HABERLER
Dini Haber
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

JAPON TİLKİ RUHU "KİTSUNE"

Hazırlayan: A.Kara

KİTSUNE (狐狸精)
Eski Uzak Doğuda Çekici Kadın ve Tilki İlişkisi

Japon mitolojisindeki tilki ruhu Kitsune, Kore'de Kumiho (구미호) ve Çin'de Huli Jing (狐狸精) olarak bilinir. Temelde aynı yaratıktır ancak bölgeye göre birkaç farklılık içerir.

Her üç kültürde de tilki ruhu çoğunlukla kötü bir yaratık olarak görülür. Çeşitli nedenlerden dolayı insanlarla birlikte olmaktan hoşlandığına inanılır. Fakat onunla karşılaşan talihsiz birey için sonuçlar neredeyse her zaman kötüdür. Bir tilki ruhunun bir insanı aramasının ana nedeni onların yaşam güçlerini emmek, hatta insan etini yemek ve böylece o kişinin sahip olabileceği tüm güçleri, hatıraları, bilgileri, hatta onun insan formunu bile çalmaktır.

Bir tilki ruhu büyüdükçe daha güçlü hale gelir ve yaşam gücünü emdiği insan sayısı arttıkça gücüne güç katar. Bir tilkinin ancak yeterli yaşam gücü kazandığında ve 500 yaşına ulaştığında insan biçimi alabildiği ve her 100 yaş için fazladan bir kuyruk çıkardığı söylenir. Tilkilerin en yaşlısının 900 yaşında veya dokuz kuyruğu olan daha yaşlı bir tilki olduğu söylenir. League of Legends adlı oyundaki şampiyonlardan 9 kuyruklu Ahri'de özünde bu Uzakdoğu efsanelerinden esinlenerek yaratılmıştır.

Kore'de Kumiho genellikle öpücükle insanlardan bilgelik çalmak için ağzında taşıdığı mermerden yapılmış bir taş kullanır. Kore mitolojisinde bir tilki ruhu 100 yaşına ulaştığında insan şekline bürünebilir ve büründüğü insan formu her zaman dişidir. Ancak tilki ruhunun dönüşebilmesi için kafasının üstüne yerleştirdiği insan kafatasını kullanması gerekir. Yada şeklini almak istediği bir insanı yemelidir. Tilkinin kendisi dişi olmasa da bürüneceği insan şekli her zaman çekici bir genç kadın olacaktır.

Kumiho'lar çoğu zaman hedeflenen kurbanın tanıdığı birinin şeklini alırlar. Bu garantili bir yöntemdir çünkü avlarına yaklaşmaları daha kolay olur. Kişinin bir Kumiho ile karşılaştığını belirten ipuçlarından biri, onun şeklini aldığı kişiden farklı davranması, onun gibi konuşmaması veya yemesidir.

İnsan şekline bürünen bu tilki ruhları normalden farklı bir göz rengine sahip olabilir ve eski tarz veya lisanda konuşabilirler. Ayrıca kuyruklarını da saklamaları gerekir. Bu yüzden inanışa göre bir Kumiho, karşısındakine sırtını dönmeyi reddederek kuyruğunu saklamak için elinden geleni yapacaktır.

Çin mitolojisinde ise büyük güce sahip olan ve erkekleri baştan çıkarmaya uğraşan kadınlar, Huli Jing'ler vardır. Bunların çoğu zaman saray entrikalarını tamamen kendi eğlenceleri için manipüle etmeye çalıştığına, kendilerini generallerin ve imparatorların hayatlarına sokmaya çalıştığına inanılırdı. Yine de temelde bir tilki ruhunun gerçek niyetinin ne olduğunu bilmek zordu.

Çin hikayelerindeki tilki ruhu Huli Jing birlikte olduğu adama çok nazik ve yararlı görünebilir. Fakat akraba ya da basit hizmetkârlar olsun, evdeki diğer kadınlara karşı her zaman kötü ve hilebazdır. Kadınlara karşı acımasız ve çoğu zaman ölümcül 'oyunlar' oynamaktan hoşlanır ve bu oyunlarına her zaman kaza süsü vermeyi de başarır. Hele bir de üvey bir kız çocuğu isen yaşamına lanet edersin.

Huli Jing'in birlikte olduğu erkekler genellikle çok hızlı bir şekilde iktidara gelir, zenginlikleri ve büyük toprakları ile ünlü olurlar. Daha sonra Huli Jing, eşinin kibrinin ürettiği tüm enerjiyi emdiğinde adam yaşlanmaya ve bunamaya başladığında tilki ruhunu besleyecek enerji üretemez olur. Bu yüzden sonsuz güzelliği ile oradan ayrılırken ardında kaybettiği aşk yüzünden solan adamı bırakır.

Çin klasik metinlerinden "Dağlar ve Denizler" (山海經), bu tilki ruhu için şöyle der:
有獸焉,其狀如狐而九尾,其音如嬰兒,能食人
Burada dokuz kuyruklu tilki şeklinde bir canavar var, bebek gibi ses çıkarıyor ve erkekleri yiyor.

Fakat Tilki ruhunun en bilinen ve popüler adı Japonya'dan gelir; Kitsune. Japonya'da Kitsune hem erkek hem de kadın olabilir ancak dişiler çok daha yaygındır. Kitsune adının bir araya getirilmiş iki kelimeden oluştuğuna inanılır. Bazı kaynaklar ismin nereden geldiğini şöyle açıklar:
Kitsu - bir tilkinin çıkardığı sestir ama aynı zamanda "Buraya gel" anlamına da gelebilir.

Tsune - ise "her zaman" anlamına gelir ancak "Ki" nin alternatif bir okuması da olabilir çünkü okurken kullandığınız Kanji'ye bağlı olarak hem "altın rengi" hem de "enerji" anlamlarına gelebilir. Ve kelime sonundaki "Ne" ise Japonca 'da iyi bir ruh halini ifade etmenin veya aşırı vurgulamanın dişil bir versiyonudur. Örneğin: Shiawase-ne (Çok mutluyum) yada ya da li-ne! (Harika) gibi. 

Yani Kitsune, onu nasıl yorumladığınıza bağlı olarak "her zaman altın" veya "her zaman enerji / enerji dolu" gibi anlamlara gelebilir.

Tilki ruhunun adını nasıl aldığına dair en popüler masallardan biri Nihon Ryouiki'de (日本 霊 異 記) bulunan ve kabaca "Japon Hayalet Hikayeleri" olarak tercüme edilen, tuhaf ve alışılmadık bilgilerden oluşan bir koleksiyonda yer alır. Hikaye şöyledir:

Bir zamanlar çiftliğinde çalışmakta olan çok yalnız bir adam vardı. Her gün çalıştığı için bol bol yiyeceği ve bakımlı güzel bir evi vardı ama karısı yoktu. Yıllarca evlenmek için kendine uygun bir kadın aradı ama asla bulamadı. Bir gün tarlasındayken başını kaldırdığında şaşırtıcı derecede güzel bir kadın gördü ve hemen aşık oldu. Ona sahip olduğu her şeyi, ona nasıl bakabileceğini anlattı ve evlendiler. Evlenen çift uzun yıllar çok mutlu yaşadılar. Bir gün karısı çiftçiye büyük sevinçle nihayet hamile olduğunu ve tam bir aile olacaklarını söyledi. Adam çok sevindi; Karısına ve doğmamış çocuğuna büyük özen gösterdi. Nihayet bebek doğduğunda, evcil köpeğinin de tek bir köpek yavrusu doğurduğunu gördü. Çocuğun ve köpeğin birlikte büyüyeceğini ve iyi arkadaş olacağını umuyordu. Ancak yavru büyüdükçe, görünürde hiçbir neden olmaksızın çiftçinin karısına karşı giderek daha fazla düşman olmaya başladı. Aylar böyle geçti, bir gün köpek kadının koluna saldırarak cüppesinin kolunu yırtınca ölüm korkusuna kapılan kadın cübbe ve onun sökülen ipekleri içinde kayboldu. Onun yerini dokuz kuyruklu bir tilki doldurmuştu. Şaşırıp kaldı, ne yaptığını anlayınca evden ve köpeğin öfkeli çenesinden uzaklaştı.
Günler, haftalar, aylar geçti fakat geri dönmedi. Adamın kalbi kırılmıştı, karısını seviyordu ve onu özlüyordu. Hatta onun bir tilki ruhu olmasını bile umursamıyordu. Adam her gece çaresizlik içinde onun için ağlarken, boğuklaşarak gözyaşlarından kopan sesiyle geri dönmesi için şöyle seslenirdi: "Kitsu-ne?"

Bu tür hikayeler genellikle Shugendō ve Onmyōdō rahipleri ve Abe-No-Seimei, En-No-Gyoja gibi yetenekli kişilerin yazdığı hikayeleridir. İkisi de annelerinin birer Kitsune olduğunu iddia etmiştir.

Yukarıda yer alan hikayedeki tilki ruhu yardımsever ve iyi kalpli olmasına rağmen kaçmayı seçtiğinde sevdiği adama yine de üzüntü getirmiştir. Hikayenin bazı versiyonlarında adam daha sonra yalnızlıktan ölür. Farklı varyantlarında ise sevgilisini aramak için evinden ayrılır ve asla geri dönmez.

Japon mitolojisinde üç farklı Kitsune türü vardır. Bunların her birinin kendine özgü özellikleri vardır:

Youko'lar, Kitsune olarak kabul edilir ancak genellikle tilki ruhları değil de tilki şeklini almış şeytanlar olarak görülürler. Huli Jing şiirinin onlardan bebek gibi ses çıkaran varlıklar olarak bahsettiğini gördük. Bu aslında bir avlanma yöntemidir. Sesi duyanlar etrafta kurtarılmayı bekleyen bir bebek olduğunu düşünüp onu aramaya koyulurken nasıl bir tuzağın içine çekildiklerini fark etmez ve sonunda yaratık tarafından yenirler.

Myoubu'lar kendilerini özellikle refah ve dünyevi başarı kamisini olan "Inari O-kami"nin habercisi olarak nitelendiren tilki ruhlarıdır. Kötülük yapamaz ve onlara inananlara yardım etmeye yemin ederler. Kendine özgü kırmızı önlükler giyen bu heykelleri Japonya'da bazı türbe ve mezarlıklarda görmek mümkündür.

Nogitsune'ler insanlarla doğrudan etkileşime giren tilkilerdir. Çin ve Kore mitoslarından farklı olarak iyi veya kötü olabilirler. Inari O-kami ile uyumlu değillerdir ve bu yüzden "vahşi" olarak kabul edilirler. Ancak gerçek bir tilki gibi değildirler. Yani yapmak istediklerini kendileri seçebilir ve sonuçları (karmik tazminat) konusunda endişelenmezler.

Kitsune'ler hakkında bulacağınız tüm hikayeler arasında, bazen insanlara musallat olmayı bazen ise onlarla arkadaş olmayı seçerek hayatlarını sürdüren türler olarak en çok göreceğiniz tilki ruhu türü Nogitsune'lerdir.

TİLKİ RUHU NASIL FARK EDİLİR?

Japon mitolojisinde Kitsune'ler genellikle gizlenemeyen bazı özelliklerden dolayı fark edilirler. Kumiho'larda olduğu gibi Kitsune'ler de neredeyse her zaman bir kuyruğa ve bazen de tilki kulaklarına sahiptirler. Sık sık gölgelerde kalmaya çalışarak bunları gizlemeye çalışırlar.

Çoğu zaman insanlarla etkileşime girmedikleri ve sadece yüz yılda bir veya daha uzun sürede ortaya çıktıkları için güncelliğini yitirmiş veya modası geçmiş olarak değerlendirilebilecek kelimeler kullanabilir, farklı konuşabilir ve mevcut dilin kullanımını bilmeyebilirler. Çok yavaş veya olağandışı bir hızda konuşabilirler.

Japonca'da Kitsune'lerin telaffuz etmekte zorlandığı söylenen kelimeler vardır. Bu kelimelerden biri de "Moshi"dir. Bu yüzden tilki ruhuna inanan insanlar evlerine gelen misafirin Kitsune olup olmadığını anlayabilmek için "Moshi-moshi?" sözünü kullanırlar. Hatta günümüzde bunu cep telefonunda uygulayanlar bile vardır. Telefonda karşılıklı olarak "Moshi-moshi" diyerek iki tarafın da normal insanlar olduğunu doğrularlar.

İslam'daki cin inanışına benzer şekilde Kitsune ve köpeklerin bir araya gelmesi soruna yol açar. Çünkü köpekler onlardan aşırı korkarak kaçabilir yada saldırabilir. Dolayısı ile tilki ruhları da köpeklere zarar verebilirler. Genellikle köpeklerin homurdanarak bu ruhları kovalamaya çalışacağına inanılır.

Kitsune'lerin görünmez olma yeteneğine sahip olduklarına inanılsa da tilki kulaklarının açığa çıktığı gölgelerini gizleyemedikleri söylenir. Tütsü dumanını kullanarak da onları görmek mümkündür. Duman formlarının ana hatlarını çizerek korkuturken, tütsü kokusu onları rahatsız edecektir.

Kitsune'lerin yansımaları da onları ele verir. Su, cilalı metal plakalar, metal kaşık-kaplar ve tabii ki ayna ve benzeri yüzeye sahip her şey onların asıl yüzünü ortaya çıkaracağından bunlardan uzak durmaya çalışırlar. Bu yüzden yüzüne ayna tutmayı reddeden bir kadının ya bir Kitsune olduğundan ya da bu ruhlardan biri tarafından ele geçirildiğinden şüphelenilirdi.

Inarizushi adında, kızarmış ve çok tatlı tadı olan bir tür tofu ve pirinç suşisi vardır. Bu yiyecek genellikle Tanrı Inari O-Kami'ye adak olarak bırakılır. Kitsune'nin bu suşiye karşı koyamayacağı ve lezzetli ikramın tadını çıkarmak için tilki ruhuna döneceği söylenir. Dolayısı ile inanışla göre bu suşiyi dışarıda bırakırsanız Kitsune'leri de ortaya çıkarabilirsiniz.

Hoshi-no-tama, Kitsune'lerin bazı güçlerini içeren ve Kumiho’nun mermerine benzer bir top türüdür. Parıldayan ve batmayan küre benzeri bir taş gibi görünmektedir. İnanışa göre bu küreyi bulur ve saklayabilirseniz Kitsune onu geri kazanmak için size hizmet etmek zorunda kalacaktır. Fakat bu sırada onu geri almak için elinden gelen her şeyi de deneyecektir.

Kitsune-tsuki, kelimenin tam anlamıyla 'bir tilki tarafından ele geçirilme durumu' anlamına gelir. Genellikle kurban genç bir kadındır ve tilki onun tırnaklarının dibinden ya da göğsünden içeri girer. Bazı durumlarda kurbanların yüz ifadelerinin bir tilkiye benzeyecek şekilde değiştiği söylenir. Japon masalları içine tilki ruhu giren okuma yazma bilmeyen kurbanların geçici olarak okuma yeteneği kazandığını anlatır.

Halkbilimci Lafcadio Hearn, Glimpses of Unfamiliar Japan adlı eserinde durumu şöyle anlatır:

"İçine kötü tilkilerin girdiği insanların davranışları tuhaftır. Bazen sokakta çırılçıplak bağırarak koşarlar. Bazen yere uzanırlar, ağızlarından köpükler gelirken bir tilki gibi ciyaklar yada havlarlar. Sahip olunan kişinin vücudunun bir bölümünde, deri altında kendine ait bir yaşamı varmış gibi görünen hareketli bir yumru belirir. Bir iğne batırırsanız anında başka bir yere kayar. Bu yüzden güçlü bir el tarafından parmakların arasından kaymayacak kadar sıkı şekilde tutmak gerekir. Sahip olunan kişilerin daha önce bilmedikleri dilleri konuşup yazdıkları söylenir. Sadece tilkilerin sevdiği düşünülen şeyleri yerler."

Özellikle hala düzenli olarak şeytan çıkarma yapılan Shugendō dinine inananlar arasında tartışılan uzun ve karmaşık bir konulardan biri de ele geçirilmedir. Tilki ruhlarının hem insanlara hem de gerçek tilkilere sahip olabileceği söylenir.

Bir insan vücuduna sahip olduklarında birçok soruna neden olurlar. Genellikle iyi huylu başlasa da zaman geçtikçe kötüleşir. Öyle ki tilkilerin ele geçirmesi yüzünden aileler yıkılır yada mali yıkıma sürüklenirler. Bu yüzden eski insanlar güneşli günde gölgede durup yağmur ve rüzgardan bahseden kişilere güvenmemeyi, güzel bir kız yada erkekle aniden tanışıp konuşmaya başlarsan ve her şey gerçek olamayacak kadar iyi gidiyorsa temkinli olmayı nasihat ederlerdi.

RAMAYANA DESTANI'NA KISA BİR BAKIŞ

Hazırlayan: A.Kara

ESKİ HİNDİSTAN'IN BÜYÜK DESTANI "RAMAYANA"YA KISA BİR BAKIŞ

Ramayana, dünya çapında milyonlarca Hindu için yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Eski Hindistan'da Sanskritçe yazılmış en popüler iki destandan biridir. Diğeri Mahabharata'dır. Bilge Valmiki'ye atfedilen bu destan aynı zamanda Adikavya olarak da anılır ve ilk şiir anlamına gelir (Aadi = ilk, Kavya = şiir).

Mahabharata ile birlikte Ramayana'nın Hindu Itihasa'sını yani Hinduların tarihini oluşturduğu kabul edilir. Itihasa türünün iki farklı özelliği vardır: Birincisi, yazarın olaylara ilk elden tanık olması gerektiğidir. İkincisi ise öğretilerin tüm nesiller ve dönemlere ulaşıp geçerliliğini koruyabilmesi için öykülerle örülmüş olmasıdır. Valmiki'nin, yaşamı boyunca Ramayana olaylarının bir kısmına tanık olduğuna inanılır.

Ramayana, gizemli masallar ve eski geleneklerin hikayeleri, fantastik kahramanlar, efsanevi yaratıklar, büyük savaşlar dışında ahlak, etik hakkında da dersler veren, ideal yaşam tarzını işaret eden bir destandır.

24.000 şloka yani beyitte Vişnu'nun 7. enkarnasyonu olarak kutlanan Prens Rama'nın efsanevi hayatı anlatılır. Rama'nın etrafında dönen çeşitli olaylar ile ahlak, etik, politika ve felsefe üzerine dersler verilmeye çalışılır. Hindulara göre Ramayana'nın sayısız yönü vardır. Cesur, cesareti görür, feminist eşitlik dersleri alır ve dindar kişi teselliyi Rama-Sita'nın Tanrı benzeri kişiliklerinde bulur. Yani dersler her okuyucuya göre değişebilir, özeldir.

Orijinal Ramayana'nın, Rama'nın yaşamının çeşitli aşamalarını anlatan 6 Kanda'ya (kitap) sahip olduğu söylenirken, 7. Kanda'nın daha sonra yapılan bir ekleme olduğu kabul edilir.

Bilge Narada, Ramayana'nın başlatıcısı olarak kabul edilir. İlk kitap Çocukluk Kitabı anlamına gelen Bala Kanda'dır. Her şey Valmiki'nin destanı bestelemek için ilahi rehberlik aldığı Bilge Narada ile Valmiki arasındaki sohbetle başlar. Bu kitap Rama ve kardeşlerinin Kosala Krallığı'ndan büyük Kral Dasharatha ve üç kraliçesi Kaushalya, Sumitra ve Kaikeyi'nin doğumlarını, eğitimlerini, Rama ve küçük kardeşi Lakşmana'nın bilgelerin ateş kurbanlarını korumak için Bilge Vişvamitra (Vishwamitra) ile birlikte ormana doğru uzanan yolculuklarını detaylandırır.

Bu yolculuk kardeşleri eğiten ve silah sanatı, felsefe, kültür ve yaşamla ilgili önemli efsaneler hakkında bilgiler veren Bilge Vişvamitra'nın etrafında döner. Kitap, Rama’nın Videha Krallığı prensesi Sita ile evlenmesiyle sonuçlanır.

İkinci kitap, kişinin sözlerini onurlandırmanın önemine odaklanan Ayodhya Kanda'dır (Ayodhya'nın kitabı). Kral Dasharatha, Rama'yı gerçek varisi olarak seçer ve krallık taç giyme törenine hazırlanır. Ancak üvey annesi, kocasının ona sunduğu iki lütfu uygular ve bu olay Ramayana'da büyük bir dönüm noktasının başlangıcı olur. Rama 14 yıl boyunca ormana sürülür ve babasının şerefini korumak uğruna hiçbir itiraz olmaksızın sürgünü kabul eder. Sita ve Lakşmana da ona eşlik etmek için krallıktan ayrılır.

Üçüncü kitap "Ormanın Kitabı" anlamına gelen Aranya Kanda'dır. Sürgünden sonra bu üçlü kilometrelerce giderek koyu ormana yolculuk eder ve çok sayıda aydınlanmış, ruhsal olarak gelişmiş bilge ve keşiş ile tanışır. On üç yıllık sürgün neredeyse barışçıl bir şekilde geçer. Ancak daha sonra çok önemli olaylar meydana gelir. Güçlü iblis Kral Ravana'nın kız kardeşi ormanda dolaşırken Rama'yı hayal eder, arzular. Bu önemli bir olaydır çünkü nihayetinde Sita'nın Ravana tarafından kaçırılmasına yol açan bir dizi olayı harekete geçirir. Daha sonra Rama ile Lakşmana'nın Sita'yı bulma arayışı başlar.

Dördüncü kitap Kişkindha Kanda'dır (Vanara Krallığının Kitabı). Rama, Sita'yı bulma arayışında kendisine yardımcı olacak bir ittifak oluşturmak için Vanara ordusu ile stratejik birliktelik yapar. Sanskritçe "Vanara" sözcüğü iki kelimeden oluşur: Vana (orman), Nara (adam). Yani ormandan gelen adam. Yıllar geçtikçe Vanara terimi maymunlar anlamına gelince Vanara popüler edebiyatta ve sanatta bu şekilde tasvir edilir.

Ancak maymunlar için Sanskritçe kelime "Kapi" dir ve "Vanara" kelimesi maymun olarak yorumlanmış olsa da aslında ormanda yaşayan bir adamı temsil ediyor gibi görünmektedir. Vanara şefi ve komutanı olan Hanuman ve Angada'nın liderliğindeki Vanaralar, akbaba Kral Sampati'den Sita'nın nerede olduğunu öğrenirler.

Beşinci kitap "Güzellik Kitabı" anlamına gelen Sundara Kanda'dır. Güney Okyanusu'nu geçip Lanka'ya ulaşmak için zıplayabilen tek kişi olan Hanuman'ın maceralarını detaylandırır. Bu kitap, Ramayana'da kahramanın Rama değil, ilahi Vanara şefi Hanuman olduğu tek kitaptır. Devasa engellerin ve testlerin üstesinden gelen Hanuman sonunda Sita'nın yerini bulur.

Ayrıca Hanuman elçinin öldürülmesini emrederek ağır bir suç işleyen Kral Ravana ile yüz yüze gelir, yanmakta olan tüm Lanka'yı aydınlatır ve Kişkindha'ya olanları anlattığında tüm krallık bu alçakça hareketin bedelini ödemek zorunda kalır.

Altıncı kitap "Savaşın Kitabı" anlamındaki Yuddha Kanda'dır. Rama ve Ravana arasındaki savaşı ayrıntılarıyla anlatan Kandaların en büyüğü olarak kabul edilir. Rama Setu'nun yani Rameshwaram ve Lanka'yı birbirine bağlayan köprünün inşasını takiben Vanara ordusunun okyanusu geçişini anlatır. Büyük savaş, savaşın, silahların, trajedilerin, kayıpların ve neşe dolu anların görkemli açıklamalarıyla 13 gün boyunca devam eder. Sonunda Rama, iblis Kral Ravana'yı yener ve Sita ile yeniden bir araya gelir. Muzaffer Rama, Lakşmana ve Sita görkemli kutlamalarla karşılandıkları Ayodhya'ya geri döner.

Yedinci kitap, "Cevaplar Kitabı" yani Uttara Kanda'dır. Valmiki'nin Ramayana'sına sonradan eklenen bir kitap olarak kabul edilir ve Rama ile Sita'nın son yıllarını detaylandırır. Ortaya çıkan olaylar nedeniyle Sita ormandaki başka bir sürgüne katlanmak zorundadır ve sürgün sırasında, keşişin evinde, Bilge Valmiki'nin himayesinde yetiştirilen ikiz oğulları Lava ve Kuşa'yı (Kusha) doğurur.

Sita için sürgündeki başka bir dönemin zorluklarının ayrıntıları anlatılır. Rama büyük bir kurban düzenlerken iki genç savaşçıyla karşılaşır ve onları oğulları olarak kabul eder. Tanrıça Lakşmini'nin enkarnasyonu olarak kabul edilen Kraliçe Sita evine geri döner ve Kral Rama bedeninden vazgeçerek Jala Samadhi'yi almak için Sarayu nehrine iner. Yani su elementinin yardımıyla bedeninden ayrılır.
(Not: Samadhi, Budizm ve Hinduizm'de, zihinsel konsantrasyon anlamında kullanılan bir terimdir.)

Ramayana; orduları, mucizeleri, nimetleri ve lanetleri, azizleri ve bilgeleri, egzotik bitki örtüsünü, gerçek, ahlaki ikilem, ilişkiler, siyaset, etik, inanç, günah, tahammül hakkında iç içe geçmiş dersleri efsanevi karakterler aracılığı ile anlatır. Ruhsal yönden mesaj vermeye çalışırken aynı zamanda birkaç sosyal gerçeği de iletir.

Hindistan kültürel açıdan zengin ve çeşitli bir ülkedir. Gelişen kültür, gelenek ve toplulukların iç içe geçmesi nedeniyle şu anda 300'den fazla Ramayana varyantı vardır. Çünkü temalar o kadar geniş ki çeşitli bölgesel kültürler ve sanatsal ortamlarca da uyarlanmış ve yorumlanmıştır. Ramayana Hint eğitiminin ve festivallerinin merkezinde yer alır ve tüm Hintlileri bir araya getirdiği söylenebilecek destanlardandır çünkü milyonlarca kişinin hatırasında ve nostaljisinde yaşamaktadır.

Valmiki, Ramayana'nın ilk versiyonunu yazdı ancak Hindistan'ın güney bölgelerinde popüler olarak Kamba Ramayanam olarak anılan Ramavataram en popüler olanıdır. 12. yüzyılda Tamil şairi Kambar tarafından yazılmış bir Tamil destanıdır. Hindistan'ın kuzey bölgelerinde ise Ramcharitmanas milyonlarca Hindu'nun günlük yaşamının bir parçası olmuştur. 16. yüzyıl Hintli şair Goswami Tulsidas tarafından Avadi (Awadhi) dilinde yazılmış bir epik şiirdir.

Tüm bunlara bakıldığında Ramayana'nın sürekli olarak yeni eklemelerin girdiği ve yalnızca zamanın testinden sağ kalanların içeriğinde yer almaya devam ettiği bir dizi ayet, hikaye ve fikirdir.

Güney Hintli tüccarların, öğretmenlerin ve misyonerlerin MS 1500'e kadar Güneydoğu Asya'ya doğru hareket etmesi nedeniyle Hinduizm ve Budizm bölgeye nüfuz etti ve Hinduizm'in yayılmasıyla bu destan da yayılmış oldu. Ramayana'yı içeren heykeller ve yazıtlara Kamboçya, Myanmar, Tayland, Endonezya, Malezya ve birçok ülkede rastlanır.

Bugün bile Güneydoğu Asya'da bu popüler efsanenin etrafında dönen tiyatro gösterileri, danslar, kukla ve gölge gösterileri yapılır. Bu destanın Endonezya veya Cava versiyonuna Kakawin Ramayana denir. Yogyakarta'daki (Ayodhya'nın bir çevirisidir) bir Hindu tapınağı olan 9. yüzyıl Prambanan tapınağı Ramayana'dan çeşitli karakterlerin oymalarını barındırır ve bu hikayenin bölgede ne kadar uzun süre boyunca etkili olduğunu gösterir.

Efsanenin Tai versiyonu Ramakien olarak bilinmeye başlamıştır. Ulusal bir destan olarak kabul edilen Ramakien'deki resimlerde maymun orduları büyük bir gururla tasvir edilir.

Benzer şekilde Hindistan kökenli olmasına rağmen Ramayana'nın hikayesi neredeyse Güneydoğu Asya'nın tamamını kapladı. Her ne kadar farklı versiyonlar ve yorumlar ile tanımlansa da tüm bu hikayeler destan haline geldi ve yerel halk tarafından topluluklarının ve uluslarının övünç kaynağı olarak saygı görüp kutlanıyor.

ANTİK MEZOPOTAMYA NİNNİLERİ

Hazırlayan: A.Kara

ANTİK MEZOPOTAMYALILARIN BEBEKLERİ YATIŞTIRMAK VE UYARMAK İÇİN OKUDUKLARI NİNNİLER

Ninniler yeni icatlar değiller tabi. Tarihleri binlerce yıl öncesine hatta şüphesiz yazılı tarih öncesine kadar uzanır. Babil, Asur, Sümer ve Hattuşa kültürlerine ait birçok eski Mezopotamya ninnisi günümüze kadar gelmiştir. Dicle ve Fırat nehirlerinden günümüz Suriye'sine kadar uzanan Mezopotamya son derece verimli toprakları nedeniyle “Medeniyetin Beşiği” olarak biliniyordu. Ayrıca bölge, "yazının, şehir kültürünün ve dünyamızı bugüne kadar şekillendiren diğer birçok kavram ve kurumun doğduğu yer" olarak bilinir. Bu kültürel bölgeden gelen eski Mezopotamya ninnilerinin hayatta kalması, dünyanın bu bölgesinden gelen geleneklerin uzun ömürlülüğünün de bir kanıtıdır.

Ninniler çocukluk kültürünün önemli bir yönüdür. Ninniler söylenirken kasıtlı olarak daha kolay hatırlanıp söylenebilecek şekilde tasarlanmışlardır. Sözlerinin içinde genellikle bir nesilden diğerine aktarılan kültürel gelenekler ve uygulamalar bulunur. Bu tür ninnilerin ardındaki anlam çoğu kez unutulsa da sözleri aktarılmaya devam ediyor. Örneğin Avrupa'da “Gülün Çevresindeki Yüzük” diye bir ninni vardır ve çoğu insanlar bunun aslında Kara Veba'ya atıfta bulunduğunu unutmuşlardır.

Babil'den gelen bir Mezopotamya ninnisi yaklaşık olarak MÖ 2000 yılına tarihlenir. Eski Mezopotamya'da yaygın olan ilk yazı biçimi olan çivi yazısıyla yazılan bu özel ninni, ilginç bir şekilde korkunç bir anlatıya sahiptir:

"Karanlığın evinde yaşayan ufaklık -
peki, şimdi dışarıdasın, güneşin ışığını gördün.
Neden ağlıyorsun, neden bağırıyorsun?
Orada neden ağlamadın?
Evin tanrısını uyandırdın, Kusarikkum uyandı:
"Beni kim uyandırdı? Beni kim irkiltti? "
Ufaklık seni uyandırdı, küçük seni irkiltti!
"Şarap içenlere, içki içenlere olduğu gibi uyku onun üzerine çökebilir!"
(Çev. W. Farber)

Bebek ağlarken anne yada süt anne, bebeğin ev hayaletini uyandırma suçundan dolayı ninni söyler çünkü bu durum feci sonuçlar doğurabilir. Ninni, çocuğun "rahmin sessiz karanlığından" yaşayanların dünyasındaki mevcut konumuna olan yolculuğunu detaylandırsa da "ağlayan bebeğin tıpkı bir ayyaş gibi sonunda uykuya dalacağına" dair yakarış ile biter.

Ninninin anlamı çok açık: Bir çocuk ışığın olduğu ve annesi tarafından tutulabildiği bir dünyada neden huzur bulmasın? Bu yüzden ninni bebeği hem sakinleştirmeyi hem de tehdit edici motiflerle de olsa uykusuna geri dönmesini sağlamayı amaçlıyor.

Rahatsız edilmediği sürece zararsız olan Kusarikku gibi doğaüstü varlıkların bizonlara benzer şekle sahip ev hayaletleri olduğuna inanılırdı. Dolayısı ile bebeğin aralıksız ağlamalarından rahatsız olabilirdi. Böyle bir noktada ninni, çocuğun aralıksız ağlamalarından öfkelenen bir Kusarikku'nun insanlara tanrıların bile yapmayacağı kadar korkunç şeyler yapabileceğini söyleyerek bebek yada çocuğu uyarır. Bu nedenle şarkı muhtemelen ikili bir amaca hizmet etmeyi amaçlıyordu: Birincisi çocuğu tekrar uykuya daldırmak ve bebeklikten çıkmış olan çocuğu uyarmak,
İkincisi; Çocuk ağlamaya devam etmeyi seçerse başlarına ne geleceği konusunda ona ikazda bulunmak.

Yani bebeğin susması yalnızca anne ve babanın dinlenmesi için bir fırsat değil, aynı zamanda evdekilerin başına Kusarikku tarafından bir felaket gelmesini önlemek için gerekliliktir.

Benzer bir mesaj içeren Mezopotamya ninnilerine ikinci bir örnek:

"Sen oradaki küçük, yeni doğmuş insan,
gerçekten dışarı çıktın, güneş ışığını gördün.
Neden orada (anne karnında) annene hiç böyle davranmadın?
Babana iyi davranmak yerine annenin normal bir hayat sürmesine izin ver,
Dadının ödünü kopardın, süt anneyi rahatsız ettin.
Sen ağladığın için evin tanrısı uyuyamıyor, evin tanrıçası uykusuz kalıyor.
Gece saatini üç olarak sabitleyen Enkidu'ya kimi göndermeliyim [ona söyleyerek]:
"Ceylanı yenen onu da yensin.
Ceylanın oğlunu bağlayan da onu bağlasın.
Taşradan rastladığı biri ona uykusunu versin,
Bir öküz sürücüsünün uykusuna yatsın!
Annesi onu uyandırana kadar uyanmasın!"
(Çev. W. Farber)

Her iki Mezopotamya ninnisinde de çocuğun tekrar uykuya dalmaması durumunda ona veya ailesine yönelik tehdidin altı çiziliyor. İkinci ninni ev hayaletinin uyanma riskinden açıkça bahsetmese de ilk ninni dikkate alındığında bu ninni de hayaletin uyanma tehlikesinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bebek tabi ki ninninin içerdiği ince tehdidinin ardındaki sonuçları anlayamaz fakat büyüdükçe ev hayaletinin rahatsız edilmesinin tehlikeli olduğu inanışını anlatan sözler anlaşılır hale gelir.

Zaten Londra'daki İngiliz Müzesi araştırmacılarından Richard Dumbrill de antik dünyada insan dünyası ile tanrıların dünyası arasındaki ilişki nedeniyle "korkutucu temaların dönemin tipik ninnileri olduğuna" dikkat çekiyor.
Özellikle Yale Üniversitesi'nde Yakın Doğu'da uzman bir profesör olan Eckart Frahm, Mezopotamya'da insan ve ilahi dünyalar arasında bir ayrım olmadığını ve birinin diğerini doğrudan etkileyebileceğine dair inanışlar olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu nedenle evdeki tanrıları rahatsız etmemek konusunda ciddi bir ders içeren sakinleştirici şarkılar söylemek çocuğa çok küçük yaşlardan itibaren doğaüstü alemin olası sonuçları nedeniyle eylemlerine karşı dikkatli olması gerektiği inancını aşılar.

Eski Mezopotamya ninnilerinin derin doğaüstü çağrışımlara sahip olduğunun bir başka göstergesi de şarkıların söylenmesiyle birlikte yürürlüğe girdiğine inanılan ritüellerdir. Nippur bölgesinden (modern Bağdat'ın biraz güneyinde) bir Babil tableti, "önemli bir caddeden, kapıdan, hatta bir mezardan" toz alma ve şarkı söylerken ağlayan bebeğin üzerine serpme veya sürme uygulamasını içerir. MÖ 500 ile 300 yılları arasında çivi yazısıyla yazıldığına inanılan bu tablet, ayinleştirilmiş ninnilere yapılan en eski referanslardan biri olarak günümüze ulaşmaktadır. Tıpkı bugün bir annenin şarkı söylerken bebeğini kollarında sallaması gibi, doğaüstü olanın her güne ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğu dünyadaki uygulama, çocuğun çevresinde yaşayan varlıkları rahatsız etmeyeceğine dair daha fazla güvence gerektiriyordu. Bu nedenle toz serpme, çocuğu (ve muhtemelen ebeveynleri) uyanmış veya huzursuz tanrıların "öfkesinden" korumak için ek bir adımdı.

Literatürde Mezopotamya'daki eski ninnilerde atıfta bulunulan bir başka tanrı da "bebekleri kaçırdığına ve hamile anneleri öldürdüğüne inanılan" iblis Lamaştu'dur. Çocuğu gece yarısı uyanan ve ağlamaktan vazgeçmeyen bir annenin korkusunu hayal edin. “Yarı kuş, yarı (dişi) aslan ve memelerinden süt emerek sarkan köpek yavruları ve domuzların olduğu bir yarı insan” şekilli iblisin gelip çocuğu kaçıracağı inancı her anne için korkutucu olurdu. Bu nedenle ekstra bir güvence ve korunma ihtiyacı eski Mezopotamya ninnilerinde güçlü bir rol oynar.

Çocukları korkutmak için sıklıkla eski Mezopotamya ninnilerinde bahsedilen Mezopotamya iblisi Lamaştu

Tanrılara yapılan duaların Lamaştu gibi şeytanlara karşı korunmanın yanı sıra çocuğun zamansız ölümüne yol açabilecek bilinmeyen tıbbi nedenlerden ötürü ağlamamasını sağlamak için ninnilere dahil edilmesi de alışılmadık bir durum değildi. Antik dünyada yaşam sürelerinin çok uzun olmadığı ve bebek ölüm oranlarının oldukça yüksek olduğu her zaman hatırlanmalıdır. Ninnilere diğer tanrılara yönelik duaları dahil etmek hem iç hem de dış kötü güçlere karşı ikili bir koruma amacına hizmet ederdi.

Eski hayaletler ve şeytanlarla ilgili açıklamalarıyla bağlantılı olarak, bazıları tarafından eski ninnilerin, şarkıların doğasına bağlı olarak, sihirli ruhlar lehine veya aleyhine uygun büyülü sözlere dönüştüğüne inanılmaktadır. Bu ninnilerden bazıları okumaktan ziyade söylenmeye meyilli olduğundan ve bu ninnilerin bazıları tabletlere kaydedilmiş olduğundan bunların büyülü sözlere dönüştürülmüş olabileceklerine dair görüşler yoğunluktadır.

YAHUDİ MİSTİSİZMİ VE GOLEM

Hazırlayan: A.Kara

DİABLO VE BENZERİ OYUNLARDAKİ "GOLEM"İN İBRANİ KÖKLERİ

Gotik korku romanı Frankenstein bir bilim insanın tanrı rolünü üstlenerek canlı yaratmaya çalışmasını işler. Yarattığı şey bir bakıma Golem'dir ve buna benzer hikayeler Yahudi hikayelerinde de vardır. Ancak tabi ki bazı keskin farklılıklar içerirler.

Örneğin Frankenstein adlı canavar kadavra ve vücut parçalarının karışımından yaratılmış olarak tasvir edilirken Golem'in kilden yapıldığı söylenir. Ek olarak Frankenstein canavarına hayat veren araç bilim iken Golem'e hayat veren araç mistik yollardır.

Ayrıca Diablo oynamış biriyseniz kil, demir ve et parçalarından Golem yaratan Nekromansi karakterine de yabancı değilsiniz demektir. Frankenstein romanına ilham veren şey eskiden Avrupada kadavra ticaretinin artması hatta karaborsaya düşmesi midir yoksa Yahudi söylencelerindeki Golem midir bilinmez. Ama Diablo gibi birçok oyundaki Golem adlı yaratıklar doğrudan Yahudi efsanelerindeki Golemden alınmıştır, esinlenilmiştir.

Golem sözcüğü İbranice'de "şekilsiz kütle" veya "bitmemiş madde" anlamlarına gelir.

Bir Talmud efsanesine göre Adem yaratıldığında 12 saat boyunca bir Golem (גולם) halinde, ruhsuz bir beden olarak beklemiştir. Başka bir efsanede Yeremya adlı peygamberin bir Golem yaptığı söylenir. 

Bu anlatı ve inanışların kökeni Talmud'a ve erken dönem kabalistik fikirlere dayanır. Talmud ve kabalistik metinler ezoterik bilgiye sahip erdemli kişilerin inorganik maddeleri kullanarak yapay bir insan yaratabileceği, böylece tanrıyı taklit edebilecekleri fikrini doğurmuşlardı.

Kimileri Golemlerin yaratılmasına ilişkin efsanelerin yalnızca sembolik olduğuna ve bir kişinin ruhsal uyanışına atıfta bulunduğuna inansa da Golem hikayelerini farklı yorumlayan ve bu tür yaratıklar yaratmanın mümkün olduğuna inanan insanlar da vardı.

Ortaçağ Yahudi mistikleri yaratma konusuna ilgi duyuyorlardı. 1240 doğumlu İspanyalı Avram Ebulafia kabalistik yazılar yazmıştı. Fransız Yahudi kökenli bir 13. yüzyıl metni olan  Pseudo-Sa'adyah mistik yaratım yöntemlerini anlatıyordu.

Yaratılış veya Oluşum Kitabı anlamına gelen Sefer Yetzirah hakkında yazan birkaç kişi, örneğin Alman Haham El'azar (yaklaşık 1165-1230) bu kitap hakkındaki yorumunda Golem yaratma talimatlarının nasıl yerine getirilmesi gerektiği konusunda açıklamalar sunmuşlardı. Açıklamalarında genellikle ilk olarak Golem'in insanı andıran bir şekle büründürülmesi gerektiği yazıyordu.

Golem'e hayat vermek için anlatılan birkaç yol vardı. Bu yollardan birine göre Golem'i yaratacak kişi İbrani alfabesindeki harflerin bir kombinasyonunu ve Tanrı'nın gizli adını söylerken yarattığı Golem'in etrafında yürümeli veya dans etmeliydi.

Başka bir varyantta bir araya gelerek 'gerçek-doğruluk' anlamlarına gelen "emet (אמת)" kelimesini oluşturan alef, mem ve tav harflerinin Golem'in alnına yazılması gerekiyordu. Böylece Golem canlanacaktı.

Golem'in canlanabilmesinin üçüncü yolu ise bir parşömene Tanrı'nın adını yazmak ve onu Golem'in koluna veya ağzına yapıştırmaktı. Yani Tanrı'nın adı cansız bir varlığa yaşam vermeyi sağlıyordu.

Bir canlı yaratmak ve üzerinde hakimiyet kurabilmek için üzerine sözcükler yazmak veya isim koymak şarttı. Çünkü eski insanın düşünce sisteminde isim yasa koymak demekti.

El'azar'ın Golem Yaratma Tarifi

Haham El'azar Golem yaratma aşamalarına dair anlatısı kısaca şöyle idi. Dağlardaki bakir toprağı saf suyla yoğurduktan sonra ilk olarak Golem'in baş ve gövdesini şekillendireceksin. Sonra Yaratılış Kitabında uzuvlara karşılık gelen her harfi İbrani alfabesindeki harfler ile her uzuv için ayrı ayrı olacak şekilde çiftler halinde birleştireceksin. Buna "221 kapı" denir. Sonra alfabenin her harfini sesli bir harf ile birleştireceksin. Böylece ilk aşama yani Golem'in bedeni hazırlanmış olacak.
Sonra, ikinci aşamada Tetragrammaton'u yani Tanrıya atıfta bulunmak için kullanılan Yhvh harflerini İbrani alfabesinin her harf ile tek tek eşleştirecek, ortaya çıkan harf çiftlerini bütün sesli harfleri kullanarak yoğurduğun Golem'e okuyacaksın. Ayrı ayrı dizilimler kullanılmış olsa da Golem içinde Yhvh harflerini barındırdığı için  hayat bulacak. [Idel's Golem: Jewish Magic and Mystical Traditions on the Artificial Anthropoid; 221 kapıya dair tablo ve detaylar için bkz : Sefer Yetzirah, Aryeh Kaplan]

Yehuda Leib (Loev) ben Betsal'el'in Golemi

En ünlü Golem hikayelerinden diğeri 16.yy'da yaşamış önemli bir Talmud bilgini ve Yahudi mistik olan Haham Yehuda Leib ben Betsal'el diğer adıyla Maharel hakkındadır. O tarihlerde hahamın yaşadığı Prag şehri II. Rudolf tarafından yönetilen Kutsal Roma İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Rudolf okumuş, kültürlü bir imparator olmasına rağmen Prag Yahudileri, Yahudi karşıtı saldırılara maruz kalmışlardı.

Efsaneye göre haham Loev Yahudi bölgesini korumak ister. Rüyasında "İsrail'in tüm düşmanlarını yok edecek bir Golem yarat" sözünü işitir. Haham gördüğü rüyayı ateş burcunda doğmuş olan damadına ve su burcunda doğmuş olan öğrencisine anlatır. Kendisi hava burcunda doğduğundan eğer yardım ederlerse tüm elementlerin temsilcilerine sahip olacaklarını böylece bir Golem yaratabileceğini söyler.

Loev özel bir toprak hazırlar ve kabalistler gizli isimleri okuyarak etrafında döndükçe toprak beden yavaş yavaş canlanmaya, insani nitelikler kazanmaya başlar. Böylece Golem yaratılmış olur. Kimi anlatılara göre alnına veya ağzına bir sözcük tutturulduktan sonra canlanırken kimi anlatılara göre boynuna geyik derisinden yapılmış ve mistik işaretlerle süslenmiş özel bir kolye takılır. Kolye yani tılsım aynı zamanda Golem'in görünmez olmasını sağlar. Yaşam vermek için yazılan sözcükler genellikle Adam yani Adem veya hakikat anlamına gelen Emet'tir. 
Golem inanılmaz bir güce sahip olduğu için hahamın evinde ve sinagogda fiziksel güç gerektiren işlerde de yardımcı olur. 

Hikayenin başka bir versiyonu ise 1580 baharında, Yahudilerden nefret eden bir rahibin Prag'daki Hıristiyanları Paskalya sezonu yaklaşırken Yahudilere karşı kışkırtmaya çalıştığını belirtir. Bunun sonucunda Haham Loev, Paskalya mevsiminde halkını korumak için bir Golem yaratır.

Golem'in Yahudileri korumayı başardığı hikayenin sonu pek de mutlu bitmez. Golem güçlendikçe güçlenir, giderek zapt edilemez ve yıkıcı hale gelir. Golem iyilik yapmayı bırakır, çıldırmaya başlar ve masum insanlara saldırır.

Sonuç olarak Haham Loev, Tanrı'nın adını Golem'den çıkarır, böylece onu cansız bir heykele dönüştürür. Kimi anlatılara göre ise Haham can verirken üzerine tutturduğu sözcüklerin ilk harfini siler. Adam sözcüğü kan anlamına gelen "dam"a, Hemet sözcüğü ise "ölü" anlamına gelen "met"e dönüşür. Böylece Golem eskisi gibi cansız bir yığın haline gelir.

Çatıya çıkan merdivenler kaldırılmış olduğundan Golem'in haham tarafından sinagogunun tavan arasında saklandığına inanlar bile vardı. Fakat yüzlerce yıl sonra sinagog tamamen keşfedildiğinde Golem'e dair herhangi bir iz olmadığı görüldü.

Chelm'li Eliyahu'nun Golemi

Polonyalı Yahudiler arasında benzer efsaneler yaygındı. Örneğin Talmud bilgini, kabalacı ve Ba'al Şem yani Tanrı'nın gizli kutsal isimlerinin bilgisine sahip olduğunu söylenen Eliyahu'nun (Polonya'nın Chelm şehrinden) hikayesi bunlardan biridir. Hikayeye göre Eliyahu'nun yarattığı golem hergün biraz daha büyür. Başlangıçta çok küçük olan golem artık evdeki herkesten daha büyük hale gelir. Tehlikeyi sezen Eliyahu golemin alnındaki yazıdan harf silince golem cansız bir yığına dönüşür. Aynı hikayenin başka bir varyantında cansız hale gelen golemin hahamın üzerine doğru yıkılarak onu da öldürdüğü anlatılır.

Çoğu hikayede görünüşte erkek olarak tanımlanan Golemlerin Yahudi halkını kurtarmaya yardımcı olmak için yapıldığı görülür. Fakat kadın Golemler hakkında da birkaç önemli efsane vardır. Örneğin bir haham olan Horovitz'in kendisiyle seks yapması için güzel ve sessiz bir Golem yarattığı söylenir. Fakat kadın Golemlerin yemek ve temizlik yapan hizmetçiler olarak yaratılmasıyla ilgili hikayeler çok daha yaygındır.

Golemler Yahudi efsanesinin o kadar önde gelen isimleridir ki sanatçılara ve yazarlara bugüne kadar ilham vermeye devam etmişlerdir. En azından son iki yüz yıldır bu yaratıklar resim, heykel, illüstrasyon ve daha yakın zamanda video ve dijital sanat eserlerine bile girdiler.

AZTEKLERİN İNSAN KURBANLARI

Yazan: A.Kara


AZTEKLERİN ŞİDDET TUTKUSUNU VE İNSAN KURBANLARINI ANLAMAK

Aztek uygarlığının tarihi çeşitli nedenlerden dolayı en büyüleyici konulardan biridir. Hala büyük ölçüde gizemle örtülü olan bu renkli, karmaşık kültür, tüm Mezoamerikan uygarlıklarının önemli aşamalarından biriydi ve yeni bilgilerin kaynağı olmaya devam ediyor.

Ne yazık ki Avrupa uluslarının genişlemesi Azteklere ani ve beklenmedik bir son getirdi. Sadece birkaç yıl içinde Mezoamerikanlar tamamen İspanyol İmparatorluğu'nun egemenliğine girmek zorunda kaldı. Yine de Avrupalı fatihler bu medeniyetin bilinmeyen pek çok yönünü gün ışığına çıkardı ve insan kurban etme de bunlardan biriydi. İspanyol fatihler, Azteklerin uyguladığı şiddet ve toplu insan kurbanlarının boyutu karşısında dehşete düşerken bunlar Mezoamerikan kültürlerinin çoğu için sıradan bir olaydı, bir gereklilikti. 

Mezoamerika kabaca günümüz Orta Meksika'sından Belize, El Salvador, Guatemala, Nikaragua, Honduras ve Kosta Rika'ya kadar uzanan bölgedir. İspanyolların gelişinden önce bu bölge bin yıldan fazla süredir birçok gelişmiş kültüre ev sahipliği yapmıştı.

Aslında en eski kültürlerden bazıları, avcı-toplayıcı yaşam tarzından yerleşik tarıma MÖ 7000 gibi çok erken bir tarihte geçmişti. Meksika Vadisi muhtemelen Mezoamerika bölgesinin merkezi noktasıydı ve Azteklerin eviydi.

Azteklerin kurban ayinlerine odaklanacak olsak da bu uygulamanın onlara özel olmadığını unutmamak gerekir. Çünkü insan kurban etme ayinleri hepsi değilse de Kolomb öncesi Mezoamerikan kültürlerinin çoğunda mevcuttu. Arkeolojik kanıtlar bu iddiayı güçlü bir şekilde destekliyor ve MÖ 1200'deki Olmek Medeniyeti'ne (Olmekler) ve hatta bunun ötesine uzanıyor. Azteklerin kültürel ve ruhani selefleri Toltekler, Mayalar ve Taraskalar da insan kurban ediyorlardı.

İspanyollar geldiğinde Aztekler kültürel aşamalarını çoktan tamamlamışlardı. İnsan kurban etme ayinleri tamamen benimsenmiş, düzenli hale getirilmiş ve büyük ölçekte gerçekleşir olmuştu. Rahipler, kaşifler ve yetkililer tarafından yazılan en eski İspanyol metinleri bile acımasızca uygulanan insan kurban etme ayinlerinden ve Aztek toplumunda yaygın görülen şiddet içeren olaylardan bahseder. Böyle bahsedilmesinin nedeni ise bu uygulamaların pek çok Avrupalının görmeye alışık olmadığı şeyler olmasıydı. Gerçi Avrupalılar insan kurban ederek olmasa bile farklı şekillerde çokça kan akıtmışlardı ama kimse kendi gözündeki çapağa bakmıyor tabi..

Azteklerdeki kurban geleneğini ve ilgili efsaneleri incelerken karşılaşılan tanrı adlarının veya kimi terimlerin telaffuzunun ve akılda kalıcılığının zor olmasından dolayı onları Türkçe karşılıkları ile kullanacağım. Böylece hem akılda kalıcılığı, hem de kültürel yapıyı anlaması daha kolay olacaktır diye umut ediyorum.

İlk olarak vurgulamam gereken şey şudur ki Aztekler için insan kurban etmek kelimenin tam anlamıyla hayati bir uygulamaydı. Birçok yönden günlük faaliyetlerini, dini inançlarını ve halkın refahını kurban verme uygulamasının etrafında toplayıp bununla ilişkilendirmişlerdi.

Bir Aztek efsanesi tüm tanrıların sırf insanlar yaşayabilsin diye kendilerini kurban ettiğini belirtiyordu. Bu yüzden Aztekler kan içeren kurban ayinlerinin halkın iyiliği için olduğuna inanıyordu.

Ayrıca evrenin tanrıların kendini feda etmesi sayesinde varlığını devam ettirebildiği görüşüne sahiplerdi. Bu nedenle insan kurban etmek "tanrılara olan borcun iadesi" olarak kabul edilmiş ve "Borç Ödemesi"¹ olarak adlandırılmıştı. Kan ve et ile beslenen tanrılar denge ve refahı sağlayacaklardı. Haliyle kurban bir gereklilik olarak kabul edilmişti. Hatta Nahua dilinde kurban etmek (vemana) kelimesi "yayılmak" (mana) ve "sunu" (ventli) kelimelerinden türetilmişti. Yani "kurban etmek" anlamına gelen kelime "sunudan yayılan" anlamına geliyor, dolayısıyla kurbanların yiyecek ve yaşam döngüsüne yardımcı olduğuna dair inancı temsil ediyordu.

Tanrılara olan borçluluk inancı tüm uygarlığın en önemli yönlerinden biriydi. Bu yüzden farklı düzeyde adaklar sunulmuştu ve insan hayatının feda edilmesi verilmesi mümkün olan en değerli kurbandı. Halk değerli eşyalarını memnuniyetle sunardı. Bu yüzden Aztek tapınakları tanrılara adanmış altın ve değerli eşyalarla doluydu. Dahası sıradan vatandaş genellikle daha küçük ölçekte eylemlerle kendini feda ederdi. Örneğin bedenlerine Agave diğer adıyla Sabır otu bitkisinin dikenlerini batırır veya dillerini, kulaklarını hatta cinsel organlarını keserek vücutlarının çeşitli kısımlarından kan akıtırlardı. Aztek halkının cinsel organlarını kesmesi ve bedenlerinden kan akıtması alışılmadık bir durum değildi. Zaten Aztek halkı tanrıları Tüylü Yılan'ın da² insanlığa hayat vermek için kendi cinsel organından kan akıttığına inanırdı.

Aztek yaşamında sık sık ve düzenli olarak yapılan insan kurbanları neredeyse her zaman bir rehber eşliğindeki ayrıntılı ayinlerle yapılırdı.

Kalbin yerinden çıkarılması en yaygın fedakarlık yöntemiydi. Bunun nedeni Azteklerin insan kalbinin kişinin "oturağı" ve aynı zamanda güneşin ısısının bir parçası olduğuna inanmalarıydı. Ayrıca başka kıtada, kendilerinden yaklaşık 14.000km uzakta yaşayan Zerdüştlerin Kötücül Güç ile savaşan Ahura Mazda'yı desteklemek ve güçlendirmek için dua edip kurbanlar sunmalarına benzer şekilde Aztek inancına göre güneş-tanrısı Güney Sinek Kuşu³ karanlık ile sürekli savaşmaktaydı. Olur da karanlık kazanırsa dünyanın sonu gelecekti. Kalbin güneş ısısından bir parça taşıdığına inandıklarından Güneş'in karanlığa yenilmemesi için kurban verdikleri kalpler ve akıttıkları kanlar ile Güneş'i destekliyor, besleyerek güçlendiriyorlardı. Güneş'in gökyüzünde hareket etmesini sağlamanın yolu buydu. Yani insan kurban etmenin temel mantığı hayatta kalmaktı. Ayrıca Tüylü Yılan insanları Yeraltı Dünyası'ndan çaldığı kemikler ile yaratarak suç işlediği için insan kurban etmek tanrılardan özür dileme yollarından da biriydi.

Yine başka bir efsaneye göre Tüylü Yılan ve Tüttüren Ayna dünyayı yaratmak için bir araya geldiklerinde Tüttüren Ayna, İlkel Timsah'ın dikkatini çekmek için bir ayağını yem olarak kullanmıştı. Timsah onun ayağını yerken iki tanrı onu yakalayıp şeklini değiştirerek yeryüzünü yaratmışlardı. Sonrasında insanları yaratmışlardı. Bu inanıştan dolayı Tüttüren Ayna kimi zaman tek ayağı eksik olarak tasvir edilmişti ve insanlar yeryüzüne dönüştürülen ilahi timsahı teselli etmek için kurban veriyorlardı.

Geleneksel kurban ayinleri genellikle bir Aztek tapınağının tepesinde yapılırdı. Piramit biçiminde inşa edilen bu tapınakların uzun merdivenleri işaretlenir ve tepesinde bir platform bulunurdu. Burada ritüeli genellikle 5 rahip gerçekleştirirdi. 4 rahip kurbanı el ve ayaklarından tutarken 5. rahip ayinlerde kullanılmak için yapılmış çakmak taşı bıçağı ile göğsünü ve karnını yarar, elini kurbanın diyaframından içeri sokarak kalbini çıkarırdı.

Çoğu kez bu şekilde alınan kalbin hala rahibin elinde attığı söylenir. Daha sonra çıkarılan kalp, çok sayıda kalp koymak için delikleri bulunan, özenle oyulmuş sunak benzeri taş bir kap olan Çakmôl'e (Chacmool) yerleştirilirdi. Kimi zaman ise bir tanrı heykelinin tuttuğu kasenin içine konurdu. Ayinlerde kurbanın başı çoğu kez kopmuş olurdu ve vücutla birlikte devasa merdivenlerden aşağıda toplanmış olan kitlelere doğru fırlatılırdı.

Kurban töreni gerçekleşirken tapınak merdivenlerinin altındaki meydanda toplanan halk da eşlik eder, dinsel fedakarlıklarının bir işareti olarak kendilerini bıçakla, keser, deler, bu tür yollarla kan akıtırlardı. Kurban edilen kişiye saygı duyuluyor olsa da eğer kurban olarak seçilen kişi ölüm korkusuna kapılıp rolünü tamamlayamazsa ağır şekilde cezalandırılır, daha korkunç bir ölüme maruz kalır, diğer yandan "tanrılara hakaret" ettiği gerekçesiyle alay edilerek onuru kırılırdı. Bundan dolayı kurban olarak seçilenlerin çoğu feda edilmeye hevesli olmak zorundaydı. Hatta metinler gösteriyor ki serbest bırakılan bazı kurbanlar özgürlüğü reddedip tanrılara kurban edilmeyi talep etmişti.

Kişi kurban edilip merdivenlerden fırlatıldıktan sonra cesedi ziguratın altındaki "apetlatl" adlı özel bölüme indirilir, kimi zaman cesetlerden alınan iç organlar ile hayvanat bahçesindeki vahşi hayvanlar beslenirdi. Çünkü Aztekler dövüş etkinlikleri ve hayvan kurbanlarında kullanmak için vahşi hayvan yetiştiriciliği yapardı. Jaguar, kartal, köpek, geyik gibi hayvanların yetiştirildiği belgelenmiş bir gerçektir.

Öldürülen kurbanın başı kurbanların ve öldürülen düşmanların başlarının konduğu özel bir "Kafatası Rafı"nda (Tzompantli) sergileniyordu. Kurbanın etinin bir kısmı toplumun seçkin kişileri tarafından yenirdi. Bu uygulama yaygın bir eylem değildi. Sadece özel ayinlerde veya belirli tanrıları onurlandırmak için yapılırdı. Bedenin en iyi bölümleri kurban edilen kişiyi yakalayan yüce savaşçıya, dövüş müsabakasının galiplerine veya toplumun diğer önde gelen üyelerine verilirdi.

Kurban ayinleri her zaman aynı değildi. Tapınağın tepesinde kalbin çıkarılması en yaygın ayin olsa da belirli tanrılara kurban vermek için başvurulan farklı kurban varyantları da vardı. İnsana veya hayvana karşı gerçekleştirilen ring dövüşleri yoluyla kurbanın boğularak, yakılarak ya da diri diri derisi yüzülerek uygulanan ayinler de vardı.

Daha üzücü ve hayal etmesi bile berbat olanı yağmur tanrısı Tlaloc için yapılan kurbanlardı. Onu onurlandırmak için çocuklar kurban ediliyor ve çocukların gözyaşının yağmuru yatıştıracağına inanılıyordu.

Bununla birlikte Aztek toplumunda kurban etmenin en ilginç şekli Mezoamerikan top oyunuydu. Bu eşsiz spor birçok Mezoamerikan kültüründe mevcuttu ve Aztekler buna büyük önem vermişti. Mantık olarak futbol ve basketbol karışımı bir spordu. Farklı varyantları vardı. Topa el, kalça, sopa veya taş ile vurarak da oynanabiliyordu. Aslında sıradan bir spor olmaktan çok ritüel niteliği taşıyan bir oyundu. Çünkü maçı kazanan taraf dokunulmazlık kazanırken, kaybeden takım tanrılara kurban edilirdi. Haliyle oyuncular ve liderleri kazanmak için istekli olmak zorundaydı.

Tüttüren Ayna Aztek panteonunun ana figürlerinden biriydi. En güçlü tanrı olarak kabul ediliyordu. Kaderin, kuzeyin, büyücülüğün ve gecenin tanrısıydı. Savaşların kaynağı olduğu gibi tüm tanrılar için bir yiyecek ve içecek kaynağı olan da oydu.

En güçlü, her şeyi gören ve her şeyi bilen bir tanrı olarak son derece önemli bir rol oynuyordu. Ona kurban edilenler dehşet verici ve haksız bir ölümle karşılaşırdı. Bu tanrının doğasına uygun olarak düello çarpışmasını kaybeden kişi kurban edilirdi. Ancak imkanlar büyük ölçüde savaşan kurbana karşı olurdu. Çünkü yüzüne devasa bir taş bağlanır, eline tüylü, sivri uçlu bir sopa yani sahte bir silah verilirdi. Ona karşı savaşanları ise tamamen silahlı ve deneyimli 4 Aztek savaşçısı oluştururdu.

Kimi zaman kurbanların belirli bir tanrının vücut bulmuş halini simgeledikleri olurdu. En onurlu kurbanlar onlardı.

Aztekler iki takvim kullanıyorlardı. Biri 365 günden oluşan güneş takvimi iken diğeri 260 günden oluşan ritüel takvimiydi. 365 günden oluşan takvim 20 günden oluşan 18 ay ve uğursuz sayılan ilave 5 gün içeriyordu. Her yıl, aşağı yukarı 5-22 Mayıs'a karşılık gelen, 20 günden oluşan ve ismi "kuraklık" anlamına gelen 5. ayda Tüttüren Ayna'ya kurban verilirdi. Bu hayli ilginç bir süreçti.
Seçilen bir kurban Tüttüren Ayna'nın yeryüzündeki varlığı olarak sunulurdu. Bu yüzden kurban edilecek kişi tören tarihinden bir yıl önce tanrı kılığına büründürülür, rahipler tarafından eğitilir, saygı gösterilir, kadınlar, yiyecekler, çiçekler, danslar ve çeşitli hediyelerle memnun edilirdi. Tanrının yeryüzündeki görüntüsü olarak şehirde gezinerek halkı selamlar, ot tüttürür, zaman zaman kopal reçinesinden tütsü yakar ve flüt çalardı. Bu şekilde bir yıl boyunca kral muamelesi görürdü.
Yıl içinde birkaç kez Aztek hükümdarı ile bir araya gelir ve bizzat hükümdar tarafından süslenirdi. Kurban edileceği aydan bir ay önce dört Aztek tanrıçasını simgeleyen dört bakire ile törensel olarak evlendirilir ve yaklaşık 20 gün kadar onlarla birlikte yaşardı. Aztek yöneticisi kurban töreninden dört gün önce sarayında inzivaya çekilir, tanrı rolünü üstlenmiş olan adam ve beraberindeki dört karısı şehirde geçit töreni yapardı. 5. gün öleceği gündü. Kanoya bindirilip Dart Evi denen tapınağa getirilir, eşleri tarafından yalnız bırakıldıktan sonra piramit basamaklarından yukarı çıkar, bu sırada her basamakta bir flüt kırardı. Tepeye çıktığında kendisini bekleyen rahipler tarafından kurban edilirdi.

"Şipe Totek" (Xipe Totec) Aztekler için bir başka önemli tanrıydı. Adı "Derisi Yüzülmüş Efendimiz" anlamına geldiğinden derisi yüzülmüş bir adam olarak tasvir ediliyordu. Yeniden doğumun, yaşam döngüsünün, tarımın, bitkilerin, toprağın, mevsimlerin ve Doğu'nun tanrısıydı.

Ona verilen kurbanlar en korkunç acıyı yaşayanlardı. "İnsanların Yüzülmesi" anlamına gelen ay boyunca (22 Şubat'tan 13 Mart'a kadar), Derisi Yüzülmüş Efendiye özellikle ibadet edilirdi. Kurban olarak seçilen kişi 40 gün boyunca tanrıyı temsil eder, tanrı gibi giyinir ve yaşardı. Fakat kurban edilme günü geldiğinde acımasız kaderiyle karşılaşır, diri diri derisi yüzülürdü. Kurbanın yüzülen derisi şehri dolaşıp hediyeler toplayan ve vatandaşları kutsayan başka biri tarafından giyilirdi. Daha sonra klasik Aztek uygulamasına geçilir, derisi yüzülen kurbanın kalbi alınır, vücudu parçalanır ve vücut parçaları paylaştırılırdı. Başka birçok kurban verilirdi. Rahipler kalplerini çıkardıkları kurbanların derisini yüzer ve "altın elbise" dedikleri sarıya boyanmış derileri giydirirlerdi. Bağlanmış haldeki diğer kurbanlar oklanarak öldürülür ve damlayan kanlarının bereketli bahar yağmurlarını sağlayacağına inanılırdı.

İnsan kurban etme Aztekler arasında farklı bir amaca daha hizmet ediyordu: Gözdağı vermek. Savaş esirlerinin kurban verilmesi ve kesik başlarının sergilenmesi imparatorluğun egemenliğinin ve gücünün simgesi, hatırlatıcısıydı. Zigguratlar çevresindeki kazılarda elde edilen bulgular üzerinde yapılan dna testleri de farklı topluluklara mensup yüzlerce kişinin kurban edildiğini göstermişti.

İlginç olan şudur ki yakalanan Aztek düşmanlarının birçoğu zaten Aztek inançlarının bir kısmına veya tamamına sahipti. Bundan dolayı kurban edilmelerindeki rollerinin önemini anlıyorlardı. Dahası ayinde kurban edilecek olan kişiye tanrılara iletmesi için isteklerde bulunulurdu. Bunlar genel olarak tanrıların çocuklarını kutsaması, izleyicileri selamlaması, gözetmesi gibi dileklerdi.

Kurbanlık esirlerin bir kısmı "Çiçek Savaşları" adı verilen törensel savaşlardan geliyordu. Törensel savaşa katılan Aztek savaşçılarının temel amacı mümkün olduğu kadar çok düşman savaşçısını canlı halde yakalamaktı. Böylece evlerine esirlerle dönen savaşçılar hem sosyal statü kazanıyor hem de tanrılarına sunacak kurbanlar edinmiş oluyorlardı. En cesur veya yakışıklı esirler çok daha değerli kurbanlıklardı.

İspanyolların çoğu zaman kurban törenleri sırasında kurban edilenlerin sayısını olduğundan çok daha fazla gösterdiğini belirtmek isterim. Örneğin İspanyollar, Azteklerin bir kurban dönemi boyunca 84.000 kadar savaş esirini kurban ettiğini belirtmişlerdi. Bu abartılı sayılar Aztekleri daha şeytani göstermek ve bölgeyi ele geçirmelerine geçerli mazeretler bulmak için kullanılmıştı. Ancak yine de Azteklerin uyguladığı şiddetin ve kana susamışlığın derecesi çoğunlukla doğrudur ve burada okuduğunuz şeyler yüzyıllar boyunca yaşanmış olan olaylardır. Bıçağın diğer tarafında kalmayı başarabilenler kurban olmaktan kurtulmuştur.

Yine de İspanyolların ve Hristiyanlığı yüceltmek isteyen Avrupalıların Aztekler hakkında kanıt olarak sundukları ve yazdıklarına yüzde yüz inanmamak minik bile olsa bir abartma payı olduğunu varsaymak akıllıca bir tercih olacaktır.

NOTLAR
1. Nextlahualli
2. Kuetzalkoatl. Adı Mayalar'da Kukulkan'dır.
3. Huitzilopochtli. Diğer anlamı "Sol Elli Sinek Kuşu"dur.
4. Tezcatlipoca. Diğer adı "Tüttürme Aynasının Efendisi".
5. Adı Cipactli'dir ve timsah anlamına gelir. Timsah, balık ve kurbağa karışımı bir yaratıktır. Her zaman açtır.
6. İsmi "Yeryüzünün Altındaki Yol", "Topraktan Olan", Uzun Mağara" gibi anlamlara gelir. "Veren", "Yeşil Olan" gibi anlamlara gelip farklı isimlere de sahipti.
7. Ollamaliztli / Ulama. Diğer adı: Tlachtli. Anlamları kabaca "Top Oyunu".
8. Toxcatl ayı
9. Tlacaxipehualiztli ayı

HIZIR & İLYAS VE HIDIRELLEZ

Hazırlayan: A.Kara

HIZIR & İLYAS VE HIDIRELLEZ

Hızır (ٱلْخَضِر‎) "Yeşil" demektir. Kur'an'da geçmese de rivayetlerde yer alan ve türlü toplumlarda görünen mitolojik bir karakterdir. Kehf suresinin 65 ve 82.ayetleri arasında Musa ile birlikte yolculuk eden kişinin Hızır olduğu söylense de Kur'an'da böyle bir açıklama yoktur.

Hızır'ın ölümsüzlük suyundan içtiği için ölüp yeniden dirilebildiği ve yeşil giydiği düşünüldüğünde doğayı simgelediği açıktır. Hızır Ata'da denen bu karakterin havada dolaştığına, su üzerinde yürüdüğüne, kılıktan kılığa girebildiğine, doğadaki canlıları yönetebildiğine dair inanışlar vardır. 

Taberi Hızır ile İlyas'ın eşit olduğunu ve her yıl gerçekleşen mevsim kutlamalarında buluştuklarını, hatta Hızır'ın Pers, İlyas'ın Yahudi olduğunu söyler. [1]

İşte İlyas ve Hızır'ın buluştuğu gün Hıdırellez olarak bilinir. Hıdırellez Miladi takvime göre 6 Mayıs, Jülyen takvimine göre 23 Nisan'da kutlanır ve birçok antik toplumda olduğu gibi yılın ikiye bölündüğü görülür. 5 Mayıs gecesi artık kışın bittiği ve sıcaklıklarla birlikte bolluk ve bereketin artacağına inanılırdı. Bu yüzden 6 Mayıs ile 7 Kasım arası Hızır, yani yaz günleri iken 8 Kasım ile 5 Mayıs arası Kasım, yani kış günleridir. [2]

Hızır ve İlyas'ın buluşmaları anlatımı 2.Krallar, 2.Bab'da İlya'nın bir dulun içecek ve yiyeceklerini 3 yıl boyunca tükenmez kılması ve ölen oğlunu diriltmesi anlatımında da görülür. Bu anlatıda göğe yükselirken İlya'nın düşen cüppesini Elişa alır.
Elişa bu cüppe sayesinde kısırlığa neden olan bir su kaynağını iyileştirir, dulun yağının çoğalmasını sağlar. Şunemli bir kadının ölü oğlunu diriltir, misafirlerin tümünü elindeki somunu çoğaltarak doyurur.
İşte bu cüppe anlatıları da İslam kaynaklarındaki Hızır'ın cüppesi ile örtüşür. 

İslam'ın İran''da yayıldığı süre boyunca Hızır'ın yerini birçok figürün aldığı görülür. Bunlardan biri Anahita adlı kadın figürdür. Yezd şehrindeki en popüler tapınak Anahita'ya adanmıştır. Zerdüştler arasında, Yezd'e giden Zerdüşt hacılar için altı pirin en önemlisi "Yeşil Tapınak"tır. İsmi bu tapınağın etrafında büyüyen yeşil bitkilerden gelmektedir. [3] Burası hala ziyaret edilen ve İran'da yaşayan günümüz Zerdüştleri için en kutsal yerlerden olan bir tapınaktır. [4]

Her yıl 14–18 Haziran tarihleri ​​arasında İran, Hindistan ve diğer ülkelerden binlerce Zerdüşt bu tapınağa adanmış ve kutsal baharı içerdiğine inandıkları mağaraya ibadet etmek için Yezd'e hac yolculuğu yapıyor. İbadet edenler dölleyici yağmur ve doğanın yeşillenmesi, canlanması için dua ederler.

Hindistan'ın belirli bölgelerinde Hızır, kuyu ve akarsuların nehir ruhu olan Hızır Hoca olarak da bilinir. Büyük İskender'in maceralarının yazıldığı Sikandar-nama'da Hızır'dan ölümsüzlük kuyusuna başkanlık eden ve hem Hindular hem de Müslümanlar tarafından saygı gören aziz olarak bahsedilir. [5]

Bazı Aleviler Hızır bayramından (Hıdırellez) önceki gün kavrulmuş buğdaydan un yaparlar. Hızır'ın izlerini görebilmek için bunu mutfakta bir yerde saklarlar. Ertesi gün un üzerinde bazı işaretler görürlerse Hızır oraya bolluk ve bereket getirmek için geldiğini düşünürler. Daha sonra Kömbe veya Gömbe denilen bir çeşit kek pişirirler. [6][7]
Bu gelenek muhtemelen Osiris, Adonis, Dionysos, Melkart ve Mitra gibi ölmekte olan Antik Yakın Doğu tanrılarının mitoloji ve ritüellerinden doğmuştur. Tahılın una dönüştürülürken izlediği süreç ise tanrının yakılmasını, yani ölümünü simgelemektedir. [8]

YULE KIŞ GÜNDÖNÜMÜ ŞENLİKLERİ, CERMEN İNANIŞLARI ve NOEL

Hazırlayan: A.Kara

YULE KIŞ GÜNDÖNÜMÜ ŞENLİKLERİ

Yule kış gündönümünün kutlandığı bir Cermen bayramıdır. Kavimler Göçü ile Cermenler Avrupa'ya göç ederek yayılmışlardır. İskandinav halkları olan Danlar, Norveçliler, İzlandalı ve İsveçliler ayrıca Hollandalılar, Flamanlar, Almanlar, İngilizler, Avusturyalılar ve İsviçrelilerin bir kısmı (Almanca konuşanlar) Cermen halklarıdır.

Pagan kış festivali yılın en karanlık zamanında ya da yeni yılın başlangıcı sayılan bir dönemde kutlanırdı. Yaklaşık olarak 21 Aralığa denk gelen kış gündönümü, güneş ışınlarının oğlak dönencesine dik geldiği, Güney yarımkürede en uzun gündüz iken Kuzey yarımkürede en uzun gecenin yaşandığı ve akabinde gündüzlerin uzamaya başlayacağı gündür.
Cermen pagan halkları baharı müjdeleyen ve karanlık kışın bitişini bildiren uzun geceyi önemli gördüklerinden bunu Yul ya da Jul adını verdikleri bir kış festivaline dönüştürmüşlerdir. Gündüzlerin uzayacak olması ve kışın gidişi yeni bir dönemin başlangıcını, gelmekte olan bolluk ve bereketi, tabiatın canlanmasını simgeliyordu. İnsanlar yeni dönemin şans, barış getirmesini [Flateyar destanı, i. 318, 8] ve iyi bir hasat edebilmeyi diliyorlardı. [Heimskringla, p.3]

6. yüzyılın en önemli tarihçilerinden Bizanslı Prokopius İskandinavların "Thule (Yule)" adlı ziyafetini, yokluğunun ardından güneşin geri dönüşünü nasıl coşkuyla kutladıklarını anlatır.

Kimi araştırmacılar Yule festivalinin kökenlerinin Vahşi Av inancına, tanrı Odin'e ve pagan Anglo-Sakson'ların Mödranit inancına (Mōdraniht'e) dayandığını söyler.

Vahşi Av inancı başta İskandinav, Çerkes, Hint, Japon, Kızılderili ve Kelt mitolojileri olmak üzere Kuzey yarımküre'deki pek çok kültürde görülen bir inanıştır. Bu inanışa göre Vahşi Av başladığında koruyucu ruhlar ortaya çıkar ve hayalet atlılar, İskandinavlara göre Asgard'lılar gökyüzünde koşturmaya başlar. Bu ava her kültürde farklı bir tanrıçanın, dişi ruhun eşlik ettiği görülür. Örneğin İskandinavlarda bu Freya, Morrigan veya Odin'in karısı Frigg'dir.  Bu dişi ruhlara da onların eşleri olan erkek karakterler eşlik eder.

"Annelerin gecesi" yada "Anne'nin gecesi" denen Mödranit ise Anglosakson paganların yeni yıl şenlikleri arifesinde yaptıkları uygulamaları içerir. Bu durum ilk Anglosakson tarihçisi Bede tarafından da kaleme alınmıştır [14] ve Annelerin gecesi adlı bu ayinde insan kurban edildiğinden bahsedilir.

Bede'nin kitabında şöyle yazar:
...Rab'bin doğumunu kutladığımız 25 Aralık'ta başladı. Bizim kutsal kabul ettiğimiz o geceye, bütün gece yaptıkları törenler nedeniyle Mödranit, yani "Annenin Gecesi" derlerdi. [1][2]

Yani tüm bunlara bakıldığında her halükarda kutlanan şeyin bolluk ve bereketin geleceği inancı olduğu, kutsal annenin veya kutsal karı-kocanın birleşerek verimi getirip kışı ve uzun geceleri sonlandıracağı inancı olduğu açıktır.

Paganların Yule diye kutladıkları bu gün ve güne dair uygulamaların bir çoğu Hristiyan dünyası tarafından yeniden formüle edilerek Noel'e dönüştürülmüştür. Yani Noel aslında pagan kökenli bir gündür [3] Örneğin Yule şenliklerinde Yule kütüğü, Yule keçisi, Yule domuzu, Yule şarkıları gibi pagan gelenekleri vardır.

Yule kütüğü, gündönümü şenliklerinde, şenlik ateşi için yakılan kütüğe verilen isimdir. 12. gece olan 6 Ocağa kadar her akşam ağaçtan bir parça yakılır. Bu yakılan kütüklerden kalanlar daha sonra şans getirmesi ve ev halkını ateşten koruması için yatak altılarına yerleştirilir. Yule kütüğüne dair birçok inanış vardır. Yanan ağaçtan çıkan kıvılcımları sayarak yeni yılda sahip olacakları servetleri görmeye çalışmak bunlardan biridir. [4]

Kış gündönümü geleneklerinde yer alan Yule kütüğü yakmanın "ilahi ışığı" sembolize eden simgelerden biri olduğunu belirtenler de vardır. Buna benzer şekilde Yule kandilleri vardır ve Hristiyanlığa Noel mumları olarak geçmiştir. [4]

Cermenlerin kütük yakmalarının ve dev mumları her bir yana yerleştirip etrafı aydınlatmalarının temel nedenlerinden biri de etrafı aydınlatarak geceyi gündüze çevirmekti. Kütük yakmak muhtemelen gelmekte olan Güneş'i, onun ısısını ve uzayacak gündüzleri simgeliyordu. [5]

Yule keçisi de kış gündönümü kutlamalarındaki geleneklerden biridir. Genel olarak samandan yapılmış keçi figürleri ağaçlara, kayalara ve evlere asılırdı. [6] Eski Noel kartlarında Noel babanın tıpkı Yule geleneğinde olduğu gibi bir keçiye bindiği, veya keçiyi beslediği çizimler görülürdü. Daha sonra zamanla keçinin yerini geyikler aldı. Bunun da muhtemel nedeni keçinin Hristiyanlıkta günah ve kötülüğün simgesi olarak görülüyor olmasıydı.

Keçi, güneşin bereketinin ve hasat tanrısının onurlandırıldığı eski proto-Slav inançları ile de ilişkilidir. Onlarda Yule şenliğinin adı Koliada'dır. Bu festivalde Dazbog olarak da bilinen Devac adlı tanrı beyaz keçi ile temsil edilirdi. [8] Bu yüzden Koliada festivallerinde her zaman keçi gibi giyinmiş bir kişi bulunur, adak ve hediyeler talep ederdi. [9]

Yule keçisine dair popüler bir teoriye göre bu festivalde keçinin önemli rol oynamasının nedeni gökyüzünde arabası ile dolaşan tanrı Thor'un arabasını çeken Tanngrisnir ve Tanngnjóstr adlı iki keçidir. Hasatta toplanan son tahıl demetinin hasadın ruhu olarak büyülü özelliklere sahip olduğuna inanıldığından Yule kutlamaları ve keçisi için saklanırdı. [7]

İsveç geleneğinde mısır demetine de Yule keçisi denirdi. Eski İsveç'te insanlar Yule keçisini kış gündönümü kutlamalarından bir süre önce ortaya çıkıp kutlama hazırlıklarının doğru yapılıp yapılmadığını kontrol eden, görünmez bir ruh olarak görüyorlardı. [7] Hasırdan veya yontulmuş ağaçtan yapılmış nesneler Yule keçisi olarak adlandırılırdı. Eski İskandinav toplumunda yaygın bir Noel şakası vardı. Bu şakada komşusu fark etmeden onun evine Yule keçisi gizlenirdi. Şakalanan aile de aynı şakayı bir başkasına yaparak ondan kurtulmak zorundaydı.

19. yüzyılda Yule keçisinin tüm İskandinavya'daki rolü değişti. Ailedeki erkeklerden birinin Yule keçisi gibi giyinerek Noel hediyeleri dağıtan kişi olmasına doğru kaydı. [6]

Noel domuzu da özünde Yule domuzundan gelir. Kuzey Avrupa'da kış gündönümünde yenen bir yemektir. [10] Bu gelenek de Cermenlerin pagan ayinlerinden evrimleşmiştir. Yağmur, güneş ışığı, doğurganlık ve büyüme bahşeden, bereket ve barış için başvurulacak [Gylfaginning, bölüm 27.] tanrı olan Freyr için domuz kesiyor, ondan bir sunu olarak "Julgalti" adını verdikleri, ağzında elma olan pişmiş domuz yemeği yapıyorlardı. Domuz büyük ihtimalle toprağın döllenmesi ile bağlantılıydı. [Encyclopaedia Of Religion And Ethics, vol. 3, p. 609.]

Hasat şenliklerinde İskandinavların tanrı Freyr'e sunup kurban ettikleri yaban domuzu zamanla Noel'deki domuz yemeğine dönüşmüştür. [11][12][13] Bu geleneğin Hıristiyanlar tarafından benimsenmesine hız kazandıran olay ise Aziz Stefen Günü'dür.

Zaman içinde Julgalt adlı domuz sunusu kimi Cermen halklarında değişim geçirmiştir. Örneğin Danlar julgalt dedikleri bir hamurişi pişiriyor, kırıntılarını tohumlarla birlikte toprağa gömüyorlardı. Danların inanışına göre ölen çiftçinin hayaleti dedikleri "Julnisse" adlı varlık Yul gecesinde yulaf lapası ile beslenmezse hasadı bozacak ve sığırlara zarar verecektir. Bu yüzden ruhlar için sunu sofrası hazırlamak önemlidir. Bu geleğin yansıması olarak Danimarka'daki bir Noel ilahisinde meleklerin evde nezaketle karşılanması durumunda tarlada ekili durumdaki tohumlar ve gecelek tahıl ürünleri açısından verimli bir yıl geçirileceği söylenir.

Her ne kadar bu uygulamalar temelde verim ile ilgili olsa da söz konusu kış olunca Cermen Yul geleneklerinde farklı, karanlık bir yön belirir. İnanışa göre Yul, yılın en karanlık dönemi ve takvimin sonu olduğundan canlılar özellikle hava iblisleri tarafından tehdit edilirler. Tanrı Odin veya Frigga'nın,  Asgard tanrılarının ve ruhları avlayan Valkürlerin sesleri kuşların geçisinde, fırtınaların sesinde duyulurlar. Tanrı Odin'in kendisi bile "Yule'nin Efendisi" sıfatıyla anılır. Gündönümü kutlamalarının yapıldığı bu gecelerde yeraltı dünyasından çıkan canavarların ve kötü ruhların ortalıkta dolaşarak insanları yaraladığına, korkuttuğuna inanılır.

Kötü ruhların ortalıkta dolaşmasına ilişkin söylemler evin eski sakinlerinin hayaletlerinin eve musallat olacağı gibi bir dizi inancın ortaya çıkmasına neden olmuş; sonraları "mundus patet (Antik Roma'nın Cadılar Bayramı)" ismiyle Roma Katolik Kilisesi'ne bile geçmişti. "Tüm Ruhlar Günü" Kilise tarafından bu ölüler kültü için seçilen gündü. Fakat zamanla Roma Kilisesi tarafından devralınan bu inanış da değişmiş, daha iyimser hal almıştı. Artık kış festivali gecelerinde insanları tehdit eden kötü varlıklar yoktu; dost canlısı konukların iyi şekilde karşılanması yönünde evrilmişti. İnsanlar evi ve ahırları temizlemeli, keseceklerini kesmeli, mayalamayı, fırınlama ve yemek pişirmeyi, yıkama ve giyinmeyi, mumları yakmayı ve akşam yemeği servisi gibi tüm hazırlıklarını kiliseye gidecekleri Noel arifesine kadar tamamlamalıydılar. Bunların tek ve temel bir amacı vardı: Ev terk edildiğinde ölüler ziyarete gelecek, her şeyin yolunda olup olmadığını görmek için evde dolaşıp inceleyecek, hazırlanan sofradan yiyeceklerini alacak ve yemeklerin sadece önemsiz kısmını yiyip içeceklerdi.

Bu doğrultuda Kuzey İsveç'te köylüler gelecek varlık ötesi ziyaretçileri için özel bir sofra hazırlıyorlardı. Yeni yılın verimli olması ölülerin iyi karşılanmasına bağlıydı. Söz konusu inançları ve inanmanın insan zihnini nasıl etkileyebileceğini kanıtlar şekilde Almanya ve İskandinavya'da evde ya da ayinlerinin yapıldığı kilisenin önünde ölü gördüğünü söyleyen insanlar olmuştu. Söz konusu ziyaretçi ölüler kimi Cermen Hristiyan ilahilerinde bazen meleklere dönüştürülmüş ya da zaman zaman özellikleri meleklere atfedilmiştir.

İngiliz Noel gelenekleri bu animistik inançlardan ve Eski Roma'nın Saturnalia geleneklerinden etkilenmiştir, neşeli bir hava hakimdir. Noel arifesinde olağan ibadetler bittikten sonra büyük mumlar yakmak ve ocağın üzerine devasa bir Yul kütüğü atmak gelenekti. Zenginlerin evlerinde eğlenceleri denetlemesi için "Kötü Yönetimin Efendisi" adlı bir memur atanırdı. İskoçya'da "Akılsızlık Başrahibi" unvanı taşıyan benzer bir görevli vardı fakat 1555 yılında Parlamento tarafından kaldırılmıştı. Kötü Yönetimin Efendisinin saltanatı 2 Şubat'a yani İsa'nın Mabede Takdimi Bayramı'na [Luka 2:22-40.] kadar devam ederdi. Yani eğlencelinin hüküm sürdüğü bir ortam vardı. En sevilen eğlenceler arasında sihirbazlık, müzik, dans, su dolup kaptan ağızla fındık eya elma alma, başını birinin dizine yaslayıp sırtına kimin vurduğunu tahmin etme, körebe gibi oyunlar yer alırdı. Bu dönemde kahvaltı ve akşam yemeği için tercih edilen yemekler ağzında bir elma veya portakal olan pişmiş domuz kafası, erikli muhallebi ve kıymalı börekti. Evler ve kapılar yaprak dökmeyen bitkilerle, özellikle ökseotuyla süslenirdi. [Encyclopaedia Of Religion And Ethics, vol. 3, p. 609.]