HABERLER
Dini Haber
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TANRIÇA NÜGÜA VE İNSANIN YARATILIŞI

Hazırlayan: A.Kara


ÇİN'İN YARATICI TANRIÇASI NÜGÜA (NÜWA / NÜGUA)


Nügua şeklinde de okunan Çin mitolojisinin ana tanrıçası Nüwa, imparator-tanrı Fuxi'nin kız kardeşi ve karısıdır. Kendisi de eşi de yarı yılandır. İnsanlığı yaratması ve Cennetin (göğün) Sütunu'nu onarması ile tanınır. [1]

Huainanzi, Nüwa'yı Cennet ve Dünya'nın bozulduğu zamanla ilişkilendirir:
Daha eski zamanlara dönersek dört sütun kırılmıştır ve dokuz vilayet perişan haldedir. Gökyüzü dünyayı tamamen örtmez ve yerüzü gökyüzünü baştan sona üzerinde tutamaz. Yangınlar kontrolden çıkar ve söndürülemez. Su büyük genişlikte alan kaplar ve geri çekilemez. Vahşi hayvanlar masum insanları yer, yırtıcı kuşlar yaşlıları ve zayıfları kapar. Bunun üzerine Nüwa, masmavi gökyüzünü onarmak için beş renkli taşı eritir ve büyük kaplumbağanın bacaklarını göğü destekleyecek dört sütun olarak keser.
Beş renkli taşlar beş Çin elementi olan odun, ateş, toprak, metal ve suyu simgeler. İnanışa göre suyun özü siyah ejderha olduğundan sık sık sellere neden olur. [3]
Nügüa, Ji eyaletine rahatlık sağlamak için siyah ejderhayı öldürür. Kabaran suları durdurmak için saz ve küller yığar. Mavi gökyüzü onarılır ve kaplumbağa bacağından dört sütun ile desteklenir. Kabaran sular boşaltılır, haşeratlar öldürülür ve suçsuz insanların yaşamları korunur ve böylece Ji eyaletine huzur gelir. [2] [a]

Nüwa'nın düzelttiği bu felaketlerin Gonggong ve Zhuanxu arasındaki savaştan kaynaklandığı tahmin edilir [b] 
Bu durumdan Huainanzi'de şöyle bahsedilir:
Yenilgisini kabullenemeyen Gong Gong kasıtlı olarak kafasını dört sütundan biri olan Buzhou Dağı'na vurur. Gökyüzünün yarısı düşerek büyük bir boşluk yaratır ve yeryüzü çatlar. Gökyüzü kuzeybatıya yükselirken dünyanın ekseni mundi güneydoğuya doğru eğilir. İnanışa göre Çin'in batı bölgesinin doğudan daha yüksek olmasının ve nehirlerinin çoğunun güneydoğuya doğru akmasının nedeni de budur. Aynı açıklama kuzeybatıya hareket eden güneş, ay ve yıldızlar için de geçerlidir. Gökyüzü zarar gördükten sonra başlayan orman yangınları vahşi hayvanları çıldırtınca masum insanlara saldırırlar. Bu sırada göğün yarısının düşerek çatlattığı yeryüzündeki yarıklardan dışarı çıkan sular yavaşlamak bilmemektedir. [9]

Nüwa yarattığı insanlara acıyarak gökyüzünü onarmaya çalışır. Nehir yatağından kırmızı, sarı, mavi, siyah ve beyaz olmak üzere beş renkli taş toplar, onları eritir ve gökyüzünü yamamak için kullanır. O zamandan beri gökyüzü (bulutlar) renklidir. Daha sonra bazı anlatılarda adı Ao olarak geçen dev bir kaplumbağayı öldürür ve gökyüzünü desteklemesi için yeni sütunlar olarak kullanmak üzere yaratığın dört bacağını keser. Ancak Nüwa bunu kusursuz bir şekilde yapamayınca bacakların eşit olmayan uzunluklarından dolayı gökyüzü eğilir. İş bittikten sonra vahşi hayvanları uzaklaştırır, yangını söndürür ve yanan sazlıklardan gelen büyük miktarda kül ile selleri kontrol altına alır. Böylece dünya eskisi gibi barışçıl, yaşanabilir hale gelir. [9] [10]

Bunu takiben Huainanzi, bilge hükümdarlar Nüwa ve Fuxi'nin Yolu (道) ve onun gücünü (德) izleyerek krallık üzerinde nasıl bir düzen oluşturduğunu anlatır. [2]

Savaşan Devletler dönemi ile Han Hanedanlığı arasında tarihlenen Dağlar ve Denizler Klasiği, Nüwa'nın bağırsaklarının on ruha dağılmış olduğunu anlatır. [4]

MÖ 340 - 278'lere ait olan Chu'nun Şarkıları'nın 3.Bölümündeki "Cennete Sormak" (Çince: 问 天) adlı şiirde yazar Qu Yuan, Nüwa'nın sarı topraktan figürler kalıba dökerek onlara hayat ve çocuk doğurma yeteneği verdiğini yazar. İblisler savaşıp gökyüzünün sütunlarını kırdıktan sonra Nüwa hasarı gidermek için durmaksızın çalışır ve gökyüzünü onarmak için beş farklı renkli taş eritir.

MS 58 - 147 arasında yazılmış olan Çin'in en eski sözlüğü Shuowen Jiezi'de, Nüwa'nın hakkında yazan Xu Shen, onu Fuxi'nin hem kız kardeşi hem de karısı olarak tanımlar. Nüwa ve Fuxi, Jiaxiang şehrinde yer alan Shandong eyaletindeki Wuliang Tapınağı'ndaki Doğu Han Hanedanlığına ait bir duvar resminde yılan benzeri kuyruklara sahip olarak resmedilmiştir.

Çin mitolojik ögelerinden bahsedilen Duyi Zhi (獨 異 志; c. 846 - 874 AD), adlı eserin 3.cildinde yazar Li Rong şunları yazmıştır:
Uzun zaman önce dünya ilk var olduğunda iki kişi vardı: Nü Kua ve ağabeyi. K'un-lun Dağı'nda yaşadılar ve dünyada henüz sıradan insanlar yoktu. Birbirlerine karı koca olmaktan bahsettiler ama utandılar. Böylece kardeş hemen kız kardeşi ile K'un-lun Dağı'na çıktı ve şöyle dua etti: "Ey Tanrım, eğer bizlere karı koca olarak iki başka kadın ve erkek gönderirsen o zaman tüm buğulu buharı topla. Göndermezsen o zaman tüm puslu buharı dağıt." Bunun üzerine puslu buhar hemen toplandı. Kız kardeş erkek kardeşiyle yakınlaştığında yüzlerini perdelemek için çimleri örerek yelpaze yaptılar. Bugün bile bir adam bir eş aldığında uzun zaman önce olanların bir sembolü olarak ellerinde yelpaze tutarlar. [5]

Nüwa, Ming hanedanlığının ünlü romanı Fengshen Bang'de de yer alır. Bu romanda belirtildiği üzere Nüwa Yeşim İmparatorunun kızı olduğu için Xia Hanedanlığı zamanından beri büyük saygı görür ve ondan sık sık "Yılan Tanrıçası" olarak bahsedilir. Shang Hanedanlığı yaratıldıktan sonra Nüwa hanedanlığı ara sıra yağan yağmurlardan korumak ve iyileştirici nitelikler sağlamak için beş adet renkli taş yaratır. Bir süre sonra Shang Rong derin bir saygı göstergesi olarak Shang Kralı Zhou'dan onu ziyaret etmesini ister. Ziyarete giden Zhou ışık perdesinin arkasında oturan güzel tanrıça Nüwa'yı tamamen görünce şehvete kapılır ve yakınındaki duvara küçük bir şiir yazarak vedalaşır. Daha sonra Nüwa, Sarı İmparator'u ziyaret ettikten sonra tapınağına döndüğünde Zhou'nun sözlerinin iğrençliğini görür. Öfkelenir ve Shang Hanedanı'nın suçunun karşılığını alacağı üzerine yemin eder. Nüwa kralı öldürmek için yerinden yükselerek saraya çıkar ancak aniden iki büyük kırmızı ışık huzmesi tarafından vurulur.

Nüwa, Kral Zhou'nun kaderinde krallığı yirmi altı yıl daha yönetmek olduğunu fark ettikten sonra üç astını çağırır. Bunlar: Bin Yıllık Vixen (daha sonra Daji oldu), Yeşim Pipa ve Dokuz Başlı Sülün'dür. Nüwa onlara "Cheng Tang'ın altı yüz yıl önce kazandığı şans azalıyor. Size herkesin kaderini belirleyen göklerin yeni bir görevinden bahsediyorum. Üçünüz Kral Zhou'un sarayına girecek ve onu büyüleyeceksiniz. Ne yaparsanız yapın, kimseye zarar vermeyin. Eğer buyruğumu yerine getirirseniz ve bunu iyi yaparsanız insan olarak reenkarne olmanıza izin verilecek." Bu sözlerinden sonra Nüwa'dan bir daha hiç haber alınmadı ancak yine de Shang Hanedanı'nın düşüşe geçmesinde önemli ve dolaylı bir faktör oldu.

Efsaneye göre Nüwa insanlığı zamanla daha derinden hissettiği yalnızlık hissi nedeniyle yaratmıştır (tıpkı "Allah insanı bilinmek istediği için yarattı" görüşü gibi). Bazı efsanelerde sarı toprağı, bazılarında ise sarı kili biçimlendirerek onlara insan biçimi vererek insanı yaratır. Bu bireyler daha sonra toplumun zengin soyluları olurlar çünkü bizzat Nüwa'nın kendi elleriyle yaratılmışlardır. Bunların dışında insanların büyük kısmı Nüwa onları daha seri şekilde yaratmak istediği için çamura batırdığı ipi kullanır çünkü her insanı tek tek el ile yaratmak fazla zaman ve enerji tüketir. Anlaşıldığı üzre bu yaratılış hikayesi antik Çin'deki sosyal hiyerarşi hakkında etyolojik bilgiler verir.
Soylular insanlığın kitlesel olarak üretilen çoğunluğundan daha önemli olduklarına inanıyordu çünkü Nüwa onları yaratmak için zaman ve emek harcamış, en önemlisi de onlara doğrudan kendi eliyle dokunmuştu. [6]
İnsanlığın yaratılışının başka bir versiyonunda Nüwa ve Fuxi büyük bir selden kurtulurlar. Cennetin Tanrısının emriyle evlenirler ve Nüwa bir et yumağı doğurur. Daha sonra bu et topu küçük parçalara bölünür ve bu parçalar dünyanın dört bir yanına dağılınca insanoğlu var olur. [7]

Evlilik olgusunu doğuran şeyin Nüwa'nın kendinden 3 ay önce doğan abisi Fuxi ile evlenmesi olduğu da inanışlar arasındadır. [6]

Nüwa ile Fuxi ikilisi Yin ve Yang ile ilişkilidir. Fuxi Yang'ı ve erkekliği, Nügüa ise Yin ve dişiliği temsil eder. Bu durum Fuxi'nin fiziksel dünya ile özdeşleşimini sembolize eden bir marangoz karesi (L cetvel) almasıyla tanımlanır çünkü bir marangoz karesi daha basit bir düşünce yapısına götüren düz çizgiler ve karelerle ilişkilendirilir. Nüwa'ya ise göklerle özdeşleşimini sembolize etmesi için bir pusula verilmiştir çünkü pusula daha soyut bir düşünce yapısına götüren eğriler ve dairelerle ilişkilendirilir. Dolayısı ile ikisinin evlenmesi gök ve yeryüzü arasındaki birliği simgeler. [6] Efsaneye dair diğer varyasyonlarda Nüwa'nın pusulayı hediye olarak almak yerine bizzat kendisi icat ettiği görülür. [8]

Pek çok Çinli, Kuzey Çin inanç ve kültüründeki Üç Egemen ve Beş İmparatoru, yani insanlığın ilk lider ve kahramanlarını iyi bilir. Ancak kullanılan kaynaklara bağlı olarak listeler değişiklik gösterir. [11] Örneğin efsanenin bir varyantı Nüwa'yı Fuxi'den sonra ve Shennong'dan önce hüküm süren Üç Egemenden biri olarak anlatır. [12]

Anaerkil saltanatında, komşu bir kabile şefine karşı savaşır, onu mağlup ederek bir dağın zirvesine çıkarır. Bir kadın tarafından mağlup edilen şef, yaşıyor olmaktan utanır, kendini öldürmek ve intikam almak için başını göksel bambuya vurur. Yaptığı hareket gökyüzünde bir delik açar ve tüm dünyaya bir sel felaketi getirir. Sel, Nüwa ve onun ilahiliği tarafından korunan ordusu dışında tüm insanları öldürür. Nügüa tıpkı diğer efsanelerdeki gibi sel azalıncaya kadar gökyüzünü beş renkli taşla yamar. [13]

TRUVA SAVAŞI MI TANRILARIN SAVAŞI MI?

Yazan: HERMES Trismegistos

TRUVA SAVAŞI MI TANRILARIN SAVAŞI MI?

Truva (Troya) Savaşı MÖ 1260 – MÖ 1180 civarında yapılan bir savaştır.Savaş hakkındaki bilgiler için yol gösterici kaynak Homeros’un İlyada ve Odesa (Odysseia) destanlarıdır. Bu iki kaynak da manzume olarak yazılmıştır.

TRUVA SAVAŞININ BAŞLAMA NEDENİ

Efsaneye göre bir gün tanrı dağı Olimpos'a altın bir elma düşer elmanın üstünde en güzele yazmaktadır,bu elmayı sahiplenmek için Hera, Afrodit ve Athena tartışır ama kendi aralarında bir sonuca varamayıp Zeus'a danışmaya karar verirler.

Elmayı Zeus'a götürdüklerinde Zeus da buna karar veremez, zira Athena biricik kızı, Hera eşi, Afrodit ise güzelliğiyle ünlü Kıbrıslı tanrıçadır.

Zeus elmayı Truva prensi Paris'e götürmelerini, gerçek kararı onun vereceğini söyler.

Tanrıçalar Truva'ya varıp elmayı Paris'e verirler.Tanrıçalar, güzellik yarışmasını kazanabilmek için Paris’e bir sürü rüşvet teklif ettiler. Hera, Asya Krallığını vadetti; Athena, sonsuz akıl ve başarı teklif etti. Afrodit ise dünyanın en güzel kadının aşkını vereceğini söyledi. Bu kadın Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helena idi.

Bu arada Paris, yarışmadan önce Truva kentine giderek buradaki oyun ve yarışlara katıldı. Oyunları ve yarışmaları seyreden kral ve kraliçe başarılı yarışmacı Paris’e kalpten yakınlık duydular. Kim olduğunu merak ederek araştırdıklarında onun oğulları Paris olduğunu öğrenirler ve Paris sarayda prens olarak yaşamaya başlar. Yarışma günü geldiğinde, Paris güzel tanrıçaların karşısına çıktı ve Afrodit’in güzelliği karşısında tutulmuş, büyülenmiş bir şekilde elmayı Afrodit’in avuçlarına bırakıverdi.

Tanrıçaların en güzeli seçilen Afrodit sözünü tutarak Helena’nın aşkını ona vermiştir. Bir gemi hazırlatarak Mora yarımadasına (Peloponnes) gitti ve bu adada hüküm süren Menelaos’un sarayında konuğu olarak ağırlandı. Orada kendisini misafir eden kralın güzel karısı Helena’yı alarak Truva’ya kaçırmıştır. Bunun üzerine Menelaos, Yunanistan’daki Akha krallarının en güçlüsü olan kardeşi Agamemmon’a giderek Truva’ya bir sefer düzenlemesini istemiştir.

SAVAŞ KIZIŞIYOR

Savaşın onuncu yılında, İlyada da anlatıldığı üzere çarpıcı olaylar yaşandı. Yunan birliklerinin önderi Agamemnon, Akhilleus’a ganimet olarak verilecek Briseis’i kendisi için esir aldı. Bu duruma öfkelenen Akhilleus birlikleriyle birlikte savaştan çekildi. Akhilleus’un annesi deniz tanrıçası Thetis, Agamemnon oğlunun şerefiyle oynamaktan pişman olsun diye, Troyalılara güç vermesi için Zeus’a yalvardı. İlerleyen çatışmalar sırasında, Troyalılar gelişme kaydederek Yunan gemilerine sorun çıkaracak kadar yakın bir noktada karargâh kurmayı başardı. Onları geri püskürtmeye can atan Akhilleus’un yakın arkadaşı hatta belki de sevgilisi Patroclus, Yunanların moralini yükseltmek ve Troyalıların gözünü korkutmak için Akhilleus’un kılığına girerek Yunanları savaşa yöneltti. Başta planı işe yaramıştı, fakat daha sonra Troya prensi Hektor tarafından öldürüldü. Arkadaşının ölümü üzerine yas dolu bir öfkeye bürünüp gözü Hektor’dan intikam almaktan başka bir şey görmeyen Akhilleus, Agamemnon’la olan tartışmasını bir kenara bıraktı.

Öfkeden gözü dönen Akhilleus yüzlerce Troyalı yiğidi öldürerek Troya surlarına doğru ilerler. Ondan moral bulan orduda peşi sıra surlara doğru ilerler. Akhilleus Hektor'u sur tarafında görür, birçok Truvalı asker şehrin içine sığınmıştır fakat Hektor öyle yapmaz. Akhilleus'dan bir süre kaçar ama sonra durur ve onunla dövüşmeye başlar. Akhilleus Hektor'u, Troyalıların en kuvvetli yiğidini öldürür.

SAVAŞTA TANRILARIN TARAFI

AHKALAR;
  • Athena
  • Hera
  • Poseidon
  • Hephaistos
  • Hermes

TROYALILAR;
  • Artemis
  • Afrodit
  • Leto
  • Ares
  • Apollon

TANRILARIN ROLÜ

Görüldüğü gibi elmayı alamayan Hera ve Athena savaşta Akhaları tutmaktadır. Apollon ise Troya kentini kurmuş olduğu için kentin yıkılmasına göz yummaz bu yüzden o kardeşi Artemis ve annesi Leto Troyalıları tutmaktadır. Gözünü kan bürümüş Ares ise sadece savaş ister, bu yüzden oğlu bir Troya askeri olduğu için Troyalıların tarafını tutsa da istediği tek şey tuncun çangırtısı ve atardamardan fışkıran kızıl kandır.

Troya Savaşı adeta savaş gücüne değilde tanrıların isteğine bağlıdır çünkü tanrılar sevdiği askerlere yardımcı olur hatta onların ölümden bile korur. Homeros’un eşsiz anlatısında ister istemez bir tarafı desteklediğiniz için bu bazen sinir bozucu olabiliyordu. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse.

Savaşın başlarında Menalous Hektor'a doğru kuvvetli mi kuvvetli bir ok atar, bu ok onu rahatça öldürebilecek hızdadır. Üstelik Hektor o sırada başka bir Akha eri ile savaşmaktadır. Onu koruyacak hiçbir şey olmamasına rağmen okçu tanrı Apollon çok sevdiği Hektor'un ölmesine göz yumamaz ve okun yönünü saptırır.

Genel bir örnek verecek olursak: Tanrılar savaşa o kadar kapılmışlar ki Hera Troyalıların Akha gemilerinin önünde kamp kurmasına dayanamaz. Sevdiği Akhalara acır, onlara yardım etmek ister fakat tanrı Zeus sonlara doğru buna izin verecek olsa da o an tanrıların gruplara yardım etmesini yasaklamıştır. Tabii ki Zeus'un kendisi bu yasağa dahil değildir. İki tarafa da eşit sevgi duymasına rağmen Hektor'a ve Troyalılara sevgisi biraz daha büyüktür. Yani Zeus tek başına savaşı yönetecek olursa Troyalıların üstünlüğü kaçınılmazdır.

Hera ise buna dayanamaz Poseidon'la bir oyun yapar. Hera güzel kıyafetler gidip uykunun da yardımıyla Zeusla sevişip onu tatlı uykunun kucağına bırakacak, bu sırada da Poseidon Akha ordusunun arasında karışıp onların moralini yükseltip savaşta onlara yardım edecektir.

Başka bir bölümde ise Athena sevdiği Diomedes'in gözündeki perdeyi kaldırır, artık savaştaki tanrıları da görebilmektedir. Athena onun içini o kadar büyük bir savaş aşkı ile doldurur ki Diomedes savaşın içinde Ares'i görür. Athena'nın da yardımı ile Ares'in üstüne yürür ve ona sanki bir tanrıymışçasına saldırır ve onu yaralar. Ares de Olimpos'a doğru yükselip yarasını ölümsüz nektar ile iyileştirmek zorunda kalır.

Akhilleus’un Hektor'u öldürmesinde de bir tanrının, Athena'nın parmağı vardır. Hektor ayağı tez Akhilleus'dan canhıraş kaçarken ve tam kurtulacak iken Athena Hektor'a bir arkadaşı gibi görünür Hektor'u koşmayı bırakıp Akhilleus ile savaşması için kışkırtır. Hektor arkadaşına güvenir ve durur Akhilleus ile savaşmaya başlar ama bu onun için iyi olmaz zira Akhilleus Hektor'u öldürür.

Tanrıların savaşa en büyük etkisi ise insanlar için kendi ırkında ölümsüzlerle savaşmasıdır olaylar öyle bir raddeye gelir ki Athena Ares ile Hermes de Afrodit ile savaşmaya başlar. Afrodit savaşmaktan çekilse de Athena ile Ares ciddi bir şekilde savaşır.

Tanrılar tüm savaş boyunca iyi veya kötü şekilde savaşçılara yardım etmiştir. Homeros’u okuduğumuzda Tanrıları tanrı değilde daha çok bazı üstün element güçleri olan yaratıklar gibi görürüz. Tapınılıcak yanları yok gibidir. Ama buraya şahsi bir görüş ekleyeyim: Eğer Homeros'a bir soru sorma hakkım olsaydı "Bu yazdıklarına kendin inanıyor musun?" diye sormak isterdim.

İNKA TANRISI VİRAKOÇA

Hazırlayan: A.Kara


İNKALARIN BÜYÜK YARATICISI VİRAKOÇA (VİRACOCHA)

Güney Amerika'nın Andes bölgesinde inanılmış olan Virakoça İnka mitolojisindeki büyük tanrıdır. Tam adı ve bazı yazım alternatifleri Viraçoça (Wiracocha), [1] Apu Kun Tiksi Virakotra (Apu Qun Tiqsi Wiraqutra) ve Kon-Tiki'dir.

Virakoça İnka panteonundaki en önemli tanrılardan biriydi. Her şeyin yaratıcısı olduğu gibi her şeyin yaratıldığı madde olarak görülüyordu ve deniz ile yakından ilişkiliydi. [2]

Virakoça evreni, ayı, yıldızları, güneşi, güneşe gökyüzünde hareket etmesini emrederek zamanı ve bizzat uygarlığı yarattı. [3] Virakoça'ya güneş ve fırtınaların tanrısı olarak ibadet edilmişti. Güneşi bir taç olarak giyerken, elinde yıldırımlar tutup ve gözlerinden gözyaşları gibi düşen yağmurlar yağdırır şekilde temsil ediliyordu. İnka kozmogonisine uygun olarak Virakoça güneşin etrafında gözle görülebilen gezegenler arasında yer alan ve "eski tanrı", zamanın yaratıcısı veya "deus faber" yani "tanrı yaratıcısı" sıfatlarına karşılık gelen Satürn gezegeni ile benzeşir. [4]

İSPANYOL VERİLERİNE GÖRE İNKA KOZMOGONİSİ

Juan de Betanzos tarafından kaydedilen bir efsaneye göre [5] Virakoça karanlığı aydınlatmak, ışık getirmek için Titikaka Gölü'nden (bazı anlatılara göre Paqariq Tampu mağarasından) yükselir. [6] Güneşi, ayı ve yıldızları yaratır. Daha sonra taşlara üfleyerek insanlığı yaratır ancak ilk yaratımı onu memnun etmeyen beyinsiz devlerdir. Bu yüzden onları bir selle yok eder ve daha küçük taşlardan yeni, daha iyisini yapar. [7]

Virakoça sonunda Pasifik Okyanusu'nda (suda yürüyerek) kaybolur ve bir daha geri dönmez. Bir dilenci kılığına girerek dünyayı dolaşır, yeni yarattıklarına medeniyetin temellerini öğretir ve iyi işleyen sayısız mucize yaratır.
İnkalılar Virakoça'nın zor zamanlarda yeniden ortaya çıkacağı düşünüyordu. Pedro Sarmiento de Gamboa, Virakoça'nın "orta boylu, beyaz cüppe giymiş, beyaz tenli ve elinde bir asa ve kitap taşıyan bir adam" şeklinde tanımlandığını yazar. [8]

Bir efsaneye göre onun Inti adında bir oğlu, Mama Killa ve Pachamama adında iki kızı vardır. Bu efsaneye göre tanrı Virakoça Titikaka Gölü çevresindeki insanları 60 gün 60 gece süren Unu Pakhacuti (Unu Pachakuti) adlı büyük bir tufan ile yok eder ve dünyanın geri kalanına medeniyet getirmek için iki kişiyi kurtarır. Bu iki varlık, adları "muhteşem dayanak" anlamına gelen ve bazen Inti'nin oğlu, bazen ise Virakoça'nın oğlu olarak anılan Manko Kapac (Manco Cápac) ve "anne doğurganlığı" anlamına gelen Mama Uklu'dur (Mama Uqllu). Daha sonra 'tapac-yauri' adı verilen altın asa taşıyan bu ikisi İnka medeniyetini kurar.
Farklı bir efsanede onun ilk sekiz uygarlığın babası olduğu görülür ve bazı hikayelerde Mama Kuça (Mama Qucha) adında bir karısı vardır.

Başka bir efsanede [9] Virakoça'nın iki oğlu vardır: İmahmana Virakoça ve Tokapo (Tocapo) Virakoça. Virakoça Büyük Tufan ve Yaratılış'tan sonra oğullarının hala emirlerine uyup uymadıklarını belirlemek için onları kuzeydoğu ve kuzeybatıdaki kabileleri ziyaret etmeye gönderir. Virakoça kuzeye gider. Yolculukları sırasında İmahmana ve Tokapo tüm ağaçlara, çiçeklere, meyvelere ve bitkilere isim verirler. Ayrıca kabilelere bunlardan hangilerinin yenilebilir, hangilerinin tıbbi özelliklere sahip veya zehirli olduğunu da öğretirler. Sonunda Virakoça, Tokapo ve İmahmana günümüz modern Peru'sundaki Kusko'ya ve Pasifik sahiline ulaşırlar ve orada ortadan kaybolana kadar su üzerinde yürürler. Zaten "Virakoça" kelimesi kelimenin tam anlamıyla "Deniz Köpüğü" anlamına gelmektedir. [9]

Tiksi Huirakoça'nın (Tiqsi Huiracocha'nın) birkaç anlamı olabilir.  Güney Amerika'nın And Dağları'ndaki bölgelerinde konuşulan bir dil olan ve And-Ekvator dil ailesine ait olup yerli Amerika dilleri içinde en çok konuşanı olan dillerden Keçuva dilinde tiksi (tiqsi) temel veya taban, vira (wira) yağ anlamına gelirken koça (qucha) göl, deniz veya hazne anlamlarına gelir. [10]
Virakoça'nın birçok lakabı vardır ve bunlardan bazıları büyük, her şeyi bilen, güçlü gibi sıfatları içerir. Bazı insanlar Virakoça'nın (Wiraqucha) "Deniz yağı (veya köpüğü)" anlamına gelebileceğini söylerler. [2] [11]

Bununla birlikte dil bilimsel, tarihi ve arkeolojik kanıtlar Virakoça adının İnka medeniyeti öncesi Aymara dilini konuşan And kültürleri tarafından devegillerin kurban edilerek yapıldığı kutlamalar nedeniyle Aymara Vila Kota (Aymara Wila Quta'dan) (wila "kan"; quta "göl") adıyla andığı günümüz Titikaka Gölü'nden ödünç alınmış olabileceğini düşündürmektedir. Aymara dilinde vila (wila): kan, kuta (guta) ise göl demektir. [12]

Virakoça sık sık hem efendi Tunupa ile ilişkilendirilir.
Tunuupa adını incelemek gerekirse hem Keçuva hem de Aymara'da "Tunu" dairesel bir evin değirmen veya merkezindeki destek sütununu anlamına gelirken "upa" taşıyıcı veya taşıyan anlamlarına gelir. [4 ]
Bu nedenle Tunuupa yada Tunupa "değirmenin taşıyıcısı" olarak okunabilir fakat Eski Dünya'da değirmenin veya değirmen taşının zamanı, zamanın oluşumunu veya "uygarlaştırıcı işleri" sembolize ettiği bilinmelidir.
Virakoça'nın bu sıfatı İnka kozmogonisiyle ve onun Satürn olarak özümsenmesi ile oldukça uyumludur. [4]

BEYAZ TANRI HAKKINDAKİ İHTİLAFLAR

16. yüzyılda yaşamış olan ilk İspanyol tarihçiler Virakoça hakkında herhangi bir kimlik saptamadan, tanımlamadan söz etmemişlerdir. Bunu ilk olarak 1553'te Pedro Cieza de León yapmıştı. [13] İspanyol tarihçilerin (örneğin Juan de Betanzos) benzer açıklamaları Virakoça'yı genellikle ak sakallı "beyaz tanrı" olarak tanımlar. [14] Ancak Virakoça'nın beyazlığından İnkaların yerli otantik efsanelerinde bahsedilmemiştir ve bu nedenle çoğu modern bilim adamı "beyaz tanrı" hikayesini fetih sonrası İspanyol icadı, uydurması olarak görmüşlerdir. [15] [16]

İnka tanrısı Virakoça'ya benzer şekilde Aztek tanrısı Quetzalcoatl ve Muisca tanrısı Boçika (Bochica) gibi Orta ve Güney Amerika panteonlarından bazı diğer tanrılarda efsanelerde sakallı olarak tanımlanır. [17] Tarih öncesi Avrupa döneminin etkisinin bir işareti olduğuna inanılan ve sömürge döneminin ruhları ile güzellemesi yapılan sakal, daracık Mezoamerika'n kıtası kültüründe tek bir öneme sahipti. Anales de Cuauhtitlan, aslen Nahuatl'da yazılmış olduğu için çok değerli ve önemli bir erken kaynaktır. Anales de Cuauhtitlan, Quetzalcoatl'ın Tula'daki kıyafetini şöyle anlatır:

Hemen onun yeşil maskesini yaptı; kullandığı kırmızı boya ile dudakları kızıl kahverengi rengi aldı, yüzünü boyamak için sarıyı aldı, pençeleri yaptı, devam etti ve tüylerden sakalını yaptı ... [18]

Bu alıntıda sakal Mezoamerikan sanatının akademik izlenimlerine rahatça uyan bir tüy sargısı olarak temsil edilmektedir. Bununla birlikte, hikaye Virakoça'nın çirkin görünümünü örtmek için ve yüz kılları olmadığı için ona bir maske ve sembolik tüylü sakal takıldığından bahsetmiyor çünkü Virakoça şöyle diyordu "Eğer beni görselerdi yapacakları şey kaçmak olurdu! "[19]

Virakoça'nın fiziksel görünümünün tasvirleri yoruma açıkken, sakallı adamlar Perulu Moçe kültürü tarafından İspanyolların gelişinden çok önceki dönemlerde meşhur çanak çömleklerinde sık sık tasvir edilmişti. [20]
Kolomb öncesi Avrupalıların Peru'ya göç ettiği yönündeki teorilerin modern savunucuları, bu sakallı seramikleri ve Virakoça'nın sakalını Peru'da Amerikan yerlisi olmayan toplulukların erken varlığının kanıtı olarak gösteriyor. [21] [22] Kızılderililerin çoğunun kalın sakalları olmasa da Avrupalılar ve Afrikalılarla herhangi bir karışımı olmadığı bilinen Paraguaylı Açe halkı gibi açık tenli ancak sakallı toplulukların da var olduğu bildirilmiştir. [23] 1776'da Güney Pauti (Paiute) ile Avrupalılar ilk kez temasa geçtiğinde peder Silvestre Vélez de Escalante ve Francisco Atanasio Domínguez tarafından bir rapor hazırlanmıştı ve raporda şöyle yazıyordu "Adamların bazılarının kalın sakalları vardı ve görünüşte yerli Amerikalılardan çok İspanyol erkeklerine benziyorlar" [24]

İNKALILARI HRİSTİYANLIĞA GEÇİRME

İspanyol akademisyenler ve tarihçiler Virakoça'nın kimliğiyle ilgili birçok fikir öne sürerler.

Bartolomé de las Casas, Virakoça'nın "her şeyin yaratıcısı" anlamına geldiğini belirtir [25]
Juan de Betanzos, "Virakoça'nın Tanrı olduğunu söyleyebiliriz" diyerek yukarıdakileri doğrular [26]
Polo, Sarmiento de Gamboa, Blas Valera ve Akosta'nın yaratıcı olarak Virakoça'ya atıfta bulunurlar [25]
Yerli bir tarihçi olan Guamán Poma, "Virakoça" terimini "yaratıcı" ile eşdeğer kabul eder [27]

Garcilaso de la Vega, [17] Betanzos ve Pedro de Quiroga [28] gibi diğer yazarlar Virakoça'nın İnkalar için "Tanrı" nın orijinal adı olmadığını savunurlar. [25]
Garcilaso'ya göre İnkaların dilinde Tanrı'nın adı Virakoça değil "Pachamama" idi. [29] Yine de İspanyol tercümanlar genel olarak kolonizasyonun ilk yıllarındaki yüce yaratıcı kimliğini Virakoça'ya bağlamışlardır. [25]

Antoinette Molinié Fioravanti'ye göre İspanyol din adamları kendilerine göre putperest olan İnkaların çok tanrılı ibadetine karşı savaşmak için "Yaratılışın Tanrısı" nı Virakoça ile bir tutmaya başladılar. İnkalıların görüşüne göre "yüce bir Tanrı" nın varlığı din adamları tarafından tek ve evrensel bir Tanrı'nın vahyinin insanlık için daha "doğal" olduğunu göstermek için kullanılıyordu. [30]

Augustinus ve Thomas Aquinas gibi Hristiyan bilim adamları, tüm milletlerden filozofların yüce bir Tanrı'nın varlığını öğrendiklerini savundular. [31] Yine de orta çağ Avrupa felsefesi vahyin yardımı olmadan hiç kimsenin "Üçlü Birliğin" doğası gibi büyük gerçekleri tam olarak anlayamayacağına inanıyordu. [25]

"Virakoça" yerine "Tanrı" terimini kullanma kararı İnkaların Hristiyanlaştırılmasındaki ilk adım olarak görülüyor. [25] Bu stratejinin arkasındaki mantık Hristiyanlığın "Tanrı" görüşünü ve konseptini anlama konusunda başarısız olan İnkalara tanrıyı açıklamanın zor olduğu gerçeğini içeriyordu. Ek olarak, Virakoça'ya yapılan atıfın "Tanrı" ile değiştirilmesi yerel ilahiyat kavramının Hristiyan teolojisiyle yer değiştirmesini kolaylaştırmıştı. [25]

MANDE AFRİKALILARININ YARATILIŞ MİTİ

Hazırlayan: A.Kara


BİTKİ TOHUMLARINDAN DÜNYA VE İNSANA: MANDE YARATILIŞ MİTİ

Mandé'ler Batı Afrika'da yaşayan ve Mande dilinden herhangi birini konuşan bir etnik grup ailesidir.

Mandé yaratılış efsanesi Güney Mali'deki Mandé halklarının geleneksel yaratılış efsanesidir. Hikaye, yaratıcı tanrı Mangala'nın bir balaza bitkisi tohumu yaratmaya çalıştığı ancak başarısız olduğu anlatı ile başlar. Daha sonra tanrı, Keita halkının "dünyanın üreyecek olan iki çift parçalı yumurtası" dediği farklı türden iki eleusin bitkisi tohumu yaratır. [1]

Sonra Mangala üç çift tohum daha yaratır ve her bir çift dünyanın yaratılışı çerçevesinde köşeler olarak dört unsur, dört yön haline gelir. Tanrı daha sonra bunu bir ebegümeci tohumunun içine ekleyerek katlar. Karşı cins olarak görülen iki parçadan oluşan çift tohumlara dünyanın yumurtası veya plasentası denir. Bu yumurtada insanların prototipi, ilk örnekleri olan biri erkek biri dişi olmak üzere iki çift ikiz daha vardı.

İnanışa göre bunların arasında yer alan ve hükmetmek isteyen Pemba yumurtayı erken terk ederek plasentasının bir parçasını yırttı. Pemba uzaya düştü ve yırtık plasentası toprağa dönüştü. Yumurtayı erken terk ettiği için bu parçadan oluşan toprak kurak ve çoraktı ve Pemba'ya hiçbir faydası yoktu. Böyle olunca Pemba ikizine geri bağlanmak ve plasentanın geri kalanındaki yerini almak için geri dönmeye çalıştı. Ama aradığını bulamamıştı çünkü tanrı Mangala kalan plasentayı güneşe çevirmişti. Böylece Pemba, Mangala'nın köprücük kemiğinden erkek tohumları çaldı ve onları götürüp çorak toprağa dikti. Plasentanın kanından oluşan bu kuru topraklardan yalnızca bir erkek eleusin tohumu filizlenip büyüyecekti. Pemba tohumu çaldığı ve tohum Pemba'nın kendi plasentasında filizlendiği için toprak saf olmayan kirli bir hal aldı ve eleusin tohumu kırmızıya döndü.

İkiz balık şeklini aldıkları farz edilen diğer erkek ikiz çifti olan Faro, Pemba'nın yaptıklarından dolayı kefaret olarak, dünyayı arındırmak için kurban edildi. 60 parçaya bölünen Faro yeryüzüne düşerek ağaç haline geldi. Bunun üzerine tanrı Mangala, Faro'ya bir insan formu vererek hayata döndürdü ve onu plasentasından yapılmış bir gemiyle (ark) dünyaya gönderdi. Onunla birlikte hepsi Faro'nun plasentasından yapılmış ve insanlığın orijinal ataları haline gelen dört çift erkek ve dört çift dişi çift de dünyaya geldi. Dünyaya gönderilen ve plasentadan yapılmış olan ark ayrıca erkek ve dişi yaşam gücünü taşıyan tüm hayvanları ve bitkileri barındırıyordu. Yaratılan insanlardan Sourakata kendini kurban eden Faro'nun kafatasından yapılan kutsal davulu kullanarak yağmur yağmur yağdırmaya çalışıyordu. Yağmur gelmeyince demirci ataları yeryüzüne gelip çekiciyle bir kayaya vurunca yağmur yağmaya başladı.

Faro insanlığın bildiği tüm dünyayı tanrı Mangala'nın ilk yumurta tohumlarının torunlarından yarattı. Faro, kardeşi Pemba'nın saf olmayan kirli tohumlarını yıkamaya çalışırken suların toprağı basmasına neden oldu. Oluşan bu tufandan sadece Faro'nun gemisi tarafından korunan iyiler kurtarıldı. [2][3]

Efsaneye genel hatları ile bakıldığında yaşadıkları coğrafya dolayısı ile bitki ve tohumların baş rolde olması, yağmur için dua edilmesi ve verimli-verimsiz topraklara dair anlatıların varlığı Afrikalı Mande topluluğunun yaşam şeklinin, hayatlarının ve tabiatı anlamlandırma çabalarının efsanenin oluşumundaki güçlü ve ana etkenler olduğu açıktır. Fakat Hristiyan misyonerlerin özellikle Afrika ülkelerindeki etkisi ile (ki Müslüman misyonerler de aynı bölgelerde İslamı yayma çalışmaları yürütmektedir) bölge insanın mitlerinde İbrahimi dinlerdeki Tufan efsanesine benzer bir anlatının da yer aldığı görülmektedir.

TANRININ SU YARATIĞI LİVYATAN (LEVİATHAN)

Hazırlayan: A.Kara


YAHUDİ MİTOLOJİSİNDE BİR YARATIK: LİVYATAN


Leviathan (İbranice: לִוְיָתָן, Livyatan) Yahudi inancında deniz yılanı şeklinde bir yaratıktır ve bu yaratıktan Tevrat, Eyüp Kitabı, Mezmurlar, Yeşaya Kitabı, Amos Kitabı ve doğruluğuna şüpheli bakılan Hanok'un ilk kitabında bahsedilmektedir.

Hem adı hem de mitolojik figürün kendisi Baal Döngüsü'nde Hadad tarafından mağlup edilen deniz tanrısı Yammu'nun hizmetkarlarından biri olan Ugarit deniz canavarı Lôtān'un doğrudan devamıdır ve Eyüp Kitabı'ndaki Livyatan eski Kenanlı deniz tanrısı Yam'ın hizmetkarı olan Lotan adlı ilkel su yaratığının tanrı Baal Hadad tarafından öldürüldüğü inancının bir yansımasıdır.

Marduk tarafından mağlup edilen Mezopotamya tanrıçası Tiamat ile özellikle üstlendiği rol bakımından paralellikler gösterirler. Benzer ejderda ve dünya sürüngeni mitleri konusunda daha geniş bir karşılaştırma yapmak gerekirse Hinduizm hava ve savaş tanrısı İndra Vritra adlı sürüngeni, İskandinav tanrısı Thor ise  Jörmungand adlı sürüngeni öldürür. [1]

Zaten Leviathan Tevratta'da yer almaktadır ve güçlü bir düşman olan Babil için bir mecaz olarak kullanılmıştır. Bunu Yeşaya 27: 1'de de görmek mümkündür.
Bazı 19. yüzyıl alimleri ise bunu pragmatik bir şekilde değerlendirmiş ve suda yaşan timsah gibi büyük canlılara atıfta bulunulmuştur şeklinde yorumlamışlardır. [2] Kelime daha sonraları zamanla "büyük balina" ve genel anlamda deniz canavarları için bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Livyatan'dan Tanah'ta Eyüp 3:8, Eyüp 40:15 - 41:26, Mezmurlar 74:14, Mezmurlar 104:26 ve İşaya 27:1'de bahsedildiği görülür.

Eyüp 41:1–34'ün özellikle yaratığı tarif etmeye adandığı görülür:
  1. “Livyatan’ı çengelle çekebilir misin, dilini halatla bağlayabilir misin?
  2. Burnuna sazdan ip takabilir misin, kancayla çenesini delebilir misin?
  3. Yalvarıp yakarır mı sana, Tatlı tatlı konuşur mu?
  4. Seninle antlaşma yapar mı, onu ömür boyu köle edesin diye?
  5. Kuşla oynar gibi onunla oynayabilir misin,hizmetçilerin eğlensin diye ona tasma takabilir misin?
  6. Balıkçılar onun üzerine pazarlık eder mi? Tüccarlar aralarında onu böler mi?
  7. Derisini zıpkınlarla, başını mızraklarla doldurabilir misin?
  8. Elini üzerine koy da, çıkacak çıngarı gör, bir daha yapmayacaksın bunu.
  9. Onu yakalamak için umutlanma, görünüşü bile insanın ödünü patlatır.
  10. Onu uyandıracak kadar yürekli adam yoktur. Öyleyse benim karşımda kim durabilir?
  11. Kim benden hesap vermemi isteyebilir? Göklerin altında ne varsa bana aittir.
  12. “Onun kolları, bacakları, zorlu gücü, güzel yapısı hakkında konuşmadan edemeyeceğim.
  13. Onun giysisinin önünü kim açabilir? Kim onun iki katlı zırhını delebilir?
  14. Ağzının kapılarını açmaya kim yeltenebilir, dehşet verici dişleri karşısında?
  15. Sımsıkı kenetlenmiştir sırtındaki sıra sıra pullar,
  16. Öyle yakındır ki birbirine aralarından hava bile geçmez.
  17. Birbirlerine geçmişler, yapışmış, ayrılmazlar.
  18. Aksırması ışık saçar, gözleri şafak gibi parıldar.
  19. Ağzından alevler fışkırır, kıvılcımlar saçılır.
  20. Kaynayan kazandan, yanan sazdan çıkan duman gibi Burnundan duman tüter.
  21. Soluğu kömürleri tutuşturur, alev çıkar ağzından.
  22. Boynu güçlüdür, dehşet önü sıra gider.
  23. Etinin katmerleri birbirine yapışmış, sertleşmiş üzerinde, kımıldamazlar.
  24. Göğsü taş gibi serttir, değirmenin alt taşı gibi sert.
  25. Ayağa kalktı mı güçlüler dehşete düşer, çıkardığı gürültüden ödleri patlar.
  26. Üzerine gidildi mi ne kılıç işler, ne mızrak, ne cirit, ne de kargı.
  27. Demir saman gibi gelir ona, tunç çürük odun gibi.
  28. Oklar onu kaçırmaz, anız gibi gelir ona sapan taşları.
  29. Anız sayılır onun için topuzlar, vınlayan palaya güler.
  30. Keskin çömlek parçaları gibidir karnının altı, düven gibi uzanır çamura.
  31. Derin suları kaynayan kazan gibi fokurdatır, denizi merhem çömleği gibi karıştırır.
  32. Ardında parlak bir iz bırakır, insan enginin saçları ağarmış sanır.
  33. Yeryüzünde bir eşi daha yoktur, korkusuz bir yaratıktır.
  34. Kendini büyük gören her varlığı aşağılar, gururlu her varlığın kralı odur.”

Mezmurlar 104'te Tanrı Leviathan da dahil olmak üzere her şeyi yarattığı için övülür ve İşaya 27: 1'de Livyatan için "zamanın sonunda öldürülecek olan "kıvrımlı yılan" denir. [7]

Yaratılış bölümünde 1:21'de şöyle yazar: "Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü."
Kral James Versiyonunda ise ifadenin deniz canavarı olarak değil de "büyük balinalar" şeklinde çevrildiği görülür [11][12] 
Mezmurlar 104'te ise Livyatan zararlı bir varlık olarak değil de tanrının yaratma eyleminin bir parçası olan okyanus canlıları olarak tanımlanır [13]
Tanrı ve deniz canavarı arasındaki rekabet ve Leviathan'ın İsrail'in [14] güçlü düşmanlarını tanımlamak için kullanılması Mezopotamya ve Kenan efsanelerinin etkisinin bir sonucu olabileceği gibi Mısır mitolojisindeki Apep yılanı ile güneş tanrısı Ra arasındaki yarışmayı da yansıtıyor olabilir. Alternatif olarak Tanrı ile Livyatan arasındaki rekabetin ortadan kaldırılması Livyatan'ı tanrısallıktan iblisliğe oradan da canavara indirgeyen bir girişimi yansıtmış da olabilir.

MUSEVİLİKTE LİVYATAN

Daha sonraki Yahudi kaynakları Livyatan'ı derinlerdeki kaynakları üzerinde yaşayan ve erkek kara canavarı Behemoth ile birlikte zamanın sonunda adilce hizmet edecek bir ejderha olarak tanımlamaktadır. Hanok Kitabı (60: 7-9) Leviathan'ı tıpkı Babil mitosunda yaratılışı başlatan güçlerden biri olan tanrıça Tiamat gibi su boşluğunda yaşayan dişi bir canavar olarak, Behemot'u ise Günaydın çölünde ("Cennet'in doğusunda") yaşayan bir erkek canavar şeklinde tanımlar. [7]

Tanah'ın açıklama ve izahlarının bulunduğu Yahudi Midraş'ında Tanrı'nın başlangıçta bir erkek ve bir dişi Livyatan yarattığı ancak çoğalarak dünyayı yok etmesinler diye dişiyi parçalayıp öldürdüğü ve etlerini de Mesih'in gelişinde doğru kişilere verilerek ziyafet çekilmesi için sakladığı yazmaktadır [17] [18]

Talmud ve Tanah'ın ilk kapsamlı tefsirlerinin yazarı Rashi'nin Tekvin 1:21 hakkındaki yorumu da aynı doğrultudadır:
Masallardaki (Agadah BB 74b) denizdeki büyük balık sözleriyle Leviathan ve onun eşine atıfta bulunur, çünkü onları erkek ve dişi yarattı ve gelecekteki doğrular için dişiyi öldürdü ve onu tuzladı. Çünkü eğer ürerlerse dünya var olamazdı.

Metinde הַתַּנִינִם yazılıdır. Yani çoğul olanı ifade eden ve sona gelen "yud" eki eksiktir. Bu da Livyatan sayısının iki olarak kalmadığı ve sayılarının bire indirildiği anlamına gelir.
[from Gen. Rabbah 7:4, Midrash Chaseroth V’Yetheroth, Batei Midrashoth, vol 2, p. 225].

Talmud'da Baba Batra 75a'da Leviathan'ın katledileceği ve etinin Mesih geldiğinde salih kişilere ziyafet olarak hizmet edeceği, derisinin ise ziyafetin yapılacağı çadırı örteceği anlatılır. Bu nedenle Sukot, diğer adı ile Çardak Festivali'nden ayrılırken son bir dua okunur.
Dua şöyledir: "Tanrımız Tanrımız ve atalarımızın Tanrısı Senin isteğin olsun. Bu çardağı yerine getirdiğim ve yaşadığım gibi gelecek yıl Kudüs'te Livyatan derisinin çardağında yaşamayı hak edebilir miyim? "[20]

Leviathan'ın muazzam boyutu, bu canavarla ilgili neredeyse tüm masalları (Agadahları) ele alan Yohanan bar Nafha tarafından şöyle anlatılır: "Bir kez bir gemiye bindiğimizde kafasını sudan çıkaran bir balık gördük. Üzerinde "Ben denizde yaşayan en acımasız yaratıklardan biriyim. Üç yüz mil uzunluğundayım ve bu gün Livyatan'ın ağzına giriyorum" yazılı boynuzları vardı". [21][18]

Haham Dimi, Haham Yohanan adına şöyle bildirir: Livyatan acıktığında ağzından derinlerin tüm sularını kaynatacak kadar büyük bir ısı gönderir ve eğer kafasını cennete (Aden'e) koyarsa hiçbir canlı onun kokusuna katlanamaz. [21]
Yaşadığı yer Akdeniz'dir ve Ürdün nehrinin suları onun ağzına dökülür. [22] [18]

Bir başka Midraş'ta (Pirke de-Rabbi Eliezer) kaydedilen bir efsaneye göre Yunus'u yutan balıkların her gün bir balina yiyen Livyatan adlı yaratıktan tarafından yenmekten kıl payı kurtuldukları belirtilir.

Leviathan'ın vücudu, özellikle gözleri, büyük bir aydınlatıcı güce sahiptir. Bu, muhtemelen Haham Yuşa ile birlikte çıktığı yolculuk sırasında aniden ortaya çıkan parlak ışıktan korkan ve bu ışığın Livyatan'ın gözlerinden geldiğine inanan Haham Eliezer'in görüşüydü.
Eyüp 41:18'de Livyatan hakkında "Aksırması ışık saçar, gözleri şafak gibi parıldar." [23] yazsa da doğaüstü gücüne rağmen Livyatan büyük balıkların solungaçlarına yapışan ve onları öldüren "kilbit" adlı küçük solucandan korkmaktadır. [24] [18]

11.yy'da Şavuot'ta okunan Akdamut şiirinde (piyut) Tanrı'nın nihayetinde "güçlü yüzgeçlere" sahip olduğu anlatılan Leviathan'ı katledeceği ve cennetteki tüm insanlara görkemli bir ziyafet ile sunulacağı öngörülür.

Yahudi Kabala'sının en önemli eserlerinden olan Zohar'da Livyatan aydınlanma için bir metafordur. Zohar günlerin sonunda Leviathan'ın derisini yiyen doğru insanlar efsanesinin gerçek olmadığını bunun sadece aydınlanma için bir metafor olduğunu söyler. [25]
Zohar ayrıca Leviathan'ın bir eşi olduğunu da ayrıntılı olarak belirtir [26] ve Leviathan metaforunu Zohar 2:11b ve 3:58a'daki "tzaddik" veya " doğru olan" ile ilişkilendirir.

Abraham Isaac Kook'a göre "Kuyruğu ağzına yerleştirilmiş" (Zohar) ve "tüm dünyayı çevreleyen, etrafında dönen" (Baba Batra 74b'de Rashi) Leviathan eşi olmayan tekil bir yaratıktır ve evrenin temeldeki birliğini yansıtan bir metafordur. Bu birlik ise ancak hak tanıyanlar gelecekte Leviathan ile ziyafet çekeceği zaman açığa çıkacaktır. [28]

HRİSTİYANLIK'TA LİVYATAN

Leviathan'ın Şeytan'ın bir imgesi olarak da kullanıldığı ve onları yemeye teşebbüs ederek hem Tanrı'nın yaratıklarını hem de Tanrı'nın yaratmasını kaos sularında yarattığı kargaşayla tehdit ederek tehlikeye atar. [29]
St. Thomas Aquinas, Leviathan'ı ilk olarak ona uyan günahkarları cezalandıran kıskançlık şeytanı olarak nitelendirdi (Secunda Secundae Soru 36).
Peter Binsfeld da Leviathan'ı kıskançlığın iblisi olarak sınıflandırdı ve yedi ölümcül günaha karşılık gelen yedi Cehennem Prensinden biri olduğunu belirtti.

Leviathan yaklaşık olarak 800'den itibaren Anglo-Sakson sanatında ve Avrupa'nın her yerinde görülen, Lanetlilerin mahşer gününde ağzında kaybolduğu bir yaratık olan Cehennem Ağzı'nın görsel motifiyle ilişkilendirildi. [30] [31]

Tüm bunlara ek olarak İncil'in Gözden Geçirilmiş Standart Versiyonu, Eyüp 41:1'deki bir dipnotta Livyatan'ın timsah için kullanılmış bir isim olabileceğini, 40:15'in bir dipnotunda da Behemot'un su aygırı için kullanılmış bir isim olabileceğini öne sürer. [32]

AHURA MAZDA'NIN İLAHİ KRALI CEMŞİD

Hazırlayan: A.Kara


AHURA MAZDA'NIN YOLDAN ÇIKAN SEÇİLMİŞ KRALI CEMŞİD

İron'ın mitolojik karakterlerinden biri olan Cemşid, Firdevsi'nin Şehname adlı eserine göre Keyânîler'den önceki krallık olan Pişdadiler hanedanının dördüncü kralıdır.

Asıl adı "Cem" olan bu karakterin güzel yüzlü olmasından ötürü "Şid" yani "ışık" lakabını aldığı belirtilir. Bu figür Avesta dilinde ışıltılı, ışık anlamlarına gelen Yima (-Kshaeta) adıyla görülür ve Zerdüşt yazıtlarında "Cemşid" adının da buradan türetildiği (örneğin Yasht 19, Vendidad 2) belirtilmiştir.

Cemşid, hala İran'ın çevresindeki bölgelerde popüler olan ortak bir İranlı ve Zerdüşt erkek adı olmaya devam etmektedir. Edward FitzGerald, ismin çevirisini biraz farklı yaptıysa da İran'ın doğu bölgelerinde, Orta Asya'da ve Hindistan alt kıtasının Zerdüştleri tarafından Cemşid olarak çevrilmiştir.

Zerdüşt dininin her şeyi bilen yaratıcısı Ahura Mazda, Avesta'nın ikinci bölümü olan Vendidad'da iyi bir çoban olan Yima'dan onun yasalarını alıp insanlara iletmesini ister. Ancak Yima reddedince Ahura Mazda ona farklı ve daha ağır bir görev yükler: Bu da canlıların geliştiğini görebilmesi için dünyayı yönetip beslemektir. Yima bu görevi kabul eder ve Ahura Mazda ona altın bir mühür ve altınla işlenmiş bir hançer sunar.

Yima üç yüz yıl boyunca kral olarak hüküm sürer ve dünya insanlarla, kuş ve hayvan sürüleri ile dolar. Fakat hükümdarlığı süresince kötü güç Ahriman'ın şeytani hizmetkârları olan devaları servetinden, topluluk ve itibarından mahrum bırakır. İyi insanlar bolluk bereket içinde yaşar ve ne hasta olur ne de yaşlanırlar. Her biri on beş yaşından büyük görünmeyen baba ve oğul birlikte yürürler. Ahura Mazda bir kez daha ziyaret ederek onu aşırı nüfus konusunda uyarır. Işıkla parıldayan Yima yüzünü güneye doğru çevirir, altın mührü toprağa bastırır ve hançeriyle onu delip geçerken şöyle der "Ey Spenta Armaiti, hayvan sürülerini ve toplulukları taşımak için kibarca birbirinden ayrı bölgelere açıl ve uzaklara uzan, genişle".

Aynı sorun bir kez daha meydana gelmeden önce dünya kabarır ve Yima altı yüz yıl daha hüküm sürer. Yima bir kez daha mührü ve hançeri toprağa bastırır ve yeryüzünün daha fazla insanı ve hayvanı taşıyacak şekilde kabarıp genişlemesini ister ve dünya yeniden şişer. Dokuz yüzyıl sonra dünya yeniden dolar, aynı çözüm kullanılır ve toprak tekrar şişer.

Hikayenin bir sonraki bölümü, Ahura Mazda ve Yazataların "mükemmel topraklar" ın ilki olan Airyanem Vaejah'da buluşmasını anlatır. Yima burada "ölümlülerin en iyileri" grubuna katılırken Ahura Mazda onu yaklaşan bir felaket konusunda uyarır: "Ey güzel Yima, Vivaŋhat'ın oğlu! Maddi dünyaya kötü kışlar düşmek üzere, bu şiddetli olacak, dağların en yüksek tepelerindeki bir arədvi bile olsan ölümcül don ile maddi dünyanın üzerine kötü kışlar düşmek üzere, bu kar tanelerini kalınlaştıracak. "

Ahura Mazda bu uyarısından sonra Yima'ya iki mil (3 km) uzunluğunda ve iki mil (3 km) genişliğinde çok katlı, mağara şeklinde bir Vara (Avesta dilinde: muhafaza/korunaklı yer) yapmasını tavsiye eder. Bu sığınak, en güçlü, sağlıklı erkek ve kadınlarla, her hayvan, kuş ve bitkiden çift olacak şekilde doldurulur ve önceki yaz toplanan yiyecek ve sular da burada depolanır. Yima, toprağı ezerek bir ayağının damgası yani iziyle tıpkı bir çömlekçinin kil yaptığı gibi onu şekillendirip yoğurarak Vara'yı yaratır. Sokakları ve binaları yaratır ve orada 2.000'e yakın insanı yaşatır. Karanlığı engellemek için bu korunak içinde yapay ışık yaratır ve sonunda Vara'yı altın bir yüzük ile mühürler.

Fakat zaman geçtikçe Avesta'nın söz konusu kahramanı Yima, Pers mitolojisinin dünyayı yöneten karakteri Cemşid'e dönüşür ve inanışa göre onun Cam-i Cem adında sihirli, ölümsüzlük iksiriyle dolu ve evreni gözlemlemesine izin veren yedi halkalı bir bardağı vardır.

Firdevsi'nin Şehname'sine göre dünyanın dördüncü kralı olan Cemşid dünyanın tüm melek ve şeytanlarına hükmediyordu ve Hürmüz'ün (Bir dönem İranlılarının Ahura Mazda'sı) hem kralı hem de baş rahibiydi. Zırh ve silah imalatı, keten, ipek ve yünlü giysilerin dokunması ve boyanması, tuğladan ev inşası, mücevher ve değerli metal işçiliği, parfüm ve şarap yapımı, tıp sanatı ve yelkenli gemilerin seyri konusunda rehberlik etmek gibi halkı için hayatı daha güvenli kılan pek çok icattan sorumluydu. Zerdüştlerin giydiği dini kıyafet olan südre ve bağladıkları kusti adlı kuşak Cemşid'e atfedilir.

Cemşid insanları 4 gruba ayırır:
  1. Hürmüz'e ibadet eden rahipler
  2. Kollarının gücüyle halkı koruyan savaşçılar
  3. İnsanları besleyen, tahılı yetiştiren çiftçiler
  4. Halkın rahatlığı ve keyfi için ürünler üreten zanaatkarlar

Cemşid artık dünyanın tanıdığı en büyük hükümdar haline gelir. Kendisine ilahi lütufla onun için yanıp tutuşan, göz alıcı bir ihtişamı olan kraliyet bahşedilir. Fakat Cemşid bulunduğu büyük ve güçlü konumu beğenmeyerek yükseklere çıkmak ister ve mücevherlerle kaplı bir taht yaptırır. Eğer isterse devler tahtını kaldırarak göklere kadar çıkarır.
Bir gün bu tahtın üzerine oturur ve ona hizmet eden devler tahtı yukarı kaldırdığında Cemşid havanın ortasında parlayan güneş gibi oturur. Dünyanın bütün halkları onun talihindeki parlaklığı görünce hayrete düşer ve onu överler. Cemşid'in üzerine mücevherler saçarak o güne Nevruz adı verirler. 
Ferverdin ayının ilk günü olan bu günde ilk olarak Nevruz bayramını ("yeni gün") kutlarlar. İnanışa göre yeni yılın ilk günü olan Ferverdin ayının birinci gününde insanın vücudu zahmet ve kinden kurtulur. Zerdüşt takvimine ek olarak Hindistan Zerdüştlerinin izlediği varyantında Ferverdin ayının ilk gününe hala Cemşid-i Nevruz denmektedir.

Bir hata sonucu Cemşid'in başkentinin Persepolis harabelerinin bulunduğu yerde olduğuna inanılıyordu. Yüzyıllar boyunca (MS 1620'ye kadar) "Cemşid'in Tahtı", Taht-ı Cemşid olarak adlandırıldı. Ancak Persepolis aslında Ahameniş krallarının başkentiydi ve İskender tarafından tahrip edilmişti. Benzer şekilde Persepolis yakınlarındaki Ahameniş ve Sasani mezar oymalarının efsanevi kahraman Rüstem'in görüntüleri olduğuna inanılıyordu ve bu yüzden Naş-ı Rüstem olarak adlandırılıyordu.

Cemşid'in üç yüz yıl boyunca hükmettiği dönemde uzun ömür artar, hastalıklar def edilir, barış ve refah hüküm sürer ve tüm devler birer köle gibi onun emrinde bulunurlar. Ancak Cemşid'in gururu gücüyle birlikte büyür ve saltanatının tüm nimetlerinin Tanrı'ya bağlı olduğunu unutmaya başlar. Halkına sahip oldukları tüm iyi şeylerin yalnızca kendisinden geldiğini söyleyerek övünür ve sanki kendisi Yaradanmış gibi halktan kendisine ilahi şerefler, sıfatlar verilmesini talep eder.

Bu andan itibaren tanrının lütfu Cemşid'den ayrılır, halk ona karşı tavır almaya ve ondan yüz çevirmeye başlar. Öyle ki koca ordusu bile 21 yıl içinde tamamen yok olur. Cemşid tövbe eder ancak artık zaferler ona asla geri dönmeyecektir.

Bu kısım Şehname'de şöyle geçer:
Geçen bu müddet zarfında, hiç kimse, padişahtan iyilikten başka bir şey görmedi.
Âlem baştanbaşa kendisine kul oldu ve o da taşıdığı büyüklükle tahtında oturdu.
Bir gün, tahtına baktı, birdenbire kendisine bir gurur geldi, dünyada kendisinden başka kimseyi görmedi.
O , Tanrı’ya tapan padişah benlik gösterdi, Tanrı’sından yüz çevirdi, nankörlükte bulundu.
Ordusundan ileri gelen adamları çağırdı ve bak onlara nasıl sözler söyledi.
Bu yaşlı, büyük adamlara: "Ben, dünyada kendimden başka (kimseyi tanımıyorum...
"Hüner, sanat benim sayemde meydana geldi. Saltanat tahtında benim gibi bir padişahı kim
görmüştür?
"Dünyayı güzellikle süsleyen benim. Dünyayı istediğim hale getirdim.
"Yemeniz, uyumanız, rahatınız, giyinmeniz, hulâsa bütün emelleriniz benim sayemde vücut buldu.
"Büyüklük, taç ve padişahlık benimdir. Benden başka bir kimsenin padişah olduğunu kim söyleyebilir?
"Benim bulduğum devalarla herkes sağlığa kavuştu. Artık hastalık, ölüm kimseye zarar vermez
oldu..
"Dünyada benden başka birçok padişahlar olsa bile, bir adamı ölümden kurtarmak benden başka kime nasip olmuştur? ”
"Siz, vücudunuzdaki zekâ ve canı bana borçlusunuz! Bana yalnız Ehrimen olan tapmaz.
“Dünyayı istediğim hale getirdim!’’ yerine “Yeryüzünden zahmeti kaldıran benim!”
"Eğer siz şimdi bunların hepsini benim yaptığımı kabul ediyorsanız, cihanı benim yarattığıma
inanmalısınız!

Cemşid tanrıyı oynamaya kalkınca her şey ters teper. Ahriman'ın etkisi altındaki Arabistan'ın yasal hükümdarı Dahhāk Cemşid'e savaş açar ve Cemşid'in pek çok hoşnutsuz tebaası tarafından memnuniyetle karşılanır. Cemşid başkentinden dünyanın öbür ucuna kaçar ama sonunda Dahhāk tarafından tuzağa düşürülerek vahşice öldürülür. Böylece 700 yıllık bir saltanattan sonra insanlık medeniyetin tepelerinden Dahhak'ın yönetmeye başladığı Karanlık Çağ'a geri döner.

CEMŞİD VE ŞARAP EFSANESİ

Cemşid ile ilgili bir şarap efsanesi de vardır.
Kral Cemşid şarabın tarihi ve keşfi ile ilgili bir masalda da belirgin bir şekilde yer alır. Pers efsanesine göre kral harem hanımlarından birini krallığından sürerek onun umutsuzluğa kapılmasına ve intihar arayışına girmesine neden olur. Kralın deposuna giden kız bozulmuş ve içilemeyeceği düşünülen üzüm kalıntılarını içeren "zehir" işareti olan bir kavanoz aramaktadır.
Kız bozuk olduğunu düşündüğü sözde zehri içtikten sonra üzerindeki hoş etkilerini fark eder ve morali yerine gelir. Keşfini krala götürür ve kral bu yeni içeceğine yani şaraba o kadar hayran kalır ki kızı haremine geri almakla kalmaz, aynı zamanda Persepolis'te yetişen tüm üzümlerin şarap yapımına adanmasına karar verir.
Çoğu şarap tarihçisi bu hikayeyi saf bir efsane olarak görse de şarabın erken dönem Pers kralları tarafından bilindiğine ve kapsamlı bir şekilde ticarete konu edildiğine dair arkeolojik kanıtlar vardır.

HRİSTİYANLIĞIN İÇİNDEKİ PAGANLIK

Yazan: HERMES Trismegistos
HRİSTİYANLIKTAKİ PAGAN ETKİLERİ

Şöyle başlamak isterim Hristiyanlar ilk yayılma zamanlarında yada Milan fermanına kadar diyelim çok fena zulüm ve işkenceye maruz kaldılar zira Hristiyanlık paganlığa Romalıların dinine göre çok farklılık gösteren bir din olmuştu bunun birçok sebebi olduğu gibi en büyük sebebi de tek bir tanrı olabileceğini paganların anlayamaması olarak yorumlayabiliriz.

Romalılar çoğunlukla dini inanç konularında hoşgörülü davrandılar ve sayısız dini tarikat, kült, kurtarıcı ve kurtarıcıların kısıtlama olmaksızın proleterleşmesine izin verdiler. Toplumun sadık ve itaatkâr üyeleri, İsa da dahil olmak üzere istedikleri Tanrı'ya inanabilirler. İnanç, Roma makamlarının ilgisini çekmeyen özel bir konuydu. Roma uyumu, otoriteye itaat etmeye ve devlete sadakatin - Roma Tanrılarına sembolik fedakarlıklarla özetlenerek - vaat edilmesine dayanıyordu. Daha sonraki yanlış algıların aksine, ilk başta Romalılar İsa'ya olan inanca karşı çıkmadılar. Daha ziyade, Romalılar Roma otoritesini Hristiyanlaşmanın nedeni olarak reddedenlere, Roma Tanrılarına kurban etmeyi reddeden inananların (bağlılık yeminin eşdeğeri) dahil edilmesine zulmettiler. İsa'nın Yahudi olmayan inançlılara yönelik Roma zulmü iki yüzyıldan fazla sürdü ve yerel düzeyde tacizi içeriyordu ve zulmü resmen onayladı ya da reddetti. Resmi olarak yaptırım uygulanan Roma zulmü en çok Marcus Aurelius (161-180), Decius (249-251), Diocletian (281-305) ve Galerius (305-312) saltanatı sırasında yoğun olmuştur.

Bundan çıkaracağımız sonuç Romalılar hoşgörülü fakat otoriterdir, tabiri caizse tanrı göklerden tüm insanlığın duyabileceği bir şekilde bizimle konuşsa bile şahsi fikrim Romalıların ne kadar doğru olsa da bu dine bile kabulleneceklerini sanmam tabi bunun üstüne sürebileceğiniz argümanda Romalıların daha doğrusu önce doğu romanın Hristiyanlığı kabul edişidir.
Kökenini ve Hristiyanlığın başlangıçta paganlıktan ne kadar farklı olduğunu açıkladığıma göre sıra neden Hristiyanlığın paganlaştığına geldi.

HRİSTİYANLIĞIN PAGANLAŞMA NEDENLERİ

Hristiyanlığı tebliğ etmek yada misyonerlik bunun en başlıca sebebidir.Şöyle düşünebilirsiniz yepyeni bir dini görüş ama asırlardır hakim olan başka bir dini görüş de bunun rakibi bu yüzden bu dini karşına almak yerine onu yozlaştırarak kendi dinini onun içinde büyütmelisin bakın bu tamamen kişilerin dinlerini yayma isteği yüzünden dinini çarpıtarak yaymak ne kadar doğru tartışılır tabi.Zamanın misyoner Hristiyanları Hristiyanlığı paganlığa benzeterek tebliğ ettiler ki insanlar yabancılaşmasın yada Hristiyanlığa kolay geçebilsin.
  
Dünyadaki bir çok dini görüşte tanrının oğlu  terimi vardır, veya tanrının tahtını kendi kanından oğluna devretmesi. Güneş tanrısı Apollon Zeus’un Leto’dan olan oğlu Apollon Zeus’un veliaht oğludur,bir örnek vermek gerekirse ikonalarda yada fresklerde İsa’nın kafasında hale ile resmedilmesi de diyebilirim. 

HRİSTİYANLIĞIN İÇİNDEKİ PAGAN ÖGELER

Mitra, Diyanissos, Attis, Krişna , Hepsinin doğumu 25 Aralıktır ve hepsi çarmığa gerilmiştir. Sizce de benzer değil mi?
İsa'dan öncede ölüp dirilen pagan tanrılar olmuştur,bu GrekoRomen inanç Hristiyanlığı öyle etkilemiştir ki İncil bile İsa'nın dili olan Aramice değilde Yunanca yazılmıştır.

Komünyon ayini;
Komünyon ayini ekmek ve şarap ayini olarak bilinir ve İsa'nın kanı olan şarabı içip İsa'nın eti olan ekmeği yiyerek arınmayı amaçlar.

İncil de bu şöyle ifade edilir;
Yu 6:53 İsa onlara şöyle dedi: «Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu’nun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz.
Yu 6:54 Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim.
Yu 6:55 Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir.
Yu 6:56 Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda.”

Peki ya bu ayetlerin kökeni nedir?

Pagan Yunanların Dionysos ve Attis kültürüdür,Dionysosçular bazen bir hayvanı kurban ederek ve etini yiyerek sembolik olarak Dionysos'un ruhu ile bütünleşip arınmayı yada ruhen ölümsüz olmayı amaçlamışlardır,

Bugün kiliselerde hala gerçekleştirilen bu ayini İncil yazarları (yada her kim yazdıysa) bu kültten alıp İncil'de İsa'nın ağzındanmış tanrının sözüymüş gibi anlatmışlardır.
Yukarıda anlattığım gibi bu ayetler sadece Yuhanna incilinde geçer çünkü Yuhanna incili ve Pavlus’un mektupları paganizmden en fazla etkilenen yazıtlardır. İncil'de yine paganizmden ziyadesiyle etkilenmiş bir hikaye daha vardır;

Yu 2:7 İsa hizmet edenlere, «Küpleri suyla doldurun» dedi. Küpleri ağızlarına kadar doldurdular.
Yu 2:8 Sonra hizmet edenlere, «Şimdi bundan alın, şölen başkanına götürün» dedi. Onlar da götürdüler.
Yu 2:9-10 Şölen başkanı, şaraba dönüşmüş suyu tattı.”
Suyu şaraba dönüştürmek sıradan bir mucize sayılabilir ama bununda kökeni yine şarap tanrısı Dionysosdur.

Dionysos da aynı İsa gibi suyu şaraba dönüştürmüştü…Ve bu mucize Dionysos inançlılarınca sürekli dile getiriliyordu…Yuhanna incili yazarları bu mucizeyi kendi tanrıları olan İsa’ya uyarlayıverdiler.

MİTRA VE İSA MESİH BENZERLİĞİ

Mitra’nın kayadan doğduğu belirtilen versiyonlarında “kayadan gelen Tanrı” (Theos ek Petras) olduğu söylenirdi. Takipçileri, kurtarıcı Tanrı Mitra’nın doğduğu bu kayadan çıkan “ruhsal” suyu içmeye çalışırdı. Aynı hikaye İsa’ya şöyle uyarlanmıştır;

Hepsi aynı ruhsal içeceği içti. Artlarından gelen ruhsal kayadan içtiler, ve o kaya Mesih'ti.”

Mitra aynı zamanda bir “güneş” Tanrısı idi. Güneş tanrısı olarak takipçileri tarafından “Light of the World” (Düyanın ışığı) olarak bilinirdi.

İncil’de aynı lakap, İsa’ya uyarlanmıştır:
Yu 8:12 “İsa yine halka seslenip şöyle dedi: «Ben dünyanın ışığıyım. Benim ardımdan gelen, asla karanlıkta yürümez, yaşam ışığına sahip olur.”

Mitra şöyle der:
Bedenimden yemeyecek ve kanımdan içmeyecek böylece benimle bir olmayacak kişi kurtarılmayacak kişidir”

Benzer ifade Dionysos'da da bahsettiğim gibi Yuhanna incilinde geçer.

Mitra bir yazıtta şöyle der:
“Ölümsüz kanıp döküp bizi kurtardın” (R. Turcan “Cults of the Roman Empire” 226)
 
Aynı ifade, “İsa’nın bizim için döktüğü kutsal kanıyla kurtulduk” şeklinde İncil’de hayat bulur.
 
Tıpkı İsa gibi Mitra'da öldükten sonra göğe yükselmiş ve insanları yargılamak için geri döneceği söylenmiştir.

BABA TANRININ ZEUS (JÜPİTER) İLE BENZERLİĞİ

Şimdi biraz da tanrı babanın Zeus ile benzerliğine değinelim.
Baba tanrı dünyada resim sanatında hep saçı sakalı ağarmış bir o kadarda ruhani ve kuvvetli bir ihtiyar olarak gösterilir.

İlk iki resim Hristiyan tanrısının betimlenişidir.

Ademin yaratılışı (Michalengelo)


Cima da Conegliano'nun Baba Tanrı isimli tablosu, yak. 1515

Şimdi de Zeus'un tasvirlerine bakalım.

4 nehir çeşmesindeki Zeus heykeli (Gianlorenzo Bernini)


Hera ve Zeus (Albertina Müzesi)


Bunlardan anlayacağımız şey ise yalnızca İsa Mesih'in değil baba tanrının hatta ayin ve ritüellerin çoğunda bile eski pagan inaçlarından esinler olmasıdır. Bunun nedeni dini yaymak beklide insanların uyum sağlamasını sağlamaktır zira belki de bunlar olmasaydı Milan fermanı ve Büyük Konstatin’in Hristiyanlığı kabulünden önce Hristiyanlık küçük topluluklar tarafından bilinen bir dinden başka bir şey olmayacaktı.

BABİLONYA YARATILIŞ MİTOSU 'ENUMA ELİŞ' VE İSLAM

Hazırlayan: A.Kara
A, Allah ve Marduk, Anunnaki, Anunnakiler, Babil mitolojisi, din ve mitoloji, Enuma Eliş, İslam ve mitoloji, İslamiyet ve Babil, Kur'an'ın kökeni, Marduk, mitoloji, Mitoloji ve din, Yaratılış destanı,

BABİLONYA YARATILIŞ MİTOSU: "ENUMA ELİŞ"
(SÜMER YARATILIŞ MİTOSUNUN BABİL ÇEŞİTLEMESİ)


Yükseklerde Gök henüz isimlendirilmemişken,
Ve aşağıda, Dünya çağrılmamışken ;
Boş ama başlangıçta mevcut olan APSU, Vücuda getiren onları,
MUMMU ve TİAMAT – hepsini doğurandı o,
Birbirine karışmıştı suları.

Saz bitmemişti, bataklıklar ortaya çıkmamıştı.
Tanrıların hiçbiri vücuda gelmemişti,
Hiçbirinin adı yoktu, kaderleri belirlenmemişti;
İşte tam ortalarında tanrılar şekillendi.

Sümer mitolojisi ve İslam konulu yayında, ilgili Sümer efsanelerinin daha sonra Babil'e, farklı toplum ve kültürlere farklılaşarak geçtiğini belirtmiştim. Bunun üzerinden devam edelim.

Sümer yaratılış efsanesinde yaratılış eylemlerini gerçekleştiren tanrılar sayıca çok olsa da temelde Enki ve Enlil başrolü oynamaktaydı. Fakat ilgili efsane Babil'e geçtiğinde Babilonyalıların "Akitu" adını verdikleri Yeni Yıl Şenliği ile ilişkilendirilmesinden dolayı Sümer'de olduğundan daha fazla öneme sahip oldu. Öyle ki törensel bir hal alarak "bir zamanlar yukarılarda" anlamına gelen ve "Enuma Eliş" adıyla bilinen yaratılış destanı şiirinde kendine yer buldu. Yeni Yıl etkinlikleri her yıl sonbaharın başlangıcını simgeleyen 10 günlük kutlamalardan oluşurken, evrenin düzenlenmesini, hayatın yenilenmesini ve gelecek yıl için tüm insanlığın kaderinin yazılmasını vurgulamaktaydı.

Sümer dinini anlatırken "yazgı tabletleri"nin büyük bir öneme sahip olduğu görmüştük. Yaratılış mitosunun Babil çeşitlemesinde yaratılış tabletlerine sahip olacak olan tanrı "Marduk" olduğundan ilgili mitosun baş rolünde de Marduk bulunmaktadır. Babil mitolojisinde Enlil'in yerini alan bilgelik tanrısı Ea yani Enki'dir fakat Marduk Ea'nın oğlu olduğundan ve kendisine verilen görev ve yetkilerden dolayı Marduk ön plana çıkar.

Bu yaratılış mitosuna dair anlatıların en temel kaynağını İngiliz araştırmacıların bulduğu ve yaratılış destanının Babil çeşitlemesini içeren 7 tablet oluşturur ve bilginlerin çoğunun ortak görüşü bu efsanenin M.Ö. 2000 yıllının başlarına ait olduğudur.

Nasıl ki Enki ile Enlil'in baş rolleri Marduk tarafından ele geçirildiyse benzer şekilde Enuma Eliş'in Asur dilinde bulunan bir Asur çeşitlemesinde de Marduk'un yerini Asur tanrısı Asur'un aldığı görülmektedir. Yani imparatorluklarının, başkentlerinin ve tanrılarının adı olan Asur'u (Aşur) ilgili efsaneyi kendilerine göre uyarlarken efsanenin baş rolü konumdaki tanrının yerine getirmişlerdir.

"Enuma Eliş" bizim için bir destan olsa da antik Babil dininde bunun sihirli güçlere sahip bir ilahi-şiir olarak görüldüğü, bu yüzden de bilhassa Babilonya Yeni Yıl kutlamalarında rahipler tarafından okunduğu bilgisine bulunan tabletlerden erişilmektedir.

Nasıl ki Sümer mitoslarında ilk yaratıcı tanrıların daha öncesine dair anlatımlar bulunmuyorsa aynı şekilde Babil Yaratılış Efsanesi de doğrudan tatlı-su okyanusu Apsu ile tuzlu-su okyanusu Tiamat ve vezirleri Mummu (Mummu'dan bazen oğulları olarak bahsedildiği de görülür) dışında hiçbir şeyin bulunmadığı ilksel durumu ve bunların evreni yaratmasını anlatarak başlar. Fakat bu yaratıcıların nasıl var olduğu konusuna değinmez.

►Efsaneye detaylıca girmeden önce dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki, efsanede adları geçen tanrı ve tanrıçalar insan olarak düşünülmemelidir. Bunlar gezegenleri, yıldızları, onların hareketlerini, doğadaki güçleri, kent devletlerinin mücadelesini ve siyasal gelişmeleri simgelemektedir. Yani ilgili Babil destanı çıplak gözle görülebilen gezegen ve yıldızların, doğa güçlerinin ilahlaştırılmasını ve bunlar üzerinden evrenin yaratılmasına dair oluşan inancı ve içerir.

Tuzlu su ile tatlı su olan bu iki tanrının karışmaları sonucu yeni tanrılar meydana gelir. Bunlardan ilk ikisi tanrı Lahmu (Lakmu) ve tanrıça Lahumu'dur (Lakamu).

Daha sonra Apsu ile Tiamat'ın çocukları olan bu ikilinin de birleşmeleri sonucu Anşar ile Kinşar, bunların da birleşmeleri sonucu gök-tanrı Anu ile toprak ve su tanrı Nidimmud, diğer bilinen adıyla Ea dünyaya gelir. Daha sonra, 50 isme sahip olan Babil'in koruyucu tanrısı, dünyanın ve cennetin efendisi lakaplı Marduk dünyaya gelir.
Marduk'a, Enki, Enlil, Ninhursag, Ninurta gibi tanrıların vasıfları yüklenir ve böylece Marduk Babil şehrinin baş tanrısı olur.

İlgili efsanede bir süre sonra ilksel tanrılar ile onların çocukları olan tanrılar kuşağı arasında çatışmalar yaşanmaya başlanır ve durum kendi çocuklarını öldürmek isteyen anne-baba halini alır. Yani İbrahimi dinlerde de karşılaştığımız, "yarattıklarını öldürmek isteyen" bir tanrı-tanrılar inancı görülür.

Başlangıç okyanusunu simgeleyen dişi deniz ejderhası yani bir yılan olan Tiamat'ın 2 yönlü kişiliği vardır ve bu yüzden bir yandan var ederken diğer yandan yıkmak ister.

Tanrıça Tiamat ve Apsu diğer tanrıların var olmasını sağlamıştı fakat artık genç tanrıların gürültüleri onları rahatsız etmeye başlar, öyle ki onları yok edip bu gürültüye bir son vermek isterler ve kendilerine akıl vermesi, nasıl yok edeceklerine dair yol göstermesi için Apsu'nun veziri Mummu'ya danışırlar. Tiamat onları yok etme konusunda istekli değilse de kocası Apsu oldukça kararlıdır çünkü genç tanrılar yok edildiğinde rahatlıkla uykusuna devam edebilecektir. Apsu ile Mummu bir yok etme planı hazırlarlar.

Fakat bu plan bir şekilde ortaya çıkınca genç tanrılar korku içinde koşturmaya başlarlar. Her şeyi bilen ve hatta Apsu'nun bile üstadı olan bilgelik tanrısı Ea yani Enki onların yok etme planına karşı bir plan geliştirir. Büyü yapma gücüne sahip olan Ea tüm genç tanrıları etrafında toplar ve onları saldırılara karşı koruması için sihirli bir çember çizerek büyülü sözlerini üfleyerek efsununu gerçekleştirir. Apsu derin bir uykuya dalınca Ea onun krallık tacını başından alır, onun doğaüstü ışınımını üstünden alıp giyerek onun güç ve kudretine de sahip olduktan sonra onu öldürür ve Apsu'nun üzerine diğer tanrılar için kutsal bir ziyafet yeri olması adına yine Apsu adında bir tapınak inşa ettirir.

Bu işte Apsu'nun yanında olan vezir Mummu'yu bağlar, burnuna bir ip geçirir ve onu hapseder. Fakat tanrıça Tiamat'a zarar vermez çünkü o kocasının bu planına karşı çıkmıştır.

Ea ile karısı Damkina'nın oğulları, yüreklere korku salan, haşmetli ve gözleri şimşek gibi çakan bilge tanrı Marduk inşa edilen bu Apsu tapınağında dünyaya gelir ve tanrıçaların emzirdiği Marduk'un olağanüstü güce sahip olduğuna değinilir.

Burada değinilmesi gereken önemli noktalar vardır. Örneğin Ea'nın büyülü sözler mırıldanıp üflemesi, yere çizdiği çember sayesinde kötülük ve saldırılara karşı koruma sağlaması gibi anlatıların farklı kültür, din ve inanışlarda kendine nasıl yer bulduğunu açıkça göstermektedir.

Yok etme planı engellenmiştir ama tanrılar kuşağı arasındaki çatışma bunlarla sınırlı kalmaz. Eşi öldürülen Tiamat bu durumdan çok rahatsızdır, yerinde duramaz olur, gece-gündüz demeden dolaşıp durmaktadır. Tiamat'ın genç tanrılar safında yer almış olmayan öteki çocukları, özellikle de ilk çocuğu Kingu bu durumu fırsat bilerek Tiamat'ı babaları öldürülürken olanlara göz yumduğu ve sessiz kaldığı için kınar, onu kışkırtarak öfkesini körüklerler. Tiamat'ı öylesine kinlendirirler ki tanrı Anu ve onun yandaşlarını yok etmek üzere harekete geçer. Bu sırada başkaldıran bazı tanrılar Ea'ya karşı gelerek tanrıça Tiamat'ın safına geçer.

İlk çocuğu olan Kingu'yu saldırının önderi yapan Tiamat onu silahlarla, yazgı tabletleri ile donatır ve kendi sihirli gücünü ona hediye ederek Kingu'yu tüm tanrılardan üstün kılar. Eylemleri bununla da kalmaz.Güçlü bir saldırı oluşturmak adına akrep-adamlar, at-adamlar yani kentaurlar, yılan ve ejderhalar gibi çeşitli canavar kalabalığını doğurur.

Tiamat'ın saldırı hazırlığı içinde olduğu Ea'ya haber verilince Ea bu tehlike karşısında korkuya kapılır, Anşar sıkıntılanır, ah çekerek dövünür. Büyükbaba Anşar, Ea'ya Apsu'ya karşı kazandığı zaferi anımsatarak onu cesaretlendirmeye çalışır ve Tiamat'a karşı çıkması gerektiğini söyler.

Ea Tiamat karşısında başarısız olunca Anşar, oğlu Anu'yu tanrılar meclisinin yetkileriyle donatır ve tanrıçayı amacından vazgeçirmesi için gönderirken ona şöyle der:

"[Git] ve Ti'amat'ın önünde dur [ki] ruhu [sakinleşsinl ve yüreği yumuşasın. [Eğer] senin sözünü dinlemezse, ona bizim [sözümüzü (?)]söyle ki sakinleşsin."

Tiamat ile görüşen Anu başarısız olur ve düşmanlarını yenmenin yolunun fiziksel güç kullanmaktan geçtiğini anlar, korkuya kapılır ve Anşar'dan görevden affını ister. Tüm Anunnakiler korku içinde beklemekteyken Anşar'ın aklına bir fikir gelir ve tanrılar meclisinde ayağa kalkarak bu görevin daha önce yiğitliğini kanıtlamış olan güçlü kahraman Marduk'a verilmesini önerir.

Babası Ea Marduk'a bu görevi kabul etmesini öğütler. Marduk tüm kuvveti dışa vurmuş halde ve büyük bir özgüven ile Anşar'ın huzuruna çıkarak bu görevi kabul eder ve şöyle der:

"[Anşar], sessiz kalma, dudaklarını aç; ben gidip senin gönlünde yatan her şeyi gerçekleştireceğim! Ey atam, yaratıcı, memnun ol ve sevin; yakında Ti'amat'ın ensesine ayağını basacaksın!"

Marduk görevi kabul etmiştir ancak tanrılar meclisinde kendisine eşit ve eksiksiz yetki verilmesini ve sözlerinin yazgıyı değiştirilemeyecek şekilde saptamasının kabul edilmesini şart koşar. Yani tanrıları kurtarması karşılığında bütün tanrıların en üstünü sayılmak ve tartışılmaz yetkiye sahip olmak istemektedir.

Anşar bu isteği kabul eder fakat kararın tanrılar meclisinde onaylanması gerekmektedir. Bunun üzerine Anşar veziri Kaka'yı çok uzaklarda yaşayan ve bu yüzden olaylardan haberdar olmayan Lahmu ile Lahamu'ya ve diğer tanrılara gönderir. Kaka gerçekleşen bu kavgalardan ve tehlikeden bahsederek onları Anşar'ın huzuruna çağırır, duydukları karşısında şaşkına dönen tanrılar dehşete düşüp, bağrışır ve korkuya kapılırlar.

Anşar'ın huzuruna gelen tanrılar kurultay sarayını doldurur ve ziyafet sofrası ile karşılanırlar.

“Şarap korkularını dağıttı, bütün tanrılar gevşeyip rahatladılar. Moralleri yükselen tanrılar; öçlerini alacak olan Marduk için yazgıyı belirleyip ilan ettiler."

Tanrılar Marduk'a en yüce konumu bağışlayarak ona evrenin bütünü üzerine krallık verirler fakat bu güce sahip olup olmadığını sınamak isteyerek orta yere bir giysi koyarlar. Marduk bu giysiyi önce görünmez kılıp daha sonra tekrar görünür kılınca (bazı araştırmacılar bu kısmı giysiyi önce tahrip edip daha sonra eski haline döndürdüğü şeklinde çevirmiştir) tanrılar ikna olur ve alkışlayarak "Marduk kraldır" derler. Ona krallık simgeleri olan Asa, taht, krallık giysilerini ve güçlü bir silah verir ve "Git Tiamat'ın hayatını kes!" derler.

Tüm tanrıların en yücesi konumuna gelen Marduk'un 50 ismi vardır, tıpkı tüm diğer Arap putlarını yok ederek en yüceleri konumuna gelen ve 99 isme sahip olan El-ilah gibi. Sizce bu benzerlikler tesadüf mü? Yoksa Sami din ve efsanelerinin Arap coğrafyasındaki yansıması mı? Kararı siz verin.

Destana devam edelim.

Savaş için kendini silahlandıran Marduk bir ağ yapar ve onu Anu'nun armağan ettiği dört yönün yeline taşıtır. Ok ve yay, topuz, şimşek ve korku salıcı örme demir zırh kuşanır. Yedi azgın tayfun yaratır, yağmur selini boşandırır, bedenini yakıcı alevlerle doldurur ve korkunç dört efsanevi yaratık tarafından çekilen fırtına arabasına binerek onu takip eden tanrılar ile birlikte Tiamat'a saldırmak üzere ilerler.

Önemli bir noktaya değinmekte fayda var ki tanrıların bu alevli fırtına arabaları tasvirleri ve onları çeken korkunç yaratıklara dair tasvirler ufak değişiklikler ile Hezekiel kitabına da girmiştir.

Marduk'u gören rakip tanrıların ve Kingu'nun içine korku düşer. Ti'amat kükreyerek Marduk'u korkutmak istediyse de Marduk bundan etkilenmedi ve Ti'amat'ı teke tek dövüşmeye çağırır.

Meydan okumayı kabul eden tanrıçayı ağını atarak kıstırır ve Tiamat Marduk'u yutmak için ağzını açtığında ağzını tekrar kapayamasın diye kötü yeli ağzından içeri yollayarak onu şişirir ve delip geçen, yüreğini parçalayan okuyla onu mıhlar.

Yenilgiyle korkuya kapılan Tiamat'ın cinleri kaçmayı denerken ağa takılıp bağlanırken önderleri Kingu'da yakalanıp bağlanır ve Marduk ondan yazgı tabletlerini alıp kendi mühürü ile mühürleyip göğsüne bağlayınca tanrılar arasında en yüce yetkiye ulaşmış olur.

Marduk sopasıyla Ti'amat'ın kafasını yarıp ana damarlarını keser ve kanını güney rüzgarları ile evrenin en uzak noktalarına kadar taşıtır. Tiamat'ın gövdesinden evreni yaratır. Tanrıçanın gövdesinin yarısı ile yeri diğer yarısı ile göğü var eder, yani yer ile göğü birbirinden ayırır ve göğü direklerle tutturur.

Gördüğünüz üzere Sümer mitolojisinde karşımıza çıkan yer ve göğün birbirinden ayrılması anlatımı Babil inanışında da devam etmektedir ve bunun yansımaları daha sonra Arap coğrafyasına ve Kur'an'a başlangıçta bitişik olan yer ile göğün ayrılması şeklinde geçmiştir.

Bu durum farklı kültürlerin kendi ilahlarını diğer ilahlarla güç yarışına sokmalarının, üstün kılma çabalarının bir sonucudur.

Sümerlerdeki inanış ile birebir aynı görüşü, düz dünya betimlemesini anlatan Kur'an'da, Allah'ın göğü direksiz olarak yükseltmesi anlatımı (Ra'd: 2) Kur'an'ı yazanların kullandığı akıllıca bir yöntemdir çünkü böylece kendi ilahlarının Samilerden onlara anlatılagelen Marduk'dan daha güçlü, kudretli olduğunu, göğü yukarıda tutmak için direğe bile ihtiyaç duymadığını vurgulamak istemişlerdir:

"Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz olarak yükseltti. Sonra arşı istiva etti. Her biri belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına aldı. Kesin olarak Rabbiniz’le buluşacağınıza inanmanız için buyruğunu yürütüp, ayetleri uzun uzun açıklıyor." (Ra'd suresi 2.ayet)

Bu ve benzeri onlarca net kanıttan sonra eğer hala Arapların Sümer ve Babil efsanelerinden haberdar olmadığını söyleyecek olan varsa, bilmelidir ki kimseyi inandıramaz. Marduk ile Allah arasındaki bağlantı konusunda anlatılmayı bekleyen çok sayıda detay var fakat bunlar ayrı bir videonun konusu.

Efsaneye kaldığı yerden devam edelim:

Marduk Tiamat'ın yarısından yarattığı gökyüzünü tutması ve tanrıçanın sularının boşalmasını önlemesi amacıyla yerleştirdiği direkleri korumaları için bekçiler atar. Daha sonra Anu ve Ea'yı kendi bölgelerine yerleştirir.

Buradan sonra Marduk'un en önemli görevi olan evrene düzen verme süreci başlar; ki bunun da en önemlisi takvim oluşturmaktır. Evreni düzenlemesini güneşin doğup batacağı doğu ve batı kapıları yaptırmak, ayın değişim evrelerini saptamak ve ona geceyi aydınlatması için ışık vermek, takımyıldızlarını göklere yerleştirmek, baş ucunda Anu'nun, kuzeyde Enlil'in ve güney göklerinde Ea'nın olmak üzere üç göksel yolu birleştirmek olur.

Marduk önce yer ve göğü birbirinden ayırmıştı, şimdi de göğü kandillerle donatmış ve onları düzenlemiş oldu.

Tiamat yenildiği için onun yanında yer alan rakip tanrılar Marduk'un safındaki tanrılara hizmet ekmekle görevlendirilince tutsak tanrılar Marduk'tan bu görevi kendilerinden almasını isteyince Marduk babası Ea'nın da tavsiyeleri ile insanı yaratmaya karar verir.

Tiamat'ın öfkesini körükleyen ve esir tutulmakta olan Kingu bağlanmış bir şekilde yüce mahkeme karşısında yargılanır, Marduk'un talimatı ile Ea ve bazı tanrılar Kingu'nun ana damarlarını kesip onun akan kanından Sümerce'de "lullu" olarak görülen ve Sami diline "amelu" olarak çevrilen canlı soyunu yani insanı yaratır.

Böylece tutsak tanrıların zafer kazanmış olan tanrılara hizmet görevi onlardan alınır ve insanoğluna verilince insanoğlu hem eski tutsak ilahların hem de zafer kazanmış olan tanrıların yeme-içme ihtiyacını sağlamak hem de tapınak ayinleri ile ilgili işleri yürütmek durumunda kalır.

Böylece Marduk tüm tanrıların gözünde yükselir ve Anunnakiler saygılarının bir işareti olarak Marduk'un büyük tapınağı Esegila'yı ve Babil kentini inşa eder. Yaptıkları şölende Marduk'un 50 adını okurlar. Bir kurultay ile tüm yetkiyi ve otoriteyi ayrıca okudukları 50 adı resmi olarak verir, onun yolunu tüm yollar arasında birinci kılarlar.

Efsanede görülen Marduk'un 50 ismi ile Allah'ın 99 ismi yine toplumların tanrılarını soktukları güç yarışının bir sonucu-yansıması olabilir.

Antik Sümer ve Babil dinine baktığımızda bunların İbrahimi dinlere ciddi şekilde kaynak oluşturduğu ortadadır ve gelecekte ele alacağım mitoslar ile daha böyle yüzlercesinin olduğunu göreceğiz.

Bu durumu savuşturmak için teistler "bunlar dinimizin eskiden de var olduğunun kanıtıdır, fakat sonradan bozulmuştur, bozulmuş şekilleridir" deseler de yüzlerce antik toplumun tamamının bozulduğuna inanmak, bir savunma güdüsü ile dini kurtarma çabasından başka bir şey değildir.

Allah, Rab veya Yehova'nın iddia edildiği gibi bu ve diğer antik medeniyetlere peygamber göndererek onlara tek tanrıyı tebliğ ettiğine yada bir zamanlar onların da teistlerin tek ilahına taptığına dair hiçbir kanıt yoktur!
İlgili antik topluluklar konusunda teistlerin bu iddasını destekleyen bir tane bile çivi yazısı, kabartma veya herhangi bir belgenin olmaması bu iddiayı sadece içi boş bir teori yapar.