HABERLER
Dini Haber
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HABİL İLE KABİL ve DUMUZİ İLE ENKİMDU

Hazırlayan: A.Kara

SÜMER MİTOLOJİSİ VE İBRAHİMİ DİNLER :
ÇİFTÇİ VE ÇOBANIN MÜCADELESİ


Antik Sümer ve Babil toplumlarının birçok dini etkilediğini, birçoğu için kaynak olduğunu Sümer Mitolojisi ve İslam, Babil Mitolojisi ve İslam gibi araştırma makaleleri ile anlatmaya çalışmıştım.

İbrahimi dinlerin kitaplarında kendine yer edinmiş olan ve kökeni antik Sümer olan bir başka efsane ise Dumuzi ile Enkimdu yani Habil ile Kabil (Kayin) mitosudur. Çoban ile çiftçinin yaşam tarzlarına ve tanrıça İnanna'nın aşkını elde edebilmek için aralarında oluşan rekabete değinen bu efsane özellikle Tevrat'ta kendine geniş yer bulmuşken, Kur'an ve İncil'de daha kısa şekilde geçmektedir.

İsrailliler Dumuzi'yi Babilli adıyla Tammuz (Temmuz) olarak biliyorlardı.
Tanah'ta, Hezekiel 8:14-15'te şöyle yazar:
14) Bundan sonra beni Rab'bin Tapınağı'nın kuzeye bakan kapısının giriş bölümüne götürdü. Orada oturup Tammuz için ağlayan kadınları gördüm.
15) Bana, “İnsanoğlu, bunu gördün mü? Bundan daha iğrenç şeyler de göreceksin” dedi.

Dumuzi ve Enkimdu olarak bilinen Sümer efsanesine göre tanrıça İnanna kendine bir eş seçecektir ve önünde 2 seçenek vardır: Çoban tanrı Dumuzi ve çiftçi tanrı Enkimdu.
İnanna'nın erkek kardeşi ve güneş tanrısı olan Utu, ona çobanı yani Dumuzi'yi tercih etmesini söylemektedir fakat İnanna'nın gönlünden geçen isim çiftçi olan Enkimdu'dur.

Çoban ve çiftçi, İnanna'yı ikna etmeye çalışmaktadır. Dumuzi İnanna'ya Enkimdu'nun sahip olduğu her şeye, hatta fazlasına sahip olduğunu söyler. Enkimdu'da İnanna'yı istediği için Dumuzi'yi bu sevdadan vazgeçirmeye çalışarak ona türlü tekliflerde bulunur fakat Dumuzi İnanna ile evlenme arzusundan vazgeçmemektedir.

Tablette yazan şiirde Enkimdu'nun çoban tanrıya şunları dediği görülür:

"Sen ey çoban , niye bir kavga çıkarıyorsun ?
Ey Çoban Dumuzi niye kavga çıkarıyorsun ?
Benle seni, ey çoban , benle seni niçin karşılaştırıyorsun ?
Koyunların yerin otlarını yesin,
Benim otlaklarımda senin koyunların otlasın,
Zabalam tarlalarında ot yesinler,
Tüm koyun sürülerin ırmağım Unun'un suyunu içsin "

Dumuzi şöyle cevap verir:

"Ben , çoban [diyorum ki] evliliğim ey çiftçi 
dostum olarak girme [burnunu sokma]
Ey çiftçi Enkimdu , dostum olarak, ey çiftçi [evliliğimi] çiğneme"

Enkimdu'nun ise vereceklerini sıralamaya devam ederek ikisini de ikna etmeye çalıştığı görülür:

"Sana buğday getireceğim, fasulye getireceğim sana,
... fasulyesi getireceğim sana,
Genç kız İnanna (ve) sen neden hoşlanırsan o şeyi
Genç kız İnanna ...getireceğim sana ."

Enkimdu'nun bu uğraşlarına rağmen Sümer efsanelerinde kendisinden İnanna'nın kocası olarak bahsedildiğinden ve tablette yer alan şiirlerden bu çekişmenin kazananının çoban tanrı Dumuzi olduğu açıktır. İnanna başta çoban olduğu için Dumuzi'yi küçük görür ve şöyle der:

Çobanla evlenmeyeceğim, asla!
Yünü kaba giysileri kabadır onun.

Fakat çoban Dumuzi hitabeti ve sundukları ile bereket tanrıçası İnanna'yı kendine aşık eder ve çiftçi Enkimdu geri planda kalır.

Bu efsanede çoban tanrı Dumuzi'nin çiftçi tanrı Enkimdu'nun armağanlarından hiçbirini kabul etmemesinin Tevrat'ta Yehova, Kur'an'da ise Allah'ın çiftçi Kayin'in tarım ürünlerini kabul etmemesinin temelini oluşturduğu açıktır. Kökeni antik Sümer olan birçok efsanenin semavi dinlerde yer aldığı gerçeği göz önündeyken bu efsanenin de Sümer'den ve onları işgal eden Samilerden çevre topluluklara yayılmış olması oldukça büyük bir olasılıktır.

Tevrata göre yeryüzünde ilk başta sadece Adem ile Havva ve Kayin ile Habil yaşamaktadır ve tıpkı Sümer efsanesinde olduğu gibi tanrı Yehova'nın kendine adaklar sunan Kayin ile Habil'den çiftçi olan Kayin'in mahsullerini kabul etmediği görülür. Bunun üzerine Kayin kıskançlık hissine kapılarak kardeşi Habil'i öldürür.

Tevrat ve Kur'an'dan ilgili ayetlere bakalım:

Yaratılış 4:1-9:
Adem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. “RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim” dedi.
2) Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu, Kayin ise çiftçi.
3) Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi.
4) Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. RAB Habil’i ve sunusunu kabul etti.
5) Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı.
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”
8) Kayin kardeşi Habil’e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.
9) RAB Kayin’e, “Kardeşin Habil nerede?” diye sordu.
Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi.

Maide Suresi 27-30. Ayetler:
27) Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine, "Andolsun seni öldüreceğim!" dedi. O da dedi ki: "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.
28) Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.
29-30) Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zalimlerin cezası işte budur."
Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Habil ile Kabil mitosu Tevratın yazanlar tarafından büyük ölçüde değiştirilmiştir ve efsanenin Tevrat varyantında yer alan Kayin ile Habil her biri kendi kurban törenlerini uygulayan iki farklı toplumu temsil etmekte kullanılmıştır. Antik dönemdeki birçok topluluk doğa olaylarını olağan dışı şekilde yorumlar, mahsül bakımından verimsiz geçen yılları tanrının onlara duyduğu öfke ve kızgınlık, hatta lanetlemesi olarak düşünürlerdi. İşte çiftçinin adaklarının kabul edilmemesi de o yılın mahsul bakımından verimsiz geçtiğinin bir işaretiydi ve bu gibi verimsiz dönemlerde insanlar bu durumu düzeltmesi için tanrıya bir nevi bir kefaret olarak kurban verirlerdi.

Yaratılış 4:6-7 bu bağlamda okunduğunda üzerindeki bulanıklık ortadan kalkacaktır. Zira bu bölümde İbrani tanrısı Yehova, Kayin'e böyle bir törenin gerekliliğini vurgulamaktadır:
6) RAB Kayin’e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın?
7) Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.”

Tevrat'ın İ.Ö. 3.yy'da yapılan Yunanca çevirisinde (septuagint) yazan fakat İbranice metinde yer almayan önemli bir cümle vardır:
"Ve Kayin kardeşi Habil'e tarlaya gidelim" dedi. Bu ayrıntıdan sonra Sümer efsanesi ile arasındaki bir diğer bağlantıyı fark ettiniz mi?
Sümer mitosunda da çiftçi tanrı çoban tanrıyı koyunlarını getirip tarlalarında otlatması için çağırıyordu.

Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki bu efsanenin Yahudi uyarlamasında çoban verimsiz olan, çiftçinin iyi mahsul alamadığı sürülmüş topraklar üzerinde öldürülür ve bu durum bahsi geçen öldürmenin ritüel yönden önemli bir niteliğe sahip olduğunu gösterir.
Çünkü anlatıda şöyle yazar: "Yer senin kardeşinin kanını alabilmek için ağzını açtı"
Tüm bunlara bakıldığında öldürmenin düşüncesizce, sadece kıskançlık hissi ile yapılmadığı ortadadır. Asıl vurgulanan şey verimsizliği ortadan kaldırmak adına tanrıya kurban sunmak ve kurbanın kanıyla verimsiz toprağı ıslatarak döllemek, bu yolla onu verimli hale getirmektir; ki bu da komünal bir ayindir.

Tevrattaki hikayede tanrının Kayin'i hem lanetlemesi hem de onu kimse öldürmesin diye üzerine koyduğu bir işaretleme koruması tuhaf değil mi? Çünkü Tevrata göre bu durum yaşandığında yeryüzünde kardeşini öldüren Kabil ve onun akrabaları dışında kimse yaşamamaktadır. O halde Yahudilerin tanrısı Yehova o dönemde başka insan topluluklarının yaşamadığını unutmuş mudur? Hayır, bu aslında Babil geleneklerine dayanan bir uygulamanın izlerinin bulunduğu anlatıdır.

Babilonya Yeni Yıl Şenliği olan Akitu ve Atina Bouphonia ayini gibi mevsimsel ayinlerin uygulanışına baktığımızda duruma açıklık getirebiliriz.
Babil toplumunun özellikle daha verimli hasat elde etme amacıyla kutladığı Akitu şenliğinde kurbanı kesecek olan bir rahip ve bir cin kovucu öldürülmüş koyunun kanını tanrı Marduk'un oğlu Nabu'nun sunağının duvarlarına sürerek dinsel anlamda arındırırdı.
Fakat bu ritüeli yapanların kirlendiğine inanıldığından ayinin hemen akabinde toplum tarafından zorla sürgüne gönderilir ve Akitu şenliği bitene kadar çölde kalırlardı.

Çıktığı dönemde sonbaharda kutlanan Yeni Yıl Şenliğinin bir bölümünü de İbrani Kefaret Günü ritüeli oluştururdu ve bu ritüelde tamamen dinsel-ritüel amaçlı bir öldürme ve kaçışın var olduğu görülmektedir. İbrani örneğinde baş rolde insanın değil de biri öldürülen diğeri çöle sürülen iki keçinin olduğu görülür. Öyle ki "günah keçisi" deyişi bile bu gelenekten türetilmiştir.
Benzer şekilde, Atina Bouphonia ayininde bir öküz öldürülüp kanı sunulurdu ve ayinin kurban verme sürecini yürüten iki kişi yine sürgüne gönderilir, bir süre uzaklaştırılırdı.

Tüm bunlar dikkate alındığında Tevrattaki Kayin ve Habil efsanesinde Kayin'in kaçışı onun ritüel nitelikli bir eylem gerçekleştirdiğini gösterir. Tevrattaki bu anlatının kökeni olan Babil mevsimsel ayinlerinde töreni uygulayan, kurban veren kişi kutsal bir iş yaptığından arınıp temizlenene dek sürgün edilirdi. Bu yüzden öldüren kişi aynı zamanda kutsal bir koruma altına girerdi çünkü inanışa göre o tanrının onları görmesini, topraklarını ve hasatlarını bereketlendirmesini sağlayan yani topluluk yararına çalışan biriydi. Fakat kurban ayini sonrası dokunulmazlığa sahip olsa da törensel anlamda kirlenip murdar sayıldığından topluluktan uzaklaşması gerekirdi.
Tevratta Yehova'nın katilin üzerine öldürülmemesi için işaret koymasının temeli de Babildeki bu ayinlerde yatar. Ayin sonrası sürgüne giden rahiplerin kutsal kişiler olduğunun, tanrının mülkü olduklarının bilinmesi ve öldürülmelerini engellemek adına yüzlerinde bir dövme yada vücutlarında çeşitli işaretler taşırlardı.

Eski Ahit'teki bir anlatı da peygamber olduğuna inanılan kişilerin bu tür işaretler taşıdığından bahseder, böylece ilahi kişiler olduğu, tanrının mülkü oldukları anlaşılacaktır:

Zekeriya Kitabı 13:4-6:
"Ve o gün vaki olacak ki, peygamberler utanacaklar, peygamberlik ettiği zaman herkes kendi niyetinden utanacak ve aldatmak için kıl kaftan giymeyecek ve diyecek: Ben peygamber değilim, ben toprak işçisi bir adamım; çünkü gençli­ğimde bir adam beni köle edindi. Ve biri ona diyecek: kollarının arasındaki bu yaralar ne? (Kitabı Mukaddes (1981 Türkçe baskısı)

Tüm bunların ışığında Tevrat'ta Kayin'in Habil'i öldürmesi hikayesinin temelinin Sümer ve Babil'e dayandığı, bu ayetlerin özgün biçiminin aslında ürün bolluğu için ayinsel bir kan akıtmayı-öldürmeyi anlattığı, öldüren ve sürgüne giden din adamının kutsal işaretlerle koruma altına alındığı mevsimsel kutlamalardan bahsettiği açıktır.

Tevratı yazanlar Sümer ve Babilden devşirdikleri bu efsaneyi kısmen değiştirmişti. Kur'an'ın yazarları da bu anlatıyı Tevrat'tan alırken kendilerine göre uyarladığından Kur'an'da yüzeysel olarak anlatılan Habil ile Kabil hikayesi Babildeki asıl halinden tanınamayacak derecede uzaklaşmış ve Kabil, kardeşini öldürerek günah işleyen, yeryüzünde ilk kanı döken insana dönüşmüştür.

FİN KAHRAMANI VÄİNÄMÖİNEN

Hazırlayan: A.Kara


VÄİNÄMÖİNEN

Güçlü ve sihirli bir sese sahip, yaşlı ve bilge bir adam olan Vainamöinen Fin mitolojisinde ve ulusal destanları Kalevala'da sihirli güçleri olduğu anlatılan yarı tanrı bir şaman-ozan kahramandır. Eston Vanemuine karakteri ile ilintili olan Vainamöinen, Kalevala'nın ana karakteri ve en yakın dostu tanrısal demirci İlmarinen'dir.

Väinämöinen'den bahsedilen ve kaybolmadan günümüze kadar gelen ilk kayıt 1551'de Mikael Agricola'nın yazdığı Tavasti (Hame) tanrıları listesidir. O ve diğer yazarlar birçok efsanede dünyanın var oluşunun merkezi figürü olan Väinämöinen'i ilahiler, şarkılar ve şiirin tanrısı olarak tanımladılar. Fin ulusal destanı Kalevala açılış bölümlerindeki bir öykü ile onun yaratılışını anlatır. Bu efsane kaostan ve kozmik bir yumurtadan yaratılışın yanı sıra yeryüzü balık adamlarının yaratılışının unsurlarına da sahiptir.

İlk başta sadece ilkel sular ve Gökyüzü vardır. Ancak Gökyüzünün İlmatar adında bir kızı vardır. İlmatar bir gün suya girer ve hamile kalır. Sularda çok uzun süre hamile kalır ve doğum yapamaz. Bir gün bir altın gözlü ördek dinlenme yeri ararken uçup İlmatar'ın dizine konar ve yumurtalarını da dizine bırakır. Kuş yumurtalarını kuluçkaya yatırırken İlmatar'ın dizi ısındıkça ısınır. Sonunda ısıya dayanamaz, duruma bacağını hareket ettirerek karşılık verir ve üzerindeki yumurtaların suya düşük parçalanmasına neden olur. Yumurta kabuklarından birinin alt kısmından toprak, birinin üst kısmından ise gökyüzü oluşur. Yumurta beyazları aya ve yıldızlara, sarısı ise güneşe dönüşür.

İlmatar sularda yüzmeye devam eder. Ayak izleri balık havuzları haline gelir ve işaret ederek kara hatlarını belirler. Bu şekilde her şeyi yapar. Sonra bir gün ilk erkek olan Väinämöinen'i doğurur. Väinämöinen arazi bulana kadar yüzer ancak arazi çoraktır. Sampsa Pellervoinen ile karaya hayat yayar. [5]

Cristfried Ganander tarafından toplanan on sekizinci yüzyıl halk masalında Väinämöinen'in Kaleva'nın oğlu ve dolayısıyla İlmarinen'in kardeşi olduğu söylenir. Adının "havuz akıntısı" anlamına gelen Fince väinä kelimesinden geldiğine inanılır.

KALEVALA DESTANINDA VÄİNÄMÖİNEN

On dokuzuncu yüzyılda bazı halk bilimciler, bilhassa Kalevala'nın yazarı Elias Lönnrot, Väinämöinen'in mitolojik geçmişine itiraz ederek onun eski bir kahraman ya da belki de 9.yy'da yaşamış etkili bir şaman olduğunu iddia ettiler. [6] Väinämöinen'i doğrudan tanrısal özelliklerinden ayıran Lönnrot, Väinämöinen'i bizzat kendi icat ettiği ilk tanrıça İlmatar'ın oğlu yaptı. Bu hikayeye göre bir ördek gelip dizine yumurta bıraktığında denizde yüzen oydu. Väinämöinen doğduğu andan itibaren çağların bilgeliğine sahipti çünkü yeryüzü oluşturulurken ve annesi denizde 730 yıl boyunca yüzerken onun rahmindeydi. Ancak güneşe, aya ve büyük ayıya (yıldızlar, Büyük Ayı'ya atıfta bulunarak) dua ettikten sonra annesinin rahminden dışarı çıkarak denize dalabilirdi.

Väinämöinen kaos üzerinde düzen uygulayan, Kaleva topraklarını kuran ve Kalevala çevresindeki pek çok olayın etrafında rol oynayan 'ebedi ozan' olarak sunulur. Bir eş arayışı Kaleva ülkesini ilk başta dostça görünen ama daha sonra durumun değiştiği kuzeydeki karanlık ve tehditkar komşusu Pohjola ile düşmanca bir temasa sokar. Bu çatışma İlmarinen tarafından yaratılan, elinde tutan kişiye zenginlik ve iyi bir gelecek sağlayan büyülü bir eser olan Sampo'nun yaratılması ve çalınmasıyla başlar, ardından onu yeniden ele geçirme görevi ile gelişmeye devam eder ve Sampo'nun parçalanıp, parçalarının bilinmeyen bölgelere dağıtıldığı bir savaş ile sonuçlanır.

Väinämöinen ayrıca şarkı söyleyerek şiddetli Joukahainen'i bataklığa batırmış, sesinin büyüsünü göstermiştir.
Väinämöinen ayrıca büyük bir turna keserek onun çene kemiklerinden Finlere ait telli bir çalgı olan kantelenin sihirli olanını yapar.

Tüm ihtişamına rağmen Väinämöinen'in sonu kibirli bir sondur. Kalevala'nın 50. ve son şiiri meyve yedikten sonra hamile kalan ve bir erkek bebek dünyaya getiren bakire Marjatta'nın hikayesini anlatır. Bu çocuk incelenmek ve yargılanmak üzere Väinämöinen'e getirilir. Kararı böyle garip şekilde doğmuş bir bebeğin öldürülmesi gerektiğidir. Bunun üzerine henüz iki haftalık olan yeni doğmuş çocuk yaşlı bilgeyi Joukahainen'in kız kardeşi olan Aino'yu kendi elleriyle boğduğundan ve tüm diğer günahlarından dolayı kınar. Bunu takiben bebek vaftiz edilir ve Kalevala kralı olarak adlandırılır. Yenilen Väinämöinen deniz kıyısına giderek ölümlü alemlerden uzağa yelken açmak için bakırdan bir tekne söyler. Son sözleriyle ise zanaatlarına ve bilgeliğine bir kez daha ihtiyaç duyulacağı bir zamanda tekrar geri döneceğini vaat etmiştir. 50. şiir böylece tematik olarak Hristiyanlığın Finlandiya'ya gelişini ve ardından eski pagan inançlarının kayboluşunu yansıtıyor. Bu genel olarak destanlar arasında ortak bir temadır, örneğin Kral Arthur'un öyküsünde de Arthur Avalon'a gitmeden önce benzer bir söz verir.

Antik Estonya destanı Kalevipoeg'de de Vanemuine adında benzer bir kahramandan söz edilir. İskandinav mitoslarının baş karakterlerinden baba tanrı Odin de Väinämöinen ile sihir ve şiir bağlantıları gibi pek çok ortak özellik paylaşır.

Kalevala destanı İngilizce'ye ve diğer birçok dile hem şiir hem de nesir olarak tam ve özet biçimlerde çevrilmiştir. Birçok mitolojisinin film ve kitaplara konu olduğunu biliyor ve görüyoruz. Öyle ki Fin mitosundaki bu bilge karakter Väinämöinen de J. R. R. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi romanındaki büyücü Gandalf'a kaynak olarak tanımlanmıştır. [7] Väinämöinen ile büyük benzerlikleri olan bir başka Tolkienli karakter ise Tom Bombadil'dir. O da Väinämöinen gibi dünyasındaki en güçlü varlıklardan biridir ve her ikisi de kendi ortamlarında kadim ve doğal varlıklardır. Hem Tom Bombadil hem de Väinämöinen şarkının ve bilginin gücüne güvenen karakterlerdir. Aynı şekilde Ağaçsakal ve Entler de genel olarak Väinämöinen ile karşılaştırılmıştır. [8]

ÇİN YARATILIŞ EFSANESİ VE PANGU

Hazırlayan: A.Kara


YARATILIŞIN BABASI : PANGU
(KAOSTAN YARATILIŞA UZANAN EFSANE)

Bir önceki makalede Çin yaratılış mitoslarındaki önemli karakterlerden biri olan tanrıça Nügüa'dan (Nuwa) bahsetmiştim. Sırada başka bir Çin yaratılış mitosu ve onun baş karakteri tanrı Pangu var.

Pangu, Çin mitolojisinin bazı versiyonlarında yaşayan ilk varlık ve bunların yaratıcısıdır.

Kökeni Taoist geleneklere dayanan Pangu genellikle kaba tüylü, uzun-sık sakallı, kafasında boynuzları olan, elinde çekiç tutan ilkel bir dev olarak betimlenir ve Pangu'ya ilişkin en eski mit Üç Krallık (三國) döneminin yazarlarından Xu Zheng tarafından kayda alınmıştır. Son zamanlarda ise adı Pangu'nun ismine MS 156 tarihli bir mezarda da rastlanmıştır. [1]

Efsaneye göre başlangıçta hiçbir şey yoktur, kaos vardır ve evren niteliksiz, biçimsiz bir ilkel durum içindedir ve dualizm yoktur. Şekilsiz olan kaos 18.000 yıl gibi bir süre içerisinde bir kozmik yumurtaya dönüşür. Bunun içinde Yin ve Yang'ın zıt ilkeleri mükemmel bir şekilde dengelenir ve iyice büyüyen Pangu yumurtadan çıkar (veya uyanır). Kozmik yumurtanın içindeki Pangu Çinlilerin Yin ve Yang'dan önceki birliği vurgulayan, farklılaşmamış, mutlak ve sonsuz potansiyelin "Yüce Nihai" durumu için kullandığı bir terim olan Taiçi'yi simgeleyen kozmolojik bir terimdir. [2]

Kozmik yumurtadan çıkan Pangu dünyayı yaratmaya başlar; Dev baltasını sallayarak Yin ve Yang'ı birbirinden ayırır ve Yin yeryüzünü Yang ise gökyüzünü oluşturur. Pangu onları ayrı tutmak için aralarında durur ve gökyüzünü yukarı iter. Geçen her gün gökyüzü 3 metre yukarı çıkarken, yeryüzü 3 metre kalınlaşır ve Pangu 3 metre daha uzar çünkü onları birbirinden ayrı tutmaya çalışmaktadır. Bu görev 18.000 yıl daha sürer.
Hikayenin bazı versiyonlarında Pangu'ya bu görevde en önde gelen dört yaratık yardımcı olur. Bunlar: Kaplumbağa, Anka Kuşu, Ejderha ve Erderha başına, tırnaklı hayvan bedenine ve geyik boynuzlarına sahip olan mitolojik yaratık Kirin'dir.

Pangu dünyadaki tek varlık olduğu için karakterindeki farklı özellikler dünyada farklı değişikliklere neden oldu. O huzurlu olduğunda gökyüzü açık, kızdığında kapalı olur, ağladığında yağmur yağar, nehirler ve göller oluşur, içini çektiğinde rüzgarlar eser, gözlerini kırptığında gökyüzünü şimşeklerle doldurur, horlarken gökyüzü gök gürültüsüyle dolup taşar.

Pangu yeryüzünde durup on sekiz bin yıl boyunca gökyüzünü kaldırdıktan sonra iki parça arasındaki mesafenin yeterince büyük olduğunu hisseder, yorulur ve uykuya dalar. Öyle yorgundur ki sonunda uykusunda ölür.

Öldüğünde nefesi rüzgar, sis ve bulutlarını; sesi, gök gürültüsünü; sol gözü Güneşi, sağ gözü Ay'ı, başı dağları ve dünyanın sınırlarını, kanı nehirleri, kasları bereketli toprakları, yüz kılları yıldızlar ve Samanyolunu, kürkü çalıları ve ormanları, kemikleri değerli mineralleri, ilikleri değerli mücevherleri, teri yağmuru oluştururken rüzgarın taşıdığı kürkündeki pireler ise hayvanlara dönüşürken ruhundan ise insanlar meydana gelir.

Bazı efsaneler köpek başına ve insan vücuduna sahip olan Pangu'dan doğrudan insanlığın babası olan göksel bir yaratık olarak bahsederken, efsanenin başka bir varyantı onun insanları çamurdan şekillendirdiğini iddia eder.

EFSANENİN KÖKENLERİ

Derk Bodde bu efsaneyi Güney Çin'deki Miao halkı ve Yao halkının ata efsanelerine bağlar. [3]

Guangxi Milliyet Araştırmaları Enstitüsü başkanı Profesör Qin Naichang [4] Pangu mitinden önceki gerçek yaratılış mitini şu sözleriyle yeniden inşa ediyor. Fakat okurken unutmayın ki bu aslında gerçek bir yaratılış efsanesi değildir:

Bir erkek ve kız kardeş tarih öncesi dönemde gerçekleşen Tufan'da su üzerinde yüzen bir su kabağına sığınıp içinde çömelerek hayatta kalan tek çift olurlar. İkili daha sonra evlenir ve bileme taşı şeklinde bir et kütlesi doğar. Onu kesip parçalarlar ve bu et parçaları çoğalmaya-üremeye başlayan büyük insan topluluklarını oluşturur. Bu kız ve erkek kardeş çifti Zhuang etnik dilinde sırasıyla "bileme taşı" ve "kabak" anlamına gelen 'Pan' ve 'Gou' olarak adlandırılır.

Paul Carus konuya dair şunları yazmıştır:
Yih felsefesinin temel fikri öylesine ikna ediciydi ki dünyayı elindeki keskisi ile sonsuzluğun kayalarından oyduğu söylenen P'an-Ku'nun Taocu kozmolojisini neredeyse yok etti. Efsane edebiyatçılar tarafından ele alınarak onurlandırılmamış olsa da yorumu hak eden bazı ilgi çekici özellikler içermektedir.

P'an-Gu iki şekilde yazılmıştır: Biri edebi tercümelerde "eski havza", diğeri "havza katı" anlamına gelir. Her ikisi de sesteş sözcüklerdir, yani aynı şekilde telaffuz edilirler fakat orijinal ve doğru yazım olarak birincisi tercih edilebilir. Açıkçası bu ad "yerli uçurum" anlamına geliyor ve bunun Babil mitosundaki Tiamat'ın "Derin" kelimesinin çevirisi olduğuna inanmak için geçerli nedenlerimiz var.

Çin efsanesi bize P'an-Ku'nun kemiklerinin kayalara dönüştüğünü söyler; eti toprağa; iliği, dişleri ve tırnakları madenlere; saçları ot ve ağaçlara; damarları nehirlere; nefesi rüzgara ve dört bacağı dünyanın dört bir köşesini işaretleyen sütunlar haline gelir. Bu sadece İskandinav mitolojisindeki Dev Ymir mitinin değil aynı zamanda Babil'in Tiamat efsanesinin de Çin varyantıdır.

P'an-Ku'ya dair yapılmış olan resimler onu yaşlılığı veya ölümsüzlüğü sembolize eden ve doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kaplumbağa ve turna gibi hayvanlar eşliğinde çizilmiştir. Bu çizimlerde 
bazen de gücün simgesi olan ejderha ve mutluluğun simgesi olan anka kuşu yer alır.

P'an-Ku'nun gövdesinden Yeryüzü oluştuktan sonra sırasıyla üç büyük kaynağın hüküm sürdüğü söylenir. Bunlar; İlki göksel, ikincisi karasal, üçüncüsü ise insan egemenliği olan üç kaynaktır. Daha sonra bunları da zamanla insanlığa gökten ateşi indiren ve insana onu kullanmayı öğreten Prometheus'a dönüşen Çin efsanesinin ateş adamı Sui-Jen izler.

Günümüzde klasik hatlarıyla bildiğimiz Prometheus miti Yunan mitolojisine özgü değildir. Daha sonraları akla gelen yaratıcı bir düşünceyle "ön düşünür" olarak açıklanan bu isim aslında Sanskritçe'deki "burç" veya "ateş çubuğu" anlamlarına gelen Pramantha'dır.

Mitin Hindistan ve Yunanistan arasındaki medeniyetin ana merkezi olan Mezopotamya'da da bilinmesi gerektiğini inkar edemeyiz ve (Çin mitolojisindeki) Sui-Jen figürünün Yunan mitolojisindeki Prometheus ile aynı prototipten türetilmiş olması muhtemel hale geliyor. [5]

Çevirmen James Legge, Pangu'dan şöyle bahseder:
P'an-ku sıradan insanlar tarafından "göğü ve yeri yaratan ilk insan" olarak anlatılır. Bana "pidgin" yani İngilizce karşılığı ile "o senin Adem'inle aynı" denildi. Resimli Taoist kitaplarına baktığımda onu tüylü, bodur, kaotik kayaları kırdığı muazzam bir çekiç ve keski kullanan, maymundan ziyade ayıdan evrimleşen cüce bir Herkül olarak görmüştüm. [6]

Pangu mitosunun eski Çin klasik metinlerin teolojisinde "Yücelik" veya "Yüce Tanrı" anlamında kullanılan bir terim olan "Shangdi" den [7] veya MÖ 300'lere ait olan ve Taoist yaratılış efsanesini anlatan antik Çin metni Taiyi'den (Taiyi Shengshui) önce var olduğu görülmektedir. Birçok çeşidi olan Nuwa ve Yeşim İmparatoru gibi Çin mitleri insanların nasıl yaratıldığını açıklamaya çalışır fakat dünyanın yaratılışını açıklamaya özen göstermez. [8]

BUYEİ KÜLTÜRÜNDE PANGU

Çin'in 56 etnik resmi gruplarından biri olan Buyei'lerin mitoloslarına göre [9], Pangu dünyayı yarattıktan ve pirinç tarımı konusunda uzman olduktan sonra Ejderha Kralının kızıyla evlenir ve onların birlikteliği Buyei halkını doğurur.

Ejderha Kralı'nın kızının ve Pangu'nun Xinheng (新 横) adında bir oğlu vardır. Xinheng annesine saygısızlık edince annesi gökyüzüne döner, kocasının ve oğlunun tekrarlanan ricalarına rağmen asla aşağı inmez. Yeniden evlenmek zorunda kalan Pangu ay takviminin altıncı ayının altıncı gününde ölür.

Xinheng'in üvey annesi ona kötü davranır, öyle ki neredeyse onu öldürür. Xinheng onu pirinç hasadını yok etmekle tehdit ettiğinde üvey annesi hatasını fark eder. Onunla barışır ve her yıl ay takviminin altıncı ayının altıncı gününde Pangu'ya saygılarını sunmaya devam ederler. Bu gün daha sonra Buyeilerin atalara ibadetleri için önemli bir geleneksel bayram haline gelir.

Bu farklı yaratılış efsanesi, Buyei'yi Zhuang'dan ayıran temel özelliklerden biridir.

Pangu'ya genellikle Taoist kozmolojisinde gerçekliğin temel ilkelerini temsil etmek için kullanılan, birbiriyle ilişkili sekiz kavramdan oluşan bir dizi sembol olan Bagua gibi Taoist semboller aracılığıyla Çin'deki bir dizi tapınakta ibadet edilir.

1809 yılında inşa edilen Kral Pangu Tapınağı, Pangu Kral Dağı'nın eteklerinde yer almaktadır. [10]

TANRIÇA NÜGÜA VE İNSANIN YARATILIŞI

Hazırlayan: A.Kara


ÇİN'İN YARATICI TANRIÇASI NÜGÜA (NÜWA / NÜGUA)


Nügua şeklinde de okunan Çin mitolojisinin ana tanrıçası Nüwa, imparator-tanrı Fuxi'nin kız kardeşi ve karısıdır. Kendisi de eşi de yarı yılandır. İnsanlığı yaratması ve Cennetin (göğün) Sütunu'nu onarması ile tanınır. [1]

Huainanzi, Nüwa'yı Cennet ve Dünya'nın bozulduğu zamanla ilişkilendirir:
Daha eski zamanlara dönersek dört sütun kırılmıştır ve dokuz vilayet perişan haldedir. Gökyüzü dünyayı tamamen örtmez ve yerüzü gökyüzünü baştan sona üzerinde tutamaz. Yangınlar kontrolden çıkar ve söndürülemez. Su büyük genişlikte alan kaplar ve geri çekilemez. Vahşi hayvanlar masum insanları yer, yırtıcı kuşlar yaşlıları ve zayıfları kapar. Bunun üzerine Nüwa, masmavi gökyüzünü onarmak için beş renkli taşı eritir ve büyük kaplumbağanın bacaklarını göğü destekleyecek dört sütun olarak keser.
Beş renkli taşlar beş Çin elementi olan odun, ateş, toprak, metal ve suyu simgeler. İnanışa göre suyun özü siyah ejderha olduğundan sık sık sellere neden olur. [3]
Nügüa, Ji eyaletine rahatlık sağlamak için siyah ejderhayı öldürür. Kabaran suları durdurmak için saz ve küller yığar. Mavi gökyüzü onarılır ve kaplumbağa bacağından dört sütun ile desteklenir. Kabaran sular boşaltılır, haşeratlar öldürülür ve suçsuz insanların yaşamları korunur ve böylece Ji eyaletine huzur gelir. [2] [a]

Nüwa'nın düzelttiği bu felaketlerin Gonggong ve Zhuanxu arasındaki savaştan kaynaklandığı tahmin edilir [b] 
Bu durumdan Huainanzi'de şöyle bahsedilir:
Yenilgisini kabullenemeyen Gong Gong kasıtlı olarak kafasını dört sütundan biri olan Buzhou Dağı'na vurur. Gökyüzünün yarısı düşerek büyük bir boşluk yaratır ve yeryüzü çatlar. Gökyüzü kuzeybatıya yükselirken dünyanın ekseni mundi güneydoğuya doğru eğilir. İnanışa göre Çin'in batı bölgesinin doğudan daha yüksek olmasının ve nehirlerinin çoğunun güneydoğuya doğru akmasının nedeni de budur. Aynı açıklama kuzeybatıya hareket eden güneş, ay ve yıldızlar için de geçerlidir. Gökyüzü zarar gördükten sonra başlayan orman yangınları vahşi hayvanları çıldırtınca masum insanlara saldırırlar. Bu sırada göğün yarısının düşerek çatlattığı yeryüzündeki yarıklardan dışarı çıkan sular yavaşlamak bilmemektedir. [9]

Nüwa yarattığı insanlara acıyarak gökyüzünü onarmaya çalışır. Nehir yatağından kırmızı, sarı, mavi, siyah ve beyaz olmak üzere beş renkli taş toplar, onları eritir ve gökyüzünü yamamak için kullanır. O zamandan beri gökyüzü (bulutlar) renklidir. Daha sonra bazı anlatılarda adı Ao olarak geçen dev bir kaplumbağayı öldürür ve gökyüzünü desteklemesi için yeni sütunlar olarak kullanmak üzere yaratığın dört bacağını keser. Ancak Nüwa bunu kusursuz bir şekilde yapamayınca bacakların eşit olmayan uzunluklarından dolayı gökyüzü eğilir. İş bittikten sonra vahşi hayvanları uzaklaştırır, yangını söndürür ve yanan sazlıklardan gelen büyük miktarda kül ile selleri kontrol altına alır. Böylece dünya eskisi gibi barışçıl, yaşanabilir hale gelir. [9] [10]

Bunu takiben Huainanzi, bilge hükümdarlar Nüwa ve Fuxi'nin Yolu (道) ve onun gücünü (德) izleyerek krallık üzerinde nasıl bir düzen oluşturduğunu anlatır. [2]

Savaşan Devletler dönemi ile Han Hanedanlığı arasında tarihlenen Dağlar ve Denizler Klasiği, Nüwa'nın bağırsaklarının on ruha dağılmış olduğunu anlatır. [4]

MÖ 340 - 278'lere ait olan Chu'nun Şarkıları'nın 3.Bölümündeki "Cennete Sormak" (Çince: 问 天) adlı şiirde yazar Qu Yuan, Nüwa'nın sarı topraktan figürler kalıba dökerek onlara hayat ve çocuk doğurma yeteneği verdiğini yazar. İblisler savaşıp gökyüzünün sütunlarını kırdıktan sonra Nüwa hasarı gidermek için durmaksızın çalışır ve gökyüzünü onarmak için beş farklı renkli taş eritir.

MS 58 - 147 arasında yazılmış olan Çin'in en eski sözlüğü Shuowen Jiezi'de, Nüwa'nın hakkında yazan Xu Shen, onu Fuxi'nin hem kız kardeşi hem de karısı olarak tanımlar. Nüwa ve Fuxi, Jiaxiang şehrinde yer alan Shandong eyaletindeki Wuliang Tapınağı'ndaki Doğu Han Hanedanlığına ait bir duvar resminde yılan benzeri kuyruklara sahip olarak resmedilmiştir.

Çin mitolojik ögelerinden bahsedilen Duyi Zhi (獨 異 志; c. 846 - 874 AD), adlı eserin 3.cildinde yazar Li Rong şunları yazmıştır:
Uzun zaman önce dünya ilk var olduğunda iki kişi vardı: Nü Kua ve ağabeyi. K'un-lun Dağı'nda yaşadılar ve dünyada henüz sıradan insanlar yoktu. Birbirlerine karı koca olmaktan bahsettiler ama utandılar. Böylece kardeş hemen kız kardeşi ile K'un-lun Dağı'na çıktı ve şöyle dua etti: "Ey Tanrım, eğer bizlere karı koca olarak iki başka kadın ve erkek gönderirsen o zaman tüm buğulu buharı topla. Göndermezsen o zaman tüm puslu buharı dağıt." Bunun üzerine puslu buhar hemen toplandı. Kız kardeş erkek kardeşiyle yakınlaştığında yüzlerini perdelemek için çimleri örerek yelpaze yaptılar. Bugün bile bir adam bir eş aldığında uzun zaman önce olanların bir sembolü olarak ellerinde yelpaze tutarlar. [5]

Nüwa, Ming hanedanlığının ünlü romanı Fengshen Bang'de de yer alır. Bu romanda belirtildiği üzere Nüwa Yeşim İmparatorunun kızı olduğu için Xia Hanedanlığı zamanından beri büyük saygı görür ve ondan sık sık "Yılan Tanrıçası" olarak bahsedilir. Shang Hanedanlığı yaratıldıktan sonra Nüwa hanedanlığı ara sıra yağan yağmurlardan korumak ve iyileştirici nitelikler sağlamak için beş adet renkli taş yaratır. Bir süre sonra Shang Rong derin bir saygı göstergesi olarak Shang Kralı Zhou'dan onu ziyaret etmesini ister. Ziyarete giden Zhou ışık perdesinin arkasında oturan güzel tanrıça Nüwa'yı tamamen görünce şehvete kapılır ve yakınındaki duvara küçük bir şiir yazarak vedalaşır. Daha sonra Nüwa, Sarı İmparator'u ziyaret ettikten sonra tapınağına döndüğünde Zhou'nun sözlerinin iğrençliğini görür. Öfkelenir ve Shang Hanedanı'nın suçunun karşılığını alacağı üzerine yemin eder. Nüwa kralı öldürmek için yerinden yükselerek saraya çıkar ancak aniden iki büyük kırmızı ışık huzmesi tarafından vurulur.

Nüwa, Kral Zhou'nun kaderinde krallığı yirmi altı yıl daha yönetmek olduğunu fark ettikten sonra üç astını çağırır. Bunlar: Bin Yıllık Vixen (daha sonra Daji oldu), Yeşim Pipa ve Dokuz Başlı Sülün'dür. Nüwa onlara "Cheng Tang'ın altı yüz yıl önce kazandığı şans azalıyor. Size herkesin kaderini belirleyen göklerin yeni bir görevinden bahsediyorum. Üçünüz Kral Zhou'un sarayına girecek ve onu büyüleyeceksiniz. Ne yaparsanız yapın, kimseye zarar vermeyin. Eğer buyruğumu yerine getirirseniz ve bunu iyi yaparsanız insan olarak reenkarne olmanıza izin verilecek." Bu sözlerinden sonra Nüwa'dan bir daha hiç haber alınmadı ancak yine de Shang Hanedanı'nın düşüşe geçmesinde önemli ve dolaylı bir faktör oldu.

Efsaneye göre Nüwa insanlığı zamanla daha derinden hissettiği yalnızlık hissi nedeniyle yaratmıştır (tıpkı "Allah insanı bilinmek istediği için yarattı" görüşü gibi). Bazı efsanelerde sarı toprağı, bazılarında ise sarı kili biçimlendirerek onlara insan biçimi vererek insanı yaratır. Bu bireyler daha sonra toplumun zengin soyluları olurlar çünkü bizzat Nüwa'nın kendi elleriyle yaratılmışlardır. Bunların dışında insanların büyük kısmı Nüwa onları daha seri şekilde yaratmak istediği için çamura batırdığı ipi kullanır çünkü her insanı tek tek el ile yaratmak fazla zaman ve enerji tüketir. Anlaşıldığı üzre bu yaratılış hikayesi antik Çin'deki sosyal hiyerarşi hakkında etyolojik bilgiler verir.
Soylular insanlığın kitlesel olarak üretilen çoğunluğundan daha önemli olduklarına inanıyordu çünkü Nüwa onları yaratmak için zaman ve emek harcamış, en önemlisi de onlara doğrudan kendi eliyle dokunmuştu. [6]
İnsanlığın yaratılışının başka bir versiyonunda Nüwa ve Fuxi büyük bir selden kurtulurlar. Cennetin Tanrısının emriyle evlenirler ve Nüwa bir et yumağı doğurur. Daha sonra bu et topu küçük parçalara bölünür ve bu parçalar dünyanın dört bir yanına dağılınca insanoğlu var olur. [7]

Evlilik olgusunu doğuran şeyin Nüwa'nın kendinden 3 ay önce doğan abisi Fuxi ile evlenmesi olduğu da inanışlar arasındadır. [6]

Nüwa ile Fuxi ikilisi Yin ve Yang ile ilişkilidir. Fuxi Yang'ı ve erkekliği, Nügüa ise Yin ve dişiliği temsil eder. Bu durum Fuxi'nin fiziksel dünya ile özdeşleşimini sembolize eden bir marangoz karesi (L cetvel) almasıyla tanımlanır çünkü bir marangoz karesi daha basit bir düşünce yapısına götüren düz çizgiler ve karelerle ilişkilendirilir. Nüwa'ya ise göklerle özdeşleşimini sembolize etmesi için bir pusula verilmiştir çünkü pusula daha soyut bir düşünce yapısına götüren eğriler ve dairelerle ilişkilendirilir. Dolayısı ile ikisinin evlenmesi gök ve yeryüzü arasındaki birliği simgeler. [6] Efsaneye dair diğer varyasyonlarda Nüwa'nın pusulayı hediye olarak almak yerine bizzat kendisi icat ettiği görülür. [8]

Pek çok Çinli, Kuzey Çin inanç ve kültüründeki Üç Egemen ve Beş İmparatoru, yani insanlığın ilk lider ve kahramanlarını iyi bilir. Ancak kullanılan kaynaklara bağlı olarak listeler değişiklik gösterir. [11] Örneğin efsanenin bir varyantı Nüwa'yı Fuxi'den sonra ve Shennong'dan önce hüküm süren Üç Egemenden biri olarak anlatır. [12]

Anaerkil saltanatında, komşu bir kabile şefine karşı savaşır, onu mağlup ederek bir dağın zirvesine çıkarır. Bir kadın tarafından mağlup edilen şef, yaşıyor olmaktan utanır, kendini öldürmek ve intikam almak için başını göksel bambuya vurur. Yaptığı hareket gökyüzünde bir delik açar ve tüm dünyaya bir sel felaketi getirir. Sel, Nüwa ve onun ilahiliği tarafından korunan ordusu dışında tüm insanları öldürür. Nügüa tıpkı diğer efsanelerdeki gibi sel azalıncaya kadar gökyüzünü beş renkli taşla yamar. [13]

TRUVA SAVAŞI MI TANRILARIN SAVAŞI MI?

Yazan: HERMES Trismegistos

TRUVA SAVAŞI MI TANRILARIN SAVAŞI MI?

Truva (Troya) Savaşı MÖ 1260 – MÖ 1180 civarında yapılan bir savaştır.Savaş hakkındaki bilgiler için yol gösterici kaynak Homeros’un İlyada ve Odesa (Odysseia) destanlarıdır. Bu iki kaynak da manzume olarak yazılmıştır.

TRUVA SAVAŞININ BAŞLAMA NEDENİ

Efsaneye göre bir gün tanrı dağı Olimpos'a altın bir elma düşer elmanın üstünde en güzele yazmaktadır,bu elmayı sahiplenmek için Hera, Afrodit ve Athena tartışır ama kendi aralarında bir sonuca varamayıp Zeus'a danışmaya karar verirler.

Elmayı Zeus'a götürdüklerinde Zeus da buna karar veremez, zira Athena biricik kızı, Hera eşi, Afrodit ise güzelliğiyle ünlü Kıbrıslı tanrıçadır.

Zeus elmayı Truva prensi Paris'e götürmelerini, gerçek kararı onun vereceğini söyler.

Tanrıçalar Truva'ya varıp elmayı Paris'e verirler.Tanrıçalar, güzellik yarışmasını kazanabilmek için Paris’e bir sürü rüşvet teklif ettiler. Hera, Asya Krallığını vadetti; Athena, sonsuz akıl ve başarı teklif etti. Afrodit ise dünyanın en güzel kadının aşkını vereceğini söyledi. Bu kadın Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helena idi.

Bu arada Paris, yarışmadan önce Truva kentine giderek buradaki oyun ve yarışlara katıldı. Oyunları ve yarışmaları seyreden kral ve kraliçe başarılı yarışmacı Paris’e kalpten yakınlık duydular. Kim olduğunu merak ederek araştırdıklarında onun oğulları Paris olduğunu öğrenirler ve Paris sarayda prens olarak yaşamaya başlar. Yarışma günü geldiğinde, Paris güzel tanrıçaların karşısına çıktı ve Afrodit’in güzelliği karşısında tutulmuş, büyülenmiş bir şekilde elmayı Afrodit’in avuçlarına bırakıverdi.

Tanrıçaların en güzeli seçilen Afrodit sözünü tutarak Helena’nın aşkını ona vermiştir. Bir gemi hazırlatarak Mora yarımadasına (Peloponnes) gitti ve bu adada hüküm süren Menelaos’un sarayında konuğu olarak ağırlandı. Orada kendisini misafir eden kralın güzel karısı Helena’yı alarak Truva’ya kaçırmıştır. Bunun üzerine Menelaos, Yunanistan’daki Akha krallarının en güçlüsü olan kardeşi Agamemmon’a giderek Truva’ya bir sefer düzenlemesini istemiştir.

SAVAŞ KIZIŞIYOR

Savaşın onuncu yılında, İlyada da anlatıldığı üzere çarpıcı olaylar yaşandı. Yunan birliklerinin önderi Agamemnon, Akhilleus’a ganimet olarak verilecek Briseis’i kendisi için esir aldı. Bu duruma öfkelenen Akhilleus birlikleriyle birlikte savaştan çekildi. Akhilleus’un annesi deniz tanrıçası Thetis, Agamemnon oğlunun şerefiyle oynamaktan pişman olsun diye, Troyalılara güç vermesi için Zeus’a yalvardı. İlerleyen çatışmalar sırasında, Troyalılar gelişme kaydederek Yunan gemilerine sorun çıkaracak kadar yakın bir noktada karargâh kurmayı başardı. Onları geri püskürtmeye can atan Akhilleus’un yakın arkadaşı hatta belki de sevgilisi Patroclus, Yunanların moralini yükseltmek ve Troyalıların gözünü korkutmak için Akhilleus’un kılığına girerek Yunanları savaşa yöneltti. Başta planı işe yaramıştı, fakat daha sonra Troya prensi Hektor tarafından öldürüldü. Arkadaşının ölümü üzerine yas dolu bir öfkeye bürünüp gözü Hektor’dan intikam almaktan başka bir şey görmeyen Akhilleus, Agamemnon’la olan tartışmasını bir kenara bıraktı.

Öfkeden gözü dönen Akhilleus yüzlerce Troyalı yiğidi öldürerek Troya surlarına doğru ilerler. Ondan moral bulan orduda peşi sıra surlara doğru ilerler. Akhilleus Hektor'u sur tarafında görür, birçok Truvalı asker şehrin içine sığınmıştır fakat Hektor öyle yapmaz. Akhilleus'dan bir süre kaçar ama sonra durur ve onunla dövüşmeye başlar. Akhilleus Hektor'u, Troyalıların en kuvvetli yiğidini öldürür.

SAVAŞTA TANRILARIN TARAFI

AHKALAR;
  • Athena
  • Hera
  • Poseidon
  • Hephaistos
  • Hermes

TROYALILAR;
  • Artemis
  • Afrodit
  • Leto
  • Ares
  • Apollon

TANRILARIN ROLÜ

Görüldüğü gibi elmayı alamayan Hera ve Athena savaşta Akhaları tutmaktadır. Apollon ise Troya kentini kurmuş olduğu için kentin yıkılmasına göz yummaz bu yüzden o kardeşi Artemis ve annesi Leto Troyalıları tutmaktadır. Gözünü kan bürümüş Ares ise sadece savaş ister, bu yüzden oğlu bir Troya askeri olduğu için Troyalıların tarafını tutsa da istediği tek şey tuncun çangırtısı ve atardamardan fışkıran kızıl kandır.

Troya Savaşı adeta savaş gücüne değilde tanrıların isteğine bağlıdır çünkü tanrılar sevdiği askerlere yardımcı olur hatta onların ölümden bile korur. Homeros’un eşsiz anlatısında ister istemez bir tarafı desteklediğiniz için bu bazen sinir bozucu olabiliyordu. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse.

Savaşın başlarında Menalous Hektor'a doğru kuvvetli mi kuvvetli bir ok atar, bu ok onu rahatça öldürebilecek hızdadır. Üstelik Hektor o sırada başka bir Akha eri ile savaşmaktadır. Onu koruyacak hiçbir şey olmamasına rağmen okçu tanrı Apollon çok sevdiği Hektor'un ölmesine göz yumamaz ve okun yönünü saptırır.

Genel bir örnek verecek olursak: Tanrılar savaşa o kadar kapılmışlar ki Hera Troyalıların Akha gemilerinin önünde kamp kurmasına dayanamaz. Sevdiği Akhalara acır, onlara yardım etmek ister fakat tanrı Zeus sonlara doğru buna izin verecek olsa da o an tanrıların gruplara yardım etmesini yasaklamıştır. Tabii ki Zeus'un kendisi bu yasağa dahil değildir. İki tarafa da eşit sevgi duymasına rağmen Hektor'a ve Troyalılara sevgisi biraz daha büyüktür. Yani Zeus tek başına savaşı yönetecek olursa Troyalıların üstünlüğü kaçınılmazdır.

Hera ise buna dayanamaz Poseidon'la bir oyun yapar. Hera güzel kıyafetler gidip uykunun da yardımıyla Zeusla sevişip onu tatlı uykunun kucağına bırakacak, bu sırada da Poseidon Akha ordusunun arasında karışıp onların moralini yükseltip savaşta onlara yardım edecektir.

Başka bir bölümde ise Athena sevdiği Diomedes'in gözündeki perdeyi kaldırır, artık savaştaki tanrıları da görebilmektedir. Athena onun içini o kadar büyük bir savaş aşkı ile doldurur ki Diomedes savaşın içinde Ares'i görür. Athena'nın da yardımı ile Ares'in üstüne yürür ve ona sanki bir tanrıymışçasına saldırır ve onu yaralar. Ares de Olimpos'a doğru yükselip yarasını ölümsüz nektar ile iyileştirmek zorunda kalır.

Akhilleus’un Hektor'u öldürmesinde de bir tanrının, Athena'nın parmağı vardır. Hektor ayağı tez Akhilleus'dan canhıraş kaçarken ve tam kurtulacak iken Athena Hektor'a bir arkadaşı gibi görünür Hektor'u koşmayı bırakıp Akhilleus ile savaşması için kışkırtır. Hektor arkadaşına güvenir ve durur Akhilleus ile savaşmaya başlar ama bu onun için iyi olmaz zira Akhilleus Hektor'u öldürür.

Tanrıların savaşa en büyük etkisi ise insanlar için kendi ırkında ölümsüzlerle savaşmasıdır olaylar öyle bir raddeye gelir ki Athena Ares ile Hermes de Afrodit ile savaşmaya başlar. Afrodit savaşmaktan çekilse de Athena ile Ares ciddi bir şekilde savaşır.

Tanrılar tüm savaş boyunca iyi veya kötü şekilde savaşçılara yardım etmiştir. Homeros’u okuduğumuzda Tanrıları tanrı değilde daha çok bazı üstün element güçleri olan yaratıklar gibi görürüz. Tapınılıcak yanları yok gibidir. Ama buraya şahsi bir görüş ekleyeyim: Eğer Homeros'a bir soru sorma hakkım olsaydı "Bu yazdıklarına kendin inanıyor musun?" diye sormak isterdim.

İNKA TANRISI VİRAKOÇA

Hazırlayan: A.Kara


İNKALARIN BÜYÜK YARATICISI VİRAKOÇA (VİRACOCHA)

Güney Amerika'nın Andes bölgesinde inanılmış olan Virakoça İnka mitolojisindeki büyük tanrıdır. Tam adı ve bazı yazım alternatifleri Viraçoça (Wiracocha), [1] Apu Kun Tiksi Virakotra (Apu Qun Tiqsi Wiraqutra) ve Kon-Tiki'dir.

Virakoça İnka panteonundaki en önemli tanrılardan biriydi. Her şeyin yaratıcısı olduğu gibi her şeyin yaratıldığı madde olarak görülüyordu ve deniz ile yakından ilişkiliydi. [2]

Virakoça evreni, ayı, yıldızları, güneşi, güneşe gökyüzünde hareket etmesini emrederek zamanı ve bizzat uygarlığı yarattı. [3] Virakoça'ya güneş ve fırtınaların tanrısı olarak ibadet edilmişti. Güneşi bir taç olarak giyerken, elinde yıldırımlar tutup ve gözlerinden gözyaşları gibi düşen yağmurlar yağdırır şekilde temsil ediliyordu. İnka kozmogonisine uygun olarak Virakoça güneşin etrafında gözle görülebilen gezegenler arasında yer alan ve "eski tanrı", zamanın yaratıcısı veya "deus faber" yani "tanrı yaratıcısı" sıfatlarına karşılık gelen Satürn gezegeni ile benzeşir. [4]

İSPANYOL VERİLERİNE GÖRE İNKA KOZMOGONİSİ

Juan de Betanzos tarafından kaydedilen bir efsaneye göre [5] Virakoça karanlığı aydınlatmak, ışık getirmek için Titikaka Gölü'nden (bazı anlatılara göre Paqariq Tampu mağarasından) yükselir. [6] Güneşi, ayı ve yıldızları yaratır. Daha sonra taşlara üfleyerek insanlığı yaratır ancak ilk yaratımı onu memnun etmeyen beyinsiz devlerdir. Bu yüzden onları bir selle yok eder ve daha küçük taşlardan yeni, daha iyisini yapar. [7]

Virakoça sonunda Pasifik Okyanusu'nda (suda yürüyerek) kaybolur ve bir daha geri dönmez. Bir dilenci kılığına girerek dünyayı dolaşır, yeni yarattıklarına medeniyetin temellerini öğretir ve iyi işleyen sayısız mucize yaratır.
İnkalılar Virakoça'nın zor zamanlarda yeniden ortaya çıkacağı düşünüyordu. Pedro Sarmiento de Gamboa, Virakoça'nın "orta boylu, beyaz cüppe giymiş, beyaz tenli ve elinde bir asa ve kitap taşıyan bir adam" şeklinde tanımlandığını yazar. [8]

Bir efsaneye göre onun Inti adında bir oğlu, Mama Killa ve Pachamama adında iki kızı vardır. Bu efsaneye göre tanrı Virakoça Titikaka Gölü çevresindeki insanları 60 gün 60 gece süren Unu Pakhacuti (Unu Pachakuti) adlı büyük bir tufan ile yok eder ve dünyanın geri kalanına medeniyet getirmek için iki kişiyi kurtarır. Bu iki varlık, adları "muhteşem dayanak" anlamına gelen ve bazen Inti'nin oğlu, bazen ise Virakoça'nın oğlu olarak anılan Manko Kapac (Manco Cápac) ve "anne doğurganlığı" anlamına gelen Mama Uklu'dur (Mama Uqllu). Daha sonra 'tapac-yauri' adı verilen altın asa taşıyan bu ikisi İnka medeniyetini kurar.
Farklı bir efsanede onun ilk sekiz uygarlığın babası olduğu görülür ve bazı hikayelerde Mama Kuça (Mama Qucha) adında bir karısı vardır.

Başka bir efsanede [9] Virakoça'nın iki oğlu vardır: İmahmana Virakoça ve Tokapo (Tocapo) Virakoça. Virakoça Büyük Tufan ve Yaratılış'tan sonra oğullarının hala emirlerine uyup uymadıklarını belirlemek için onları kuzeydoğu ve kuzeybatıdaki kabileleri ziyaret etmeye gönderir. Virakoça kuzeye gider. Yolculukları sırasında İmahmana ve Tokapo tüm ağaçlara, çiçeklere, meyvelere ve bitkilere isim verirler. Ayrıca kabilelere bunlardan hangilerinin yenilebilir, hangilerinin tıbbi özelliklere sahip veya zehirli olduğunu da öğretirler. Sonunda Virakoça, Tokapo ve İmahmana günümüz modern Peru'sundaki Kusko'ya ve Pasifik sahiline ulaşırlar ve orada ortadan kaybolana kadar su üzerinde yürürler. Zaten "Virakoça" kelimesi kelimenin tam anlamıyla "Deniz Köpüğü" anlamına gelmektedir. [9]

Tiksi Huirakoça'nın (Tiqsi Huiracocha'nın) birkaç anlamı olabilir.  Güney Amerika'nın And Dağları'ndaki bölgelerinde konuşulan bir dil olan ve And-Ekvator dil ailesine ait olup yerli Amerika dilleri içinde en çok konuşanı olan dillerden Keçuva dilinde tiksi (tiqsi) temel veya taban, vira (wira) yağ anlamına gelirken koça (qucha) göl, deniz veya hazne anlamlarına gelir. [10]
Virakoça'nın birçok lakabı vardır ve bunlardan bazıları büyük, her şeyi bilen, güçlü gibi sıfatları içerir. Bazı insanlar Virakoça'nın (Wiraqucha) "Deniz yağı (veya köpüğü)" anlamına gelebileceğini söylerler. [2] [11]

Bununla birlikte dil bilimsel, tarihi ve arkeolojik kanıtlar Virakoça adının İnka medeniyeti öncesi Aymara dilini konuşan And kültürleri tarafından devegillerin kurban edilerek yapıldığı kutlamalar nedeniyle Aymara Vila Kota (Aymara Wila Quta'dan) (wila "kan"; quta "göl") adıyla andığı günümüz Titikaka Gölü'nden ödünç alınmış olabileceğini düşündürmektedir. Aymara dilinde vila (wila): kan, kuta (guta) ise göl demektir. [12]

Virakoça sık sık hem efendi Tunupa ile ilişkilendirilir.
Tunuupa adını incelemek gerekirse hem Keçuva hem de Aymara'da "Tunu" dairesel bir evin değirmen veya merkezindeki destek sütununu anlamına gelirken "upa" taşıyıcı veya taşıyan anlamlarına gelir. [4 ]
Bu nedenle Tunuupa yada Tunupa "değirmenin taşıyıcısı" olarak okunabilir fakat Eski Dünya'da değirmenin veya değirmen taşının zamanı, zamanın oluşumunu veya "uygarlaştırıcı işleri" sembolize ettiği bilinmelidir.
Virakoça'nın bu sıfatı İnka kozmogonisiyle ve onun Satürn olarak özümsenmesi ile oldukça uyumludur. [4]

BEYAZ TANRI HAKKINDAKİ İHTİLAFLAR

16. yüzyılda yaşamış olan ilk İspanyol tarihçiler Virakoça hakkında herhangi bir kimlik saptamadan, tanımlamadan söz etmemişlerdir. Bunu ilk olarak 1553'te Pedro Cieza de León yapmıştı. [13] İspanyol tarihçilerin (örneğin Juan de Betanzos) benzer açıklamaları Virakoça'yı genellikle ak sakallı "beyaz tanrı" olarak tanımlar. [14] Ancak Virakoça'nın beyazlığından İnkaların yerli otantik efsanelerinde bahsedilmemiştir ve bu nedenle çoğu modern bilim adamı "beyaz tanrı" hikayesini fetih sonrası İspanyol icadı, uydurması olarak görmüşlerdir. [15] [16]

İnka tanrısı Virakoça'ya benzer şekilde Aztek tanrısı Quetzalcoatl ve Muisca tanrısı Boçika (Bochica) gibi Orta ve Güney Amerika panteonlarından bazı diğer tanrılarda efsanelerde sakallı olarak tanımlanır. [17] Tarih öncesi Avrupa döneminin etkisinin bir işareti olduğuna inanılan ve sömürge döneminin ruhları ile güzellemesi yapılan sakal, daracık Mezoamerika'n kıtası kültüründe tek bir öneme sahipti. Anales de Cuauhtitlan, aslen Nahuatl'da yazılmış olduğu için çok değerli ve önemli bir erken kaynaktır. Anales de Cuauhtitlan, Quetzalcoatl'ın Tula'daki kıyafetini şöyle anlatır:

Hemen onun yeşil maskesini yaptı; kullandığı kırmızı boya ile dudakları kızıl kahverengi rengi aldı, yüzünü boyamak için sarıyı aldı, pençeleri yaptı, devam etti ve tüylerden sakalını yaptı ... [18]

Bu alıntıda sakal Mezoamerikan sanatının akademik izlenimlerine rahatça uyan bir tüy sargısı olarak temsil edilmektedir. Bununla birlikte, hikaye Virakoça'nın çirkin görünümünü örtmek için ve yüz kılları olmadığı için ona bir maske ve sembolik tüylü sakal takıldığından bahsetmiyor çünkü Virakoça şöyle diyordu "Eğer beni görselerdi yapacakları şey kaçmak olurdu! "[19]

Virakoça'nın fiziksel görünümünün tasvirleri yoruma açıkken, sakallı adamlar Perulu Moçe kültürü tarafından İspanyolların gelişinden çok önceki dönemlerde meşhur çanak çömleklerinde sık sık tasvir edilmişti. [20]
Kolomb öncesi Avrupalıların Peru'ya göç ettiği yönündeki teorilerin modern savunucuları, bu sakallı seramikleri ve Virakoça'nın sakalını Peru'da Amerikan yerlisi olmayan toplulukların erken varlığının kanıtı olarak gösteriyor. [21] [22] Kızılderililerin çoğunun kalın sakalları olmasa da Avrupalılar ve Afrikalılarla herhangi bir karışımı olmadığı bilinen Paraguaylı Açe halkı gibi açık tenli ancak sakallı toplulukların da var olduğu bildirilmiştir. [23] 1776'da Güney Pauti (Paiute) ile Avrupalılar ilk kez temasa geçtiğinde peder Silvestre Vélez de Escalante ve Francisco Atanasio Domínguez tarafından bir rapor hazırlanmıştı ve raporda şöyle yazıyordu "Adamların bazılarının kalın sakalları vardı ve görünüşte yerli Amerikalılardan çok İspanyol erkeklerine benziyorlar" [24]

İNKALILARI HRİSTİYANLIĞA GEÇİRME

İspanyol akademisyenler ve tarihçiler Virakoça'nın kimliğiyle ilgili birçok fikir öne sürerler.

Bartolomé de las Casas, Virakoça'nın "her şeyin yaratıcısı" anlamına geldiğini belirtir [25]
Juan de Betanzos, "Virakoça'nın Tanrı olduğunu söyleyebiliriz" diyerek yukarıdakileri doğrular [26]
Polo, Sarmiento de Gamboa, Blas Valera ve Akosta'nın yaratıcı olarak Virakoça'ya atıfta bulunurlar [25]
Yerli bir tarihçi olan Guamán Poma, "Virakoça" terimini "yaratıcı" ile eşdeğer kabul eder [27]

Garcilaso de la Vega, [17] Betanzos ve Pedro de Quiroga [28] gibi diğer yazarlar Virakoça'nın İnkalar için "Tanrı" nın orijinal adı olmadığını savunurlar. [25]
Garcilaso'ya göre İnkaların dilinde Tanrı'nın adı Virakoça değil "Pachamama" idi. [29] Yine de İspanyol tercümanlar genel olarak kolonizasyonun ilk yıllarındaki yüce yaratıcı kimliğini Virakoça'ya bağlamışlardır. [25]

Antoinette Molinié Fioravanti'ye göre İspanyol din adamları kendilerine göre putperest olan İnkaların çok tanrılı ibadetine karşı savaşmak için "Yaratılışın Tanrısı" nı Virakoça ile bir tutmaya başladılar. İnkalıların görüşüne göre "yüce bir Tanrı" nın varlığı din adamları tarafından tek ve evrensel bir Tanrı'nın vahyinin insanlık için daha "doğal" olduğunu göstermek için kullanılıyordu. [30]

Augustinus ve Thomas Aquinas gibi Hristiyan bilim adamları, tüm milletlerden filozofların yüce bir Tanrı'nın varlığını öğrendiklerini savundular. [31] Yine de orta çağ Avrupa felsefesi vahyin yardımı olmadan hiç kimsenin "Üçlü Birliğin" doğası gibi büyük gerçekleri tam olarak anlayamayacağına inanıyordu. [25]

"Virakoça" yerine "Tanrı" terimini kullanma kararı İnkaların Hristiyanlaştırılmasındaki ilk adım olarak görülüyor. [25] Bu stratejinin arkasındaki mantık Hristiyanlığın "Tanrı" görüşünü ve konseptini anlama konusunda başarısız olan İnkalara tanrıyı açıklamanın zor olduğu gerçeğini içeriyordu. Ek olarak, Virakoça'ya yapılan atıfın "Tanrı" ile değiştirilmesi yerel ilahiyat kavramının Hristiyan teolojisiyle yer değiştirmesini kolaylaştırmıştı. [25]