HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BİR DİNSİZİN ÖTE ALEMİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Öte alem, Ahiret, Bir dinsizin öte alemi, Dinsizlere göre ölümden sonra, Ölümden sonrası, Öte hayat, Başka hayatlar var mı?, Öldükten sonra, Ahiret inancı,

BİR DİNSİZİN ÖTE ÂLEMİ


Öte âlemde ne var? Gidip de dönebilenler olmuşsa, deneyimlerini paylaşmalarını isterdim.
Öte alemle ilgili merakım depreştiği zaman, dindar olduğum yıllar  aklıma geliyor. Bu tür sorular, sorudan bile sayılmazdı. Cevabı hazırdı çünkü. Uymamız gereken emirler vardı. O emirlere uyunca cennete gidecektik, uymayınca, Allah’a karşı gelince cehenneme gidecektik.  1400 yıl önce yazılmış olan bu bilgiyi, öte âleme ilişkin gerçek ve değişmez bir bilgi kabul edip uyuyorduk. Sonra bir gün “din” denilen sis perdesi kalktı gözlerimin önünden. Ben de aniden ayağa kalkmak ihtiyacı hissettim, uyandım galiba. Hayata, insana, dünyaya bakış açım yerle bir oldu. Onları yeniden inşa etmeye başladım ve ardından her şey yeniden farklı bir şekilde anlam kazanmaya başladı. Sorularım değişti, çeşitlendi  fakat her şeyin cevabı yok.  Merak ettiğim her şeyin cevabı şakkadanak olsaydı daha mı iyi olurdu? Yine uyumaya devam mı ederdim yoksa? Burnumuzun ucunda duran kara deliklerin, devasa yıldız sistemlerinin  her türlü resmini çekip, yayınlıyoruz ama ne oldukları hakkında halen bilim adamları kesin şeyler söyleyemiyorlar.  Devasa merceklerle  gördüğümüz yapılar hakkında bile kesin bilgilere sahip değilken  Yaratıcı, öte alemle ilgili bilgileri şakır şakır yazacak, altın tepsiye koyacak, biz de bakıp, “oh bilgi sahibi oldum, öğrendim” deyip  uyumaya devam edeceğiz.  Bu zihniyet, öte aleme yani ölüm ötesine yönelik araştırmalar yapar mı, kılını kıpırdatır mı? İçinde bulunduğumuz kâinat, uykuda mı? Sabit duran taşların içindeki atomlar bile hareket halinde iken biz, “hooop” kucağımıza inen hazır bilgilerle uyuyarak mı geçireceğiz bu yaşantımızı?

İnsanoğlunun hayatına kattığı her yeniliği bir gözden geçirin. Geçmişe gidin. Tarıma nasıl başlandı? Topluluk olma fikri bir dini inançla mı geldi yoksa uzuuuun seneler boyunca oluşan bir bilinçle yavaş yavaş beynini geliştiren insanın azmi ile mi gerçekleşti?  Hayatımızın içine insanlık tarafından katılan her türlü yeniliği bir gözden geçirin. Bana bir din söyleyin ve o dinin bir ayetini okuyun ve deyin ki “insanlık, bu dinin kitabını okudu, falanca ayeti inceledi ardından o ayete dayanarak ya da o ayetten ipucu alarak şu icadı gerçekleştirdi ya da insan hayatının içine dinin emrettiği şu yeniliği kattı ve o yenilik de insanlığın şu bakımdan gelişmesini sağladı”. İnsanlığın hayatında şu an hangi yenilikler yaşanıyorsa, hepsi de insanların kendi çabası, kendi gayreti ve kendi azmi ve mücadelesi sonucu elde edildi. Şu durumda dinlerin yapabildiği tek şey, ama tek şey ise, insanoğlunun zekâ ve azmi ile geliştirip hayatın içine soktuğu yeniliklere kendini  adapte edebilmek için çaba sarf etmek. “Hey durun!, her ne kadar ben geçmişin emirleri ve geçmişin kafa yapısı  ile sizlere  yön ve akıl vermeye çalışsam da,  uyum sağlayabilirim, uyumlu olmak için çaba sarf ediyorum, beni güncellemeye çalışan müdavimlerim var, yeter ki beni terk etmeyin, tarih sayfalarında beni bir başıma bırakmayın.”

Edison, “ampül mü icat edeyim yoksa farklı bir şey mi icat edeyim? Bunu icat ederken neler yapabilirim?” Sorularının cevabını dini kitaplardan okumadı. Öte aleme ve öte boyutlara ilişkin olabilecek bütün soruların cevabını da günü geldiğinde ve o teknolojiye, o bilimsel düzeye  ulaşıldığında insanoğlu, yine kendi azmi, enerjisi, bilgisi  ve çabasıyla ulaşacaktır. O günler gelinceye kadar şimdilik tahminde bulunmaktan başka çare yok.

Yaşamsal fonksiyonlarımız ömrünü tamamlayıp bedenimiz  toprağın altına girdikten bir süre sonra kemiklerimiz ve saçlarımız haricindeki her yerimiz çürümeye başlayacak. “Aslında hiçbir şey ölmez, yok olmaz sadece form değiştirir” sözü doğru fakat çürümeye yüz tutan ve toprağa karışan atomlarımız, kemiklerimize, saçlarımıza bürünüp tekrar ayağa kalkamayacak. Yine de kemiklerimiz ve saçlarımız gibi çürümeyecek olan bir uzvumuz daha var ki O’da, biz hayatta iken etimizle, kanımızla çalışan beynimizin ürettiği düşünceler bütününün oluşturduğu enerji alanı. Beynin biriktirdiği düşünce bütünü ve öte alemle ilgili bağlantısı olasılığını ilk kez, Ahmed Hulusi isimli bir Kur’an yorumcusundan dinlemiştim. Hatta bu kişi bir ara sosyetemizde ilgi odağı olmuştu. Ahmed bey, dindar bir Müslüman  olduğu için bilimsel temele dayandırdığı  bu teorisini, İslâm inancının öte alemle ilgili her aşamasına uydurabilmek için çaba harcamış.  Bu yönüyle, bu teorinin her aşamasına  katılmasam bile beynimizin ürettiği enerji alanının, insan gözü ile değil, özel donanımlı cihazlar sayesinde görülmesi, elle tutulabilir ve çürür  bir yapıda olmaması ve bana göre bu olasılığa alternatif başka bir teorinin olmaması, düşüncelerime dikkat etmem noktasında beni uyarıyor. Eğer gerçekten öte alemde böyle bir durum yaşanacaksa yani, sadece dünya hayatı içinde yaşarken, yaşadığımız her anın ve inancın bilgisi, hayallerimiz, bilgi birikimlerimiz ve bunların her birinin oluşturduğu enerji bütünü, biz öldükten sonra, o enerjiye  karşılık gelecek farklı boyutta varlığını devam ettirecekse eğer, aklımızdan geçirdiğimiz her düşünceye, hayale dikkat etmek gereği çıkıyor ortaya. Dini inançlar da buna dahildir. İnsan beyni henüz tam olarak çözülememiş olsa bile, alışkanlıkların, inanmışlıkların, önyargıların  ve telkinlerin depolandığı bilinçaltımızın bedenimizi ve kişisel olarak ve davranışsal olarak bizi otomatikman yönlendirdiği,  bilimsel bir gerçeklik zaten.  Bu sebeple, bu teoriyi  yıllar  sonra tekrar yoğun olarak akıl süzgecimden geçirmeye başladığım bir dönemde, tesadüfi olarak İslâm dininden çıkmamın ardından, kafamda otomatikman cehennem ateşi inancını yok ettim. Düşünsenize, eğer bu teori gerçekse ve siz dini inanç gereği sırf ibadetlerinizi yani tapınma görevlerinizi yapmadınız diye öte alemde uzun süre cehennem ateşinde yanacağınızı ve hatta dindar biri bile olsanız “her insan cehennem ateşinden bir kez geçecek” inancı ile öldükten sonra öte alemde bilinçaltı düşünce kalıbınızın sizin için hazırladığı hayali bir cehennem ateşinde gerçekten de bir süre ya da uzun süre yandığınızı görüp bunun acısını hissettikten  sonra yine bilinçaltınıza aşıladığınız cennete girdiğinizi görmeniz muhtemeldir. Hatta cehennemin yanından bile geçmeden ölür ölmez hemen cennete gireceğinize inanmış iseniz, ölümünüzün ardından sizi tıpkı hayalinizdeki gibi bir cennet karşılayabilir.  Ahmed beyin öte alemde cehennemi yaşamakla ilgili teorisi çok farklı fakat insan beyni, şartlanmaya ve bu şartlanmışlığı hem rüyalarında hem de fiili olarak yaşayabilecek bir özellikte ise, cehennem inancına dayalı bir şartlanmışlık öte alemde, inanan insanları neden karşılamasın?  Bir insanı belirli bir süre hipnotize edin ve o kişiyi cehennem ateşinde yanmakta olduğuna ikna edin. Bir süre sonra o kişi, rüyalarında cehennemi ve kendisinin de o cehennemde olduğunu görmeye başlayacaktır. Hatta işi daha da ileriye götürüp, farkına bile varmadan, kendisini yanmakta olan bir ateşin içine bile atabilir. Şartlanmaya bağlı olarak öte alemdeki  bu cennet cehennem hayali, sadece hayali olarak yaşansa bile  eninde sonunda içinde bulunduğu gerçekliğe uyanıp sağını solunu fark edecek ve yeni girdiği boyutun farkına varacaktır diye düşünüyorum.

Rüyalarımız gerçek değildir fakat gerçekmiş gibi algılarız ve bir süre sonra da uyanırız. Gerçek bir cennet ve gerçek bir cehennemden bahsetmiyorum. Tıpkı kafasına yeni teknoloji oyun kaskı takmış olan oyun bağımlısı biri gibi kendisini, beyninde hazırladığı cennet cehennem filminin yani hayalinin ortasında bulan bilinç enerjisinden bahsediyorum. Bu ihtimali düşünmeye başladıktan sonra öte âlemle ilgili olabilecek bütün cennet ve cehennem inancımı yerle bir ettim. Artık böyle şeylere inanmadığım gibi bu tür düşünce kalıplarını da beslemiyorum, cehenneme ait inanç birikimi yapmıyorum. Eğer böyle bir teori doğru ise, dünya hayatı içerisinde, bilincimizde ne biriktirirsek öte âlem için kârdır diye düşünüyorum. Yine bu teoriyi gerçek kabul edersek,  tamamen inançsız olan  kişilerin durumu  ölüm sonrasında ne olur?  Ateist olan yani tamamen inançsız olan bir insan, öldükten sonra ne bilinç olarak ne de ruh olarak varlığını asla sürdürmeyeceğine ve bir hiç olarak yok olup gideceğine inanır ve bu inancını sürdürürse, kişi öldükten sonra o kişinin bilinçaltı, seneler içinde düzenli olarak  kendisine verilen  “ölünce hiç ol ve kapan” komutunu yerine getirecek ve tıpkı bir televizyonun kapatma düğmesine basar gibi kendisini kapatacak ve hiç olacaktır. Kim bilir!

Diğer aleme sadece beynimizin ürettiği enerji alanı ile geçebileceğimiz   düşüncesi, zaman geçtikçe ve hayatın anlamını sorguladıkça bana biraz daha mantıklı geliyor. İnsan aklı, yapısı gereği her şeyde bir anlam aramak zorundadır. Bilimi geliştiren, motive eden içsel  nedenlerden  birisi de budur aslında. Hepimiz kafalarımızın içerisinde, birbirinden muhteşem değerler taşıyoruz. Ne kadar fazla yaşarsak, ne kadar fazla yer gezip görüp ne kadar fazla insan tanırsak ve hayatı ne kadar deneyimlersek bakış açımız o kadar gelişiyor ve beynimizin içinde bilgiye dair değerler o kadar birikiyor ve bizi o kadar olgunlaştırıyor. Tıpkı nehir ve ırmak sularıyla birikip büyüyen denizler ve okyanuslar gibi. O okyanuslar, dünya gezegenine hayat veriyor. Uzay boşluğuna savrulan ve birbirine tutunan, bir araya gelip biriken göktaşları, gezegenleri oluşturuyor. Bir muhabirin, seneler içinde yaptığı görevlerle biriken  deneyimleri  en sonunda bir haber spikeri olmasına vesile oluyor.  Bir hayvanın rastgele oluşumu ve tekdüze yaşayıp, hayata çok fazla şey katmadan gelişmeden, öylece ölüp gitmesine çok fazla anlam katamayabilirsiniz  fakat insan başka. İnsanoğlunun bilincinde müthiş bir birikim yapılıyor. İnsan gelişiyor, etrafını  ve hatta gezegenini değiştiriyor. İnsan beyni, önemli etkiler  oluşturuyor, büyük izler bırakıyor. Her ne kadar bazı insanlar 20 yaşından 70-80 yaşına kadar bir şeyler öğrenmek, olgunlaşmak ve kendini geliştirmek yerine daha inatçı, daha dar fikirli ve daha sabırsız ve sinirli bir yapıya doğru yani iyiye gitmesi gerekirken daha kötüye gidiyor olmasına karşın,  hayatı her açıdan bir fırsat olarak gören insanlar için dünya hayatı, muhteşem bir gelişim ve olgunlaşma mekânı.  Bu fırsatı değerlendiren insanlar hem kendilerinde hem de çevrelerinde fark oluşturuyor ve hayata anlam kazandırıyorlar. Bu şekilde düşünüldüğünde ise  bedenimizin pek değeri kalmıyor. Bedenimiz, bilincimize hizmet etmek için ayarlanmış robot gibi.

İki yaşındaki bir çocuk, uzakta gördüğü bir portakalı merak edip  ulaşmak istiyorsa bacaklarını kullanarak adım atmalı ve ona doğru yaklaşmalı. Sonra o portakalı eline alır, dişlerini geçirip tadına bakar sonra yere atar, nasıl ses çıkartıyor, nasıl yuvarlanıyor, hepsini gözlemler bu gözlemleri o çocuğa,  bir meyveyi tanıttığı gibi o meyve ayarında olan nesneler için de bir fikir verir ve dahası beyninde  ağırlık, büyüklük ve tat anlamında yeni bağlantıların oluşmasını sağlar. Yaşadığımız her şeyin bilgisi, kıymetli birer mücevher olarak beynimizde birikiyor ve çeşitlendikçe,  çoğaldıkça değerleniyor. Bilincimizin hizmetkârı olan bedenimiz öldükten sonra toprağın altında karıncalara yem olabilir, ya da yakınlardaki bir ağaca, bitki örtüsüne gübre olabilir. Bu bile aslında bir faydadır fakat yıllar içinde yaşadığı her deneyimi, öğrendiği her bilgiyi biriktiren, sonuçlara ve anlamlara ulaşan, olgunlaşan  bilgi bütününün öldükten sonra hiçliğe karışıp yok olması ya da bedenin çürümesi gibi  çürüyerek küçük bir şeylere hizmet etmesi mümkün değil. Beden hayatta iken  çalışan beyin ne kadar birikim yapmışsa ve ne kadar kıymetlenmişse, bedenin ölümünün ardından mutlaka o kıymete karşılık gelen farklı bir boyutta farklı bir bedene ya da yapıya  komutlar vermeye ya da harikulade bir oluşuma fayda sağlamaya  devam ederek, daha yüksek bir anlama ya da amaca hizmet edecektir.

Kâinatı yaratan, işleyişinde bizzat etken olan fakat Tanrısal özelliklerden çok daha öte bir Yaratıcı fikrine şimdilik inanıyorum fakat Tanrı ya da Yaratıcının var olma olasılığı, insanda hemen yaşamsal anlamda eşitlik ve adalet hislerini sorgulatıyor. Bir birey, savaşın ortasında doğup, henüz çocukluğunu bile yaşamadan üstüne düşen bir bomba ile hayatını kaybederken başka bir birey, barışın olduğu bir çevrede, zengin ve mutlu bir ailenin kucağında doğduktan sonra 100 yaşına kadar çok kaliteli, huzurlu, coşku ve çılgınlıkları, sevinçleri, tatlı heyecanları ve  yer yüzünde yaşayabileceği her güzel şeyi yaşamış, tatmış, memnun  ve doymuş biri olarak sadece yaşlılıktan dolayı sıcacık ve yumuşacık yatağında gözlerini hayata kapatıyor. Eğer bu hayata ve öte alemlere karşı ilâhi bir anlam aranıyorsa, insanların yaşadığı bu dengesizlikler açık bir eşitsizlik olarak görünüyor bana ve bir çok kişiye. Bu durumda, bir çok kişiye saçma gelen “İlâhi Nizam ve Kâinat” isimli kitap eşitlik ve adalet arzuma cevap olma yolunda  uygun seçeneklerden bir gibi  geliyor.

Bu kitaptaki iddiaya göre iyi ve kötü diye bir şey yoktur. Her madde, içinde barındırdığı ruhu olgunlaştırmak için görev alır. Ruh, en basit madde ile başlar deneyimlerini yaşamaya.  Atom olur, hücre olur, molekül olur,  binlerce bitki çeşitliliğinde deneyimlenir, hayvan olur, ardından ilkel insana gelir sıra ve en sonunda ilerleyen dönemlerin olgunlaşmış insanlarında deneyim kazanır. Kimi zaman, kendisini içinde bulunduğu topluluk için feda eden bir asker ile iyiliği, diğer bir hayatında, başkalarının canını hiçe sayan gaddar bir komutan ile kötülüğü, başka bir hayatında ise kendi değerini fark etme yönündeki  görevi başarmaya çalışan bir insan olarak kendi değerini bilmeyi  deneyimler, yaşar ve bu süreçler böylece devam eder.  Bütün bunlar, üçüncü boyuta mahsus olabilecek bütün düşünce ve deneyimleri  yaşayıp özünde biriktirip  ruhani yapısını olgunlaştırarak bir sonraki aşamaya yani dördünce boyuta geçmesi için gereken aşamaya gelmesi (gereken içsel malzemeleri toplayabilmesi) içindir. Reenkarnasyon’a kesin olarak inandığımı söyleyemem fakat bütün dini inançlarla birlikte doğum, yaşam ve ölüm ile ilgili bütün teorileri bir araya toplasam, bana en mantıklı ya da dürüst olmak gerekirse(insanların yaşantıları arasındaki uçurum derecesindeki farklar göz önüne alındığında)  en eşit ve adil olan buymuş gibi geliyor. ŞİMDİLİK TABİ Kİ! YİNE DE KAFAMDA NET BİR İNANÇ YOK.

Belki de bu belirsizliğin etkisi belki de farklı bir nedenden ötürü bilemiyorum ama öte alemle ilgili hislerimi, düşüncelerimi çok fazla beslemiyorum. Artık beni ilgilendiren en önemli şey,  bu boyutu,  hakkını vererek ve arzularımı tatmış, mutluluğu yaşamış,  sevgiyi en güzel haliyle hissetmiş ve hayallerimi gerçekleştirmiş ve yaşamın güzelliklerine doymuş ve aynı zamanda insan olmanın onuruna yakışır bir şekilde başkalarına da faydalı olmanın verdiği içsel haz ile birlikte,  hazır olduğum zaman bu dünyadan ayrılabilmek.  Ölüm vakti geldiği zaman beni düşündürecek olan  her halde yukarıda saydığım şeyler. Mutlu bir şekilde ayrılıyor muyum? Veya arkamdan ağlayacak, üzülecek yakınlarım var mı? Benim ölümüm birilerini üzüp kahredecek mi?  Hayatı ot gibi mi yaşadım? Birilerine ya da bir şeylere faydam dokun du mu? Kapasitem ölçüsünde fark oluşturabildim mi? Diğer taraftan, Öte âlemde beni, kötü şeylerin beklediğine asla inanmıyorum. Belki de iyi biri olduğumu bilmem, bana bu inancı sağlıyordur.  Öte alemde ya da öte boyutta  benim için çok güzel sürprizler olacağına, şimdiki yaşantımdan çok daha güzel bir deneyime adım atacağıma inanıyorum. Bedenim, toprağın altında çürümeye başlasa bile, bilinç olarak var olacağım ve sanırım öte âleme, meraklı gözlerle gideceğim.

Dediğim gibi, bu dünyadaki  hayatımla daha çok ilgiliyim. Dinden çıktıktan sonra mutlu olmak ile ilgili  genel yargılarımın, hayallerimin ve amaçlarımın yönünü tamamen değiştirdim. Dindar insanlar,  gerektiğinde maddi çıkarları için bazen dini kuralları bile çiğneyebilirler fakat mutlu olmak için bu dünya hayatını bir fırsat olarak görmek yerine mutluluk denilen kapsamlı duyguyu yaşamayı genellikle öte aleme ötelerler. “Hatta mutlu olmak nedir? Günah mıdır? Ben mutlu muyum, nasıl mutlu olunur?” gibi sorular, konular pek akla gelmez. Acı çekmek, çile çekmek, sıkıntılara acil ve kalıcı çözüm bulmak yerine, “Rabbimin vardır elbet bir bildiği, bunları çektiriyorsa eğer bana, mükafatım çok iyidir öbür dünyada…kaderimde varmış demek ki, başka türlü seçim yapsam yine başıma gelecekti…” gibi inanç kalıplarını yaşamayı mukaddes bir yol sayarlar. Bu doğrultuda Sabretmek-Fedakârlık-Fedazararlık  arasındaki farkları asla anlayamazlar. Bu kavramlar çok çok önemlidir çünkü bu kavramların anlamlarını bilmiyor iseniz, yapışıp kaldığınız yanlış bir kavram hayatınızı, yaşamınızı, sevginizi, mutluluğunuzu, yeteneklerinizi,…, her şeyinizi(kuruyemişin içini boşaltan kurtçuk gibi) yer bitirir ve siz bu hayata yönelik en anlamlı soruları bile sormadan, insan olmanızın onuruna vakıf olmadan bir de bakmışsınız, çöpe atılmaya hazır bir posa haline gelmişsiniz.

Fedakârlık iki kelimeden oluşur. Feda-kâr. Bir şeyleri feda ederken feda ettiğinizden fazla kârınız olmalıdır fakat halk arasında sergilenen davranış kalıpları Fedakârlık değil genel olarak Fedazararlıktır. Ne yazık ki insanlarımız bu iki kelime arasındaki farkı bilmiyor ve yaşamlarına da geçiremiyor. Vaktiyle bir televizyon programında seyirciler arasında bulunan 35 yaşlarında bir bayan, babasının yıllarca çapkınlık yaptığını,  annesine zulmettiğini  ve  çok çektirdiğini  fakat iki sene önce tövbe edip hacca gittikten sonra çapkınlıklarını ve eski serkeş hayatını ve annesine olan eziyetini bıraktığını,  yuvasına sahip çıktığını söyledi ve ardından dedi ki “Benim fedakâr annem çok çekti, çok ağladı, çok sabretti  fakat sabrının karşılığını sonunda aldı, kazandı, şükürler olsun Rabbime”.  Kazandığını iddia ettiği annesi 65 yaşına gelmiş.  Çektiği sıkıntılar  seneler içinde kadını şeker hastası yapmış, tansiyon ve kalp hastası yapmış, gençliği gitmiş, gözlerinde katarakt başlamış, böbreğinin birini almışlar,  her şeyi yiyip içemiyor, bastonla yürüyebiliyor ve insülin  ile birlikte günde 8 tane hap içiyor.  Sabrın sonucuna bak sen! Bu kadın ne sabretmiş ne de fedakârlık etmiş, ettiği tek şey tek taraflı vermek yani FEDAZARARLIK!  İnsanlar, hayatlarından dini inançları çıkartsalar acaba  böylesi yaşamları, kendilerine sabredilecek bir imtihan olarak mı görürler yoksa bir şeylerin ters gittiğini  fark edip  bu tersliğe kendini mahkûm etmek yerine bir eylem planı hazırlayıp ya da hayatlarını yeniden planlayıp düzlüğe çıkmaya mı çabalarlar?  SABRETMEK, İYİ OLACAĞINDAN EMİN OLDUĞUN SONUCU SAKİNLİKLE BEKLEMEKTİR. Eğer iyi sonuçlanacağından emin değilseniz,  sonu belirsiz süreci beklemek yerine harekete geçer ve söz konusu durumun iyi sonuçlanması için yeni baştan plan, program yaparsınız ya da hayatınıza yeni baştan yön verirsiniz.

Bu yaşıma kadar etrafımda bir çok yaşantı ve bir çok  evlilik gözlemledim. Hepsi de dindar insanların yaşantıları ve evlilikleri.  Halk arasında, her seferinde dini sebeplere dayandırılan ve adına sabretmek denen sonucu  belirsiz  çileyi  “katlanmak” olarak da tarif edebiliriz. Eliniz, kolunuz, ayağınız, aklınız var. Neden bir şeyler yapmak yerine başınıza gelebilecek her sıkıntıyı korkuyla bekleyip, bekleme sürecini “sabretmek” olarak tarif edip mutluluğunuzu hiç görmediğiniz öte âleme atıyorsunuz? Ben artık bunu yapmıyorum. Mutluluğuma sahip çıkmayı öğrendim. Hayat bana göre dengedir. Hayatı iki kişi olarak yükleniyorsan ağırlığı eşit paylaşmalısın. Eğer ağırlığın çoğunluğu senin sırtında ise aşağıya inersin. Diğer kişi yüksekte kaldığı için hem hafiftir hem senden yukarıdadır(senin sayende) hem de senin göz hizanda değildir, değerini kıymetini bilmez. Sizin göz göze gelebilmeniz ve bir birinizi, taşıdığınız ağırlıklarla eşit miktarda görebilmeniz ve sağlıklı bir iletişim kurabilmeniz için tıpkı bir terazinin karşılıklı kefelerine oturmuş iki kişi gibi, ağırlıkları eşit miktarda yüklenmeniz gerekir. Ne yazık ki dindar insanlar, duruma bu şekilde bakamazlar. Dini inancın olmadığı zaman ise, emeğine sahip çıkmayı, kendini düşünmeyi öğreniyorsun. Bunun adı bencillik değildir. Kendi kıymetini bilmektir. Başkalarına verdiğin değer kadar kendine de değer vermek zorundasın.

Bu dünyadan göçüp gitmeden önce, hayalimde canlandırdığım bütün güzellikleri, ölçülü bir şekilde, çevreye ve başkalarına zarar vermeden, kendim dışındaki varlıkları ve insanları mutsuz etmeden, insan olmanın sınırları içinde yaşamak için elimden geleni yapacağım. Bunu yaparken de kendimi dört duvarın arasına hapsedip, elime  din  kitabı alıp 1400 yıl önce yazılmış olan bir kitabın sayfalarını yıllarca nakarat yaparak  beynimi uyutmayacağım. O beynimi, bilincimi, öte âleme en güzel ve en donanımlı bir şekilde gönderebilmek için yeteneklerim ve kapasitem doğrultusunda kendimi, ölüme kadar geliştirmek ve bilgilerime her seferinde yenilerini eklemek için çaba sarf edeceğim. Eğer hayata dair bir anlam çıkartmam gerekiyorsa, biz bu dünyaya mücadele etmek için, kendimizi, kapasitemizi, bilincimizi, kişiliğimizi geliştirmek için, olgunlaşmak ve yükselmek için  geldik. Her şey, en kaba halinden ve en basitten başlayıp en karmaşığa ve zora doğru, en iyiye doğru ilerliyorsa biz de mutlaka, topladığımız birikimlerle daha iyisini  olmaya doğru ilerliyoruz.

Bedenimizi yani kabuğumuzu toprağa bıraktıktan  sonra mutlaka daha iyisi olacağız. Öte aleme yönelik içimdeki en gerçek inanç bu.

EBUBEKİR’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Ebubekir'in öldürülmesi, Ebubekir'in zehirlenmesi,Ömer'in dayakla öldürdüğü Fatma , Hz Ömer, Hz Ebubekir, İslamda bilinmeyenler,

EBUBEKİR’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

Ebubekir halife olunca ilk işi; Muhammed’in, kızı Fatma’ya verdiği arazi ve hurmalıklara el koymak oldu. Muhammed böyle yapmamı isterdi diyerek, “şeriatta yerini bularak” Muhammed’in kızına ve eşlerine kalan mirasa sahip oldu. Fedek hurmalıkları ve bazı arazilerin Ali ile Fatma'ya verilmemesi, Fatma'nın bu duruma itiraz edip Ömer ve Ebubekir'e karşı tavır koyması daha sonra Ali'nin evinin basılıp yakılmasına yol açacaktı. Bu olay sahih hadislerde detaylıca aktarılmıştır.

Ebubekir, Muhammed’in ölümüyle yarım kalan seferi yeniden başlatıp Suriye’ye doğru bir ordu yolladı. Muhammed ölünce bazı Müslümanlar dinden çıktılar. Dinden dönenler ortaya yeni çıkan sahte peygamberlere sığındılar. Bu arada uzak yerlere kaçanlar da oldu. Bazı kabileler ayaklanmaya hazırlanıp, zekât vermek istemediler. Ayaklanmalar, ufak tefek çatışmalar ve kılıç zoruyla önlendi. Bazı kabilelerin verdiği zekâta el koymak isteyenlerle bazı sahte peygamberler kılıç zoruyla dağıtıldı. Yemen gibi uzak yerlerde başlayan ayaklanmalar bastırılıp Ebubekir halifeliğini sağlam zemine oturttu. Fırat’ın aşağı bölgelerine ordu gönderilip, Basra körfezi kıyılarındaki önemli yerler işgal edildi. Bizans ordusuyla savaşmak için Suriye taraflarına da ordu gönderip Merciâhit karargâhındaki Bizans askerlerini yendi. Yine bölge askerleriyle yapılan savaşlarda önemli yerler alınarak Filistin’e yöneldiler. Kısacası; Ebubekir döneminde kanlı savaşlar yapıldı. Önemli Pek çok yer işgal edildi.

Bu arada halk Ebubekir’in yaptığı baskılardan bıkıp usandı. Ancak suskunluk her kötülüğün örtüsü olmayı sürdürmekteydi. Ali ve eşi Fatma’ya yapılan baskılar, hatta daha sonra Ömer’in Ali ve Fatma’yı dövmesi, Fatma’nın dayakla öldürülmesi gibi olaylar bu baskıların en çarpıcı örnekleridir. Ebubekir’in kendisine biat etmeyenlere işkence yaptırması, bunların faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi bilinçli yapılmış işlerdir. Evet, acımasızlık ve doyumsuzluğun neler yaptırabileceğini düşünmek bile insanlara çok acı veriyor. Bu güne kadar uyutulan insanlar bu olayları öğrendiklerinde erinç duyabilecekler midir? Yoksa yalan mı diyeceklerdir? Ya da kıvırtarak, öküz altında buzağı aramaya mı kalkacaklardır?

Ebubekir’in halifeliği döneminde çok daha korkunç olaylar yaşanmıştır. Muhammed öldükten sonra dinden dönenler çoğalıp kaçmaya başlayınca, arkalarından adamlar gönderip; “daha da direnirlerse kızgın demirle dağlayın, ateşte yakın” diyebilen ve dediğini yaptıran Ebubekir, böylesine acımasız ve doyumsuz bir halifeydi. Halid Bin Velid de ateş çukurları kazdırıp, insanları öldürmeden diriyken yakabilmiştir. (Turan Dursun’un gösterdiği kaynak: Cetani, Yaprak. 8/306)

EBUBEKİR’İN ZEHİRLENİP ÖLDÜRÜLMESİ

Ebubekir, Ömer’le daha önce yaptığı halifelik anlaşmasına uymadığından; Ömer’le araları açıldı. Muhammed’i zehirleyip öldürtmeden evvel yaptıkları gizli anlaşmaya göre; Ebubekir bir yıl halifelik yaptıktan sonra yerini Ömer’e bırakacaktı. Oysa Ebubekir iki yılı geçkin süredir halifelik yapmasına karşın, halifelikten çekilmek istemedi. Üstelik Ömer hac işleri emirliğinden alınır. Ebubekir Ömer’e karşı sert tavırlar almaya başlar. Ömer, Ebubekir’i kukla yönetici haline getirse de gizli anlaşmanın duyulmaması için Ebubekir ses çıkaramaz. Ebubekir’in ölümünü beklemekle zaman kaybettiğini düşünen Ömer, onu ortadan kaldırmadıkça halife olamayacağını biliyordu. Bu yüzden hemen harekete geçip Ebubekir’i öldürtmenin yollarını aramaya başladı.

Şimdi yine Arif Tekin’in yazdıklarına dönüyoruz:
“Bunun üzerine Ömer, Osman'ın bağlı olduğu Emevilerin etkili isimleriyle görüşüyor. Mesela Ebu Süfyan ve oğlu Muaviye gibi. Plan şu: Biz birlikte Ebubekir'i ortadan kaldıralım, ondan sonra yönetimi paylaşalım diye. İlkin Ömer halife olacak, ondan sonra da Osman ve bu arada tabii ki Emevi kesimine gitgide tolerans tanınacak. Zaten Ebubekir halife olduğunda Ebu Süfyan hep onun halifeliğiyle alay ediyordu. Adam mı kalmadı da bunu seçtiniz diyordu. Sonuçta Ebubekir'e, doktoru Haris b. Kelde'ye, Mekke valisi Attab'a ve Ebu Kebşe'ye zehir içiriliyor ve hepsi de bir yıl sonra hemen hemen aynı gün veya günlerde vefat ediyorlar. Tabii ki ilacı nasıl verdiklerinin detayı hakkında pek bilgi yok. Ancak Ebubekir, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Selam'a güvenirdi, onları kötü niyetli olarak tahmin etmezdi. İşte bu iki kişi aracılığıyla planlarını uygulamışlardır diye rivayetler var… Ebubekir'in ölümüyle ilgili Sünni kesimin kaynaklarında var olan bilgiler şöyle: Yanında bulunan Mekke valisi Attab ve doktoru Haris b. Kelde ile birlikte, kendilerine (Yahudiler tarafından) sunulan zehirli yemekten yediler. Yedikten sonra doktoru Haris b. Kelde o sırada Ebubekir'e, "Yediğimiz yemekte zehir vardı, bunun süresi de bir yıllıktır; bir yıl sonra yaşama şansımız yoktur" dedi. Nitekim yiyen iki kişi bir yıl sonra vefat etti. Kimi rivayetlere göre Ebubekir ile Mekke valisi bir yıl sonra aynı günde vefat ettiler. Yani birbirlerinin ölüm haberini bile duyma fırsatları bulamadılar.” (Safedi, El-vafi bil Vefeyat, 19/289-no: 7562.)

Yazarın verdiği öteki kaynaklardan bazıları: Müntehab'ü Kenz'il-Ummal, Ebübekr'in ahlak ve ölümü kısmında. İbni Sad, 3/105. İbni Kuteybe,  El-Maarif, s. 100, b) İmame-Siyase, s. 18. Zehebi, Siyer-i A'lam, cilt 28/20 halifeler bölümü. Suyuti.Tarih'ül Hulefa, 67 vd.. Taberi Tarihi, 3/419-22. İbni Esir, El-Kamil, 2. cilt, Ebubekir'in ölümü bölümünde. Burda ibni Sad ve Hakim'den de alıntı yapıyor, Ibni'l Cevzi, Sıfat-i Safeve, 1/263. Ebubekir konusunda. İbni Asakir, 1) Muhtasar'ü Tarih-i Dımaşk, 13/1 18 Ebubekir kısmında. 2) Tarih-i Dımaşk, 30/409. Ebü'l Feda, Tarih. 1/222…

Arif  Tekin’den okumayı sürdürelim:
“Daha sonra İslam tarihi denilen resmi tarih yazılırken de Yahudilere mal edilerek ve çok kısa bir açıklamayla, "Efendim Ebubekir ve yanındaki heyet, Yahudilerin kendilerine verdikleri zehirli yemekten etkilenirler ve bundan dolayı da zaman içinde vefat ederler" şeklinde, çok kısa bir not düşmek suretiyle kaynaklarına geçirdiler. Ama ne yazık ki bu cinayet işi içinde Osman da vardı, onun bağlı olduğu Emevi kabilesinin önemli şahsiyetleri de vardı. (Şerh'ü NehciT Belaga ve igtiyal'ül Halifer'i Ebubekir.) Uygulama aşamasına gelince... Burada çok akıllıca davrandılar, hiç kimsenin hayal edemeyeceği iki Yahudi asıllı kişiyi ayarladılar: Osman zamanında Kur'an bir araya getirilirken komisyon başkanlığına seçilen Zeyd bin Sabit'e ve yine önemli bir isim olan Abdullah b. Selam'a bu işi havale ettiler. İşte bunlar olursa Ebubekir rahatlıkla öldürülür düşüncesiyle karar verdiler. Ama sonuçta, ne adla, kimin evinde tertipledikleri konusunda detay yok… Anlatılanlara göre Osman, Ebubekir'in tek vasisidir ve onun vasiyeti sırasında ne olmuşsa ikisi arasında olmuştur. (İbni Esir, el-Kamil, ikinci cilt, hicri 13. yılı olayları. İbni Asakir, 30/411.) Osman'dan önce Abdurrahman b. Avf Ebubekir'in yanına gider. Ebubekir ona, Ömer'e görev versem ne dersin, diye görüş bildirmesini ister. Abdurrahman, "Ömer'i benden daha iyi tanırsın" deyince Ebubekir, "Olsun, yine de düşünceni belirt" der. Abdurrahman, "Bildiğinden daha fazla iyidir; ancak serttir" diye karşılık verir. Ebubekir daha sonra Osman'ı çağırıp aynı soruyu ona da sorar, görüş bildirmesini ister. Osman, "Bana göre Ömer'in içi dışından daha temizdir"yanıtını verir. O arada Ebubekir kendisine, "Vasiyetimi yaz" der. Besmele yazdıktan sonra Ebubekir kendini kaybeder/ağır hastadır. Osman o arada vasiyet kâğıdına Ebubekir'den sonra Ömer'in halife olacağını yazar. Daha sonra Ebubekir ayılınca (tabii ki eğer doğruysa, ayılmışsa!) hemen Osman'a: Hele oku ben kendimi kaybedince sen benden sonra ne yazdın, diye sorar. O arada bakıyor ki, Osman vasiyet kâğıdına Ömer'in halife olacağını yazmış. O zaman Osman'a, "Bakıyorum ben bayılınca sen korkmuşsun, ya vasiyet etmeden vefat etse ne yapacağız diye hemen Ömer'i yazmışsın. Ama iyi etmişsin, ben de zaten onu gösterecektim" demiştir. Bazı kaynaklarda, Ebubekir'in Osman'a, "Aslında sen Ömer yerine kendini yazsaydın daha uygundu" dediği de geçiyor. (M. Taberi, Riyad'ü Nadre, 2/116.) Talha bin Ubeydullah (cennetle müjdelenen on kişiden biri) Ömer'le ilgili bir şeyler sezince hemen içeri girip Ebubekir'e, "Sen Ömer'i halife olarak vasiyet ediyorsan, yarın Allah huzurunda cevabın ne olacak?" diyerek itiraz etmiştir. Şu da var ki, bu adam muhalif olduğu için daha sonra Osman'ın yandaşı Muaviye tarafından katledilir. Zaten hep vurgu yapıyorum, Ebubekir'in atadığı kişiler zaman içinde ya görevden uzaklaştırılmış, ya suikastla öldürülmüş veya savaşlara gönderilip bu şekilde ortadan kaldırılmışlardır. Basit bir örnek: Zehebi, "Muaz b. Cebel, Ebu Ubeyde ve Şürahbil b. Hasene, halife Ömer zamanında Şam tarafında bir kıtlıkta ölmüşlerdir" diyor. Sonunda, Ebubekir tarafından Ömer'in halife tayin edildiğini söylemek isteyen Osman dışarı çıkar. Bunu söylemeden önce ilginç bir yaklaşım tavır gösterir: "Açıklayacağım vasiyete inanırsanız okurum, yoksa okumam" şeklinde pazarlık yapar. Ve başlar okumaya. Kısa bir yazıdır zaten. Sadece Ömer'in halifeliğiyle ilgili çok kısa bir metindir. Bu arada Ömer'in önerildiğini ilan edince, millet bu vasiyetin Ebubekir'e ait olmadığını fark eder. Çünkü Osman'ın okuduğu kâğıtta Ebubekir'le ilgili bir işaret yoktur: Ebubekir vahiy kâtibiydi, okuryazardı, kendisi yazabilirdi ama yazı onun değildir. Yanı sıra şahit yok, o günkü âdete göre benzer vasiyetler yapılınca imza gibi bir işaret olurdu; ama böyle bir şey yoktu. Bir de işin içinde panik-acele vardı, kabul ederseniz okurum gibi inandırıcı olmayan şeyler söyleniyordu. Hele bir de Osman'ın yanında Ömer de var, amigo gibi sürekli halka, "Dinleyin, bakalım Osman ne diyecek?" gibi aceleci bir hali vardı. Zaten milletin o ana kadar Ebubekir'den böyle bir teklifin geleceğine ilişkin tahminleri de yoktu. Adeta sürpriz bir açıklamaydı. İşte İbni Ebi'l Hadid, Necah gibileri burada tam isim koyuyorlar: Hileyle, skandalla iş başına gelme. Kısacası, Ebubekir artık hastaydı, Osman ve Ömer'in hazırladıkları düzmece bir vasiyetname millete ilan ediliyordu ve maddi gücün ağırlığı da iki tarafta olunca halifelik bu şekilde gasp edilmiştir… Bunlar uyduruk şeyler. Çünkü Ebubekir'in vasiyeti falan yok. Osman'la Ömer kendi aralarında düzmece bir mektupla işi bitirmişler…”

Bazı kaynaklar Ebubekir’in banyo yaptıktan sonra hastalanıp öldüğünü yazıyorlarsa da Muhammed öldükten sonra hasretine dayanamayıp öldüğünü yazanlar da vardır.

Genel kabule göre; Ebubekir gece ölür. Aynı gece Ömer tarafından acelece toprağa verilir. Ailesinin dışında kimsenin haberi olmadan, Ebubekir’in cenazesinin gece yarısı acelece ve gizlilik içinde defnedilmesi düşündürücü değil mi? Ayrıca cenaze başında ağlayan kadınları kırbaçla susturan Ömer, demek ki; Ebubekir’in ölümünün duyulmasını istememiş. İki yılı aşkın bir süre halifelik- peygamber vekilliği- yapmış birisinin, ölür ölmez gece defnedilmesi nasıl yorumlanabilir? Ebubekir’in cenazesi gündüz gömülseydi, ortalık mutlaka karışacaktı. Halkın ileri gelenleriyle yeniden bir halifelik sorunu yaşanacaktı. Ömer her ne kadar sert ve kurnaz olsa da halife seçilmesi zora girebilir ya da sert çıkışlar yapmak zorunda kalabilirdi. Bu olasılıklar ve daha fazlası Ömer için büyük sorunları ve riskleri ortaya çıkarabilirdi.

Ayrıca bir konuya daha dikkat çekilmeli! Muhammed gizlice gece defnediliyor. Ömer’in dayağı sonunda ölen Fatma ve başka önemli kişilerin cenazeleri da gece ve gizlilik içinde defnedilmiştir. Çünkü bu ölümlerin hepsi kuşkularla, cinayet izleriyle doludur. Cenazelerin halkın önüne çıkarılması ortalığı karıştırıp, ölümlerin altında yatan cinayet kuşkularını açıkça gündeme getirecekti. Oysa Ebubekir, sessiz sedasız gece defnedilince; Ömer, hemen sabah halifeliğini bir kez daha duyurarak kolayca ve hiç sorun çıkmadan makamına oturabildi.

ALLAH'A ŞÜKÜR

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Allah'a şükür, Meallerdeki kasıtlı çeviriler, Kur'an mealleri, Arapça'dan Türkçe'ye, Bakara 52, Allah'a teşekkür, Bakara 185, Maide 6,

ALLAH'A ŞÜKÜR

Bazı Arapça kelimelerin Türkçede tam karşılığı var iken her nedense  Kur’an çevirilerinde Arapçadan dilimize geçmiş olan kelimeler kullanılır ya da Arapça kelime olduğu gibi meale yazılır veya ilgili Arapça kelime ile alakası olmayan farklı bir Türkçe kelime kullanılır.  Peki bu geleneğin sebebi ne olabilir?  Bu başlık altındaki  yazının konusu Arapçada “şükran” olan ve Türkçe karşılığı “Teşekkür etmek” olan kelimedir.

Bizim dilimizde Şükretmek ve Teşekkür etmek arasında fark vardır. Teşekkür, fani olan insana karşı yapılan minnet ifadesidir. Şükür ise Allah’a yapılan minnet ve teşekkür ifadesidir. Peki Arapçada böyle midir?  Bu konuyu aslında çok merak ediyorum. Kur’an’ın bir çok yerinde şükretmek durumu Şükran veya Teşkurun veya Şekuren(Şükreden)  şeklinde ve farklı kalıplara göre farklı şekillerde de  geçer fakat istisnasız bütün mealler, Teşekkür etmek yerine “Şükretmek”  şeklinde tercüme edilir. Arapçada Teşekkür etmek  Şükran’dır. İnsanımız genel olarak dilimizde  çok uzun senelerdir var olan “Teşekkür etmek” ifadesinin yabancı kökenli olduğunu ve dilimize yabancılardan, batılılardan geçtiğini düşünür fakat bizim dilimize  “Teşekkür” kelimesi Arapçadan geçmiştir. Peki neden ayetlerin çevirisinde Teşekkür etmek şeklinde çevrilmez?

Birilerine yardım ettiğiniz zaman yardım ettiğiniz kişiden size teşekkür etmesini ister misiniz? Yardım ettiğiniz kişiye, “sana yardım ettim, bana teşekkür et veya şükret ya da minnetini göstert” gibi bir emrivaki yapmak ya da böyle bir istekte bulunmak büyüklük ya da bir olgunluk göstergesi midir? Yoksa yaptığı iyiliği başa kakan, böbürlenmek için bir şeyler yapan, egosunu şişirmek için çalışan bir karakteri mi icra etmiş olursunuz? Bu davranışı bir insan sergilediğinde utanç verici bir davranış sergilemiş oluyor da bir İlâh sergilediği zaman sonsuz hikmet sahibi, yüceler yücesi bir Tanrı özelliği  anlamına mı geliyor? Yoksa kimilerinin savunması gibi “Bir anne, yeri geldiğinde çocuğuna Teşekkür etmeyi öğretir. Bunu öğretirken de çocuğunun eline bir oyuncak verir ve “Teşekkür ederim” de diye tembihler. Allah da kullarına, minnettarlığı, şükretmeyi öğretiyor” mu diyeceksiniz. Haklısınız. Bir anne, bir aile ve bir öğretmen çocuklarına, öğrencilerine mutlaka Teşekkür etmeyi öğretir fakat bu nezaket sözcüğünü öğretirken sadece kendilerine teşekkür ettirmezler. Çocukların özellikle bir birlerine ve başkalarına da teşekkür etmeleri gerektiğini öğretirler. Ben Kur’an’da Allah’ın kullarına, “bir birinize gerektiğinde teşekkür edin, minnetinizi göstertin” gibi bir ayetini hiç okumadım. Varsa yoksa bana şükredin, bana teşekkür edin.  Ben yarattım, ben ettim, ben kıldım, benim sayemde oldu, niye şükretmez, teşekkür etmezsiniz? Şunları şunları yaptım ya da yaptık, umuyorum  ki bana şükredesiniz.  Hatırlayın size şunları şunları yapmıştık fakat siz şükretmeyen (teşekkür etmeyen) nankör bir kavim oldunuz…  Ve ardından ayet gönderir: Nisâ Suresi 36:  …Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.

Bu ayete rağmen,  bir anne babanın evladını karşılarına alıp, “sana şunu yaptık, sana bunu yaptık, niye bize sürekli şükretmiyorsun, niye bize sürekli teşekkür etmiyorsun?”  dediği gibi övgü ister, pofpoflanma ister, ibadet ve tapınma ister.

İbrahim 7: Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”

Yanlış hatırlamıyor isem tek bir ayette Allah ile birlikte anne ve babaya şükredilmesi gerektiği yazıyor.  Lokman Suresi, 14. ayet:   “… Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır."

Bunun dışındaki ayetlerde şükretmek, teşekkür etmek yalnız Allah’a yapılan bir davranış çeşididir.  Şükretmekle ilgili onca ayet varken bu ayetlerin hiç birisinde Öğretmeninize, hekiminize, süt  annenize,  size yardımcı olan insanlara teşekkür edin veya şükürlerinizi iletin demez.  Sözlerimi bitirirken şükretmek ile ilgili bazı ayetleri ve çevirilerini paylaşmak istiyorum. Şükür ile ilgili daha fazla ayet var fakat örnek olması açısından ben bazılarını paylaştım. Mealcilerin, “Şükredin, Şükredesiniz” olarak çevirdikleri ve Arapça orijinal hali ile  تَشْكُرُونَ  bu şekilde yazılan ve “teşkurûn” olarak telaffuz edilen kelimeyi “Teşekkür etmek” şeklinde değiştirdim. Ayetleri okuduğunuz zaman ne demek istediğimi daha da iyi anlayacaksınız.

Bakara 52: Bundan sonra sizi, Teşekkür edersiniz diye affetmiştik.

Telaffuz Şekli: Summe afevnâ ankum min ba’di zâlike leallekum teşkurûn (teşkurûne).

ثُمَّ عَفَوْنَا عَنْكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Bakara 56: Sonra, Teşekkür edersiniz  diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik.

Telaffuz şekli: Summe beasnâkum min ba’di mevtikum leallekum teşkurûn (teşkurûne).

ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Bakara 185: Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur´an´ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah´ı tazim etmeniz, Teşekkür etmeniz  içindir.

Telaffuz şekli:  Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fel yesumh(yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar(uhara) yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra, ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَالْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضًااَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُالْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْتَشْكُرُونَ

Âli İmrân 123: Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O hâlde Allah’a karşı gelmekten sakının ki Teşekkür etmiş olasınız.

Telaffuz şekli: Ve lekad nasarakumullâhu bi bedrin ve entum ezilleh(ezilletun), fettekûllâhe leallekum teşkurûn (teşkurûne).

وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ بِبَدْرٍ وَاَنْتُمْ اَذِلَّةٌۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Mâide 6: Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz, iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur  da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki Teşekkür edersiniz.

Telaffuz şekli:  Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ kumtum iles salâti fagsilû vucûhekum ve eydiyekum ilel merâfikı vemsehû bi ruusikum ve erculekum ilâl ka’beyn(ka’beyni) ve in kuntum cunuben fattahherû ve in kuntum mardâ ev alâ seferin ev câe ehadun minkum minel gâitı ev lâmestumun nisâe fe lem tecidû mâen fe teyemmemû saîden tayyiben femsehû bi vucûhikum ve eydîkum minh(minhu) mâ yurîdullâhu li yec’ale aleykum min haracin ve lâkin yurîdu li yutahhirekum ve li yutimme ni’metehu aleykum leallekum teşkurûn (teşkurûne).

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلٰوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُ۫سِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِۜ وَاِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُواۜ وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَوْ عَلٰى سَفَرٍ اَوْ جَٓاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَٓائِطِ اَوْ لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَٓاءً فَتَيَمَّمُوا صَع۪يدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْد۪يكُمْ مِنْهُۜ مَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلٰكِنْ يُر۪يدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Mâide 89: Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak,  yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun keffareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini  işte böyle açıklıyor ki Teşekkür edesiniz.

Telaffuz şekli: Lâ yuâhizukumullâhu bil lagvi fî eymânikum ve lâkin yuâhizukum bimâ akkadtumul eymân(eymâne), fe keffâretuhu it’âmu aşereti mesâkîne min evsatı mâ tut’ımûne ehlîkum ev kisvetuhum ev tahrîru rakabeh(rakabetin) fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâm(eyyâmin) zâlike keffâretu eymânikum izâ haleftum vahfezû eymânekum kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihi leallekum teşkurûn (teşkurûne).

لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْاَيْمَانَۚ فَكَفَّارَتُهُٓ اِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاك۪ينَ مِنْ اَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ اَهْل۪يكُمْ اَوْ كِسْوَتُهُمْ اَوْ تَحْر۪يرُ رَقَبَةٍۜ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍۜ ذٰلِكَ كَفَّارَةُ اَيْمَانِكُمْ اِذَا حَلَفْتُمْۜ وَاحْفَظُٓوا اَيْمَانَكُمْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

A’raf 10: Andolsun, size yeryüzünde imkân ve iktidar verdik. Sizin için orada birçok geçim imkânları da yarattık. Ama siz ne kadar az Teşekkür ediyorsunuz!

Telaffuz şekli: Ve lekad mekkennâkum fîl ardı ve cealnâ lekum fîhâ maâyiş’(maâyişe), kalîlen mâ teşkurûn (teşkurûne).

وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الْاَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَۜ قَل۪يلًا مَا تَشْكُرُونَ۟

Enfal 26: Düşünün ve hatırlayın o zamanları ki, hani bir vakitler siz yeryüzünde güçsüzdünüz, hor görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi hırpalamasından korkuyordunuz, öyle iken O, sizi barındırdı ve sizi yardımıyla destekleyip güçlendirdi ve Teşekkür etmeniz  için temizlerinden rızık verdi.

Telaffuz şekli: Vezkurû iz entum kalîlun mustad´afûne fîl ardı tehâfûne en yetehattafekumun nâsu fe âvâkum ve eyyedekum bi nasrihî ve rezekakum minet tayyibâtî leallekum teşkurûn (teşkurûne).

وَاذْكُرُٓوا اِذْ اَنْتُمْ قَل۪يلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْاَرْضِ تَخَافُونَ اَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَاٰوٰيكُمْ وَاَيَّدَكُمْ بِنَصْرِه۪ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

GÜNAH, SEVAP VE DİNSİZLİK

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Dinsizlik, Günah ve sevap, Günahlar ve sevaplar, Dinsizler, Dinsizler kötü müdür?, Din ve akıl, Dinsizlik ön yargıları, Dine sahip olmak, Bir dine ait olmak,

GÜNAH, SEVAP VE DİNSİZLİK

Biz dinsizler,  Müslüman dindarlar  tarafından ahlâksız olmakla itham ediliriz. İstisnai dindarlar  dışında bütün dindarlar,  dinden çıkan ya da her hangi bir dine mensup olmayan insanların nefsani arzular ya da vicdani yönetim konusunda din gibi belirlenmiş kurallar olmadığı için bizlerin, vicdansız,  kendisini ve kesesini daha çok düşünen ve hepsinden önemlisi daha ahlâksız olduğumuz gibi bir kanıya varırlar.  Bu önyargı, ünlüler dünyasında bile kendisini göstertir. Ünlülerin dini inançlı olanları ya da inançsız olanlar genellikle bellidir. Müslümanlığı veya dindarlığı ile tanınan ünlülerin gün gelip kirli çamaşırları ortaya çıktığında  hiç kimse o ünlüye “bu nasıl Müslüman?” diye bir soru sormaz ve o kişiyi bu özelliği ile yargılamaz sadece karaktersizliği,  kötü bir insan olduğu gibi özellikleri  gündeme getirilir  fakat dindar olmayan ya da Müslüman olmayan bir ünlünün her hangi yanlışı olduğu  zaman konu döner dolaşır “ateist işte, Allah inancı olmayan birinden ne beklenir ki” gibi yorumlar kırıla gider. Bu yargılama tarzı, tamamen beyinlere  geleneksel yollarla sokulmuş “dinsizler kötüdür” kodlamasının ve şartlandırılmışlığının bir sonucudur. Sadece Müslüman toplumlarına has bir düşünce tarzı değildir, diğer dinlerde de dinsizlere karşı aynı önyargılar mevcuttur.

Sosyal medya üzerinden ya da etrafınızdaki insanlara dininizi bırakacağınızı söylediğinizde ilk önce garip ve sert bir tepkiyle karşılaşırsınız.  Sizi tersi bir duruma ikna edemeyeceklerini anladıklarında şu soruları sormaya başlarlar.

“Sen Müslümanken günah işlememek için dini kurallara uyuyordun. Suçtan, ahlâksızlıktan ve her türlü kötü davranıştan uzak duruyordun fakat artık durumun değişecek. Bu tür davranışlardan uzak durmak için kriterlerin, sınırların ne olacak? Neye göre kendini frenleyeceksin ya da kendini her hangi bir konuda frenlemek ihtiyacı hissedecek misin? Sınırların ne olacak?”

Hadi biraz sohbet edelim. Biz de kendi kafamızdaki çelişkileri ortaya koyalım.
  • Bir ülkenin kanunları, yasaları ne için vardır?
  • Dini inançlı insan sayısı az olmasına rağmen suç sayısı az olan ülkeleri örnek olarak saymamız mı gerekiyor her seferinde.
  • Türkiye’deki genel evlere  ateist,  deist ya da Müslüman dışındaki erkekler mi gidiyor? 
  • Devletin idari bölümlerinde görev yapıp yolsuzluk yapan ve milletin parasını aşıranlar Müslüman olmayanlar mı?
  • Çocuğu, genç bir kızın  ahlâkı ile oynadığı zaman “Benim oğlum erkek, erkeğe bir şey olmaz” diyen ve oğlunu bu şekilde yetiştiren abdestli namazlı teyzemiz ateist mi?
  • Kendine ait 4 evi ve dolgun da bir maaşı olmasına rağmen, mahalle muhtarına fakir belgesi çıkartıp devletten kömür yardımı alan hacı amca dinsiz mi?
  • İlk karısından habersizce başka kadına ya da kadınlara imam nikâhı kıyıp ev döşeyen ya da parasına güvenip çeşit çeşit metres tutan adamlar dinsiz mi?
  • Bilgisayarında porno videolar izleyen bu ülkenin milyonlarca erkeği dinsiz mi?
  • Sırf  bol para kazanmak için başkalarının sağlığını düşünmeden sağlıksız koşullarda merdiven altı üretim yapan, bilinen markaların sahtelerini üretip haksız  kazanç sağlayan sonra da camiye Cuma namazı kılmaya giden  insanlarımız dinsiz mi?

Siz şimdi diyeceksiniz ki, onlar hakiki Müslüman değiller. O zaman yukarıda saydığımız insanları çıkartalım, kaç tane Müslüman kalıyor geriye? En fazla yüzde 20 mi? Eğer durum böyle ise “bu ülkenin yüzde doksandokuzu Müslüman” safsatasını dilinizden bırakın bi zahmet ya da bu oranı, inandığınız gerçek sayısal değere düşürün. Ha yok, “Dinsizlikle günah işlemek farklı bir şey. Müslüman isen eğer, günah işlediğin zaman sadece günahkâr olursun” diyorsan ben de buna katılıyorum.  İslâm dininde TÖĞBE denen bir şey var. Aşağıda bazı ayetleri sizinle paylaştım. Bu ayetlerden çok daha fazla ayet var ki o ayetlerin sonları, “Allah, bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir,  tevbeleri çokça kabul edendir” şeklinde ifadeler  bir çok ayetin bitiş cümleleridir. Hatta Müslümanlar arasında bu durum çok iyi bilindiği için bir çok insanımız ve özellikle erkeklerin şöyle bir hayat felsefesi vardır: “Neysem, gençken biraz hovardalık yaparım, içeceksem gençken içeyim  sı…ayım,  hayatın tadına varayım. Yaş biraz ilerleyince hacca gider tövbemizi yapar, namaza başlarız,  günahlarımızı affettiririz”.

Zumer suresi 53. Ayet: De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Nur suresi 31. Ayet: …Ey mü´minler, hepiniz Allah´a tevbe edin ki, mutluluğu bulabilesiniz.

Bakara Suresi, 37. ayet: Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

Peki dinsiz olunca ille de kötü bir insan mı olunur?  İnsanlığa bir sürü hizmeti olmuş, sayısız icatlarda bulunup hayat standardımızın ilerlemesinden tutun, çaresi olmayan bir çok hastalığa tedavi geliştirmiş olan ateist, deist bilim insanlarını  kötü insanlar konumuna mı alacağız? Ya da ateist ülkelerdeki göze batan aykırılıkları, bizim geleneklerimizle çelişen taraflarını  irdeleyip “bak işte ateist ülkelerin haline, onların da şöyle şöyle sorunları var” deyip   kendi sorunlarımızı  görmezden gelip   dindar olmayı zorunlu bir seçenek haline mi getireceğiz?  İnsanın sahip olduğu mükemmel akıl kapasitesini  bu işin çözümü için kullanmak yerine tembel bırakıp ya da “insanın vicdanı yoktur, insanı dinsiz bırakırsan o insanın kafası sadece kendi nefsi çıkarına hizmet için çalışır” gibi  geleneksel düşüncelere yapışıp  atalarımızdan gelen din geleneğini mecburi bir seçenek olarak algılayıp  alternatif  çözüm üretme becerimizi köreltecek miyiz?  “İnsan aklı” denen  mücevherimizi  çalıştırıp parlatmak yerine, din diye bize öğretilen tarihi geçmiş nakaratlara yapışıp  koyun gibi yaşamaya devam mı edeceğiz?

  • Bir kedi ya da köpek yavrusunu  gördüğümüzde içimizdeki sempatik, temiz ve yufka yüreğimizi kabartan şey,  dînî inancımız mıdır?
  • Fakirlikle boğuşan bir ailenin evine gittiğimizde ve o ailenin buzdolabının boş olduğunu gördüğümüzde boğazımıza tıkanan ve elimizi cebimize attıran şey,  dînî inancımız mıdır?
  • Akşam saat dokuzda işten çıkar çıkmaz evine giderken karanlık bir sokakta bir sapık tarafından zorla kaçırılıp öldürülen bir kızın haberini izlediğimizde yüreğimizde duyduğumuz acı, dînî inancımız mıdır?
  • Binlerce ağacın katledildiğini ya da yandığını haber aldığımızda gözlerimizin fal taşı gibi açılmasına ve paniklememize ve ardından çölleşmekte olan gezegenimize karşı duyduğumuz derin sızı ve bu sızının yüreğimizde oluşturduğu burukluk,  dînî inancımız mıdır?
  • Otobüse binen karnı burnunda hamile kadına yer vermek için yerimizden kalkmamıza vesile olan duygumuz, dînî inancımız mıdır?
  • Kur’an’da çevre kirliliğine yönelik ya da çevremizi temiz tutmak ile ilgili hiçbir ayet olmamasına karşın denize koca bir kova dolusu çöp döken birisini polise ihbar etmemize vesile olan hareketimiz dînî inancımız mıdır?
  • İşkence edildikten sonra öldürülen bir köpeğe yani öldürülen bir hayvana bile  acıma ve adalet duygumuzu kabartıp o hayvanın katillerinin bulunup yargılanmasını isteyen ve bu konuda da kampanyalar başlatan vicdanımız,  dînî inancımız mıdır?
  • İnsanlar pisi pisine ölmesin, önlemler alınsın diye iş güvenliği ile ilgili çalışmalara katılmak, bu konuda bir şeyler yapmak için çaba sarf etmek, dînî inancımızın sonucu mudur?

İnsani sorumluluk ve vicdan gereği olarak iş  güvenliğinin artırılması için  çalışmalarda bulunan, proje geliştiren  insanlar bu işi dini duygularla mı yaparlar?  Sokakta yaşayan kimsesiz insanların yiyecek ve barınma ihtiyaçlarına yardım etmek için hizmet veren  derneklerde hiçbir karşılık beklemeden gönül rızası ile çalışan  ve saçlarını maviye boyatmış olan genç kızımız bu yardımı, dini inancından dolayı mı yapar?  Hayvanların hakları için mücadele edenler,  hayvan barınaklarına gidip gönüllü olarak oraların temizliğini yapanlar bu işleri dini inançlarının bir gereği olarak mı yaparlar? Veya yolun ortasında bir kaplumbağa gördüğünde arabayı durdurup dörtlülerini yaktıktan sonra ezilmesin diye küçük kaplumbağayı eline alıp yolun karşı tarafına geçiren adam bu işi dini duygularla mı yapıyor?  Henüz ortaokul, lise  veya üniversite sıralarında iken “Çevremizi temiz tutalım” bilincini geliştirmek, yaymak ve çevre temizliğine katkıda bulunmak için ceplerindeki harçlıklar ile Temiz çevre sloganlarının yazılı olduğu tişörtlerden satın alıp ellerine eldiven giyip bir ellerine de poşet alıp, sokaklarda,  parklarda ve benzeri alanlarda saatlerce çöp toplayan ve insanların yoğun olduğu bölgelerde, hiçbir maddi karşılık beklemeden ellerindeki temiz çevre konulu broşürleri insanlara dağıtıp onları ikna etmeye çalışan gençlerimiz, çocuklarımız ve onları bu işe sevk eden eğitimcilerimiz bu işi dinin bir gereği olarak mı  yapıyorlar?

Ben dinden çıktığımda,  ne yaptığımdan emindim ve içsel dünyamda olabilecek en güzel şey gerçekleşti. Hayata bakışım, yeniden anlam kazandı. Bir kadın olarak artık kendimi, etrafımdaki geleneksel yapının püsün püsün oturttuğu kıyıdaki köşedeki  üstüne gölge düşen koltuklardan kaldırdım, ışığın olduğu yere doğru çıktım, çıkabileceğim en yüksek noktaya. Eskiden hayata ve insanlara, puslu birer pencereden bakıyormuşum.  Şu an hiçbir yanımda pencere yok. Sağım, solum, her tarafım açık ve her yer ayaklarımın altında. Kendim dışındaki insanları  Hristiyan,  Müslüman, Dinli, Dinsiz,  Ateist,  Türk, Amerikalı, İngiliz ya da benzeri etiketlerle görmüyorum, gruplandırmıyorum artık.  Dünyadaki bütün insanlar,  konuşabileceğim, sohbet edebileceğim ve hatta dost olabileceğim bir konuma  gelmiş  gibi hissediyorum.  Geçmiş dini inancımın bir kadın ve bir insan olarak bende sınırlandırdığını düşündüğüm her şey dağılıp gitti ufkumdan.  Yeteneklerimin, kişisel özelliklerimin ve bu doğrultudaki kapasitemin daha bir farkına vardım.  Başkalarını ve kendimi etkileyebilecek bir karar verirken artık  “Allah katında durumum nedir, bu yaptığım dine uygun mu?”  gibi sorular yerine “Benim bu işte faydam nedir? Ben nasıl yararlanırım? Yakınımdaki sevdiğim insanlara da bir faydası olacak mı? Ben fayda görürken başkaları zarar görecek mi? Bu karar ya da bu iş beni mutlu edecek mi? Yaptığım işin başkalarına bir yararı ya da zararı olacak mı?” gibi soruları ve olası cevaplarını ve daha fazlasını gündeme getiriyorum.  Eskiden kendimi, sonuçları cennet ve cehenneme endeksli olan kurallar bütününde bir düzleme oturmaya çalışırken şimdi kendimi,  bütün insanlardan ve yönetimlerden oluşan bir bütünün parçası(dişlisi) gibi hissediyorum. Bu duygu, yapmakta olduğum ve yapmayı planladığım bütün işlerimde özenli olmam konusunda beni motive ediyor. Dini bir inanca sahip olmasam da Çekim yasası denilen ve ne olduğu tam olarak anlaşılmayan bu garip yasaya inanıyor ve etrafımdaki insanlarda ne kadar güzel bir şekilde işlediğini görüp hayretler içerisinde kalıyorum.  Hem bu görünmez yasaya olan inancım hem de toplumu oluşturan bir bütünün dişlilerinden birisi olduğum gerçeği, yaptığım her işte sadece kendimi değil aynı zamanda başkalarını da düşünmem gerektiği konusunda beni yönlendiriyor. Etrafımda ve yakınımda nasıl insanlar görmek istiyorsam ben de öyle bir insan olmalıyım. Benzer benzeri çeker.

Gelelim Dinsiz olmanın bana göre en muhteşem ve en harikulade duygusuna! Bir Müslüman, birisine ya da birilerine iyilik ya da hayırda bulunduğu zaman bunun, hem dünya hem de öte alemde karşılığını alacağını bilir fakat  dinsiz insanlarda böyle bir geri ödemeye yönelik inanç yoktur. Bizler, iyi işler yaparken ya da emeğimizi, gerektiğinde maddiyatımızı, ihtiyacı olan insanlar için ya da ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz değerler için hibe ederken bunun karşılığını bu dünyada ya da öte dünyada şahsi ya da egosal olarak almayacağımızı çok iyi biliyoruz. Bu durum bende, muhteşem güzellikte bir haz uyandırıyor. Kişiyi daha da olgunlaştırıyor. Bir annenin, çocuğunu karşılıksız sevmesi gibi ya da bir Tanrının,  kullarını ve yarattığı her şeyi ön koşulsuz bir sevgiyle sevmesi, kucaklaması gibi.  Bu duyguyu tarif etmek çok zor, yaşamak lâzım. İnsanın kendine olan saygısını, güvenini ve kendisine duyduğu sevgiyi artırıyor. Sevgi, içinde yeniden şekillenip anlam kazanıyor. Bir insanın, bir şeylerin baskısı sonucunda kendisini bazı şeyleri yapmaya mecburiyet olarak görmesine karşın söz konusu kişinin insanî ve toplumsal bazı görevleri, din ya da gelenek baskısı olmadan kendi içinden gelerek ve isteyerek yapma düşüncesi, insanın yüreğindeki, bağrındaki ve hayatındaki yükü, kasılmayı bir anda yok ediyor ve hafifliyorsun. Bu his, çalışan bir kimsenin, haftanın beş günü sabahın altısında  çalan telefonunu zoraki susturup “biraz daha uyusam” diyerek sünepe bir şekilde isteksizce yatağından kalkıp işe gidiş için hazırlık yapmaya benzer fakat hafta sonu geldiğinde saat sabahın altısı ya da altı buçuğu  olmuştur,  telefonun alarmı çalmaz fakat sen kendi kendine gözlerini açarsın ve rahat bir şekilde yerinden kalkıp, zevkli bir şekilde kahvaltı hazırlamaya başlarsın. Hatta işinle ilgili hazırlaman gereken bazı projeleri, istekli bir şekilde eline alıp kahveni yudumlarken zevkle ve rahatlıkla yaparsın.

Birilerine iyilikte bulunurken iyilikte bulunduğum kişiden ya da bir Tanrıdan karşılık beklemiyorum. Ben muhtemelen  hibe ediyorum, bağışlıyorum ve bundan dolayı inandığım Tanrının övgüsüne mazhar olmayacağımı ve bundan dolayı öldükten sonra cennet diyarına gitmeyeceğimi biliyorum.  Aynı zamanda yaptığım iyi işlerin, bizzat kendimin de içinde bulunduğu ve her şeyin bir birine bağlı olduğu  ortak hayat ağacının  her bir dalına bir tomurcuk, bir yaprak, bir çiçek ve sonunda bir meyve olacağını bilmek bana fazlasıyla yetiyor.  Zaten bunları yaparken aynı zamanda yaşamakta olduğum çevrenin iyi bir şekilde dönüşümüne, gelişimine katkı sağlıyorum. Bu katkının güzel sonuçlarından eninde sonunda ben de faydalanacağım.

İslâm inancım yok olduğunda içimde koca bir boşluk oluştu fakat o boşluğu, kendi karakterim, iyi niyetim ve içinde yaşadığım topluluğun ortak iyi hedefleri doğrultusunda geliştirdiğim  “Kendim de dahil olmak üzere kâinattaki her şey, sevgiyi, saygıyı ve değer verilmeyi hak eder” inancı ile çoktan doldurdum bile.

Dindar iken bize öğretilen önyargılar baz alındığında  dinsiz olduğum için ne iç sıkıntısı çekiyorum, ne buhran geçiriyorum ne de mutsuzluklar içinde debeleniyorum. Aksine, hayattan daha fazla keyif almaya başladığım gibi iç huzurum ve mutluluğum  daha da arttı.

BU AYETİ TANRI MI GÖNDERMİŞ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kurandaki çelişkiler, Bakara 13, Ayetleri Allah mı gönderdi?, İnsanların inandıkları gibi, Yaratıcı kelamı, Ayetlerdeki çelişkiler, Mantık ve din,

BU AYETİ TANRI MI GÖNDERMİŞ?

Bakara 13: Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.

Tabi ki de inanmayanlar, “Bizler akılsızlar gibi iman etmeyiz” diyecekler. Ne demeleri beklenir ki? Birilerini ikna etmek için “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” ifadesi zaten akla ve zekâya hitap eden bir ifade değildir. AKILLICA BİR SÖZ DEĞİLDİR.

İnsanlara faydalı olan bir kampanya yürütüyorsunuz fakat kampanyaya daha fazla insanın katılması gerek. Diğer insanları bu kampanyaya davet ederken kullanacağınız en akıllıca söz ne olabilir? “Bak bu insanlar bu kampanyada yer alıyorlar, çalışıyorlar. O insanların katıldığı gibi siz de katılın, o insanların çalıştığı gibi siz de bu kampanyada ya da bu dernekte çalışın” mı dersiniz yoksa yürüttüğünüz kampanyanın önemine ve faydasına mı dikkat çekmeye çalışırsınız? Tamam tamam anladım! Kur’an’da İslâm dinine neden tabi olunmasına yönelik başka bilgiler de var, onu anladım anlamasına da! “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın”  ya da “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin” ifadesini kullandığınız kişilerin nasıl cevap vermesi gerekir? “Aaaaa, çoğunluk şunu yapıyor, biz de onu yapalım. Şu insanlar şu işi şöyle yapıyor, biz de aynen öyle yapalım mı” demeliler? Bu ayeti Tanrı yazmışsa, Tanrı çaresizlik içinde kıvranıyor besbelli. Öyle ki bu kıvranmanın bir sonucu olarak kişileri kendi dinine çağırırken  artık çaresizlikten onları  nasıl ikna edeceğini şaşırmış.

Akıl nedir? Nasıl değerlenir? Zeki insan nedir? Nasıl belli olur? Bilim insanı nedir? Düşünür nedir? Fark oluşturan kimlerdir? Bu dünyayı değiştiren, bu gelişmişliğe getiren beyin nedir? İslâm’ın İlâhı olan Allah, her insana, her akıla hitap eder mi? Tanrı’nın yürüttüğü mantığa bakar mısın? “…İnsanların inandıkları gibi siz de inanın…” Matematik ya da felsefe eğitimi almış birileri varsa çok iyi bilirler, zeki insan herkes gibi düşünmeyen herkesin inandığına inanmayandır. Zekânın özelliklerinden birisi farklı olmaktır. Daha özetle, başkalarının yaptığını ya da diğer insanların sürü halinde yaptığını yapmayan, düşündüğünü düşünmeyen, farklı olanı yapan ve farklı olanı düşünendir. Burada tabi farklı şeyler yapmak ya da farklı şeyler düşünmek derken çılgınca ve hoş karşılanmayan kötü şeyler akla gelmemelidir.


Sıradan bir insan ayet yazıp bu ayet ile kitlelerin kendi oluşturduğu dine katılmalarını istese nasıl bir ayet yazardı?  Ya da şöyle söyleyelim, kitleleri sürü olarak gören ve sürü psikolojisinden gelmiş bir insan, bu amacına ulaşmak için nasıl ifadeler kullanırdı?

Sıradan bir anne baba çocuklarına, “komşumuzun senin yaşında oğlu var biliyorsun değil mi? Adı Ferhat! Arkadaşları ile birlikte haftada üç gün futbol oynamaya  gidiyorlar, sen de onlar gibi futbola  git” diye nasihat eden anne babaya evlat cevabı hemen yapıştırır “Kusura bakmayın,  ben Ferhat değilim!” Allah’ın, kendisine inanmayan insanlara karşı onların inanması gereken durumu “…insanların inandıkları gibi siz de inanın…” diye tarif etmesi ve böyle bir mantıkla inanmaya çağırması bir hayli garip. Geçmişten günümüze insan toplulukları yeri geldi gök Tanrıya, güneş Tanrısına, rüzgâr Tanrısına ve çeşitli putlara inandı.  Onların nedenleri de aynıydı. Diğer insanlar falanca Puta tapıyor, “ben de tapmalıyım”. Benim çevremdeki insanlar  ay Tanrısına tapıyor, onlar aya tapıyorsa “ben de o insanlar gibi Aya tapmalıyım”! Allah’a inanmanın mantığının ya da mantık kurallarından biri bu mu yani, “diğer insanlar inanıyor, sen de inan”.  Niye senin dinine inansınlar? Niye diğer insan topluluklarının inandıkları dine inanmasınlar? Bu tür ifadelerin kullanılmasını sakın 1400 yıl evvelki Arapların cahilliğine ve o cahillerin İslâm dinine katılması gerekliliğine  bağlamayın. Cahil diye addedilen o kavimler, para, mal ve çıkar konusunda kurnazın kurnazı kişiler, eminim bu kadar açık ve garip bir cümleyi  anlayacak  zekâdaydılar. Zaten verilen cevaptan yeteri kadar akıllı ve zeki oldukları açıkça belli.

Ayetlerdeki cümleleri gereksiz ve çok ayrıntılı bir şekilde incelediğimi söyleyip eleştirebilirsiniz  fakat bu ayetler Müslüman çevrenin iddiasına göre İnsan yazması değil Tanrı yazması. Muhteşem incelikteki kâinatı ve  insan vücudunu yarattığına inanılan bir İlâh’ın böylesine sorgulamaya davet çıkartan acemice  ifadelere yer vermesinin mantıksızlığına vurgu yapmak lâzım diye düşünüyorum. Kendisinin yanında çok acizane kalan bizim beynimiz böyle gariplikleri  fark ediyorsa koskoca Tanrı’nın haydi haydi aklına gelmiş olmalı. Görünen o ki gelmemiş. Ya da iddia edildiğinin aksine  bu ayetler, Tanrı katından felan gelmemiş.

İSLAM’DAN ÇIKMAK NEDEN ZORDUR?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, İslam'dan çıkmak, İslamiyet'ten çıkmak, Gerçek din, Çocuklukta dini empoze, Dinden çıkma korkusu, Dini bırakmak, Din ile ahlakı ilişkilendirmek, Din adamlarına güvenmek,

İSLÂM’DAN ÇIKMAK NEDEN ZORDUR?

Bir Müslüman İslâm dininden neden çıkmaz ya da çıkamaz sorusunu cevaplarken ülkemiz şartlarını yani Türkiye’de yaşayan Müslümanların içinde bulundukları şartları daha çok göz önüne alarak değerlendirme yapacağım.

  • Sahiplenme geleneği
Biz Türkler, sahiplenen bir milletiz. Karımıza, kızımıza, mahallemize, malımıza, dinimize, imanımıza, futbol takımımıza, her şeye. Bizler sahipleniciyiz. Bir diğer özelliğimiz ise hepimizin filozof olmasıdır. Her konuyu çok iyi bildiğimizi düşünür, gram bilgi ile ahkâm keseriz. Bunu söylerken kendim de dahil olmak üzere bu ülkenin bir vatandaşı olarak öz eleştiri yapıyorum. Sahiplenici ve çok bilici özelliğimiz, fedailere ya da racon kesen mahalle delikanlılarına benzer. Diğer bir özelliğimiz ise sabırsız, sinirli  ve kavgacı olmamız.  “Sen bizim mahallemizin kızına göz mü koydun? Sen bana bir şey mi dedin? Ne dedin?...” Anlamadan, dinlemeden, kafa yormadan, “Vurdum mu deviririm, kodum mu oturturum ANADIN MI!” Sosyal medya, bu tür kabadayılarımızla dolu. Bizim millet olarak bir şeye sahiplenmemiz için ille de o şey hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olmamıza, akıl süzgecimizden geçirmemize gerek yok. Bir kimseye “Allah, kadına tecavüzü yasaklayan hiçbir ayet göndermemiştir” dediğiniz zaman hemen ayağa kalkar, kükremeye başlarlar… “Sen ne biçim konuşuyosun Allah hakkında, hemen söylediklerini geri al. Bir daha da dinime imanıma laf söylediğini, iftira attığını duymayayım, ağzını burnunu kırarım.” Bu şekilde alevlenen şahısın inandığı dinin kutsal kitabındaki bir tek ayetten bile haberi yoktur aslında. Dinine dil uzatan bu adam doğru mu söylüyor yoksa yalan mı söylüyor mevzusuna girip de kontrol bile etmez çünkü delikanlılığın, erkekliğin şanına yakışmaz. Mevzunun kendi inandığı şekilde olduğuna da emindir.  Hem kim karıştıracak o kadar sayfayı, kim okuyacak? Okusa bile dinine dil uzatan adam haklı çıktığında ne yapacak? Eyvah, ben bilmiyor muşum mu diyecek? Millet olarak ne yazık ki hatasını kabul eden, doğru sözü söyleyene saygı gösterten erdemlerden biraz uzağız.

Yıllar önce Ateistlerin paylaşımda bulunduğu bir internet sitesine girmiştim. Hemen forum kısmına daldım. Aslında niyetim “Şu dinsiz imansızlar ne konuşuyormuş ne yazıyormuş, şunlara ağzının payını bir vereyim…” niyetiyle dalmıştım konulara. Bu ateistler hiçbir şey bilmezdi. Din hakkında da hiçbir şey bilmedikleri için ve dinsiz olmak nefsani arzularına daha uygun olduğu için Ateist olmayı tercih ederlerdi. Din öğretmenlerimiz bizi öyle yetiştirmişti çünkü. Dindar üyelerle ateist üyelerin tartıştıkları konuları görünce tepkim aynen şöyle olmuştu: O NE LA!  AMAN ALLAHIM!  Kur’an ayetleri, Arapça ve Türkçesi ile karşılıklı olarak kelime kelime telaffuz ediliyor, he bir telaffuz üzerinden  İslâmi kaynaklar didik didik edilerek o zamana kadar hiç duymadığım, okumadığım konular ve sebepler üzerinde hararetli tartışmalar yaşanıyordu. O zamana kadar din derslerimizde bize ezberletilen basmakalıp dini bilgilerle,  etrafımızdaki hacıların hocaların, sohbet ablalarının geleneksel dini ritüellerinden başka hiçbir bilgim yoktu. Birilerinin ağzının payını vermek için girdiğim forumda dini cehaletimle yüzleşmiştim. Bırakın o tartışmaların arasına girmeyi, klavyeden bir tuşa bile basamadım. Forumu, sabahın dördüne kadar takip ediyor ve gözlerim kan çanağına dönünceye kadar her yazılanı okumaya çalışıyordum. Çok mantıklı iddialar olmasına rağmen beynimdeki “İslâm tek gerçek din, mutlaka bir yanlışlık vardır, tercüme yanlıştır..” gibi şartlanmışlıklara  sığınıp silkinip, kalkıyordum bilgisayar başından. Sonunda kafam kaldırmadı ve bıraktım o sitelerde dolaşmayı fakat dini konuda ne kadar az ve yetersiz bilgiye sahip olduğumu fark etmem, Kur’an ayetleri ile ve dini bilgilerle birden bire ve uzun dönem haşır neşir olmama vesile oldu. Sorgulama yeteneğim gelişti. Buna rağmen ayetlerdeki ve dini uygulamalardaki mantıksızlıklara karşı çok direndim. En sonunda bir ilâhiyatçının “Cennete gitmek için ille de Müslüman olmaya gerek yok, Kur’an’da böyle bir şey yazmaz” demesi ile aniden Müslümanlıktan çıktım ve çıkışımın ardından, yıllar içinde araştırdığım ve hatta daha önce fark edemediğim dini bilgileri daha açık ve daha mantıklı ve daha özgür bir düşünce ile değerlendirmeye başladım. Şu an, o uğruna dinden çıktığım Cennet kavramı bile değişti, bilincimde bambaşka anlamlara büründü.


Sonuç olarak bir Müslüman’ın, dinine yönelik bir eleştiride hemen savunmaya geçmesi ve öfkeye kapılması, daha çok dini bilgilerden yoksun olduğunun bir işaretidir özellikle bizim ülkemizde. Bizim Müslüman’ımız kabadayıdır, fedaidir fakat daha çok cehaletin kabadayısı, cehaletin fedaisidir. O fedaiye bir şeyleri anlatmanız, açıklamanız çok zordur. Bir fedai, dayılandığı insanlardan hiçbir şey öğrenmez, ancak saygı duyduğu, değer verdiği, emir aldığı kişilerden etkilenir, onlardan bir şey öğrenir.

  • Benim inancım bana huzur ve mutluluk veriyor, dualarım kabul görüyor demek ki benim inandığım din doğru ve gerçek din.
Psikologlar, bazen insanlara inancın, iyileşme sürecinde çok etkili ve önemli olduğunu söylerler. Bu  bizim halkımızca “İslâm inancı, iyileşmede önemlidir” şeklinde algılanır. Nasıl algılanırsa algılansın, Hristiyan da olsan, Müslüman da olsan, Budist de olsan inanç inançtır. Muska yapan hocalara gidip, var olan fiziksel bir hastalığı iyileştirmesi için dünya kadar para sayıp(parasız yapanlar da var) ardından iyileşme gözlenen bir çok insan var. Dünya genelinde Büyücü diye adlandırılan bu insanlar sadece İslâm dininde değil her dinin içinde ve her devrin toplumlarının içinde vardı ve varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Bizim halkımız içinde mesela “Papaz büyüsü” dedikleri ve Papazlara yaptırılan büyü çeşitleri bile var. Yani büyü yapılması için ille de büyüyü yapan kişinin Müslüman olması gerekmiyor.

Okuduğum bir kitapta, inancın bir insanı nasıl etkilediğine dair gerçek bir hikâye vardı. Hıristiyan bir erkeğin yaşlı babası ağır bir kansere yakalanıyor. Dindar olan babasının iyileşmesi için çare arayan oğul, bir yerlerden bulduğu metal bir yüzüğe eski ve küçük bir tahta parçası yerleştirip babasına getiriyor ve  “Bu yüzükteki tahta parçası, İsa’nın gerildiği çarmıhtan bir parça.  O çarmıhın bir parçasının uzun zamandır nerede olduğunu araştırıyordum ve uzakta bir kilisede buldum. O’ndan küçük bir kıymık alabilmek için kiliseye oldukça yüklü bir yardım yapmak durumunda kaldım” diyor ve yüzüğü babasının parmağına takıyor. Parmağındaki yüzüğün kutsallığına ve şifa verici gücüne iyiden iyiye inanan yaşlı adam kısa süre sonra iyileşmeye başlıyor ve bir müddet sonra doktorların artık umudunu kestiği ilerlemiş kanseri tamamen yeniyor.

Yürekten inandığınız dinin Kutsal kitabını okurken huzur bulursunuz. Hatta bu düşüncenize, “Ben Kur’an okuyorum, Allah’a inanıp O’nu sürekli anıyorum, O’na yakışır bir kul olmaya çalışıp kalbimi iyilikle dolduruyorum. Fark ettim ki  her anım huzurlu. Yaşantımın her anından keyif alıyor, huzur doluyorum”  gibi bir inancı da bilincinize dahil etmişseniz hayatınızın her anından keyif alırsınız ve içiniz huzur dolu olur. Bunun nedeni, inanılan dinin gerçek olması değil, kişinin inancını yani bilinçaltını, bunun gerçek olduğu ve huzur verdiği inancı ile doldurmasıdır. Çünkü Allah olduğuna inanılan  İlâhı sürekli anıp ve ona yakışır bir kul olmayı amaç edinince, mutlulukla ve huzurla ödüllendirileceğine inanılır ve sonuçta o inanç gerçek olur.   İNANIYORSUNUZ ÇÜNKÜ! Adının Allah olduğuna inandığınız bir İlâh var olduğu için değil, siz bu duruma inanmış olduğunuz için bu böyle!

Bu durum sadece İslâm’a özel bir durum değil, bütün dinler için geçerli. Hatta yanı başınızda duran bir çınar ağacına tapındığınızı ve onun bir Tanrı olduğuna inandığınızı düşünsek,  O ağacın gölgesinde oturmak bile sizde muhteşem güzel duygular uyandıracaktır. İnançlı insanlar, hayatlarında gerçekleşen güzel olayları değerlendirirken “her gün dua ediyordum, gerçekleşsin diye, üstelik tam da Allah’ın istediği gibi bir kul olmaya çalışıyorum, bak Allah dualarımı kabul etti, beni ödüllendirdi”  şeklinde bir cümleyi kurarak, arzularının, inandıkları Tanrı tarafından yerine getirildiğine kesin olarak inanırlar. Bu durum sadece Müslümanlara has değildir. Yahudiler, Hristiyanlar için de geçerlidir. Dini inancı olmayıp da evrenin farklı yasalarını ve enerjisini kullandığını düşünen spiritüel yasalara inanan insanlarda da benzeri çalışmalar vardır. O kişiler de hayatlarında gerçekleşen güzel durumlardan sonra “Bu arzumun gerçekleşmesi için kendime her gün sabah akşam telkinde bulundum, bilinçaltımı ve evrenin gücünü bu  arzumla aşıladım ve sonunda başardım, evrensel enerji, arzuma cevap verdi” cümlesini kurarlar. Onlar da mutludur aslında. Peki tamamen inançsız olan ve hayatı mutlulukla, iç huzuruyla geçmiş olan insanların dünya hayatı içinde yaşadıkları bu güzellikler neyden kaynaklanıyor? Onlar dua etmiyorlar ve adının Allah olduğuna inandıkları bir İlâh’a inanıp o İlâhtan yardım istemiyorlar. Ya Budistler? Hastalıkları, meditasyon veya yoga denilen tekniklerle, iç huzuru ile iyileştirmek konusunda dünyada Budizimden daha önde bir din var mı? Huzur bulmak konusunda da öndeler. Onların bu huzuru, dini ritüelleri ile yaşamaları için ille de tapınaklarına kapanmaları gerekmiyor. Bunu gündelik çalışma hayatının içinde çok güzel şekilde başarabiliyorlar. Okul yıllarımızda ve özellikle ilkokul yıllarında, din öğretmenlerimiz bize, Müslüman olmayan insanların hayatlarının iç sıkıntısı ile geçtiğini ve o insanların sürekli olarak buhran geçirdiklerini ve mutlu olmakta zorlandıklarını anlatırlar ve bizi buna iyiden iyiye inandırırlardı. Onların görüşüne göre Allah, var olan tek Tanrı idi ve sadece Allah’a inanan ve Allah’a ibadet eden insanlar mutluluğu ve huzuru bulurdu. Dinden çıkmış biri olarak rahatça söyleyebilirim ki, ASIL DİNDEN ÇIKTIKTAN SONRA  DAHA HUZURLU VE DAHA MUTLU BİRİ HALİNE GELDİM.

Bütün dinlere ve  inanç çeşitlerine tepeden geniş bir manzara olarak bakarsak eğer  inandığı kutsal kitabı her okuduğunda kendini huzurlu ve mutlu hisseden her dinin ya da inancın mensubu, kendi dininin  inancını, yeryüzündeki tek gerçek din ve inanç olduğuna inanır çünkü en büyük nedenlerden birisi, dua ettiği ya da belirli ritüellerle dile getirdiği arzusunun yerine gelmesi ve içinin huzurla dolmasıdır. Her dinden insan, kendi Tanrısının ya da inandığı gücün, dileğini gerçekleştirip, içini huzur ve mutlulukla doldurduğunu iddia ediyorsa O ZAMAN HANGİSİ GERÇEK DİN? HANGİ DİNİN MENSUBU DOĞRUYU SÖYLÜYOR?

  • Çocukluktan kodlama
Dini duygular henüz küçük yaştaki çocuklarımıza verilmeye başlanır. Aslında çocukluktan daha da geriye gidersek anne babanın dindarlığı ve dünyaya gelen çocuğun isminin dini ritüellerle kulağına okunması, mevlüdü, sünneti, ailesiyle birlikte camiye adım atması derken ülkemizde bir insan henüz bebekken dindarlığa adım atar ya da attırılır. Bu durum, bir insanın içinde doğacağı aileyi ve fiziksel vücudu seçme konusunda bir şansının olmaması gibidir. Kişi, hangi ailede ve hangi bedenle bu dünyaya geleceğini seçemeyeceği gibi çocukluktan itibaren  hangi dini ya da din şeklinde ifade edilemeyecek hangi içsel inancı seçeceği konusunda bir seçme şansı  yoktur. Çocuğun hangi dini öğrenip hangi dine inanacağı, ailesinin yani anne babasının seçimidir.

Bir çocuğun beyin yapısının çoğunluğu sekiz yaşına kadar tamamlanır. Bu süre aslında söz konusu çocuğun dini bir alt yapı kazanması için oldukça verimlidir ve kolaydır. Ülkemizde bir çok aile, anasınıfından başlamak üzere, özellikle de birinci sınıfı bitiren çocuklarını, yaz tatilinde Kur’an kurslarına gönderdiği gibi sadece Kur’an kursları ile kalmayıp en büyük dini alt yapıyı evde oluştururlar. “Allah görür, Allah yakar, Besmele çekmeden yemeğe başlama, Fatiha’yı oku bakalım,  öyle davranırsan Allah seni öte dünyada cehennemine atar” gibi sözler ve ihtarlar ülkemizin bir çok bölgesinde ve özellikle kırsalda hâlâ kullanılmaktadır. Hatta bu iş, o kadar ilerlemiştir ki ebeveynler, küçük yaştaki çocuklara, kendilerinin istemediği bir şey yaptığı zaman direkt olarak “Allah seni yakacak” diyerek çocuğun beynine “Allah yakar” kelimesini iyice kazırlar. Küçük yaşta öğrenilen ve telkin edilen bütün bilgiler, o çocuğun bilinçaltına aktarılır ve  çocuğun ileriki yıllarında yani yetişkinlik dönemlerinde kişiyi etkili bir şekilde yönlendirir. Bu yüzden eğitim, dünyanın en önemli işidir, meselesidir. Allah korkusu ile “Allah yakar” inancı ile yetişen insanlar dinlerini öylece kolay kolay bırakamazlar çünkü kendileri farkına varmasalar bile Allah adında bir ilâhın var olduğuna iyice inandırıldıkları gibi dinden çıktıklarında Allah’ın gazabına uğrayacakları korkusu, kişide dinini bırakma konusunda bir karşı tepki ve karşı duruş oluşturur. Yaş biraz ilerledikçe, ergene ya da gence aktarılan dini bilgiler, “dünyanın tek gerçek dini İslâm’dır, O’nda şüphe yoktur, şüpheli bir durum varsa ya tercümede hata vardır ya da yorumlayan kişi, konuyu derinlemesine bilmiyordur” düşünce kalıbı, çocukların, gençlerin beynine adeta dini bir inancın kapısının anahtarı gibi kodlanır. Bu kodu, kendisinden beklendiği şekli ile koruyan bir insan, sorgulama sürecine kolay kolay girmez, girse bile isteksizdir.

  • Korku
Bir insanın yaşamına yön veren en önemli etkenlerden birisi bazen de en önemlisi korkudur. Müslümanlıkta bu korku, dünya hayatında Allah’ın gazabına uğramak, nasıl bir yer olduğu bilinmeyen ve şu an kimsenin göremediği ahret hayatında da cehennemde yanmak korkusudur. Aslında cehennemde yanmak kısmına sadece “yanmak” demek mantıksız bir tarif olur çünkü Müslümanların inancındaki cehennem hayatında günahkâr olan ve cehenneme atılacak olan kişi cehennem ateşinde yandıktan sonra ona tekrar bir deri giydirilir ve tekrar yakılır. Bunun adı İŞKENCE dir. İslâm’ı reddeden yani kâfir olarak nitelendirilen insanların Kur’an’a göre öte alemdeki kaderi, sonsuza kadar cehennem ateşinde yanarak işkence çekmektir. Müslümanlar bu durumu değerlendirirken, çocukluktan gelmiş olan kodlanmanın etkisi ile ne yazık ki mantıklı bir akıl yürütme becerisi gösteremezler. Buradaki mantıksal sorgulama aslında çok basittir. Sonsuz merhamet sahibi olduğuna inanılan ve Kur’an’da da buna sık sık vurgu yapılan ve adı Allah olduğuna inanılan İlâh’ın, onca çirkef ve kötülük abidesi bireyler  dururken sadece kendisine inanmadı diye yarattığı insanlara sonsuz cehennem ateşinde işkenceye çektirmesinin sonsuz merhametlikle uzaktan yakından alakası yoktur. Üstelik buradaki en önemli hususlardan bir tanesi de sonsuzlukla karşılaştırıldığında iğne ucu kadar bile yer kaplamayan insan ömründe bir insan sadece 70 yılını inançsız geçirdi diye onu, zamanla bile ifade edilemeyecek sonsuz cehennem ateşine almak apaçık adaletsizliktir.  Bu durumda her hangi bir konuyu İslâm dini ile ilişkilendirirken “İlâhi adalet” ifadesini kullanmak bayağı bir garip kalıyor. Böyle bir uygulamaya “İlâhî adalet” demek ve İLÂHÎ bir nitelik kazandırmak saçmalıktır. Böyle bir uygulamaya, “vicdansızlığın adaleti” ya da “acımasızın adaleti”,  “bencilin adaleti” ya da “dev egonun  adaleti” diyebilirsiniz fakat bu adalet dediğiniz kelimenin önüne “İlâhî” kelimesini eklerseniz işte o İlâhî dediğiniz kelime, eşitlik, iyilik, merhamet gibi değerleri tarif eden bir hitap şekli olamaz. İşte çocukluktan gelen şartlanmışlıklar ve cehennemde yanmak korkusu, bu kadar basit bir mantıksal sorgulamayı bile Müslüman’ın yapmasına engel olur. Burada çok önemli bir nokta daha vardır ki, bir insan panik halde iken ya da korku içinde iken beyin yeteri kadar çalışmaz, yani kapasitesi oranında değerlendirme yapamaz. Korku, bir insanın düşünce yapısında eksikliklere neden olur. Cehennem azabı ile korkutulan insanlara, cehennem azabı ile korkutuldukları din hakkında sağlıklı sorgulama ve değerlendirme yaptırmanız çok zordur. Çocukluktan gelen kodlamanın ve cehennem korkusunun etkisi ile Müslüman kimse, sorgulama yapmaya her kalkışında yani o kapıyı her açısında karşısında cehennem ateşini ve şeytanı hisseder.

  • Okuma üşengeçliği
Millet olarak okuma özürlüyüz. Bu durum  özellikle de İslâmi konularla ilgili sorular hakkında araştırma yapan kimselerde kendini göstertir. Birkaç kişide rastlayıp gözlemlediğim bir durumu anlatmak istiyorum. Vaktiyle bir arkadaşımız, dinen kapanmanın farz mı yoksa bir gelenek mi olduğunu öğrenmek için küçük çapta bir araştırma yapma gereği duydu. Ulaşabileceği bir yerde bu konularla ilgili ayrıntılı bilgi alacağı kitaplar yoktu. İnternetin başına oturdu ve arama motorundan konuyla ilgili bilgi sahibi olmaya çalıştı. Arama sonucunda İslâmi bir siteye giriş yaptı. Başlık zaten “Allah, kadına kapanmayı emreder” şeklinde idi. Tam olarak bu şekilde miydi hatırlamıyorum ama başlık olarak konu özetlenmiş idi. İlk paragrafta kadının, saçının teli bile görünmeyecek şekilde kapanması gerektiği yazıyordu. Daha sonra bu konunun falanca İslâm âlimlerinin sözlerinden, Peygamberin hayatındaki uygulamalardan ve bazı ayetlerden örnekler verilerek açıklanacağı yazılmış. Arkadaşımız bu kısa açıklamayı okur okumaz “Ha bak, gerçekten de İslâm dininde kapanma varmış” dedikten sonra sayfayı kaydırmaya başladı. “Ohooooooo, amma yazmışlar, oku oku bitmez, ama belli yani bak adamlar ayrıntılı bir şekilde rivayetleri felan da yazmışlar, Kur’an ayetlerinden örnekler vermişler, tamam yaaaa, incelemeye bile gerek yok. Adamlar bu kadar uzun yazıyı keyfe nazaran yazmadı ya!” İslâmi site, yukarıdaki çarpı işaretinden kapatıldı ve internetin başından kalkıldı. Arkadaşımız sadece yedi satır yazı okuyarak ve geriye kalan açıklamanın ne kadar uzun olduğunu görerek  emin olmuş, kararını vermişti.

  • Alışkanlıklar ve dini yaşamın gelenekselleşmiş olması
Alışkanlıklardan vazgeçmek çok zordur. Ülkemizde bir kimse Müslüman olsun ya da olmasın Ramazan ve Kurban bayramlarında resmi tatile yol açan bayram tatillerini değerlendirir. Geleneksel olarak bu bayramları yaşayanlar, aile ve akraba ziyaretlerini gerçekleştirirken diğerleri, tatil beldelerinde tatil fırsatını kullanırlar. Ramazan ayında tutulan oruçlar, ölmüş insanların kırkı ya da elli ikisi gibi adetler. Pilavı, helvası, dini toplantısı, Cuma namazları, “ay ben Kur’an kursunu bitirdim, sen daha gidip öğrenmedin mi?” muhabbetleri. Dilimize yerleşen “Allah korusun, Allah aşkına, Allah nur içinde yatırsın, Allah analı babalı büyütsün, Allah bir yastıkta kocatsın, Allah’ın işine akıl ermez, güç yetmez, Doğrusunu  Allah bilir,  Allah ne dilerse o olur,  Allah bilir biz bilemeyiz, İnşallah, Maşallah, Eyvallah…” gibi dilimize ve yaşantımıza hakim olan ve her telaffuzda insanın dini inancını farkında olmadan pekiştiren ifadeler. Dini ritüellerin bir çoğunun yaşantımızın içine iyice girmiş olması, tarihimizdeki önemli insanların yani atalarımızın yaptığı bir çok önemli işlerin, fetihlerin vb lerin  İslâm inancıyla harmanlanmış hatta yönlendirilmiş olması, şu an günümüzde bile hem siyasilerin hem de mahalle, köy ve benzeri topluluk kültürünün dini inanç ile iç içe girmiş olması, insanların dini inançlarını sorgulamalarını engeller.

Ayrıca ülkemizin bir çok bölgesinde kadınlar, İslâm dininin kendileri için lâyık gördüğü, erkekten birkaç adım geride olmak, erkeğe karşı koymamak ya da erkeği ailenin reisi olarak görmek duygusunu içselleştirmiştir. Hatta bazı yerlerde bu durum öylesine yerleşmiştir ki kadınlar, erkeklerin olduğu odada her hangi bir yere oturamazlar. Erkek oturur, kadın ayakta bekler. Erkek konuşurken laf arasına girip bir şey söyleyemezler. Erkeğin sözü son sözdür. Kız çocukları bu geleneğe uygun olarak yetiştirilir ve sonuçta kadın erkeğin sözünden çıkmaz, çıkarsa dışlanır, arsız ve kuduruk muamelesi görür. Bu geleneğin içinde büyüyen bir genç kız ya da kadın, değil dinini sorgulamak, cinsiyet eşitliğine inanılan bir çağda insan olduğunun bile farkında değildir.

  • Aileyi bırakmak kadar zordur
Bilincin en derinine kadar işlenmiş olan bir alışkanlık.  Sınava girerken bile inandığınız Tanrı’dan yardım istiyorsunuz. Ölen yakınlarınızın, öldükten sonra inandığınız Tanrı tarafından şekillendirildiğini düşündüğünüz cennet ve cehennem diyarına gittiklerine ve sizin de eninde sonunda o diyara gideceğinize inanıyorsunuz. Bu inanç sizinle o kadar bütünleşiyor ki rüyalarınızda bile dini içerikli hayaller görebiliyorsunuz. Kişi, ailesine hatta en yakın arkadaşlarına bile anlatmaktan çekindiği sırlarını, problemlerini, inandığı Tanrıya el açıp anlatıyor, yardım istiyor. Böyle bir inancı bırakmak kolay değil. Kişinin ailesini bırakması ne kadar zor ise, içine, benliğine, hayatının her alanına işlemiş olan bir inancı bırakması da o kadar zordur. Bu zorluğun nedeni, inanılan dinin gerçek olup olmaması değil, kişinin o dini sanki en gerçek dinmiş gibi sahiplenip sarılması ve onu içtenlikle kabullenmesindendir.

  • Ahlâki ve Aile bütünlüğüne yönelik endişeler
Ahlâki endişe dendiğinde akla ilk gelen Cinsel ahlâk, Aile bütünlüğüne yönelik endişeler ise  yaşlılar ile gençler arasındaki uzaklık, aile ve akrabalık ilişkilerinin kopukluğu ve benzeri. İzlediğim bir belgeselde (bir İskandinavya ülkesi idi) evlilik kurumunun adeta öneminin yitip gittiğini, kadınların belirli bir yaştan sonra sadece yalnızlıklarını gidermek için çocuk sahibi olduklarını ve bu çocukların da hayatları boyunca babalarını tanımadıklarını, bilmediklerini anlatıyordu. Peki evlilik dışı ilişkilerin özgürce yaşandığı bütün ülkelerde durum aynı mı? İslâm’ı yaşamayan bütün ülkelerin geleneklerinde cinsel özgürlük söz konusu mu? Lafı fazla uzatmadan en önemli soruyu sorayım: EVLİLİK DIŞI İLİŞKİLERİ ONAYLAMAYAN BİZİM ÜLKEMİZİN CİNSEL AHLÂKI NE DURUMDA?

Evvela genelevlerden ve fuhuş çetelerinden başlayalım manzarayı anlatmaya. Bu sektörde çalışan kadınların kaç tanesi, kendi isteği ve arzusu ile girmiştir bu işe?  Bir kez girip damgayı yedin mi, ömür boyu silemezsin alnından. Böyle bir işte çalışıp da geri dönüşü var mı? Erkeklere mikrofon uzatılıp soru sorulduğunda “Genelevler kapatılmasın, fuhuş sektörünü bitirirseniz erkekler, karınıza kızınıza, komşunuza sarkar” diyen düşünce yapısına tekrar soralım: Siz konu komşunun karısına kızına sarkmayacaksınız diye kendi rızası dışında kaçırılıp fuhuş çetesinin elinde tanımadığı erkeklere pazarlanan kimsesiz genç kadının, kadınların suçu ne? DİNİ BÜTÜN AHLÂK SAHİBİ BİR ÜLKEDE YAŞAMAK MI? Bir erkek olarak senin ve ailenin başına bir kaza gelse, ölseniz, kimsesiz kalan kızın, bir şekilde bu çetelerden birinin eline düşse, sen de yattığın mezardan baksan manzaraya, yine aynı şeyi söyler misin? Yani  “…fuhuş sektörünü bitirirseniz erkekler, karınıza kızınıza, komşunuza sarkar” der misin? Bir genç kadın bu sektöre ya çok mecbur kalıp parasal sıkıntılardan dolayı girmiştir o da istemeye istemeye ya da isteği dışında zorlanmıştır.  Bir ülkenin kadınlarının bir kısmını fuhuşa ayırıp harcayacaksınız, adına da O….pu  diyeceksiniz, bir kısmını da ev hanımı olacak diye sağına soluna göz kulak olup eve kapatacaksınız sonra da “BİZ AHLÂK SAHİBİ İNSANLARIZ” diyeceksiniz. Vaktiyle  ülkemizde, emekli olan ve insanlara küsen bir hayat kadını, tüm mal varlığını kendisi ölünce evdeki kedisine bırakmak için vasiyet yazdırmıştı ve herkesten tepki toplamıştı. Bir kadının ahlâk timsali olarak göstertilen bir ülkede böyle bir şey yapmasını yargılamak yerine herkesin şapkasını çıkartıp, önüne koyup düşünmesi gerek. İSLÂM DİNİNDE EMPATİ VAR MI? …

Bizim ülkemizdeki cinsel ahlâk sorunları bu kadar mı peki? Meselâ çocuk istismarı. Bazı tarikatların içine yuvalanmış, cinsel sapıklıklar. Parası olan bazı zenginlerin yine paralarını kullanarak örtbas etmeye çalıştıkları ve yine paraları ile bunu başardıkları her türlü cinsel rezillikler… EVLİLİK DIŞI İLİŞKİLERİ ONAYLAMAYAN VE AVRUPA MİLLETLERİNE GÖRE ÇOK AHLÂKLI GEÇİNEN BİZİM MİLLETİMİZİN İNSANLARI, KARISINI, KIZINI NEDEN, KİMDEN SAKINMAK ZORUNDA KALIR? Bizim milletimizin içinde bizim ırzımıza göz diken Avrupa halkı mı yaşıyor? 16-17  yaşındaki kız çocuğumuzu bile bir yere gönderirken neden arkasından bakmak ya da sağını solunu kontrol edip “ya başına bir şey gelirse” diye telaşlanmak zorunda kalırız? Biz ahlâkına önem veren Müslüman bir ülke değil miyiz? Neyden korkuyoruz, yüzde %99’u Müslüman’dır dediğimiz kendi ülkemizin insanından mı? Bu mu ahlâk? Şunun bir adını koyalım. Biz ahlâkımıza önem mi veriyoruz yoksa ahlâk denilen kavramdan korkuyor muyuz?

Bizim ülkemizde aslında erkeklere yönelik her türlü cinsel özgürlük var. Sadece dikkat edilir.  Evliysem hanım duymasın, etraf öğrenip beni ayıplamasın. Bekârsam ne olmuş, erkeğim, elimin kiridir. Cinsel ahlâka önem veren bizim ülkemizde ne yazık ki çapkın eşlerinin başka kadınlardan getirdiği cinsel hastalıklardan dolayı kansere yakalanan, bu yüzden cinsel organını kaybeden ve hatta hayatını kaybeden kadınlarımız var. Aslında en büyük endişe, tıpkı erkeklerde olduğu gibi kadınların da böyle bir özgürlüğe adım atacağı endişesidir. Bunun nedeni de hem dini hem de geleneksel olarak Ataerkil yani Erkeği üstün ve özgür gören, kadını erkeğin malı olarak gören  bir yapıda olmamızdan kaynaklanıyor. Bunun çözümü ise dindarlıkta ya da dinsizlikte değildir. Hangi ülkede olursan ol, teknolojik gelişime önem verdiğin kadar sosyal hayata ve aile hayatına da önem verirsen ve ülke olarak kadını da erkeği de belirli bir ahlâk ile yetiştirmek için program ve proje geliştirir ve bu durumu ciddiye alarak yönetirsen, ahlâk olarak erkek çocuğunu kız çocuğundan ayrı tutmaz isen,  aile ve ahlâk yönünde endişe duymazsın.

Başlığı ilgilendiren diğer bir husus ise Aile yaşantısı. “Kızım oğlum,  dinden çıkarsan yani dinsiz olursan bazı  ülkelerin umarsız insanları gibi aile bağları parçalanır, her kes kendi başına savrulur gider” düşüncesine ya da inancına dikkat çekilir. Sırf devletten çocuk parası almak için çocuk yapan ve çocuğu 18 yaşına geldiğinde kapı dışarı eden anne babalarla, 40 yaşına gelmiş ama biberonla beslenen bebek gibi,  kendini ilgilendiren her konuda hâlâ anne babasına danışma gereği duyan aşırı bağımlı anne baba çocuk aile  örneğini karşılaştırdığınızda hangisine NORMAL diyebilirsiniz?  Bizim aşırı korumacı aile yapımızı dini inançla ilişkilendiremeyeceğimiz gibi bazı ülkelerde  yaşayan ilgisiz anne babanın tutumunu da dinsizlikle ya da farklı bir dine tabi olmakla ilişkilendiremeyiz. Kaldı ki bu tür durumlarda örnek verilen ülkeler ve toplumlar, aile bağları açısından en uzak ve en kopuk olanlardan seçilir. Gerçekte, bütün dinsiz ya da Müslüman olmayan toplumların yaşantısı soğuk ve bir birinden kopuk değildir. Genel olarak bu durum, içinde yaşanılan iklimin sıcaklık ya da soğukluğu da birer etken olmak üzere daha çok her toplumun geleneksel yapısıyla ilgilidir. Biz, misafirperverliğimizle ve aile yapımızın kuvvetliliğiyle övünürken “Biz Müslümanlar” diye başlamayız lafa “Biz Türkler” diye giriş yaparız sözlerimize.

  • Dinini yeteri kadar bilmemek ve din adamlarına aşırı güven
Özellikle Diyanet işleri başkanlığı tarafından Kur’an’ın Arapça okunuşunun öğrenilmesi hususunda Türkiye’nin her yerinde Kur’an kursları hizmet vermekte olduğu gibi Müslüman halk da çocuklarının küçük yaştan itibaren Kur’an’ın Arapça okunuşunu öğrenmelerini, Kelime-i Şahadet getirmek gibi önemli bir dini giriş olarak görmektedir. Ayrıca bu durumun, Müslüman halk bilincinde oluşturduğu etki, “Kur’an’ın Arapçası kutsaldır” şeklindedir. Her ne kadar İlâhiyatçılar, Kur’an’ın Arapça okunuşunun bir kutsallık arzetmediğini söyleseler de  halkın genel inanışına yansıması ve kabullenişi bu şekildedir ve bu yansımadan ve kabullenmeden de Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı  gayet memnundur. Türk Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i, Arapça okunuşu ile okumaya devam ettiği sürece HERŞEY YOLUNDA. Bir de işin içine geleneksel dini bilgiler girdi mi, sorgulamak da neymiş?

“Kur’an okunurken neye dikkat edilir? Adetli iken Sure, ayet okunur mu? Abdest nasıl alınır?, Baş ağrısı için hangi sureden kaç adet okumak lâzım?, Kadın başı açık tuvalete girince etrafa sıçrayan sidik saça sıçrar o da saç dökülmesine neden olabilir. Saçının tek bir teli bile örtünün dışında kalsa, iyi melekler yanından uzaklaşır, şeytanlar başına üşüşür. Tuvalete sağ ayakla mı yoksa sol ayakla mı girilir? Ayetel kürsi’nin mutlaka üçgen muska ile boyunda kolye gibi taşınması ya da her gün okunması gerekir….   Kur’an, o mukaddes kitap, öyle her insanın, her cahilin aklının yetebileceği bir dille yazılmamıştır. O’nu okuyup  anlamak da herkesin harcı değildir. Biz okusak bile anlayamayız. Onca ilâhiyatçı bile yıllarını verip araştırıyor da öyle yorumluyor. Ben şahsen falanca İlâhiyatçının görüşlerini çok doğru buluyorum ve çok beğeniyorum. Maşallah adamda müthiş bir zekâ var ve dini bilgisi muhteşem. O yüzden aklıma bir şey takıldığında O’nun yorumlarını okurum. Hatta geçenlerde televizyonda izledim, geçmişte yaşamış olan falanca İslâm âlimi demiş ki “Her gün Kur’an okunan eve bereket yağar, şeytanlar o evden uzak durur”. Kur’an okumayı biliyorum çok şükür, her gün birkaç ayet okuyorum evde, Allah’ım kabul etsin………”

  • İslâm’ı, günümüz yaşantısına göre uydurabilmek için her türlü ayeti ve dini bilgiyi değiştirip parçalamak ve yeniden inşa etmek gelenek halini aldı.
1400 yıl önce oluşturulmuş bir din veya bir kurum, bu zamana kadar ya kalmaz yok olur gider, ya da kendini geliştirir, yeniler, yaşadığı zamana adapte eder ve daha güçlü bir duruşla varlığını sürdürmeye devam eder.  Bu güçlü duruş, söz konusu dinin  doğru bir din veya gerçek bir din oluşundan kaynaklanmaz. O dine inanan ve dinin ayakta durmasında görev alan kişilerin, özellikle de toplumun dini inancına yön veren kimselerin gayretleri ile olur. Bunu, tarihi bir evi, ayakta kalsın ve her dönem biraz daha cafcaflı hale gelip albenisini kaybetmesin diye sürekli olarak restorasyonunu tamamlayıp yeni baştan dekore etmeye ve dahası reklamını aksatmadan yapmaya benzer. Sedirin yastıklarının üzerindeki örtüde yine kilim desenleri vardır ve orjinaline uygun renkler kullanılmıştır fakat o yastıklar ve yastık örtüleri eskisinin aynısı değildir. Yeni baştan yapılmıştır. Üstelik bu tarihi ev şöhrete de kavuşmuştur ve her sene bir çok turisti ağırlamaktadır.

Yaşı büyük olanlar hatırlar: Eskiden adet gören kadın, namaz kılamaz, oruç tutamaz, abdest alamazdı. Hatta Konca KURİŞ adında bir kadın, “Kadın adetli iken namaz kılabilir, oruç tutabilir” iddiası yüzünden kendisinin de üyesi olduğu dönemin dini bir örgütü tarafından 35 gün işkence edildikten sonra  öldürüldü. Çünkü kadının  adet kanı, pislik olarak görülüyordu ve kadına duyulan saygı, şimdiki kadar değildi. Geldiğimiz şu dönemde bu kural değişti. Kadınlar isterlerse adetli iken namaz kılıp Kur’an okuyabiliyorlar, oruç tutabiliyorlar. Mesela ayetlerin eski ve orijinal çevirisi ve yorumuna göre hırsızlık yapanın elinin gerçek anlamda kesilmesi bilgisine karşılık şimdilerde hırsızın elinin kesilmesi değil, üzerine çizik atılması gerektiği veya el kesme ile ilgili ayetin sonradan iptal edilip bu uygulamanın eski devirlerde yapılabildiği ve günümüzde geçerli olmadığı gibi güncelleme tarzı yorumlar devreye girdi, girmeye de devam ediyor. GEREKÇE HEP AYNI: “Kur’an’ı Kerim’i, bizden öncekiler hep yanlış yorumlamış. Biz doğru yorumlayıp doğru sonuçlara ulaşıyoruz, doğru fetvalar veriyoruz” gerekçesi ya da iddiası.  Kur’an, Modern Müslümanlar tarafından, Modern hayata uyum sağlayacak şekilde  güncelleştiriliyor fakat bu güncelleştirmenin ülkemizdeki dini ifadesi “İslâm evrensel bir dindir, Kur’an, evrensel bir kitaptır ve biz Kur’an’ı, ruhuna uygun olarak, doğru olarak yorumluyoruz” şeklindedir.

  • Tarikatların ve dini cemaatlerin rolü
Tarikat ve cemaat konusu çok uzun ve çetrefilli fakat kısa olsa da değinmek gerekecek. Bizim ülkemiz ne yazık ki uzun bir süredir tarikatların ve dini cemaatlerin yataklandığı bir bölge oldu ve halen de öyle. 1982 darbesinden sonra ülkenin her tarafına dağılmasına ve yayılmasına zemin hazırlandığının ortaya çıktığı Fethullah Gülen cemaatinin gençleri, çocukları ve cahil insanları nasıl kandırdığı ve cemaatin içine dahil ettiğini 15 Temmuz’dan sonra çeşitli televizyon programları aracılığı ile izledik. Kapalı ve havadar olmayan odaya 50-60 kişilik sandalyeler diziliyor. Etkilemek ve cemaate katılmak istenen kişiler ya da çocuklar bu salona alınıyor, kapılar kapatılıyor. Duvardaki büyük ekran televizyonda Fethullah Gülen, vaaz veriyor ve bu sırada içinde uyuşturucu barındıran tütsü çubukları yakılıyor. Uyuşturucunun etkisi ile yarım da olsa beyni tavana ulaşan gurup, dışarı çıktıktan sonra “görüyor musun sen şu mübarek adamı, televizyondan bile izlerken bambaşka alemlere gittim, çok mübarek adam,…” diyerek ulvi ve ilahi olduğunu sandıkları düşüncelerle ve hislerle  oradan ayrılıyor ve cemaate karşı müthiş bir sempati duymaya ve bir süre sonra da bu tür cemaatlerin müdavini olmaya başlıyorlar. Bu ve benzeri yöntemlerin uygulanması aslında tarihin çok eski dönemlerine kadar uzanıyor. Cemaatlerin içine en etkili mürid toplama yöntemi ise ne yazık ki Dershaneler, Lise ve Üniversite yurtları. Öğrenciler hem kendi ceplerinden para harcayıp bu tür yurtlara alınıyorlar hem de öğrenci, üniversiteyi bitirinceye kadar beyin yıkama sürecine alınıyor ve Cemaate kulluk  için yetiştiriliyor. Fakat bu tür cemaatlere insanların ya da gençlerin nasıl girdirildiği kadar girdikten sonra nasıl bir düşünce ve yaşama tarzına dahil edildiği de o kadar önemli. Bir çok tarikat ve cemaat içerisinde, belirlenmiş kişiler haricindeki bireylerin sosyal medyayı takip etmeleri, televizyon izlemeleri, gazete okumaları ve hatta dini bir konuda, bağlı bulundukları şeyh dışında farklı birinden dini fetva ve bilgi almaları da yasaktır. Bunun gerekçesi ise televizyonun şeytan icadı olduğu, internetin ahlâksız olduğu ve insanı ahlâksızlaştırdığı dinsizleştirdiği gibi sebepleri sıralanır fakat gerçek neden, tarikate alınan bu kimselerin, ülke gündemini, farklı kişilerin görüşlerini takip edip gözlerinin açılmasını, akıllarının başlarına gelmesini ve içinde bulundukları garip yaşamı sorgulamalarının engellenmesi yatmaktadır. Bu kişilerin adeta kapalı birer kutu olmalarına çalışılır. Cemaat veya tarikat liderleri adeta ilâhlaştırılır, peygamberden daha üst bir konuma ulaştırılır. Hatta bir kimsenin başı sıkıştığı zaman Allah’tan değil şeyhinden yardım istemesi gerektiği inancı öğretilir. Bu sistemin genel olarak anlamı, kula kulluktur. Bu sisteme hizmet eden kişilerin de beyinlerini yeteri kadar çalıştırmalarına müsaade edilmez, cahil kalmaları sağlanır, böylelikle de bu tür cemaatlerde bulunan ancak çok az sayıda insan, içinde bulunduğu durumun ters ve garip olduğunu sorgulamaya başlar. Bu aslında biraz da, insanların henüz çocukken aileleri tarafından nasıl yetiştirildiği ile alakalıdır. Özgür ve bağımsız düşünce sistemi yerine, tamamen itaatkâr, fikir üreten değil kendisine verilen fikri uygulayan, ses çıkartmadan, hiçbir şeye itiraz etmeden kendisine her söylenene boyun eğmeye alışmış ve güdülmeye hazır koyun gibi yetiştirilmiş insanlar, beyinlerini çalıştırmak yerine akıllarını ve hatta inançlarını kiraya vererek  kendilerini güdecek bir çobana, cemaate veya tarikata eninde sonunda yapışacaklardır. Bu yapışmadan sonra da, kendileri üç kuruş para ile  tamahkâr bir hayat sürerken bağlı oldukları şeyhin lüks yaşamını ve para içinde yüzmesini de Allah’ın özel kuluna yaptığı özel lütfu olarak görüp normal karşılayacaklardır. Bu zihniyetteki insanların  sorgulama sürecine girmeleri  zor gibi görünüyor.

  • Paranın yönettiği ya da parayı yöneten emperyalist ülkelerin, insanları cahil bırakmak için uyguladıkları politikalar
Dünyanın gözü önünde bir Ortadoğu bataklığı. PETROL, PETROL, PETROL. Ajda PEKKAN’ın o meşhur şarkısı:
………
Aman petrol, canım petrol
Artık sana sana muhtacım petrol
Elinde petrol, sonunda petrol
Artık dizginlerim senin elinde petrol
Öyle gururlusun giremem yanına
Girmişsin kimbilir kaç aşığın kanına
Dolardan marktan başka laf çıkmaz dilinden
Neler neler çekiyorum senin elinden
………………………….

Son nakarattaki son cümle, tam da  Ortadoğu halkının gerçeği aslında. Petrole alternatif olabilecek çeşitli enerji kaynakları ortaya çıkartılıp kullanılmaya başlandıysa da henüz Petrolü yerle bir edip “Artık Petrole ihtiyacımız kalmadı. Bizim enerji kaynağımız, Petrolden daha ucuz, daha çok ve hatta zararsız” denecek bir döneme henüz giremedik. Üstelik Petrol şu an sadece bir enerji olarak değil aynı zamanda da bir çok ürünün ve özellikle de deterjanların ve temizleyicilerin hammadesi olarak kullanılıyor. Arap ülkelerinin başında, ülke kaynaklarının getirdiği paraları  lüks hayatlarla yiyip emperyalist ülkelere hizmet eden devlet adamı görünümünde uşaklar ve bu uşakların altında ezilen HALK! Halkın bu durumu garip görmemesi, normal karşılaması gerek. Bunun için cahil olmalılar. Bunun ön şartı ise dini kurallarla yönetilen bir ülke. Dini kurallarla yönetilen ülkelerde aynı zamanda düşünce ve fikir özgürlüğü yasaktır. Petrol arsızı büyük ülkeler, biberon gibi yer altı kaynaklarını emebilecekleri ülkelerin iç işlerini ellerinden geldiğince karıştırmaya çalışırlar. Cumhuriyetin, demokrasinin bu ülkelerde yaşamasına asla müsaade etmezler çünkü bu türlü yönetimler, insanların gözünü açar, uşaklıktan çıkartır ve birey olma, içinde bulunduğu ülkeyi, durumu sorgulama ve bu sorgulamanın ardından harekete geçme sonuçlarını doğurur. Bu yüzden bu halklar, günün birinde Petrol denen popüler yakıtın devri geçip gidinceye kadar cahil kalmaya en yatkın olan yönetime yani DİNİ YÖNETİME mahkûm edilecekler. Ne zaman ki Petrolün hükmü artık geçerliliğini yitirecek, işte o zaman Arap halklarının da, medeniyetle tanışması, bir süre bu medeniyetle yönetilmeleri ve sonraki kuşakların, kendi dilleri ile yazılmış olan kutsal kitaplarını içinde yaşadıkları medeni hayatla karşılaştırıp sorgulamaya başlamalarının ardından İslâm’ı terk etme dönemi başlayacak ve hızlanacaktır. Şu anki  Arapların bir çoğunun dinlerini sorgulamalarına ihtiyaçları yoktur çünkü yaşadıkları hayat zaten Kur’an’a uygundur. Bu sorgulamayı yapabilmeleri için modern hayata adım atmaları gerekir. Hatta o günler geldiğinde, sırf Petrolü ucuza almak için Müslüman halkları cahil bırakmak için çalışan Para ve Şirket zengini ülkeler, bu kez, kendi sanayicilerini zengin etmek ve yeni pazarlara açılıp paralarını katlamak için yani bu kez farklı şekilde kâr edebilmek için  Petrol atığı olarak gördükleri o ülkelerin insanlarını ve yönetimlerini modernleştirmek ve kendi pazarlarına uygun birer müşteri haline getirebilmek için  özenli bir çabaya bile gireceklerdir.

  • Türkiye’nin Cumhuriyet ile yönetilmesi
İnsanımızın dini inancını sorgulamaya gerek görmemesinin en önemli nedenlerinden birisi de içinde yaşadığımız ülkemizin yani Türkiye’nin bir cumhuriyet rejimi ile yönetiliyor olmasıdır. Atatürk gibi bir deha, eline geçirdiği en büyük fırsatı, kendisini Padişah ilan ederek değil aksine egosundan ve nefsani arzularından tamamen uzak ve ülkesini vatanını seven gerçek bir lider olarak değerlendirdi ve tüm ülke insanlarının eşit haklara sahip olması gerektiğini düşünerek Cumhuriyeti kurdu. Kadın haklarının da içinde bulunduğu medeni kanunu getirdi.  O yıllardan bu yıllara kadar, batıdan aldığımız medeni kanun, her devrin gereklerine göre değiştirildi, yenilendi ve geldiğimiz şu noktada dünya genelinde kabul edilen genel insan haklarına en yakın hale geldi (yine de çok eksiklikler var). Diyanet işleri ve din adamlarımız ise, Türkiye’de gelişen modern hayata karşı dini yaşantıyı mümkün olduğu kadar adapte etmeye çalıştılar. Kur’an’ın Arapçasının daha makbul olduğu inancı ve çalışmaları da buna dahil tabi ki. O yıllardan beri, medeni bir kanunla yönetilen insanlarımız, İslâmî yönetim yani Şeriat yönetimi başlarına gelmediği  için İslâmî kuralların ciddiyetinin henüz farkında değiller. Şeriat ile yönetilen bazı  ülkeler ise  kendi insanımız ve ilâhiyatçılarımız tarafından “yobaz, cahil  ve dinini bilmeyen insanlar” olarak nitelendirilir. O ülkelerde uygulanan kanunlar ve kurallar aslında Kur’an’a uygundur fakat bizim insanımız şeriat yönetimini görmedikleri ve bizzat deneyimlemedikleri için Kur’an hükümlerine göre yaşamanın nasıl olduğunu bilmezler, farkında da değillerdir, rahatlardır ve bu rahatlığın verdiği etki ile, şeriat ülkelerini “İslâm’dan uzak” olarak nitelemek kolaylarına gelir. Sonuçta da “başına gelmeyenin hoşuna gelir”.

  • Dinsiz olursam ne yaparım endişeleri
Özgürlük cesarettir. Özgür düşünce bile yeri geldiğinde cesaret ister. Bizler, dışarıya karşı değil ama kendi içimizdeki yani kendi ülkemizdeki bir çok yapıya boyun eğmeye alıştırılmış insanlarız. Birilerinin bizlere emir vermesi, bizlerin de bu emirleri yerine getirmesi lâzım. En özgür ruhlu insanımız bile, inandığı Tanrıya ya da dine boyun eğip, ibadet etmeli. Bu yüzden bir kimsenin, dine ya da bir Tanrıya gereksinim duymadan  hayata yönelik prensiplerini, amaçlarını, yaşama yönelik anlamlarını kendi kendine tespit edip düzenlemesi düşüncesi bir çok kişiyi içten içe korkutur. Tanrıya inanç, biraz da bağımlılıktır aslında. Bu alışkanlığı bir kenara koyalım  en önemli ihtiyaç, kapasiteni aşan, fiziksel dünyada erişebilmeni mümkün kılmayan, sonu belli olmayan, kısacası insanın kendi elinde olmayan belirsiz bütün durumlar ve istekler için el açılır, inanılan Tanrıya dua edilerek yardım istenir. Dinden çıkınca, kimden yardım isteyeceksin? Hangi üstün, sihirli ve kudretli varlık, senin dualarını izleyecek ve yeri zamanı geldiğinde arzularını yerine getirecek? Bu çok doğal bir durum. Bir insan inancını yitirdiğinde doğal olarak içinde kocaman bir boşluk oluşur. Bu boşlukla başa çıkmak, o boşluğu doldurmak beceri, cesaret ve irade ister.

  • Toplum ve aile tarafından dışlanma endişesi
Bu endişenin temelinde yatan gerçek neden, İslâm dininin tıpkı diğer ilâhî dinlerde olduğu gibi kendisini diğer insanlardan, diğer zümrelerden ayrıcalıklı ya da ayrı görme geleneğidir. Son zamanlarda ülkemiz siyasetinde vurgulanan “ikircikli, ayrıştırıcı” olarak tarif edilen yapının bizzat dini yapı içinde bulunmasından kaynaklanır. Çünkü İslâm dininin insana insan olarak bakabilme yetisi ve hatta niyeti yoktur. İslâm inancına göre ya Müslümansınız ya da kâfirsiniz. Yani  “Ya bendensin din kardeşim ya da ötekilerdensin” bakış açısıdır.  Müslüman olmayanların dost edinilmemesi, Müslüman bir kadının, Müslüman olmayan bir erkekle evlenmesinin yasak olması, Müslüman olmayan herkesin kâfir sınıfına koyulması ve bunların da Kur’an isimli kutsal kitapta yazması, zaten kendi başına İslâm’ın insan olduğu için insana değil, Allah’a inandığı için Müslüman olmaya  önem veren bir din olduğunu açıkça vurguluyor. Bu durumda dinden çıkan birisinin, anında ötekilerden birisi haline gelmesi, taraftarlık zihniyetine ve davranışına çok da uygun olan bizim gibi geleneksel bir halkın içinde bu durumu düşünmek ve söylemek anlamında hemen içsel bir tepki ve korku oluşturuyor. “Ben dinden çıkarsam, Müslüman olmayacağım, gavur ya da kâfir olacağım, bizim dinimizde kâfirlerle bırak aile olmayı, dost bile edinilmez. Ailem beni dışlar, toplum beni dışlar, ötekilerden biri olurum. Arkadaşlarımı kaybederim” düşüncesi kaçınılmaz hale gelir. Aslında burada en çok dikkat edilmesi gereken durum şudur: Dinden çıkan ve İslâm dininin tarifi ile Kâfir olan kimse, kâfir olduktan sonra Arkadaşlarına, akrabalarına, komşularına ve arkadaşlarına yüz çevirmez, onlara küsmez, onlarla arasını açmaz. Söz konusu kişi dinden çıktıktan sonra bu kişiye, Müslüman olan ailesi, Müslüman olan akrabaları, Müslüman olan komşuları ve Müslüman olan arkadaş çevresi yüz çevirir ve ilişkilerini keser. Dolayısıyla  İslâm dininin genel olarak insanları ayrıştıran ve gruplandıran böyle bir  yapıda olması, onlar-bizler, şeklindeki Türk milletinde de yoğun bir şekilde bulunan taraftarlık zihniyeti, dinden çıkmak ve çıktıktan sonra da bunu dile getirmek hususunda tereddütlü davranmayı gerektirir.

  • Yeni nesile göre eski neslin bakış açısı, dünya görüşü, dinden çıkmayı zorlaştırır.
Bir şehrin iki katlı evinin ikinci katına çıkın ve balkondan şehri gözlemleyin. Neler görürsünüz ya da şehrin ne kadarını görürsünüz? Bu kez o iki katlı evden inin ve 40  katlı bir gökdelenin en yüksek katına çıkın. Dört bir yandan şehre bakın. Neler görürsünüz? Şehrin ne kadarı görünür? Şehrin güneyinde neler var? Evler hangi yönde daha çoğunlukta? Yeşilliğin, ağaçların bulunduğu yerler nerelerde yoğunluk kazanmış? Trafik en fazla nerede akıyor? Neden trafik orada daha fazla? Sanayi bölgesi ne tarafta? Seralar görünüyor mu?... Bu tür bilgileri belki şehri gezerek de ya da oranın bir yerlisi olarak da bilebilirsiniz fakat her yeri aynı anda görebilmek ve aynı anda karşılaştırma yapabilmek size bambaşka ve daha doğru ve gerçekçi bir bakış açısı kazandırır. Hatta yaşadığınız yani oturduğunuz site sizin gözünüze, o zamana kadar çok küçük bir yer olarak görünmüştür fakat 200 metre yükseklikten baktığınızda ve sizin yerleşim yerinin yakınında bulunan siteleri alabildiğine gözlemleyip anında bir karşılaştırma yaptığınızda  “yahu bizim siteler oldukça büyükmüş aslında, halbuki  benim gözüme ne kadar da küçük görünüyordu” diyeceksiniz. Hatta şehrin diğer bir ucu ile kendi ikâmet ettiğiniz yeri karşılaştırıp “falanca arkadaşımın ağzına baktım, sırf arkadaşım ve falanca komşumla bir arada olayım, biraz da şu kadar kâr ile ev sahibi olayım diye şehrin neredeyse en kurak yerine mitili atmışız ama görüyor musun Şehrin şu tarafı daha bir ağaçlık, daha bir sakin duruyor. Keşke oksijeni bol olan O civardan  ev alsaymışım, hem oradan işyerim yine aynı mesafede kalıyor”  diyeceksiniz. Bir şehre sadece 200 metre yükseklikten bakmak bile o şehrin trafik sorununu tespit edip çözebilmek adına hemen kafanızda bir fikir oluşturacaktır.

Şimdiki yeni nesil gençler ve yaşı büyük diyebileceğimiz çocuklar, bizler kadar ya da eski insanlar kadar çalışmanın, emek vermenin kıymetini bilemiyor olabilir fakat parmaklarının altındaki internet ve internetin sağladığı çeşitli olanaklar ile dünyayı, daha kapsamlı olarak gözlemleyebiliyorlar, belki farkına bile varmadan. Dünyanın öbür ucunda yaşayan insanların videolarını, yaptıkları deneyleri, paylaştıkları hayat deneyimlerini izleyerek bakış açılarını genişletiyorlar. Şimdiki gençler artık mahallenin gençleri değil, dünyanın gençleri sayılır. Bu gençlerden birinin annesi, öte mahalledeki muskacıya, hacıya hocaya gidip psikolojik sorununa dini çareler ararken  bu genç, youtube kanalındaki inanç, şartlanmışlık ve bilinç yönetimi hakkındaki videoyu seyrediyor. Bilinçaltı korkularını yok edecek telkinleri ve bu telkinleri ne kadar süreyle ve nasıl tekniklerle uygulayabileceğini izliyor ve uyguluyor, sonuç alıyor. Ve yine yaşlı bir kadın  “bırakın şu gavurları izlemeyi, hepsi de şeytan dölü, ne aile bilirler, ne ahlâk değer kıymet bilirler dinsiz imansızlar” diye söylenirken bu babaannenin 25 yaşındaki hamile torunu, gavur icadı ve gavur yapımı olan telefonundan yine gavur icadı ve gavur şirketi olan youtube kanalını açarak,  doğacak çocuğunun zekâ seviyesini geliştirebileceğini düşündüğü  gavur icadı zekâ oyuncaklarını, gavurların nasıl tanıttığını  inceliyor. Tesettürlü bir ailede doğup, aile zoru ile tesettüre giren genç kız, elindeki akıllı telefonun internetinden, yabancı ülkelerde yaşayan başı açık ve modern giyimli kadınların yaptığı muhteşem el işi tekniklerini, el sanatlarını izliyor, onların yaptığı işlerden modeller alıyor ve o kadınlarla kendisi arasında, başından ayak tırnağına kadar uzanan tesettürü dışında  fark görmüyor. “Dinden çıkınca ne olacan, gavur mu olacan?” diye bir soru gelse, yeni neslin aklındaki insan tanımı “Gavur” ya da “dinsiz” şeklinde tanımlı değil. Yeni nesil gençlerin kafalarındaki model, nerede yaşarsa yaşasın ve kim olursa olsun “İnsandır” şeklinde. Tabi ki de arada bazı farklar olacaktır. Bizim iyi yanlarımız olduğu gibi onların kötü yanları olacaktır. Onların iyi yanları olduğu gibi bizim de bazı kötü yanlarımız olacaktır fakat yeni nesil, sadece bir iletişim aleti vasıtasıyla adeta dünyanın görüşüne kendini entegre ederken ve bu doğrultuda bakış açısını genişletirken ve bu genişlemiş olan bakış açısı,  kendi beyninde makûl ve mantıklı bir zemin bulduğunda, inandığı dinin gereklerini de, kendi beyninde geliştirdiği bu mantık düzleminde sorgulamaya ve irdelemeye başlayacaktır. Eski nesil insanların ise bu süreci yaşamaları zor gibi duruyor. Ancak belirli bir yaşa gelirken, yeniliklere açık, yaş aldıkça kendisini geliştirebilmeyi başaran insanlarımız, sorgulama sürecine girip bu süreci sağlıklı bir şekilde ilerletebilecektir.

  • Her şey yolunda ise sorgulamana gerek kalmaz.
Eğer bir insanın dinini sorgulaması, hayatında ters giden durumlardan dolayı ortaya çıkacaksa, her şey yolunda olduğu zaman sorgulanacak bir durum kalmıyor demektir. Komşunla iyi geçiniyorsan komşunu sorgulamanın ve araştırmanın bir anlamı yoktur. Din de öyledir. Dini kurallarla ve dini ritüellerle aran iyi ise, maddi gücün yerinde ise, ailende herkes mutlu ise ve inandığın din ile ilgili hiçbir şüphe, hiçbir gariplik hissetmiyor isen  araştırıp soruşturmaya gerek duymazsın. Tıpkı hayatından memnun olan bir gayrımüslimin İslâm dinini araştırmaya gerek duymaması gibi.

  • Din adamı olmak
İslâm dini ile ilgili sorgulamaları en sağlam yapan ve en sağlam bilgilere ulaşanlar şüphesiz din adamlarıdır. Onlar hakkında kesin bir şeyler söyleyemem tabi ki fakat eğer bu din adamları içinde, hangi yüzdelik diliminde olduğunu tahmin edemediğim bir çoğunluk, Kur’an’ın insan eli ile yazılmış bir kitap olduğuna inanıyorsa ve İslâm dininin gerçekte Tanrı ile alakası olmayan bir din olduğuna kanaat getirmişlerse, onların durumu diğer insanların durumundan daha da zor. Yıllarca eğitim aldığın ve parasını kazandığın, ayrıyeten din hususunda çevredeki insanların övgüsünü ve saygısını aldığın bir dini bıraktığını ilan etmek hiç kolay değil. Belki de böyle bir şeyin kolaylığı ya da zorluğu söz konusu kişiyi  ilgilendirmiyordur. Saygı gören bir mesleğin var, iyi de para kazanıyorsun, içsel inancın ya da inançsızlığın da etik olarak senin meselense, aynı yolda devam edersin. Belki bu durum kişisel çıkarına uygundur yani çıkarını düşünüyorsundur ya da ülkemizde yaşayan insanların, henüz dinsizliği kaldıramayacak durumda olduğuna kanaat getirip, “dini inanç bu insanlar için iyidir, bu millete Allah korkusu mutlaka lazım” gibi bir bakış açısına sahipsindir ya da bu inançsızlığını ve maddi kazanç sağladığın işini bırakacak cesarete sahip değilsindir. Belki bu konuda haklı tarafların da olabilir. İnsanlar bu tür durumlarda çoğu kez kendinden önce en yakınındakilerin durumunu yani annesini, babasını, karısını, çocuklarının durumunu düşünür. Öncelikle onların güvenliğinden endişe eder. Bizler de  aslında benzer endişeler yaşıyoruz.

  • Tarihi kaynaklara güvensizlik
Bu güvensizliği yoğun olarak yaşayanlardan birisi de bendim. İslâm kaynaklarının bir kısmı Kur’an’a uygundur, bir kısmı İnsanidir ve diğer kısmı da ne Kur’an’a uygundur ne de bize anlatılan “Hoş ve iyi İslâm” inancına uygundur.  Bu durum artık bir çok kişi tarafından biliniyor fakat hoş olmayan dini kaynaklardan söz açılınca en genel olarak kabul gören düşünce ya da inanç şudur:

“Kur’an, kıyamete kadar korunacak kutsal bir kitap fakat diğer dini kaynakların böyle İlâhi bir korunma süreci ya da garantisi yok. İslâm dini yayıldıktan sonra bu kaynakların bir çokları tahrif edildi. Emeviler ve Abbasiler döneminde de halkı yönetenler gerçek Müslüman değillerdi ve İslâm dinini kendi siyasi çıkarlarına göre değiştirdiler, üzerinde oynadılar, Kur’an’a uymayan fetvalar verdirdiler. Doğal olarak da bu zamana kadar gelen İslâmi kaynakların bir çoğunun  Peygamberin uygulamaları ya da Peygamberin gönderdiği din ile alakası yok. Bu yüzden bir dini kaynağın doğru olup olmadığının tespit edilmesi için o kaynağın Kur’an ayetleri ile karşılaştırılmasının yapılması ve eğer Kur’an ayetlerine uygun ise ancak o zaman doğru kabul edilmesi gerekiyor.”

Ben de uzun bir süre bu düşünceye sıkı sıkı bağlı olduğum için dini sorgulamalarımı, geçmiş Âlimlerin bu zamana kadar gelen kitaplarından takip edip araştırmayı reddediyordum çünkü emin olamıyordum. Okunduğunda insanı şaşkına uğratan İslâmi kaynakların paylaşıldığı internet sitelerinde ya da videoların altında da bu tür yorumları sık sık okuyordum. “Sizin paylaştığınız dini kaynak güvenilir  değil, İslâm dünyası tarafından güvenilen falanca falanca kişilerin kaynaklarına bakmanız gerek…” ya da “O İslâm alemi Peygamber döneminde yaşamadığı gibi, kitabı doldururken etraftan duyduğu her rivayeti ve her bilgiyi söylentiyi doğru olup olmadığına bakmaksızın olduğu gibi nakletmiştir. Bu yüzden kaynak olarak aldığınız kişi güvenilir olsa bile bu konuda yazdığı bilgi sadece duyumdur, gerçeklikle alakası yoktur” gibi uzayan cevaplar verilir. Ben de benzer görüşlere düşüncelere sahiptim, bu yüzden de İslâm tarihini araştırmak yerine daha çok Kur’an ayetlerini didikleyip anlamaya  çalışıyordum.

  • Genel toparlama
Her Müslüman’ın dinine bağlı kalmasının sebepleri var: Gelenekler, İçsel huzurun ve mutluluğun dini sebeplere dayandırılması, atalarının öğrettiğini devam ettirme ihtiyacı, aile bağları, dışlanma korkusu, cehennem korkusu, çocukluktan şartlanmışlıklar, dünyaya ve insanlara bakış açısının niteliği, din duygusunun adeta bir taraftarlık zihniyetine dönüşmesi ve bu zihniyeti kişisel bir kimlik olarak kabullenme, bağımlılık, kendinden üstün bir makama ihtiyaç duyma iç güdüsü, dinsizlere karşı duyulan ön yargı, İslâm’ın güncelleştirilmeye ve değiştirilmeye çalışılması, ahlâki endişeler, dini bilgiler konusunda başka kişilerin bilgisine güvenmek gibi nedenler Türkiye’de bir Müslüman’ın dinini sorgulamasını engellemesinde etkin rol oynuyor.

Kimi insanlar, içinde bulundukları daha rahat ortamlar ve imkânlar sayesinde  İslâm’dan çıkma hususunda sıkıntı yaşamazken bunu daha erken yaşlarda ve daha özgür bir ortamda yapabilecek durumda iken bir çok insan da, içinde bulunduğu olumsuz ve kısıtlayıcı ortamdan dolayı bunu daha geç yaşlarda fark edip ve belki de dışarıya açıklamadan kendi içinde bir çözünme olarak yaşayabilmektedir. Bir Müslüman’ın dinden çıkmasını etkileyen, tetikleyen bir çok neden vardır. Ben sadece kendi penceremden ve kendi çevremden ve parmağımın ucunda olan internetin sağladığı sosyal medyadan edindiğim izlenimlerden yola çıkarak bazı etmenleri inceledim. Zahmet edip okuduğunuz için teşekkür ederim.