HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

DİN YOK

din, DP, Din yok, Din insan uydurmasıdır, Semavi dinler, Semavi dinler arasındaki farklar, Dinlerin ortak yanları, Hz.Ali, islamiyet, Ya varsa diye inanmak, Hz. Ali ya varsa, Allah'ın dini olmaz, Aldatılma… Aldatılan insanlarda yaşanan ruhsal travmalarda intihar bile gözlemlenebiliyor. Kabul etmek o kadar güç bir hal alıyor ki iyileşme süreçleri uzun zaman alabiliyor. İnandığınız, sevdiğiniz değerlerin bir anda yıkılması sizde sonuçları ağır durumlara yol açıyor. Önceleri savunmalar başlıyor. Kanıtlara rağmen inanmak istemiyorsunuz. Yalan diyorsunuz, olamaz diyorsunuz. Bir süre sonra yerini öfkeye bırakıyor. Daha sonra da kabullenme periyodu.

Özellikle yeni bir aşk ya da heyecan sizi tekrar hayata bağlıyor. Yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyorsunuz.

Peki ya tüm hayatınız bir aldatma ise? Ya sevdiğiniz, inandığınız, değer verdiğiniz her şey bir yalan üzerine kurulmuş ise? Hani şu Gazalinin Hazreti Ali’den rivayetle aktardığı gibi meşhur “Ya varsa” sözünün tam tersi geçerli ise? Hatta bunun kanıtları ortaya konuyorsa? Düşünsenize doğduğunuzdan bu yana bir yalana inandınız ve bu yalan içerisinde geliştiniz.

Normal şartlarda dinini araştırarak yaşamayan, okumadığı bir dine inanan, Arapça sözler mırıldanıldığında ne söylendiğini anlamayarak ağlayan bir topluma neyi kanıtlayabilirsiniz?

Aldatılma hissi ağır geldiği için olabilir mi? Neden insanlar dini pratiklerden ayrılıyor hiç düşündünüz mü? Etrafınıza bakın. Kim inandığı dinin gereklerini ve pratiklerini tam olarak uyguluyor? Aslında din kusursuz ve insanlar mı kusurlu? Madem öyle yeryüzünde neden dinini tam olarak yaşayan bir tane bile insan yok? Dışarı çıktığınız zaman bir gününüzü buna ayırın ve etrafınıza bakın. Dinini kim yaşıyor? Cevap basit: HİÇ KİMSE!

Dinlerin yaşanılamamasının sebebi ortaya çıktıkları toplumu ve çağı yansıtmaları. İnsanlara ağır geliyor Aldatıldıklarını düşünmek. Düşünsenize biri size dinlerin aslında yalan olduğunu ve insan yapımı olduğunu kanıtları ile anlatsa ne düşünürsünüz? Önce gülme ve alay etme, daha sonra şiddetle karşı çıkma ve karşıt kanıtlar sunma. Peki, bu karşıt kanıtları nereden buluyorsunuz? İnsanlık tarihindeki tüm dini kitaplara bir bakın. Hepsi savunma içerisinde. Hepsi kanıtlama derdinde. Madem kusursuz bir yaratıcı kelamı var ortada neden kanıtlama ihtiyacı duyuluyor? Çünkü herkes farkında bir şeylerin ters olduğunun. Birisi sizle tartıştığında hemen bu savunma tipi dini kitapları alıp onlardan örnek alıyorsunuz: “Aslında şu anlatılıyor… Orada anlatılmak istenen şu… Yaratıcı orada şunu söylüyor sen görmüyorsun…” bu örnekleri çoğaltmak o kadar mümkün ki.

Neden dini sorgulayan insanlara ses yükseltiliyor veya fiziki müdahalede bulunuluyor? Neden tehditler başlıyor? Madem bizde sorun var neden bahsedilen yaratıcı ceza vermiyor? Kutsal metinlerde yazıyor: “İstediğimizi doğru yola iletiriz.” Madem bahsedilen yaratıcı var neden beni doğru yola iletmiyor? Hepimizi doğru yola iletse de hepimiz mümin olsak? Madem sınavdayız daha önce bu sitede verilen örnekte olduğu gibi (Site başyazarı ve yöneticisi A. KARA’ nın DİN VE SINAV isimli makalesi) 5 yaşında tecavüz ile öldürülen çocuğun sınavı ne? Eğer çocuk tecavüz edenin sınavı ise çocuk basit bir sınav sorusundan mı ibaret?

Maalesef aldatıldık, aldatılıyoruz ve aldatılmaya devam edeceğiz. Peki, gözümüzün önünde alenen duran farklar neler? Bazılarına bir göz atalım:

SEMAVİ DİNLER ARASINDAKİ BAZI PRATİK FARKLARI

  • Her dinin kendi ibadet sistemi vardır. Semavi dinlerde bahsedilen yaratıcının istediği ibadet formatları ilk indirilen ile sabit olmalıydı. Her ibadet formatı farklı olduğuna göre demek ki bu mesajlar farklı yaratıcılardan ya da farklı insanlardan geliyor olmalı. Yani dini dizayn edenler buna uygun ibadet sistemlerini de icat ediyorlar.
  • Yaratıcıya ibadet edilen yerlerin tek olması gerekir. Neden yaratıcı her seferinde farklı bir ibadet evi istiyor? Ya semavi dinlerde bahsedilen yaratıcı her dönem farklı bir mimari zevke sahip ya da bu evleri biz yaratıyoruz.
  • Neden dinler içerisinde giyim-kuşam farkları var? Eğer yaratıcı yarattıkları arasında ayrım gözetmiyorsa neden kadınlar hep geri planda?
  • Her din, diğer dinleri yok edilmesi gereken, geçmişte kalmış yozlaşmış ve sapkın olarak nitelendiriyor. İslamiyet ise ikileme düşmüş durumda. Kimi ayetler diğer dinlere saygıyı emrederken, başka ayetler savaşmayı ve öldürmeyi öngörüyor.
  • Her dinin yasakları farklı. Yaratıcı bir seferde yasağı belirler ve yürürlüğe koyar. Bir kişi bu pratiği değiştirmeye kalktığında, diğerleri ona karşı çıkacağından her din aslında hiç yozlaşmamıştır ve sapkın değildir. Bir kişinin dini farklı yorumladığını var saysak neden diğerleri karşı çıkmadı? Çünkü ortada toplumsal öğreti söz konusu. Tanrısal hükümler ortada yok. Her din farklı hareket ettiğine göre demek ki bu dinleri yaratan unsur yaratıcı değil, insanoğlu.
  • Her dinin sosyal yaşama bakışı farklı. Yaratıcı sosyal standartları sabitler ve tüm insanlığa sunar. Sabit sosyal standartlar bulunmadığına göre mevcut standartları yaratıcı değil, bizzat insanlar koydu.
  • Birkaç istisna dışında tüm ülkeler dinsel olmayan sosyal ve ceza hukukları ile yönetiliyor. Din ile yönetilen ülkelerin de durumu gözümüzün önünde duruyor. Demek ki insanların hukuk sistemi semavi din kitaplarından daha üstün ve tercih edilebilir.
  • Her din kendi peygamberini ve kitabını “SON” kabul ediyor; ancak Muhammed’e kadar bitmiyor. Her din bir önceki kitapta kendinin müjdelendiğini söylüyor ama maalesef kanıt bulamıyorlar.
  • Her din farklı objelere kutsallık veriyor. Oysa yaratıcının kutsallık verdiği objeler standart olmalıdır.
  • Her dinde yaratıcı farklı bir profilde aktarılıyor. Hatta bir din onu “BABA” kabul edip oğlu olduğunu varsayıyor ve oğluna da peygamber diyor.
  • Her dinde yiyecek ve içecekler farklı şekilde sevap ya da günah. Alkol kimi dinde serbest, kimi dinde yasak iken domuz eti kimi dinde yasak, kimi dinde serbest. Demek ki yaratıcı her topluma farklı bilgiler veriyor. Yaratıcı insanlığı ve evrenselliği öğütlediğine ve tüm insanlığa mesaj gönderdiğine göre ya dinlerde bahsedilen yaratıcı yok ya da elçilerde sorun var.
  • Bir din kendinden önceki Sabi’lik dinini kabul ediyor ve caiz görüyor. Bu dinin peygamberi kim? Kitabı ne? Neden diğer dinlerin ve insanların bundan haberi yok?
Yukarıda bahsedilen farklardan sadece bir tanesinin varlığı bile ortada bir yanlışın olduğunun göstergesidir. Eğer insanlar yaratıcı kelamını değiştirebiliyorlarsa ondan üstünler. Eğer yaratıcı üstün ise emri evrensel ve standart olmalı, dolayısı ile değiştirememelidirler. Dinsel pratikleri insanlar değiştirebiliyorlarsa ya yaratıcıdan üstünler ya da bu dinleri kendileri yarattılar.

SEMAVİ DİNLERİN KENDİ İÇ PRATİKLERİNDEKİ BAZI FARKLAR
  • Eğer elçi tek bir kitap ve tek bir inanç sistemi getirmiş ise bunlar standart olmalı. Her dinin kendi içinde de farklı yapılar ve inanç sistemleri olduğuna göre demek ki ortada yaratıcı kelamı yok.
  • Farklı mezhepler var ise demek ki son din, son kitap, son peygamber hususları yalan.
  • Her dinin içindeki ibadet yöntemlerinde de farklılıklar olabiliyor. Demek ki elçi ya doğru öğretemedi ya da ona öğretilen bir şey yok.
  • Mezhepler arasındaki farklı günah ve sevaplar.
  • Mezhepler arası farklı ahiret inancı.
  • Mezhepler arası farklı sosyal yaşam.
  • Mezhepler arası farklı erkek-kadın statüleri.
  • Mezhepler arası sıcak ve soğuk çatışmalar. (Hristiyanlık ’ta ve İslamiyet’te)
  • Mezheplerin birbirlerinden MATRUŞKA bebeği misali doğması.
  • Bazı mezheplere göre diğer mezheplerin kanı ve canı caiz, kadınları ve kızları cariye. Yaratıcı adil ve sonsuz kudret sahibi ise böyle bir durum olamaz.
  • Her mezhebin kendi ibadethanesi var. (Farklı kiliseler, cem evleri, Şii camileri vb.)
  • Her mezhebin şeriatı farklı. (Din aynı olsa bile)
  • İnsanlar Din’ de farklı yorumların bu ayrıma neden olduğunu, ancak kaidelerin değişmediğini söylüyor. Ancak en basiti İslamiyet’te göz ardı edilen bir kavram vardır ki ibadette içtihat olmaz, olamaz. Yapan da uyan da kafirdir. Demek ki ortada yumuşak bir kafirlik durumu var.
SEMAVİ DİNLERİN BAZI ORTAK YANLARI
  • Kitabın yetersiz kalıp ilave insani söylevlere ihtiyaç duyulması (Yahudilik Talmud, Hristiyanlık İznik Konsül Toplantısı, İslamiyet Kütübi Sitte/Hadis ve Siyer)
  • Kadın peygamber hiç yok. Aslında bu husus farktan çok tüm dinlerde ortak kavram. Bazı semavi dinlerde kadınlar elçiye kendini hibe eden varlıklar. Elçiye hediye edilen mallardan farkları yok. Demek ki yaratıcı kadınları erkekler için yaratmış. Cariye olarak yarı fahişe bir yaşam tarzı layık görülüyor. Bir din, hayvanlar ile ilişkiye giren kadınların din adamları ile evlenebileceğini öğütlüyor. Oysa başka bir din bu husus lanetleniyor. Yaratıcının emri tek olmalıdır. Yaratıcı bu hususu dile bile getirmeyeceğine göre ortada ilahi bir mesaj yok. Uydurmalar var.
  • Her din ve kitap ötekilerini sapkın ve batıl ilan ediyor.
  • Her din fakirlere ve kölelere umut ışığı oluyor.
  • Her dinde zorunlu ve çileli bir hicret var (Mısırdan Çıkış, Hristiyanların diğer bölgelere gitmek zorunda kalması, Müslümanların Medine’ye hicreti).
  • Her dinin dönüşü muhteşem oluyor.
  • Her din evrensel medeniliği ve canlı severliği öğütlerken, diğerlerini ortadan kaldırmayı da öğütlüyor. Ancak bu gibi hususlar asla sesli olarak dile getirilmiyor veya göz ardı ediliyor.
  • Her din aslında çoğunlukla bir öncekini tekrar ediyor. Hatta bilinen ilk semavi din olan Yahudilik bile Sümer/Babil dinlerinden tekrar edilmiştir.
  • Semavi dinler, İbrahim’i ortak kutsal ata olarak belirler. O zaman İbrahim’ den öncesi kafir.
  • Her din insanların Adem ve Havva’dan çoğaldığını söylüyor. O halde ilk zamanlarda ensest ilişki serbest ve caiz. Yani tüm kutsal kitaplar atalarımızın maymun olmadığını ama ensest olduğunu söylüyor. Hangisini kabul etmek daha ağır?
  • Dinlere göre insanlık tarihi yaklaşık M.Ö. 7000’ li yıllara kadar gidiyor. O halde önceki dönemlerde yaşadığı kanıtlanan insanlar aslında insan değil. Günümüz modern insanının (Homo Sapiens) günümüzden 200.000 yıl önce yaşadığı artık sabit bir bilgi. Hatta 40.000 yıl ve daha öncelerine ait mağara resimleri var. Dasha da radikal bir kaıt şu ki yaklaşık 2,5 milyon yıl önce alet edevat yapıp kullanan insan toplulukları var. Eğer onlar insansa ki artık hem dini hem de bilimsel çevreler kabul ediyor, o halde yaratıcının kitaplarında çelişki var. Yüce yaratıcı çelişkili bilgi veremeyeceğine göre bu bilgileri veren elçiler yalancı.
  • Her din sadece kendi coğrafi çevresini anlatıyor. Yanardağlardan çıkan ateş ve lavlar nedeni ile cehennem yaratılıyor. İnsanların ateşten canı yanıyor. Ateş nerede yoğun ve kudretli? Yer altında. O halde sizi yeraltı ve oranın tasviri ile korkutabilirler.
  • Her din kendi çevresindeki hayvan ve canlıları örnek verebiliyor. Örneğin semavi dinlerin yaratıcıları ve elçileri kangurudan bihaber.
  • Kardan bahseden hiçbir kutsal metin yok. Demek ki semavi dinlerin yaratıcısı ve elçileri karı bilmiyor. Sadece Hristiyanlıkta Matta incilinde tasvir için kar beyazlığından bahsedilmiş ki bunun hiçbir kutsallığı yok. Matta elçi değil. Bununla ilgili her din savunucusu bir mantık geliştirmeye çalışmıştır; ancak yorumdan öteye geçemezler.
  • Galaksiler ve evrenler hiçbir kutsal metinde yok. O halde olmamaları gerekir. Varlar ise ya kutsal kitaplar yalan söylüyor ya da onları yazanlar.
  • Güneş sistemi, dönüşler, uzay hakkında hiçbir bilgi yok. Olan bilgilerde zaten o dönemde hemen her toplumda ortak astronomi bilgileri. Hiçbir kitap döneminin bilimsel verisinin ötesine geçememiştir. O halde ya yaratıcı bilimden uzak, ya da elçilerin bildiği kadarı yazıldı kutsal kitaplara.
  • Tüm peygamberler Orta doğu coğrafyasına gelmiştir. O halde diğer toplumlar seçilmemiş ya da lanetli.
  • Yaratıcı öfkeleniyor, kızıyor, seviniyor, üzülüyor… Bunlar insani duygular. Yaratıcı insani duygulara sahip olmayacağına göre ortada uydurulmuş bir şeyler var.
  • Yaratıcı hep şeytan ile yarışta ve bir şeyleri kanıtlama derdinde. Yüce yaratıcının hiçbir şeyi kanıtlamaya ihtiyacı yoktur. Eğer ortada kanıtlanmaya çalışılan bir şeyler var ise ya semavi dinlerde bahsedilen yaratıcı yok ya da “kanıtlamaya çalışmak” gibi insani bir duyguya sahip birileri tarafından yazıldı.
  • Gemilerin gitmesi için rüzgarı kullanan bir yaratıcı kavramı “motor” un icat edileceğini bilemez mi? “O dönem motor veya benzeri bir alet anlatılmak istenseydi insanlar kutsal metinler, saçma zannederdi” savunması ne derece doğru olabilir? Size bilineni söyleyen kitaplar mı daha hayranlık verici ya da size yeni bir şeyleri öğretenler mi?
  • Eğer her yaratılan hiç şüphesiz yaratanın bir lütfu ise neden bazı yaratılanlar bazı yaratılanları öldürme hakkına sahip olabiliyor?
  • Her dinin elçisine ait yaşam hikayesi oldukça fantastik ve gizemlidir. Bazı peygamberlerin yaşadığı bile şüphelidir. Olduğu söylenen mucizelere ait hiçbir veri yoktur. Örneğin, İsa’nın göre yükselmesine birkaç kişi dışında kimse tanık olmamıştır. Ay’ın yarıldığına yeryüzünde hiçbir medeniyet şahit olmamıştır. Orta doğu hariç hiçbir medeniyet tarihinde Nuh tufanına ait veri yoktur. Bazı kutsal kitaplardaki tanrısal metinlerde “o dönem…” diye başlayan cümleler vardır. Demek ki ilahi metinler, geldikleri peygamberden çok sonra kaleme alınmışlar.
Aldatılma gerçekten çok ağır. Bu ağırlığı kabullenmek zor. Yukarıda verilen maddelere reddiye geliştirebilirsiniz. Hatta bu reddiyeleri adeta kitap yazacak şekilde de genişletebilirsiniz. Maalesef kanıtlar ortada. 2+2 de 2x2 de her zaman 4 eder.

Yazan: Demon Product

İSLAM VE BİLİM, BİZ VE ONLAR

Yazan: Demon Product
DP, Gavur icadı, Yabancıların yaptığı her şey sayesinde yaşarken onları aşağılamak, din ve bilim, islamiyet, din, İslam ülkelerinde teknoloji ve refah, İslam ülkeleri neden geride?

İSLAM VE BİLİM, BİZ VE ONLAR


"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım." Giordano BRUNO

Sabah uyandığımda ilk işim elimi yüzümü için banyoya yönelmek oldu. Yabancı birinin elektriği kullanımımıza sunması sayesinde yabancı birinin icat ettiği lambayı yaktıktan sonra iyi göremiyor olduğumdan dolayı yabancı birinin icat edip ürettiği gözlüğümü taktım. Gözlüğü nasıl aldığım ayrı bir muamma;

Gözlerimin iyi görmemesi nedeniyle 2 hafta öncesinde doktora gitmiştim. Önce, yabancı birinin icat ettiği telefon ile randevu aldım. Yabancı birinin icat ettiği ve ürettiği otomobilime atladım. Yabancı birinin icat ettiği radyoyu açtım. Yabancı birinin bulduğu FM frekansında Türk musikisi çalan bir radyoya denk geldim. Müzeyyen SENAR o bülbül gibi sesi ile adeta şakıyordu.

O sırada yabancı birinin bulduğu benzin ışığımın yandığını fark ettim. Hemen yabancılar tarafından bulunan petrolün damıtılması ile elde edilen benzini aldım. Kredi kartı ile yabancılar tarafından bulunan bir alış-veriş sistemini kullandım. Aracımı otoparka çektikten sonra hastaneye girdim. Yabancılar tarafından icat edilen bir alet ile doktor beni muayene etti. Yabancılar tarafından icat edilen bir metot ile sorunum tespit edildi ve gözlüğüm yazıldı. Daha sonra yabancılar tarafından icat edilen asansör ile otoparka inerek hastaneden ayrıldım. O sırada yabancılar tarafından icat edilerek geliştirilen telefonuma mesaj geldi. Mesajı eşim göndermişti. Yabancıların bulup kullanımımıza sunduğu sosyal iletişim amaçlı kullanılan mesajlaşma programına eşim bana aldığı hediyeyi gösteriyordu. Bayılmıştım bu hediyeye. Yabancılar tarafından icat edilmiş bir tablet. (O zamanlar baya pahalı idi)

Her neyse günümün sabahına geri dönelim. Gözlüğümü taktıktan sonra yabancıların icat ettiği ve eşimin bana hediye ettiği tabletimi aldım. Yabancılardan satın aldığımız ve geliştireceğimiz sistemler ile ilgili bir haber dikkatimi çekti. Onların icat edip bulduğu bir sistemi “PARA VEREREK” satın alıyor, yerli ve milli yapıyorduk. Ne mutluluktu bu böyle? Bizimde yerli-milli sistemlerimiz olacaktı. Gerçi yabancılar icat etmişti ama olsun.

Bu sistemin çalışması için yabancıların icat ettiği roket sistemi kullanılarak yabancı bir ülkeden uzaya yabancıların icat ettiği bir uydunun gönderilmesi gerekiyordu. O da gönderilmişti. Yabancıların tayin ettiği bir yörüngeye yerleştirilen uydumuz hizmet veriyordu. Gururum kabarmıştı. O sırada havanın soğuduğunu hissettim. Yabancılardan satın aldığımız doğalgazı devreye almalıydım. Yabancılar tarafından icat edilen kombiyi çalıştırdım. Ancak içerisi hemen ısınmıyordu. Bende hemen yabancılar tarafından icat edilen klimamı açtım. Yeni kitabımı okumak için önümde hiçbir engel kalmamıştı. "Turgut ÖZAKMAN’ dan Şu Çılgın Türkler". Uzun zamandır bu kitabı okumadığımdan sebep kendimden utanıyordum.

Hemen mutfağa gittim. Yabancıların icat ettiği su ısıtıcısında su ısıtıp yabancıların icat ettiği çözülebilir hazır kahvemi de alıp koltuğuma kuruldum. Bu ne keyifti böyle. Kitabın sayfalarımı ilerledikçe tarihim ve toplumum ile bir kez daha gurur duydum. O sırada telefonum çaldı ona yönelirken kahvem kitaba döküldü. Hemen mutfağa koşup yabancıların icat ettiği kâğıt havlu ile temizledim. Tabii ki yerleri de yabancıların icat ettiği deterjanlar ile hallettim. Eşim akşam geldiğinde sorunla karşılaşmamalıydı. Benim izin günüm olduğundan ev benden soruluyordu. Kitap kuruyana kadar belgesel izlemeye karar verdim. Yabancı birinin icat ettiği Televizyonun başına kuruldum. Yabancı birilerin icat edip kullanımımıza sunduğu dijital platform cihazını çalıştırdım. Yabancı birinin hazırlayıp sunduğu belgeseli izlemeye koyuldum.

Canım sıkıldı. Yabancıların icat ettiği bilgisayarımı açtım. Yabancıların icat ettiği sosyal platformlara bir göz attım. Birkaç gruba üye idim sosyal platformda. Ülkemize ve dinimize giydirenlere cevap yazdım. Bunlar kimin tarafındaydılar? Gözleri hiç mi görmüyordu? Kulakları hiç mi duymuyordu? Beyinleri yok muydu? Bizim milletimiz tarihe nam salmış, iyilik ve doğruluk üzerine bir milletti. Nice bilim adamları yetiştirmiş, nice projelere imza atmış nesillerin torunları idik. Hele dinimiz? Barış ve Esenlik üzerine olan güzel dinimiz her şeyin en güzelini öğütlüyordu. Ayrılık ve ötekileştirme yasaktı. İnsan hakları her şeyin üstündeydi. Komşusu açken tok yatan bizden değildi. İbadetin ve iyiliğin gizli olanı sevaptı. Hele ki bilim ve Fen? İslam tarihi ve tarihimizde o kadar çok bilim insanı vardı ki yeryüzünde var olan hemen her şeyi biz “icat etmiş ve bulmuştuk”.

Buraya kadarki anlatımlar tamamen hayal ürünüdür; ancak büyük çoğunluğu kendi yaşamımdan kesitler içermektedir. Biliyorum ki sizin yaşantınızdan da kesitler içeriyor.

Neden kritik icatlar bize ait değildi? Neden kritik buluşlar bizde yapılmıyordu? Eminim birçoğunuzun kafasında bu sorular öyle veya böyle dolaşıyordur. Bu yazıda amacım sizin tabiriniz ile “Din Düşmanlığı” yapmak değil, aksine toplumumuza bir ayna tutmaya çalışmaktır. İnançlılar, inançsızlar, az inançlılar ya da az inançsızlar. Neye inandığınız, neye taptığınız umurumda dahi değil. İlgilendirmiyor da. Yeter ki inandığınız inanç veya değerleri iyi okuyup araştırın. Onun bunun etkisinde kalmayın. Zaten aklınız sizi doğru yola iletecek.

Yazıya Giordano BRUNO’ nun bir sözü ile başladım. Bruno değerli bir astronom ve filozof sayılabilir. Aynı zamanda rahip idi. Küçüklüğünden bu yana din içerisinde yoğrulmuş bir rahip. Tanrıya ulaşmanın yolunun bilimden geçtiğini savunuyordu. Tanrıya öyle bir aşk ile bağlıydı ki ona ulaşmanın tek yolunun bilim olduğunu düşündüğünden astronomiye merak sardı. Gezegenler, yıldızlar ve evren derken sonsuzluğu keşfetti. Kimileri panteist olduğunu düşündü, kimileri deist, kimileri de sapkın bir Hristiyan. Kimin ne düşündüğü önemli değil. Bruno, sadece kutsal metinleri okumanın yaratıcıya ulaştırmayacağını, bunula birlikte onun verdiği aklın ve bilimin mutlak suretle öne alınmasını ön görüyordu. Bu fikirleri onu ölüme dahi götürdü. 1600 yılında İtalya’ da Campo De’Fiori meydanında Engizisyon mahkemesi kararı ile yakılarak öldürüldü.

Deizmin fikir babalarından sayılan Thomas PAINE? Sizce inançsız birimiydi? Tam aksine inancı kuvvetli biri idi. Çağımızdan örnek verelim, ya Carl SAGAN? İnançsız mıydı? Dini bilgileri o kadar kuvvetliydi ki, din ve bilim tartışmalarında nice din adamı önünde yer almak istemiyordu. Onları zor duruma sokan hususlardan biri de Sagan’ın üslubu idi. Sert olmayan, nazik ve naif konuşmaları, karşısındaki insanlara sakin yaklaşımı gerginlikleri en baştan engelliyordu.

Belirli bir grubu saymaz isek çoğu bilim insanının çıkış noktası DİN’dir. Tarihte çok değerli İslami bilim insanları elbette ki vardır. Onların çalışmaları elbette ki yadsınamaz. Ancak onların çalışmalarının temelinde antik yunan bilgileri vardı ki artık bu husus tüm çevrelerce kabul görmüş durumda. Günümüz gelişmiş batı medeniyetinin temelinde İslam coğrafyası olduğu çok doğru. Çünkü onlar bir dönem sonra Hristiyanlaşma sonucu bilimi terk ettiler. Terk ettikleri bilimi onlara bizler verdik. Ama ilerletmeyi ihmal ettik. Bilim insanlarını tu kaka ilan ettik. Her şeyin Kuran da yazılı olduğunu, bu nedenle ilmi araştırmaların çokta gerekli olmadığını düşündük. Benim gibi bu görüşü savunanlara da “Olur mu canım öyle şey, bize inen ilk ayet OKU’ dur. Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum mantığını baz alıyoruz! Her şeyi gavur ajanlar yapıyor. Onlar bozuyor bizi!” demeye devam ederek kendimizi kandırdık.

Görünen köy kılavuz istemiyor. Hastalandığınızda kullandığınız ilacı kimler icat etti? Nükleer enerji? Elektrik? Otomobil? Uçak? Atom? Kimyasallar? Fırın, çamaşır ve bulaşık makinası, Televizyon, Cep Telefonu, gündelik eşyalarınıza bir göz atın. Daha o kadar çok örnek var ki, biz neyi icat ettik? Neyi bulduk?

En güzel yaptığımız şey eleştirmek. Bunu güzel icat ettik. Bilinçsizce, okumadan, bilgisizce ve desteksizce eleştirmek. Avrupa da yaşayan Türklere bir göz atın. Hiç kimse milliyetçilik masalları ardına saklanmasın. “Bu kefereler g.tünü bile yıkamıyor pis cenabetler!” iyi de suçlamadan önce iyi düşün: onların memleketinde onların parası ile ne işin var? Oradaki Türkler gayet güzel yaşıyorlar. Madem orada hayat berbat neden dönmüyorlar buraya? Oralara bir gidin, bizimkilerin yaşantısını bir görün sonra karar verin. Davulun sesi uzaktan hoş gelir masalının ardına saklanmayın. Mutlaka bu yazımı okuyan gurbetçilerimizden bazıları bana kızacak ve eleştirecek. Lütfen doğruyu söyleyin. Orada ki sağlık ve eğitim mi? Buradaki sağlık ve eğitim mi… Karar sizin. Ya ulaşım ve sosyal yaşam? Orada yaşayan vatandaşlarımızı kesinlikle eleştirmiyorum. Yaşamlarının gereği doğup büyüdükleri topraklardan ayrılıp gurbete çıktılar. Ancak şu an pişmanlar mı? İstisnalar dışında pek sanmıyorum.

Şöyle bir görüş ile de tartışmaya katılmayın: “Onlar terör destekçisi, bizdeki teröristleri besliyor ve kolluyorlar. Onları finanse edip silahlandırıyorlar, bizi karıştırıyorlar sayın yazar. Neden bu hususlardan bahsetmiyorsun? Onların adamı mısın yoksa?” Bu savda gerçeklik payı olmakla beraber (Ajan veya onların adamı değilim) o bahsedilen ülkeler ile müttefik, stratejik ortak, ekonomik partner ve “Kardeş Ülke” olduğumuz ironisine ne diyeceksiniz peki? Bu nedenle böylesine tartışma konusunu komik ve yetersiz buluyorum. Örneğin aramızın en bozuk olduğu dönemlerde bile İsrail ile yapmış olduğumuz ortak tatbikatlar ve ekonomik işbirliği anlaşmaları varken…

Bizler için ağır olsa da evet, o adamlar daha bilgili ve daha medeni. Kullandığımız ve kullandığınız her şey onların icadı. Bu gerçeği kabullenin artık. Burada suç ajanlarda değil, bizle uğraşan kimse yok, toplum mühendisliği diye bir şey yok. Kafanızı kaldırın artık. İllüminati, Masonlar ve Thule Tarikatı gibi fraksiyonlar sizle uğraşmıyor. Sen ilerlemek istedin de kim tuttu seni? Roket icat etmek istedin de kimler engelledi? Gündelik eşyalarını icat etmek istedin de kafana silah mı dayadılar? Hadi bizle uğraşıyorlar. Neden İslam coğrafyasında ilerlemiş tek bir toplum ya da ulus yok? Ki onlar inandıkları dinin kitabını anlayarak ve pratiklerini hayatlarına geçirerek uyguluyorlar. Madem her şey ilahi kitaplarda yazılı, onlara dayanarak yapılan bir tane keşif veya ilerlemeyi söyleyin?

Hiç düşündünüz mü? Batı neden vites attı 1500-1600’lerden sonra? Evet, o döneme kadar en parlak dönem bizde. Ya sonra? Ne oldu da hızlı bir gelişim gösterdiler. Yahudiler mi? Kabbala mı? Tapınakçılar mı? Kimler? Uzaylılar mı ilim öğretti batıya? Günümüz Roket teknolojisini Çin yaptı diyorsanız sınıfta kaldınız. Werner Von BRAUN ismini bir araştırın. Ya İstanbul’u fetheden toplar?

Çünkü bu tarihlerde Batı, din ve bilimi birbirinden söktü attı. Engizisyonun baskısını ortadan kaldırdılar. Neden, Niçin ve Nasıl soruları aranmaya başlandı. Onlardaki Din adamları bile sırf ateist ve deistleri ekarte edebilmek için Bilim ve Fen’e sarıldılar. En basitinden bizim camiada böyle sorulara gerek yok. Uzay araştırmalarına gerek yok çünkü “Göklerde” ne olduğu anlatılmış. Ne gerek var ki? Mesela insanının yaratılışı. Gerek yok incelemeye, Adem ve Havva’dan geldik bitti. Ne gerek var araştırmaya? Bir örnekle Cübbeli Ahmet Hoca 2013 yılında NASA için ne demişti, Milyarlarca dolar yatırım yapmanın cahillik olduğunu söyleyerek, "Mars'ta su var mı? Et var mı? But var mı? Manyak manyak işler... Ben sana söyleyeyim, sen oraya çıkamadan dünya kopacak. Masrafa değmez. Ver bana 100 bin dolar her şeyi söyleyeyim. Ne cahil adamsın. Kur-an'da var, hadiste var. Bakmıyorlar ki..."

Ya bu “Gavur” aleminin araştırmaları olmasaydı ne olacaktı? Bu araştırmalar sayesinde icat edilen unsurları kullanıyorsunuz. İlaçlar, günlük alet ve edevatlar… Her şey… Hadi şunu yapın. Kendinize 3 gün verin. Evdeki eşyalarınızın bir listesini çıkartın ve onların “icat” ettiği şeyleri 3 gün kullanmayın. Buna elektrik de, günlük ilaçlarınız da dahil. Bakalım kaç gün dayanabiliyorsunuz? Maalesef işimize gelince “İyide bu icatlar global/küresel icatlar. Neden kullanmayayım? Müslüman her şeyin en doğrusunu ve en güzelini kullanır. Onlar yapsın biz kullanırız.” diyebilirsiniz. Peki niçin bu “global/küresel” icatları biz yapmıyoruz? Kısaca AR-GE olarak adlandırılan Araştırma ve Geliştirme faaliyetleri bu ülkede neden geride? Ülkede az da olsa kurulmuş olan AR-GE birimlerinde görev alan bilim insanlarına dikkat edin. Hangi ülkelerde, hangi okul ve akademileri bitirmişler. İslami Coğrafyadan çıkan bir AR-GE çalışmasını veya icadı söyleyin. Amacım kimseyi ezmek veya rencide etmek değil. Sadece okumanızı ve sentezlemenizi istiyorum. Yazının başlarında söylediğim gibi neye inandığınız veya neye taptığınız umurumda bile değil. İnanç en önemli özgürlüklerden birisidir. Yaşama hakkı gibi. Herkes birey olarak kendi ölçeğinde istediği şeye inanabilir ve ibadet edebilir. Ya da inanmayabilir.

Bu toplumda beraber yaşıyoruz. Batıda bilim ve fen gelişirken kimse kimseye inancını sormadı. NASA Apollo projesinde çalışan Müslüman Bilim İnsanlarına bir bakın. Farouk El BAZ sadece bunlardan birisi. A.B.D. de Aziz SANCAR ile hepimiz gurur duyduk. Türkiye’de bu başarıyı gösterebilir miydi?

Maalesef İslam coğrafyası Din ve Bilim’ i yan yana koyamadı. Onların artıkçısı ve pazarıyız sadece. Onlar için alt segment insan grubuyuz. İslam coğrafyasını yönetenlere bir bakın. İdarecilerin ailelerine ve yaşantılarına. Onların ve çocuklarının okudukları okullara bir bakın. Bazılarının eşlerine ve giyim tarzlarına. Hatta yaşam tarzlarına. Maalesef onların aynadaki yansımalarıyız. Kendi ülkemize bir bakın. Amacım siyaset değil. Hiçbir zaman siyaset yapmadım ve bu yazımda da yapmayacağım. Ancak maalesef ülkemizdeki her siyasi yapı onlara iktidar hırsı ile göz kırpıyor.

Kimseye isyan edin, bayrak açın, devrim yapın, sokaklara dökülün demiyorum. Modern, çağdaş hukuk devletlerinde değişim EĞİTİM ile başlar. AKIL ve BİLİM ön planda tutulduğu sürece bu millet ne uşak, ne de artıkçı olur. Kimsenin oyun sahası olmaz. Kimsenin pazarlık konusu olmaz. Yön verilen değil, Yön veren oluruz.

Okuyun ve bilime önem verin. İnsana ve sanata önem verin. Kaç yaşında ve ne mezunu olduğunuz hiç önemli değil. Bir kursa yazılın. Gönüllü faaliyetlere katılın. Görün bakın değişim nasıl gerçekleşiyor. Çocukları gelecek olan görün. Potansiyel kaçak işçi değil. Kadınları insan olarak kabul edin. Seks objesi ve eve kapatılacak mal olarak değil. Bir grup erkek okuyucu için söylüyorum: Hiç kimse ikinci sınıf değil. Hiç kimse sizin sahip olacağınız malınız değil. Hiç kimse penisinizin zevk makinası değil. Hiç kimse sizin kaburga kemiğinizden üretilmedi. Hiç kimse şeytan tarafından kandırılan kadın nedeni ile dünyaya azap için gönderilmedi. Hiç kimsenin görevi evde oturup sizi tatmin etmek değil. Hiç kimsenin görevi kendisini elçilere bağışlamak ta değildi. Sizlere tavsiyem bilim anlamında Marie Curie’nin hayatını iyi okuyun.

Din faktörünü önceliğine alan ve almayan ülkelere bir bakın. Kimler önde, kimler arkada. Söylemek istediğim, din pratiklerinin bireylere indirgenmesi. İsteyen istediğine inansın; ancak kişisel düzeyde inansın. Devlet düzeni, eğitim, iş yaşamı ve sosyal yaşamdan bu pratikleri uzak tutun. Görün bakın neler oluyor.

Bu yazıda bahsettiğim unsurlar inançlı ya da inançsız tüm toplumumuzun ortak kabul ettiği hususlar. Yalnız Din faktörünü hayatının tam ortasına yerleştirenler, bu faktörde sorun görmediği için suçu başka yerlerde, komplo teorilerinde ve fantastik hikâyelerde aramaya devam edecek.

Bu yazıda önceki yazılarıma nazaran daha çok yorum kullanarak Durum Etüdü yaptım. Bunu yaparken karşılaşacağım eleştiri oklarını baştan kabul ediyorum. Bazı görüşlerim, birçoğunun reddedeceği, kaynaksız ve desteksiz bulacağı fikirler olmakla beraber aslında eleştirel yaklaşanların da aklında küçük soru işaretleri kalacağına eminim. Çünkü yazıda “BİZİ, KENDİMİZİ” anlattım. Kısacası kabul edemeyeceğiniz ya da reddedeceğiniz bir husus olduğunu pek de sanmıyorum.

“Bütün ilerlemeler, insan fikrinin eseridir. Fikri harekete getirmek birinci işimiz olmalıdır. Bir kere millet benliğine hakim olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu hatayı düzeltebilir. Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş düzene girer ve düzelir.

Gözlerimizi kapayıp, yalnız yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgilenmeksizin yaşayamayız. Tersine gelişmiş, uygarlaşmış bir ulus olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız: bu yaşam ancak bilim ve fenle olur. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için bağ ve koşul yoktur.” Mustafa Kemal ATATÜRK

SENİ ANLATIYORUM

DP, din, islamiyet, Seni anlatıyorum, Nasıl deist oldum?, Deist oluş hikayesi, Deizm,Carl Sagan,Turan Dursun,Çocukluktan dinle büyümek ve sıyrılış,Dindar aileden, din ve mitoloji, Thomas Paine
En büyük hobim tek kanallı siyah-beyaz televizyonumuzda “ESTEBAN” adlı çizgi filmi izlemekti. Esteban adlı bir İspanyol çocuk 1500-1600’lerde Maya’lar ile yaşadığı ilginç hikâyeler anlatılıyordu. Fantastik bu kurgular hayal dünyamı adeta devasa hale getirmişti. Gezegenimizde bizim medeniyetimizden daha gelişmiş toplumlar daha önceleri var mıydı? Hele ki hemen hepimizde izler bırakan Yıldız Savaşları serisi. Film başladığında, “Uzun zaman önce uzak bir galakside…” diye başlayan kısa ön özetler beynimizin bir köşesine kazınmıştı. “Uzak bir galakside yaşam olabilir mi?” diye düşünüyordum.

Televizyondan uzak kalmam gereken zamanlarda (her çocuk gibi fazla izlemem yasaktı) en iyi arkadaşlarım kitaplarımdı. Jules VERNE kitaplarının adeta koleksiyonuna sahiptim. Diğer yandan dini kitaplarım da yanımdaydı her zaman. Açıklayamadığım ya da çelişkide kaldığım dönemlerde hep yardımıma onlar koşuyordu. Hatta Jules VERNE kitaplarım ve Dini kitaplarım hep karışıktı. Dini kitap dediysem aklınıza tefsir, meal, fıkıh, risaleler falan gelmesin. “Namaz Hocası, Dinimi Öğreniyorum, Ayetler ve Surelerin Türkçe Anlamları” gibisinden kitaplardı bunlar. Benim yaş grubuma yönelikti adeta. Yaşıma göre dini bilgim fena sayılmazdı. Camide 5 vakit namazını eksik etmeyen büyükler daha “Kelime-i Şehadet” in anlamını bilemezken ben buna ilave olarak Fatiha, Kevser, İhlas gibi öncelikli öğretilen sureleri anlamları ile birlikte biliyordum. Meraklıydım. Öğrenmeliydim. Ancak maalesef aynı merak ve başarıyı okul hayatımda gösteremiyordum. Okul hayatım boyunca bir defa dahi Teşekkür ya da Takdir alamamam bunun açık bir göstergesiydi.

Ailem başkalarının yanında ezilmemem için hep şu sözü söylerdi: “Bizimkinin Genel Kültürü iyi, derslere o yüzden veremiyor kendini!” onlar için bir nevi kaçamaktı. Ancak benim açımdan onların savunmasında büyük bir gerçeklik payı vardı. Evde ne kadar kuponla alınmış ansiklopedi varsa daha ilkokul 4. Sınıfta okumuştum. Okumaktan kastım önemli husus ve kavramlar idi. Ortada büyük bir çelişki vardı. Fen, Din, Coğrafya, Hayat Bilgisi, Tarih ve hatta kısmen sosyoloji ve felsefe konularında yaşımın gerektirdiğinden katbekat fazlasına sahiptim. Ancak iş Türkçe, matematik, müfredatta okutulan tarih ve hayat bilgisi konularına gelince çakıyordum. Evde misafirliğe gelen büyüklerin aslında hiç anlamadıkları ve bilmedikleri, özellikle okumadıkları aşikâr olan konular hakkında atıp tuttuklarında devreye girmem ufak gerginliklere neden olurdu. Sevgili ebeveynlerim hemen işi espriye vurur, “Bizimki de böyle işte!” gibisinden cümle kurarak kendi adlarına savunma yaparken beni de adeta “yaratık” ilan ediyorlardı. “Bizimki de böyle işte. “ cümlesinden her anlam çıkıyordu; yani arızalı, yani sağı solu belirsiz, yani ne konuştuğunu bilmez, yani o konuşur siz takmayın…. Artık adını siz koyun.

Bu noktada benim küçükken bu nedenle travma yaşadığımı düşünebilirsiniz. Ancak durum pekte böyle değildi. Özellikle Babam ve Annem ileri görüşlüydü. Sevgili babam 5 vakit namazını neredeyse hiç aksatmayan, bana göre kusursuz (ki hala bana göre öyle) bir kişilikti. Her şeye cevabı vardı. Annem Babama :”Sana çekti bu çocuk.” derdi hep. Misafirler gittikten sonra bana dönerek:” Aman oğlum demedik mi sana büyüklerin laflarına karışılmaz, onlara karşı çıkılmaz diye. Çok ayıp oğlum?” diye serzenişte bulunurlardı. Özellikle babam bilmediğim, araştırmadığım konular hakkında konuşmadığımı iyi biliyordu. Kendisi yakalamıştı bu özelliğimi. Bir keresinde bana şöyle bir sorusu olmuştu:

- “Oğlum öğle namazı normalde kaç rekattır?”.
Cevabım açık, basit ve netti:

- “Bilmiyorum baba.”
- “Neden oğlum? Sen namaz kılmayı biliyorsun? Hatta kılıyorsun, neden bilmiyorum diyorsun?”
- “Çünkü –BEN- araştırıp öğrenmedim. Hoca söyledi. Benim açıp, okuyup, doğrusunu öğrenmem lazım. Ya hoca yanılıyorsa?”


Bu cevap babamda tebessümle karışık bir şaşkınlığa neden olmuştu. “ Eh madem öğren, bana da öğretirsin diye gülümsemişti.” Kendim okuyup, anlamadıktan sonra hiçbir bilginin bende hükmü yoktu. Koşulsuz tek Hocam 2 kişiydi. Birisi Hz. Muhammed, ötekisi ise gazi Mustafa Kemal ATATÜRK. İkisinden de taviz vermezdim. Koşulsuz her söyledikleri doğruydu. Birisi Allah’ın elçisi, diğeri ise ileri görüşlü dünya lideri sayılabilecek Önderimdi. Kendi öğretmenlerimi bile derslerde “Neden? Nasıl? Niçin?” soruları ile bezdirdiğimden okul hayatım vahamet içerisindeydi. İlkokul öğretmenim beni duyumsamazlıktan gelmeye başlamıştı. Onu suçlayamazdım. Benim sorularım yüzünden ders ilerlemiyordu.

Neden? Nasıl? Niçin?...

Bu dönem evde fenomen dizimiz “Perihan Abla” idi. Evde her şey durur, çay demlenir, kek tabaklara konulup servis edilir ve televizyon karşısındaki yerimizi alırdık. Bir keresinde bir fragman yayınlanmıştı. Perihan Abla dizisinden sonra UZAY belgeseli vardı. Gâvurca ismi COSMOS idi. Carl SAGAN adında biri sunacaktı belgeseli. Uzay dendi mi benim için akan sular dururdu. Mutlaka izlemeliydim. Kendime göre bir program bulmuştum. Carl SAGAN’ ın COSMOS belgeselini izlerken yıldızlar, gezegenler, galaksiler, evren gibi tanımlar ile tanıştım. Gezegenlerin oluşumu, gezegenimizin oluşumu ve ilk canlılar en çok ilgimi çeken konular olmuştu. Karbon tabanlı ilk yaşam formları, aminoasitler, tek hücreliler, ilkel yaşam formları tabirleri ile ilk o dönem tanıştım. Merak ediyordum.

Bir husus kafama takılmıştı. Canlılar eğer türler seçim ile evrim geçiriyorsa Adem babamız ve Havva anamız? Biz primatlardan gelmiştik. E primatlarda maymunlardı ya da maymunsu. Her neyse, bu program bize dedemizin maymun ve hayvan olduğunu söylüyordu. Çözüm bulamıyordum. Kaynak yoktu. Nereye soracağımı ne araştıracağımı bilmiyordum.

Camideki hocama sormuştum ve aramızda şöyle bir diyalog geçmişti:
- “Hocam bizim ilk anne ve babamız Havva anamız ve Adem babamız doğru mu?”
- “Evet oğlum”
- “Peki onlar nasıl oldu?”
- “Oğlum çamurdan yaratıldı onlar. Cenabı Allah, kendi ruhundan üfledi.”
- “İyi de hocam nasıl?”
- “Oğlum kafanı çok kurcalama. Abuk subuk fikirlerle de beynini doldurma. Şüphesiz Allah her şeyi görendir.”
- “Ama hocam belgeselde……..?”
- “Oğlum dedim ya sana kafanı bulandırma diye? Hadi abdest al birazdan ikindi.”

Camide namaz kılmıyordum. Açıkçası namaz kılmıyordum. İyi biliyordum ama kılmıyordum. Soran olduğunda ise: “İnşallah Allah bizim gönlümüze de düşürür.” Der ve sıyrılırdım. Daha önce hocam’ la yaşadığım bir sorun ona inancımı sarsmıştı. Bana kız arkadaşımı pislik gibi göstermişlerdi. (Bu konuyu daha önce “İNANÇ ÜZERİNE” adlı yazımda anlatmıştım. O yazımı okuyanlar hikayeyi de bilirler)

Kimseyle konuşamıyordum. İçime kapanmıştım. Carl SAGAN denen gâvur beynimi bulandırmıştı. İçimden “Beyin yıkama bu olsa gerek, demek böyle kandırıyorlar bizleri” diye düşündüm. Sıyrılmalıydım bu sapkın fikirlerden. Olmazdı, olamazdı. Kandırılmıştım. Âdem babamız ve Havva anamıza alternatif bir yaratılış hikâyesi uydurmuştu dış mihraklar. Amaçları dini ve milli duygularımızı yok etmekti. Bu sayede, medeni, çağdaş ve ileri bir toplum olmamızın önüne geçilecekti. Zaten tek sorun dinimizi doğru yaşamıyor olmamızdı. Ah bir Kuran-ı Kerime bağlı yaşasak? Onda her şey eksiksiz açıklanmıştı. Hatta NASA bile eski bir Kuranı ele geçirmiş, oradaki bilgileri araştırıp öğrenerek büyük teknolojiye kavuşmuştu.

Tam bu sıyrılmalar ile uğraşırken zaman geçti. Allahtan o gâvur beni devşirememişti. Bir akşam evde kuru fasulye pişmişti. Sokaktan geldiğimden elleri yıkamaya koyulmuştum. Fasulye kokusuna yeni kırılmış soğan kokusu eşlik ediyordu evde. Televizyonda bir haber dikkatimi çekmişti. Bir suikast sonucu Turan DURSUN diye bir vatandaşı vurmuşlardı. Önemsemedim. Kim bilir kimlerle ne zoru vardı. Bu ismin aklımda kalmasının sebebi ise ilginç bir hikâyeye dayanıyordu. Bizim hocanın yeğeni mahalle arkadaşımızdı. Muhabbet ederken söylemişti, bir mürtet öldürülmüştü. “Ne mürtedi?” dedim. “Dinden dönmüş, kafir olmuş” dedi. Nasıl diye sorduğumda detayını bilmediğini, adamın aslında büyük bir din âlimi olduğunu, iyi bir insan olduğunu, ancak gâvurların beynini yıkaması ile İslam düşmanı olduğunu söylemişti. Bu nedenle de öldürülmüştü. Amcası da, yani bizim hoca da üzülmüştü. Hem öldürülmesine hem de böylesine büyük bir din âliminin dinden dönmesine…


Eve koştum. Ellerimi ve yüzümü yıkıyordum. Sanki her yerim kirliydi. Bütün suç televizyonda idi. TRT gâvurların eline geçmişti. Dinimizi kaybediyorduk. Suçlusu da TRT idi. Perihan Abla ile bizi ekranlara çekiyor, hepimiz ekran başındayken Perihan Abla’dan sonra başlayan belgesel ile beynimizi yıkıyorlardı. Dolayısı ile Perihan Abla’ da proje dizisi olmalıydı. Onlarda gâvurların ajanı idi kendimce.

Yıllar yılları kovaladı.

Üniversite yıllarında orta yolcu idim. Alkol tüketiyor, kızlarla geziyor, gâvur gibi yaşıyor ancak cumalarımı eksik etmiyordum. Orucumu tutardım. Bana “Bu ne çelişki be kardeş?” dediklerinde cevabım hazırdı: “Oğlum kusur bizde. Bana bakıp ta İslam’ı suçlama. Yanlış olan biziz. İnşallah düzeliriz” der konuyu geçiştirirdim. Turan DURSUN ve Carl SAGAN’ ın kim olduklarını öğrenmiş ve araştırmıştım. Bu konular ile artık ilgilenmiyordum. Kafamı bulandırmaktan kaçıyordum. Bir yakınımız vefat ettiğinde, 7’si, 40’ ı, 52’ si yapılırdı. Cumalara gidiyordum. Orucumu tutup teravihleri aksatmıyordum. “Zaten 11 ay günah içindeydim, bari 1 ayım ibadette olsun.” diye tuhaf bir savunma mekanizmam vardı.

Bir süre sonra ki bu süre yıllar aldı, kafamı kaldırmaya karar vermiştim. Kafamı NEDEN kaldırmaya karar verdiğimi imkân olursa ayrı bir yazı ile ayrıca anlatacağım. Küçüklüğüm aklıma gelmişti. Her ne olursa olsun araştırma huyum vardı. Sorgulayabiliyordum. Sadece din bunun dışında idi. Peki ya sebep? Acaba dini araştırmadığım için böyle sapkın yaşıyor olabilir miydim? Dinimi doğru yaşamıyor olmamın bir diğer sebebi dini pratiklerdeki “ALENİ ÇELİŞKİLER” i araştırmamış olmam olabilir miydi? Mezhepler, ibadette farklılıklar, bidatlar, vesaireler vesaireler…. Eğer doğru araştırıp okuyarak “GERÇEĞE” ulaşırsam bu çelişkilerden kurtulabilir ve sonsuz huzura erebilirdim. Doğru Müslüman olacaktım, ötesi var mı?

Benim gibi düşünen birisi daha vardı ki bu düşünceleri onu ölüme götürmüştü: KONCA KURİŞ. Kadıncağız yalın İslam’a ulaşmak için sünnet ve Kuran rehberliğinin baz alınması gerektiğini söylediği için öldürülmüştü.

Peki ya Turan DURSUN? Neden bu adam bir din alimi iken hararetli bir ateiste dönüşmüştü? Bahriye ÜÇOK neden öldürülmüştü? İlhan ARSEL neler söylüyordu böyle? Ya Arif TEKİN? Ya Yaşar Nuri ÖZTÜRK? Fetullah? Beyaz Hoca? Aczimendiler? O cular? Bu cular? Neler oluyordu?

Tüm ülke uyuyordu. MATRIX’ i yaşıyorduk adeta. Bir bilinmezi yaşıyor ve ona inanıyorduk. Dini kim doğru yaşıyordu? Neden bu kadar fraksiyon vardı?

Araştırmalıydım. Ne pahasına mal olacaksa olsun öğrenmeliydim. İlk iş Türkçe Kuran tefsirleri ve meallerine başladım. Arkasından Kütüb-i Sitte, Siyer araştırmalarım. Tirmizi, Buhari, Müslim ve diğerleri….. İmamı Azam, İmamı şafi…. Emeviler, Abbasiler, 4 halife dönemi… Peygamberlerin hayatı…. Sümerler… Mısırlılar…. Mu uygarlığı….Babilliler… Atonun dini… Yahudiler… Hristiyanlar… Eski ahit ve yeni ahit…. Pavlus ve barnabas…El-ilah….Thomas PAINE… Deizm… Ateizm… İnternet sınırsız bilgi imkanı bulmuştu. Kaynağı belli olmayan, saçma sapan veri yığınları arasından bilgileri adeta ayıklıyordum. En önemli kıstasım KAYNAK idi. Kaynağı olmayan hiçbir verinin bende hükmü yoktu.

Beynimde bir sürü kavram karmaşası vardı. Her şeyin en başına, çocukluğuma dönmüştüm. Bir gâvur vardı. Beynimi yıkamaya çalışan bir ajan gâvur… Carl SAGAN…

Çocukluğumda ket vurduğum, silmeye çalıştığım o belgeselleri internette tekrar buldum. İzledim… Ortada bariz bir karmaşa vardı. Kandıranlar ve kandırılanlar vardı. SAGAN doğruları söylüyordu. Birileri beni fena “Keklemişti”. Sadece beni değil, insanlığı keklemişti. Amaçları yönetmek, kazanmak ve hükmetmek idi. Eski çağlarda orta doğuda çıkan inançlar evrilmiş evrilmiş, fraksiyonlara ayrılmış ve dünyayı adeta bilimden uzak süngere çevirmişti. Sözde tanrılar ile konuşanlara, yaratıcı sayısız kendini hibe eden kadınlar-kızlar vermişti. Denizleri ikiye ayırıyorlardı, mucizelerin dibine vuruyorlardı. Bu dünyada çektiğiniz sıkıntıların önemi yoktu. Ölürseniz nasıl olsa huriler, süt ve şarap ırmakları vardı. Sonsuz seks ve sonsuz zevk. Turan DURSUN, Carl SAGAN, Thomas PAINE…. Aslında doğruları söylüyorlardı. Sadece Turan DURSUN’ un mantığı benimle örtüşmüyordu. Thomas PAINE daha yakındı. Bir yaratıcı olmalı idi. Bunu mantığım zaten bana söylüyordu. Evren bunu söylüyordu.

Kafamda ve beynimde yalnızdım. Konuyu biraz açmaya kalksam tepkiler alıyordum. Sanırım bende zihinsel bir sorun vardı. Şüphesiz zalimlerdendim. Apaçık sunulan kanıtlara rağmen inanmıyordum. Yok olması gereken bir yaratılış artığı idim. İnsanlara ibret olması için yaratılmış ucubelerdendim. Herkes inanıyordu. Herkes doğru yaşıyordu. Ben ise arızalı idim.

Bu durumu da atlattım. Kendi inancımı kendi içimde yaşıyordum. Varsın millet ne düşünürse düşünsün durumunda idim. Aradan çok zaman geçmişti.

Derken internette boş boş bakındığım bir gün ilginç bir bloğa denk geldim. Yalnız değildim. Birçokları vardı benim gibi düşünen. İnanamıyordum.

Ve bu kişilerden bir tanesi…. Admin Panpa… Mizahi dili ile adeta düşüncelerime tercüman olmuştu bu arkadaş. Blog’ undaki yazılarından ziyade yorumlara bakmayı tercih ediyordum. Benim gibi düşünen çokları vardı. Bu vatandaş daha sonra Blog’ unu kapattı ve yeni bir site açtı. “DİN VE MİTOLOJİ”. Sonrası mı? İşte buradayım.

Bu yazıyı okuyarak bana “Deli, ajan, gavur, mürtet, kandırılmış, sapmış, zalim….vs” gibi yakıştırmalar ile yorum yaparak zamanınızı heba etmeyin. Bana yorum yaparak hakaret edeceğiniz süreyi Kuranı ve Dinleri araştırmaya ayırın. İyi insan olun. Eğer şu an yaşadığınız dinin Hz. Muhammed zamanında yaşanılan İslam olduğunu söylerseniz inanın ayvayı yemiş durumdasınız ki sizi kimse kurtaramaz. O dönem ki İslam ile şu an yaşanılan İslam tamamen farklı. İstediğiniz İslam âlimine sorun. Şunu da düşünün. Evreni, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri yaratıp bir düzene koyan, âlemleri yaratıp koordine eden bir yaratıcı, kalkıp kadınlara :” kendinizi elçime hibe edin” der mi? İlhan ARSEL kitaplarına bir göz atın derim. Sonra tartışalım.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

HURİ NEDİR?

Huri nedir?, Huri ne demek?, Huri, mitoloji, İslam mitolojisi, Huriler, Cennette huriler, Cennet, Kur'an, Erkeklere verilecek huriler, Adam karısını beğenmiyorsa yerine verilecek huri, A, islamiyet,
Kuran'da da geçen huriler cennetteki sadık insanlara eşlik edecek olan kadın varlıklardır. Hadislerde atıfta bulunan 72 bakire ile sıkça bağlantılıdırlar. Huriler hadislerde genç, güzel göğüslü, yuvarlak gözlü kızlar olarak tanımlanmaktadır. Onlar tükürmez , dışkı, idrar yapmaz veya arıtır. Bir Müslüman ile cinsel ilişkiye girdikten sonra, hemen bekaretini geri kazanır ve hurilerin şeffaf bir cildi vardır. Kemiklerinin iliğini " açık camda kırmızı şarap gibi " görebilirsiniz. Bazı hadislere göre onlar 30 metreden uzundurlar.

Cennete girdikten sonra, Müslüman bir adamın, kusurlarının silinmesiyle daha genç yaştaki benliğine kavuştuğuna inanılır; bu bir nevi Matrix filmindeki kalıcı benlik görüntüsü gibidir. Eğer gerçek aşkı bir mümin ise, ona cennette, genç ve güzel olarak katılır ve bakire olarak yeniden hazırlanır. Ama eğer adam onu sevmezse (dünyadaki eşini), onunla birlikte sonsuza dek yaşamak zorunda kalmaz. Bunun yerine eşinin, bir kopyasını alacaktır.

Hurilerin tam doğası hakkında İslam'da çok tartışma vardır. Melekler gibi hurilerin de özgür iradesi yoktur. Efendilerinin emirlerine neşeyle uymalı ve itaat etmelilerdir.

(Bu inanış bile, insan tarafından Tanrı söyledi denerek var edilen bir dinin, o günün toplumunda kadına nasıl baktığını, sözde Tanrılarının erkeğe nasıl üstün ayrıcalıklar verip onun zevklerini dünyada ve ahiret inancında gözettiğini göstermek için yeterlidir.)

Yazıyı bitirirken dipnot: Bu konuyla ilgili, mitolojik değilde, dini anlamda, sağlam bir yazı yazacağım ilerleyen zamanlarda. Sağlıcakla kalın.

Yazan: Anu

ALLAH SÖZCÜĞÜNÜN KAYNAĞI VE AKADEMİSYENLER

A, Akademisyenlere göre Allah sözcüğü, Allah, Allah ay Tanrısıdır, Allah sözcüğünün kaynağı, Arap putperestlerin ay Tanrısı Al-ilah, din, islamiyet, Kabe, tanrı, Yaratıcı,
Birçok insan Allah ne demek? diye düşünüyor çoğu zaman. Allah sözcüğünün kaynağı, kökenleri hakkında akademisyenlerin açıklamalarını sizlerle paylaşmak için bu makaleyi hazırladım.

"ALLAH" SÖZCÜĞÜNÜN KAYNAĞI HAKKINDA AKADEMİSYENLER NE DİYOR?
Kara taşın (Hacerül Esved) herhangi bir özel tanrı ile bağlantılı olduğu söylenemez. Kabe'de, Mekke ve Kabe Tanrısı olarak da bilinen Tanrı Hubal'ın heykeli vardı. Bilgin Leone Caetani Kabe ve Hubal arasındaki bağlantıya büyük önem verir. Kabe içindeki ya da Kabe'deki tek idolün Kara Taş olduğundan emin olunabilir. Bunların yanında 360 putun arasında birkaç özel ilah ve ilaheden bahsedilmektedir. (İslam İlk Ansiklopedisi, E.J. Brill, 1987, İslam, sayfa 587-591)

"Kuran ayetleri, Allah'ın cahiliye ya da İslam öncesi Arabistan'da var olduğu anlamına geldiğini belirtir. Bazı putperest kabileler, 'Allah' olarak adlandırılan ve cennet yaratıcısı olduğuna inandıkları bir Tanrıya inandılar ve toprak sahibi olan bu Tanrı Tanrıların hiyerarşisindeki en üst kademeye sahipti. Arap kabilelerin 'Evin Efendisi' olarak (yani Kabenin) seçtikleri Allah'a inandıkları bilinmektedir; ... Dolayısıyla Kuran'ın Allah'a bakışının tamamen yeni olmadığı açıktır " (Kuran'ın İçeriği İçin Bir Kılavuz , Faruk Şerif, (Reading, 1995), s. 21-22., Müslüman)

El-Masudi (Murudj, iv. 47) ye göre bazı insanlar Kabe'yi güneş, ay ve beş gezegene ayrılmış bir tapınak olarak görüyorlardı. Kabe'nin etrafında yerleştirilmiş 360 putda bu yöndeydi. Bu nedenle bir astral sembolizmin var olduğunu inkar etmek neredeyse imkansızdır. ( İslam İlk Ansiklopedisi, EJ Brill , 1987, İslam, sayfa 587-591)

Kuran'ın kendisinde şahit olduğumuz Allah İslam öncesi Arabistan'da da çok iyi biliniyordu. Nitekim Kuzey Arabistan'da bulunan Theophorus yazıtlarında hem o hem de kadınsı biçimi Allat bulunmaktadır. ( İslam: Muhammed ve onun Dini , Arthur Jeffery, 1958, s. 85)



Gördüğünüz gibi Allah ne demek? diye soranların çoğu, aynı tanrının Mekke'de daha önce var olduğunu, putperest insanların İslam öncesinde ona taptıklarını bilmiyorlar. Diğer akademisyenlerin araştırmaları ile devam edelim.

Mekke'de Allah isimli bir Tanrı vardı. O bütün yerel Tanrıların en güçlüsü olan, her Mekkeli'nin ihtiyaç duyduğu zaman dua edip sığındıkları bir güçtü. Ancak her zaman var olmuş olan Allah putu diğer Tanrılara göre daha güçsüz ve Tanrı olmaktan uzaktı. Ancak Muhammed döneminde güçlendi. Ay kabilesinin taptığı putlardan üç güçlü Tanrıçayı alaşağı etmek için Kabe'nin efendisi olarak Ay Tanrısının yerine geçti: El-Manat, kader Tanrıçası, Al-Lat, Tanrıların annesi ve Uz-Uza Venüs gezegeniydi. ( İslam ve Araplar , Rom Landau, 1958 s 11-21)

Görülüyor ki Muhammed Mekke'de vaaz etmeye başladığında Allah bilinmeyen ve de önemsiz bir Tanrı değildi. Aynı derecede kesin olan şey Kuran'ın küçümsediği diğer şeyleri (Tapınağını paylaşan diğer Tanrı ve Tanrıçalar) Allah'ın aldığıdır. Barbarlık Çağındaki putperestlerin atasözlerindem şanlı sözlerinin 103.son fıkrası şöyleydi, "İşte buradayım ey Allah'ım; Sahip olduğun bir eşin dışında hiçbir ortağın yok; Ona ve herkese sahipsin." Bu şimdiye kadar gördüğümüz şeylerin, Mekke'de "Yüksek Tanrı" olarak tanınmasının Hristiyanlığa doğru yükselen bir eğilim olduğu görüşünü yansıtabilir. Ancak yerine tek dedikleri yeni ilahlarını koyan Müslümanlar için bu yeterli değildi, bir süre sonra Allah'ın eşi de ortadan kalktı: "İşte buradayım ey Allah'ım; Senin eşin yoktur; övgü ve lütuflar sana ve imparatorluğunadır; Senin ortağın yoktur. " (Hac , FE Peters, p 3-41, 1994)

Allah'a Mekke'deki kabede ibadet edildi ve muhtemelen o yerde bulunan ünlü Siyah Taş ile temsil ediliyordu. ( Dünya Dinlerinin Arkeolojisi , Jack Finegan, 1952, s482-485, 492)

İslam'ın başlamasından önce bu üç tanrıça Allah'a kız çocukları olarak ilişkilendirilmiş ve hepsine de Mekke ve çevresindeki diğer yerlerde ibadet edilmiştir. ( Dünya Dinlerinin Arkeolojisi , Jack Finegan, 1952, s482-485, 492)

Mekke'de tek Tanrılık olmasa da, Allah (İlah, Tanrı) bir baş tanrıydı. Bu eski bir isimdi. Biri Güney-Ula'da, bir diğeri Sabae'de bulunan bir tehdit olan, ancak beşinci yüzyılın Lihanit kitabelerindeki iki Arapça yazıtta görülür. Lihyan Tanrı'yı Suriye'den almıştır. Arabistan'daki bu Tanrıya ibadet eden ilk merkezdir. Adı İslam'dan 500 yıl öncesindeki Safa yazıtlarında ve ayrıca Suriye'nin Jimal şehrinde bulunan ve altıncı yüzyıla atfedilen İslam öncesi Hristiyan bir Arapça yazıtta "Halla" olarak geçmektedir. Muhammed'in babasının adı 'Abd-Allah'tır (Abdullah, köle veya Allah'ın kulu). Allah'ın yaratıcı ve güç sağlayıcı olarak eski Müslüman Mekkeliler tarafından anıldığı ve özel tehlike dönemlerinde yardım istenecek kadar özel yeri olduğu, 31: 24, 31 gibi pasajlardan anlaşılmaktadır; 6: 137, 109; 23: Şüphesiz o, Kureyş'in kabile Tanrısıydı. (Arapların Tarihi , Philip K. Hitti, 1937, s. 96-101)

Muhammed inancını bildirdiğinde: 'Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur' diye yeni bir Tanrı'yı tanıtmaya çalışmıyordu. Putperest vatandaşları bu ilahi gücü zaten biliyordu ve kabul ettiler. Allah adı hem yazıtlarda hem de Allah'ın kulu olan Abd Allah gibi bileşik isimlerle Hz. Muhammed zamanından önce kullanılıyordu. 'Gökleri ve yeri kimin yarattığını ve güneşe ve aya yasalar koyanı sorarsan kesinlikle Allah'tır diyeceklerdir. (Sure 29, 6 1 ve 63).
Putperestler aşırı tehlikede özellikle de denizde iken Allah'a sığınıyorlardı (29, 65, 31, 31, 17, 69). Ancak yine arazide olduklarında ve güvende olduklarında Tanrısal şerefleri diğer varlıklar ile paylaşıyorlardı. Allah'ın insanlara belli emirler vermesi gerekiyordu (Sura 6, 139 ff) ve insanlar en kutsal yeminleri onun adına ederlerdi (Zira Surat 3, r, 40; 16, 40). Böylece Allah'a hak ettiği gibi ibadet edilmese de Allah'ın kültü tamamen ihmal edilmemiş oluyordu. Allah'a ve diğer tanrılardan (6, 137) kendilerini koruması veya tahıl ve sığırların ilk meyvelerini vermesini sağlaması istenirdi. Fakat her şeyden önce Allah Kabe'nin efendisi olarak görüldü Orta Arabistan'ın en kutsal kültüne adanmış olan Tanrıydı. En eski Surelerden birinde Muhammed kabilesine Kureyşlileri iki yaşındaki ticaret karavanının donatılmasına izin veren ve onlara önem veren bu evin Rabbine ibadet etmeye çağırıyor ve onların güvenlik içinde yaşamalarına izin veriyordu. Kendisi ile ilgili olarak, 'Evin Efendisi' yani Kabe'ye (Ka'ba) ibadet etme emrini verdiğini söylüyordu. Öyle görünüyor ki Peygamber ve halkı Kabe ayini aracılığıyla ibadet edilen Allah'ın aynı Allah olduğu konusunda tamamen hemfikirdir. Kendisi ile ilgili olarak 'Evin Efendisi' yani Kabe'ye ibadet etme emrini verdiğini söylüyor. (Muhammed: Adam ve inancı , Tor Andrae, 1936, Theophil Menzel tarafından çevrildi, 1960, s13-30)

İslam'a karşı erken Hristiyan savunucularından biri olan El-Kindi, İslam ve onun tanrısı Allah'ın İncil'den değil paganizmden geldiğini belirtti. Hristiyanlar Ay-tanrısı ve onun kızları el-Uzza, el-Lat ve Manat'a tapınmadılar. (Erken Hristiyan-Müslüman Tartışmalar 3, ed. NA Newman, Hatfield, PA, IBRI 1994, ss tarafından .357, 413, 426).

Muhammed'in babası Abd Allah'ın ("Allah'ın kulu") seçilmesinden önceki günlerde, yalnızca" Tanrı "(İlah) olarak adlandırılan bir Tanrı kültü güney Suriye ve Kuzey Arabistan'da biliniyordu ve açıkçası Mekke'de merkezi bir önemi olan ve Ka'bah (Kabe) diye adlandırılan bina tartışmasız şekilde onun eviydi. Aslında Müslümanlar bu noktaya kesin olarak işaret ediyor: Mekke'nin en büyük kabilesi olan Kureyş Muhammed tarafından Allah'a inanmaya çağırılıyordu. Bu Allah'ın Mekke'de sadece bir tanrı olarak değil Mekke tanrılarının en güçlüsü ve başı olarak yani "yüksek tanrı" olarak kabul edildiği görülüyor. Muhammed Mekke'ye ibadet vaaz etmeye başladığında Kur'an'ın önceden bilinmeyen önemsiz bir Tanrısı yoktu. "(Modern İslam Dünyası Oxford Ansiklopedisi , ed. John L. Esposito, 1995, sayfa 76-77)


"İslam öncesinde Cahiliye Dönemi olarak adlandırılan günlerde Arapların dini Paganizm'di. Kuyular, ağaçlar, taşlar, mağaralar ve diğer doğal cisimler aracılığıyla insan tanrı ile temas kurabilirdi. Mekke'de Allah peygamberin kavmi olan Kureyş'in Tanrısı ve Tanrılarının en yücesiydi. Allah'ın üç kızı vardı: Herkes tarafından en çok saygı gören ve insan kurbanından memnun olan Al Uzzah (Venüs); Kader tanrıçası Manah ve sebze hayatının tanrıçası Al Lat. Hubal ve 300'den fazla kişi bu tanrılar topluluğunu oluşturuyordu. Mekke'deki merkezi tapınak küp şeklinde taş bir yapı olan Kabe'ydi ve sonrasında pek çok kez yeniden inşa edilmiş halde varlığını sürdürmektedir. Bir köşesinde yer alan ve hacıların öptüğü siyah taş muhtemelen bir meteor parçasıydı fakat haccın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti" (Arapla tanış, John Van Ess, 1943, s. 29.)

"İslam'dan önce Arap dünyasının dinleri cinler olarak adlandırılan birçok ruha ibadet etmeyi içeriyordu, Allah Mekke'de ibadet edilen birçok tanrıdan sadece biriydi ancak Muhammed Allah'ı tek Tanrı olarak ilan etti ve ona ibadet edilmesi gerektiğini söyleyerek ibadeti öğretti. (Kısa Felsefe Tarihi , Robert C. Solomon, s.130)

Allah aslen Ay ile ilişkilendirildi ve ayın tanrısı olan Ilmaqah'dan önce gelirdi...
Allat ise Allah'ın kadın muadiliydi."(Klasik Olmayan Bir Mitoloji Sözlüğü , Marian Edwardes, Lewis Spence, Allah, s.7)

Putperest Arabistan'da yüzlerce tanrı vardı; Kabe tek seferde üç yüz altmış yedi kişiyi barındıracaktı. Kuran'da sözü edilenlerin hepsi İslamın içinde al-Uzzah (güç), al-Lat (tanrıça) ve Manah (kader) hakkında en çok saygı gören kişilerdi. Hicaz kabileleri tarafından ibadet edilen üç kadın tanrı Muhammed vaaz vermeye başladığında Allah'ın kızları olarak görülüyordu. Pagan Arabistan'ın en üstün tanrısı olan Allah Arabistan'ın güney ucundan Akdeniz'e kadar çeşitli yoğunlukta ibadetin hedefiydi. Babil'liler için "İl" (tanrı) idi; sonra da İsraillilere "El" şeklinde geçti. Güney Arapları ve bedeviler ona "İlah" olarak tapıyordu. Yahudilik ve Hristiyanlıktaki tek Tanrı kavramları Allah'ın yüzlerce putperest tanrı arasından tek tanrıya dönüşmesini teşvik etti. Dolayısıyla "Allah"ın Müslümanlara Hristiyanlardan ve Yahudilerden geçtiği fikrini kabul etmek için hiçbir neden yoktur. (İslam , İnanç ve Mücadeleler, Caesar E. Farah, s.2-7, 26-35)

Çeviren & Derleyen: Anu

KUR'AN'DA KONUŞAN MUHAMMED'DİR

AY, Kur'an'da konuşan Muhammed'dir, Kuran Muhammedin el yazmasıdır, Kevser suresi, Hz Muhammed, Muhammed'e ebter dendiği için, Muhammed Tanrı dedi diyerek, din, islamiyet,
Muhammed’i en çok huzursuz eden şeylerden biri de, kişilerin onun aleyhinde konuşur olmalarıydı . Bundan asla hoşlanmadığı için, Kur'an’a bununla ilgili ayetler koymaktan geri kalmamıştır.

Verilebilecek pek çok örnekten bir ikisiyle yetinelim:

Kur’an’ın Kevser Suresi’nde şöyle yazılıdır:

“(Ey Muhammed!) Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik. Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes. Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir” (Kevser Suresi, ayet. 1-3).

Muhammed, bu ayeti bazı kişilerin kendisi hakkında “O bir Ebter’dir” şeklinde konuşarak hakaret etmeleri nedeniyle Kur’an’a koymuştur. Çünkü, Araplar arasında “Ebter” sözcüğü, erkek çocuğu olmayan, yani “nesli kesik” olanlar için kullanılan bir sözcüktür ki, bir bakıma hakaret anlamına gelir. Muhammed’in ilk karısı Hatice’den dört kızı ve iki (ya da dört) erkek çocuğu olmuş, fakat erkek çocukların hepsi çok küçük yaşlarda ölmüşlerdi. Daha sonra Mariya adındaki cariyesinden İbrahim adındaki oğlu doğmuş, o da az geçmeden hastalanarak ölmüştü. Bir türlü erkek çocuk sahibi olamadığı için, Muhammed, Tanrı’ya çok yalvarmış, fakat yalvarışı karşılıksız kalmıştı. Ve işte bu üzüntü içindeyken bir de El-As b.’Vail gibi muhaliflerin kendisi hakkında, “(Muhammed) nesli kesik, oğlu olmayan bir adamdır. Ölse adı sanı anılmayacak…” şeklindeki alaylarına maruz kaldığı için, yukarıdaki ayeti koyarak, Tanrı’nın kendisine oğlan çocuk yerine “Kevser”i, en büyük bir nimet olmak üzere vereceğini söylemiştir.

Kimi yorumculara göre “Kevser”, cennette bütün ırmakların kaynağı olan ve iki yanında inciden kaplar bulunan bir nehirdir. Fakat, bunun cennette girmeden önce içinden su içilecek bir havuz ya da “kesikliğe uğramayan soy-sop” demek olduğunu söyleyenler de vardır. Her ne olursa olsun, ayete göre Tanrı, Muhammed’e böylesine emsalsiz bir nimet verdiğini bildirmektedir. Bildirirken de, Muhammed’e “Ebter” diyenlerin hakkından geleceğini anlatmak üzere “…Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir” şeklinde konuşmaktadır.

Şimdi sormak gerekir: Neden Tanrı Muhammed’e, hem onu mutlu kılmak hem de neslini sürdürme olasılığını sağlamak üzere oğlan çocuk vermez de “Kevser” verir ve yukarıdaki şekilde konuşur?

Söylemeye gerek yoktur ki, konuşan Muhammed’dir.

TAHRİM SURESİ'NDE KONUŞAN MUHAMMED'DİR

AA,din,Tahrim suresinde konuşan Muhammeddir,Kuran Muhammedin el yazmasıdır,Kuranı Muhammed yazmıştır,Tahrim suresi, islamiyet, Aişe ve Hafsa,Muhammed'in yazdığı Kuran,Ku'ran
HAFSA VE MARYA
Tahrim suresi, Kur'an’ın 66. suresidir ve 12 ayettir. Bu sure de, Ahzab suresi ayarında bir içeriğe sahiptir. Yani yine Muhammed’in ‘özel’ hayatına ilişkin hükümler barındırır.

Özellikle ilk 5 ayet, konunun belkemiğidir. Bu ayetlerin yazılmasının sebebi, Muhammed’in, eşleriyle yaşadığı bazı anlaşmazlıklardır. O da durumu düzeltmek ve eşlerini tehdit etmek için bu ayetleri yazıyor.

Anlaşmazlığın sebebi ise, Muhammed’in cariyesi Marya’dır. Pek çok tefsirde de işlendiği gibi, Muhammed, ‘sırası’ Hafsa’ya (halife Ömer’in kızı) geldiği bir günde, Hafsa’nın evine gider. Hafsa yoktur. O sırada da cariyesi Marya eve gelir. Muhammed, Marya ile odaya çekilmiştir. Bu esnada Hafsa da eve gelmiştir.

Geldiğinde, durumu görür ve doğal olarak tepki verir. Çünkü olay, kendi gününde ve kendi evinde yaşanmaktadır. Muhammed de durumu toparlamak için, ‘Vallahi bir daha Marya’yla yatmayacağım.’ diye yemin eder. Yani ne yapmıştır? Marya’yı kendine haram etmiştir.

İşte Muhammed, bu yemininden bir süre sonra pişman olmuş olacak ki, şu 2 ayeti yazarak sureye giriş yapıyor:

Tahrim, 1:
Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Tahrim, 2:
Allah, (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmanızı size meşru kılmıştır. Sizin yardımcınız Allah’tır. O, bilendir, hikmet sahibidir.

Bu 2 ‘kurtarıcı’ ayet sayesinde, Muhammed’in kendisine haram ettiği Marya ile ilgili problem ortadan kalkmış oluyor. Ama olay tam olarak kapanmıyor tabi.

Hafsa, bu olayı kimseye anlatmaması için uyarılıyor. Ama Hafsa, bunu saklayamayıp Aişe’ye anlatıyor. Bu olayların tümü, Buhari de dâhil olmak üzere en güvenilir kaynaklarda anlatılıyor zaten. Hafsa’nın Aişe’ye bunu anlattığını, Muhammed de bir şekilde öğreniyor. Öğrenince, şu ayeti yazıyor:

Tahrim, 3:
Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.

Tabi Muhammed’in bu haberi kimden aldığını bilemiyoruz. Belki Aişe söyledi, belki de kulak misafiri olan bir başkası. Bunun kaynaklarda belirtilmemesi de normal, çünkü ayette ‘Allah söyledi’ diyor zaten. İster Aişe olsun, ister başka biri olsun, sonuçta Muhammed’in kulağına bu söz gelmiş ve o da durumu toparlamak için ayet yazmış.

Aslında sırf bu ayet bile, Muhammed’in eşlerinin, onun peygamberliğine inanmadığının kanıtıdır. Hiç ‘peygamber eşi’ olan bir kişi, ‘Bunu sana kim bildirdi?’ diye soru sorar mı? Mademki bu kişinin peygamberliğine inanılıyor, Allah’ın bildirdiği belli değil mi? Böyle bir sorunun sorulmasının mantığı nedir? Bu sorunun sorulması bile, insanların, Muhammed’e olan güveni hakkında bize ipuçları vermektedir.

Muhammed, olayın büyüyeceğini sezince, eşlerini uyarma gereği duyuyor tabi. İki ayet de bunun için patlatıyor:

Tahrim, 4:
Eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz, (yerinde olur). Çünkü kalpleriniz sapmıştı. Ve eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka verirseniz bilesiniz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de (ona) yardımcıdır.

Tahrim, 5:
Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi kendini Allah a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bâkire eşler verebilir.

Özellikle şu 5. ayet, tam bir kepazeliktir. Kuran’ın ‘Allah kelamı’ olmadığını tek başına kanıtlamaya yeter. Hiç Tanrı, peygamberinin eşlerini ‘Akıllı olun, yoksa ona başka bakire kadınlar veririm.’ diye tehdit eder mi? Böyle bir saçmalık olabilir mi? Dünyanın bütün derdi bitmiş, Allah, peygamberinin ‘özel’ hayatıyla uğraşıyor, nikâh kıyıyor, kuzenlerini helal ediyor, eşlerini tehdit ediyor vs. Bu kadar şey bile Kuran hakkında fikir sahibi olmak için yeterlidir. Sorgulayan hiçbir insan, bu saçmalığın içinde hapis kalamaz.

Tabi bu ayetten sonra konuyu değiştiriyor Muhammed. Her zamanki taktik. Aynı taktiği, Ahzab suresinde de uyguladığını görmüştük.

Tahrim, 6:
Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.

Tahrim, 7:
Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin! Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz, (denilir).

Tahrim, 8:
Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin” derler.

Tahrim, 9:
Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!

İşte bu 4 ayet, konuyu dağıtma amaçlı olarak araya sıkıştırılmıştır. Her zaman olduğu gibi, klasik mesajlar veriliyor. Kuran’da yüzlerce kere tekrarlanan şeyler, burada da tekrarlanmış.

Sonra konuya geri dönüyor Muhammed. Çünkü olay hala daha tam kapanmadı. Bitirici vuruşu yapması lazım.

Tahrim, 10:
Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin! denildi.

Tahrim, 11:
Allah, inananlara da Firavun’un karısını misal gösterdi. O: Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! demişti.

Tahrim, 12:
İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.

Bu 3 ayetle de bitirici vuruşu yapmış oluyor. Gördüğünüz gibi, bu 3 ayette, önce 2 tane ‘cehennemlik’ kadın, sonra da 2 tane ‘cennetlik’ kadın örnek veriliyor. Neden 2’şer tane kadın örnek veriliyor?

Çünkü bu ayetlerle korkutulmak istenen, Aişe ve Hafsa’dır. Zira Aişe de artık Muhammed’in ‘Marya meselesi’ni bilmektedir. O yüzden, bu son 3 ayet de Muhammed’in bu 2 eşine özeldir ve açıkça tehdit edilmektedirler. Yani ağızlarını sıkı tutmaları gerekiyor. ‘Benzeri yazılamayacak’(!) olan kitaptan inciler.

DİNLERİN EVRİMİ

DP, din, Dinlerin evrimi, Dinlerin birbirine evrimi, Dinlerin kendi içlerinde evrimi, islamiyet, Dinlerin iddiaları, Kuran çelişkileri, Şura suresi, Sebe suresi, Hicr suresi, Mezmur, Matta, Petrus, “Kesin olarak bilesiniz ki bu zikri (vahyi, Kur'an’ı) kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” (Hicr, 15/9)

"Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'ân'ın âyetleridir." (Hicr, 15/1; bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamberine ve ona indirdiği kitaba ve ondan önceki indirdiği kitaplara gereği gibi inanın.” Nisa (4) Süresi, 136. ayet

“Senin sözün göklerde, Devirler boyu durur ey Yehova.” (Mezmur, 119/89)

“Gök ve yer ortadan kalkacak, ama benim sözlerim asla ortadan kalkmayacaktır.” (Matta, 24/35)

“Çünkü ölümlü değil, ölümsüz bir tohumdan, yani Tanrı'nın diri ve kalıcı sözü aracılığıyla yeniden doğdunuz. Nitekim 'İnsan soyu bir ota benzer. Tüm yüceliği de kır çiçeği gibidir. Ot kurur, çiçeği düşer. Ama Rabbin sözü sonsuza dek kalıcıdır.' İşte size müjdelenmiş olan söz budur.” (Petrus, 1/23-25)

Dinlerin evrimini iki ayrı kategoride inceleyebiliriz:
  1. Dinlerin Birbirlerine Evrimi
  2. Dinlerin Kendi İçlerinde Evrimi
Bunları ayrı ayrı inceleyecek olursak;

1) Dinlerin Birbirlerine Evrimi:
Bu savı inanan ve inanmayan tüm çevreler kabul eder. İnanların bu evrime inanmalarının sebebi, yaratıcının tek din üzerine olduğu, dinlerin birbirini tekrar etmesinin bu yüzden mümkün olduğudur. Dolayısı ile bu savı reddetmez, aksine desteklerler. Farklı bir biçimde inanmayanlarında en çok savunduğu sav budur ki, her dinin bir öncekinden etkilenerek devamı niteliğinden olduğu, mitolojik dinlerden evrildiği yönündedir.

Burada inananlar için aslında bir sorun vardır. Bu sorun da, gelen yeni dinin gelme sebebinin bir öncekinin yozlaşmış olduğu, aslında bozulduğudur. Hatta önceki kitapta aslında kendinden sonraki gelecek kitabı ve peygamberi desteklemiş olduğunu savunulur ki bu durumun kanıtları hiçbir zaman yoktur (Tevrat, İncilden bahsetmez, İncil, Kurandan bahsetmez). Bazı çevreler örneğin “Aslında gerçek incilde yazıyor. Vatikan biliyor ama söylemiyor.” gibisinden yorumlar yapsa da bunun ne dini ne de bilimsel hiçbir dayanağı yoktur. Yazının başında Tevrat ve incilden alınan ayetler bunu açıkça belirtmektedir. Bu yönde daha birçok sözde bu kitapların kendi söylevlerinde bulunmaktadır. Dolayısı ile her kitap kendinin yegâne göklerde yazılı kitap olduğunu, kendinden sonra bir kitabın gelmeyeceğini savunur. Fakat farklı bir yerde çıkan kitap aslında öncekinin devamı olduğunu savunur. İnanlar için bu bilinmezlik ve paradoks (ki aslında bilinir) sürer gider.

Dolayısı ile tüm semavi dinler “Dinlerin Evrimi” savını kabul eder, ancak hak dinin kendisi olduğunu savunur. Bu açıdan bakıldığında bile her din “Yaratanına” şirk koşmaktadır. Çünkü yaratıcı madem mükemmel, kusursuz, evrensel denge sağlayıcı, sorgulanamaz ve her şeyi bilen ise indirdiği kitabın daha sonra kusurlu hale getirilmesine ses çıkarmaz? İstese kusursuz bir sistemi getirebilirdi ki tüm kitaplar kendini kusursuz ilan ederken sonrakiler onları yozlaşmış kabul ediyor. Demek ki “Yaratılanlar” “Yaratandan” daha kudretli ve zeki ki onun indirdiğini sorgulayabilip değiştirebiliyorlar.

Gerçi her inanç bu duruma karşıda hazırlıklı olarak bir reddiye geliştirmiştir. Nedir bu reddiye mekanizması, “Yaratıcı aslında bizi sınıyor. Acaba onun kelamından çıkacak mıyız diye. Ne zaman biz sapkınlaşırsak o zaman bizi yeni bir peygamber ve kitap ile uyarıyor.”. Her peygamber kendini son peygamber ilan ediyor ve kendini öncekilerden üstün addediliyor. Bu reddiyenin sebebi şudur; eğer gelen din bir öncekini tamamlayıcı veya düzeltici değil ise bu yeni gelen dinin varlık sebebi ortadan kalkar. Sağlam bir dayanak bulunmalıdır. Yoksa insanlar peygamber olduğunu söyleyen kişiye inanmazlar. Bahsettiğimiz bu husus nedeni ile her semavi din bir öncekini kabul ederken kendinden sonrakileri kabul etmez, ayrıca kendinden sonra gelen dinlerin, kendi dinlerinden çıkarları nedeni ile ayrılan gruplar olduğunu ilan eder. (Yahudilerin İsa’ yı reddi, Musevi ve Hristiyanların Muhammed’i reddi).

Bu durum inanlar için (hangi dine mensup olursa olsun) baştan aşağı şirk ve eş koşmak kokmaktadır. Kitaplarda bahsedilen kudretli Tanrı inancına bakarsak. Beşer olan insanoğlu “Yaratanın” kelamını değiştiremez, değişmesine vesile olamaz. O halde ya yaratan “kudretli” değil, ya da bu sözler insan ürünü. Yaratan koşulsuz ve şartsız kudretli olduğuna göre… Yorum sizin.

Bu noktada yazının buraya kadar olan kısmına (ya da geriye kalan kısmı da) yönelik cevap ve eleştirileriniz varsa ki pozitif ve yapıcı eleştiriler bizim kazancımızdır, eleştiri yapmadan önce bu site de yer alan makale ve pdf kitapları okumanızı tavsiye ederim. Onlardan örnek alıntıları yaparak yazıyı uzatmak istemediğim için yer vermedim. Yoksa yazımızın kanıtları sitede ekli olan makale ve pdf kitaplarda geniş ve açıklayıcı bir biçimde bulunmaktadır.

Mevcut durumu tahlil edersek her din bir önceki/-lerin devamı konumundadır. Öncekini reddetmeden, kötülemeden veya yok saymadan –ancak bozulduğunu ve yozlaştığını söyleyerek- kendisini devam din olarak niteler. Semavi dinlerin kökeni antik mısır ve sümer dinleridir ki bu durum tüm akademik ve bilimsel çevreler tarafından kabul görmüştür. Antik Mısır ve Sümer dinlerinden evrilen ilk semavi din olan Yahudilik, devamında Hristiyanlığa, Hristiyanlıkta Müslümanlığa evrilmiştir.

2) Dinlerin Kendi İçlerinde Evrimi:
Dinlerin kendi içlerinde evriminin çeşitli sebepleri vardır. Çağlar ilerledikçe, teknoloji geliştikçe, eski adet ve dinler terk edilemediğinden, coğrafi sebepler, yeni yapılan keşifler ve benzeri sebeplerle dinlerde yenilenmeye ihtiyaç duyulur. Bu yenilenmeler farklı inanç felsefelerinin ve gruplarının oluşması ile sonuçlanır. Örneğin Hristiyanlıkta Ortodoksluk, Protestanlık, Katoliklik, Presbiteryenlik, Evanjelistler vb. fraksiyonlar her birbirlerinden farklı olabilmekte ya da birbirleri içinden türemektedirler. İslamiyet’te de durum pek farklı değildir. Sünniliğin içinde 4 hak mezhep kabul edilen Hanefilik, Hanbelilik, Şafiilik ve Malikilik ile Şia ve içerisinde yer alan fraksiyonlar (Caferilik gibi) bunun kanıtıdır. Bu bölüngüler içerisinde yaşayan insanlara şu sorulduğunda, örneğin bir Müslümana:” Peygamber ve 4 halifenin mezhebi nedir?” diye sorulduğunda sağlıklı net bir cevap alamazsınız. Dinlerin kendisinde şu mantık vardır: İbadetlerde ve inançta yorum olmaz, yaklaşım sergilenmez veya mantığa göre ya da ihtiyaca göre şekillenmez. İbadet ve inançta peygamber ve kitap ne yapıyorsa o yapılmalıdır. Ancak bu görüşe reddiye geliştirenlerin en büyük savunması şudur:

“İyide bizim mezhepte kan abdesti bozuyor, ancak öteki mezhepte bozmuyor. Sebebi coğrafi sebepler. Peygamber şöyle olduğunda kan akmış ancak abdest almamış onlar onu örnek almışlar, ama bir keresinde kan çıkınca abdest almış, biz onu uyguluyoruz.”

Burada sorun şudur. Peygamber semavi inanca göre hatasız ve eksiksizdir. Yaratanın rahmeti ondadır. O yaratıcının yeryüzündeki gölgesi ve elçisidir. Dolayısı ile o zaman ya abdesti tazelersin ya da tazelemezsin. Tazelersen bir mezhebe göre namazın kabul olmuyor, tazelemezsen öteki mezhebe göre namaz kabul olmuyor. Sen yorum getiremezsin. Senin imamın ve şeyhinde yorum getiremez. Onlar gereğini yürütmek ile sorumludur. O halde ya yaratıcı mükemmel değil, ya da sen, hocaların ve şeyhlerin sorunlu. Yaratıcı mükemmel olduğuna göre… Yorum yine sizin. Daha bu hususlara örnek çok. Eğer örnek yok diyorsanız o halde hiç Müslüman olamadınız demektir. Müslüman iseniz kuranı anlayarak okumuş ve hadis külliyatı ile desteklemiş olmalısınız. “Yok, ben hocama sorarım!” diyorsanız, Hocanız sizi öteki dünyada (!) kurtarsın da görelim. Ayet bu konuda açık. Anlayarak okumamış iseniz hükmünüz kesin. Önceki yazılarımızı okuyun, pdf kitaplara bakın. Bu hususa defalarca değinildi.

Konumuza geri dönersek insanlar kendi keyfiyetleri, yönetim ihtirasları ve güç için dinleri kendi ihtiyaçları doğrultusunda yoğurup değiştirmişler, adına da mezhep demişlerdir. Bu durumun farkına varıp “Dünyada Peygamber dönemindeki İslamiyet yaşanmıyor. İslamiyet te mezhep olmaz, olamaz. Peygamber bunu yasaklamıştır. Din de Allah gibi birdir ve tektir!” diyen Konca KURİŞ, insanları uyandıracağı (!) endişesi ile canavarca katledilmiştir.

Bu bahsettiğimiz hususa da reddiye geliştirebilirsiniz ki amacım sizi değiştirerek “inanma inanma din diye bir şey yok” demek değildir. İster inanırsınız ister inanmazsınız. Bu sizin bileceğiniz ve özgür iradeniz ile seçebileceğiniz bir olgudur. Sadece doğru araştırın.

Bu noktaya kadar iki ayrı başlıkta Dinlerin Evrimini bir nebze olsun incelemeye çalıştık. Dinlerin Evrimi şüphesiz gerçektir. Okundukları zaman tüm semavi din kitaplarının söylevlerinin hemen hemen benzer olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bunu için okuma-yazma bilmeniz ve objektif olmanız kâfidir.

Başka bir husus burada karşımıza adeta dikilir. Dinler kesinlikle “Evrimleşiyor”. Değişiyor ve gelişiyor. Kendilerini ortadan kaldırmaktan ziyade kendi iç fraksiyon ve dinamiklerini geliştirerek evriliyorlar. Örneğin Pensylvania’ nın ağlak imamı, peşinde koşan primatlar ve müritleri. Bu primatlar ve müritler, o ağlak imamı “Kurtarıcı Mehdi” ilan ederler ki mehdi inancı Kuran açısından değerlendirildiğinde tümden bid’at’ tır. Muhammed ve 4 halife döneminde “asla” mehdi/mesih inancı olmamıştır. Hristiyanlıktan geçmedir.

Konumuzdan biraz farklı olmakla beraber, Dinlerin Evrimi ile bağlantılı farklı bir konuya da değinelim.

Yazının başında bahsettiğimiz gibi her kitap, kendisinin sabit ve değiştirilemez olduğunu ısrarla belirtir; kendisinin yaratıcı kelamı olduğunu, “şüphesiz” doğru bir elçi sözü olduğunu söyler. Bu elçiler hep kendi kavimlerine ve bölgelerine gelmiştir. Musa ve İsa İsrail oğullarına ve Muhammed Arap oğullarına.

“Biz sana Arapça bir Kur’an vahiy ettik ki, sen anakent olan Mekke ile bütün etrafını uyarıp irşat edesin.”(Şura 7)

Demek ki amaç, Mekke ve çevresini uyarmak. Sorun Mekke ve çevresinde. Diğer yerlerde Allah’ın kelamı önceki dinler ile sabitenmiş. Ancak durum böyle olursa İslamiyet nasıl yayılacak?

Taberi bu ayeti açıklarken “bütün etraf” tan kastın dünya olduğunu belirtir. Yoksa Kuran sadece Mekke ve çevresinden ibaret olacak. Sistem çökecek. Diğer dinlerin tamamlayıcısı olması için bu dinin tüm coğrafya ya gelmesi gerekiyor. Ne yapıyor Taberi? “Etraftan kasıt dünyadır” diyor. İlginç olan şudur ki, Allah tüm dünya diyemiyordu da, aklı ermiyordu da, Taberi Allah kelamını düzeltiyor. İslami Terminolojiye göre kendini Allah’ın yerine koyuyor. Burada İslami açıdan şüphesiz şirk vardır.

Bu sözlere reddiye olarak şunu söyleyebilir ve kanıt olarak sunabilirsiniz ki:

“Resulüm! Biz seni bütün insanlara/insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik; lakin insanların ekserisi bunu bilmezler.” Sebe Suresi 28. ayet

Ya da

“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiya, 21/107). Yalnız ALEM kelimesi coğrafi yerleri tanımlamaz. ALEM “kimse” demektir.

İnsanlar Kuranı kendi dilleri ile okumuyorlar ki? Nereden bilecekler kime gönderildiğini? Ayrıca her kitap kendini insanlara geldiğini söylüyor? Ayetler bile bu noktada çelişki taşıyabiliyor.

İnanlar için ayetler arasında hükmü kalkan olmaz. Her ayet geçerlidir. Allah tüm ayetleri bir düzen ve mükemmellik üzerine kurmuş ise yukarıda belirttiğimiz Şura 2 ile Sebe 28’i bir karşılaştırın. Birbirlerinden farklı şeyler söylüyorlar. (Site Başyazarı ve Admini Dostum A.KARA’ nın “Neden Deist oldum 2” adlı yazısında, ayrıca İlhan ARSEL kitaplarında bu çelişkiler bolca örneklendiriliyor. O yüzden daha fazla örnek görmek isteyenler bu makale ve kitaplara göz atsınlar)

Şöyle bir durum bizi bekler ki, aslında tüm kitaplar insanlığa gönderilmiştir. Ancak Irkçı ve faşist yaklaşımlarından dolayı İsrailliler Yahudiliği ırk/din haline getirmişlerdir. Örneğin Yahudi baba Hristiyan anneden olan bir çocuk Yahudi olamaz. Ancak Yahudi anne ve Müslüman babadan doğan çocuk Yahudi kabul edilebilmektedir. Anne din ve ırk aktarıcısı durumundadır.

Hristiyanlıkta ise Yahudiliğe göre daha hümanist bir bakış açısı vardır. Bu kapsamda misyonerlik faaliyetlerine girişilmiş ve dünyanın geri toplumlarında seri bir Hristiyanlaştırma politikası gütmüşlerdir.

Kısacası her din, bu “Din Evrimi” hususunu kabul eder, ancak kendisinin kesin ve doğru olduğunu söyler. Bu nedenle yayılmacı bir politika güderler. Yani her din, kendisinin “İnsanlığın koşulsuz şartsız en son kurtarıcı dini” olduğunu iddia eder. Ancak dinler zaman ilerledikçe çağına uymadığından iç fraksiyonlara bölünmeye mahkûm olur. Demek ki “Yaratılanlar”, “Yaratandan” daha bilge ve kudretli ki onun hatalarını düzeltiyorlar. İnançlarını çağa uyduruyorlar. Yaratıcı kusursuz ve kudret sahibi olduğuna göre birileri ortada bariz bir biçimde yalan söyledi ve birileri yalan söylemeye devam ediyor.

Sonuç olarak ister inançlı olun ister inançsız. Dinler Evrilmiştir, Evrilmeyede devam ediyordur. İnanlara göre, Yaratıcı tek kitap ve tek peygamber ile (tüm dinler önceki peygamberleri kabul eder ancak son ve en geçerli peygamberi kendi peygamberi görür) insanlığı (!) uyarmıştır. O halde bu ayrılıkların sebebi nedir?... Bu ayrılıklardan kimlerin ne çıkarları olabilir? Din ile insanlar kandırılabilir mi? İnsanlar Din ile kandırılıyor ise bu kandırmanın amacı nedir? Cevaplar sizde saklı.
Aklımda Deli Sorular:
  • Muhammed ve 4 halife kandil gecelerini kutladı mı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde mevlit okundu mu? Tatlı dağıtıldı mı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde 3 aylar kutsal mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife teravih namazı kıldı mı?
  • Muhammed ve 4 halife hadisleri yazdırdı mı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde minare var mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde türbeler ziyaret edilir miydi?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde mezarlık ziyaretleri var mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde saltanat var mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde kefaret orucu var mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde tespih çekiliyor muydu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde mezar taşı üzerine ayet, dua, şiir vb. yazılıyor muydu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde ölülerin ardından 7’ si 40’ ı 52’ si yapılıyor muydu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde yatırlara mum yakılıp dua edilir miydi?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde ücrete kuran okunur muydu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde kuran nağme ve musiki ile mi okunurdu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde bir yerlere cevşen asılır mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde cenaze bildirimi için sala okunuyor muydu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde bugün kılınan namaz mı kılınıyordu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde kurban kanı alına sürülür müydü?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde recm var mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde “Azrail” adlı bir meleğin adı geçiyor muydu?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde muska takılır mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde namaz 3 vakit mi? Yoksa 5 vakit miydi?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde takke takılır mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı söylenir miydi?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde kabir azabından bahsedilir miydi?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde İsa’nın tekrar yeryüzüne geleceği inancı var mıydı?
  • Muhammed ve 4 halife döneminde mehdi kavramı var mıydı?
  • Muhammed döneminde, Kuran kitap halini almış mıydı?
  • Ebubekir hiç kitap formatından Kuran okumuş muydu?
  • Hiçbir kutsal kitap peygamberinin özel hayatına karışır mı? Karışsa bile bunda “âlemleri” ilgilendirecek nasıl bir bilgi olabilir ki?
  • Ana dili Arapça olan araplar bu dini “Şüphesiz apaçık arapça” olarak indirilen Kuranı okuyarak ve anlayarak yaşıyor ise bizim din yaşantımız neden farklı?
  • Dinlerini okuyarak ve anlayarak yaşayan araplar mı daha doğru dinlerini yaşıyor, yoksa dini okumadan ve anlamadan okuyan bizler mi daha doğru yaşıyoruz?
  • Eğer dini biz doğru yaşıyorsak, araplar neden Kuranı okuyup anladıkları halde farklı yaşıyorlar? Bir insan veya topluluk bilerek ve isteyerek KÂFİR olur mu?
Sağlıcakla kalın.
Yazan: Demon Product

APAÇIK AYETLER

DP, Apaçık ayetler, Kur'an apaçık mı?, Apaçık olmayan ayetler, Kuran, din, islamiyet, Din ile büyütülen gençlik, İslamiyet gerçekleri, Kuran gerçekleri, Kuran çelişkileri, Ayetler,
1990’ ların ortalarında iyi giyimli, orta halli olduklarını gösteren moda tasarımına sahip, nispeten “üniversiteli” okumuş çocuk izlenimi veren gençler sokaklarda bir takım kitaplar dağıtmaya başlamıştı. Dağıtılan kitap konusuna daha sonra tekrar geri döneceğiz.

Ülke de sessiz sedasız bir devrim hareketi yürütülüyordu. Bu devrim hareketi gücünü farklı dinamiklerden alıyordu. Söz konusu devrim ülke yönetimine veya idareye talip olmak için değildi. Toplumsal bir dönüşüm hedefleniyordu. Bu dönüşümün gerçekleşmesi için bu kitaplar sadece bir basamaktı.

90’ ların başı zaten çok sancılı geçmişti. Turan DURSUN, Bahriye ÜÇOK, Uğur MUMCU, Çetin EMEÇ, Eşref BİTLİS ve Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL gibi birçok isim cinayet veya şüpheli ölümlerin kurbanı olmuştu. Madımak Yangını (katliamı) ve Başbağlar katliamları ile çok sayıda insan toplu “SOYKIRIM” a uğramışlardı. PKK terörü gün geçtikçe güçleniyor, ülke siyasal sorunlar ile boğuşuyordu. Enflasyon ve pahalılık nedeni ile günden güne sinir sistemi yıpranan halk,  yerel yönetimlerdeki yolsuzluk haberleri ile iyice kızgınlaşmıştı. Adeta bir dönüşüme zemin hazırlanıyordu. Sanki 12 Eylül 1980 öncesi senaryolar farklı biçimlerde tekrar ediyordu. Ancak bu dönüşümün amacı ne askeri bir darbeye zemin hazırlamak ne de ülkenin dış güçlere teslim edilmesiydi. Amaç, farlı bir yönetim sisteminin ülke genelinde egemen olmasıydı. Zaten zemin müsaitti.

Ülkenin “okumuş” büyük çoğunluğu 12 Eylül öncesi sağcı-solcu diye iki farklı kampa ayrıldığından beyinleri yıkanmıştı. 12 Eylül de yaşanan işkenceler ile bu “okumuş” bireyler devre dışı kalmıştı. Üniversitelerdeki “sağlam” akademisyenler dönemin “Kurtarıcısı” Evren Paşa tarafından kurulan YÖK ile görevlerinden uzaklaştırılmışlardı. Üniversitelerin özerk yapısı devre dışı kaldığından bu “bilim” kurumları sadece kodlanmış ve “istenen komutlara yanıt veren” öğrencileri mezun ediyordu. Eğer sistemi eleştirir veya farklı bir tonda ses çıkartır ise bu öğrenciler “anarşist, terörist, allahsız, kitapsız, vatan haini, eşcinsel, satılmış, gâvur uşağı vb.” ithamlar ile isimlendiriliyor, ya okuldan ayrılmaları sağlanıyor ya da mezun edilmiyorlardı. Söylenenlere koşulsuz biat edecektiniz. Eğer bu “çatlak” ses çıkaran öğrenciler grubunda iseniz mezun olmanın yolu, uğraşılamayacak seviyede zekâya sahip olmanız veya “vicdanlı” öğretim görevlilerine denk gelmenize bağlı idi.

Ülkenin değişmeyen tek sistemi din idi. Yıllardır geleneksel sistem aynı düzende devam ediyordu. Bu sistemde, 7-8 yaşlarına gelen kız-erkek çocuklar yaz tatillerinde kuran kurslarına gönderilir, Allah yolunda Muhammed’in rehberliği ve Kuran kılavuzluğunda inançlı bir birey olmaları sağlanıyordu. 10-11 yaşlarına gelindiğinde eğer çocuk hatim ederse ödüllendirilir, başka çocuklarla “örnek çocuk” misali ile mukayese edilirlerdi. Anne ve Babalar kendi çocuklarına: “ Bak arkadaşın ne güzel hatim etmiş. Allah onu cennete koyacak. Sen böyle gâvur gibi gez.” Diye suçlamada bulunurlardı. Hatim eden çocuğun ailesi ise “Romalı muzaffer kumandan” edası ile mahallede kasıla kasıla gezerdi. Annesi “gün” tabir edilen mahalle altın borsalarında diğer annelere çocuğunun nasıl kuran okuduğunu ballandıra ballandıra anlatır, “Ayol sizin çocuk daha okuyamadı mı? Gâvur olur kız bu!” gibisinden cümleler kurarak diğer annelerin moralini bozardı. Okumayan çocuğun düştüğü psikolojik travma ise bambaşka idi. “Sanırım Allah beni sevmiyor. Ben gâvur olacağım. Cennete gidemeyeceğim. Annem babam beni sevmeyecek” korkusu ile başbaşa kalıyordu. Okuyan çocuğun durumu ise adeta bir Popstar ile ancak mukayese edilirdi. O prototip’ ti. Yaratılmış tek kişi idi. Üstün insandı. O Kuranı hatim etmişti. Başkaları alt sınıftaydı artık. Onun yeri camide namaz saflarında en önlerde olmalı idi. Arkadaşları ona bakarak gıpta etmeli, onu örnek almalıydı. Her şeyin en iyisine o layıktı çünkü.

Eğer aile biraz muhafazakâr ise çocuk İmam-Hatip okullarına gönderilir. Bu sayede inançlı, cenneti garantilemiş, sevap işleme konusunda hem kendine faydası olan hem de başkalarının sevap kazanmasına da vesile olabilecek bir birey olacaktı. Onların evine cin, şeytan, peri vs. paranormal mahlûkat uğrayamayacak, evde adeta muazzam bir bolluk yaşanacaktı. Evde yangın, sel gibi afetler olmayacaktı. Çünkü bu çocuk az önce bahsettiğimiz durumlara karşı tüm korunma ve muhafaza dualarını okumuştu. Eğer olurda bu aksiliklerden birisi veya birkaçı gerçekleşirse bu sınav idi. Daha sıkı bağlanmamız için yaratıcımız bizi sınıyordu.

Hele çocuk ilahiyatı da bitirirse artık onun üstüne kimse yoktu. Onunla ancak okul arkadaşları veya hocaları mukayese edilebilirdi. O örnek mümindi çünkü. Bu din anlamındaki kariyer ve öğrenim esnasında akıl hocaları hangi fraksiyondan ise çocuk o yola yönelebiliyordu. Ancak bu durum rahatsız edici değildi. Sonuçta Ehli Sünnet Vel Cemaat yolunda hangi cemaate takılırsa takılsın sadece usul veya düşünce tarzı yönünden farklılık oluyordu. Ortak yol aynı idi.

Bu gelişim sürecine göz attığımızda, istisnalar hariç, 10-11 yaşlarında adeta bir “Popstar” olan çocuk yıllar geçtikçe değişim yaşamaya başlar. 13-14 yaşına geldiğinde o Popstar’ lığın getirdiği şan ve şöhret artık kalmamıştır. Arkadaşları birbirleri ile doğum günü kutladıklarında veya herhangi bir eğlenceye katıldıklarında onlar katılamazlar. Mevcut statüleri buna engeldir. Yeni arkadaş çevreleri veya aileleri hemen sözlü baskıyı kurar: “Çocuğum onlara özenme onların ailesi de Gâvur gibi zaten. Onlar cehennemlik. Kızlar fuhuşiyat peşinde. Erkeklerin elinden içki şişeleri düşmüyor. Onlar şeytanı kılavuz edinmişler. Aman onlara özenme. Seni kandırmalarına izin verme. Duyduğun istek şeytanın vesvesesi!” gibisinden sözler karşılar bu ergen çocuğu. Bir süre sonra zaten kendi iç dünyasındaki “Ben” onu dizginler. Bu diğer “Ben”, onların şeytanın yolunda olduğu, pişman olacaklarını ve hiç şüphesiz zalimlerden olacaklarını söyler.

Yaş 18-20’ lere geldiğinde bu genç, artık iyice dinsel erişkinliğe ulaşmak üzeredir. Artık çevresinde “danışılabilir” bir konumdadır. Sohbetlerde din adına konuşabilir, yorum yapabilir durumdadır.

Bu gencin daha 9-10 yaşlarından 20’ li yaşlarına kadar geçen sürede öğrendikleri, yaşam standartlarını belirleyen, dinsel öğretilerinin tabanını hazırlayan kişiler “sorgulanamaz” olan hocalarıdır. Nadiren sorgulanırlar. Hocaların sorgulandığı bölümler de onların kişisel görüşlerini kapsar. Öğrenci, onlara katılmayabilir. Ancak genel ve ortasında buluşulan hususlar kesindir. Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez.

Buraya kadar bireye kim çengel atarsa onların elinde kalır. O cular, Bu cular, bilmem ne cemaati vs. Daha 13-14’ lü yaşlarında olan birey, adeta dini işçi pazarındaki (Halk arası tabir ile amele pazarı) yerini alır. Orada cemaat menajerleri onlara kapak atar. Ya onların beynini çelerler ya da ailelerinin. Bu sistemin böyle yürümediğini yanlış aktardığımı iddia edebilirsiniz ki o halde size diyeceğim tek laf Türkiye’de yaşamıyorsunuz ve hiç yaşamadınız. Hansel ve Gretel in aklını çelebilmek için kekten ev yapıp çikolata ve şekerlemeler ile onları kandıran cadı misali bunlarda onların veya ailelerinin hoşuna gidecek masallar ile kandırıp kendi saflarına çekerler. Arada “ne oluyor burada dostum” diyerek bir takım gerçekleri fark eden, ancak yine de kendi iç çekişmelerini aşamayan Edip YÜKSEL gibi din adamlarına ya da tümden hepsini terk eden Turan DURSUN veya Arif TEKİN gibi din adamlarına rastlanır. O Turan DURSUN ki İsmail Ağa medreselerinde hocalık dahi yapmıştır.

Bu sıyrılışlarda BİLİM ön plana çıkabiliyor bazı durumlarda. Gencimiz bay olduğunda yakışıklı veya bayan olduğunda güzel ve alımlı ise, aynı zamanda gelir düzeyleri ve toplumsal statüleri yüksek ise o halde Level 2 cemaatler devreye giriyor. Bu cemaatler bilimsel veriler ışığında İslam’ın “eksik(!)” görülebileceği, bu nedenle yeniden bilimsel veriler ışığında yorumlanması gerektiğini söylüyorlardı. Ana görüşleri şu idi, aslında Kuran çağlar gerisinden çağlar ötesine her şeyi anlatıyor ve kanıtlıyor. Yeter ki doğru açıdan bak. Bu cemaatler “kedicikleri” ile piyasa da belirli bir kitleye hitap ederek aslında ne kadar yozlaşmış olduklarını kanıtlıyorlardı.

Eğer daha ciddi, sistematik vs. başrole soyunan bir cemaat söz konusu olmalı ise o zaman Level 3 cemaatler devreye giriyor ki bunların inandırılmışlık seviyeleri bir hayli yüksek. Aralarında profesör, hâkim, subay, doktor, avukat, mühendis, siyasetçiler gibi üst ve elit tabakadan insanlar vardı ki zaten bunlar daha küçükten angaje edilerek o konumlara getirilmişlerdi. Hatta bunların duygusal zekâ seviyeleri yerlerde olduğundan evlenecekleri kişileri bile bir “albümden” abileri ve ablaları seçiyordu. Rüya âleminde yaşayan bu primatlar ülke yönetimine de bir darbe ile talip olmuşlar, ancak çok geçmeden yel değirmenlerine saldıran Don Kişot gibi yerle yeksan olmuşlardır.

Az önce bahsettiğimiz “kedicikleri” ile meşhur Level 2 cemaatler, “bilimsel” olduğunu iddia ettikleri yayınları ile yazımızın başında bahsettiğimiz sistemde kitap ve yayınlarını dağıtarak ve ya bazen satarak, hesapta dine bilimsel taban arayan inançlılara hitap ediyorlardı. Bunları okuyan gençler evrenin sırrına nail olmuş edası ile hemen aile ve yakın çevrelerine koşup “evreka evreka (buldu buldum!)” diyerek aslında bir üst seviye primat olduklarını kanıtlama derdine düştüler. Evrim Teorisi çökmüştü. Yaratılışın kanıtları her yerde idi. Yeter ki doğru bakın. Her şey O’ nu anlatıyordu. Kurtlar kuşlar O’ nu tespih ediyordu. Ancak bizlerin kalp gözü kapalı olduğu için “hiç şüphesiz” göremiyorduk. Bizler zalimlerdendik. Karılarımız kızlarımız cariye idi. Mallarımız ve kanlarımız ise onlara analarının ak sütü gibi helaldi (Sakın tersini iddia edip Kuran’da böyle bir şey yok demeyin dinden çıkarsınız. Allah’ın kelamına ters düşüp mürtet olmayın. Bunlar aynen Kuran’da var).

Bir takım bilim adamı ve profesörler dahi çıkar ve statü uğruna bu yalanlara ortak olmuşlar, gerçek ve bilimsel tabanını sağlamlaştırmış bilim adamlarına denk geldiklerinde ise devasa bir çöküş yaşayıp Ak Gandalf karşısında fena bir mağlubiyet yaşayan Ak Saruman misali kendi hezeyanlarında yitip gitmişlerdir.

Yazının başından beri bahsettiğimiz durumlar ile karşılaşmamızın sebebi sizce ne olabilir? Cehalet? Bilim dışı öğretim sistemi? Yabancı dış güçlerin üzerimizdeki oyunları? Masonlar ve İllüminati? Atatürk ve arkadaşları? Ne ya da Kim?

Cevap aslında o kadar açık seçik önümüzde duruyor ki. Gülmemek elde değil. Dünya üzerinde inandığı dinin kitabının tek bir kelimesinin anlamını bile bilmekten aciz bir topluluğuz da ondan olabilir mi? Sorduğunuz zaman “Hiç Kuran okudun mu?” cevap şu olabilir: “Ohoooooo ben 6 kere hatim indirdim”. İyi de ne anladın? Kureyş suresinde nelerden bahsedilmiş? Nahl suresi neyi anlatmış? Alak? Fatiha? Hacı bunlar sende yok? Yahu ne ile sınav olacaksın bilmiyor musun?

Cevap hazır: “E bizim ilmimiz ona yetmez.” Yahu Allah kelamına ters düştün bre zındık, Kuran “Bu apaçık bir Kurandır” diyor ya? O zaman cevap şudur: “E hadis sünnet bilmeden nasıl yorumlayacağız?” Yahu yine Allah kelamına ters düştün be çükübik, şu ayetlere bir de ANLAMLARI ile bak güzel Müslüman:

…Ey inananlar! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. KUR’AN indirilirken bunları sorarsanız, size açıklanır. ALLAH onları affetmiştir. ALLAH Bağışlayandır, Yumuşak Davranandır. Maide Suresi/101

…Yeryüzünde hareket eden her canlı, iki kanadıyla uçan kuşlar dâhil sizin gibi birer toplumdur. Bu Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar RAB’ lerinin huzurunda toplanacaklardır. Enam Suresi/38

RABB’ inin sözleri doğruluk ve adaletle tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O işitendir, Bilendir. Enam Suresi/115

Bu Kitap’ı sana her şeyin açıklayıcısı, doğru yola iletici, RAHMET ve teslim olanlara bir MÜJDE olarak indirdik. Nahl Suresi/89

Kendilerine okunan bu Kitap’ı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu? Şüphesiz bunda inanan bir toplum için bir rahmet ve bir hatırlatma vardır. Ankebut Suresi/51

…Gerçekten de O, senin ve toplumun için bir Hatırlatıcıdır. O’ndan sorumlu tutulacaksınız. Zuhruf Suresi/44

Kısacası nerden bakarsanız bakın. Olmuyor. Eğer Zuhruf-44 hükmünü okumuş iseniz durumunuzun vahim olduğunu anlarsınız. “O’ndan sorumlu tutulacaksınız” ne anlam ifade ediyor? Sakın bana “E senin ilmin ne ki yorumluyorsun, haddini bil kitapsız” derseniz size yine Kurandan cevap veririm:

… Böylece biz Kur’an’ı apaçık âyetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir. (Hacc/16)”
Dolayısı ile Kuran’ın ilave açıklamaya veya yoruma ihtiyacı yoktur. O eksiksiz ve apaçıktır.

Şu ayetlere bir bakalım:

Sebe’ Sûresinin 3 . Ayetinde İnkar edenler, “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbime andolsun ki, Kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”

Mâide(*) Sûresinin 15 . Ayetinde Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.

Neml Sûresinin 1 . Ayetinde Bunlar Kur’an’ın, apaçık bir kitabın âyetleridir.
Kasas Sûresinin 2 . Ayetinde Bunlar apaçık Kitab’ın âyetleridir.
Nûr(*) Sûresinin 1 . Ayetinde Bu, bizim indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt almanız için onda apaçık âyetler indirdik.

Bu konuyu burada kapatıyorum. Gerçek Müslüman olmak istiyorsanız, anlamını bileceksiniz. Yoksa söylediğiniz/okuduğunuz kelimelerde kutsallık yoktur, bir şey ifade etmez. “Bu şekilde içim rahatlıyor ve ferahlıyorum” diyorsanız psikolojik terapinizde başarılar dilerim.

Site Admin’i ve Baş Yazarı A. KARA dostumun tabiri ile gerçekleri toplum kaldıramadığından, “yumuşatıcı ile yumuşatılıp üzerine gül suyu sıkılmış” bir inanca uyumak bize daha doğru geliyor.

Anlamı bilerek okunduğunda ne olacağı, anlamını bilmeden okunduğunda neler olacağı açık ve seçik önümüzde durmaktadır.

Anlamı bilinirse:
  1. Suudi Arabistan gibi oluruz, bayanlar araba kullanma özgürlüğü aldıklarında bayram yaparlar.
  2. Kimi uymayı terci eder kimi uymamayı. Ancak sorgulama potansiyeli ciddi ciddi artar. Bilim ve neden sonuç ilişkisi ön plana alınır.
Anlamı bilinmez ise:
Cevabı zaten biliyorsunuz çünkü cevabı yaşıyorsunuz. Rüyalar ile yaşayan cemaatler, Peygamber terliğini 130 tl. ye satan cemaat liderleri, Nihat HATİPOĞLU’na “hocam oyunda adam öldürdüm günah mı?”, madımak ve Başbağlar…. Daha devamını getirmek istemiyorum çünkü etrafına anlayarak ve yorumlayarak bakan herkes için durum “APAÇIK!”.

Yazan: Demon Product