Bunun daha eskilerdeki adı Ameşe Spantes idi.

Sabiilerde ise Cebrail biçiminde anlatılan melek zaman zaman yaratıcı durumunda da ortaya çıkar.

Şimdi Tevrat’ın Yaratılış 6. Bölümünün ilk ayetlerine bakalım:

Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu.
İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.
İngilizcesinde “ilahi varlıklar” “sons of god” olarak geçmekte. Yani “Tanrının oğulları”. İlahi varlıklar olarak çevrilmesi için “Divine Entities” olması gerekirdi.
Yorum sizin!

İSEVİLİĞİN RESMEN KABULÜ VE İNCİLLER

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, hristiyanlık, İsa ve Horus, İsevilik, Horusun hikayesi ve İsa, Petrus, Çalıntı Hz İsa hikayesi, Hz İsa, Dört İncil, Havariler, Eski Konya'da tapınma, Kendisine ve öğütlerine karşı çıkanlar çoğalıp, baskı görmeye başlayan İsa, başına gelecek tehlikeleri sezinlemiştir. Kendisine yakın bulduğu 12 kişiyi yanına alarak onlara dersler verir. İnsanlara öğüt verme görevini havari- yol arkadaşları denilen bu 12 kişiye yükler.

Musevilerin kutsal bayramı için Kudüs’e gittiler, orada iyi karşılanmalarına karşın bazı kışkırtmalar sonucu; yanlarında bulunan 12 kişiden birisi olan İskaryot’un ihanetine uğradılar. Kudüs dönüşü yol arkadaşlarıyla son akşam yemeğini yiyen İsa; ölmesi gerektiğini, bunun kaçınılmaz olduğunu, kendisinin ölümünden sonra öğütlerinin her yere duyurulmasını istedi ve bu görevi de yanında bulunan yol arkadaşlarına verdi. Sonra oradan uzaklaşıp önce Zeytin dağına sonra da bahçelik bir yere gittiler. Yol arkadaşlarından İskaryot’un hainliği sonucunda, İsa yakalanıp mahkemeye çıkarıldı. Dine karşı gelmek suçlamasıyla ölüm cezasına çarptırıldı. İsa, tanrı tarafından göğe çekilince; hain İskaryot, İsa’nın kılığında göründü ve başına dikenlerle dolu bir taç geçirilerek çarmıha gerildi.

İskaryot’un çarmıha gerilmesiyle 11 kişi kalan ekibe bir kişi daha eklenerek havari sayısı on ikiye tamamlanır. Bu gelişmelerden sonra, İsa’nın görevini Petrus üstlendi. Petrus; Simon, Simun, Peter, Kifas gibi isimlerle de bilinen, Filistinli bir balıkçıdır.

Petrus’un görev vermesiyle, İsa’nın öğrencileri din yaymak için Şam dolaylarına doğru yola çıktılar. Musevi bir din adamı olan Saul (Paul- Pavlus) onları yolda yakalayıp öldürmek isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Bu olay İncil’de şöyle anlatılır.

“Saul ise Rab’bin öğrencilerine karşı hâlâ tehdit ve ölüm soluyordu. Baş kâhine gitti, Şam’daki havralara verilmek üzere mektuplar yazmasını istedi. Orada İsa’nın yolunda yürüyen kadın erkek, kimi bulsa tutuklayıp Yeruşalim’e getirmek niyetindeydi.  Yol alıp Şam’a yaklaştığı sırada, birdenbire gökten gelen bir ışık çevresini aydınlattı.  Yere yıkılan Saul, bir sesin kendisine, “Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?” dediğini işitti. Saul, “Ey Efendim, sen kimsin?” dedi. “Ben senin zulmettiğin İsa’yım” diye yanıt geldi.  “Haydi, kalk ve kente gir, ne yapman gerektiği sana bildirilecek.”  Saul’la birlikte yolculuk eden adamların dilleri tutuldu, oldukları yerde kalakaldılar. Sesi duydularsa da, kimseyi göremediler. Saul yerden kalktı, ama gözlerini açtığında hiçbir şey göremiyordu. Sonra kendisini elinden tutup Şam’a götürdüler.  Üç gün boyunca gözleri görmeyen Saul hiçbir şey yiyip içmedi. Şam’da Hananya adında bir İsa öğrencisi vardı. Bir görümde Rab ona, “Hananya!” diye seslendi. “Buradayım, ya Rab” dedi Hananya. Rab ona, “Kalk” dedi, “Doğru Sokak denilen sokağa git ve Yahuda’nın evinde Saul adında Tarsuslu birini sor. Şu anda orada dua ediyor.  Görümünde yanına Hananya adlı birinin geldiğini ve gözlerini açmak için ellerini kendisinin üzerine koyduğunu görmüştür.” Hananya şöyle karşılık verdi: “Ya Rab, birçoklarının bu adam hakkında neler anlattıklarını duydum. Yeruşalim’de senin kutsallarına nice kötülük yapmış!  Burada da senin adını anan herkesi tutuklamak için baş kâhinlerden yetki almıştır.”  Rab ona, “Git!” dedi. “Bu adam, benim adımı öteki uluslara, krallara ve İsrail Oğulları’na duyurmak üzere seçilmiş bir aracımdır.  Benim adım uğruna ne kadar sıkıntı çekmesi gerekeceğini ona göstereceğim.” Bunun üzerine Hananya gitti, eve girdi ve ellerini Saul’un üzerine koydu. “Saul kardeş” dedi, “Sen buraya gelirken yolda sana görünen Rab, yani İsa, gözlerin açılsın ve kutsal ruhla dolasın diye beni yolladı.” O anda Saul’un gözlerinden balık pulunu andıran şeyler düştü. Saul yeniden görmeye başladı. Kalkıp vaftiz oldu. Saul, Şam’da ve Yeruşalim’de yemek yiyip kuvvet buldu.  Sonra Saul birkaç gün Şam’daki öğrencilerin yanında kaldı. Havralarda İsa’nın tanrının Oğlu olduğunu hemen duyurmaya başladı. Onu duyanların hepsi şaşkına döndü. “Yeruşalim’de bu adı ananları kırıp geçiren adam bu değil mi? Buraya da, öylelerini tutuklayıp baş kâhinlere götürmek amacıyla gelmedi mi?” diyorlardı. Saul ise günden güne güçleniyordu. İsa’nın Mesih olduğuna dair kanıtlar göstererek Şam’da yaşayan Yahudiler’i şaşkına çeviriyordu. Aradan günler geçti. Yahudiler Saul’u öldürmek için bir düzen kurdular. Ne var ki, kurdukları düzenle ilgili haber Saul’a ulaştı. Yahudiler onu öldürmek için gece gündüz kentin kapılarını gözlüyorlardı.  Ama Saul’un öğrencileri geceleyin kendisini aldılar, kentin surlarından sarkıttıkları bir küfe içinde aşağı indirdiler.  Saul Yeruşalim’e varınca oradaki öğrencilere katılmaya çalıştı. Ama hepsi ondan korkuyor, İsa’nın öğrencisi olduğuna inanamıyorlardı. O zaman Barnaba (Barnabas) onu alıp elçilere götürdü. Onlara, Saul’un Şam yolunda Rab’bi nasıl gördüğünü, Rab’bin de onunla konuştuğunu, Şam’da ise onun İsa adını nasıl korkusuzca duyurduğunu anlattı.  Böylelikle Saul, Yeruşalim’de girip çıktıkları her yerde öğrencilerle birlikte bulunarak Rabbin adını korkusuzca duyurmaya başladı. Dili Grekçe olan Yahudiler’le konuşup tartışıyordu. Ama onlar onu öldürmeyi tasarlıyorlardı. Kardeşler bunu öğrenince onu Sezariye’ye götürüp oradan Tarsus’a yolladılar.  Bütün Yahudiye, Celile ve Samiriye’deki inanlılar topluluğu esenliğe kavuştu. Gelişen ve Rab korkusu içinde yaşayan topluluk kutsal ruhun yardımıyla sayıca büyüyordu.”


İsa tarafından havarilerin başı olarak seçilen Petrus dolaştığı yerlerde birtakım olağanüstü haller gösterdi; hastaları iyileştirdi, ölü bir kadını diriltti. Bütün bunlar olurken; Saul (Pavlus), Barnabas ve Yuhanna uzun bir din yolculuğuna çıktılar.

Silifke ve Kıbrıs’ı baştanbaşa dolaşarak öğütler verdiler. Kıbrıs’ta yalancı bir peygambere tanrı tarafından ilahi bir ceza verilince, oranın valisi iman etti ve halkın çoğunluğu da ona uydu. Saul’un adı Pavlus olarak değiştirildi. Psidya sınırındaki Perge’ye gittiler. Yuhanna Yeruşalim’e geri döndü, öteki ikisi yola devam ederek Antakya’ya geldiler. Antakya havralarında öğütler vererek, din yayıcılığı yaparlarken halkın çoğunluğunu inandırdılar. Ancak içlerinde ikircikli olanlar da çoktu. Çok geçmeden şehir meydanına toplanan inanmışların kalabalığını gören ikircikliler ve öğütlere inanmamış olanlar, Pavlus ile Barnabas’ı taşa tutup kovaladılar. Bu iki din yayıcı Konya’ya yöneldiler.

Konya halkının yarısı Yahudi-Musevi- yarısı Hellen- Grek’ti. Grekler Hellenistik tanrılara tapınmaktaydılar.  Konya’daki havrada konuşan Pavlus ve Barnabas epeyce ilgi görmelerine karşın halkın çoğunluğunu inandıramamışlardı. Bir süre Konya’da kalıp din yayıcılığını sürdürürlerken; Pavlus ile Yahudi bir kızın birbirlerine yakınlaşmaları, dedikodu olarak halk arasında yayılmaya başladı. Bunu fırsat bilenler, şehirde ahlakın bozulacağını öne sürüp pavlus ile Barnabas’ı taşlayarak kovaladılar. Güneye doğru yola çıkıp, Konya’ya çok yakın olan Lystra- Listra (Hatunsaray- Güneydere köyü arasındadır) kentine gelip öğüt ve vaazlarını sürdürdüler. Şimdi burası İsevilerin hac yerlerinden biridir, İncil’de adı geçmesine karşın pek tanınmıyor. Burada doğuştan inmeli bir adamı iyi edip ayağa kaldırdıklarında, halk “biz tanrımızı bulduk” diyerek sevindi, kurbanlar getirildi. Ancak Pavlus ile Barnabas; tanrı değil, elçi olduklarını ve din yaymak için geldiklerini, tek tanrıya inanmalarını söylediler. Halktan büyük ilgi gördükleri için bir süre orada kaldılar ve kendilerine inanmış olanlara özel öğütler, din hakkında bilgiler verdiler. Bu olaylar duyulup yayılmaya başlayınca Konya ve Antakya Yahudileri tarafından bir baskın düzenlendi. Pavlus ile Barnabas dövülüp, taşlanıp öldü sanılarak şehir dışına çıkarıldı. Bu kez şimdiki Karaman yakınlarındaki Derbe şehrine gittiler. Orada pek ilgi göremeyince, geldikleri yoldan Antakya’ya döndüler. Ondan sonra Pavlus ile Barnabas arasında sünnet yüzünden bir tartışma çıkınca yolları ayrıldı.

Barnabas Markos ile Kıbrıs’a, Pavlus ile Timoteyüs Anadolu’ya gittiler. Lysralı Themoti ve Kıbrıslı Barnabas ilk İncilleri yazdılar.

Pavlus Roma’ya gitti bir süre hapsedildikten sonra serbest bırakıldı. Ancak İmparator Deli Neron Roma’yı yakınca suçu Pavlus ve ona inanmışların üstüne attılar. Pavlus yargılandıktan sonra Roma’da idam edildi. Pavlus’un nasıl ve nerede öldüğü hakkında kuşkular bulunsa da genel olarak böyle kabul edilmektedir. Barnabas’ın da Kıbrıs’ta idam edildiği genel kabuldür.

İnciller çoğalmaya başladı, sayısı beş bini bulan İncillerin hiç biri birbirini tutmuyordu. 325 yılında İznik toplantısında İsa’nın tanrı olup olmadığı tartışıldı. 381’de İstanbul toplantısında yalnızca dört İncil’in doğruluğu kabul edilerek, Zebur’la Tevrat da da İncil’lerin içine katılıp dört İncil resmiyet kazanmış oldu. Öteki İnciller yasaklanıp yok edildi. İlk İncilerden olan Barnabas ve Themoti İncilleri hiçbir zaman kabul görmediler. Bu gün inanılan İsevilik; Roma yönetiminin dayatmasıyla oluşturulup, inanılan “icat bir dindir”. Roma yönetimi bu yeni- icat dinin ilke ve sınırlarını işine geldiği gibi uyarlamış, paganlığın bir mezhebi kabul ederek yeni bir din icat etmiştir.

Bu günkü dört İncil’i yazanlar arasında İsa’yı hiç görmemiş olanlar, havarilerden olmayanlar var. İncil’de çok yer verilen Pavlus da havari değildi ve İsa’nın yüzünü hiç görmemişti. Pavlus kendisini ön plana çıkarabilmiş eski bir Musevi olduğu için İncil’de anlatılanlar da hem abartma, hem yanıltma, hem şaşırtmalar bulunmaktadır. Üstelik Pavlus, yalnızca inanç yüzünden çok Yahudi’yi öldürmüş; eli kanlı birisidir. Dahası; resmi olan dört İncil bile birbiriyle çelişkilidir. Daha öncede vurguladığımız gibi; Barnabas ve Themoti İncilleri dışındaki İncillerin en eskisi; İsa’nın ölümünden çok sonraları insanlar tarafından yazılmıştır. İsa yaşadığı süre içinde tanrısal esin almamış, kendisine İncil indirilmemiştir. Sağken hiçbir şeyi yazıya da geçirmemiş, inanırlarından böyle bir istekte de bulunmamıştır. İsevilerin çoğunluğu da bunu kabul edip; İsa’nın kendisinin tanrı ruhu olduğuna göre, kitaba gerek olmadığına inanırlar. İsa yeni bir din yaymak için çalışmamış, eski din Museviliği sağlamlaştırmak için yeni yorumlar getirmiştir.

Bir süre Roma’da yasaklanan İsa’nın inançları, paganlığın bir mezhebi olarak resmen kabul edilmişti. Sözün kısası; İsa yeni bir din ve kutsal kitap getirmemiştir.

Dört İncil ve Yazarları
Markos: İncil’in en kısa bölümüdür. Petrus’un vaaz- öğütleriyle, İsa’nın öğretilerini içerir. Markos İsa’yı hiç görmedi, Petrus’un öğrencisiydi.

Matta: Bu İncil’in yazarı 12 Havariden birisi, Levi olarak da bilinen bir vergi memurudur. Musevi olmasından dolayı, yazdığı İncil’in içine eski ahit Tevrat’tan aldığı esinlemeleri katmıştır.

Luka: Yabancı uyruklu doktor ve tarihçi olduğu söylenen, Musevi olmayan ilk ve tek kişi Luka’dır. Pavlus’n öğrencisi olup İsa’yı hiç görmemiştir. İncilin devamı sayılan elçilerin işleri bölümünü yazmıştır.

Yuhanna: Yazı dili Grekçe olan bu İncil’in yazarı Filistinli bir Musevidir. 12 havariden birisi olup, eceliyle ölen tek havaridir. Yazdığı İncil’de olağanüstü olaylardan söz eder.

Horus- İsa
Pagan inancı ile dinler ve mitoloji ilişkilerini anlatan bilgi sunar yazılarından küçük bir bölüm:

“Öncelikle sizlere bir soru sormak istiyorum. Aşağıda tarifini vereceğim kişiyi tahmin edebilir misiniz? -Bakireden doğdu.-Doğum günü 25 Aralıkta kutlanıyor. -Doğumu yıldız ile müjdelendi. -Mısıra kaçtı. -30 yaşında vaftiz edildi. -12 havarisi var. -Suda yürüdü. -Bir ölüyü diriltti. -Tanrının oğlu olarak anıldı. -Çarmıha gerildi ve tekrar dirildi.

Evet, Horus'tan bahsediyorum! Siz ne sanmıştınız ki? Ah, tabii ya! Bir de İsa var öyle değil mi? Aynı özelliklere sahip olan, yaşadığına dair hiç bir kanıt bulunamayan İsa... Aslında bundan başka kanıt göstermeye gerek olduğunu bile düşünmüyorum. Hıristiyanlık ortaya çıkmadan 3000 yıl önce bahsedilen Horus'un hikâyesinin çalınıp, muhtemelen hiç yaşamamış birisine uyarlandığı açıkça görülüyor.”

İLK İNCİL'İN BASILIŞI

Yazan: A.Kara
A, hristiyanlık, Gutenberg, Gutenberg İncili, Biblia Sacra, İlk İncil Baskısı, tarih, İlk basılı İncil, İnciller nasıl çoğaltıldı?, Alman mucit Gutenberg, Hristiyanlığın yayılışı,
23 ŞUBAT 1455 YILINDA GUTENBERG İLK İNCİL BASKISI

23 Şubat 1455'te Avrupa'nın ilk seri üretilen kitabı olan Gutenberg İncil'i Almanya Mainz'deki hareketli tipteki bir baskı makinesi ile basılmıştır. Basıln bu kitap Latin dilinde bir İncil idi.

Hristiyanlık tarihinin en önemli olaylarından biriydi (keşke diğer din kitapları gibi İncil'de hiç dünyaya yayılmasaydı ya neyse). 1455'ten önce kitaplar çoğunlukla çok varlıklı ve yüksek mevkili insanlar içindi yani fakir yada sıradan halkın kitap sahibi olabilmesi çok zordu. Kitaplar kesinlikle ucuz falan da değildi.

Kitap kopyalamak uzun ve sıkıcı bir işti. Uzun bir süre boyunca İncil elle kopyalanmıştı. Yazması neredeyse tek bir keşişin 20 yılını alıyordu.

Johann Gutenberg’in mükemmel matbaa buluşu kitapların ve içerdikleri bilgilerin popülerleşmesine yardımcı oldu.


Buluşu tek bir çalışmanın birçok doğru kopyasını üretmeyi mümkün kılarak bilginin yayılımı konusunda devrim yarattı. Böylece basılı kitaplar daha geniş bir nüfusa daha kolay ulaşabilir hale geldi.

Gutenberg zengin bir adam değildi ama kitapları yaymak istedi. Bu yüzden 1448'de borç para alaral hareketli tip baskı yapabilen matbaasını icat edip inşa ettirdi.

Baskı sisteminden çok az para kazanıyordu ama 1455'te her biri 300 florin değerinde iki İncil (Biblia Sacra) kopyası satarak matbaanın gücünü gösterdi.

Bu para ortalama bir tezgahtar için yaklaşık üç yıllık maaşın karşılığıydı ancak el yazısı bir İncil'den çok daha ucuzdu.

İncil'in kaç kopyasının basıldığı bilinmemektedir ve tahminler yaklaşık olarak 150 ila 180 arasındadır. Bugün çeşitli eyaletlerde kayıt altına alınan 48 kopyası bulunmaktadır.

Parşömen kopyalarının tamamı Paris Bibliotheque Nationale Kütüphanesi, Londra İngiliz Kütüphanesi, Washington, D.C Kongre Kütüphanesi ve Almanya’daki Göttingen Eyalet ve Üniversite Kütüphanesinde bulunabilir.

Kaynak: Gutenberg-Bible.com

İBRAHİMİ DİNLERDE KOYUN, KUZU VE KEÇİ

A, Agnus Dei, din, Dini semboller, Dinlerde kuzu, hristiyanlık, İbrahimi dinlerde koyun ve kuzu, islamiyet, Kurban ayini, Kurban vermek, mitoloji, Mitolojide kuzu, Tanrının Kuzusu, yahudilik,
DİN VE MİTOLOJİLERDE ORTAK BİR SEMBOL :
KOYUN | KUZU | KEÇİ


Elbette mitoloji ve din arasındaki fark kişinin kendi bakış açısına ve inançlarına bağlıdır. Bu özel makale sadece geçmiş ile ilgilidir dinler veya onların pratikeri ile ilgili herhangi bir kişisel yorum içermez.

Koyunların mitolojideki önemine ve hem modern hem de eski dinlerdeki durumuna göz atacağız. Din ve mitoloji örneklerini temel bir kronolojik sıraya dahil etmeye çalıştım ancak birçok mitin kökenleri ve başlangıçları bilinmediğinden kesin bir liste hazırlamak mümkün değildi.

Koyunların din ve mitolojideki rolüne ilişkin birkaç iyi bilinen ve bir iki az bilinen örnek seçtim.

Eski uygarlıklar çok tanrılıydı (birçok tanrıya inanıyordu). Bu eski insanların birçoğu tanrı olarak hayvanlara da tapıyorlardı ve hayvanları tanrılarını sembolik olarak temsil etmekte kullanıyorlardı. Ayrıca bu tanrıların bir hayvan biçimini alabilmek için şekil değiştirebildiğine inanıyorlardı.

M.Ö. 4000-2000 aralığında antik dünyadaki ilk yazma biçimini (çiviyazısı) geliştirdiği düşünülen  Sümerlerin tanrı ve tanrıçaları sürüleri temsil ederek koyunu ölümsüzleştiriyor ve yaşam alanlarını koruyordu. En belirgin ve güçlü olanı Dumuzi'nin annesi, koyunların ve çobanların efendisi olan koyun tanrıçası "Duttur" du. Ayrıca Gestinanna da rüyaların yorumlanmasıyla ilişkili oraküler bir tanrıça olmasına rağmen o da koyunlar ve çobanlarla ilişkiliydi. Sümerlerin çok sayıda koyun sürüsü vardı ve koyunlar tüm nüfus için önemliydi çünkü et ve giyim kaynağıydılar. Bu da birçok antik kültürde olduğu gibi koyunu ekonominin de en önemli parçasından biri yapıyordu.

Aynı şekilde Mısırlılar da koyunlara değer verdiler. Süt, et ve giyim ihtiyaçları ve toprağı gübreleyecek gübre sağlamak konusunda koyunlara bağımlıydılar. En eski zamanlardan itibaren Mısırlılar hayvanlara tapıyorlardı ve çeşitli dönemlerde bazı hayvanları kutsal ilan ettiler, bu hayvanlar ile de tanrılarını ve tanrıçalarını temsil ettiler. Koyunlar da dahil olmak üzere bezle sarılmış hayvan kalıntılarını içeren birçok eski Mısır mezarı bulunmuştur.

Mısır'ın dini bağlamda koyunlarla olan ilişkisine ek olarak Tanrı Khnum bir koçun kafasına sahipti. Mısır medeniyetinin başlangıcından itibaren aslında Nil'in kaynağının tanrısı olan ve diğer tüm yüzlerce tanrı ve tanrıçayı yarattığına inanılan Khnum'a ibadet ediliyordu. Kendisine yaratıldığına inanılan tanrıların en önemlisi olarak saygı gösteriliyordu çünkü inanışa göre yaratılışı bütünüyle ortaya çıkaran ilk yumurtayı yapan oydu.

Eski Mısır'da ilkel sularda doğduğu söylenen bir yaratıcı ve doğurganlık tanrısı olan Heryshaf da koç ya da koç başı olan bir adam figürü ile temsil edilmiştir. Mısır mitolojisinde Ra ve Osiris, Yunan mitolojisinde ise Herakles olarak tanımlanmıştır.

Ayrıca ülkemizdeki Çatal Höyük’te yer alan antik Neolitik tapınaklarda bulunan koç kafaları onların bir miktar dini öneme sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Yunanlılar, Romalılar ve diğer kültürler tanrıları yatıştırmak, onların gönüllerini yapmak için hayvanların kurban edilmesinde bir sakınca görmemiş ve birçok hayvanı kurban etmişlerdir. Koyun içeren hayvan kurbanları şükretme, iyi şeyler isteme gibi durumları içeriyordu ve kehanetler için hayvan iç organlarının kullanılması yaygın bir eylemdi. Bu gelecekten haber almanın bir yolu olarak görülüyordu. Bu nedenle koyun karaciğerinin en sık kullanılan organ olduğu görülmektedir. Eski kültürlerde hayvan kurban etmek dini pratiğin ayrılmaz bir parçasıydı ve bazı durumlarda insan kurban etmenin yerine geçiyordu. Mitolojiye göre Yunan kültüründe tanrılar insan kurban edilmesinden zevk alıyorlardı ancak görünüşe göre sembolik olarak birkaç damla kan damlatılması da kurban yerine geçebiliyordu.

Bu sembolizm İbrahim'e Tanrı'nın sadık ve itaatkar bir hizmetkar olduğunu kanıtlaması için Tanrının ondan tek oğlu İshak'ı öldürmesini istemesi ile İncil'de kendini gösterir. İslam geleneğinde İshak yerine İsmail kurban edilmek üzere seçilen oğuldur ancak bu Kur'an'da açıkça belirtilmez. Bu olay sonrası İbrahim'in inancı kanıtlandı ve olay gerçekleşmeden önce bir koç belirerek İshak'ın (İsmail) yerini aldı.

Koyunlarını korumaları için antik Yunan halkı da tanrılar üretti. Libya'daki Yunan Kirene kolonisinde tanrı Aristaios çoban ve arıcıların tanrısı olarak kabul edildi. Ona çobanlar tarafından ibadet edildi çünkü hem erkeklerin hem de sürülerinin koruyucusu olduğuna, onları kurtlar, hava durumu ve avcılar gibi kötü niyetli kuvvetlerden korumak için gözettiğine inanılıyordu.

Herakles ve Odysseus ile kıyaslanabilecek birçok Yunan mitolojisi kahramanlarından biri de altın koyun postunu arayan Yason'dur.

Hikaye Yason'un Selanik'teki Iolcus tahtının başına geçmek için ihtiyacı olan kanatlı koç Chrysomallos'un kanatları için gerekli olan efsanevi altın postu arayışını anlatıyor. Farklı varyasyonları da bulunan çok eski bir hikayedir bu.

Koyun tek tanrılı İbrani dinlerinde önemli bir rol oynar. İbrahimi dinler tek bir tanrıyı yani İbrahim'in Tanrısı olduğuna inanan ve aşağıdakileri içeren tüm dinleri içerir: Yahudilik, İslamiyet ve Hristiyanlık.
Koyunlar, kuzular ve çobanlar bu dinlerde belki de diğer dinlerden çok daha sembolik şekillerde yer alırlar. İbrahim, İshak, Yakup, Musa ve Kral Davut gibi bir çoğu çobandı. Koyun ve çoban kavramı İncil'de 247 kez dile getirilir. Eski zamanlardaki İbrahimi geleneklerinde kuzu bir varlığın değerinin yüksek olduğunu gösterirken koyun ise serveti temsil ediyordu. Bu nedenle kuzu kurban etmek yerleşmek, inanç ve itaat göstermek ya da Tanrı'nın daha değerli bir iyiliğini elde etmek için uygulanıyordu.

Daha önce de belirtildiği gibi İbrahim'in oğlu İshak yerine bir koç öldürüldü. Bu geleneğe göre inancının bir testi olarak Tanrı, İbrahim'in oğlunu feda etmesini istemişti ancak bunu yapmadan önce bir melek araya girerek bir koç getirmişti ve İshak yerine koç feda edilmişti.

Hz. Muhammed'in 570-632 yıllarında kurduğu İslam geleneğinde kurban bayramı sırasında bir koyun kurban edilir. Böylece İbrahim'in Allah için oğlu İsmail'i feda etmekten geri kalmadığı ve İblis'in İbrahimi oğlunu feda etmeye daha istekli hale getirdiği anılır. Allah'a olan bağlılığı anmak için bir kurban bayramında bir koyun öldürülürdü.
İnanışa göre İbrahim fedakarlık yaparak oğlunu kurban etmek üzereyken Allah müdahale etti ve bunun yerine Allah ona kurban etmesi için bir kuzu gönderdi. Bu olay daha sonra Kurban Bayramı olarak Müslümanlar tarafından kutlanmaya başlandı.

Yahudilikte ise Tevratın emirlerine uygun olarak Fısıh'da paskalya kuzusu olarak da bilinen kuzu kurban edilir. Fısıh'da verilen kurban ile tanrının Mısırlıların ilk doğan oğullarının hayatlarını alıp İsrailli kölelerin ilk doğan oğullarını bağışlaması anılır. Fısıh Bayramı sırasında her bir hanenin kapı eşiği İsraillilerin evlerini tanımlamak için kuzu kanıyla işaretleniyordu. Fısıh'da uygulanan bu kuzu kurban edilmesi olayı Kudüs tapınağında gerçekleşir.


Eski ahit aynı zamanda günahların bir kefareti olarak kuzuların kurban edilmesi gerektiğini ifade eder:
[Levililer 4:32-34]
32) Eğer biri günah sunusu olarak bir kuzu getirirse, kuzu dişi ve kusursuz olmalı. 33 Elini günah sunusunun başına koyacak ve yakmalık sunuların kesildiği yerde onu günah sunusu olarak kesecek. 34) Kâhin sununun kanına parmağını batırıp yakmalık sunu sunağının boynuzlarına sürecek. Artakalan kanı sunağın dibine dökecek.

Başka bir deyişle Yahudi geleneğinde günah kusursuz, masum bir kuzunun kanının dökülmesiyle affedilebilir. Benzer şekilde Hristiyanlar Tanrı'nın kusursuz kuzusu olan İsa'nın kanı ile günahlarından kurtulduklarına inanmaya başlayacaklardı ve bu yüzden İsa "Tanrı'nın Kuzusu" olarak adlandırılacaktı. Eski Ahit'te hayvan kurban etmenin tek kefaret yolu olduğuna ve bunun yerine günahın yalnızca dua ve tövbe ile kefaretinin mümkün olabileceğine dair bir referans bulunmamaktadır. Aslında Musevi inancına göre kefaret modern zamanlarda genel olarak uygulanmayan hayvan kurban etmeye başvurulmaksızın da başarılabilir. Kudüs'teki tapınakta gerçekleştirilen kefaret için yapılan ayinler İsraillilerin rahip sınıfı olan Kohanimler tarafından yapılırdı. Ayin sadece hayvan kurban edilmesini değil aynı zamanda dua ve şarkı söylemeyi de içeriyordu.

Popüler ve iyi bilinen Mezmur 23'de Tanrı'nın bir çoban ve onun takipçileri de koyunlara benzetilir:
[Mezmur 23]
RAB çobanımdır, 
Eksiğim olmaz. 
2) Beni yemyeşil çayırlarda yatırır, 
Sakin suların kıyısına götürür. 
3) İçimi tazeler, 
Adı uğruna bana doğru yollarda öncülük eder. 
4) Karanlık ölüm vadisinden geçsem bile, 
Kötülükten korkmam. 
Çünkü sen benimlesin. 
Çomağın, değneğin güven verir bana. 
5) Düşmanlarımın önünde bana sofra kurarsın, 
Başıma yağ sürersin, 
Kâsem taşıyor. 
6) Ömrüm boyunca yalnız iyilik ve sevgi izleyecek beni, 
Hep RAB’bin evinde oturacağım. 

Koyun veya kuzu sembolizmi Hristiyan geleneğinin de önemli bir parçasıdır. İsa genellikle bir çoban, takipçileri ise bir sürü olarak anılır. İncil'den bir örnek:
[Yuhanna 10:1-6]
1) Size doğrusunu söyleyeyim, koyun ağılına kapıdan girmeyip başka yoldan giren kişi hırsız ve hayduttur.
2) Kapıdan giren ise koyunların çobanıdır.
3) Kapıyı bekleyen ona kapıyı açar. Koyunlar çobanın sesini işitirler, o da kendi koyunlarını adlarıyla çağırır ve onları dışarı götürür.
4) Kendi koyunlarının hepsini dışarı çıkarınca önlerinden gider, koyunlar da onu izler. Çünkü onun sesini tanırlar.
5) Bir yabancının peşinden gitmezler, ondan kaçarlar. Çünkü yabancıların sesini tanımazlar.
6) İsa onlara bu örneği anlattıysa da, ne demek istediğini anlamadılar.

[Yuhanna 10:11-12]
11) Ben iyi çobanım. İyi çoban koyunları uğruna canını verir.
12) Koyunların çobanı ve sahibi olmayan ücretli adam, kurdun geldiğini görünce koyunları bırakıp kaçar. Kurt da onları kapar ve dağıtır.

İsa'ya ayrıca Tanrı'nın Kuzusu adı verilir. Daha önce de belirtildiği gibi Hristiyan geleneğinde İsa'nın, insanın günahını telafi etmek için çarmıhta ölme konusundaki nihai misyonu fedakar bir kuzuya benzer.

Birçok Hristiyan aziz koyun ve çobanların koruyucusu olarak kabul edilir. Örneğin Bernadette Soubirous, Cuthbert, Silos Dominic ve Regina.

A, Agnus Dei, din, Dini semboller, Dinlerde kuzu, hristiyanlık, İbrahimi dinlerde koyun ve kuzu, islamiyet, Kurban ayini, Kurban vermek, mitoloji, Mitolojide kuzu, Tanrının Kuzusu, yahudilik,

Hristiyan kiliselerinde sık sık "Agnus Dei" yani Tanrının Kuzusu olarak tasvir edilen İsa sembolü göreceksiniz.

Dini sanatta Agnus Dei haç ve Hristiyan pankartı tutan bir kuzu olarak İsa'nın görsel bir sunumudur. Bunu eski Hristiyan toplumların flama ve bayraklarında görmek mümkündür. Haç genellikle kuzunun sol omzuna dayanır ve sol el ile tutulur. Haç George haçıyla benzer şekilde en çok kırmızı üzerinde resmedilir ancak farklı renklerin de işlendiği görülür. Mesela kiliselerde kuzunun kalbinden kan geldiği resmedilir. Bu çizimler dünyadaki günahları ortadan kaldırmak için İsa'nın kanının akmasını sembolize etmektedir.

Agnus Dei'yi antik pencerelerde, yastıklarda ve hanedanlık armaları üzerinde birçok değişik formda görebilirsiniz.

Agnus Dei Aşai Rabbani ayininde kullanılan "Tanrı'nın Kuzusu" ilahisidir.

Hem Katolik hem de Protestan Hristiyan kiliselerinde Mesih'in kanını ve vücudunu temsil etmek için kullanılan Konak, Ekmek ve şarabın dağıtımı sırasında söylenen Agnus Dei Tanrı'nın Kuzusu'na dair bir yakarma, duadır.
"Dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı'nın kuzusuna bakın"

Hristiyan geleneğine ek olarak kuzu masumiyet, nezaket, huzur ve acı çekerken sabırlı olmanın simgesidir. Hristiyanlıkta da İsa'nın nazik nitelikleri ifade eder.

Hristiyan geleneğine göre İsa'nın çarmıhtaki ölümü günahlar için yapılan bir fedakarlıktı ve burada İsa'nın kurban edilen bir kuzu ile benzetilmesinden dolayı hayvan kurban etme kültürünün devam ettiği görülüyor. Yunanistan ve Romanya'daki Paskalya kutlamaları bir kuzu öğünü içerir.

Koyun ve kuzu özellikle kilise pencereleri gibi birçok Hristiyan ikonografisinde yer almaktadır.

TEVRATTA VE HRİSTİYANLIKTA ŞİDDET

sizden gelenler, Dfxmed, hristiyanlık, musevilik, yahudilik, İncil'de şiddet, Tevrat'ta şiddet ayetleri, Tevratın tanrısı, Musevilerin ırkçı tanrısı, Musevi tanrısı, din, 1.Samuel 15,
TEVRATTA VE HRİSTİYANLIKTA ŞİDDET

Bilindiği üzere Hristiyanlar Tevrat'a da iman ederler ve Tevrat içerisinde bolca şiddet ayetleri içerir. İncil ise daha barışçıldır. Tevrat'ta Tanrı sert, yok eden, zulüm eden, ırk ayıran bir Tanrı iken İncil'de daha çok baba, merhametli, ırk ayırmayan, seven bir Tanrı olarak karşımıza çıkar.

Tevrat'ta düzinelerce şiddet ayeti vardır ve bunların en göze çarpanı İsrail-oğullarının diğer milletleri kendi elleriyle öldürmesini emreden ayetlerdir.

Örnek: 1. Samuel 15:
2) "Her şeye Egemen RAB diyor ki, 'İsrailliler'e yaptıkları kötülükten ötürü Amalekliler'i cezalandıracağım. Çünkü Mısır'dan çıkan İsrailliler'e karşı koydular."

3) "Şimdi git, Amalekliler'e saldır. Onlara ait her şeyi tamamen yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Erkek, kadın, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür."

Burada görüldüğü üzere İsraillilere vur emri veriliyor. Bunu açıklamak için Hristiyanlar:''Onlar günahkardı ve hepsi zaten Tanrının gözünde ölümü hakketmişti. Tanrı ise bunun imanı simgeleyen İsrailliler ile yapılmasını uygun gördü.'' açıklamasını getiriyorlar. Bunu bizzat Hristiyanlardan duyduğum için içim rahat bu konuda.

Tanrı kiralık katil tutar gibi kavme öldür emri veriyor kadın çoluk çocuk demeden diyor ve hatta öldürmeyen İsrailli olursa cezalandırılıyor. Peki nerede merhametli Tanrı? O çocuk belki daha sonra imanlı bir çocuk olacaktı? Kitleleri yola sokmak için peygamber göndermek onların güvenini kazanmak yerine neden onları yok etme yoluna gidiyor?

Sizce bu Tanrı On Emir'de:''Adam öldürmeyeceksin!'' diyen Tanrı ile aynı Tanrı mı? Komşunu kendin gibi sev diyen Tanrı ile aynı Tanrı mı? Burada bir akıl tutulması ve bir çelişki vardır. Tanrı merhametlidir öyle olmalıdır o halde neden vur emri veriyor? Neden ''ÇOLUK ÇOCUK'' demeden öldürün diyor. Sürekli sapıtmalarına rağmen sadece İsrail-oğullarına peygamber indiriyor. Belki de peygamberi bu kavme gönderseydi hiç sapıtmayacaklardı.

Domuz heykeline tapmalarına rağmen neden yok etmek yerine azap yolluyor?
Neden İsrail-oğullarını da yok etmiyor?
Irk gözeten bir tanrı söz konusu burada ve bu görüldüğü üzere hiç adil değil.

Ben ilk Hristiyan olduğum dönemlerde sürekli Tevratın dili ağırdır İncil ile başla derlerdi çünkü İncil'de barış sözlerine aldanacak daha çok bağlanacak Tevrattaki şiddet ayetlerini görünce İncil'deki ayetleri referans alıp görmezden gelecektim. Ama gözümü açıp objektif olarak bakınca sadece yukarıdaki 2 ayet bile bana Tanrının merhametini sorgulatıyor.

Teşekkürler sevgilerle.

SİZDEN GELENLER Yazan: Dfxmed

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)