HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MÜSLÜMAN ARAPLARIN KÖLELEŞTİRDİĞİ AFRİKALILAR

Yazan: A.Kara
A, din, Din ve kölelik, İslam tarihi ve kölelik, İslamda kölelik, islamiyet, Kölelik, Kuranda köle ile insan eşit midir?, Kuranda kölelik, Müslüman Arapların köle olarak kullandığı Afrikalılar,
Köleleştirilen Kişi Sayısı
Müslümanlar tarafından kendi bölgelerinden zorla ele geçirilerek köleleştirilen insanların neredeyse milyonu bulan sayısı oldukça tartışılan bir konudur.

Bazı tarihçiler, MS 650 ila 1900 yılları arasında köle ticareti yapan Araplarca 1 milyondan fazla Afrikalı'nın köleleştirildiğini tahmin ediyorlar. Ben hatırlatmamı yapayım, bildiğiniz gibi bu tarihlerde Araplar putperest değil, Müslüman. Bazı tarihçiler ise çok daha fazla sayıdaki Afrikalı'nın Sahra çölü üzerinden köle tüccarlarına teslim edildiğini ve bir eşya gibi satıldıklarını söylüyorlar.



Araplar Kölelere Genetik Savaş Uyguladı
Para karşılığı satılan bu siyahi kölelerden 8-12 yaş aralığındaki erkeklerin penisleri, üreme ihtimalini ortadan kaldırmak için tamamen kesiliyordu. Bazı kaynaklar bu işlem sırasında her 10 çocuktan yaklaşık altısının öldüğünü belirtir. Fakat hadım edilen kölelerin daha çok para ettiğini fark eden köle tacirleri sırf daha çok para kazanmak için bu uygulamalarına devam ettiler.

Ev hizmetlerinde kullanılacak bazı siyahi erkekler hadım edilmişti fakat bu işlem sadece onlarla sınırlı değildi. Yazar Ronald Segal'ın "İslam'ın Kara Köleleri: Diğer Siyah Diaspora " adlı kitabında yazdığı gibi, "10.Yüzyılın başında Bağdat'taki halifenin sarayında 7000 hadım edilmiş siyahi ve hadımlı 4 bin beyaz vardı ."



Arap Köle Ticareti, Arap Irkçılığını Siyahilere Yöneltti
"Arap" kelimesinin ırksal bir sınıflandırma olmadığını belirtmek önemlidir. Başlangıçta Siyahlar ve daha açık renk Araplar arasında karşılıklı saygı vardı. Bununla birlikte siyahi Müslüman köleler için talep arttıkça Afrikalılara karşı ırkçılık başladı.

Siyah deri ve kölelik ile ilişki kurulmaya başlandığında siyahlara yönelik ırkçı tutum Arapçada ve Arap edebiyatında ortaya çıkmaya başladı. Köleler için kullanılan "Abid" sözcüğü Afrikalılar için kullanılan bir terim haline geldi. "Haratin" gibi diğer sözcükler ise Afrikalıların sosyal statülerini aşağılık olarak ifade etmekteydi.

Araplar Tecavüz İçin Afrikalı Kadın Köleleri Hedef Aldı
Doğu Arap köle ticareti öncelikle Afrikalı kadınlarla yapılmış ve her bir erkeğe iki kadın oranını korumuştur. Bu kadınlar ve genç kızlar, Araplar ve Asyalılar tarafından cariye veya eş olarak kullanılıyordu.

Köle sahibi bir Müslümanın kanunen bu köleleriyle cinsellik yaşama hakkı vardı. Afrikalı kadınlar hem zengin Arapların haremlerini dolduruyor hem de onlara bir sürü çocuk veriyordu.

Afrikalı kadınların bu şekilde istismarı yaklaşık 1,200 yıl kadar devam etti.



Araplar Avrupa Köle Ticaretini Başlattı
19. yüzyılda Araplar köle ticaretinden dolayı Avrupa'ya ekonomik olarak bağlıydı. Transatlantik köle ticareti ile yeni sömürü imkanları sağlandı ve bu durum Arapların ticaretine hız kazandırarak Afrikalı kölelerin Avrupa ülkelerine satışını başlattı.

Köle ticareti sonrasında Portekizler açısından kazanç sağlayan bir olay gerçekleşti. Svahili gibi Batı Afrika sahillerindeki Portekizliler, Afrika kıyılarından Benin Körfezi'ne kadar yerleşmiş Müslüman tüccarlar buldular. Bu Avrupalı köle tacirleri, köleleştirilmiş Afrikalıları Atlantik kıyısı boyunca bir ticaret noktasından diğerine naklederek ciddi miktarda altın kazanabileceklerini fark ettiler.



Arap Köle Ticareti, Tarihteki En Büyük Köle İsyanını Başlattı
Zanj İsyanı, MS 869-883 yılında, günümüzde güney Irak'ta bulunan Basra kentinin yakınında gerçekleşti. Ayaklanmayı özellikle Afrika Büyük Göller bölgesinden ve Doğu Afrika'nın güneyinden yakalanarak köle haline getirilmiş olan Afrikalılar'ın yani Zanj'ların başlattığı düşünülüyor.

Basran toprak sahipleri doğuda tuz bataklıklarını boşaltmak için birkaç bin Doğu Afrikalı Zanjlıyı güney Irak'a getirmişlerdi. Toprak sahipleri genellikle Arapça bilmeyen Zanj'ları ağır köle işçiliğine zorladı ve onlara sadece asgari geçim kaynağı sağladı. Onlara uygulanan sert muamele, Müslüman imparatorluktan ithal edilen 500.000'in üzerindeki köleyi kapsayacak şekilde büyüyen bir ayaklanmaya yol açtı.


Arap Tacirler, Siyahları Köleleştirmelerini Haklı Göstermek İçin Onlara İslam'ı Öğretmiyorlardı
Bazı tarihçilere göre İslam özgür doğmuş Müslümanları köleleştirmeyi yasaklamıştır. Bu yüzden köle kökenli Afrikalıları Müslüman yapmak Arap köle tacirlerinin ilgisini çekmiyordu. Köleleştirilmiş Afrikalıları Müslüman yapmak onlara daha fazla hak kazandıracak ve insanların köleleştirilme potansiyellerini azaltacağından İslam'ın propagandacıları Afrikalılara kendi dinlerini yaymak konusunda temkinli bir tutum ortaya koydu.

Yine de eğer bir Afrikalı İslam'ı seçerse bu onun ve çocuklarının özgürlüğü garanti etmiyordu. Sadece köle çocukları ya da gayrimüslim savaş esirleri köle olabilirdi, özgür bir Müslüman asla köle olamazdı.



Zaman Periyodu
Arap köle ticareti, iki büyük köle ticaretinin en uzun, en az tartışılmış haliydi. Araplar ve diğerlerinin İslam bayrağı altında kuzey ve doğu Afrika'ya yığılması 7.yüzyılda başladı. Güneydoğu Afrika'daki Arapların Siyahi ticareti, Avrupa transatlantik köle ticaretinden 700 yıl öncedir. Bazı araştırmacılar köle ticaretinin 1960'lı yıllara kadar bir şekilde devam ettiğini ancak Moritanya'daki köle ticaretinin Ağustos 2007'de suç sayıldığını belirtti.



Arapların Köle Ticareti, Avrupa Köle Ticaretinden Daha Fazla Hareket Kabiliyetine İzin Verdi
Arap kölelerin statülerindeki yukarı doğru hareketlilik nadir bir durum değildi. İspanya'yı fetheden ve Cebelitarık'ın ismini alan Tarık ibn Ziyad, kendisine özgürlüğünü veren ve onu ordusuna general olarak tayin eden İfrikiye emiri Musa bin Nusayr'ın kölesiydi.

Antar olarak da bilinen Antarah ibn Shaddād, köleleştirilmiş Etiyopyalı bir annenin oğluydu. Dolayısı ile köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda tanınmış bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olduğundan tarihçiler ona "şövalyeliğin ve mertliğin babası ... [ve] şövalyelik" ve "kahramanların kralı" adını verdiler.

Avrupa kölelik sisteminde bu tür bir yukarı hareketlilik gerçekleşmedi.

Esra Etiyopyalı bir annenin oğlu olan Antarah ibn Shaddād, Antar olarak da bilinirdi, aslen köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda ünlü bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olan tarihçiler onu "şövalyeliğin babası" ve "kahramanların kralı" olarak nitelendirdiler.
Kölelerdeki bu tür yukarı hareketlilik, yani onların üst makamlara terfi edebilmesi durumu Avrupa köleliğinde pek görülen bir olay değildir.



Arapların Köle Tacirliği Afrika'lılarla veya Cilt Renkleri ile Sınırlı Kalmadı
Arap köle ticareti ile Avrupa köleciliği arasındaki en büyük farklardan biri Arapların tüm ırk gruplarından insanları köleleştiriyor olmasıydı. Fatımi Halifeliğinin sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarında elde edilen kölelerin çoğu Avrupa ​​sahilleri boyunca ele geçirilen veya savaşlar sırasında yakalanan Avrupalılardı. Araplar bunlara Sakalibe (صقالبة‎) diyorlardı.

Afrika kökenli olanlar dışında Akdeniz bölgesindekiler de dahil olmak üzere çok çeşitli bölgelerden insanlar Arap köleliğine zorlanmıştı; Kafkas dağ bölgelerinden Persler (Gürcistan, Ermenistan ve Çerkesya gibi), Orta Asya'nın bazı halkları ve İskandinavyalılar (İngiltere, Hollanda ve İrlandalılar) ve Kuzey Afrika'daki Berberiler Arapların köle ticaretine maruz kalmışlardı.

Dipnot: Kur'an'da Nahl Suresi 75. ayet bu yapılanları destekler ve inananlara cesaret verir vaziyettedir, "İslamiyet köleliğe karşıdır" sözü sadece söz olmaktan ibarettir:
Nahl 75: "Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."

GEÇ DÖNEM ROMA ORDUSU

Nimrael, tarih, Roma ordusu, Geç dönem Roma ordusu, Roma tarihi, Tarihte Roma ordusu, Limitanei, Camitatenses, Roma lejyonları, Funditores, Roma sapancıları, Saray muhafızı Scholaeler, Yunan ateşi,
M.S. 4. Yüzyılda, 2. Yüzyıldan beri süregelen Roma ordusu sistemini Büyük Konstantin değiştirmişti. Birçok hususta Konstantin, Gallienus ve Severus gibi daha önceki imparatorların girişimleri üzerine, düzenli İmparatorluk ordusunun rolünü detaylandırmış ve büyüklüğünü önemli ölçüde arttırmıştı. Reformlar comitatenses ve limitanei – dolaşan ordular ve hudut orduları- gibi daha sabit roller ortaya çıkarmıştı. Bu, bireysel İmparatorluk ordularının büyüklüğündeki azalmayla birleşince, ayrıca lanciariler, clibinariler ve balistariler gibi isimlerde de belli olan, Konstantin’in özel işlevler yaratma eğilimini göstermişti. Bu değişiklikler ayrıca bölgeselleşmeyi de desteklemişti; limitanei güçleri bir garnizon gücü gibi konumlarında mevzilenebiliyor, daha küçük olan comitatenses güçleri ise imparatorluktaki gereken bölgelere gönderilebiliyordu. Konstantin’in reformları önceki benzer özellikteki yaklaşımları daha fazla detaylandırmıştı; ordularının taşıma maliyetini azaltmak için onları daha küçük kümelere ayırmak yerine, her gücün ihtiyaç duyulduğu yere gönderilmesiyle anlamsız giderleri azaltılmasını ve bunları gerekli üretim tesislerine aktarılmasını sağlamıştı.

Şimdi askerlerin yapılanmasına bakalım.

Limitanei: "Limes" yani sınır kelimesinden türetimiştir. Limitaneilerin görev alanındaki sınırlar Ren Nehri, Kuzey Afrika Tuna Nehri, Panunya Ovaları, Britanya'da bazı sahiller ve kaleler, ve doğu'da İmparatorluğun en uç noktaları gibi İmparatorluğa girilebilecek sınırdaki coğrafi noktalardı. Görevleri, İmparatorluk orduları gelene kadar istilaları olabildiğince engellemekti. İyi silahlar kuşanmış olsalar da limitanei, genellikle ikinci sınıf savaşçılar olarak görülürdü. Bunun sebebi ise muhtemelen İmparatorluğun sınırlarını gözetmeleri karşılığında karakollarının etrafında yerleşip buralarda çiftçilik yapmalarına izin verilen, yarı zamanlı çalışan askerler olmalarıydı.

Comitatenses: Görevleri Limitanei'nin aksine sınır garnizonu olmak değildi. Bu birlikler aslen İmparatora refakat eden ancak çok geçmeden barbar istilaları yüzünden sınır hattı gerisine, stratejik noktalara mevzilenen birliklerdi. Diğer bir tanımlama, bölgesel savunma gücüdür. Başka bir görevi ise Limitanei tarafından saptanan düşman yerlerini basıp, onları mağlup etmekti. Asilzade unvanı ‘kont’ kelimesinin kökeni olan ‘comte’ler tarafından önderlik edilen bu birlikler ki comteler de İskender’in dost ve yurttaşlarına verilen isim olan ‘companion’a(mihmandarlara) ithafen bunların Latinleştirilmiş halleriydi, her yönden ataları Lejyonerler kadar tehlikeli olan profesyonel askerlerdi.

Armiger: M.S. 5. yüzyıldan bir Roma siyasi belgesi olan Notitia Dignitatum'a göre, "Armigeri", Lejyonların süvari ve piyade tümenlerine bölünmüş ağır zırhlı onüç birlikti. Esasında, cephede tek bir konumda kalıp orayı korumaktansa İmparatorluğun cephelerini devriye gezen comitatensesten oluşan bir piyade birliğiydiler. Birlik olarak armigerinin tam anlamı kesin değildir, ama kelimenin kendisi birliklerin ağır zırhları üzerinedir. Armigerinin kişiyi diğerlerinden ayırt etmek için kullanılan, savaşta zafer kazanıp yiğitlik gerektiren işler yapanlara verilen fahri bir unvan olma ihtimali de var.

Praeventores: İmparator Caracalla tarafından M.S. 212 yılında yayımlanan tebliğ 'Constitutio Antoniniana'nın gelişini takiben ortaya çıkan birçok hafif piyade birimlerinden biri olan ‘praeventoresler’ uzman 'durduruculardı'. Notitia Dignitatum’da söz edilmelerine rağmen praeventoreslerin tek bir savaş görevi için mi eğitildikleri yoksa gerek duyulan zamanlarda her yere, her durumda atanan hafif piyade birimlerinden mi olduğu açık değildir. Lejyonlarların yapısındaki konumları ne olursa olsun, savaş meydanında praeventoresler hızlı ve düzenli şekilde pusular ve düşman üzerine hoş olmayan sürprizler hazırlamakla ilgileniyorlardı.

Exploratores: ‘Exploratores’ hızlı ilerleyen, iz bulmakla, potansiyel pusu noktalarını saptamakla ve Roma ordusunun ana kuvvetleri için mevki aramakla görevlendirilmiş atlı gözcülerdi. Genelde yabancı ülkelerde bulunan bu gözcüler, Lejyonların ilerleyebileceği yolları seçmek ve korumakla birlikte uzak sınırlarda devriye gezerek ve sorun çıkaran birçok barbar kabilesini gözlemleyerek seferlerde çok kullanışlı olmuşlardı. Exploratoreslerin savaş meydanındaki rolü ‘speculatorslerle’ ara sıra çakışırdı. İki uzman birlik sınıfı da Roma’nın generallerine önemli askeri istihbarat sağlayarak yardımcı olmuşlardı. Speculatoreslerin başlıca başarıları gizli operasyonlardan gelirken, exploratesler keşiflerde uzmanlaşmış savaş meydanı gözcüleriydi. İki birime de Roma ordusunda büyük saygı duyuluyordu.

Protectores Domestici: İmparatorun korunması en önemli şeydi. Yalnızca en deneyimli askerler paha biçilemez mor cüppelerin giyildiği seremoniyle İmparatorun kişisel muhafızı olmak için seçiliyordu. Bir 'domestici' olmak zaten itibarlı bir konumda bulunmakken, daha büyük ödüllere giden bir yol açıyordu; birkaç yıllık hizmetten sonra, İmparator bunlara genelde bir askeri alayın komutasını verirdi. Zaman geçtikçe, bu görev askeri işlevlerin yanında sivil işlevleri de üstlenmeye başladı. Bir domestici olarak hizmet veren Ammianus Marcellinus’un işleri geç dönem antik çağlar için ana kaynak sağladı; M.S. 96 yılından Büyük Konstantin zamanına kadar olan çoğu Roma tarihini kaydetmişti.

Ballistarii: Notitia Dignitatum birçok Lejyonu 'ballistarii' başlığı altında listeler. Bu kelime basitçe 'topçu' olarak çevrilebilirken Notitia’ya kaydedilmiş fazla sayıdaki arbalet birimlerinin (daha sonraları manuballistae olarak bilinir) varlığı, balistarii'nin büyük balistalar ve ekibinden ziyade arbalet kuşanmış ayak askerleri olduğuna işaret eder. Antik çağlarda birçok çeşidi yapılmasına rağmen, Roma arbaletleri Yunan gastraphetelerine bakılarak modellenmektense geç Ortaçağ silahlarıyla benzerlikler taşır. Çelik mili yerleştirip bir manivela veya krankla çekmek bir insanın yardımsız ulaşamayacağı bir büküm yaratır. Çelik mil bırakıldığında bir yaydan daha fazla güç ortaya çıkarır ve daha sert zırhları delebilir.

Exculcatores: Exculcatoresler', Oksilyer Palatina’nın – M.S. 4. Yüzyılın başlarında Büyük Konstantin’in askeri reformları sırasında kurulan oksilyer Lejyonları – bir parçası olarak çalışan menzilli piyade birimleriydi. Yerli askerlerden oluşuyor ve genellikle alındıkları kabilelerin isimlerini alıyorlardı. Oksilyer oldukları için exculcatoreslerin Galya ya da Britanya’da konuşlanıp sınırlarda çalıştıkları tahmin edilebilir. Aslında standart ciritçi olarak bahsedilmelerine rağmen, Notitia Dignitatum, exculcatoreslerin 'exploratores' olarak bilinen gözlem kıtalarıyla birleşerek takipte kullanılan uzman birimler olduklarıyla ilgili ipuçları içeriyor.

Funditores: M.Ö. 3. yüzyıldan beri Roma ordusuna hizmet eden, Balear adalarından gelen sapancılar. Özellikle doğululara karşı yapılan seferlerde etki sağlamışlardır.

Palatina: Oksilyer palatinalar, M.S. 325 yılında Büyük Konstantin’in askeri reformları ve büyümesiyle ortaya çıkan oksilyer askerleriydi. Yerel nüfustan çıkan oksilyerler genelde Mattiaciler ve Ampsivariler gibi oluşturdukları kabilelerin ismini alırlardı. Notitia Dignitatum, oksilyer palatinalar hakkında geniş bilgilere yer verir fakat bu askerlerin güçleri hakkında direk bilgi vermez. Fakat hangisinin sınır askeri olduğuna dair oksilyer ve limitanei arasında anlaşmazlıklar vardır. Oksilyer palatina’nın, Galya, İberya ve Britanya gibi İmparatorluğun sınırlarının ardındaki konuşlanmış güç olduğu varsayılabilir.

Cornuti: Cornuti', 'boynuzlu' demektir ve Roma ordusunda bu birimin bağlamı muhtemelen bu Frenk piyadelerin giydiğinin söylendiği miğferlere gönderme yapar. Cornutiler, savaş meydanında düşmanlarına orda olduklarını bildiren savaş dansı ve savaş narasının cesaret kırıcı bir karışımı olan 'Barritus'ları ile ünlüdürler. Yalnızca Galya’nın Roma topraklarından askere alınabilen cornutiler, Verona ve Milvian Köprüsü gibi Konstantin ve Maxentius’un M.S. 350 – 353 iç savaşı sırasındaki geç Roma döneminde birkaç önemli savaşta yer almışlardır. M.S. 357 yılında Argentorum’da cornuti birimleri, aşırı savaş yanlısı Alaman kabilesinin Cermenleriyle karşılaştılar ve o gün sayıları çok az olmasına rağmen kazanmayı başardılar. 'Cornuti senyörleri' deneyimli kıdemli askerlerdir ve Notitita Dignitarum’da 5. Yüzyılın başında kurulan Batı Roma ordusunun bir parçası olarak anılmışlardır.

Foederati: Alışılagelmiş şekilde müttefik olmayan fakat İmparatorluğun kesin bir parçası da sayılmayan foederatiler, askeri destek vermek için anlaşma imzalayan, Roma sınırlarının hemen dışında yaşayan kabilesel gruplardı. Bunun karşılığında Romalılardan genelde yemek olacak şekilde devlet desteği alıyorlardı. Farklı zamanlarda Gotlar, Vandallar, Frenkler, Alanlar ve Hunlar bile Roma için foederati olarak savaşmışlardı. Foederati sisteminin ana sorunu, seçmen kabilelerin zamanla güvenilmez hale gelmesiydi, özellikle liderlerinin değişiminden sonra. Gotlar Doğu Roma İmparatoru Valens’in foederatisi olmuşlardı fakat daha sonra isyan edip M.S. 378 yılında ordusunu yenerek onu Edirne’de öldürmüşlerdi. Roma ordusunun büyük bölümünün kaybedilmesi, foederati birliklerine daha çok bel bağlanmasına neden olmuş ve sonucunda Batı İmparatorluğunun çökmesini hızlandırmıştı. İmparatorluğun otoritesinin zayıflaması ve yağmacı bozkır göçebelerinden gelen baskıyla birçok foederatini Roma eyaletlerine taşınmıştı.

Sagittarii: İmparatorluğun en başlarında, Principate zamanında, Roma savaş meydanına "sagitarii" sürmüştü. Sagitarii, Roma vatandaşlarından çıkarılan, Lejyonlara oksilyer olarak savaşan okçulardı. Yüzyıllar geçtikçe, çeşitli düzenlemelerin ardından, neredeyse tüm sagitarii asıl Roma ordusuna dahil edilmişti. Batı İmparatorluğunda, okçular diğer avcı erleri sınıflarından daha az sayıda savaşıyordu; bunun sebebiyse muhtemelen kullandıkları bileşik yaylardandı. Yayların yapımında kullanılan yapıştırıcı nemli batı iklimlerinde çözülür ve ahşap yamulur, silahı tamamiyle işe yaramaz hale getirirdi. Sagittariinin Doğu Roma ordularıyla süvari olarak savaşması ve bölgenin antik geleneği olan at üstünden avcı erliği yapması daha sık görülen bir manzaraydı.

Levis Armaturae: 'Levis armaturae', tam olarak 'hafif zırhlı' şeklinde çevrilebilir. Bu çevik ve kıyafetleri hafif piyadeler, sonraki Roma ordularının büyük bir kısmını oluşturuyordu ve öncelikle çarpışma kuvvetleri olarak görev yapıyorlardı. Ağır piyadelerin gerisinde konumlanmadan önce düşmanı taciz etmek ve sapan, cirit ve ölümcül ufak oklar olan plumbatae atışları yapmak üzere kullanılırlardı. Ardından düşman birliklerinin kanatlarına saldırırlardı. Bu şekilde levis armaturae, düşmana yeniden toplanma ve nefes alma fırsatı tanımazdı. Bu başarılı avcı erleri, bir ordu harekete geçtiği zaman savunma hattı kurardı ve düşman üzerinde baskı kurarak Lejyonların yan kısımlarını korurlardı.

Matiari: Matiariler seçkin Palatina Lejyonlarına bağlı olan piyade birimleriydi ve bu yüzden çoğunlukla İmparatorun kişisel ordusu içinde hizmet vermişlerdi. Çoğunlukla kurşunlu küçük ok olan ‘plumbata’ kullanarak savaşırlardı. Plumbata kısa, ağır fırlatma okuydu ve kol altından sapıyla fırlatılır, böylece düşmanın üzerine düşmeden önce havaya uçardı. Belki de Martiariler hakkında en bilinen şey, Batı Roma İmparatorluğunun nihai düşüşünü başlatan olay olarak sayılan Edirne Savaşındaki İmparatorluk ordusunun bir parçası olmalarıydı. İmparator Valens’in Roma kuvvetleri çöktüğünde matiarileriyle birlikte başka ülkeye sığındığı varsayılıyor.

Vexillationes: Dalmaçyalılar batı balkanların, hemen hemen günümüz Hırvatistan’ının olduğu konumun yerlileridir. Roma İmparatorluğunda Lejyonlar için geçici tamamlayıcı olarak kurulmuşlar ve Roma süvari kuvvetlerinin yeniden organize edilmesi ve genişletilmesinden sonra ‘vexillationes’ ismiyle bilinmeye başlamışlardır. Yeniden organize, Lejyonlar doğu imparatorluklarının daha güçlü atlılarına ağır kayıplar vermelerinden hemen sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. Bu yeniden organize, Roma kayıplarını frenlemek ve düşmanın gelişmeye başlayan süvari taktikleriyle rekabet etmek için yapılmıştır. Her halükarda, Dalmaçyalılar en büyük yeni yetişen vexillationeslerdi ve II. Cladius’un Gotlara karşı kazandığı zaferine büyük yardım etmişlerdi.


Scholae: Bir Roma İmparatoru gittiği her yere Scholae’sini – saray muhafızını – götürürdü. Esasen yozlaşmış ve ortadan kaldırılmış Praetoriansların halefleri olan Scholaeler, Lejyonların kontrolü dışında çalışır, geç dönem Roma devletinin kıdemli sivil görevlilerinden bir olan Magister Officorum’a hesap verirlerdi. Sahada İmparatorun kendisi tarafından komuta edilen Scholaeler, her zaman Romalı olmayan vatandaşlar içinden alınırlardı. Muhtemelen bu Ptolemy firavunlarının korumaları olarak Galatlı Keltleri kiralamalarına ya da gelecek birçok Bizans İmparatorunun kendilerini korumaları için İskandinav savaşçıları – Varangian Muhafızlar - kullanmalarına benzer bir durumdu; vatandaş olmayan biri maaş alırken başkaldıramaz veya tahta karşı bir dolap çeviremez.

Katafrakt: Ölümcül Part katafraktlarıyla Harran'da yüzleşmelerinin kötü sonuçlanmasının ve ardından Sarmatyalı mızrakçıların ezici kuvveti karşısında ezilmelerinin akabinde, bir süre bu fikri benimsememiş olsalar da Roma ordusu kendi süvarilerini kendileri eğitmeye başladı. Roma, giderek kendi versiyonları olan katafraktarii ve Clibinarii birliklerini Lejyonların arasına katmaya başladı. İlk olarak İmparator Hadrian'ın saltanatı döneminde, Galyalılardan ve Panonyalılardan oluşan bir oksilyer kuvveti olarak görevlendirildiler. Buna karşın, genel olarak başarılı olsalar da, MS 4. yüzyılda katafraktarii askerlerinin rütbeleri daha düşük hale geldi. Bunun sebebi muhtemelen Macrinus'un MS 217'de Partlar tarafından Nisibis'te ağır bir mağlubiyete uğramış olmasıdır. Tepeden tırnağa pul ya da zincir zırhla sarılı ve silah olarak cirit kullanan bu 'demir atlılar'ın daha meşhur Ortaçağ şövalyelerinin öncüleri olduğu su götürmez bir gerçektir.

Contarii: Roma imparatorluğu, var olduğu dönemde sayısız askeri ilerlemede bulunmasına rağmen, gerçekçi açıdan bakarsak hepsinde başarılı olduğunu iddia edemez. Partlı katafraktlar – tepeden tırnağa zırh giyen ve süvari mızrağı taşıyan geçmiş çağın baskın süvarileri – M.Ö. 53 yılında Harran’da ve M.S. 217 yılında Nusaybin’de Lejyonları perişan etmişti. Bununla birlikte ağır süvari mızraklarıyla meydana çıkan bozkır göçebelerinin akınlarının artması, Roma ordusunun benzer ağır süvarilere dayanan kendi taktiğini oluşturmasına neden olmuştu. Böylece süvari mızrağıyla silahlanmış ağır zırhlı atlılar olan clibinarii ve contiarii gibi savaş meydanında farklı işlevleri gerçekleştirecek birkaç farklı 'equez katafraktarii' kurulmuştu. Kullanılan süvari mızrağı ölümcül bir silahtı; ‘contus’ ismiyle bilinen silah, muhtemelen iki elle kullanılması gereken uzun delici bir mızraktı. Aynı zamanda atı idare ederken bu silahı kullanabilmek büyük bir yetenek gerektiriyordu ve bu da contariilerin sıra dışı binekli askerler olduklarını gösteriyordu.

Elbette ordu yapılanması dışında bazı önemli detaylar da vardı. Bunlardan bazıları şunlardı;

Konaklama: Konakçılık, birlikleri müstakil mülkiyetlerde ağırlama işidir. Roma ordusunda bu tür konaklamalar ‘konukseverlik’ anlamına gelen ‘hospitalitas’ olarak bilinirdi. Birliklere konakçılarının odasının üçte biri verilirdi ve kumanyaları ise konakçı tarafından değil, eyalet makamları tarafından karşılanırdı. Birlikler, kendilerine hangi evin tahsis edildiğini kapı direklerine kazınan isimlerinden anlardı. Konaklama, Batı Romalıların, dağılmakta olan imparatorluklarında sorunlu bölgelere askerlerinin sorunsuz ve hızlı bir şekilde ulaştığından emin olmak istemesiyle M.S. 4. ve 5. yüzyılda yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Limitanei denilen sınır birlikleri, uzun süreler boyunca mevkilerini savunabilir ve koruyabilirdi. Bu birlikler comitatenses'e kıyasla sabit ve yerel halk ile kökleşmiş birlikler idi. Limitanei birliklerine bazı eyaletlerde toprak tahsis ediliyordu ve savaşta olmadıkları zamanlar bu toprakları yönetiyorlardı. Birlik ayrıcalıklarından faydalanmanın ne kadar kolay olduğunu gösterirmişçesine kireçten cazip evler yapıyorlardı. Comitatenses'ten oluşan gezgin ordu daha hareketliydi ve bu yüzden seferler sırasında şehirlerde konaklardı. Bu da istismarın ve yolsuzluğun önünü açmış, en cazip mülklerin ve tarım arazilerin ordu tarafından uygun bir şekilde comitatenses'in ihtiyaçlarını giderecek şekilde tahsis edilmesine sebep olmuştu.

Etnik Yapı: Hem Doğu hem de Batı Roma İmparatorluğu ordularını aynı şekilde teşkilatlandırsa da, bir süre sonra Doğu sivil ve askeri alt yapısını katmanlar halinde düzenlerken Batı Roma İmparatorluğu daha fazla askerileştirilmiş bir toplum haline geldi. 'Biyolojik' kimliğe karşılık 'etnik' kimliğin ortaya çıkışı, buradaki yetiştirmenin temeli haline geldi. Roma'ya bağlı barbar devletler çok az kamu desteğiyle ya da hiç kamu desteği olmadan kendi ordularını oluşturmak ve idare etmekle yükümlüydüler. Bunun sonucunda barbar kültür bölünerek savaşçıların sosyal statüsü bir kez daha yükselişe geçerken sivil ve asker ayrımı bulanıklaşmış, saf 'Romalı' imparatorluk fikri çökmeye başlamıştır. Batı Roma İmparatorluk çöktüğünde, bu çok ters bir şekilde gerçekleşti, zira barbar soyundan gelen Romalılar kendilerini yeni krallıklarda güçlü mevkiler edinmek için doğru soydan geldiklerini düşünürken buldular.

Erzak: Giderek artan büyüklükte ordular ve birlikleri aylar ve senelerce deniz aşırı diyarlara taşıyan seferler yüzünden onlara sürekli erzak gönderebilmek için ikmal hatlarını elde tutmak hayati bir vazife haline geldi. Ne var ki, bir ordunun harekatı kendi ikmal hattı tarafından çok ağır bir şekilde sekteye uğratılabilirdi. Askeri erzak ve lojistik sistemlerinde devrim yapanlar Yunanlılardı; her ordunun ardından giden eşler ve hizmetliler sürüsünü dağıttılar ve yavaş öküz arabaları yerine daha hızlı atlar ve katırlar kullandılar, bu da askerlerin daha fazla yük taşıyacağı anlamına geliyordu. Standart para biriminin oluşturulması devletlere düşman bölgesinde bile askerleri için erzak sağlayabilme imkanı veriyordu; zira böyle olduğunda paralarına her yerde güvenilebilirdi ve yerel tüccarlar ilk askeri müteahhitlere evrildiler.

Mal Ödemesi: Roma ordusundaki askerler M.S. 4. yüzyılın ortalarında eksiksiz olarak maaş alırlardı; ödemeler, insanların askere alımlara çeken ana etmenlerden biriydi. Fakat 3. Yüzyıldaki İmparatorluk krizinin getirdiği finansal enflasyon, orduya katılımı eskiden olduğundan daha az cezbedici bir hale getirmişti. Buna karşı koymak için İmparatorluk askerlere yiyecek ve giyecek yoluyla mal ödemesi yapmaya başvurmuştu. Bunların kaynakları bölge temelli vergi veren Romalılardan geliyordu ve yerel hükümet yöneticileri tarafından denetleniyordu. Ama kimse vergi ödemeyi sevmiyordu ve bu ödeme sistemi ironik olarak sivil nüfusun askerlere düşmanlık beslemesine neden olmuştu.

Derin Savunma: Tarihçiler arasında konu edilen 'Derinliğine Savunma' teorisine göre Roma'nın askeri savunma stratejisi, M.S. 4. yüzyılda bir önceki 'önleyici savunma' ideolojisinden gelişmiştir. Önleyici savunma, Roma'nın, sınırları boyunca ve sınır ötesi karakollarda sabit birlikler bulundurup, kuşatma harekatıyla düşmanları bu birliklerin arasında pusuya düşürerek akınları engellediği yöntem idi. Ancak Roma'nın sınırları bu şekilde savunulamayacak kadar genişlediğinde, limitanei birliklerinin surları başarıyla savunacak umutları kalmamaya başladı, ta ki çevre bölgelerden gelen comitatenses birlikleri tehdidi ortadan kaldırana dek. Bu durum, düşman ordusunu geniş bir alana yayıp birden çok meseleyle uğraşmasını sağlayarak tedarik lojistiğinin zayıflatıldığı bir teknik olan derinliğine savunmanın geliştirilmesine neden oldu. Zayıflayan mevkilere savunma ordusu tarafından düşmanı eski konumuna, yani savunma stratejisinin belirlediği sınırların gerisine püskürtmek üzere saldırılıyordu. Derinliğine savunma antik çağların sonuna doğru, Batı Roma İmparatorluğu hantallaştığı zamanlar, yeni kurulan ve zor kazanılan cephelerini ellerinde tutabilmek isteyen halefi barbar krallıklar arasında oldukça yaygınlaşmıştı.

Fabrika: Roma ordusu geç antik dönem boyunca tertipsel ve lojistik sistemlerinin çoğunu değiştirdi. Genç Cumhuriyetten beri ilk kez halk, senelik bir zorunlu askerliğe tabi tutuldu. Kabile savaşçılarının alınmasının giderek artması İmparatorluğun askeri harekatlar için daha iyi bir taslağa sahip olması gerektiğini gösteriyordu. Bulunan kanıtların gösterdiğine göre fabricaelerin (fabrikaların) varlığı, teçhizat ve silahların standartlaştırılmasına yönelik çalışmalar olduğunu işaret ediyor. Hakimiyeti için rekabet edilen sularda ticareti korumak ve kollamak vazifesine uygun bir şekilde donanmada da ağırlık, standart gemiler ve donanma düzenlerine verilmişti.

Söylev: Roma söylevi kendisinin en eski ve en çok meyve vermiş geleneğidir. Senatodaki söylevlerden tutun da meşhur savaş konuşmalarına varıncaya dek, biraz alaycılıkla söylenebilir ki Romalılar kendi seslerini duymaktan hoşlanırdı. Ancak söylevler boş laf olmaktan çok daha soylu bir amaca hizmet ederlerdi; İmparatorlar kendilerini asker olarak göstermenin (son İmparatorlar gerçekten de savaştılar) ve de birlikleriyle kan bağına sahip olduklarını göstermenin yollarını aradılar . Askerlere onlara 'izin verircesine' yapılan bir yaklaşım ve onların rızasını almak ortaya bir yoldaşlık ve müştereklik dili çıkardı ve de İmparatorluk gücünün ardındaki gerçek düşüncenin İmparatorluk birlikleri olduğu fikrini geliştirdi. Gerçek şu ki gerçekten de öyleydiler ve bu gücü övüp methetmek bir Roma İmparatorunun ayakta kalması için hayati önem taşıyordu.

Yunan Ateşi: Roma dönemi savaşlarının tarihçesi oldukça iyi belgelenmiştir, bu sayede Romalıların yer aldıkları savaşları ve savaşlarda kullandıkları silahlar ile teknikleri net bir şekilde tasvir edebiliriz. Yine de hâlâ gizemini koruyan bir silah var: 'Yunan Ateşi'. Varlığını bilsek de, kökeni tam olarak bilinmiyor ve bu ölümcül maddenin içindeki malzemelerin ne olduğu bilgisi tarihte tamamen kaybolup gitmiştir. Yunan ateşi, bir kazandan dışarıya akıtılan ve bir tüp yardımıyla püskürtülerek yakılan birtakım sıvı kimyasalların karışımından oluşuyordu. Herhangi bir maddenin üstünde yanabiliyor ve saniyeler içinde bir insanın etini eritebiliyordu. Alevler söndürülemez gibiydi ve suya atlamak bir çözüm olmadığından kurbanlarının neredeyse hiç umudu kalmıyordu. Çağdaş bilime göre bu madde suda bile yanabiliyordu ve sadece kum, sirke ve garip bir şekilde idrar gibi az sayıda maddeyle söndürülebilirdi. Yunan ateşi hem su üstünde hem de su altında yanabildiğinden oldukça etkili bir donanma silahı idi, fakat kontrol altına alınması çok güç olduğundan kendi kullanıcılarını bile yok edebilirdi. Bu ateşi deneyecek cesareti olanlar, temas ettiği tüm gemileri hızlıca yok eden alevden çarşaflar yaratmışlardır.

Yazan: Nimrael

KLASİK DÖNEMDE SANAT

Yazan: Nimrael
Nimrael, tarih, Klasik dönemde sanat, Yunan dünyasında sanat, Antik Yunan toplumunda sanat, Antik Yunanistan'da tapınak ve heykeller, Tanrı Dianysos ve Drama Tiyatro, Yunan tiyatrosu, Yunan komedyası,

KLASİK DÖNEMDE SANAT


Klasik ya da estetik sanatlar, antik Yunan dünyasının bir yansımasıydı. Klasik sanat adı üstünde klasik dönem ile özdeşleşir. Bu dönemin sanatçıları, Arkaik döneme göre daha fazla ileri gittiler. M.Ö. 6.yüzyılda sanat dallarında müthiş bir sıçrama yaşandı. Önceden atletlerin ya da önemli insanların figürleri heykellere işlenirken, Klasik dönemde gerçek şahsiyetlerin figürleri işlenmeye başlandı. Örneğin Atina’da bulunan Harmodius ve Aristogeiton heykelleri, tiranlığın devrilmesi onuruna dikilmiştir; bunların ilk kez dikilen gerçek şahısların heykelleri olduğu sanılıyor.

Antik Yunanistan’da tapınaklar, heykeller, çömlek ve vazolarda sıkça görülen sanatlar aynı zamanda toplumsal hayata yansımıştı. Klasik sanatın bu kadar yayılma sebebi ise Atina’ydı. Diğer bir değiş ile Atina, Klasik Sanat’ın yayılmasında öncü bir güçtü. Klasik dönemin ses getiren olayı Pers istilalarıydı. Perslere karşı aldıkları zafer ile Atina, bir güven duygusu ve güçle dolmuş ve sanat dallarında gelişmeye başlamıştı. Başarısız Pers istilasından sonra Atina ve hâkim olduğu Delia Birliği sağlamlaşmış, insanların kendi kültürlerini rahat ve dikkat çekici bir şekilde ifade edebildikleri kültürel bir merkez oldu. İlkel bile olsa ilk demokrasi Atina yönetiminde ortaya çıkmış, filozoflar, mucitler ve sanatçılar gibi sınıflar kayda değer bir güç kazandılar. Bu durumun etkisi ile ortaya çıkan sanatçılar, toplumun günlük hayatını ve sosyal sorunlarını büyük dikkatle incelediler ve bunun etkisi ile komedi ve trajedi tiyatro türleri ortaya çıktı. Filozof ve bilginlerin üst konuma çıkmaları üzerine felsefe ve sanat çarpışmaya başlamış, bunun sonucunda ortaya çıkan akılcı okullar “İnsan nedir? İnsan modeli, anatomisi ve yapısı nasıldır?” gibi soruları incelemeye başladılar. Dönemin şehir devletleri, soylu aile ve tapınaklar gibi varlıklı müşterileri Maraton Savaşı, Salamis Muharebesi gibi önemli olayları ve zaferleri kutlamak için büyük miktarda çömlek sipariş ederlerdi. Ayrıca özel günlerde tapınaklar ve devlet kademesindeki görevliler, o güne özel heykeller de yaptırırlardı.
Antik dönemde sosyal yaşama etkisi bulunan en önemli unsurlardan birisi tiyatro türleri drama, tragedya ve komedyadır.

Tiyatro ve drama kültürünün ortaya çıkışı MÖ 8. yüzyıla tarihlenir. Drama ve tiyatro asıl önemini eğlence ve şarap tanrısı Dionysos’a olan inancın büyümesiyle ve Dionysos festivali bir geleneğe dönüşünce kazandı. MÖ 532 yılından itibaren trajedi ve MÖ 487 yılından itibaren ise komedi gösterileri, Dionysus festivalinin asıl etkinliği oldular. Delfi ve muhteşem akustiğiyle ünlü Epidauros Tiyatrolarından, MS 2. Yüzyılda komedinin doğum yeri ve dünyadaki en büyük tiyatro olarak tanınan muazzam Siraküza Tiyatrosu’na kadar uzanan tüm o farklı antik tiyatrolardaki yükseliş Dionysos’un artan popülerliği sayesindeydi. Yunan tiyatrosunda sadece edebi yenilikler yoktu; çift maskeli drama simgeleri, çok süslü maskeler, aktörlerin uçabilmesini sağlayan vinç benzeri karmaşık sahne mekanikleri, çok daha dramatik girişler ve çıkışlar için gizli kapılar da Yunan tiyatrosunda ortaya çıkan bazı tiyatro geleneklerindendi.

Sözü geçmişken trajediden kısaca bahsedelim. Klasik dönemde ortaya çıkan trajedi/tragedyanın kökeni bilinmiyor. Bunun sebepleri arasında güvenilir kaynakların ve bulguların azlığı, bazı eserlerdeki yıpranma ve kayıp ciltler bulunuyor. Böyle sebepler, trajedinin nasıl ortaya çıktığını öğrenmeyi neredeyse imkansız hâle getiriyor. Buna rağmen trajedya olarak bilinen ilk Yunan dramasının MÖ 534 yılında Dionysus festivali sırasında sahnelendiği biliniyor. Sahnede yer alan ilk kişi aktör Thespis’ti ve o zamana kadar yaygınlaşmış olan kendisi gibi konuşma standardına uymamıştı. Genellikle Yunan tragedyası, sahnenin kurulduğu bir giriş kısmıyla başlar ve ardından açılış şarkısı girer. Bundan sonra hikaye başlar ve olaysal biçimde çözülür, aralara yine şarkılar koyulur. Oyun “Exodus” olarak bilinen,oyuncuların ayrılmaları olayı ile son bulur. Aristo’ya göre tragedyalar, “tam ve eksiksiz” eylemlerden (oyunlar da böyledir) meydana gelmiş katarsislerdir. Ona göre böylece seyirciler tutkularını arındırabilirler. Tragedya kadar değerli sayılan bir alan ise “Komedya”dır. Antik Yunan komedyası, her birinde de çeşitli örneklerin sunulduğu üç disipline ayrılır: ‘eski’, ‘orta’ ve ‘yeni’. Aristo, ‘Şiir Sanatı’ eserinde Yunan komedyasını komik insanları tasvir eden, haylazlık ve aptallık içeren, eğlenceli ve topluma zararı olmayan bir komedya türü olarak tanımlamıştır. Bu doğru olsa da, Yunan komedyasının erken dönemleri ayrıca, içinde abartılı hareketler ve taşlamalar içeren siyasi hicivleriyle de bilinirdi. Eski komedya türünde eserler veren Aristophanes’in çalışmaları, ‘Lysistrata’ eserinde Sokrates’e yaptığı gibi önemli figürlerle edilen alayları barındırıyordu. Aristophanes, çağdaşları Hermippus ve Eupolis ile birlikte, türü tanımlamıştır. Orta komedya hakkında, parçalanmış alıntılar dışında pek bir örnek bulunmadığı için az şey bilinir. Yeni komedya, abartılı hareketlerle oynanan komedyalardan, durum ve töre komedyalarına geçişi ifade eder. Yunan komedyası modern şeklini büyük ölçüde etkilemiştir. Yeni komedya, birçok sitkomu etkilemeye devam ediyor ve eski komedyanın üstü kapalı ve taşlamalı güldürüleri Monty Python gibi gruplara ilham kaynağı oluyor.


Tiyatro türleri dışında Klasik sanatın görüldüğü farklı alanlar vardı. Bunlardan birisi yapı ve mimaridir. Yapı ve mimari, antik Yunanistan’ın en ilgi çekici noktalarından biridir. Yunanlılar, bu mimarilerde bazı düzenler kullandılar. Bunlardan birisi “Dorik” düzendir. Klasik mimaride, bileşenlerin sabit oranlara göre tek biçimli halde birleşmesine ‘düzen’ denir. Beş ana mimari düzen vardır ve bunların üçü Antik Yunanistan’da ortaya çıkmıştır: Dorik, İyonik ve Korint. Dorik düzeni, Antik Çağ’da batı ana karasında ortaya çıkmıştır ve üçü arasında en eski ve en işlevsel olanıdır. Kısa ve yivli kolonlar ve düz silindirler, bir destek olmaksızın birleştirilirler. Dorik düzeninde İyonik düzenine kıyasla daha kısa ve daha kalın kolonlar kullanılır. Bu da üzerinde kullanıldığı binaya daha ‘erkeksi’ bir görünüm kazandırır. Ayakta kalmış bir örneği, Atina’da, şehrin antik Pazar yerinin olduğu tepelerin kuzeybatısında bulunan Hephaestus Tapınağı’dır. Bir diğer düzen ise “İyon” düzenidir. Klasik mimaride, belirlenmiş oranlara göre oluşan parçaların birleştirilmesine "üslup" denirdi. İyonik düzenin ya da üslubun kökeni Arkaik Dönemde Anadolu'nun Yunan şehirlerinde ortaya çıkmıştı ve M.Ö. 5. yüzyılda Yunan anakarasına ulaşmıştı. Dorik düzenin aksine, tepesinde daha fazla süs ve abartılı detaylar olan ince, daha 'kadınsı' sütunlardan meydana geliyordu. Bunda sütun gövdelerinin en ince noktasının çapından sekiz kat büyük olması çok önemliydi. İyonik üslubunu kullanarak yapılan ilk tapınak, bir Ege adası olan Sisam'daki Hera Tapınağıydı fakat bir depremle yıkıldığı için küçük bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir.

Sıra, Yunan vazolarında gördüklerimiz figürlerde. Antik dönemdeki çoğu ulus gibi, Yunan devletleri de çömlekçilik sanatıyla uğraşıyordu ve bu sayede antik yaşamın nasıl olduğuyla ilgili en net bilgilere ulaşabiliyoruz. Yunanlar eşyalarında çoğunlukla iki sanat tarzını kullanıyordu; Siyah Figür ve Kırmızı Figür. Daha erken dönemde ortaya çıkmış olan insanları ve figürleri kırmızı arka planda siyah olarak tasvir eden Siyah Figür çömlekçiliğiydi. Kırmızı Figür çömlekçiliği, bu durumu tersine çevirmişti, yani karanlık arka plana kırmızı figür koyar ve daha karanlık negatif boşlukta daha keskin bir zıtlık yaratırdı. Siyahtan Kırmızıya geçiş (M.Ö. 530 civarı) ayrıca daha ciddi tasvirlere geçişi de sağlamıştı; vazoların ve çömleklerin üzerindeki olaylara daha fazla içerik sağlanıyor ve bu şekilde daha yoğun duygular veriliyordu. Figür sanatı da eskiyi hatırlatır şekilde değiştirilmişti; ince, esnek figürler, sanatçının denge, harmoni ve simetriye olan odağını yalancı çıkarır biçimde bir ilahilik ve dinginlik hissi yayardı. Bu dönemin en bilinen çömlek ustalarından biri M.Ö. 470’ten 440’a kadar ressamlık yapmış olan ve her zaman "Bunu Hermonax yaptı." yazıtlarıyla meşhur olan Hermonax’tır.
Anıtsal heykeller, Yunanların günümüze kadar bıraktıkları eserler arasındadır.

Antik Yunan’daki heykelcilik, çoğunlukla savaşın şanı, mitolojinin ihtişamı ve Yunan yöneticilerin görkemleriyle ilgileniyordu. Erken dönemdeki Yunan heykelleri günümüze kadar gelmeseler de, tahtadan yapılıyorlardı. Klasik dönemin sonrasında, neredeyse tüm heykeller mermer ve tunçtan yapılmıştı ve daha ayrıntılı bir yöntem olan Chryselephantine, heykelleri altın ve fildişi telkârilerle süslemek için kullanılıyordu. Yunan anıt heykelciliğinin en etkileyici örneklerinden biri de Lapithler ve Centaurların destansı savaşı tasvirinin bir parçası olan Olimposlu Apollo heykelidir. Genç ve güzel olan Apollo, diğer savaşçılar tarafından çoğunlukla görmezden gelinirken, bir suçlamayla karşı karşıyadır. Atina Akropolünden gelen telkâri kabartmalı Elgin Mermerleri de aynı savaşı daha büyük ölçekte anlatır ve günümüze kadar gelebilmiş olan en büyük sanat örneklerinden birisidir.
Çoğunlukla tanrılara armağan edilen adaklık sanatı, antik dünyada yaygındı ve tanrılarla iletişim kurup onlara yaranmaya çalışmanın en kuvvetli yollarından sayılırdı. Değişik şekillerde ortaya çıkmıştı. Mitolojinin dikili taşlarla tasvir edilmesi, frizler, taş sütunlara oturtulmuş insan yüzü gibi biçimsiz heykeller ve küçük çömlek ve mücevher parçaları. Yüzük ve kolyelerdeki tanrı ve mit işlemeleri yaygındı ve tabletler ile çömlekler de dini adanmışlığı gösterecek şekiller barındırıyordu. Adaklar genellikle kutsal bir mekana, geri alma gibi bir niyet taşınmadan bırakılırdı. Antik Yunanistan’da Olimpiya ve Delphi’deki tapınaklarda çok sayıdaki adağın ve çeşitli Yunan tanrılarına saygı dolayısıyla verilmiş çok miktarda paranın depolandığı hazine bölümleri vardı.