HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

GÜLEN'DEN İCAZET ALAN YÖNETMEN VE FİLMİNİN KLİŞE MESAJLARI

Hazırlayan: A.Kara


HÜR KÖLE FİLMİNİN MESAJLARI VE CEMAATLERİN SANATTAKİ ELİ


Cumartesi akşamı eşimle ne izlesek diye film arıyorduk çünkü çok film izlediğimizden izlenmedik düzgün film bulma zorluğu yaşıyoruz.

Neyse, Youtube'den film bakalım dedik, yerli olsun dedik. Hür Köle diye bi film çıktı karşımıza. Ama kapak görselini görmeniz lazım. İşte yok efendim 119 ödül bilmem ne yazmışlar da yazmışlar. Filmin başında bile uluslararası film festivallerinde Türkiye rekoru, 67 ödül, 92 en iyi final ödülü diyerek ödülleri savaş madalyası gibi dizmişler.

Eşim bi gaza geldi, bak işte güzel film buldum aşkım, şu kadar ödül almış vs. Vs. Nasıl gaza geldiysek hiç IMDb puanına bakmak aklımıza gelmedi çünkü puanı can çekişiyor resmen. Bu arada Mehmet Tanrısever adlı yönetmeni de hayatımızda hiç duymamıştık. “Bu kadar ödül almış bir filme sahip olan bir yönetmeni nasıl oldu da duymadık yahu” diye hayret ettik.

Filmin ilk dakikalarında başladı hemen din-iman muhabbetleri. İçten içe diyorum ki aha, ayvayı yedik. Ama bir yanım da diyor ki “oğlum ön yargılı olma ya, belki güzeldir konusu”. Filmi öyle zor bitirdik ki bitene kadar karnımıza kramp girdi resmen, bazı sahneler ise öyle klişe ve saçmaydı ki komedi filmi izler gibi güldük. Saman TV nin salih abisi tadında oyunculuklar, kalp gözü kalitesizliğinde 2 saatlik bir film. Saçma sapan İslami-dini mesajlar. Filmin insanlara aşılamaya çalıştığı İslami mesajları anlatıp eleştirmeden önce başka bir şeyden bahsetmek istiyorum.

Filmden sonra merak edip Mehmet Tanrısever kimmiş, hakkında medyada nasıl haberler çıkmış, bir bakayım dedim. ŞAK diye Fethullah Gülen çıktı önüme. Şaşırdım mı? Hayır.

Nede olsa İslam konulu film ve zamanında Gülen’i yağlayıp eteğindeki bakterileri solumayan, öpmeyen zengin veya çıkarcı dindar yok denecek kadar az.

Gülen ile ilgili bağlantısı şöyle. Said Nursi hakkında film yapmış bu abimiz. Filmi çekerken de Gülen’den icazet almış. Kalkıp sırf filmi izlettirip icazet almak için Pensilvanya’ya, Gülen’in çiftliğine gitmiş, çiftlikteki sinevizyonla Gülen’e özel gösterim yapmışlar. Beğenince de yayına girmiş.

Cüneyt Özdemir yönetmene diyor ki “Gülen size filmin şurasını, şurasını çıkart deseydi çıkartır mıydınız”
Yönetmenin cevabı aynen şu: “Çıkartırdım. Hocaefendi’ye karşı büyük bir saygım var”
Yani klasik, teslimiyetçi kafa yapısı.

Zaten bu nasıl bir sevgi ise filmi Gülen’e ithaf etmek istemiş fakat Gülen gerek yok diyip istememiş. Samimi bulmadığım şey ise klasik “Atatürk’ü severim” ayakları. Sanki çocuk kandırıyorlar, İslam’ın istedikleri ile Atatürk’ün istediği yollar öyle zıt ki özellikle de Cemaatler ve cemaat seviciler Atatürk’ü severiz dediğinde bunu çok iki yüzlü buluyorum ve sadece filmleri daha çok izlensin diye uyguladıkları bir strateji olarak görüyorum bunu.

Araştırmalarıma devam ederken gördüm ki filmlerinin yapımına destek verdiği için bazı cemaatlere teşekkür etmiş bazılarına da veryansın yapmış. Mesela Zaman gazetesine filme destek çıkmadıklarını için köpürmüş “kağıtlarını bile ben veriyordum” falan diye giydirmiş.

Bazılarınız bunları neden anlattı diye düşünürken işin o kısmına geleyim. Azımsanamayacak bir süre tasarım, reklam ve dijital pazarlama alanında, yoğun bir firmada görev aldım, çalıştım. Orada çalışınca öğrendiğim bazı şeyler beni büyük ölçüde şok etmişti. Örneğin haberlerdeki çoğu haberin, gazete ve dergilerdeki gerçek haber gibi görünen birçok şeyin aslında reklam olduğunu, bunların parayla satın alındığını gördüm, öğrendim. Hatta bir süre sonra çalıştığım firmanın bu işlerine destek olup televizyon kanallarıyla, gazetelerle falan görüşüp haber veya ödül fiyatı soruyordum.

Şaşırmayın, ödül bile parayla!

Yılın en iyi doktoru ödülü, yılın en iyi cerrahı ödülü falan. Hepsi parayla satın alınıyor, çalıştığım firmada biz de patronumuza ödül satın almıştık :D

Bunların içine girip dijital pazarlama ve medya satın alma süreçlerini görünce ödüllere ve haberlere olan inanç ve samimiyetim ciddi şekilde azalmıştı.

Bu yüzden cemaatlerin destekleri ile yapılmış, oyunculuğun rezalet olduğu, konudan konuya jet gibi atlandığı böyle saçma sapan filmlerin bu kadar fazla ödülü hakkıyla aldığına da inanmıyorum. Çünkü bu alanda çalışırken çok şey gördüm. Parayı ver, ödülü al.

Şimdi gelelim söz konusu filme, içeriğine ve verdiği mesajlarına.

Film bir yönetmenin hayat hikayesi gibi başlıyor. Baş rolde, film yapamayan, yazdığı senaryoları çekilmeyen, kızıyla yaşayan, imamlığı bırakmış fakir bir yönetmen var. Bu karakter etkileyici olsun diye her zaman hüzünlü, acıklı tonda konuşuyor. Malum, İslamı anlatmanın en güzel yolu ajitasyon ve dramdır :) Vereceksin dramı, vereceksin dramı...

Filmdeki fakir yönetmen evsiz kalınca yapımcıdan avans istiyor. Yapımcı da bunu ezikleyip eline biraz para tutuşturup postalıyor. Evsiz ve parasız kalan adam, kızını yurda teslim ediyor. Sonra deniz kıyısına gidip efkarlı efkarlı oturuyor derken, o da ne! Kalp gözü dizisinden fırlamış, ak sakallı dedenin bir varyantı olan sakallı genç bir evliya elindeki kafam kadar tespihi ile beliriveriyor, başlıyor bizim dertli elemana vaaz vermeye.

Bu evliya kısaca diyor ki “Boş işlerden vazgeç, boş şeylerden de vazgeç. İblis, deccal her tarafı sardı. Her eve girdi, esir etti. İnsanlar korkaklaştı ve yalnızlaştı. Özgürlükleri gitti. Şehvetin ve paranın kölesi oldular.
Deccal insanların aşkını, sevgisini, iyilik ve merhametini, tanrısal ışığını bitiriyor.
İnsan ruhunu yarın Allah’a teslim edeceğini bilerek, bunu düşünerek yaşamalı.
Film yapmak istiyorsan para yada zenginliği beklememelisin. Savaşın çok çetin.”


Tüm bunları dedikten sonra birden ortadan kayboluyor. Bizim eleman zaten gayet normal bir durummuş gibi birden beliren bu adamı hiç yadırgamadan dinlemişti, birden ortadan kaybolunca da hiç şaşırmadı ne hikmetse.

Şimdi bu kısımda verilmeye çalışan bu mesajlara cevap vereyim.

1)BOŞ İŞLER (Tek önemli olan ibadet)

Bildiğiniz gibi İslam’a göre ibadet dışındaki her şey ve dünya boştur. Filmde “boş işlerden, boş şeylerden vazgeç” deniyor fakat Müslümanlar her şeyden vazgeçiyor mu?

Arabası çizildi diye, yada trafik kazasında aracı zarar gördü diye birbirini öldüresiye dövenler sizler değil misiniz?
Boş dediğiniz dünyada sayısız cariye ve eşleri olmuş olanlar sizin peygamberleriniz değil mi?
150 tllik borç için birbirinizin boğazını sıkanlar hatta öldürenler sizler değil misiniz?
Görkemli camiler inşa etmek için insanlardan boş iş dediğiniz şeylerden kazanılan “parayı” dilenen sizler değil misiniz? Dünya boşsa, her şey boşsa, para kazanmak boşsa o zaman cami inşaa etme, git herhangi bir yerde kıl namazını. Cemaatten para isteme, bizden zorla vergi kesme.

Yani dine göre hem “dünya boş” deniyor hemde diğer yandan sürekli para muhabbetleri dönüyor. Her şey boşmuş, her şeyi terk edip Allah’a, öteki aleme odaklanmak gerekirmiş.

Saçma bir dini felsefe bu. İnsan tabiatı gereği sizin boş dediğiniz her şeyden vazgeçemez.

Kaldı ki her şey boşsa Allah birçok şeyi de lüzumsuz yaratmış demektir, gezegenleri, sayısız yıldız ve galaksiyi, dünyadaki birçok canlıyı mesela. Hepsi boşa. Çok daha kısa yoldan, daha basit ve kısa bir hayat ile bu kadar yaratılış gerektirmeyen bir düzen ile de sınava tabi tutabilirdi bizi. Allah’ın bile yaptığı birçok iş ve yaratma eylemi boşa.

2)DECCAL İNSANLARI SAPTIRIYOR

Film diyor ki Deccal insanın aşkını (ki bahsedilen şey Allah aşkı), sevgisini, iyiliğini, merhametini bitiyormuş.

Yani Müslüman olmayanı ayrıştıran, başka dinden olanı aşağılayıp Müslümanları onlara karşı kin beslemeye iten, savaşta ele geçirilen kadın cariyedir diyen, sabah erkenden baskın yapıp insanları öldüren yağmacıları öven Allah ve onun dini insanın iyilik ve merhameti duygularını bitirmiyor da uydurma deccal bitiriyor öyle mi :) ?

Savaşta kocasını öldürdüğü cariye ile aynı gece birlikte olan peygamberiniz, 6 yaşındaki kızla evlenilebilir denen alimleriniz insanın merhametini bitirmiyor mu?

Hepimiz bir gün öleceğimiz için Allah’a nasıl hesap vereceğimizi düşünerek yaşamalıymışız.

Ben de diyorum ki Huehueteotl, Virakoşa, Apsu, Yehova, Zeus, Odin, Ahura Mazda gibi ilahlar kaşısında hesaba çekilmeniz de aynı ihtimal. Müslümanlar eğer bir ilah varsa bile onun Allah olduğundan öyle eminler ki, cidden tuhaf. İçi boş bir emin olma hissi. Çünkü Allah’ı görmedin, duymadın, tıpkı diğer binlerce ilah gibi. Biri sana küçüklüğünden beri var dedi, onu empoze etti. Sen de delicesine onun var olduğuna inandın. İspat göster diyince de “yaratılanlara bak, bunları kim yarattı” geyiklerine giriyorsunuz. Yaratırken Allah’ı gördünüz mü? Hayır.

E o zaman dünyayı Zeus’un yaratmadığı ne malum? O zaman da diyorsunuz ki ama Kur’an’da “Allah, ben yarattım diyor.”

Eee, insan eliyle yazılmış bir kitap bunun ispatı olabilir mi? Geçmişte farklı ilahlar için yazılmış bir sürü metin var. Metinler ve gördükleriniz Allah’ın ispatı olamaz.

3)FİLM YAPMAK İÇİN PARA BEKLEME

Film yapmak istiyorsan para yada zenginlik beklememelisin kısmına ise iyi güldüm çünkü başta da dediğim gibi filmin yönetmeni cemaatlerden yardım istiyor ve bazı cemaatlere destek çıkmadığı için sitem ediyordu :) Bir insanın filmi yazar ve yönetmeni ile bu kadar mı çelişir.

Ayrıca film yapmak para işidir, he düşük bütçeli yaparsın ama yine de para gerekir. Ekipman, oyuncu, her şey paradır. Filmi çektiğin kamerayı mağaza sahibine öpücük kondurarak alamazsın di mi?

Yönetmen filminde komedi ve eğlence filmlerine gönderide bulunmayı da ihmal etmiyor ama bunu yaparken kendi filmini “düşündüren film” kategorisine koyuyor. Halbuki filmin bir şey düşündürdüğü yok, Müslümanların zaten bildiği, inandığı şeyleri tekrar ona pazarlıyor o kadar. İşlediği eşsiz bir felsefe yok ki düşündürücü olsun.

Bu arada filmdeki karakterimiz de yaşamak için para lazım olduğundan iş arıyor, eski arkadaşlarına uğruyor falan. Hayat boş, dünya hayatı boş ama Allah kimsenin iban numarasına para göndermiyor tabi.

Bir gün uyurken rüyasında evreni görüyor ve şöyle bir ses duyuyor: Allah yeryüzünün cenneti. Her yerde onun ismi, her yerde onun resmi.

Allah yeryüzünün cenneti ise yeryüzünün cehennemi kim ???

Her yerde onun ismi dediği şey Esma’ül Hüsna, ki bu da sadece Allah’a atfedilmiş sıfatlardır. Tıpkı İslam öncesi Arapların ilahları atfettikleri türlü sıfatlar gibi.

Her yerde onun resmi kısmı ile her şeyde Allah var demek istemişler ve panteizm ile İslam’ı harmanlamışlar.

Parklarda yatan, parasızlıktan eşyalarını satan yönetmenin yanına arada bir evliya da uğruyor tabi. İntihar etmek için deniz kıyısındaki bir tepeye gidiyor, tam atlayacakken bir ses geliyor ve o sesle konuşmaya başlıyor.

Ses diyor ki “Yeryüzünde çektiğin ıstıraplar boşuna değil, en acı ıstıraptan insanın olgunlaşıp, gelişmesi doğar.”

Ben çok merak ediyorum yıllarca bir odaya hapsedilip öz babası tarafından istismar edilmek insanı ne gibi bir olgunluğa eriştirir mesela? Bana izah etsinler.

Ses devamla diyor ki “Eğer intihar edersen insanların ilişkiler ağını bozarsın, hepinizi birbiriniz ile ilişkilendirdiğimiz için milyonlarca insanın yaşamını dramatik bir şekilde etkiler ve kötü örnek olursun”

İlişkiler ağı falan ne alaka? Sanırım yönetmen kelebek etkisinin etkisinde kalmış fakat İslama göre herkesin kaderi zaten en başta belirlenmiştir ve Levh-i Mahfuz’da bellidir. Bazı Müslümanlar da bununla çelişerek diyor ki Allah ne olacağını bilir ama kaderi tam sen onu yaşarken yazar.

O zaman da ben aciz bir kul olarak Allah’ın yazacağı kaderi sürekli değiştirebiliyor oluyorum ve ben yaşarken yazıyorsa Allah ne olacağını bilmemiş oluyor, bilse zaten önceden yazardı. Yani Müslüman karar vermeli Levh- i Mahfuz mu yoksa yaşandığı anda yazılan kader mi?

Enteresan olan şu ki, şahsın burada konuştuğu kişi güya Allah. Şunu bir türlü anlamıyorum, Muhammed’in karikatürü, hatta SESİ konusunda çok hassas olan, filmlerde onu göstermeyen hatta seslendirmeyen insanlar Allah’ı seslendirme konusunda neden problem görmüyorlar? Ondan sonra Muhammed Allah’tır diyince kızıyorsunuz. Biraz samimi olun ve yaptıklarını, içinde bulunduğunuz çelişkileri fark edin. Muhammed’e gösterdiğiniz imtinayı Allah’ınıza göstermiyorsunuz.

Yani bu konuda İslam aleminde ortak bir görüş yok. Fakat Kur’an’da Allah izin vermeden hiçbir şey yapılamayacağı, iyiliğin de kötülüğünde Allah’tan olduğu yazıyor. Bu konuda Kur’an’da birbiri ile çelişen çokça ayet mevcut ama videolarımda bunu zaten anlattım.

Buradan gerisi tam komedi, bildiğin yeşil çam filmlerinden araklamalar ve artık gına getiren klişelerle dolu. Engelli bir kız, zengin bir baba, hayatı onlarla kesişen fakir ama gururlu oğlan, öksürünce ağza tutulan peçeteye kan gelmesi vs.

Yönetmen muhtemelen Şener Şen’in Arabesk filminden çok etkilenmiş çünkü tıpkı oradaki gibi absürt geçiş sahneleri var. Mesela zengin adamın evinden çıkınca yer altına doğru inen bir tünel görüyor. Oraya girip kendini diğerlerinden soyutlayarak yaşadığını söyleyen insanları görüp biraz edebiyat parçalıyor.

Bu sefer evine giderken bir bekçi düdük çalarak geliyor. Üstelik bekçi de filmde sürekli ona görünen evliya :D Ne hikmetse bizimki adamı tanıyamıyor bir türlü. Buradaki sahne tam komedi çünkü tıpkı Kemal Sunal filmindeki gibi bekçi de yönetmenle sadece düdük çalarak konuşuyor :D

Kalacak yer arıyorum deyince bekçinin gösterdiği yere giriyor, HOOOP Disko. Meğer girdiği yer diskoymuş. Bak sen ya, adam sınava tutuluyor ya ;)

Birlikte diskoya ışınlanıyorlar. Yabancı müzik giriyor, bizim evliya merdivenlerden dans ederek, şov yaparak iniyor :D Fakir yönetmenimiz de ortama ayak uyduruyor, başlıyor kopmaya. Ama o da ne, koparlarken birden Sema yapmaya başlıyorlar, bu sırada üzerilerine de bir nur yağıyor ki sormayın, diskodakiler şaşkın, herkes şok :D

Dönerken dönerken kendilerini semazenler arasında görmeye başlıyorlar. Az daha dönünce, dönmenin kazandırdığı kinetik enerjiden olsa gerek uçuşa geçip uzaya çıkıyorlar, bizim yönetmenle evliya dayı dünyanın üstünde semaya devam ediyorlar.

Burada çok önemli bir detay var, dünyadan bir tek Kabe görünüyor ve tam merkezde. Güya Kabe dünyanın merkeziymiş ya. Mekke’nin Kutuplara ve 0 boylamı ile gün dönümü çizgisine uzaklık olarak altın oran noktasında olduğunu iddia edenler var.

Bu tarz uydurma haber ve iddialara bakmadan matematiğe başvurup bilimsel hesap yapıldığında altın oranın denk geldiği noktanın Kabe’nin 40 km güneyindeki dağlık alana denk geldiği görülüyor. Fakat bunu ayrıca bir videoda ele alacağım.

Dönerlerken, dönerlerken yine evrenin içinde süzülmeye başlıyorlar ve evrenle bir hissetmeye başlıyorlar gibi. Film anlatmak istediğini net anlatamadığından sanırım bu sahnelerle vahdet-i vücud’u anlatmaya çalışmışlar fakat bu inanış da Kur’an’daki Allah ile ciddi şekilde çelişir.

Neyse, dönmeler, evrende seyahatler bitince başrol abimiz tıpkı sürekli yanında beliren evliya abimiz gibi bir türbede beliriyor.

Başrol midesinden rahatsız, ya Şafi, Allah’ım şifa ver diyor ama ölüp gidene kadar şifa mifa bulamıyor. Yani hep dediğimiz şeyi farkında olmadan onlar da göstermişler, dua etmek işe yaramaz. İslama göre Allah sana bir kader yazmışsa, seni o şekilde sınava tutacaksa onları yaşayacaksın. Dua etmek boşadır. Dua etmek bir şeyleri değiştirebilecek olsa aciz olan her insan sürekli olarak Allah’ın yazdığı kaderi değiştirebilir hale gelirdi, o zaman da Allah sürekli kader güncellemekten, kabul ettiği dualara göre kaderleri tekrar tayin etmekten başını kaldıramazdı..

Tabi konu İslam olunca olay yine cinsellik ve eğlence karşıtlığına geliyor. Yönetmen bunları eleştiriyor fırsat buldukça. Tabi ki her şeyin aşırısı kötüdür ama İslam’ın ve tarikatların cinsellik veya eğlence karşıtlığı da aşırı. Resim çizmeyi, müzik dinlemeyi bile günah ilan ediyorlar, varsa yoksa Allah, varsa yoksa ibadet, ne egoistmiş, övülmeye ne muhtaç, yarattıklarını yasaklamaya ne meraklıymış bu Allah!

Tüm bu saçma filme rağmen yorumlarda desteklenmiş çünkü Müslüman için filmin iyi kötü olması fark etmez, İslamı anlatsın yeter. Bu desteklemek ve beğen tuşuna basmak için yeterli. Maalesef onlardaki bu dayanışma bizde yok...

DEVLET İÇİNDE MENZİL VE İSLAM'IN KADINA BAKIŞI

Hazırlayan: A.Kara


MENZİLCİ DOKTOR ALİ EDİZER VE İSLAM'IN KADINA BAKIŞI


Ali Edizer; Cübbeli Ahmet’e ve menzil tarikatına methiyeler düzen bir doktor. Enteresan bir şekilde 2005’te bir sağlık ocağında doktor iken 2012’de Sağlık Bakanlığı’nda özel kalem müdürü olmuş.

13 yıl sağlık bakanlığı yapan Recep Akdağ için “Recep Abimle yakın çalıştım” diyor, yani o makama nasıl geldiği belli. Zaten Recep Akdağ döneminde sağlık bakanlığı için Menzil Bakanlığı tabiri kullanılıyordu, araştıranlar nedenini anlar.

Menzil tarikatının şeyhi Muhammed Raşid Erol öldükten sonra cemaat ikiye bölündü. Kardeşi ve yeğeni Menzildeki tarikatın başına geçerken oğlu Feyzeddin Erol Eskişehir'de kendi dergahını kurdu.

Gazeteci Saygı Öztürk’ün daha önce yaptığı röportajda Menzil’in başındaki bu kişilerin sözleri hayli enteresan.

Menzil’in Eskişehir'deki kolunun önderi Feyzeddin Erol “Enerji Bakanı Taner Yıldız da Sağlık Bakanı Recep Akdağ da bizim evimizde büyüdüler”. diyor.

Peki Menzil tarikatının diğer kolunun başına geçen oğul ne diyor:
“Doğru, Recep Akdağ’ı tanıyorum. Buraya (Menzil’e) gelmiş gitmiş. Sağlık Bakanlığı, Menzil cemaatine bağlı diye liyakatsiz bir insanı almışsa vallahi o doğru değildir.”

Yani devlet kademeleri bile tarikatların elinde olunca böyle enteresan tiplerin sağlık bakanlığı özel kalem müdürü olarak atanmasının önünün nasıl açıldığı anlaşılmış oluyor.

Ali Edizer diyor ki "dün gördüm, kocası aldattı diye bir yuva yıkılmış, ayıptır, günahtır! Oğlum niye aldatıyosunuz lan!"

Deyince, insan “herhalde devamında aldatanı ayıplayacak, niye yapıyorsun oğlum” falan diyecek diye beklerken sözüne şöyle devam ediyor:
Allah sana ruhsat vermiş. Aldınız, bir başkasını sevdiniz, onu da alın.
He gözünüz yiyo yemiyo ayrı bir şey, insan yuvasını yıkar mı? Yapmayın ya.
Medeni kanunla zaten mücadele ediyoruz. Bizi bacılara mahcup etmeyin, yuvanızı niye yıkıyorsunuz ya?
Diyor.

Bir başka videosunda da alay ederek “Eeeeey benim laik halkım” diyor. Devamında halkın hayata dair birçok konuya Allah’ı dahil ettiğini ama sıra devlet işlerine geldiğinde niye Allah’ı karıştırma dendiğini söyleyerek, “niçin, siz nasıl bir Allah’a inanıyorsunuz” diyor. Yani laiklik konusunda ciddi kuyruk acısı var.

İşin daha da üzücü yanı sosyal medyada yorum atarak bu adamın sözlerine destek olanlar, kahrolsun laik düzen diye çığırtkanlık yapanlar da var. Şu uçkur sevdası bir bitmedi.

Adam da haksız değil çünkü İslam kadına değer vermez.

Zaten kadına değer vermediği gibi bir de kadını Müslüman olan olmayan şeklinde ayırarak kafir kadını daha da ayaklar altına alır.

En basit örneği Bakara 228 ve 234 de eşi ölen-öldürülen Müslüman kadınların 4 ay 10 gün veya 3 ay hali adet görünceye kadar beklemesi gerektiği yazılıdır.

Bakara 228: Boşanan kadınların kendileri üç âdet görünceye kadar beklerler. Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer taraflar arayı düzeltmeyi istiyorlarsa kocaları, onları kendilerine geri çevirme hususunda başkalarından daha ziyade hak sahibidirler. Kadınların, mâkul ve meşrû ölçülerde ödevlerine denk hakları vardır; erkeklerin ise onların üzerinde bir dereceleri mevcuttur. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Bakara 234: İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına (evlenmeksizin) dört ay on gün beklerler. Bekleme sürelerinin sonuna geldiklerinde kendileri hakkında, normal ölçülerde yapıp ettiklerinden size bir sorumluluk yoktur. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

Fakat savaş esiri cariyeler için bu kadar uzun bir iddet süresi geçerli değildir, sebebi de tahmin ettiğiniz üzere bellidir. Ayetlere bakalım:

Nisa 24: Elinizin altında bulunan câriyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı; Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir ile) istemeniz size helâl kılındı. Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

Nisa 25 ile cariyeler konusunda Müslümanlara daha da geniş yetki tanınmıştır:
İçinizden mümin ve hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan mümin câriye kızlarınızdan alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Birbirinizden türeyip gelmektesiniz. Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla ve ailelerinin de izniyle onları nikâhlayıp alın, mehirlerini de âdete uygun olarak verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı gerekir. Bu, içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir; sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

İslam’ın kadını nereden nereye getirdiğini söylemeye gerek var mı?
Buhara Melikesi Kabac Hatunla veya Tomris ile İslamın dönüştürdüğü kadın modeli kıyaslanabilir mi?

Birçok hadiste cariyelerin satın alınırken veya satılırken hangi muamelelere maruz kaldığı da açıktır.
Ama bu yayında cariye konusuna çok girmeyeceğim, daha çok İslamın kadını getirdiği konuma odaklanmak istiyorum.

İslama göre kadın tıpkı günümüz aşırı dindar yada cemaat ailelerinde gördüğümüz gibi itaatkar olmalıdır, bir nevi nikahlı köle gibi.

Bir hadisten bahsetmek istiyorum fakat çok uzun olduğundan size dikkat çekmek istediğim bölümünü göstereceğim:

Bakın bir hadiste Ömer ne diyor:
...Ben Ensar'dan bir komşum ile beraber Benu Umeyye ibn Zeyd yurdunda (oturuyor) idim. Bu yurt Medine'nin Avali denilen semtindedir. Bir şey öğrenmek ümidiyle peygamberin yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve diğer şeylere dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı. Ve biz Kureyş topluluğu, kadınlara galebe ediyorduk. Medine'ye Ensar üzerine geldiğimizde bir de gördük ki onlar, kadınları erkeklerine galebe eder bir kavim (yani kadınlar erkekleri üzerinde üstünlük sağlıyorlar). Derken bizim kadınlarımız, Ensar kadınlarının edebinden almaya başladılar. Bir gün ben karıma karşı bağırdım; o da bana cevap verdi. Ben onun bana söz döndürüp cevap vermesinden hoşlanmadım; azarladım.
[Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 2468; Kitap içi kaynak: Buhari 46.Kitap, 29. hadis]
[Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 5191; Kitap içi kaynak: Buhari 67.Kitap, 125.hadis]

Zaten Nisa 34’deki sözler de bu hadisten farksız değil, bakın ne diyor:
Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Bildiğiniz gibi Allah mesajlarını net şekilde anlatmayı başaramadığından onun kulları parantez içleri ile "aslında Allah burada şöyle demek istedi diyerek" apaçık ve kusursuzdur dedikleri Kur'an'ı güncelemeye çalışıyorlar. Tıpkı yukarıda, Nisa 34'deki parantez içi gibi. Ne yazıyor parantez içinde "(Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..." Halbuki ayette orada Evlilik hukukuna diye bir ibare yoktur. Birçok mealde de yoktu, fakat insanlar Kur'an'ı didik didik etmeye başlayınca Allah'ın kulları da insanlar İslam'dan kaçmasın diye kutsal parantez içlerine başvurdular. Bol bol o kutsal parantez içleri ile "Allah bunu ima etti" diyorlar. Nisa 34'de bahsettiği şey evlilik hukuku değil erkektir. Allah o ayette her zaman olduğu gibi erkek kuluna seslenmektedir ve erkek kuluna şöyle der: "Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..."

Yani tıpkı hadisteki gibi kadın erkeğe karşı gelemez, cevap veremez, aksi taktirde dayağı yer.

Kadın her daim, her konuda itaatkar olmalıdır, tıpkı şimdi okuyacağım hadislerdeki gibi:
  • "Erkek hanımını yatağa çağırdığı zaman, kadın gelmekten imtina ederse, sabaha kadar melekler lânet okur."
  • "Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler."
  • "Erkek, kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar (bir rivayette yatağa gelinceye kadar) kadına lânet okurlar."
  • "Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lanetler."
[Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141)]

Yani İslamda kadın, eşine cevap veremez, karşı gelemez, başım ağrıyor deyip diğer yana dönemez. Bunları yaparsa ya günaha girer yada lanet okunmaya uğrar. Hani az daha zorlasalarmış “kadın erkeğin kölesidir” diyeceklermiş ama dilleri varmamış.

O yüzden birkaç ay önce tv de bir haber gördüğümde hem üzülmüş hem de gülmüştüm. Haber şöyleydi: TRT’deki Kur’an okuma yarışması birincisi Fatih Akçay eşine şiddetten yargılanıyor.

Üzücü bir olay, fakat neden güldüm? Çünkü bunu ayıplayan, yorumlarıyla adamı gömen bir sürü Müslüman kadın vardı, saymakla bitmez. Hiçbiri bilmiyor ki dini zaten kadına “erkeğine itaat et” diyor ve erkeğe "kadını dövmek de dahil olmak üzere" türlü ruhsatlar verip üstünlükler tanıyor.
Yani bir kadının İslama inanması insanın celladını savunması gibi bir şey..

HANGİ İSLAM?

Yazan: Wiseman


HANGİ İSLAM?


Dinleri (Ülkemiz bazında İslam’ı) neden eleştiriyorsunuz diyorlar.

Dinler, o dinlere tabi olanlar tarafından, o dine inanmayanlara Tebliğ (Davet) ediliyor. (Davetin kabulü özünde, davet edilen kişinin isteğine ve iradesine bağlıdır.) Yani davet eden, karşısındaki kişiye dinini anlatıyor ve onun da davet ettiği dine tabi olmasını ve dininin gereklerini yerine getirmesini istiyor. Böyle bir durumda dine davet edilen kişi, kendisine anlatılanlara AKIL, VİCDAN, SEVGİ, BİLİM, AHLAK süzgecinden geçirip, bunlarla uyuşuyorsa o dini kabul etme veya reddetme hakkı vardır.

Dine davet edilen kişi, davet edilen dine ait anlatılan konularda şüpheye düşüyorsa, aklına yatmıyorsa, vicdanına sığmıyorsa, bilimle çelişiyorsa davet eden kişiye çeşitli sorular sorma gereği duyacaktır. Bu sorular davet edilen kişi ikna oluncaya kadar devam edecektir. İkna olmadığı konularda ise soru üstüne soru soracaktır. İlle davete katılmasını istiyorsanız, ikna etmek davet edene düşer. Bu aklın gereğidir. İnsan olmanın gereğidir.

Kişi daveti kabul etmeyip daveti reddettiğinde ise davet edenin “Dinimiz akıl dini değildir, düşünme ve sorgulama dini değildir, teslimiyet dinidir, kabul etmeye mecbursun” deme hakkına sahip değildir. Kişinin aklı kenara bırakıp sorgusuz davete teslim olmasını istemek ise DAVET DEĞİL ZORLAMADIR, DAYATMADIR. Dayatma ise ÇATIŞMA GETİRİR. Çatışmada ise haklı ve doğru olan değil GÜÇLÜ OLAN KAZANIR. Dayatma ve Çatışma davetin amacını ortadan kaldırır.

Davet edilen kişi, sizin davet ettiğiniz dinin, sadece kitabına ve elçisine değil aynı zamanda sizin dininizi uygulama şeklinize de bakacaktır. DİNİN TEORİSİ (KİTABI) İLE PRATİĞİNİ (UYGULAMASINI) BİRBİRİNDEN KOPARAMAZSINIZ! Örneğin İslam dininin teorisi Kur’an ise pratiği de hadislerdir, sünnetlerdir, o dinin uygulayıcıları olan Müslümanlardır. Yani İslam’a davet ettiğiniz kişi hem Kur’an’a bakacak hem hadislere bakacak hem sünnetlere bakacak hem Diyanetin uygulamalarına bakacak hem diğer ülkelerin uygulamalarına bakacak hem tarikat şeyhlerinin söylem ve eylemlerine bakacak, hem hocaların söylem ve eylemlerine bakacak hem Müslümanların söylem ve eylemlerine bakacak, hem de yaşanmış olan İslam tarihine bakacaktır.

Tıpkı kanunları, yasaları, kararnameleri, yönetmelikleri, içtihatları, yasa uygulayıcılarını, hakimleri, savcıları, avukatları ANAYASADAN KOPARAMAYACAĞINIZ GİBİ... Hakkınızda hüküm veren bir hâkim; bu hükmü savunan bir avukat, bu hükmü uygulayan kolluk kuvvetleri için “sen onlara bakma istediğini yap/yapma” diyebilir mi?

İnsan uzuvları ile bütündür. İnsan; elinin alıp-verdiğiyle, ayağının gidip-geldiğiyle, gözünün görüp-görmediğiyle, dilinin söyleyip-söylemedikleriyle bir bütündür. Sen söylediklerime bak yaptıklarıma değil Dİ-YE-MEZ-Sİ-NİZ!

Kur'an’ı, İslam’ın tek kaynağı olarak gösteremezsiniz!

Hadisleri yok sayıp, sadece Kur'an’a bakarak davete tabi olunacaksa eğer, Kur'an’a davet ettiğiniz kişi "Bu Kur'an’ın uygulaması, örneği, pratiği, yaşanmışlığı nedir? Bana bir uygulama örneği gösterin" dediğinde ne diyecek, kimleri gösterecek hangi örnekleri göstereceksiniz? Hem hadisleri reddedecek hem de Kur'an’ı ve İslam’ı anlatabilmek için peygamberinizin hayatından, uygulamalarından, sözlerinden örnekler vereceksiniz.

Kur’an’ın sözde iniş süreci olan 23 yılda yaşananları, Kur’an’ın temsilcisi ve elçisi olan peygamberin hayatını, 1400 yıllık İslam uygulamalarını YOK SA-YA-MAZ-SI-NIZ! Böyle bir durumda İslam’a davet ettiğiniz kişiye “Sen sadece Kur’an’a bak, diğerlerini boş ver.” DİYEMEZSİNİZ! Çünkü bir dini bu saydıklarımın tamamı oluşturur. Davet ettiğiniz kişi size eğer bu dini oluşturan unsurlar içinde ve ya birbirleri ile aralarında bir çelişki, akla uymayan, vicdana sığmayan, bilimle, zamanla ters bir konuyu ortaya koyduğunda cevap veremiyorsanız, “O gerçek İslam değil, Onlar gerçek İslam’ı temsil etmiyorlar, onlar yobaz” DİYEMEZSİNİZ!
YOBAZ DEDİKLERİN GÖKTEN İNMEDİ. İNANDIKLARI KİTABI, ÖNDERLERİNİ VE HADİSLERİ UYGULUYORLAR.

Ayetleri, Tefsirleri, Hadisleri, kelimeleri, olayları, kişiye, zamana, mekâna göre EĞİP BÜ-KE-MEZ-Sİ-NİZ! Eğerseniz, bükerseniz, ayetten farklı bir şey derseniz eğer, gerçek İslam’ı, gerçek Müslümanı ortaya koymak zorundasınız! Koyamıyorsanız bu da, Müslüman sayısınca İslam var demektir. Bu durumda bir buçuk milyar Müslüman’ın hangisinin davetine uyacaksınız? Düşünen, sorgulayan ve aklını kullanan bir insan, herkesin farklı anlayıp farklı uyguladığı, AKLI YOK SAYAN böyle bir dinin davetine, neden uysun ki?

HER KİTAP DİĞER KİTABI, HER DİN DİĞER DİNİ, HER İNANAN DİĞER İNANANI YALANLIYORSA, İNANANLAR İNANDIKLARI YARATICIYI ANLAMAMIŞ YADA YARATICI ANLATAMAMIŞ DEMEKTİR.

AKLIN SORGULAMASINA AÇIK OLMAYAN HİÇBİR DİN TANRISAL OLAMAZ.

İNSANLIK İÇİN TEK DİN VARDIR. SEVGİ DİNİ. ELÇİSİ AKIL, KİTABI VİCDAN (ADALET), REHBERİ İSE BİLİMDİR.

İÇİMİZDEKİ ELÇİ “AKIL”

Yazan: Wiseman


İÇİMİZDEKİ ELÇİ “AKIL”


İnsanın yarattığı tanrı değil, insanlığı yaratan gerçek Yaratıcı varsa eğer insanı yaratıp boş bırakmamıştır. Doğumundan ölümüne kadar her insana “Elçi” olarak Akıl vermiştir. Her insan aynı zamanda Yaratıcı’nın elçisidir. Yaratıcı’yı yeryüzünde temsil eder.

Yaratıcı, Kitap ve Ayet olarak da insanlığa kâinatı, dünyayı ve doğayı vermiştir. Kâinat, dünya ve doğa ayetlerdir. Yeter ki insan olarak okumasını bilelim. Her canlı başlı başına bir ayettir. Elçi olan insan aynı zamanda ayettir.

Erich Fromm (Almanya doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur.) der ki;
“Artık Tanrı’ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden kişi ve topluluğa tapınılmaktadır.’’

Çok doğru ve yerinde bir tespit. Yaratıcı adına konuşanlar, kendi Tanrılarını yaratıp, sözlerinin (uydurdukları) vahiy olduğunu söyleyerek, aslında kutsal bir zırh, dokunulmazlık ve sorgulanmazlık kazanmaktadırlar. Böylece etkiledikleri tüm kişi ve toplumların kendi akıl ve sorgulamalarını devre dışı bırakmaktadır. Yani Akıl, düşünme ve sorgulama şalteri indirilmektedir. Bu sağlandıktan sonra artık vahiycinin işi çok kolaydır. Kişiler ve toplumlar istedikleri gibi yönlendirilebilir, kullanılabilir ve sömürülebilir hale getirilmiştir.

Eski İslamcı yazar Levent Gültekin “Onurlu Çıkış” adlı kitabında bizzat yaşadıklarına, sorgulamalarına dayanarak şöyle diyor. Daha doğrusu dürüstçe itiraf ediyor:
“Dinin, siyasi, ticari, toplumsal ortak bir payda haline getirilmesindeki sakıncayı net göremiyordum. Siyasi, toplumsal ve ticari ilişkilerde inancın sömürüldüğünü görüyor, fakat bu sömürünün kaçınılmaz olduğunu idrak edemiyordum.” “Din adına biz İslamcıları kandıranlar, uyutanlar, sömürenler gemilerini yüzdürmeye devam ediyorlar.” “Biz dini değerlerin siyasi, toplumsal ve ekonomik çözümler getireceğini sanıyorduk.”

Bazı insanlar, vahye inananlar, dindarlar, siyasal İslamcılar hayatta karşılaştıkları sorunları, olayları din terazisi ile tartıyor ve din gözlüğü ile bakıyorlar. Dini, dinin hükümlerini, o hükümleri açıklayan insanların sözlerini ölçü olarak alıyorlar. Olaylara onların inançları, gözleri ve gözlükleri ile bakıyorlar. Sürekli değişim ve gelişim içinde olan insanlık, 3300, 2000 ve 1400 yıl önceki teraziler ile yapılan tartım ve ölçümler ile hayatını şekillendiriyor, o yılların değerleri ile günümüzü yaşıyor, şimdiki ve gelecekteki hayata, geçmişin gözlükleri ile bakıyor, yönlendiriyorlar. İnsanlık ne yazık ki geçmişten gelen din terazisinin yanlış değer ve ölçüler gösterdiğinin, gözlüğün ayarının zamanımıza ve insanlığa uymadığının, karanlık gösterdiğinin farkında değil. Din gözlüğünden baktığı dünyanın ve hayatın, gerçek hayat olduğuna inanmış. O terazinin ölçümünü doğru kabul etmiş. Hâlbuki insanlığın var oluşundan günümüze ve gelecekte asla ayarı bozulmayacak, yanlış tartmayacak bir terazi var elinde. AKIL Terazisi, AKIL Gözlüğü.
Bu terazi ve gözlük bünyesinde Vicdanı, Adaleti ve Sevgiyi barındırır. Bunlar, terazinin dengesini, gözlüğün ayarını koruyan ve sağlayan değerlerdir. Akıl gözlüğü ile hayata bakmak ve tartmak aslında insanın doğasında, fıtratında vardır. Ne yazık ki doğasından gelen bu değeri, vahiyciler yüzünden kullanamamaktadır. Bu değerin asla yanlış tartması söz konusu değildir. Bireysel akıl, toplumsal akıl ve evrensel akıl her zaman diliminde, her ortam ve koşul altında, kullanılabilir olması insanlığın en büyük değeri, ölçüsü ve göstergesidir.

Bugün insanlık aklı, vahiyciler ve dinler tarafından esir alınmıştır. Akıl terazisi ile tartamayan, akıl gözlüğü ile göremeyen insanlık, kendisini, aklını, dünyasını sınırlandırmış ve etrafına aşılması çok zor düşünce kaleleri örmüştür. Kendisini vahyin hapishanesine hapsetmiş, vahiycileri de kendi başına gardiyan dikmiştir. Akıl terazisi yerine din terazisini, akıl gözlüğü yerine din gözlüğünü kullananlar hem kendilerine hem insanlığa hem de diğer varlıklara haksızlık etmiş, zulmetmiş olurlar. İnsanlık, hayata akıl gözlüğü ile bakıp, akıl terazisi ile tarttığında, Aklı vahiycilerin ve dinlerin esaretinden kurtarabildiğimizde dünya daha yaşanabilir gerçek bir cennet haline gelecektir.

Uydurma elçi ve kitaplar peşinde koşan insanlık, cennet olacak dünyasını kendi eliyle cehenneme çevirmektedir.

Sağlık ve Sevgi ile Kalınız.

TÜRK PEYGAMBERLER (!) YALANI

Yazan: Serdar Kaangil


TÜRK PEYGAMBERLER (!) YALANI


» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara

Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise "getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci" demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.

Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.

Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!

İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)

Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir. Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…

İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u, Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak görmüşlerdir.

Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da mevcuttur.

Nuh Türk’tür İddiası

“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz. İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’ diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):

“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.

Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh. 1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.

Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası

Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim, Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan gelmektedir.

Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]

İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:

Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası

Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik taşımaktadır.

Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece, altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)

Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir. Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.

“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken; “Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş. Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224)

Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min) idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)

Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi. Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.

Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız hala Şaman gelenekleri ile dolu.

İbrahim’in Türktür İddiası

İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim  Türk demektir.

Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne çıkıyor.

İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.

İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu savı üzerinde de durulur.

D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler. Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?]

Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları, Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.

Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan kapı dışarı ettiler.

Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir. Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin dışında krallıklar kurmamıştır.

Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki, Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?

Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona, kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.

Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra girişilmiş acaip geziler.

Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.

Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar, kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.

Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi, Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden aldıklarını biliyoruz.

Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim, miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların aptallığına eşsiz bir örnektir.

İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.

Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti. Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.

Muhammed Türktür İddiası

İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.

Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı, akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne sürülebiliyor.

Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.

Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu saçmalığı sürdürmekteler.

ALLAH ŞEYTAN MI?

Yazan: Kirpi

ALLAH ŞEYTAN MI?


Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma argümanlar getirmeyin.

Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?

Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.

Bu teoriye Müslümanlar genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.

Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"

Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.

Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.

Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek.
Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.

Bu teorinin olasılık payını görmek için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.

Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu.

Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını inceleyelim.

Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.

Ayetlerin devamına bakalım.

A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.'"

“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
“'Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”


Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.

Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'"
“Çabuk in oradan, buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
“'Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi. Allah"
Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”


Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.

Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:

1- Kur'an'ı kim gönderdi?

Bu teoride Kur'an yine Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli tehditler ediyor (cehennem korkusu).

Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz...
Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.”
İsrâ 22: Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız bırakılmış olarak kalakalırsın.
Şuarâ 213: Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!


Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.

Nisâ Suresi 78:  Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de.

Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok. Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın kendisidir.

Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele geçiriyor.

Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak kamufle ediyor.

2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?

Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına, derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.

Bu teori aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı “İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin" diyoruz.

Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor? Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.