HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KURAN’DA FELAKETLER : İNSAN İRADESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Kur'an'da felaketler, İnsan iradesi, Kur'an'da kader, İslamda kader, Kuranda irade, Alın yazısı nedir?, Kur'an çelişkileri, Kader çelişkisi, Allah'ın adaleti,

KUR'AN'DA FELAKETLER : İNSAN İRADESİ
Kutsal kitaplarda anlatılan ve arka arkaya oluşan can alıcı seller, yakıcı rüzgârlar, depremler; tanrının insanlara birer cezası mıdır? Kutsal kitaplara göre; evet, cezadır. Cezaya uğramış bu toplulukların içinde bulunanların hepsi mi suçluydu? En azından beşikteki yavruların suçları neydi ki toptan cezaya çarptırıldılar? İslam’a göre doğan her çocuk günahsız ve İslam akidesiyle doğuyorsa, yağmur duası gibi törenlerde günahsız oldukları için çocuklara dua ettiriliyorsa; çocukların bu cezalardan ayrı tutulması gerekmez miydi?

Kuran, suçların ve verilecek cezaların kişisel olduğundan; herkesin kendisinden sorumlu olduğundan söz eder. (Örnek ayetler: Bakara- 286, Zilzal- 7 ve 8, Zumer- 8) Aynı Kuran, tufanlardan insanlarla birlikte her şeyin toplu yok edilişlerini, Allah’ın gazabını birçok ayette anlatır. (Örnek ayetler: Hakka- 11-12, Enam- 9, Araf- 4- 5-34- 84- 91- 96-97, Ali İmran- 133) Hem Kuran hem Tevrat Allah’ın intikam almasından, günah işleyenlerin peşini bırakmayıp günah işleyenlerin sonraki nesillerini bile cezalandıracağı korkutmasında bulunur. Düşündükçe ortaya bir yığın soru çıkmaktadır.
Son kararı yine size bırakıyoruz.

KUR'AN'DA İNSANIN İRADESİ
Allah yarattığı insanlara gerçekten özgür bir irade vermiş midir ki; insanları yargılayıp ceza ya da ödül verecek?

Kuran’dan aldığımız yalnızca birkaç ayete bakmak yeterli. İnsanın iradesi gerçekten var mı? Bakın bakalım, Allah insana irade vermiş midir?
  • "Allah kimi dilerse onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola koyar." (Enam suresi, ayet:39)
  • "Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde insanların hepsi inanırdı." (Yunus suresi, ayet:99)
  • "Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslamiyet’e açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah inanmayanları küfür karanlığında bırakır" (Enam suresi, ayet:125)
  • "De ki:’Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, sizi O’na karşı kim savunabilir?” (Ahzab suresi, ayet:17)
  • "Allah size bir zarar gelmesini dilerse, O’na karşı kimin gücü bir şeye yeter?" (Fetih suresi, ayet:11) 
  • "Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (İnsan suresi, ayet:30)
  • "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (Tekvir suresi, ayet: 29)
  • "Biz dilesek herkese hidayet verirdik. Fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağıma dair, benden söz çıkmıştır." (Secde suresi, ayet: 13)
  • "Üstün delil, Allah’ın delilidir. O dileseydi, hepinizi doğru yola eriştirirdi de!” (Enam suresi, ayet:149)
  • "Tanrı dilediğini yapar." (Hud, ayet:107)
İşte en mantıklı, en akla uygun denilerek zorlamalarla bilimselliğe dayandırılmak istenen İslam ve onun kitabı Kuran! Yorum yapmadan sunduğumuz bu ayetleri açıklamaya ve yorumlanmaya gerek var mı? Kuran ayetlerinde insan iradesi diye bir şeyin olup- olmadığını açık seçik olarak görmekteyiz. İnsanın elinde irade olmayınca, ceza ve ödül de; dilediğine verilir, dilediğine verilmez. Yoksa bu ödül ve cezalandırmalar, tombala oynamak gibi bir oyun mu? Torbadan ne çıkarsa bahtınıza! Sevgili okuyucular karar yine sizin.

İnsanın elinde irade olmayınca, insanın başına gelen ve gelecek olayların tanrı tarafından önceden belirlenerek; adına kader ya da alın yazısı demek ve buna inanmayı imanın altı koşulundan biri yapmak mantıklı mıdır? Bu imanın mantığı; sınav yapmadan not vermekten başka nedir? Bu mantıkla insan yaptığı iyi ya da kötü işlerden nasıl sorumlu tutulabilir? Ayrıca imanın altı koşulundan biri de; “kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine” inanmaktır. Buna inanmayan imansızdır. İman olmayınca Müslüman da olunamaz! Ancak, Kuran anlatımına göre; hiç kimse kendi irade ve isteğiyle Müslüman da olmuyor, kâfir de. Allah, inancı ve dini kendi istediği şekilde insanlara veriyor. Yoruma gerek kalmadan Kuran ayetlerinde anlatılanlardan bu sonuç çıkmaktadır.

Dinleri kendi kaynakları içinden sorgulayan öncülerden İlhan Arsel, Kuran ayetlerine dayanarak çelişkilerin ortaya dökülmesini sağlıyor.

"Size deseler: Tanrı dilediğine hidayet verir, onu doğru yola sokar, ya da dilediğinin gönlünü açar, onu Müslüman kılar, dilediğini de hidayetinden yoksun kılar saptırır, ya da gönlünü kapatıp kâfir kılar. Dilediğini putlara taptırtır, dilediğini puta tapmaktan uzak kılar. Doğru yola soktuklarını, yani Müslüman yaptıklarını cennete atar, kâfir yaptıklarını ya da puta taptırdıklarını cehennem ateşinde yakar! Bu şekilde konuşanlara karşı ne dersiniz?

Eğer bu söylenenleri akılcı düşünce kıstasına vurup: "Hayır olmaz böyle şey. Yüce olduğu kabul edilen bir tanrı, insanları hem kâfir ya da puta tapar yapıp hem de cehenneme atmış olamaz. Böyle yapacak olursa hem adalet ilkelerini çiğnemiş ve hem de çelişkili şekilde konuşmuş olur" derseniz Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız. Ama aklı bir kenara atıp, yukarıdaki sözlerin doğru olduğunu söyleyecek olursanız cennetin en güzel köşelerine layık bir Müslüman olduğunuzu ortaya vurmuş olursunuz. Çünkü İslâm şeriatı, Muhammed'in Tanrısının keyfiliğini, çelişkiliğini, adalet ilkelerini çiğnemişliğini kanıtlayan buyruklarla doludur. Nice örneklerden biri olarak En'âm Suresi'nin şu ayetini okuyalım:
"Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse kalbini iyice daraltır (onu inanmayanlardan yapar). Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir (onu cezalandırır)" (En'âm Suresi, ayet 125).

Görülüyor ki Muhammed'in Tanrısı, dilediğini kâfir yapıyor ve kâfir yaptığını da cezalandırıyor! Daha başka bir deyimle insanlar, kendi istek ve iradeleriyle doğru yolu bulmuş olmuyorlar. Onları Müslüman ya da kâfir yapan Tanrı'dır. Hatta Muhammed bile kendi istek ve iradesiyle doğru yola girmiş değildir. Onu doğru yola ileten Tanrı'dır. Kuran'da şöyle yazılı: "(Ey Muhammed!) Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara (müşriklere- puta tapanlara) birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz, sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat- kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın..." (Bkz. İsra Suresi, ayet 74-75).

Bir başka örnek şöyle: "Allah kime hidayet verirse (doğru yola sokarsa), işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık onlara Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun hasrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki ateşi yavaşladıkça onun ateşini arttırırız! Cezaları işte budur! Çünkü onlar ayetlerimizi inkâr etmişlerdir..."(İsra Suresi, ayet 97).

Yine görülüyor ki Tanrı, dilediğini hidayete erdiriyor, doğru yola sokuyor ve cennetlik kılıyor; dilediğini de hidayetten uzak tutuyor, yani saptırıyor ve saptılar diye onları kıyamet gününde kör, dilsiz, sağır bir halde cehennem ateşine atıyor! Yine bunun gibi kişileri müşrik (putperest) yapan da Tanrı.

Nitekim Enam Suresi 106-107.ayetlerde şöyle yazılı: "(Ey Muhammed!) Puta tapanlardan (müşriklerden) yüz çevir. Allah isteseydi puta tapmazlardı..."

Yani Tanrı, dilediğini puta tapanlardan yapıyor ve sona da Muhammed'e "onlardan yüz çevir" diye buyuruyor. Bununla da kalmıyor "müşrikleri (puta tapanları) bulduğunuz yerde öldürün" diyor (Tevbe Suresi, ayet 5).

Yani Muhammed'in Tanrısı, hem insanları günahkâr kılmakta, hem de günahkâr kıldıklarını cezalandırmakta, hani sanki suçluluk onlara ait imiş gibi! Olacak şey midir bu? Şimdi soracaksınızdır: "Neden Tanrı çelişkili bir dil ile ve adalet duygularını çiğner şekilde konuşur!"  Bunun çeşitli nedenleri var ve bu nedenlerin hepsi de Muhammed'in günlük çıkarlarıyla ilgilidir. Örneğin kişileri Müslüman yapmak isteyip de yapamadığı zamanlar, sorumluluğu Tanrı'ya atmak suretiyle kendisini temize çıkarma yolunu bulmuştur. Konuyu diğer birçok yayınlarımızda (örneğin "Kuran'ın Eleştirisi" adli kitabımızda) ele aldığımız için burada fazla durmayacağız.

Dilediğini imanlı ve dilediğini de imansız yapan Tanrı'nın, kâfir yaptığı kişileri şeytan ile dost kıldığını kabul edebilir misiniz?" Eğer bu soruya: "Hayır kabul edemem; çünkü yüce bir Tanrı insanları saptırıp şeytanlarla dost kılmaz" şeklinde yanıt verecek olursanız Müslümanlık sınavından iyi not alamazsınız, çünkü Muhammed'in söylemesine göre Tanrı, kâfir kıldığı kimseleri bir de şeytanlarla dost yaptığını bildirmekle övünmüştür. Gerçekten de biraz önce gördüğümüz gibi Muhammed'in Tanrısı, dilediğini gönlünü açıp Müslüman yapıyor ve dilediğinin de gönlünü kapayıp saptırıyor, yani kâfirlerden kılıyor; kâfir kıldıklarını da cehenneme atıyor. En'am 125'deki durumu zaten paylaşmıştım, şimdi ilgili diğer ayetlere bakalım:

En'am suresi 39.ayet: "Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar."

Zümer suresi 22-23. ayetler:
22) Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, rabbinden gelen bir aydınlık içinde olmaz mı? Allah’ı anma konusunda kalpleri katılaşmış olanlara ise çok yazık! Onlar apaçık bir sapkınlık içindedirler."
23) Allah, sözün en güzelini; âyetleri, birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların derileri ondan dolayı gerginleşir. Sonra derileri de kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Kur’an Allah’ın hidayet rehberidir. Onunla dilediğini doğru yola iletir. Allah, kimi saptırırsa artık onun için hiçbir yol gösterici yoktur.

Şura suresi 8.ayet: "Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine sokar. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcısı yoktur."

Fakat yine Muhammed'den öğrenmekteyiz ki Tanrı bir de iman sahibi kılmadıklarını şeytanlarla dost kılmaktan hoşlanmaktadır. Nitekim A'raf suresi 27.ayette şöyle konuşmuştur: "Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı ayıp yerlerini birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık."

Yani Tanrı, insanları saptırıp şeytanlarla dost kılmayı kendisine mutluluk vesilesi ediniyor. Fakat bunları söyleyen Tanrı, hani sanki bu söylediklerini unutmuş gibi, bir de şeytanlarla dost olmanın insanlara ait bir şey olduğunu söyler, örneğin şöyle der: "Cemaatin bir kısmını hidayete (doğru yola) erdiren O'dur (Tanrı'dır). Ötekiler ise delâleti (sapıklığı) hak ettiler. Onlar Allah'ı bırakarak şeytanları can ciğer dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar" (Araf Suresi, ayet 30)

Dikkat ediniz, biraz yukarıda dilediğini doğru yola sokup dilediğini saptırarak şeytanlarla dost kıldığını söyleyen Tanrı, şimdi burada tam tersini söylemektedir. Daha doğrusu bir grup insanı doğru yola soktuğunu açıklarken, bir grup insanın da şeytanları kendilerine dost edindiklerini bildirmektedir! (İlhan Arsel- Şeriattan Kıssalar)

ÖYLEYSE ALIN YAZISI (KADER) NEDİR?
"Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kader üzerine yarattık." (Kamer Suresi: 49)

Kuran ayetlerine bakıldığında alın yazısı ya da insan iradesi konusunu bir senteze ulaştırmanın hiç olanağı yok. Yukarıdaki ayetler olmasaydı, mantıkla bir düşünce yürütebilirdi. Oysa ayetler; insanların da, doğanın da, her bir şeyin de elini kolunu bağlamakla kalmayıp; insanı kayıtsız koşulsuz doğal suçlu durumuna da düşürmektedir.

İsmet Zeki Eyüboğlu  “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” isimli kitabının başında Allah’a anlamlı ve mantıklı bir soru soruyor: “Benimsediğim, sevdiğim, bağlandığım evrenden ayır, çürüt, toprak et, tırtıllara böceklere yem yap, gözümün önünde canım gibi sevdiklerimi al yokluğa sürükle… Sonra dön bana beni suçlu say. Bunlar yetmiyormuş gibi alevlerde yalımlarda yakacağım, tamuya atacağım de. Gücenme, darılma da şu soruma yanıt ver: Suçlu sen misin, ben mi? Ben sana dilekçe mi verdim beni yarat diye?”

Mantıklı bir düşünce üretilecekse; insanın iradesi vardır ama vicdan, toplum ve yasalardan başka hiç kimseye karşı sorumlu değildir. Aslında kutsal kitaplar da çelişkiler ve sorunlar varsa da; asıl sorun insanların konuyu anlamaya çalışmamalarıdır. İnsan bir eylem yapacağı zaman önce ne yapmak istediğini düşünür. Karar vereceğinde; aklı, bilgiyi, mantığı ve iradeyi kullanmak durumundadır. Bunları kullanacağında insanın önüne birçok seçenek çıkar. Bir seçenekte karar verilirse, yeniden bir sürü seçenek çıkar ve karar kesinleşinceye kadar bu böyle sürüp gider. İnsanın başına gelecek iyi ya da kötü olaylar; bu seçeneklerin doğru ya da yanlış seçenekte karar verilmesine bağlıdır. Kutsal kitaplarda yazılanlar gibi, eğer alın yazısı önceden yazılmış ve değişmez olsaydı; çok anlamsızlıklar ortaya çıkardı. Oysa sınava çekilmeyen öğrenciye not verilmez.

Bazı din yorumcuları; Allah ezeli ve ebedi olarak her şeyi bildiği için, insanların ne yapacaklarını da bildiğinden alın yazılarını yazmıştır derler. Öyle bile olsa, insanların başına gelecek olayları ortaya çıkaran ve böyle olmasına karar veren yine Allah değil mi? İnsanın şöyle ya da böyle bir eyleminden dolayı yargılanması bu alın yazısına bağlıysa; insan ne yaparsa yapsın, alın yazısına boyun eğip, kendi hakkına ne düşerse ona razı olmasından başka bir şey kalmaz mı? İşte ilahi adalet denilen bir adalet anlayışı!

Dinlerde mantık aranmaz. Ancak, insanlarda mantık vardır. İşte alın yazısına, yani hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanıp iman etmeyi, imanın altı koşulu içine katılmasının nedeni; mantığı ve insan iradesini yok saymaktır. Yeryüzünde düşünebilen, karar verebilen, kararını uygulayabilen, iyiyle kötüyü ayırt edebilen tek canlının insan olmasına karşın; Allah insanın bu yetilerini yok sayıp çıkıyor. “Elbet hikmetinden sual edilmez!”

KADIN BİYOLOJİSİ, DİN VE BİLİM

KTZ, din, islamiyet, Kadın biyolojisi, din ve kadın, Kur'an'da kadın, Kadın ve bilim, din ve bilim, Kadın neden adet görür?, Adet sancısı, Ruh güzelliği, Adet görmek ve din, Embriyo ayet
DİN, BİLİM VE KADIN BİYOLOJİSİ

Yıllar önce annem ile birlikte gittiğim bir altın gününde küçük bir tartışma  yaşanmıştı. Konuyu anlatmaya,  önce bu altın gününün hatırasından başlamak istiyorum. Konu nereden başlamıştı hatırlamıyorum fakat kadınların adet günü ile ilgili konuşulmaya başlanıldı. Kadınlardan birisi, kızının adet döneminde çektiği sancıların şiddetini anlatmaya başladı. Ağrı kesici hapların bile fayda etmediğini ve bu sancılar başladığında kızını her seferinde hastanenin acil servisine götürüp iğne yaptırmak zorunda kaldıklarını söyledi.  Bu konu üzerine herkes bir şeyler söylemeye başladı:
- Evlenince geçer
- Bir tane de çocuk doğurdu mu hiç ağrısı kalmaz
- Yok yaaaa, milleti kandırmayın, ben evlendim, üç çocuk doğurdum hâlâ sancı çekerim
- Ben kız iken sancım vardı, evlendim çocuk doğurdum geçti
- Herkesin vücudu bir değil demek ki, vs...

Konuşmalar bu şekilde devam ederken ağzımdan birden “bu sancıyı niye çekiyoruz ki? Doktorlar bir çare bulsa da bu sancılardan ebediyen kurtulsak, benim adetim de çok sancılı oluyor” demiş bulundum. İlahiyat mezunu ve dini sohbet vaazcısı ablamız kaşlarını çattı ve o güzel ağzını açtı:
- Oldu canım. Adet sancısını çekmeyin, doğum sancısını çekmeyin, ne çekeceksiniz? Niye geldiniz bu dünyaya? Demek ayda bir gün ya da iki gün ağrı çekmeyeceksiniz diye Allah’ın verdiği bedenle cacık cucuk oynayıp kadınlıktan  insanlıktan çıkacaksınız öyle mi? Hiç sormuyorsunuz Allah bize bu ağrıları bu sıkıntıları niye vermiş diye? Allah kimseye çekemeyeceği ağırlıkta yük vermez. Benim adet sancılarım olmaz ama benim başımda da iki tane yaşlı var. Birinin altından alıyorum, öbürünü sürekli hastaneye taşıyorum. Benim de başka sıkıntılarım var. Ben şikayet ediyor muyum? Sıkıntı çekmeyeceksiniz, bu Allah’tandır demeyeceksiniz, kıçınızı sıcak mindere oturtacaksınız, ondan sonra da kul olacaksınız, cennete gireceksiniz  öyle mi?...

İşittiğim lafları kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama genel hatları ile yukarıdaki gibiydi. Müslüman olduğum günlerde ve özellikle kadınların bir araya geldiği dini toplantılarda,  dünyadaki  imtihan süreci sürekli olarak tekrarlanır, vurgulanırdı.  Sıkıntı çeken ve bu sıkıntılara sabreden insanların Allah katında daha hayırlı oldukları bilgisi, bilincimize nakış gibi işlenmişti. Taaa ki ben dinden çıkana kadar.

Kâinatı yaratan şuurlu bir Bilinç var mı? Bu Bilinç  şu an ve her an, insanların yaşantısına bir şekilde müdahale ediyor mu? Bu tür sorularımın henüz bir cevabını bulamadım fakat diğer konularla ilgili soruları artık “Allah böyle istedi, böyle takdir etti, biz imtihandayız”  gibi  gelenekselleşmiş  inanç kalıplarıyla cevaplamaya çalışmıyorum. Herhangi bir konuda, konu ne olursa olsun, dini aradan çıkarttığınız zaman soruların çeşitlendiğini ve cevapların da daha net ve anlaşılır hatta kabul edilebilir  olduğunu fark ediyor insan. Madem ki konumuz kadın biyolojisi, hadi sorulara geçelim.


 Soru 1: Bir kadın neden adet görür?
Cevap:   Yumurtlama zamanında, kadının vücudu bu yumurtanın döllenme ihtimali için hazırlık yapar. Vücut progesteron hormonu üretmeye başlar, rahim içi duvarlar kalınlaşır ve döllenme ihtimali olan  yumurtanın gelişmesi  için uygun bir ortam hazırlar. Eğer yumurta döllenmemişse,  progesteron seviyesi düşer ve kalınlaşan duvarlar dışarı atılır. Yani kadının vücudu her ay, hamilelik için hazırlık yapar, hatta bebeğin içinde büyüyeceği suyu bile hazırlar fakat kadının  yumurtası döllenmemişse hamilelik için rahimde yapılan bütün bu hazırlık vajina yolu ile vücuttan atılır.

Soru 2: Bir kadın neden adet sancısı çeker?
Cevap: Hamilelik için yapılan bu hazırlıklar vücuttan atılırken rahim içi kaslar kasılır. Bu kasılmaların ağrı olarak hissedilmesi ya da hissedilmemesi, kadının biyolojik yapısına, psikolojisine,  genetik özelliklerine, ağrıyı yaşamasına sebep olabilecek bir sağlık probleminin olup  olmamasına, beslenmesine ve sportif  faaliyetlerine  göre değişiklik göstertir.

Soru 3: Adet döngüleri neden her ay her ay sürekli yaşanır?
Cevap: Kadınların hamile kalma ihtimallerini yükseltmek için. Kadın vücudunda her ay gerçekleşen ve döllenme için hazırlanan olgunlaşmış yumurtanın yaşam süresi  sadece 24 saattir. Spermin yaşam süresi ise 2-3 gündür. Bu durum, kadının hamile kalma başarısını etkiler. Yumurtlamanın  her ay  ya da 21 günde bir gerçekleşmesi, kadının hamile kalma ihtimalini yükseltir.

Soru 4: Bir kadın kaç yaşında adet görmeye başlar?
Cevap:  10 – 14 yaşları arasında.

Soru 5: Bir kadın neden çocuk yaşta adet görmeye başlar?
Cevap: Adetle birlikte kız çocuğu, ergenliğe girer. Memeleri büyümeye, cinsel organları gelişmeye başlar. Dolayısıyla doğurganlık özelliğine adım atmaya başlar.

Soru 6: Bizler kız çocuklarımızı adet görmeye başlayınca hemen  evlendirmiyoruz, çocuk doğurtmuyoruz. Bir çok kız çocuğumuz,  adet döngülerinin  verdiği sancılardan dolayı okula gidemiyor, sınavlara hazırlıkta sıkıntı ve eksiklikler yaşıyor. Cinsel organların gelişimi ve doğurganlık özelliğine giriş neden küçük yaşta başlıyor?
Cevap: Bu soruyu sormanızın nedeni, insanlık olarak ileri bir çağda yaşıyor olmamız. Adet dönemlerinin başlangıç yaşının genetik kodlaması, en eski  atalarımızdan yani ilk insanlardan aktarıla gelmiştir. İnsanlık, buzul çağı, taş devri, bakır devri ve demir çağı gibi dönemlerden geçmiştir. İlk atalarımızın yaşantısı hayvanlar gibiydi. Topluluk halinde değil birey olarak yaşıyorlardı.  Vahşi hayvan saldırıları, hijyenik olmayan yaşam koşulları, enfeksiyonlar ve tedavi edilemeyen çok basit hastalıklardan dolayı ortalama insan ömrü 20-25 yıldı ve dünyaya gelen bebeklerden çok azı yaşayabiliyordu. Bu kadar kısa bir yaşam süresinde  insan dişisinin mümkün olduğu kadar erken  yaşta doğurganlık özelliğini kazanması ve hamilelik  başarısının artması için de bu döngülerin her ay yaşanması gerekiyordu. İlk insanların yaşadığı dönemlerde amaç,  diğer canlılarda olduğu gibi neslin tükenmeden devam ettirilebilmesine dayanır. Vücut fonksiyonları ve içgüdüsel davranışlar da bu doğrultuda  yani sürekli olarak çoğalmaya göre ayarlanmıştır. Evinde kedi besleyen insanların çoğu bilir, kediler genellikle henüz yavruyken kızışmaya başlarlar ve hamile kalıp yavrularlar. Bu durum bir çok hayvan türü için de geçerlidir.  İnsanlık da muhtemelen ilk dönemlerinde böyle idi. Kadınların bu adet durumunu  çok erken yaşta yaşamaya başlaması, ilk atalarımızın vahşi yaşam koşullarında  verdikleri  var olma mücadelesinin genetik gerekliliklerinden  aktarılagelir.

Soru 7: Şu an ki yaşadığımız çağda böyle bir genetik gerekliliğe gerek var mıdır?
Cevap: Eğer  tıp alanındaki gelişmeler, kadınların adet döngülerinin özelliklerine genetik olarak müdahale edecek düzeyde gelişmiş ise bir kadının çocuk yaşta adet görmeye başlamasına ve elli yaşına kadar her ay adet dönemi geçirmesine gerek yoktur?

Soru 8: Neden böyle bir  gerekliliğe  gerek yoktur?
Cevap: Eski zamanlardaki düzen ile şimdi ki yaşadığımız çağın düzeni arasındaki fark oldukça artmıştır. Çok sayıda çocuk sahibi olmak, bir çok nedenden dolayı artık gerekli değildir(Bunun nedenlerine girersek konu çok uzar). Çocuklar, küçük yaşlarından itibaren eğitim hayatına başlıyor ve eğitimlerini ortalama olarak 22, hatta 30’lu yaşlarına kadar devam ettiriyorlar. Kadınların hamileliği, genellikle bu sürenin bitiminde başlıyor. Dolayısıyla bir kadının 10 yaşından 20’li yaşlara kadar veya 30’lu yaşlara kadar ortalama 10 ile 20 yıl boyunca rahimlerinin sürekli olarak hamilelik hazırlığı yapması, gereksiz bir sıkıntıdır.


Geleceğe Bir Yolculuk Yapalım
Biz kadınların genetik özellikleri değiştirildikten sonra:
Bir kadın, 18 yaşına geldiğinde ve boyu yeteri kadar uzadığında hormonları ve buna paralel olarak cinsel organları gelişmeye başlıyor. Fakat hayatı boyunca hiç adet dönemi yaşamıyor. Ne zaman ki çocuk sahibi olmaya karar veriyor, işte o zaman rahminin yumurtlamasını sağlayacak ve yan etkisi olmayan bir hap içiyor veya koluna minik bir iğne yapılıyor ya da yumurtalıklarına bir frekans gönderiliyor.  Böylelikle rahminin yumurtlaması  anında  tetikleniyor ve olgunlaşmış bir yumurta, tüplere iletiliyor, rahim, hamilelik hazırlığına başlıyor.  Anne adayı, eşi ile birlikte, bizzat kendilerinin belirlemiş olduğu bu gün içerisinde eşi ile birlikte gerekli hazırlığı yapıyor ve kadın hamile kalıyor. Anne, çocuğunu doğurduktan sonra ikinci bir çocuk planlamasına kadar yine hiçbir şekilde kadının rahmi, dışarıdan uyarılmadıkça yumurtlama gerçekleştirmiyor yani adet dönemi yaşanmıyor. Geçmiş dönemlerde, çoğalmanın idrakinde olmayan ve düşük bir zekâya sahip olan ve çoğalması için genetik özelliklerinin yönlendirmesi yani ilkel kabul edilen dürtüler ve otomatik yaşam fonksiyonları ile yaşayan, çoğalan  insan türünün geldiği şu noktada artık yaşamın her alanına bilinç ve zekâ hakim olmuş durumda. İnsanlar, plansız  çoğalmanın ve bu çoğalmanın sonuçlarının son derece farkında ve bilincindeler. Zekânın gelişimi ile birlikte bu bilinç ve bilgi de yaşanılan çağın gerekliliklerine ve tıbbın, bilimin sağlayacağı imkânlara göre değişecek, gelişecektir.

Peki dinler, bu tür değişimleri nasıl karşılayacak? Bu gün hâlâ dünyanın çeşitli islâm ülkelerinde çocuk felci aşısını günah sayan, kız çocuklarını sünnet eden, doğum kontrol yöntemlerini kullanmayı “Allah’ın yasalarına karşı gelmek” olarak değerlendiren dindarların varlığını göz önüne alırsak, müslüman kesim, bu değişimleri nasıl kabullenecek? Ya da kabullenecek mi? Tahminimce her zaman olduğu gibi en arkadan takip edecek, bazıları ise hiç takip etmeyecek. İlk önce sert sesler yükselecek. Adet dönemlerinin bir kadın özelliği olduğu ve bu dönemleri ortadan kaldırmanın kadınları erkekleştireceğini öne sürenler bile çıkacak. Bu iddialarını kanıtladıklarını düşündükleri ayetleri okuyacaklar. Buna rağmen belirli bir kesim, bu yöntemleri vücutlarında faaliyete geçirmeye başlayacak. Uzun bir zaman diliminde bu yöntemler yaygınlaşacak. Ve en dindar olan kesim, bu yöntemleri en sonra uygulamaya başlayacak. Bu kez vaazlar, fetvalar değişmeye başlayacak. “Allah, bu özelliği kadına, geçmiş zamanlarda ihtiyaç olduğu için vermiştir. Şu an artık böyle bir ihtiyaca dolayısıyla da özelliğe  gerek kalmamıştır” diyen  yeni İlahiyatçı’lar ortaya  çıkacak. Menapoza giren bazı kadınların, kemik erimesine maruz kalmaması için kullanılması tavsiye edilen östrojen hormonuna bile “günahtır” diyen güruh, ayağına zincir vurulmuş sürgün gibi sürüne sürüne en arkadan takip edecek bu tür gelişmeleri.

Ve insanlık öyle gelişecek ki, yapay rahimler geliştirilecek. Anne rahminin bütün işlevini yetine getiren ve tam donanımlı merkezlerde bulunan yapay rahimler. Muhtemelen bu yöntemi ilk olarak  rahminde bebek gelişimine imkân  vermeyen hastalıklara ya da yapısal bozukluklara sahip olan  kadınlar kullanacak. Ardından diğerleri gelecek. İlk uygulamalarda sıkıntılar yaşanacak fakat zamanla bu sıkıntılar düzeltilecek ve yapay rahimler mükemmel hale getirilecek. Hatta yapay rahim içine ve annenin kafatasının bir kenarına yerleştirilecek birer çip ile bebek ve anne arasında doğuma kadar süren telepatik bir iletişim bile sağlanacak. Yapay rahimdeki bebek doğmadan önce annenin beynindeki  çip,  annenin süt bezlerini harekete geçirecek ve bebek için süt salgılamayı tetikleyecek. Anne ve baba, doğum esnasında yapay rahim kapsülünün hemen yanı başında bekleyecekler. Bebek, yapay rahimden  sorunsuzca  doğacak  ve anne, bebeğini kucağına alıp emzirmeye başlayacak. Bu sırada, ilahiyatçılardan birisi fetva vermeye başlayacak. Bu yöntemin insanlık dışı olduğunu ve çok zorunlu kalınmadıkça kullanılmaması gerektiğini  üstüne basa basa anlatacak. Bu yöntemin dinen sakıncalı olduğunu söyleyen Kur’an yorumcusunun annesi, kendisini dünyaya getirirken hayatını kaybetmemiştir.  Çocuk doğururken hayatını kaybeden kadını da şehit durumuna yükseltip sonsuz ve güzel olan cennete yollayıp, dünyaya gelen öksüz  bebeğe de “Allah, rızkını ve bahtını verecek inşallah” diye de dua etmeyi unutmayacaktır. Bu Kur’an yorumcusu, annesinin hamileliği sırasında, annesinin yakalandığı bir  hastalık sonucu özürlü  olarak dünyaya gelmemiştir. Özürlü olarak dünyaya gelen insanların da Allah tarafından böyle imtihan edildiğini anlatmaya başlayacaktır.
O dönemlere varıldığında dünyadaki kadın erkek sayısını göz önüne alarak yapay rahimlerde ya da anne rahimlerinde döllenecek olan bebeklerin cinsiyetlerine müdahale edilecek ve böylelikle kadın ve erkek sayısı kontrollü bir şekilde eşitlenecektir. “Allah, bir aileye erkek çocuğunu  münasip görüyorsa erkek evlat, kız çocuğunu münasip görüyorsa kız evlat verir, Allah’ın seçimine müdahale edilmez” diyen din kesimi, gelecek çağlarda Kur’an’ı ve İslâm’ı, yaşadıkları zamana  nasıl  uyarlayacaklar ve bu tür gelişmelere nasıl ayak uyduracaklar, tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Zaten günümüzde bile hiçbir İslâm âliminin bir konudaki değerlendirmesi ve yorumu bir diğerininkini tutmuyor. Ülkeler, mezhepler, dini sınıflar, tarikatlar, cemaatler, sosyetik dinciler derken bir tane Kutsal kitap üzerinden bin tane bir birinden farklı tefsir yapılıp yine bin tane bir birinden farklı fetva veriliyor.
Biz dinsizlerin fetvası ise hiç değişmedi ve değişmeyecek: AKIL, BİLİM, İNSAN!

Kadın vücudunu ilgilendiren durumlar sadece doğurganlık özelliği ile sınırlı değil tabi ki. Bugün elinize mikrofonu alıp sokağa çıkın ve ruh güzelliği mi yoksa fiziksel güzellik mi diye insanlara sorun. Kendisine mikrofon uzatılmış olan insanların çok büyük bir çoğunluğu “ruh güzelliği” diyecektir ki! YALAAAAAAAAAN!  Külliyen YALAN!

Erkeklerin çoğunluğu uzun boylu, fit, geniş omuzlu, kaslı, zeki, gür saçlı ve yakışıklı bir yüze sahip olmak isterler. Kadınlar ise ortalama 170 cm boy oranına, kilo almalarına izin vermeyen hızlı bir metabolizmaya, kılsız tüysüz ve sivilcesiz prüzsüz bir cilt yapısına, gür saçlara, güzel görünümlü bir yüze sahip olmak isterler. Dindar kesimin güzellik ve çirkinlik konusundaki düşüncesi “Allah o şekilde yaratmıştır, öyle takdir etmiştir”  şeklindedir. Bir kadın, sağlık sorunu olmadığı halde “bu vücutta doğmayı ben seçmedim, sevmediğim bazı fiziksel özelliklerim var” deyip  sırf estetik görünüşünü sevmediği için tercihine dayalı bir estetik operasyon yaptırdığında bu durum dinen sakıncalıdır, günahtır. Çünkü  Allah’ın verdiği bedeni beğenmeyip değiştirmeye çalışmak  “Allah’ın  takdir ettiği görüntüyü  beğenmemek” anlamına gelir ki bu da dinen Allah’a karşı gelmektir.

Dindar olmayan insanların güzellik ve çirkinlik ile ilgili açıklamaları ise tamamen bilimseldir ve konuya derinlemesine girildiğinde yine insanların ilk atalarına ve dolayısıyla söz konusu insanların bulundukları çevreye olan uyumlanmalarının  doğal bir sonucu olarak çıkar karşımıza dış görünüm.

Sarışın ve açık tenli  Irk: Dünya insanlarınca genel anlamda güzel ve yakışıklı olarak kabul edilen  bir ırktır. İnsanlar genellikle sarışın ve açık renk gözlü olmak isterler. Bu sebeple  sarı renkli saç boyaları çok fazla kullanılmakla birlikte lazer teknolojisi ile artık günümüzde göz rengi, istenilen tonda kalıcı olarak açtırılabiliyor. Yani kahverengi gözlü iseniz lazer tedavisi ile gözlerinizdeki irisi mavi ya da yeşil renge kalıcı olarak  çevirtebilirsiniz.  Sarışın ve açık tenli  ırkın ilk ortaya çıktığı bölgeler, güneşli gün sayısının az olup bulutlu gün sayısının fazla olduğu ve güneşin eğik bir açı ile geldiği yerlerdir. Bu bölgedeki insanların yetersiz  gelen güneş ışınlarından ihtiyaç oranında  faydalanabilmeleri için tenlerindeki renk pigmentlerinin çok az olması yani, çok açık renk olması gerekir ki bu durum  güneşe karşı ciltlerini korumasız hale getirir ve eğik açı ile gelen güneş ışınları bu renkteki tene iyice nüfus ederek yeterli D vitaminini sentezler.

Esmer ve siyahi Irk: Dünyanın orta çizgisine yani çöl ve ekvator bölgelerine gidildikçe güneş ihtiyacı, yerini güneşten korunmaya bırakır çünkü güneşli gün sayısı çok fazladır ve güneş dik açı ile ve sürekli geldiği  için insan vücudunun yoğun güneş ışığının zararlı etkilerinden korunması gerekir. Burada devreye yoğun renk pigmentleri girer ve kişi iyice esmerleşir. Derinin rengi siyahlaşır. Böylece güneşin zararlı ışınları vücuda zarar vermez. Aynı zamanda bu insanların vücutlarının D vitaminini üretmesi için yoğun güneş ışığında en az 3-4 saat kalmaları gerekir.

Bir insanın kemik yapısı, burnunun kemerli ya da düz olması, bacaklarının uzun ya da kısa olması, kıllı ya da kılsız olması, mavi gözlü veya kahverengi gözlü olması, kel ya da saçlı olması vb. Hepsinin ve daha fazla özelliğin çevresel  uyumda bir nedeni vardır. Zamanla bu coğrafi ve iklimsel şartların oluşturduğu bedenlerin çoğu,  bulundukları yerlerden göç etmiş, farklı ırklardaki insanlarla karşılaşmış, kaynaşmış ve melezleşmiştir. Dinsiz insanlar, “bir insan neden bu fiziksel özellik ile oluşmuştur?” sorusunu cevaplarken, bu bilgileri, bilimsel verileri değerlendirir.  İlkel dönemlerde, çevre şartlarına uyumlu bir fiziki yapı, hayati önem taşıyordu. Şu an geldiğimiz anda ise çevresel şartların çoğunluğu, hayatımıza kazandırdığımız çeşitli standartlarla adeta önemsizleşmeye başladı. Mesela zamanımızın çoğunluğunu dört duvar arasındaki korunaklı binalarda geçirmemiz, ulaşım araçları, güneş koruyucu kremler, klima, kalorifer vb yardımcılarla çevresel koşulların etkisini en aza indiriyoruz. Diğer taraftan, ilkel koşullarda çevreye uyumu zorunlu kılan fiziksel özellikler şimdilerde yerini, hayatımıza giren ortak standardlara bırakmış durumdadır.  Kıyafetler genel olarak en az 1.60 cm boy uzunluğuna sahip insanlara hitap eder. Bu yüzden 1.50 veya 1.80 boyundaki kadınlar, her zaman her yerden her beğendikleri kıyafeti alıp giyemezler. Diğer taraftan 1.50 boyundaki bir kadın, yüksekliği Standard olan mutfak tezgahında verimli bir şekilde çalışamazken uzun boylu kadınların aksine, üst raflardan bir şey almak için sürekli olarak tabureye ya da basamağa çıkmak zorundadır. Bu türlü zorunlulukların yanı sıra fiziksel beğeni ve zevk de git gide artmakta ve kozmetik sektörü de kadınların bu ihtiyacına cevap vermektedir. Karakteri, iyi niyeti  tabi ki de önemsizleştirmeye çalışmıyorum fakat  özgür beğenisi olan bir insan fiziksel bedeninden hoşnut değilse ve bazı fiziksel özelliklerini beğenmiyorsa ve imkânlar elverdiğinde bu özelliklerini, sağlığını bozmadan beğenisine paralel olarak değiştirebilecek durumda ise buna ne engel olabilir? İşte dini inanç burada devreye girer. Din, insanın kendi bedenini beğenmeme  tercihini  bile elinden alır. Burada çok önemli bir nokta daha var ki o da: Dini açıdan bu tür meseleleri değerlendirmeye ya da soru sormaya kalktığınızda en modernistinden en gericisine kadar bir birinden farklı yüzlerce cevap alırsınız. Çok az bir dindar kesim, sizin estetiksel tercihlerinize cevaz verirken, bazıları kararsız, bir çoğu da olumsuz cevap verecektir. Hepsi de kendi cevabını destekleyen ayetleri ve hadisleri bulup arada bağlantı kurup sana delil olarak okuyacaktır. Fakat dini inancı olmayan kesim için sana yöneltilecek cevaplar veya sorular  bellidir, “bunu yapmak istediğinden emin misin?” veya “bu kararının tekrar dönüşü belki de hiç  olmayacak” ya da “bu seçimin, senin sağlığına zarar verecek mi?”, “o şekilde olmak hoşuna gidecekse neden olmasın?”  şeklinde olacaktır.

Beyaz ten rengine sahip bir kadın esmer bir ten rengine kavuşmaya karar verdiğinde veya esmer bir kadın beyaz bir ten rengine kalıcı olarak  kavuşmaya karar verdiğinde  veya  bir kadın, sevmediği  ses tonunu değiştirmeye karar verdiğinde veya genetik olarak belden aşağı olan tarafı yukarısına göre daha yağlı olan bir kadın  bu genetik durumunu değiştirip kalın bacaklar yerine ince bacaklara sahip olmak isterse  ya da anne olmayı isteyen bir kadın, doğacak çocuklarının boy uzunluğuna,  zeka türüne, göz rengine, cinsiyetine karar vermek istediğinde ve bunu uygulayacak metodlar kolay ve sorunsuz olduğunda dindar kesim, bu uygulamaların neresinde olacak? Ya da dini kesimin çoğunluğu tarafından kabul görmesi ne kadar zaman alacak? Daha özetle, bu uygulamaları hayatına geçirmeye başlayan dindar insanların “Zaten dinimizde falanca falanca ayetlere bakacak olursak ya da falanca hadisleri okuyacak olursak bir kadının güzelleşmesi…” olarak devam eden yorumlarla “En büyük günahtır” şeklindeki yorumların arasına kaç yüz sene girecek?

Bu türlü bilimsel gelişmelerin insan hayatındaki aktif rolü boyunca Dînî yorumlar kaç kez evrim geçirip değişecek? Kaç defa inatçı bir çocuk gibi ayak direyip bağırıp karşı çıkacak? “Dinen sakıncası yoktur” fetvasına kadar kaç kadın, kaç yüz yıl boyunca bedensel tercihlerini “günahtır” fetvasına heba etmek zorunda kalıp, yaşamını tamamlayıp bu dünyadan göçecek? Vaktiyle dini çevreler, aile planlamasına da karşı çıkmış, uzun yıllar ayak diremişti.

Yazan: Kainatta Toz Zerresi

NASIL PARÇACIK OLDUM ? | 4

din, Dinden çıkış hikayesi, Allah din göndermedi mi?, islamiyet, Karmaşık, Hangi din?, Nasıl parçacık oldum 4, Allah var mı?, Kur'an'da yazan din, Emirler tanrıdan mı geldi?,
NASIL PARÇACIK OLDUM SON BÖLÜM

Koyu bir sünni iken izlediğim videolar ve okuduğum kitapların etkisi ile yaşadığım inanç serüvenini anlatmaya devam ediyorum ;

1 – Allah (cc) var, peygamberleri gerçekten göndermiş. Ancak insanlar dinleri değiştirmişler.

Yani bu durumda İslam ve peygamber var demek ki. Bize düşen dinimizi doğru şekilde öğrenmeye çalışmak ve tarihe ışık tutmak oluyor.

Burada kalmıştım..

2nci olasılık ise ;

2 – Allah (cc) var, peygamberde var ve gönderilen din şu anda Kuran’da yazan din . İşine geliyorsa uyarsın gelmiyorsa ateşe hazır ol !

Bu şık kafadan bir sürü hataları, yanlışları, çelişkileri barındırıyor zaten.
Zaten ben bu şık yüzünden bitip tükenmeyen arayışlara girdim ya!
Eliyorum bu olasılığı.

3 – Allah var, ancak hiçbir din göndermemiş. Bunların hepsi insanların uydurması.

Şimdi.. Bu konuda neler söylenebilir ?

Tevrat ve Kuran hemen hemen aynı emirleri veriyor. Ama Sümerlerde de benzer hikayeler ve emirler var. Hadi bunu da şöyle açıklayalım;
Zaten sizin bilmediğiniz bir sürü toplumlara da elçiler gönderilmiş ve hepsine aynı emirler bildirilmiş. Sümerler de bunlardan bir tanesi.

Peki tamam da, yer tanrısı ile gök tanrısı birleşip insanı  yarattı diye mi  bildirilmiş? Adamlar öyle yazmışlar tabletlere. İlahi bir emir olmuş olsaydı eğer, Tanrı tek derdi. Öyle demediğine göre bu emirler Tanrı tarafından gönderilmemiş olma ihtimali var.

Sümerler böyle, ancak Aztekler de ki durumu nasıl izah edebiliriz ?


Aztekler de anlatılan olaylar nedir peki ?
Maymuna dönüştürülenler,  ( Bakara: 65-66) ( NAHUI EHECATL )
Yağmurların her tarafı sele boğması  ( Nuh:25) ( NAHUI QUIAHUTIL ) + ( NAHUI  ATL )
Depremler sonucu dünyanın yok olması?  ( Mürselat:10) ( NAHUI OLLIN )
Bu adamlar birbirlerinden binlerce km uzaktalar ve 3-4 bin yıl fark var aralarında.

Yani bu mahallede ( Dünya ) oldum olası dilden dile dolaşan hep aynı hikayeler. Kuşaktan kuşağa aktarılmış bir şekilde.

Bu durumda aklıma şöyle bir şey geliyor ;

Tanrı gerçekten de dönem dönem emirler göndermiş ve her gönderim sonrası insanlar işin suyunu çıkarmışlar.

Ancak bir dakika!

Sümerler de olsun, Aztekleklerde olsun anlatılan efsaneler yaklaşık olarak örtüşüyor. Ama bu anlatılanlar yaşanan büyük olaylar. Fakat hukuk kuralları da örtüşüyor.
Örneğin Sümerler de darp suçunun karşılığı kısastır. Yani birisinin kolunu kırmışsan senin de kolun kırılır gibi.  Kuran’da da kısas hükmü var ; Eğer sen bir adamın kadını öldürmüşsen O’da senin kadınını öldürebilir veya sen diyet ödersin.
Kadının ne suçu var ? Bakış açısına göre kadın zaten mülkiyeti erkeğe bırakılmış canlı mal.
Ancak Sümerler de durum aynı.

Kadın o zamandan günümüze kadar sürekli mülkiyeti erkeğe verilmiş mal muamelesi görmüş toplumlar da.

Peki aldım bunu bir kenarda bekleteyim.  Ya ibadet ile ilgili emirler ? Onlar aynı mı?

İbadetler de benzerlik veya farklılık var mı bilemiyorum. Çünkü okuduğum tüm kaynaklar suç ve ceza karşılaştırması yapmışlar, ancak ibadet şekilleri konusunda bir açıklama veya belge niteliğinde bir doküman bulamadım.

Ancak şöyle bir sonuca vardım ;

Sümerler – Yahudiler – Müslümanlar  bu 3 seri hemen bir çok konuda birbiri ile örtüşen kanunlar,  ceza hukuku, sosyal hukuk  ve dini rivayetlere sahipler. Hristiyanlık bunlardan farklı bir yaklaşım sergiliyor.

Evet dostlar,
Ben rumuzumu “Karmaşık” olarak belirlerken aslında ruh halimi yansıtmak istedim.

Koyu bir sünni iken , sorgulayınca ve buna bağlı olarak araştırınca “şimdilik “ kaydıyla şu noktaya geldim ;
Yaratan var.. Kesinlikle var. Ve hayatımıza küçük dokunuşlarla katkıda bulunuyor.
Kutsal kitap içinde yaşadığımız evren.
Kutsal emirler ruhumuza doğarken işlenmiş doğrular ( Öldürme, sevgi göster, sev, paylaş, çalma, aldatma vb )

Bunun dışındaki kitaplar resmen tanrı tarafından gönderilmemiş olma ihtimali bende daha ağır basıyor. Belki bazı ayetler gerçekten de Tanrı tarafından gönderildi. Ancak bu temelin üzerine insanlar yüzlerce ayet ekleyip bozmuş olabilirler.
Bilemiyorum..

Başka bir yazıda görüşmek ve tartışmak ümidiyle özgür kalın.

Yazının Diğer Bölümleri

Yazan: Karmaşık