HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KLASİK DÖNEMDE SANAT

Yazan: Nimrael
Nimrael, tarih, Klasik dönemde sanat, Yunan dünyasında sanat, Antik Yunan toplumunda sanat, Antik Yunanistan'da tapınak ve heykeller, Tanrı Dianysos ve Drama Tiyatro, Yunan tiyatrosu, Yunan komedyası,

KLASİK DÖNEMDE SANAT


Klasik ya da estetik sanatlar, antik Yunan dünyasının bir yansımasıydı. Klasik sanat adı üstünde klasik dönem ile özdeşleşir. Bu dönemin sanatçıları, Arkaik döneme göre daha fazla ileri gittiler. M.Ö. 6.yüzyılda sanat dallarında müthiş bir sıçrama yaşandı. Önceden atletlerin ya da önemli insanların figürleri heykellere işlenirken, Klasik dönemde gerçek şahsiyetlerin figürleri işlenmeye başlandı. Örneğin Atina’da bulunan Harmodius ve Aristogeiton heykelleri, tiranlığın devrilmesi onuruna dikilmiştir; bunların ilk kez dikilen gerçek şahısların heykelleri olduğu sanılıyor.

Antik Yunanistan’da tapınaklar, heykeller, çömlek ve vazolarda sıkça görülen sanatlar aynı zamanda toplumsal hayata yansımıştı. Klasik sanatın bu kadar yayılma sebebi ise Atina’ydı. Diğer bir değiş ile Atina, Klasik Sanat’ın yayılmasında öncü bir güçtü. Klasik dönemin ses getiren olayı Pers istilalarıydı. Perslere karşı aldıkları zafer ile Atina, bir güven duygusu ve güçle dolmuş ve sanat dallarında gelişmeye başlamıştı. Başarısız Pers istilasından sonra Atina ve hâkim olduğu Delia Birliği sağlamlaşmış, insanların kendi kültürlerini rahat ve dikkat çekici bir şekilde ifade edebildikleri kültürel bir merkez oldu. İlkel bile olsa ilk demokrasi Atina yönetiminde ortaya çıkmış, filozoflar, mucitler ve sanatçılar gibi sınıflar kayda değer bir güç kazandılar. Bu durumun etkisi ile ortaya çıkan sanatçılar, toplumun günlük hayatını ve sosyal sorunlarını büyük dikkatle incelediler ve bunun etkisi ile komedi ve trajedi tiyatro türleri ortaya çıktı. Filozof ve bilginlerin üst konuma çıkmaları üzerine felsefe ve sanat çarpışmaya başlamış, bunun sonucunda ortaya çıkan akılcı okullar “İnsan nedir? İnsan modeli, anatomisi ve yapısı nasıldır?” gibi soruları incelemeye başladılar. Dönemin şehir devletleri, soylu aile ve tapınaklar gibi varlıklı müşterileri Maraton Savaşı, Salamis Muharebesi gibi önemli olayları ve zaferleri kutlamak için büyük miktarda çömlek sipariş ederlerdi. Ayrıca özel günlerde tapınaklar ve devlet kademesindeki görevliler, o güne özel heykeller de yaptırırlardı.
Antik dönemde sosyal yaşama etkisi bulunan en önemli unsurlardan birisi tiyatro türleri drama, tragedya ve komedyadır.

Tiyatro ve drama kültürünün ortaya çıkışı MÖ 8. yüzyıla tarihlenir. Drama ve tiyatro asıl önemini eğlence ve şarap tanrısı Dionysos’a olan inancın büyümesiyle ve Dionysos festivali bir geleneğe dönüşünce kazandı. MÖ 532 yılından itibaren trajedi ve MÖ 487 yılından itibaren ise komedi gösterileri, Dionysus festivalinin asıl etkinliği oldular. Delfi ve muhteşem akustiğiyle ünlü Epidauros Tiyatrolarından, MS 2. Yüzyılda komedinin doğum yeri ve dünyadaki en büyük tiyatro olarak tanınan muazzam Siraküza Tiyatrosu’na kadar uzanan tüm o farklı antik tiyatrolardaki yükseliş Dionysos’un artan popülerliği sayesindeydi. Yunan tiyatrosunda sadece edebi yenilikler yoktu; çift maskeli drama simgeleri, çok süslü maskeler, aktörlerin uçabilmesini sağlayan vinç benzeri karmaşık sahne mekanikleri, çok daha dramatik girişler ve çıkışlar için gizli kapılar da Yunan tiyatrosunda ortaya çıkan bazı tiyatro geleneklerindendi.

Sözü geçmişken trajediden kısaca bahsedelim. Klasik dönemde ortaya çıkan trajedi/tragedyanın kökeni bilinmiyor. Bunun sebepleri arasında güvenilir kaynakların ve bulguların azlığı, bazı eserlerdeki yıpranma ve kayıp ciltler bulunuyor. Böyle sebepler, trajedinin nasıl ortaya çıktığını öğrenmeyi neredeyse imkansız hâle getiriyor. Buna rağmen trajedya olarak bilinen ilk Yunan dramasının MÖ 534 yılında Dionysus festivali sırasında sahnelendiği biliniyor. Sahnede yer alan ilk kişi aktör Thespis’ti ve o zamana kadar yaygınlaşmış olan kendisi gibi konuşma standardına uymamıştı. Genellikle Yunan tragedyası, sahnenin kurulduğu bir giriş kısmıyla başlar ve ardından açılış şarkısı girer. Bundan sonra hikaye başlar ve olaysal biçimde çözülür, aralara yine şarkılar koyulur. Oyun “Exodus” olarak bilinen,oyuncuların ayrılmaları olayı ile son bulur. Aristo’ya göre tragedyalar, “tam ve eksiksiz” eylemlerden (oyunlar da böyledir) meydana gelmiş katarsislerdir. Ona göre böylece seyirciler tutkularını arındırabilirler. Tragedya kadar değerli sayılan bir alan ise “Komedya”dır. Antik Yunan komedyası, her birinde de çeşitli örneklerin sunulduğu üç disipline ayrılır: ‘eski’, ‘orta’ ve ‘yeni’. Aristo, ‘Şiir Sanatı’ eserinde Yunan komedyasını komik insanları tasvir eden, haylazlık ve aptallık içeren, eğlenceli ve topluma zararı olmayan bir komedya türü olarak tanımlamıştır. Bu doğru olsa da, Yunan komedyasının erken dönemleri ayrıca, içinde abartılı hareketler ve taşlamalar içeren siyasi hicivleriyle de bilinirdi. Eski komedya türünde eserler veren Aristophanes’in çalışmaları, ‘Lysistrata’ eserinde Sokrates’e yaptığı gibi önemli figürlerle edilen alayları barındırıyordu. Aristophanes, çağdaşları Hermippus ve Eupolis ile birlikte, türü tanımlamıştır. Orta komedya hakkında, parçalanmış alıntılar dışında pek bir örnek bulunmadığı için az şey bilinir. Yeni komedya, abartılı hareketlerle oynanan komedyalardan, durum ve töre komedyalarına geçişi ifade eder. Yunan komedyası modern şeklini büyük ölçüde etkilemiştir. Yeni komedya, birçok sitkomu etkilemeye devam ediyor ve eski komedyanın üstü kapalı ve taşlamalı güldürüleri Monty Python gibi gruplara ilham kaynağı oluyor.


Tiyatro türleri dışında Klasik sanatın görüldüğü farklı alanlar vardı. Bunlardan birisi yapı ve mimaridir. Yapı ve mimari, antik Yunanistan’ın en ilgi çekici noktalarından biridir. Yunanlılar, bu mimarilerde bazı düzenler kullandılar. Bunlardan birisi “Dorik” düzendir. Klasik mimaride, bileşenlerin sabit oranlara göre tek biçimli halde birleşmesine ‘düzen’ denir. Beş ana mimari düzen vardır ve bunların üçü Antik Yunanistan’da ortaya çıkmıştır: Dorik, İyonik ve Korint. Dorik düzeni, Antik Çağ’da batı ana karasında ortaya çıkmıştır ve üçü arasında en eski ve en işlevsel olanıdır. Kısa ve yivli kolonlar ve düz silindirler, bir destek olmaksızın birleştirilirler. Dorik düzeninde İyonik düzenine kıyasla daha kısa ve daha kalın kolonlar kullanılır. Bu da üzerinde kullanıldığı binaya daha ‘erkeksi’ bir görünüm kazandırır. Ayakta kalmış bir örneği, Atina’da, şehrin antik Pazar yerinin olduğu tepelerin kuzeybatısında bulunan Hephaestus Tapınağı’dır. Bir diğer düzen ise “İyon” düzenidir. Klasik mimaride, belirlenmiş oranlara göre oluşan parçaların birleştirilmesine "üslup" denirdi. İyonik düzenin ya da üslubun kökeni Arkaik Dönemde Anadolu'nun Yunan şehirlerinde ortaya çıkmıştı ve M.Ö. 5. yüzyılda Yunan anakarasına ulaşmıştı. Dorik düzenin aksine, tepesinde daha fazla süs ve abartılı detaylar olan ince, daha 'kadınsı' sütunlardan meydana geliyordu. Bunda sütun gövdelerinin en ince noktasının çapından sekiz kat büyük olması çok önemliydi. İyonik üslubunu kullanarak yapılan ilk tapınak, bir Ege adası olan Sisam'daki Hera Tapınağıydı fakat bir depremle yıkıldığı için küçük bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir.

Sıra, Yunan vazolarında gördüklerimiz figürlerde. Antik dönemdeki çoğu ulus gibi, Yunan devletleri de çömlekçilik sanatıyla uğraşıyordu ve bu sayede antik yaşamın nasıl olduğuyla ilgili en net bilgilere ulaşabiliyoruz. Yunanlar eşyalarında çoğunlukla iki sanat tarzını kullanıyordu; Siyah Figür ve Kırmızı Figür. Daha erken dönemde ortaya çıkmış olan insanları ve figürleri kırmızı arka planda siyah olarak tasvir eden Siyah Figür çömlekçiliğiydi. Kırmızı Figür çömlekçiliği, bu durumu tersine çevirmişti, yani karanlık arka plana kırmızı figür koyar ve daha karanlık negatif boşlukta daha keskin bir zıtlık yaratırdı. Siyahtan Kırmızıya geçiş (M.Ö. 530 civarı) ayrıca daha ciddi tasvirlere geçişi de sağlamıştı; vazoların ve çömleklerin üzerindeki olaylara daha fazla içerik sağlanıyor ve bu şekilde daha yoğun duygular veriliyordu. Figür sanatı da eskiyi hatırlatır şekilde değiştirilmişti; ince, esnek figürler, sanatçının denge, harmoni ve simetriye olan odağını yalancı çıkarır biçimde bir ilahilik ve dinginlik hissi yayardı. Bu dönemin en bilinen çömlek ustalarından biri M.Ö. 470’ten 440’a kadar ressamlık yapmış olan ve her zaman "Bunu Hermonax yaptı." yazıtlarıyla meşhur olan Hermonax’tır.
Anıtsal heykeller, Yunanların günümüze kadar bıraktıkları eserler arasındadır.

Antik Yunan’daki heykelcilik, çoğunlukla savaşın şanı, mitolojinin ihtişamı ve Yunan yöneticilerin görkemleriyle ilgileniyordu. Erken dönemdeki Yunan heykelleri günümüze kadar gelmeseler de, tahtadan yapılıyorlardı. Klasik dönemin sonrasında, neredeyse tüm heykeller mermer ve tunçtan yapılmıştı ve daha ayrıntılı bir yöntem olan Chryselephantine, heykelleri altın ve fildişi telkârilerle süslemek için kullanılıyordu. Yunan anıt heykelciliğinin en etkileyici örneklerinden biri de Lapithler ve Centaurların destansı savaşı tasvirinin bir parçası olan Olimposlu Apollo heykelidir. Genç ve güzel olan Apollo, diğer savaşçılar tarafından çoğunlukla görmezden gelinirken, bir suçlamayla karşı karşıyadır. Atina Akropolünden gelen telkâri kabartmalı Elgin Mermerleri de aynı savaşı daha büyük ölçekte anlatır ve günümüze kadar gelebilmiş olan en büyük sanat örneklerinden birisidir.
Çoğunlukla tanrılara armağan edilen adaklık sanatı, antik dünyada yaygındı ve tanrılarla iletişim kurup onlara yaranmaya çalışmanın en kuvvetli yollarından sayılırdı. Değişik şekillerde ortaya çıkmıştı. Mitolojinin dikili taşlarla tasvir edilmesi, frizler, taş sütunlara oturtulmuş insan yüzü gibi biçimsiz heykeller ve küçük çömlek ve mücevher parçaları. Yüzük ve kolyelerdeki tanrı ve mit işlemeleri yaygındı ve tabletler ile çömlekler de dini adanmışlığı gösterecek şekiller barındırıyordu. Adaklar genellikle kutsal bir mekana, geri alma gibi bir niyet taşınmadan bırakılırdı. Antik Yunanistan’da Olimpiya ve Delphi’deki tapınaklarda çok sayıdaki adağın ve çeşitli Yunan tanrılarına saygı dolayısıyla verilmiş çok miktarda paranın depolandığı hazine bölümleri vardı.

LUDİ PLEBEİİ

Öncelikle Ludi Plebeii nedir? Ludi (oyunlar) ve Pleb (Roma'da alt tabaka, avam sınıfı, "ii" çoğul Latince eki) kelimelerinin birleşimi, Alt Sınıf Oyunlarıdır. Antik Roma'da her yılın 4 Kasım'ından 17 Kasım'ına kadar süren festival ve oyunlardan oluşan etkinliktir. Bünyesinde sahne oyunları (trajedi, satir ve komedi oyunları) ve atletik sporları (at arabası yarışı, koşu, yarış, güreş vb.) barındırırdı.
Pek çok festival ve oyun Circus Maximus'ta düzenlenirken Ludi Plebeii, Circus Flaminius'ta düzenlenirdi. Bunun tahmini sebebi soy adı Flaminius olan bir Plebin M.Ö. 220 yılında Circus Flaminius'u kurup ilk oyununu kendisi tertip etmesidir. Peki bu etkinlikleri kim düzenler? Pleb sınıfını temsilen Aedile (Aedes: bina) tarafından düzenlenirdi. Onlar, halk binalarından ve halk etkinliklerinden sorumluydu.


Ludi Plebeii'nin kutlanma nedeni aslında eğlence değildi. Tıpkı bugün bizim 29 Ekim'imiz, ABD'nin 4 Temmuz'u, Fransa'nın Bastille Günü gibi Ludi Plebeii'de özgürlüğün sembolüydü. 4 Kasım'da Plebler politik olarak özgürlük kazanmıştı. Bundan öncesinde Plebler köle olarak görülürdü. Etrüsk asıllı Tarquinlerden kazanılan bağımsızlık, Roma'nın en eski festivalini kurmaya neden oldu.
Festivalin 13 Kasım'ında Jupiter Optimus Maximus'a ziyafet verilir. Bu, Epulum Iovis olarak bilinir. Festivali düzenleyen Senatör, bunun onuruna Capitol Tepesinde yemek yer. Bu sırada Plebler ise Forum Romanum'da yemek yer. Bundan sonraki günlerde oyunlar düzenlenir (her gün 9 oyundan 4 oyuna düşene kadar). Oyunların ilk gününde büyük Pompa (alay), Capitoline Triad heykeli liderliğinde Circus'a koyulur ve hem Tanrılar hem halk oyunları izler. Genellikle 17 Kasım günü festival sona ererdi.

Yazan: Nimrael

HENGİST VE HORSA

Anglo-Sakson, eotan kabilesi, Hengist, hengist ve horsa, Horsa, iskandinav tarihi, Nimrael, nors tarihi, tarih, vikingler, Cermen, Britanya, Horsanın anısına dikilen, Beowulf,
Ünlü Anglo-Sakson tarihçi Aziz Bede'ye göre Hengist ve Horsa, beşinci yüzyılda yaşamış efsanevi Jut kardeşlerdi. Beşinci yüzyılda Angıllara, Saksonlara ve Jutlara uzaklardaki Cermen diyarından Britanya'ya doğru olan göçte önderlik etmişler, Briton kralı Vortigern'i kuzeyli Piktlere karşı (M.S. 446-454) desteklemişlerdi. Aynı zamanda Britanya'da ilk Anglo-Sakson yerleşimcilerdi. Anglo-Sakson Günlükleri'nde aktarılana göre kardeşler ve kavimleri, ilk olarak Ebbsfleet, Kent'e ayak basmışlardı. İstilaya gelen Piktleri geri püskürttüler ve kral Vortigern, Jutlara Kent'te topraklar verdi. 455 yılında Vortigern ile savaş başladı ve Horsa, muhtemelen bugünkü Kent'teki Aylesford'da, Aegelsthrep'te can verdi. Bede'ye göre Kent'in doğusunda Horsa'nın anısına bir anıt dikildi ve Horstead kasabasının onun adını almış olabilme ihtimali yüksektir. Horsa'nın ölümünden sonra Hengist artık tek Kent kralıydı. 33 yıl hükmetti ve öldükten sonra yerine oğlu Oeric Oisc geçti. Kent kralları, Oeric Oisc aracılığı ile Hengist'in soyundan geldiklerini savundular ve Kent kraliyet ailesi "Oiscingas" olarak bilindi. Hengist ve Horsa hakkında çok fazla hikaye ve söylenti vardır. Sık sık Anglo-Sakson olarak anıldılar ve bazı kaynaklar onları Jut olarak kaydetti, fakat Anglo-Sakson Günlükleri onları Angıl olarak ve babalarını Wihtgils olarak kaydeder. Bir rivayete göre Hengist, Beowulf destanında Eotan kabilesi ile özdeşen karakterin kaynağıdır, ki Eotan kabilesi Jutların üzerine kurgulanmıştır.

Yazan: Nimrael

TRİA NOMİNA

Nimrael, tarih, tria nomina, roma halkının gelenekleri, praenomen, nomen, cognomen, roma tarihi, romada yeni doğan bebekler, ailenin romada bebeği kabulü, Lustratio arınma göreni, roma tarihi hakkında,
Yurttaşları yabancılardan ve diğerlerden ayıran Tria Nomina, Roma halkının geleneğiydi. Praenomen, Nomen ve Cognomen olarak bir Romalı, üç türden isim alırdı ve aynı zamanda bir kişinin sosyal statüsü de belli olurdu. Yine de tüm Romalılarda yaygın değildi; bu geleneği daha çok elit kesim sürdürmüştü. Genel olarak Praenomen kişisel isimdi ve günümüzdeki gibi kullanılırdı. Nomen ise klan ya da soyun adıydı ve kişinin hangi aileden olduğunu belli ederdi. Cognomen ise bu grubun bir koluydu ve kişisel karakteristiklerin ve kahramanca eylemler sonucu eklenebilirdi. Bunların detayları ise şöyledir;

Praenomen: Doğan bebeğin kişisel adıdır ve bebeğin ebeveynleri tarafından seçilirdi. Senatör ailelerinde ise bu süreç farklı, yavaş ve uzundu. Onlarda yeni doğan bir bebekte anormallikler var mı diye bebek teftiş edilir ve hayatta kalma şansı belirlenirdi. Eğer aile çocuğu kabul ederse meşaleler tam dokuz gün (kız çocuklari için sekiz) yanardı. Aile, "Lustratio" olarak bilinen bir arınma töreni düzenlerdi; çocuğun temizlenmesini ve kötü niyetli ruhlardan korunması için düzenlenirdi. Sonraki gece bir takım ayinler düzenlenir, adaklar gerçekleşir ve himayeler gözlenirdi. Bu tören esnasında bebeğin adı verilir ve kayıtlara geçerdi. İsimler, genel kullanılanlar arasından seçilirdi ve erkek isimler kısaltılmış bir forma sahipken aynı zamanda o ismin kız versiyonu da öğrenilebilirdi. Erken Cumhuriyet döneminde otuz yaygın isim varken yalnızca on sekizi sık kullanılanlardı. Bazı eski ve prestijli aileler, belirli isimleri kullanırdı. Eski bir aile olan Julii, yaygın olanlardan Lucius, Gaius, Sextus, Vopiscus kullanırdı. Başka bir aile olan Claudii ise Appius, Publius, Tiberius ve Marcus'u kullanırdı. Ailede başka kardeş varsa en yaşlı erkek çocuk, babasının adını alırdı. Genç olanlar ise amca ya da diğer erkek aile atalarının adını alırdı. Bu durumda Praenomen, bir ailenin aslında nesiller boyu devam etmesini sağladı. Kişisel örnek olarak Gaius Julius Sezar, adını babası, büyükbabası ve kuzenleri ile paylaşmıştır. Kız çocukları ise doğum sırasına göre isimlendirilirdi. En yaşlı kız çocuğu, Praenomen'in dişi versiyonunu alırdı (Julius = Julia gibi). Diğer kızlar ise Julia I, Julia II, Julia III diye doğum sırasına göre adlandırıldı. Örneğin ünlü biri olan Publius Claudius Pulcher'in kız kardeşlerinin adı Claudia Prima, Claudia Secunda ve Claudia Tirtia olarak isimlendirildiler. Aynı aileden fakat farklı jenerasyonda olanlar, Major ve Minor olarak bilinirdi. Diğer bir değiş ile Yaşlı ve Genç olarak bilinirdi (Claudia Major ve Claudia Minor gibi). Bu, Roma sosyal yaşantısında ki dengesiz cinsiyet rollerinin talihsiz bir yansımasıdır.

Nomen: Bir kişinin ait olduğu genleri gösterir. "Gens" olarak da bilinir ve genellikle ırk, aile ve kabileyi temsil eder ve ortak bir atadan gelen büyük bir grup insanı teşkil eder. Ünlü Patrici aileler, Roma monarşisinin ilk yıllarına kadar soylarının dayandığı iddia eder ve bu uzun, büyük soydan büyük bir gurur duyarlardı. Örneğin Julius Sezar, Julii ailesinin Aeolus'un soyundan geldiğini iddia ederdi; Aeolus ise ünlü Truva kahramanı Aeneas'ın oğlu ve tanrıça Venüs'ün torunuydu. Yani Nomen, aslında bir kişinin sosyal statüsünün göstergesiydi. Kolektif başarılar sonucu bir kişi, ailenin şanına katkıda bulunurdu ancak kötü eylemler sonucu aileden atılır ve aile ismi elinden alınırdı. Fakir bile olsanız, ünlü aile adınız sayesinde tanınır ve bilinirdiniz. Bir soyun fertleri arasında her zaman ortak olan karakteristik özellikler bulunurdu. Örneğin Claudii ailesi gururlu, kibirli ve çabuk öfkelenen bireyleri ile bilinirdi.

Cognomen: Sık kullanılan Praenomen ve Nomen mirasına sahip fertleri ayırt etmek için bir bireyin adına gelen ek bir isimdi. Cognomen, hak edilen ya da diğerleri tarafından verilen bir ünvandı ve her zaman övünülen bir ünvan da verilmezdi. Örneğin Sezar'ın anlamı kıllı/tüylü iken Strabo'nun anlamı ise şaşı; Calvus'un anlamı cesur iken Nasica ise sivri burun anlamına gelir. Her Romalı bir Cognomen'e sahip değildi. Patriciler buna sahip olurken belirli bir sayıdaki Plebler de buna sahip oldu (örneğin Marcus Licinius Crassus ve Marcus Tullius Cicero). Crassus ve Cicero gibi Cognomen ünvanlar, sonradan kullanılmasa da Cumhuriyet döneminde büyük ailelerin bir kolu olarak sosyal yaşamda yerini aldılar. Örnek olarak Julii ailesinde Iuli, Julii Mentones, Julii Libones ve Julii Caesares vardı. Claudii ailesi ise büyüktü ve daha fazla aile koluna sahipti. Senatoda büyük görevler başaranlar, resmi olarak "Cognomen Ex Virtute" kazanırlardı; bu büyük bir onurdu ve genellikle bireyin doğasını yansıtırdı. Buna örnek olarak Publius Cornelius Scipio, Kartaca'ya karşı aldıği zaferden dolayı "Africanus" ünvanına da sahip olurken; Pompey uzun askeri mücadeleler sonucu "Magnus", imparatorlar ise buna ek olarak hükümleri boyunca aldıkları zaferlere göre ünvan alırdı. Cermenya'daki zaferler için "Germanicus", Britanya'daki zaferler için "Britannicus", Daçya'daki zaferler için "Dacicus", Ermenistan'daki zaferler için "Armeniacus", Pers topraklarındaki zaferler için "Parthicus" ünvanları, bunlardan birkaçıdır.

Nüfusun hızla artması sonucu Tria Nomina, bulanıklaşmaya ve kullanımdan düşmeye başladı. İç savaşlar ise belli ailelerin tasfiye edilmesine yol açarken yabancı evlilikleri ve evlat edinmeler de ailelerin yozlaşmasına ve neslin kurumasına sebep oldu. Yeni büyük Romali kuşaklar Antonina ve Aurelius gibi ortak Nomen'e, vatandaşlıkları sonucu sahip olurdu. Bu faktörler ve Roma İmparatorluğu'nun nihai düşüşü, Tria Nomina'nın zamanla etkisinin azalıp bitmesine ve Patrici soylarının tükenmesine sebep oldu.

Yazan-Çeviren: Nimrael

VİKİNG SAVAŞÇILARI

Yazan: Nimrael
iskandinav savaşçıları, viking savaşçıları, vikinglerde savaşçılar ve ordu, vikings hakkında, the last kingdom vikingler hakkında, savaşçı ulus Norslar, viking tarihi, tarih, Nimrael, "Vikings" ve "The Last Kingdom" dizilerinde bu savaşçılar hakkında belki de gördüğümüz en büyük şey, kalkan duvarıdır. Hatta kalkan duvarına o kadar çok bağlı gösterildiler ki zaman zaman "Aynı kalkan duvarında savaştık, kalkan kardeşiydik vs vs..." gibi cümleler kuruldu. Peki gerçekten Vikingler kalkan duvarına mı bağlıydı? Hep gördüğümüz gibi tek tip savaş düzenleri mi vardı? Tabi ki yoktu, hatta kalkan duvarına çok bağlı değillerdi. Kalkan duvarı elbette hemen hemen her savaşta kullanıldı fakat Vikinglerin bağlı olduğu etmen, hareket hızıydı. Zaten o dönemlerde Roma piyadeleri haricinde kimse o kadar profesyonel bir şekilde kalkan duvarı kullanamazdı. Ama bu Vikingler savaşta kötüydü demek değil. Hatta bu kalkan duvarına her zaman ihtiyaçları olmadı. Ve dizilerdeki gibi bodoslama taarruza geçmezlerdi.

Önce piyade yapılarına bakalım. Vikingler yani Norslar/İskandinavlar, sandığınız gibi rastgele toplama birliklerden oluşmuyordu. Savaşçı ulus olarak her birey, kendine düşen rolü yapmak zorundaydı. Acemiler ve tecrübesizler, orduyu destekleyecek silahlar kullanırdı. Mızrak, yay, cirit, sapan gibi. Bunların işlevi ise şöyleydi; cirit atıcılar en ön saftaki düşmanları hedeflerdi. En ön saftaki düşman demek, ya zırhlı ya da ağır kalkanlı düşman demekti. Bu zırh ve kalkanları delebilecek en iyi silah ciritti. Arbalet ne yazık ki İskandinavya'da yaygın değildi. Yaylı ve sapanlı birlikler genelde kanatları ve düşman hattı arkasını hedef alırdı. Birincil görevleri, düşmanı merkez bir noktada toplamaktı. İkincil görevleri ise bu düşmanın arkasındaki destekleri hedef almak, eğer cephane yoksa ellerindeki bıçak, kama gibi hafif silahlar ile o noktaya saldırmaktı. Mızrak, piyadelere karşı iyi bir silah değil ama mızrak hafif olduğu için bu birlikler daha büyük kalkan taşırdı ve ön cephede "Kalkan Duvarı" oluştururdu.

Bu acemi kısmıydı. Şimdi sıra tecrübelilerde. Elbette acemiler arasında kılıç ve balta gibi ağır silahlılar da vardı ama sonuçta acemi, ne kadar iyi olabilir? Öncelikle bir mevkiyi açıklayalım. Hirdman. Romalılarda bulunan "mihmandarlar" gibi, İskandinav dünyasında da "hird", kahraman şampiyonlara eşlik eden seçkin savaşçı kültüründen ortaya çıktı. Kısacası cenkbeylerinin hizmetindeki silahlı maiyet olan hird, hem Eski Nors dili hem de Eski İngilizce'de "hane, ev" anlamıyla kullanılıp zaman içinde o esnada artık sadece kraliyet muhafızlarını kasteden "housecarl" veya "huscarl" (Türkçe'de huskarl) kelimesine evrilmiştir. Bu yapının içinde, "hirdman" en yüksek konumdaydı ve kralın meclisinde yere sahipti, böylece hükümdarlarına sadece askeri konularda değil, devletin pek çok konusunda yol gösterebilirlerdi. Sıradaki isim Huscarl. Kelime anlamı "evin efendisi" olan "huscarl", bir Nors cenkbeyi veya kralının hizmetinde olan özgür askerlerdi. Özellikle hizmetinde oldukları kişinin koruması gibi davranırlar, savaş meydanında onun yanında savaşır ve onu korurlardı. Eğer beyleri öldürülürse, huskarlları görevleri gereği onun öcünü alırlardı. Baştan aşağı zincir zırh kuşanıp, kalkan taşıyan huskarllar genelde ya kılıçlarla ya da çift elli baltalarla savaşırlardı. Zaman içinde, Nors toplumu geliştikçe, sadece savaşta etkili bir birlik olmaktan çıkıp kralın masasında oturma onuru verilen kraliyet sarayında yer edindiler. Karanlık Çağların sonuna gelindiğinde "huskarl" adı başka, daha güçlü bir savaşçıya doğrudan hizmet sunan herhangi bir kişi için kullanılmaya başlamıştı. İşte bu savaşçı sınıfı ve Hirdman, Vikinglerin belkemiğiydi. Yani hareket hızından başka Vikinglerin bağlı olduğu şey, kendileriydi.

iskandinav savaşçıları, viking savaşçıları, vikinglerde savaşçılar ve ordu, vikings hakkında, the last kingdom vikingler hakkında, savaşçı ulus Norslar, viking tarihi, tarih, Nimrael,

Herkesin "Berserker" olarak bildiği "Cinnetkârlar" kimlerdi hemen bakalım. Hayvanlar gibi uluyup kalkanlarını ısıran vahşi savaşçılar, dışarıdan bakıldığında yabani hayvanlar gibi duruyorlardı ve savaşa neredeyse kendilerinden geçmiş halde giriyorlardı. Savaş öncesi hiddetlendiriliyorlardı ve bir ihtimale göre uyuşturucu verilerek neredeyse hiç koruyucu zırhları olmamasına rağmen ateşten, silahlardan ve onlara gelecek herhangi bir darbeden kendilerine zarar gelmeyeceğine tamamen inanıyorlardı. O günlerde, vahşi savaşçıların, derisini giydikleri hayvanlara dönüşebilen şekil değiştirenler olduğu düşünülüyordu. Diğer, daha rasyonel bakışlar ise savaşçıların bir çeşit, tüm grubu etkileyen bir öföri dalgası sayesinde savaştıklarını söylüyordu. Vahşi savaşçılarla yüzleşen düşmanlarınsa durumu inceleme lüksü yoktu: vahşi savaşçılar acımasız bir öfkeyle savaşırdı, bu yüzden de onlarla durup konuşmak mümkün bir şey değildi ve vahşi savaşçı öldürmek çok büyük cesaret isteyen bir hareket olarak görülürdü.

iskandinav savaşçıları, viking savaşçıları, vikinglerde savaşçılar ve ordu, vikings hakkında, the last kingdom vikingler hakkında, savaşçı ulus Norslar, viking tarihi, tarih, Nimrael,

Vikinglerde hareket hızı ise gemilere dayanırdı. Hepimizin bildiği gibi "Longboat" en yaygın gemi tipiydi. Ama her gemi tipinin bir amacı vardı. Burada üç türden bahsedeceğim; Drekkar, Snekkja ve Skeid.

İsmi "Ejderha gemisi" anlamına gelen Drekkarlar, pruvasını ayrıntılı ejder ve benzeri oymalar ile süslerdi. Sebebi ise o dönemlerde pek çok kişi, denizler altında yatan ejderha ve yılanlardan korkardı, bu yaratıklardan korunmak için ise gemilerini böyle oymalar ile süslediler. Örneğin Kraken ve ölümsüz Drauglar, denizlerde en çok korkulan isimlerden ikisiydi. Efsaneye göre Drauglar, fırtına zamanında ve çalkantılı sularda gemi batırmak için beliren denizde hayatını kaybeden kişilerdi. Bir rivayete göre drauglar, boyutlarını değiştirip devasa hale gelebilirlerdi, başka söylentiler ise tamamen yosun kaplı olduklarını veya kafalarının olmadığını yönündeydi.

İkincisi Snekkja. Yaklaşık kırk civarında bir mürettebat kapasitesi olan Snekkjalar, var olan Viking gemileri arasında en küçüğüydü ve en yaygın kullanılandı. Bu gemiler yapılırken, genelde denizcilerin yaşadıkları bölgelere göre tasarımında değişiklikler olurdu . Örneğin Atlantik derin fiyortlara ve değişik hava koşuluna sahipti, bu yüzden Norveç’te üretilen gemilerin Danimarka’da üretilenlere kıyasla su çekimi daha fazlaydı (Danimarka gemileri daha sığ sulara ve kumsallara uygundu). Viking kayıtlarında sıklıkla görülen bu gemiler, su yolları arasındaki kısa mesafelerde kara üstünden taşınabilecek kadar hafifti. M.S. 1028 yılında büyük kral Knud’un Norveç’teki taht iddiası için 1200’ü aşkın gemi kullandığı söylenir.

Son gemi ise Skeid. İsminin anlamı “Suyu delip geçen” olan Skeidlar, savaş gemileri olarak kullanılırlardı ve en büyük uzun gemi türlerinden biriydi. Yakın bir zamanda keşfedilen ve 37 metre uzunluğundaki Roskilde 6 adlı gemi, büyük bir ihtimal ile en uzun gemiydi. Geminin kendine özgün olan kalaslarından yalnızca yüzde yirmi kadarı sağ çıkabildi ve bir takım zorluklar sonucunda eski haline getirildi. Geminin geri kalanı, boyutunun anlaşılması adına devasa bir metal çerçeve ile gösterilir. Keşfedilen pek çok Viking Çağı’na ait gemi, Danimarka’nın Roskilde kentinde bulunan Viking Gemi Müzesinde sergilenir, Roskilde 6’da bu gemiler arasındadır.