HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

YUNANİSTAN'IN DOKUZ KADIN LİRİK ŞAİRİ

Nimrael, tarih, Yunanistan'ın 9 kadın lirik şairi, Yunan kadın şairler, Telesilla, Praxilla, Moero, Sappho, Myrtis, Corinna, Anyte, Erinna, Nossis, Dişi Homeros, Yunan edebiyatı, Yunan müziği,
M.Ö. 15 yılı dolaylarında Thessalonikeli Antipater, eski çağın önemli lirik şairlerini listelemiştir (Praxilla, Moiro, Myrtis, Anyte, Sappho, Erinna, Corinna, Nossis). Hepimizin bildiği gibi lirik şiir, bireysel konuların okurun kalbine coşkulu bir dil ile hitap edildiği bir şiir türüdür. Antipater'e göre antik dönemin dokuz büyük lirik şairinden söz edelim.

1.) Telesilla (M.Ö. 6. yüzyıl)
Daha önceki yazımızda Telesilla'dan biraz bahsetmiştik. Lirik şiirde "Telesilla Ölçüsü"nü bulan Telesilla, antik dönemde uzun yıllar boyunca konuşulan biri olmuştur. Apollo ve Artemis'e yazdığı lirik şiirlerden yalnızca küçük parçalar günümüze ulaştı. Gençliğinde sık sık hastalanmasından dolayı tanrılara çok danışırdı. Bir gün Kâhin ona kendisini Müzlere adamasını önerir. Telesilla'da müzik ve şiir sanatını öğrenmeye başlar. Zamanla rahatsızlıkları geçmeye başlar ve şiirdeki ünü, Hellas'ın pek çok köşesinde bile duyulur. O dönemin yazarları, Telesilla'yı hem şiir hem de müzik sanatlarında bolca över. Ancak Telesilla'yı asıl ünlü yapan olay Sparta istilasıydı. Sparta ve Argos arasında husumet başladığında Telesilla şiirler yazıyordu. Sparta kralı I. Cleomenes, Apollo Kâhini'ne danışır ve Argos'a ilerlerse neler olacağını sorar. Kâhin ona bu durumda Argos'u ele geçireceğini söyler. Sepeia'da Argos ve Sparta arasında bir meydan savaşı gerçekleşir; birkaç numara ile pek çok Argos askerini katleder ve bir kısmını esir alır. Hayatta kalanlar ise Argus'un kutsal koruluğuna sığınır. Cleomenes esirlere hayatta kalanların nereye gittiğini sorar. Yerlerini öğrendiğinde oraya gider ve teslim olurlarsa can güvenliklerini garanti edeceğini söyler. Ancak Argoslular bir bir çıktığında hepsini katleder. Bu, Cleomenes'in yaptığı ikinci aldatmacaydı. Bir Argoslu hayatta kalır ve bir ağaca tırmanarak olayı izler. Diğer Argoslular ise koruluktan çıkmayınca Cleomenes, koruluğu ateşe verir ve hepsini canlı canlı yakar. Cleomenes, bir Argos askerine bu koruluğun kimin olduğunu sorar ve Argus'a ait olduğunu söyler. Tanrı Apollo'ya mırıldanarak kehanetin gerçekleştiğini söyler ve zaferini tamamlamak için Argos'a doğru ilerlemeye başlar. Ancak kehanet henüz gerçekleşmedi; Argoslu erkeklerin büyük kısmı ölmesine rağmen sadece kutsal Argus koruluğu elindeydi. Telesilla erkeklere neler olduğunun haberini alır; kadınları, gençleri ve yaşlıları ülkelerini korumaları için savaşa hazırlar. Plutarch'ın yazdıklarına göre Argos halkı, Telesilla liderliğinde erkeklerin tuniklerini, zırhlarını ve silahlarını alarak surlara çıkarlar. Cleomenes'in yaptığı taarruzu başarıyla püskürttüler; bununla kalmayıp diğer Sparta kralı Demaratus'u Argos Yolu'nda yenilgiye uğratırlar. Sparta, bu aşağılayıcı yenilgiden sonra geri çekildi. Savaştan sonra hayatını kaybeden kadınlar Argos yoluna gömdüler, bu yolda anıt olarak Ares Enyalius'a tapınak adadılar. Telesilla'ya savaştan sonra ne olduğu bilinmiyor ancak şair olarak hayatına devam ettiği tahmin ediliyor. Bu savaştan yedi asır sonra bile Telesilla ve kadınların cesareti hatırlandı, asırlarca bu olaydan bahsedildi ve hatıraları uzun yıllar boyunca anıldı.

2.) Praxilla (M.Ö. 5. yüzyıl)
Praxilla, bu dönemin lirik şiirine damgasını biraz farklı vurmuştur. Şiirleri genellikle ilahilerden ve alkol şarkılarından (scolia) oluşur. Kendisine bronz bir büst yapılacak kadar şöhretli olan Praxilla, genellikle eğlenceye hitap eden şiirler yazmıştır. Yaklaşık üç asır uzun bir süre boyunca da Praxilla'nın şiirleri, partilerde ve eğlence mekanlarında şarkı olarak söylenmiştir. Praxilla'nın en ünlü şiiri ise Adonis'e yazdığı ilahidir. Günümüze ulaşan bazı parçalara göre Praxilla, şiir karakterlerini Dorlar ile direkt olarak bağlantılı olan mitolojik erotik hikayelerden almıştır. Bir şiirinde Carneius'u, Zeus ve Europa'nın çocuğu ve Apollo ile Leto tarafından eğitim gördüğü, ve Apollo tarafından sevildiği için övmüştür. Bir şiirinde Dinoysus'u Afrodit'in oğlu olarak tasvir ederken başka bir şiirinde ise Chrysippus'un Zeus tarafından tecavüze uğramasını konu edinmiştir. Adonis'in ölümüne bir ilahi yazmıştır. Bu ilahi, Praxilla'nın bilinen en ünlü lirik şiiridir.

"Finest of all the things I have left is the light of the sun.
Next to that the brilliant stars and the face of the moon,
Cucumbers, apples and pears."

3.) Moero (M.Ö. 3. yüzyıl)
Byzantium kentinde doğan Moero, Antipater'in ünlü kadın şairler listesinde yer alır. Aynı zamanda Suda'da (antik bir ansiklopedi) birkaç kez adı geçer. Moero'nun eserlerinden çok azı sağ kalabilmiştir, ancak bunlara dayanarak Moero'nun epik, lirik ve kasideler yazdığını biliyoruz. Meleager ve Athenaus onun adını Moero olarak kaydederken Pausanias, Tatian ve "Suda" ise Myro olarak ismini kaydeder. Eğitimli birisi olan Andromachus ile evlendiği ve bu evlilikten sonradan şiirler yazmış bir oğlu olduğu söylenir.

4.) Sappho (M.Ö. 630-570)
Lesbos doğumlu Sappho, tüm Yunanistan boyunca şöhret kazanmış bir şairdi. Solon ve Plato gibi ünlü filozofların bile övgülerini kazanan Sappho, aristokrak bir ailenin kızıydı. Ailesi varlıklı olduğundan şehir devletlerinin bazılarında evlilik geleneğinde olduğu gibi (zengin aristokrat aile kızlarının evlilikleri) Sappho'nun evlenmesine gerek yoktu, bu varlığı yüzünden dilediği gibi yaşadı ve evlilik tekliflerini geri çevirdi. Hayatı hakkında bilinenler azdır. Lir çalmayı ve şarkı bestlemeyi öğrenerek büyüdü, kendisinden önce ölecek biriyle evlendi ve bu evlilikten Cleis adında bir kızı oldu, politik görüşleri yüzünden Sicilya'ya iki kez sürgün edildi. Şiirlerinde aşk, tutku ve kayıp üzerine derin arzu ve düşünceleri konu edinmiştir. Yani duygulara önem vermiştir. Okunduğu anda okuyucuya kolay gelen ve onları duygusal anın içine çeken şiirler, okuyucunun kolay bir şekilde anlayacağı tecrübeleri kazanmasını sağlıyor. Şiirlerini eski Aiol dilinde yazmıştır ancak Roma döneminde bu dil kullanılmadığından ötürü eğitimli kişilerin Sappho'nun şiirleri üzerinde çalışmadığı düşünülüyor. Şiirlerinin önemli bir kısmı eksik olduğundan çeşitli araştırmalar ve Sappho hakkında bilinenler doğrultusunda kalan eksiklikler, tahmin edilerek giderilmeye çalışılıyor.

5.) Myrtis (M.Ö. 6. yüzyıl)
Boetia'da küçük bir yerde doğmuş ve sonradan seyahat eden Myrtis, Boetia'da önemli bir lirik şairdi. Boetia, o dönemse pek çok küçük yerleşim yerine ev sahipliği yapan bir bölgeydi. Bu bölge, mimari ve sanatsal olarak antik Yunanistan'a çok katkı ve sanatçı sağladı. Myrtis, Pindar ve Corinna'nın eğitmeni olarak da bilinir. Ne yazık ki hiçbir şiiri günümüze kadar ulaşamadı, yalnızca Plutarkhos'un naklettiğine göre kadınların Tanagra'daki kutsal koruluğa girmesinin neden yasak olduğu hakkında bir hikayesi günümüzde biliniyor.

6.) Corinna (M.Ö. 6. yüzyıl)
Boetia'da bir yer olan Tanagra'da doğan Corinna, Pindar'ın şiirde rakibiydi ve yaygın bir görüşe göre Myrtis'in öğrencisiydi. Şiirlerinden günümüze ulaşan birkaç parçaya göre Corinna, eserlerini Boetia lehçesinde yazardı ve dili genellikle sadeydi. Dağ tanrıları Cithaeron ve Helicon arasında geçen bir şarkı yarışmasını, şiirlerinden birine konu edinmiştir. Buradan yola çıkarak Corinna'nın Boetia efsanelerinden etkilendiği ve bu efsaneleri şiirlerine konu edindiği tahmin ediliyor.

7.) Anyte (M.Ö. 3. yüzyıl)
Tegea, Arkadya doğumlu Anyte, Antipater tarafından "Dişi Homeros" olarak anıldı. Anyte genellikle standart epigramı tercih etmiş; bu özgün epigramların yirmi ya da daha fazlasında genç kadınların ve hayvanların ölümlerine olan üzüntüden ve sevecen çocuklardan bahseder. Pastoral epigrama huzur dolu bir ortamı ve atmosferi getirmiştir. Ayrıca eserlerini Dor lehçesinde yazmıştır. Sappho kadar duyguları yansıtamasa da Anyte, Helenistik dönem ile Arkaik dönem şiiri arasında bir köprü gibidir. Dili sadedir ancak dokunaklı anlamlar taşır, pastoral epigram yazmıştır ancak aynı zamanda Asclepius'un kâhinlerini nazımlaştırdığı lirik şiirler de yazmıştır.

8.) Erinna (M.Ö. 4. yüzyıl)
Bir Ege adası olan Telos'ta doğan Erinna, Antipater tarafından ve antik çağda büyük bir şair olarak bilinmesine rağmen hakkında neredeyse hiç bilgi bulunmaz. Erinna'nın bilinen ünlü eseri ise "The Distaff", genç yaşta ölen arkadaşı Baucis'e yazdığı bir ağıttır. Oldukça uzun bir şiir olarak bilinmesine rağmen günümüze kadar yalnızca otuz satırlık bir parçası ulaşabildi. Bu sağ kalan parçada Erinna, Baucis ile olan çocukluk anılarını hatırlıyor. Oyuncaklarıyla oynadığı zamanları, gelin-damat oyunu yaptıkları zamanları, Mormo adında hayal ettikleri bir canavar kadından korktukları zamanları... Bu şiiri yazdıktan çok kısa bir süre sonra, tıpkı arkadaşı Baucis gibi henüz 19 yaşındayken hayatını kaybeden Erinna, arkasında yalnızca bu özlem dolu satırları bırakabildi.

9.) Nossis (M.Ö. 300 dolayları)
Güney İtalya'da bir şehir olan Locris'te doğmuştur. Yazdığı şiirlerde kendinden biraz bahseden Nossis'in şiirlerinin ne yazık ki çok az parçası günümüze ulaştı. Bir şiirinde Locris'in uzun zaman önce (M.Ö. 7. yüzyılda) bir Dor kolonisi olduğunu ve bu şehirden gurur duyduğunu dile getirmiştir. Kendisinin aktardığına göre aristokrat bir aileye mensuptu, ailesinin sağladığı eğitim ile Yunan şiir kalıplarına tıpkı Sappho gibi aşina oldu. Sağ kalan şiirleri ise epigramlardan ibarettir. Ancak bu epigramlarda bulunan bilgilerden yola çıkarak Nossis'in geleneksel epigramlardan ziyade lirik şiire daha yatkın bir kişi olduğu görülüyor. Yine de bir dönem Nossis, tanrılara övgüler ve dualar gibi ilahi konulardan kısa kısa epigramlar yazmıştır. Kendi şiirlerini Sappho'nun şiirleri ile karşılaştırarak geleneksel olmayan şiir kalıplarını savunmuştur. Hemen hemen her ikisi de aynı temalara sahipken Nossis, Sappho gibi yalnızca kadın için yazmamıştır. Ayrıca Nossis, kadınların bakış açısı ile erkeklere hitap eden şiirler de yazmıştır. Ancak her ikisi de şiirlerini kadın merkezli yazmışlardır.

Yazan: Nimrael

MÜSLÜMAN ARAPLARIN KÖLELEŞTİRDİĞİ AFRİKALILAR

Yazan: A.Kara
A, din, Din ve kölelik, İslam tarihi ve kölelik, İslamda kölelik, islamiyet, Kölelik, Kuranda köle ile insan eşit midir?, Kuranda kölelik, Müslüman Arapların köle olarak kullandığı Afrikalılar,
Köleleştirilen Kişi Sayısı
Müslümanlar tarafından kendi bölgelerinden zorla ele geçirilerek köleleştirilen insanların neredeyse milyonu bulan sayısı oldukça tartışılan bir konudur.

Bazı tarihçiler, MS 650 ila 1900 yılları arasında köle ticareti yapan Araplarca 1 milyondan fazla Afrikalı'nın köleleştirildiğini tahmin ediyorlar. Ben hatırlatmamı yapayım, bildiğiniz gibi bu tarihlerde Araplar putperest değil, Müslüman. Bazı tarihçiler ise çok daha fazla sayıdaki Afrikalı'nın Sahra çölü üzerinden köle tüccarlarına teslim edildiğini ve bir eşya gibi satıldıklarını söylüyorlar.



Araplar Kölelere Genetik Savaş Uyguladı
Para karşılığı satılan bu siyahi kölelerden 8-12 yaş aralığındaki erkeklerin penisleri, üreme ihtimalini ortadan kaldırmak için tamamen kesiliyordu. Bazı kaynaklar bu işlem sırasında her 10 çocuktan yaklaşık altısının öldüğünü belirtir. Fakat hadım edilen kölelerin daha çok para ettiğini fark eden köle tacirleri sırf daha çok para kazanmak için bu uygulamalarına devam ettiler.

Ev hizmetlerinde kullanılacak bazı siyahi erkekler hadım edilmişti fakat bu işlem sadece onlarla sınırlı değildi. Yazar Ronald Segal'ın "İslam'ın Kara Köleleri: Diğer Siyah Diaspora " adlı kitabında yazdığı gibi, "10.Yüzyılın başında Bağdat'taki halifenin sarayında 7000 hadım edilmiş siyahi ve hadımlı 4 bin beyaz vardı ."



Arap Köle Ticareti, Arap Irkçılığını Siyahilere Yöneltti
"Arap" kelimesinin ırksal bir sınıflandırma olmadığını belirtmek önemlidir. Başlangıçta Siyahlar ve daha açık renk Araplar arasında karşılıklı saygı vardı. Bununla birlikte siyahi Müslüman köleler için talep arttıkça Afrikalılara karşı ırkçılık başladı.

Siyah deri ve kölelik ile ilişki kurulmaya başlandığında siyahlara yönelik ırkçı tutum Arapçada ve Arap edebiyatında ortaya çıkmaya başladı. Köleler için kullanılan "Abid" sözcüğü Afrikalılar için kullanılan bir terim haline geldi. "Haratin" gibi diğer sözcükler ise Afrikalıların sosyal statülerini aşağılık olarak ifade etmekteydi.

Araplar Tecavüz İçin Afrikalı Kadın Köleleri Hedef Aldı
Doğu Arap köle ticareti öncelikle Afrikalı kadınlarla yapılmış ve her bir erkeğe iki kadın oranını korumuştur. Bu kadınlar ve genç kızlar, Araplar ve Asyalılar tarafından cariye veya eş olarak kullanılıyordu.

Köle sahibi bir Müslümanın kanunen bu köleleriyle cinsellik yaşama hakkı vardı. Afrikalı kadınlar hem zengin Arapların haremlerini dolduruyor hem de onlara bir sürü çocuk veriyordu.

Afrikalı kadınların bu şekilde istismarı yaklaşık 1,200 yıl kadar devam etti.



Araplar Avrupa Köle Ticaretini Başlattı
19. yüzyılda Araplar köle ticaretinden dolayı Avrupa'ya ekonomik olarak bağlıydı. Transatlantik köle ticareti ile yeni sömürü imkanları sağlandı ve bu durum Arapların ticaretine hız kazandırarak Afrikalı kölelerin Avrupa ülkelerine satışını başlattı.

Köle ticareti sonrasında Portekizler açısından kazanç sağlayan bir olay gerçekleşti. Svahili gibi Batı Afrika sahillerindeki Portekizliler, Afrika kıyılarından Benin Körfezi'ne kadar yerleşmiş Müslüman tüccarlar buldular. Bu Avrupalı köle tacirleri, köleleştirilmiş Afrikalıları Atlantik kıyısı boyunca bir ticaret noktasından diğerine naklederek ciddi miktarda altın kazanabileceklerini fark ettiler.



Arap Köle Ticareti, Tarihteki En Büyük Köle İsyanını Başlattı
Zanj İsyanı, MS 869-883 yılında, günümüzde güney Irak'ta bulunan Basra kentinin yakınında gerçekleşti. Ayaklanmayı özellikle Afrika Büyük Göller bölgesinden ve Doğu Afrika'nın güneyinden yakalanarak köle haline getirilmiş olan Afrikalılar'ın yani Zanj'ların başlattığı düşünülüyor.

Basran toprak sahipleri doğuda tuz bataklıklarını boşaltmak için birkaç bin Doğu Afrikalı Zanjlıyı güney Irak'a getirmişlerdi. Toprak sahipleri genellikle Arapça bilmeyen Zanj'ları ağır köle işçiliğine zorladı ve onlara sadece asgari geçim kaynağı sağladı. Onlara uygulanan sert muamele, Müslüman imparatorluktan ithal edilen 500.000'in üzerindeki köleyi kapsayacak şekilde büyüyen bir ayaklanmaya yol açtı.


Arap Tacirler, Siyahları Köleleştirmelerini Haklı Göstermek İçin Onlara İslam'ı Öğretmiyorlardı
Bazı tarihçilere göre İslam özgür doğmuş Müslümanları köleleştirmeyi yasaklamıştır. Bu yüzden köle kökenli Afrikalıları Müslüman yapmak Arap köle tacirlerinin ilgisini çekmiyordu. Köleleştirilmiş Afrikalıları Müslüman yapmak onlara daha fazla hak kazandıracak ve insanların köleleştirilme potansiyellerini azaltacağından İslam'ın propagandacıları Afrikalılara kendi dinlerini yaymak konusunda temkinli bir tutum ortaya koydu.

Yine de eğer bir Afrikalı İslam'ı seçerse bu onun ve çocuklarının özgürlüğü garanti etmiyordu. Sadece köle çocukları ya da gayrimüslim savaş esirleri köle olabilirdi, özgür bir Müslüman asla köle olamazdı.



Zaman Periyodu
Arap köle ticareti, iki büyük köle ticaretinin en uzun, en az tartışılmış haliydi. Araplar ve diğerlerinin İslam bayrağı altında kuzey ve doğu Afrika'ya yığılması 7.yüzyılda başladı. Güneydoğu Afrika'daki Arapların Siyahi ticareti, Avrupa transatlantik köle ticaretinden 700 yıl öncedir. Bazı araştırmacılar köle ticaretinin 1960'lı yıllara kadar bir şekilde devam ettiğini ancak Moritanya'daki köle ticaretinin Ağustos 2007'de suç sayıldığını belirtti.



Arapların Köle Ticareti, Avrupa Köle Ticaretinden Daha Fazla Hareket Kabiliyetine İzin Verdi
Arap kölelerin statülerindeki yukarı doğru hareketlilik nadir bir durum değildi. İspanya'yı fetheden ve Cebelitarık'ın ismini alan Tarık ibn Ziyad, kendisine özgürlüğünü veren ve onu ordusuna general olarak tayin eden İfrikiye emiri Musa bin Nusayr'ın kölesiydi.

Antar olarak da bilinen Antarah ibn Shaddād, köleleştirilmiş Etiyopyalı bir annenin oğluydu. Dolayısı ile köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda tanınmış bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olduğundan tarihçiler ona "şövalyeliğin ve mertliğin babası ... [ve] şövalyelik" ve "kahramanların kralı" adını verdiler.

Avrupa kölelik sisteminde bu tür bir yukarı hareketlilik gerçekleşmedi.

Esra Etiyopyalı bir annenin oğlu olan Antarah ibn Shaddād, Antar olarak da bilinirdi, aslen köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda ünlü bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olan tarihçiler onu "şövalyeliğin babası" ve "kahramanların kralı" olarak nitelendirdiler.
Kölelerdeki bu tür yukarı hareketlilik, yani onların üst makamlara terfi edebilmesi durumu Avrupa köleliğinde pek görülen bir olay değildir.



Arapların Köle Tacirliği Afrika'lılarla veya Cilt Renkleri ile Sınırlı Kalmadı
Arap köle ticareti ile Avrupa köleciliği arasındaki en büyük farklardan biri Arapların tüm ırk gruplarından insanları köleleştiriyor olmasıydı. Fatımi Halifeliğinin sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarında elde edilen kölelerin çoğu Avrupa ​​sahilleri boyunca ele geçirilen veya savaşlar sırasında yakalanan Avrupalılardı. Araplar bunlara Sakalibe (صقالبة‎) diyorlardı.

Afrika kökenli olanlar dışında Akdeniz bölgesindekiler de dahil olmak üzere çok çeşitli bölgelerden insanlar Arap köleliğine zorlanmıştı; Kafkas dağ bölgelerinden Persler (Gürcistan, Ermenistan ve Çerkesya gibi), Orta Asya'nın bazı halkları ve İskandinavyalılar (İngiltere, Hollanda ve İrlandalılar) ve Kuzey Afrika'daki Berberiler Arapların köle ticaretine maruz kalmışlardı.

Dipnot: Kur'an'da Nahl Suresi 75. ayet bu yapılanları destekler ve inananlara cesaret verir vaziyettedir, "İslamiyet köleliğe karşıdır" sözü sadece söz olmaktan ibarettir:
Nahl 75: "Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."

GEÇ DÖNEM ROMA ORDUSU

Nimrael, tarih, Roma ordusu, Geç dönem Roma ordusu, Roma tarihi, Tarihte Roma ordusu, Limitanei, Camitatenses, Roma lejyonları, Funditores, Roma sapancıları, Saray muhafızı Scholaeler, Yunan ateşi,
M.S. 4. Yüzyılda, 2. Yüzyıldan beri süregelen Roma ordusu sistemini Büyük Konstantin değiştirmişti. Birçok hususta Konstantin, Gallienus ve Severus gibi daha önceki imparatorların girişimleri üzerine, düzenli İmparatorluk ordusunun rolünü detaylandırmış ve büyüklüğünü önemli ölçüde arttırmıştı. Reformlar comitatenses ve limitanei – dolaşan ordular ve hudut orduları- gibi daha sabit roller ortaya çıkarmıştı. Bu, bireysel İmparatorluk ordularının büyüklüğündeki azalmayla birleşince, ayrıca lanciariler, clibinariler ve balistariler gibi isimlerde de belli olan, Konstantin’in özel işlevler yaratma eğilimini göstermişti. Bu değişiklikler ayrıca bölgeselleşmeyi de desteklemişti; limitanei güçleri bir garnizon gücü gibi konumlarında mevzilenebiliyor, daha küçük olan comitatenses güçleri ise imparatorluktaki gereken bölgelere gönderilebiliyordu. Konstantin’in reformları önceki benzer özellikteki yaklaşımları daha fazla detaylandırmıştı; ordularının taşıma maliyetini azaltmak için onları daha küçük kümelere ayırmak yerine, her gücün ihtiyaç duyulduğu yere gönderilmesiyle anlamsız giderleri azaltılmasını ve bunları gerekli üretim tesislerine aktarılmasını sağlamıştı.

Şimdi askerlerin yapılanmasına bakalım.

Limitanei: "Limes" yani sınır kelimesinden türetimiştir. Limitaneilerin görev alanındaki sınırlar Ren Nehri, Kuzey Afrika Tuna Nehri, Panunya Ovaları, Britanya'da bazı sahiller ve kaleler, ve doğu'da İmparatorluğun en uç noktaları gibi İmparatorluğa girilebilecek sınırdaki coğrafi noktalardı. Görevleri, İmparatorluk orduları gelene kadar istilaları olabildiğince engellemekti. İyi silahlar kuşanmış olsalar da limitanei, genellikle ikinci sınıf savaşçılar olarak görülürdü. Bunun sebebi ise muhtemelen İmparatorluğun sınırlarını gözetmeleri karşılığında karakollarının etrafında yerleşip buralarda çiftçilik yapmalarına izin verilen, yarı zamanlı çalışan askerler olmalarıydı.

Comitatenses: Görevleri Limitanei'nin aksine sınır garnizonu olmak değildi. Bu birlikler aslen İmparatora refakat eden ancak çok geçmeden barbar istilaları yüzünden sınır hattı gerisine, stratejik noktalara mevzilenen birliklerdi. Diğer bir tanımlama, bölgesel savunma gücüdür. Başka bir görevi ise Limitanei tarafından saptanan düşman yerlerini basıp, onları mağlup etmekti. Asilzade unvanı ‘kont’ kelimesinin kökeni olan ‘comte’ler tarafından önderlik edilen bu birlikler ki comteler de İskender’in dost ve yurttaşlarına verilen isim olan ‘companion’a(mihmandarlara) ithafen bunların Latinleştirilmiş halleriydi, her yönden ataları Lejyonerler kadar tehlikeli olan profesyonel askerlerdi.

Armiger: M.S. 5. yüzyıldan bir Roma siyasi belgesi olan Notitia Dignitatum'a göre, "Armigeri", Lejyonların süvari ve piyade tümenlerine bölünmüş ağır zırhlı onüç birlikti. Esasında, cephede tek bir konumda kalıp orayı korumaktansa İmparatorluğun cephelerini devriye gezen comitatensesten oluşan bir piyade birliğiydiler. Birlik olarak armigerinin tam anlamı kesin değildir, ama kelimenin kendisi birliklerin ağır zırhları üzerinedir. Armigerinin kişiyi diğerlerinden ayırt etmek için kullanılan, savaşta zafer kazanıp yiğitlik gerektiren işler yapanlara verilen fahri bir unvan olma ihtimali de var.

Praeventores: İmparator Caracalla tarafından M.S. 212 yılında yayımlanan tebliğ 'Constitutio Antoniniana'nın gelişini takiben ortaya çıkan birçok hafif piyade birimlerinden biri olan ‘praeventoresler’ uzman 'durduruculardı'. Notitia Dignitatum’da söz edilmelerine rağmen praeventoreslerin tek bir savaş görevi için mi eğitildikleri yoksa gerek duyulan zamanlarda her yere, her durumda atanan hafif piyade birimlerinden mi olduğu açık değildir. Lejyonlarların yapısındaki konumları ne olursa olsun, savaş meydanında praeventoresler hızlı ve düzenli şekilde pusular ve düşman üzerine hoş olmayan sürprizler hazırlamakla ilgileniyorlardı.

Exploratores: ‘Exploratores’ hızlı ilerleyen, iz bulmakla, potansiyel pusu noktalarını saptamakla ve Roma ordusunun ana kuvvetleri için mevki aramakla görevlendirilmiş atlı gözcülerdi. Genelde yabancı ülkelerde bulunan bu gözcüler, Lejyonların ilerleyebileceği yolları seçmek ve korumakla birlikte uzak sınırlarda devriye gezerek ve sorun çıkaran birçok barbar kabilesini gözlemleyerek seferlerde çok kullanışlı olmuşlardı. Exploratoreslerin savaş meydanındaki rolü ‘speculatorslerle’ ara sıra çakışırdı. İki uzman birlik sınıfı da Roma’nın generallerine önemli askeri istihbarat sağlayarak yardımcı olmuşlardı. Speculatoreslerin başlıca başarıları gizli operasyonlardan gelirken, exploratesler keşiflerde uzmanlaşmış savaş meydanı gözcüleriydi. İki birime de Roma ordusunda büyük saygı duyuluyordu.

Protectores Domestici: İmparatorun korunması en önemli şeydi. Yalnızca en deneyimli askerler paha biçilemez mor cüppelerin giyildiği seremoniyle İmparatorun kişisel muhafızı olmak için seçiliyordu. Bir 'domestici' olmak zaten itibarlı bir konumda bulunmakken, daha büyük ödüllere giden bir yol açıyordu; birkaç yıllık hizmetten sonra, İmparator bunlara genelde bir askeri alayın komutasını verirdi. Zaman geçtikçe, bu görev askeri işlevlerin yanında sivil işlevleri de üstlenmeye başladı. Bir domestici olarak hizmet veren Ammianus Marcellinus’un işleri geç dönem antik çağlar için ana kaynak sağladı; M.S. 96 yılından Büyük Konstantin zamanına kadar olan çoğu Roma tarihini kaydetmişti.

Ballistarii: Notitia Dignitatum birçok Lejyonu 'ballistarii' başlığı altında listeler. Bu kelime basitçe 'topçu' olarak çevrilebilirken Notitia’ya kaydedilmiş fazla sayıdaki arbalet birimlerinin (daha sonraları manuballistae olarak bilinir) varlığı, balistarii'nin büyük balistalar ve ekibinden ziyade arbalet kuşanmış ayak askerleri olduğuna işaret eder. Antik çağlarda birçok çeşidi yapılmasına rağmen, Roma arbaletleri Yunan gastraphetelerine bakılarak modellenmektense geç Ortaçağ silahlarıyla benzerlikler taşır. Çelik mili yerleştirip bir manivela veya krankla çekmek bir insanın yardımsız ulaşamayacağı bir büküm yaratır. Çelik mil bırakıldığında bir yaydan daha fazla güç ortaya çıkarır ve daha sert zırhları delebilir.

Exculcatores: Exculcatoresler', Oksilyer Palatina’nın – M.S. 4. Yüzyılın başlarında Büyük Konstantin’in askeri reformları sırasında kurulan oksilyer Lejyonları – bir parçası olarak çalışan menzilli piyade birimleriydi. Yerli askerlerden oluşuyor ve genellikle alındıkları kabilelerin isimlerini alıyorlardı. Oksilyer oldukları için exculcatoreslerin Galya ya da Britanya’da konuşlanıp sınırlarda çalıştıkları tahmin edilebilir. Aslında standart ciritçi olarak bahsedilmelerine rağmen, Notitia Dignitatum, exculcatoreslerin 'exploratores' olarak bilinen gözlem kıtalarıyla birleşerek takipte kullanılan uzman birimler olduklarıyla ilgili ipuçları içeriyor.

Funditores: M.Ö. 3. yüzyıldan beri Roma ordusuna hizmet eden, Balear adalarından gelen sapancılar. Özellikle doğululara karşı yapılan seferlerde etki sağlamışlardır.

Palatina: Oksilyer palatinalar, M.S. 325 yılında Büyük Konstantin’in askeri reformları ve büyümesiyle ortaya çıkan oksilyer askerleriydi. Yerel nüfustan çıkan oksilyerler genelde Mattiaciler ve Ampsivariler gibi oluşturdukları kabilelerin ismini alırlardı. Notitia Dignitatum, oksilyer palatinalar hakkında geniş bilgilere yer verir fakat bu askerlerin güçleri hakkında direk bilgi vermez. Fakat hangisinin sınır askeri olduğuna dair oksilyer ve limitanei arasında anlaşmazlıklar vardır. Oksilyer palatina’nın, Galya, İberya ve Britanya gibi İmparatorluğun sınırlarının ardındaki konuşlanmış güç olduğu varsayılabilir.

Cornuti: Cornuti', 'boynuzlu' demektir ve Roma ordusunda bu birimin bağlamı muhtemelen bu Frenk piyadelerin giydiğinin söylendiği miğferlere gönderme yapar. Cornutiler, savaş meydanında düşmanlarına orda olduklarını bildiren savaş dansı ve savaş narasının cesaret kırıcı bir karışımı olan 'Barritus'ları ile ünlüdürler. Yalnızca Galya’nın Roma topraklarından askere alınabilen cornutiler, Verona ve Milvian Köprüsü gibi Konstantin ve Maxentius’un M.S. 350 – 353 iç savaşı sırasındaki geç Roma döneminde birkaç önemli savaşta yer almışlardır. M.S. 357 yılında Argentorum’da cornuti birimleri, aşırı savaş yanlısı Alaman kabilesinin Cermenleriyle karşılaştılar ve o gün sayıları çok az olmasına rağmen kazanmayı başardılar. 'Cornuti senyörleri' deneyimli kıdemli askerlerdir ve Notitita Dignitarum’da 5. Yüzyılın başında kurulan Batı Roma ordusunun bir parçası olarak anılmışlardır.

Foederati: Alışılagelmiş şekilde müttefik olmayan fakat İmparatorluğun kesin bir parçası da sayılmayan foederatiler, askeri destek vermek için anlaşma imzalayan, Roma sınırlarının hemen dışında yaşayan kabilesel gruplardı. Bunun karşılığında Romalılardan genelde yemek olacak şekilde devlet desteği alıyorlardı. Farklı zamanlarda Gotlar, Vandallar, Frenkler, Alanlar ve Hunlar bile Roma için foederati olarak savaşmışlardı. Foederati sisteminin ana sorunu, seçmen kabilelerin zamanla güvenilmez hale gelmesiydi, özellikle liderlerinin değişiminden sonra. Gotlar Doğu Roma İmparatoru Valens’in foederatisi olmuşlardı fakat daha sonra isyan edip M.S. 378 yılında ordusunu yenerek onu Edirne’de öldürmüşlerdi. Roma ordusunun büyük bölümünün kaybedilmesi, foederati birliklerine daha çok bel bağlanmasına neden olmuş ve sonucunda Batı İmparatorluğunun çökmesini hızlandırmıştı. İmparatorluğun otoritesinin zayıflaması ve yağmacı bozkır göçebelerinden gelen baskıyla birçok foederatini Roma eyaletlerine taşınmıştı.

Sagittarii: İmparatorluğun en başlarında, Principate zamanında, Roma savaş meydanına "sagitarii" sürmüştü. Sagitarii, Roma vatandaşlarından çıkarılan, Lejyonlara oksilyer olarak savaşan okçulardı. Yüzyıllar geçtikçe, çeşitli düzenlemelerin ardından, neredeyse tüm sagitarii asıl Roma ordusuna dahil edilmişti. Batı İmparatorluğunda, okçular diğer avcı erleri sınıflarından daha az sayıda savaşıyordu; bunun sebebiyse muhtemelen kullandıkları bileşik yaylardandı. Yayların yapımında kullanılan yapıştırıcı nemli batı iklimlerinde çözülür ve ahşap yamulur, silahı tamamiyle işe yaramaz hale getirirdi. Sagittariinin Doğu Roma ordularıyla süvari olarak savaşması ve bölgenin antik geleneği olan at üstünden avcı erliği yapması daha sık görülen bir manzaraydı.

Levis Armaturae: 'Levis armaturae', tam olarak 'hafif zırhlı' şeklinde çevrilebilir. Bu çevik ve kıyafetleri hafif piyadeler, sonraki Roma ordularının büyük bir kısmını oluşturuyordu ve öncelikle çarpışma kuvvetleri olarak görev yapıyorlardı. Ağır piyadelerin gerisinde konumlanmadan önce düşmanı taciz etmek ve sapan, cirit ve ölümcül ufak oklar olan plumbatae atışları yapmak üzere kullanılırlardı. Ardından düşman birliklerinin kanatlarına saldırırlardı. Bu şekilde levis armaturae, düşmana yeniden toplanma ve nefes alma fırsatı tanımazdı. Bu başarılı avcı erleri, bir ordu harekete geçtiği zaman savunma hattı kurardı ve düşman üzerinde baskı kurarak Lejyonların yan kısımlarını korurlardı.

Matiari: Matiariler seçkin Palatina Lejyonlarına bağlı olan piyade birimleriydi ve bu yüzden çoğunlukla İmparatorun kişisel ordusu içinde hizmet vermişlerdi. Çoğunlukla kurşunlu küçük ok olan ‘plumbata’ kullanarak savaşırlardı. Plumbata kısa, ağır fırlatma okuydu ve kol altından sapıyla fırlatılır, böylece düşmanın üzerine düşmeden önce havaya uçardı. Belki de Martiariler hakkında en bilinen şey, Batı Roma İmparatorluğunun nihai düşüşünü başlatan olay olarak sayılan Edirne Savaşındaki İmparatorluk ordusunun bir parçası olmalarıydı. İmparator Valens’in Roma kuvvetleri çöktüğünde matiarileriyle birlikte başka ülkeye sığındığı varsayılıyor.

Vexillationes: Dalmaçyalılar batı balkanların, hemen hemen günümüz Hırvatistan’ının olduğu konumun yerlileridir. Roma İmparatorluğunda Lejyonlar için geçici tamamlayıcı olarak kurulmuşlar ve Roma süvari kuvvetlerinin yeniden organize edilmesi ve genişletilmesinden sonra ‘vexillationes’ ismiyle bilinmeye başlamışlardır. Yeniden organize, Lejyonlar doğu imparatorluklarının daha güçlü atlılarına ağır kayıplar vermelerinden hemen sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. Bu yeniden organize, Roma kayıplarını frenlemek ve düşmanın gelişmeye başlayan süvari taktikleriyle rekabet etmek için yapılmıştır. Her halükarda, Dalmaçyalılar en büyük yeni yetişen vexillationeslerdi ve II. Cladius’un Gotlara karşı kazandığı zaferine büyük yardım etmişlerdi.


Scholae: Bir Roma İmparatoru gittiği her yere Scholae’sini – saray muhafızını – götürürdü. Esasen yozlaşmış ve ortadan kaldırılmış Praetoriansların halefleri olan Scholaeler, Lejyonların kontrolü dışında çalışır, geç dönem Roma devletinin kıdemli sivil görevlilerinden bir olan Magister Officorum’a hesap verirlerdi. Sahada İmparatorun kendisi tarafından komuta edilen Scholaeler, her zaman Romalı olmayan vatandaşlar içinden alınırlardı. Muhtemelen bu Ptolemy firavunlarının korumaları olarak Galatlı Keltleri kiralamalarına ya da gelecek birçok Bizans İmparatorunun kendilerini korumaları için İskandinav savaşçıları – Varangian Muhafızlar - kullanmalarına benzer bir durumdu; vatandaş olmayan biri maaş alırken başkaldıramaz veya tahta karşı bir dolap çeviremez.

Katafrakt: Ölümcül Part katafraktlarıyla Harran'da yüzleşmelerinin kötü sonuçlanmasının ve ardından Sarmatyalı mızrakçıların ezici kuvveti karşısında ezilmelerinin akabinde, bir süre bu fikri benimsememiş olsalar da Roma ordusu kendi süvarilerini kendileri eğitmeye başladı. Roma, giderek kendi versiyonları olan katafraktarii ve Clibinarii birliklerini Lejyonların arasına katmaya başladı. İlk olarak İmparator Hadrian'ın saltanatı döneminde, Galyalılardan ve Panonyalılardan oluşan bir oksilyer kuvveti olarak görevlendirildiler. Buna karşın, genel olarak başarılı olsalar da, MS 4. yüzyılda katafraktarii askerlerinin rütbeleri daha düşük hale geldi. Bunun sebebi muhtemelen Macrinus'un MS 217'de Partlar tarafından Nisibis'te ağır bir mağlubiyete uğramış olmasıdır. Tepeden tırnağa pul ya da zincir zırhla sarılı ve silah olarak cirit kullanan bu 'demir atlılar'ın daha meşhur Ortaçağ şövalyelerinin öncüleri olduğu su götürmez bir gerçektir.

Contarii: Roma imparatorluğu, var olduğu dönemde sayısız askeri ilerlemede bulunmasına rağmen, gerçekçi açıdan bakarsak hepsinde başarılı olduğunu iddia edemez. Partlı katafraktlar – tepeden tırnağa zırh giyen ve süvari mızrağı taşıyan geçmiş çağın baskın süvarileri – M.Ö. 53 yılında Harran’da ve M.S. 217 yılında Nusaybin’de Lejyonları perişan etmişti. Bununla birlikte ağır süvari mızraklarıyla meydana çıkan bozkır göçebelerinin akınlarının artması, Roma ordusunun benzer ağır süvarilere dayanan kendi taktiğini oluşturmasına neden olmuştu. Böylece süvari mızrağıyla silahlanmış ağır zırhlı atlılar olan clibinarii ve contiarii gibi savaş meydanında farklı işlevleri gerçekleştirecek birkaç farklı 'equez katafraktarii' kurulmuştu. Kullanılan süvari mızrağı ölümcül bir silahtı; ‘contus’ ismiyle bilinen silah, muhtemelen iki elle kullanılması gereken uzun delici bir mızraktı. Aynı zamanda atı idare ederken bu silahı kullanabilmek büyük bir yetenek gerektiriyordu ve bu da contariilerin sıra dışı binekli askerler olduklarını gösteriyordu.

Elbette ordu yapılanması dışında bazı önemli detaylar da vardı. Bunlardan bazıları şunlardı;

Konaklama: Konakçılık, birlikleri müstakil mülkiyetlerde ağırlama işidir. Roma ordusunda bu tür konaklamalar ‘konukseverlik’ anlamına gelen ‘hospitalitas’ olarak bilinirdi. Birliklere konakçılarının odasının üçte biri verilirdi ve kumanyaları ise konakçı tarafından değil, eyalet makamları tarafından karşılanırdı. Birlikler, kendilerine hangi evin tahsis edildiğini kapı direklerine kazınan isimlerinden anlardı. Konaklama, Batı Romalıların, dağılmakta olan imparatorluklarında sorunlu bölgelere askerlerinin sorunsuz ve hızlı bir şekilde ulaştığından emin olmak istemesiyle M.S. 4. ve 5. yüzyılda yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Limitanei denilen sınır birlikleri, uzun süreler boyunca mevkilerini savunabilir ve koruyabilirdi. Bu birlikler comitatenses'e kıyasla sabit ve yerel halk ile kökleşmiş birlikler idi. Limitanei birliklerine bazı eyaletlerde toprak tahsis ediliyordu ve savaşta olmadıkları zamanlar bu toprakları yönetiyorlardı. Birlik ayrıcalıklarından faydalanmanın ne kadar kolay olduğunu gösterirmişçesine kireçten cazip evler yapıyorlardı. Comitatenses'ten oluşan gezgin ordu daha hareketliydi ve bu yüzden seferler sırasında şehirlerde konaklardı. Bu da istismarın ve yolsuzluğun önünü açmış, en cazip mülklerin ve tarım arazilerin ordu tarafından uygun bir şekilde comitatenses'in ihtiyaçlarını giderecek şekilde tahsis edilmesine sebep olmuştu.

Etnik Yapı: Hem Doğu hem de Batı Roma İmparatorluğu ordularını aynı şekilde teşkilatlandırsa da, bir süre sonra Doğu sivil ve askeri alt yapısını katmanlar halinde düzenlerken Batı Roma İmparatorluğu daha fazla askerileştirilmiş bir toplum haline geldi. 'Biyolojik' kimliğe karşılık 'etnik' kimliğin ortaya çıkışı, buradaki yetiştirmenin temeli haline geldi. Roma'ya bağlı barbar devletler çok az kamu desteğiyle ya da hiç kamu desteği olmadan kendi ordularını oluşturmak ve idare etmekle yükümlüydüler. Bunun sonucunda barbar kültür bölünerek savaşçıların sosyal statüsü bir kez daha yükselişe geçerken sivil ve asker ayrımı bulanıklaşmış, saf 'Romalı' imparatorluk fikri çökmeye başlamıştır. Batı Roma İmparatorluk çöktüğünde, bu çok ters bir şekilde gerçekleşti, zira barbar soyundan gelen Romalılar kendilerini yeni krallıklarda güçlü mevkiler edinmek için doğru soydan geldiklerini düşünürken buldular.

Erzak: Giderek artan büyüklükte ordular ve birlikleri aylar ve senelerce deniz aşırı diyarlara taşıyan seferler yüzünden onlara sürekli erzak gönderebilmek için ikmal hatlarını elde tutmak hayati bir vazife haline geldi. Ne var ki, bir ordunun harekatı kendi ikmal hattı tarafından çok ağır bir şekilde sekteye uğratılabilirdi. Askeri erzak ve lojistik sistemlerinde devrim yapanlar Yunanlılardı; her ordunun ardından giden eşler ve hizmetliler sürüsünü dağıttılar ve yavaş öküz arabaları yerine daha hızlı atlar ve katırlar kullandılar, bu da askerlerin daha fazla yük taşıyacağı anlamına geliyordu. Standart para biriminin oluşturulması devletlere düşman bölgesinde bile askerleri için erzak sağlayabilme imkanı veriyordu; zira böyle olduğunda paralarına her yerde güvenilebilirdi ve yerel tüccarlar ilk askeri müteahhitlere evrildiler.

Mal Ödemesi: Roma ordusundaki askerler M.S. 4. yüzyılın ortalarında eksiksiz olarak maaş alırlardı; ödemeler, insanların askere alımlara çeken ana etmenlerden biriydi. Fakat 3. Yüzyıldaki İmparatorluk krizinin getirdiği finansal enflasyon, orduya katılımı eskiden olduğundan daha az cezbedici bir hale getirmişti. Buna karşı koymak için İmparatorluk askerlere yiyecek ve giyecek yoluyla mal ödemesi yapmaya başvurmuştu. Bunların kaynakları bölge temelli vergi veren Romalılardan geliyordu ve yerel hükümet yöneticileri tarafından denetleniyordu. Ama kimse vergi ödemeyi sevmiyordu ve bu ödeme sistemi ironik olarak sivil nüfusun askerlere düşmanlık beslemesine neden olmuştu.

Derin Savunma: Tarihçiler arasında konu edilen 'Derinliğine Savunma' teorisine göre Roma'nın askeri savunma stratejisi, M.S. 4. yüzyılda bir önceki 'önleyici savunma' ideolojisinden gelişmiştir. Önleyici savunma, Roma'nın, sınırları boyunca ve sınır ötesi karakollarda sabit birlikler bulundurup, kuşatma harekatıyla düşmanları bu birliklerin arasında pusuya düşürerek akınları engellediği yöntem idi. Ancak Roma'nın sınırları bu şekilde savunulamayacak kadar genişlediğinde, limitanei birliklerinin surları başarıyla savunacak umutları kalmamaya başladı, ta ki çevre bölgelerden gelen comitatenses birlikleri tehdidi ortadan kaldırana dek. Bu durum, düşman ordusunu geniş bir alana yayıp birden çok meseleyle uğraşmasını sağlayarak tedarik lojistiğinin zayıflatıldığı bir teknik olan derinliğine savunmanın geliştirilmesine neden oldu. Zayıflayan mevkilere savunma ordusu tarafından düşmanı eski konumuna, yani savunma stratejisinin belirlediği sınırların gerisine püskürtmek üzere saldırılıyordu. Derinliğine savunma antik çağların sonuna doğru, Batı Roma İmparatorluğu hantallaştığı zamanlar, yeni kurulan ve zor kazanılan cephelerini ellerinde tutabilmek isteyen halefi barbar krallıklar arasında oldukça yaygınlaşmıştı.

Fabrika: Roma ordusu geç antik dönem boyunca tertipsel ve lojistik sistemlerinin çoğunu değiştirdi. Genç Cumhuriyetten beri ilk kez halk, senelik bir zorunlu askerliğe tabi tutuldu. Kabile savaşçılarının alınmasının giderek artması İmparatorluğun askeri harekatlar için daha iyi bir taslağa sahip olması gerektiğini gösteriyordu. Bulunan kanıtların gösterdiğine göre fabricaelerin (fabrikaların) varlığı, teçhizat ve silahların standartlaştırılmasına yönelik çalışmalar olduğunu işaret ediyor. Hakimiyeti için rekabet edilen sularda ticareti korumak ve kollamak vazifesine uygun bir şekilde donanmada da ağırlık, standart gemiler ve donanma düzenlerine verilmişti.

Söylev: Roma söylevi kendisinin en eski ve en çok meyve vermiş geleneğidir. Senatodaki söylevlerden tutun da meşhur savaş konuşmalarına varıncaya dek, biraz alaycılıkla söylenebilir ki Romalılar kendi seslerini duymaktan hoşlanırdı. Ancak söylevler boş laf olmaktan çok daha soylu bir amaca hizmet ederlerdi; İmparatorlar kendilerini asker olarak göstermenin (son İmparatorlar gerçekten de savaştılar) ve de birlikleriyle kan bağına sahip olduklarını göstermenin yollarını aradılar . Askerlere onlara 'izin verircesine' yapılan bir yaklaşım ve onların rızasını almak ortaya bir yoldaşlık ve müştereklik dili çıkardı ve de İmparatorluk gücünün ardındaki gerçek düşüncenin İmparatorluk birlikleri olduğu fikrini geliştirdi. Gerçek şu ki gerçekten de öyleydiler ve bu gücü övüp methetmek bir Roma İmparatorunun ayakta kalması için hayati önem taşıyordu.

Yunan Ateşi: Roma dönemi savaşlarının tarihçesi oldukça iyi belgelenmiştir, bu sayede Romalıların yer aldıkları savaşları ve savaşlarda kullandıkları silahlar ile teknikleri net bir şekilde tasvir edebiliriz. Yine de hâlâ gizemini koruyan bir silah var: 'Yunan Ateşi'. Varlığını bilsek de, kökeni tam olarak bilinmiyor ve bu ölümcül maddenin içindeki malzemelerin ne olduğu bilgisi tarihte tamamen kaybolup gitmiştir. Yunan ateşi, bir kazandan dışarıya akıtılan ve bir tüp yardımıyla püskürtülerek yakılan birtakım sıvı kimyasalların karışımından oluşuyordu. Herhangi bir maddenin üstünde yanabiliyor ve saniyeler içinde bir insanın etini eritebiliyordu. Alevler söndürülemez gibiydi ve suya atlamak bir çözüm olmadığından kurbanlarının neredeyse hiç umudu kalmıyordu. Çağdaş bilime göre bu madde suda bile yanabiliyordu ve sadece kum, sirke ve garip bir şekilde idrar gibi az sayıda maddeyle söndürülebilirdi. Yunan ateşi hem su üstünde hem de su altında yanabildiğinden oldukça etkili bir donanma silahı idi, fakat kontrol altına alınması çok güç olduğundan kendi kullanıcılarını bile yok edebilirdi. Bu ateşi deneyecek cesareti olanlar, temas ettiği tüm gemileri hızlıca yok eden alevden çarşaflar yaratmışlardır.

Yazan: Nimrael

KLASİK DÖNEMDE SANAT

Yazan: Nimrael
Nimrael, tarih, Klasik dönemde sanat, Yunan dünyasında sanat, Antik Yunan toplumunda sanat, Antik Yunanistan'da tapınak ve heykeller, Tanrı Dianysos ve Drama Tiyatro, Yunan tiyatrosu, Yunan komedyası,

KLASİK DÖNEMDE SANAT


Klasik ya da estetik sanatlar, antik Yunan dünyasının bir yansımasıydı. Klasik sanat adı üstünde klasik dönem ile özdeşleşir. Bu dönemin sanatçıları, Arkaik döneme göre daha fazla ileri gittiler. M.Ö. 6.yüzyılda sanat dallarında müthiş bir sıçrama yaşandı. Önceden atletlerin ya da önemli insanların figürleri heykellere işlenirken, Klasik dönemde gerçek şahsiyetlerin figürleri işlenmeye başlandı. Örneğin Atina’da bulunan Harmodius ve Aristogeiton heykelleri, tiranlığın devrilmesi onuruna dikilmiştir; bunların ilk kez dikilen gerçek şahısların heykelleri olduğu sanılıyor.

Antik Yunanistan’da tapınaklar, heykeller, çömlek ve vazolarda sıkça görülen sanatlar aynı zamanda toplumsal hayata yansımıştı. Klasik sanatın bu kadar yayılma sebebi ise Atina’ydı. Diğer bir değiş ile Atina, Klasik Sanat’ın yayılmasında öncü bir güçtü. Klasik dönemin ses getiren olayı Pers istilalarıydı. Perslere karşı aldıkları zafer ile Atina, bir güven duygusu ve güçle dolmuş ve sanat dallarında gelişmeye başlamıştı. Başarısız Pers istilasından sonra Atina ve hâkim olduğu Delia Birliği sağlamlaşmış, insanların kendi kültürlerini rahat ve dikkat çekici bir şekilde ifade edebildikleri kültürel bir merkez oldu. İlkel bile olsa ilk demokrasi Atina yönetiminde ortaya çıkmış, filozoflar, mucitler ve sanatçılar gibi sınıflar kayda değer bir güç kazandılar. Bu durumun etkisi ile ortaya çıkan sanatçılar, toplumun günlük hayatını ve sosyal sorunlarını büyük dikkatle incelediler ve bunun etkisi ile komedi ve trajedi tiyatro türleri ortaya çıktı. Filozof ve bilginlerin üst konuma çıkmaları üzerine felsefe ve sanat çarpışmaya başlamış, bunun sonucunda ortaya çıkan akılcı okullar “İnsan nedir? İnsan modeli, anatomisi ve yapısı nasıldır?” gibi soruları incelemeye başladılar. Dönemin şehir devletleri, soylu aile ve tapınaklar gibi varlıklı müşterileri Maraton Savaşı, Salamis Muharebesi gibi önemli olayları ve zaferleri kutlamak için büyük miktarda çömlek sipariş ederlerdi. Ayrıca özel günlerde tapınaklar ve devlet kademesindeki görevliler, o güne özel heykeller de yaptırırlardı.
Antik dönemde sosyal yaşama etkisi bulunan en önemli unsurlardan birisi tiyatro türleri drama, tragedya ve komedyadır.

Tiyatro ve drama kültürünün ortaya çıkışı MÖ 8. yüzyıla tarihlenir. Drama ve tiyatro asıl önemini eğlence ve şarap tanrısı Dionysos’a olan inancın büyümesiyle ve Dionysos festivali bir geleneğe dönüşünce kazandı. MÖ 532 yılından itibaren trajedi ve MÖ 487 yılından itibaren ise komedi gösterileri, Dionysus festivalinin asıl etkinliği oldular. Delfi ve muhteşem akustiğiyle ünlü Epidauros Tiyatrolarından, MS 2. Yüzyılda komedinin doğum yeri ve dünyadaki en büyük tiyatro olarak tanınan muazzam Siraküza Tiyatrosu’na kadar uzanan tüm o farklı antik tiyatrolardaki yükseliş Dionysos’un artan popülerliği sayesindeydi. Yunan tiyatrosunda sadece edebi yenilikler yoktu; çift maskeli drama simgeleri, çok süslü maskeler, aktörlerin uçabilmesini sağlayan vinç benzeri karmaşık sahne mekanikleri, çok daha dramatik girişler ve çıkışlar için gizli kapılar da Yunan tiyatrosunda ortaya çıkan bazı tiyatro geleneklerindendi.

Sözü geçmişken trajediden kısaca bahsedelim. Klasik dönemde ortaya çıkan trajedi/tragedyanın kökeni bilinmiyor. Bunun sebepleri arasında güvenilir kaynakların ve bulguların azlığı, bazı eserlerdeki yıpranma ve kayıp ciltler bulunuyor. Böyle sebepler, trajedinin nasıl ortaya çıktığını öğrenmeyi neredeyse imkansız hâle getiriyor. Buna rağmen trajedya olarak bilinen ilk Yunan dramasının MÖ 534 yılında Dionysus festivali sırasında sahnelendiği biliniyor. Sahnede yer alan ilk kişi aktör Thespis’ti ve o zamana kadar yaygınlaşmış olan kendisi gibi konuşma standardına uymamıştı. Genellikle Yunan tragedyası, sahnenin kurulduğu bir giriş kısmıyla başlar ve ardından açılış şarkısı girer. Bundan sonra hikaye başlar ve olaysal biçimde çözülür, aralara yine şarkılar koyulur. Oyun “Exodus” olarak bilinen,oyuncuların ayrılmaları olayı ile son bulur. Aristo’ya göre tragedyalar, “tam ve eksiksiz” eylemlerden (oyunlar da böyledir) meydana gelmiş katarsislerdir. Ona göre böylece seyirciler tutkularını arındırabilirler. Tragedya kadar değerli sayılan bir alan ise “Komedya”dır. Antik Yunan komedyası, her birinde de çeşitli örneklerin sunulduğu üç disipline ayrılır: ‘eski’, ‘orta’ ve ‘yeni’. Aristo, ‘Şiir Sanatı’ eserinde Yunan komedyasını komik insanları tasvir eden, haylazlık ve aptallık içeren, eğlenceli ve topluma zararı olmayan bir komedya türü olarak tanımlamıştır. Bu doğru olsa da, Yunan komedyasının erken dönemleri ayrıca, içinde abartılı hareketler ve taşlamalar içeren siyasi hicivleriyle de bilinirdi. Eski komedya türünde eserler veren Aristophanes’in çalışmaları, ‘Lysistrata’ eserinde Sokrates’e yaptığı gibi önemli figürlerle edilen alayları barındırıyordu. Aristophanes, çağdaşları Hermippus ve Eupolis ile birlikte, türü tanımlamıştır. Orta komedya hakkında, parçalanmış alıntılar dışında pek bir örnek bulunmadığı için az şey bilinir. Yeni komedya, abartılı hareketlerle oynanan komedyalardan, durum ve töre komedyalarına geçişi ifade eder. Yunan komedyası modern şeklini büyük ölçüde etkilemiştir. Yeni komedya, birçok sitkomu etkilemeye devam ediyor ve eski komedyanın üstü kapalı ve taşlamalı güldürüleri Monty Python gibi gruplara ilham kaynağı oluyor.


Tiyatro türleri dışında Klasik sanatın görüldüğü farklı alanlar vardı. Bunlardan birisi yapı ve mimaridir. Yapı ve mimari, antik Yunanistan’ın en ilgi çekici noktalarından biridir. Yunanlılar, bu mimarilerde bazı düzenler kullandılar. Bunlardan birisi “Dorik” düzendir. Klasik mimaride, bileşenlerin sabit oranlara göre tek biçimli halde birleşmesine ‘düzen’ denir. Beş ana mimari düzen vardır ve bunların üçü Antik Yunanistan’da ortaya çıkmıştır: Dorik, İyonik ve Korint. Dorik düzeni, Antik Çağ’da batı ana karasında ortaya çıkmıştır ve üçü arasında en eski ve en işlevsel olanıdır. Kısa ve yivli kolonlar ve düz silindirler, bir destek olmaksızın birleştirilirler. Dorik düzeninde İyonik düzenine kıyasla daha kısa ve daha kalın kolonlar kullanılır. Bu da üzerinde kullanıldığı binaya daha ‘erkeksi’ bir görünüm kazandırır. Ayakta kalmış bir örneği, Atina’da, şehrin antik Pazar yerinin olduğu tepelerin kuzeybatısında bulunan Hephaestus Tapınağı’dır. Bir diğer düzen ise “İyon” düzenidir. Klasik mimaride, belirlenmiş oranlara göre oluşan parçaların birleştirilmesine "üslup" denirdi. İyonik düzenin ya da üslubun kökeni Arkaik Dönemde Anadolu'nun Yunan şehirlerinde ortaya çıkmıştı ve M.Ö. 5. yüzyılda Yunan anakarasına ulaşmıştı. Dorik düzenin aksine, tepesinde daha fazla süs ve abartılı detaylar olan ince, daha 'kadınsı' sütunlardan meydana geliyordu. Bunda sütun gövdelerinin en ince noktasının çapından sekiz kat büyük olması çok önemliydi. İyonik üslubunu kullanarak yapılan ilk tapınak, bir Ege adası olan Sisam'daki Hera Tapınağıydı fakat bir depremle yıkıldığı için küçük bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir.

Sıra, Yunan vazolarında gördüklerimiz figürlerde. Antik dönemdeki çoğu ulus gibi, Yunan devletleri de çömlekçilik sanatıyla uğraşıyordu ve bu sayede antik yaşamın nasıl olduğuyla ilgili en net bilgilere ulaşabiliyoruz. Yunanlar eşyalarında çoğunlukla iki sanat tarzını kullanıyordu; Siyah Figür ve Kırmızı Figür. Daha erken dönemde ortaya çıkmış olan insanları ve figürleri kırmızı arka planda siyah olarak tasvir eden Siyah Figür çömlekçiliğiydi. Kırmızı Figür çömlekçiliği, bu durumu tersine çevirmişti, yani karanlık arka plana kırmızı figür koyar ve daha karanlık negatif boşlukta daha keskin bir zıtlık yaratırdı. Siyahtan Kırmızıya geçiş (M.Ö. 530 civarı) ayrıca daha ciddi tasvirlere geçişi de sağlamıştı; vazoların ve çömleklerin üzerindeki olaylara daha fazla içerik sağlanıyor ve bu şekilde daha yoğun duygular veriliyordu. Figür sanatı da eskiyi hatırlatır şekilde değiştirilmişti; ince, esnek figürler, sanatçının denge, harmoni ve simetriye olan odağını yalancı çıkarır biçimde bir ilahilik ve dinginlik hissi yayardı. Bu dönemin en bilinen çömlek ustalarından biri M.Ö. 470’ten 440’a kadar ressamlık yapmış olan ve her zaman "Bunu Hermonax yaptı." yazıtlarıyla meşhur olan Hermonax’tır.
Anıtsal heykeller, Yunanların günümüze kadar bıraktıkları eserler arasındadır.

Antik Yunan’daki heykelcilik, çoğunlukla savaşın şanı, mitolojinin ihtişamı ve Yunan yöneticilerin görkemleriyle ilgileniyordu. Erken dönemdeki Yunan heykelleri günümüze kadar gelmeseler de, tahtadan yapılıyorlardı. Klasik dönemin sonrasında, neredeyse tüm heykeller mermer ve tunçtan yapılmıştı ve daha ayrıntılı bir yöntem olan Chryselephantine, heykelleri altın ve fildişi telkârilerle süslemek için kullanılıyordu. Yunan anıt heykelciliğinin en etkileyici örneklerinden biri de Lapithler ve Centaurların destansı savaşı tasvirinin bir parçası olan Olimposlu Apollo heykelidir. Genç ve güzel olan Apollo, diğer savaşçılar tarafından çoğunlukla görmezden gelinirken, bir suçlamayla karşı karşıyadır. Atina Akropolünden gelen telkâri kabartmalı Elgin Mermerleri de aynı savaşı daha büyük ölçekte anlatır ve günümüze kadar gelebilmiş olan en büyük sanat örneklerinden birisidir.
Çoğunlukla tanrılara armağan edilen adaklık sanatı, antik dünyada yaygındı ve tanrılarla iletişim kurup onlara yaranmaya çalışmanın en kuvvetli yollarından sayılırdı. Değişik şekillerde ortaya çıkmıştı. Mitolojinin dikili taşlarla tasvir edilmesi, frizler, taş sütunlara oturtulmuş insan yüzü gibi biçimsiz heykeller ve küçük çömlek ve mücevher parçaları. Yüzük ve kolyelerdeki tanrı ve mit işlemeleri yaygındı ve tabletler ile çömlekler de dini adanmışlığı gösterecek şekiller barındırıyordu. Adaklar genellikle kutsal bir mekana, geri alma gibi bir niyet taşınmadan bırakılırdı. Antik Yunanistan’da Olimpiya ve Delphi’deki tapınaklarda çok sayıdaki adağın ve çeşitli Yunan tanrılarına saygı dolayısıyla verilmiş çok miktarda paranın depolandığı hazine bölümleri vardı.

LUDİ PLEBEİİ

Öncelikle Ludi Plebeii nedir? Ludi (oyunlar) ve Pleb (Roma'da alt tabaka, avam sınıfı, "ii" çoğul Latince eki) kelimelerinin birleşimi, Alt Sınıf Oyunlarıdır. Antik Roma'da her yılın 4 Kasım'ından 17 Kasım'ına kadar süren festival ve oyunlardan oluşan etkinliktir. Bünyesinde sahne oyunları (trajedi, satir ve komedi oyunları) ve atletik sporları (at arabası yarışı, koşu, yarış, güreş vb.) barındırırdı.
Pek çok festival ve oyun Circus Maximus'ta düzenlenirken Ludi Plebeii, Circus Flaminius'ta düzenlenirdi. Bunun tahmini sebebi soy adı Flaminius olan bir Plebin M.Ö. 220 yılında Circus Flaminius'u kurup ilk oyununu kendisi tertip etmesidir. Peki bu etkinlikleri kim düzenler? Pleb sınıfını temsilen Aedile (Aedes: bina) tarafından düzenlenirdi. Onlar, halk binalarından ve halk etkinliklerinden sorumluydu.


Ludi Plebeii'nin kutlanma nedeni aslında eğlence değildi. Tıpkı bugün bizim 29 Ekim'imiz, ABD'nin 4 Temmuz'u, Fransa'nın Bastille Günü gibi Ludi Plebeii'de özgürlüğün sembolüydü. 4 Kasım'da Plebler politik olarak özgürlük kazanmıştı. Bundan öncesinde Plebler köle olarak görülürdü. Etrüsk asıllı Tarquinlerden kazanılan bağımsızlık, Roma'nın en eski festivalini kurmaya neden oldu.
Festivalin 13 Kasım'ında Jupiter Optimus Maximus'a ziyafet verilir. Bu, Epulum Iovis olarak bilinir. Festivali düzenleyen Senatör, bunun onuruna Capitol Tepesinde yemek yer. Bu sırada Plebler ise Forum Romanum'da yemek yer. Bundan sonraki günlerde oyunlar düzenlenir (her gün 9 oyundan 4 oyuna düşene kadar). Oyunların ilk gününde büyük Pompa (alay), Capitoline Triad heykeli liderliğinde Circus'a koyulur ve hem Tanrılar hem halk oyunları izler. Genellikle 17 Kasım günü festival sona ererdi.

Yazan: Nimrael

HENGİST VE HORSA

Anglo-Sakson, eotan kabilesi, Hengist, hengist ve horsa, Horsa, iskandinav tarihi, Nimrael, nors tarihi, tarih, vikingler, Cermen, Britanya, Horsanın anısına dikilen, Beowulf,
Ünlü Anglo-Sakson tarihçi Aziz Bede'ye göre Hengist ve Horsa, beşinci yüzyılda yaşamış efsanevi Jut kardeşlerdi. Beşinci yüzyılda Angıllara, Saksonlara ve Jutlara uzaklardaki Cermen diyarından Britanya'ya doğru olan göçte önderlik etmişler, Briton kralı Vortigern'i kuzeyli Piktlere karşı (M.S. 446-454) desteklemişlerdi. Aynı zamanda Britanya'da ilk Anglo-Sakson yerleşimcilerdi. Anglo-Sakson Günlükleri'nde aktarılana göre kardeşler ve kavimleri, ilk olarak Ebbsfleet, Kent'e ayak basmışlardı. İstilaya gelen Piktleri geri püskürttüler ve kral Vortigern, Jutlara Kent'te topraklar verdi. 455 yılında Vortigern ile savaş başladı ve Horsa, muhtemelen bugünkü Kent'teki Aylesford'da, Aegelsthrep'te can verdi. Bede'ye göre Kent'in doğusunda Horsa'nın anısına bir anıt dikildi ve Horstead kasabasının onun adını almış olabilme ihtimali yüksektir. Horsa'nın ölümünden sonra Hengist artık tek Kent kralıydı. 33 yıl hükmetti ve öldükten sonra yerine oğlu Oeric Oisc geçti. Kent kralları, Oeric Oisc aracılığı ile Hengist'in soyundan geldiklerini savundular ve Kent kraliyet ailesi "Oiscingas" olarak bilindi. Hengist ve Horsa hakkında çok fazla hikaye ve söylenti vardır. Sık sık Anglo-Sakson olarak anıldılar ve bazı kaynaklar onları Jut olarak kaydetti, fakat Anglo-Sakson Günlükleri onları Angıl olarak ve babalarını Wihtgils olarak kaydeder. Bir rivayete göre Hengist, Beowulf destanında Eotan kabilesi ile özdeşen karakterin kaynağıdır, ki Eotan kabilesi Jutların üzerine kurgulanmıştır.

Yazan: Nimrael

TRİA NOMİNA

Nimrael, tarih, tria nomina, roma halkının gelenekleri, praenomen, nomen, cognomen, roma tarihi, romada yeni doğan bebekler, ailenin romada bebeği kabulü, Lustratio arınma göreni, roma tarihi hakkında,
Yurttaşları yabancılardan ve diğerlerden ayıran Tria Nomina, Roma halkının geleneğiydi. Praenomen, Nomen ve Cognomen olarak bir Romalı, üç türden isim alırdı ve aynı zamanda bir kişinin sosyal statüsü de belli olurdu. Yine de tüm Romalılarda yaygın değildi; bu geleneği daha çok elit kesim sürdürmüştü. Genel olarak Praenomen kişisel isimdi ve günümüzdeki gibi kullanılırdı. Nomen ise klan ya da soyun adıydı ve kişinin hangi aileden olduğunu belli ederdi. Cognomen ise bu grubun bir koluydu ve kişisel karakteristiklerin ve kahramanca eylemler sonucu eklenebilirdi. Bunların detayları ise şöyledir;

Praenomen: Doğan bebeğin kişisel adıdır ve bebeğin ebeveynleri tarafından seçilirdi. Senatör ailelerinde ise bu süreç farklı, yavaş ve uzundu. Onlarda yeni doğan bir bebekte anormallikler var mı diye bebek teftiş edilir ve hayatta kalma şansı belirlenirdi. Eğer aile çocuğu kabul ederse meşaleler tam dokuz gün (kız çocuklari için sekiz) yanardı. Aile, "Lustratio" olarak bilinen bir arınma töreni düzenlerdi; çocuğun temizlenmesini ve kötü niyetli ruhlardan korunması için düzenlenirdi. Sonraki gece bir takım ayinler düzenlenir, adaklar gerçekleşir ve himayeler gözlenirdi. Bu tören esnasında bebeğin adı verilir ve kayıtlara geçerdi. İsimler, genel kullanılanlar arasından seçilirdi ve erkek isimler kısaltılmış bir forma sahipken aynı zamanda o ismin kız versiyonu da öğrenilebilirdi. Erken Cumhuriyet döneminde otuz yaygın isim varken yalnızca on sekizi sık kullanılanlardı. Bazı eski ve prestijli aileler, belirli isimleri kullanırdı. Eski bir aile olan Julii, yaygın olanlardan Lucius, Gaius, Sextus, Vopiscus kullanırdı. Başka bir aile olan Claudii ise Appius, Publius, Tiberius ve Marcus'u kullanırdı. Ailede başka kardeş varsa en yaşlı erkek çocuk, babasının adını alırdı. Genç olanlar ise amca ya da diğer erkek aile atalarının adını alırdı. Bu durumda Praenomen, bir ailenin aslında nesiller boyu devam etmesini sağladı. Kişisel örnek olarak Gaius Julius Sezar, adını babası, büyükbabası ve kuzenleri ile paylaşmıştır. Kız çocukları ise doğum sırasına göre isimlendirilirdi. En yaşlı kız çocuğu, Praenomen'in dişi versiyonunu alırdı (Julius = Julia gibi). Diğer kızlar ise Julia I, Julia II, Julia III diye doğum sırasına göre adlandırıldı. Örneğin ünlü biri olan Publius Claudius Pulcher'in kız kardeşlerinin adı Claudia Prima, Claudia Secunda ve Claudia Tirtia olarak isimlendirildiler. Aynı aileden fakat farklı jenerasyonda olanlar, Major ve Minor olarak bilinirdi. Diğer bir değiş ile Yaşlı ve Genç olarak bilinirdi (Claudia Major ve Claudia Minor gibi). Bu, Roma sosyal yaşantısında ki dengesiz cinsiyet rollerinin talihsiz bir yansımasıdır.

Nomen: Bir kişinin ait olduğu genleri gösterir. "Gens" olarak da bilinir ve genellikle ırk, aile ve kabileyi temsil eder ve ortak bir atadan gelen büyük bir grup insanı teşkil eder. Ünlü Patrici aileler, Roma monarşisinin ilk yıllarına kadar soylarının dayandığı iddia eder ve bu uzun, büyük soydan büyük bir gurur duyarlardı. Örneğin Julius Sezar, Julii ailesinin Aeolus'un soyundan geldiğini iddia ederdi; Aeolus ise ünlü Truva kahramanı Aeneas'ın oğlu ve tanrıça Venüs'ün torunuydu. Yani Nomen, aslında bir kişinin sosyal statüsünün göstergesiydi. Kolektif başarılar sonucu bir kişi, ailenin şanına katkıda bulunurdu ancak kötü eylemler sonucu aileden atılır ve aile ismi elinden alınırdı. Fakir bile olsanız, ünlü aile adınız sayesinde tanınır ve bilinirdiniz. Bir soyun fertleri arasında her zaman ortak olan karakteristik özellikler bulunurdu. Örneğin Claudii ailesi gururlu, kibirli ve çabuk öfkelenen bireyleri ile bilinirdi.

Cognomen: Sık kullanılan Praenomen ve Nomen mirasına sahip fertleri ayırt etmek için bir bireyin adına gelen ek bir isimdi. Cognomen, hak edilen ya da diğerleri tarafından verilen bir ünvandı ve her zaman övünülen bir ünvan da verilmezdi. Örneğin Sezar'ın anlamı kıllı/tüylü iken Strabo'nun anlamı ise şaşı; Calvus'un anlamı cesur iken Nasica ise sivri burun anlamına gelir. Her Romalı bir Cognomen'e sahip değildi. Patriciler buna sahip olurken belirli bir sayıdaki Plebler de buna sahip oldu (örneğin Marcus Licinius Crassus ve Marcus Tullius Cicero). Crassus ve Cicero gibi Cognomen ünvanlar, sonradan kullanılmasa da Cumhuriyet döneminde büyük ailelerin bir kolu olarak sosyal yaşamda yerini aldılar. Örnek olarak Julii ailesinde Iuli, Julii Mentones, Julii Libones ve Julii Caesares vardı. Claudii ailesi ise büyüktü ve daha fazla aile koluna sahipti. Senatoda büyük görevler başaranlar, resmi olarak "Cognomen Ex Virtute" kazanırlardı; bu büyük bir onurdu ve genellikle bireyin doğasını yansıtırdı. Buna örnek olarak Publius Cornelius Scipio, Kartaca'ya karşı aldıği zaferden dolayı "Africanus" ünvanına da sahip olurken; Pompey uzun askeri mücadeleler sonucu "Magnus", imparatorlar ise buna ek olarak hükümleri boyunca aldıkları zaferlere göre ünvan alırdı. Cermenya'daki zaferler için "Germanicus", Britanya'daki zaferler için "Britannicus", Daçya'daki zaferler için "Dacicus", Ermenistan'daki zaferler için "Armeniacus", Pers topraklarındaki zaferler için "Parthicus" ünvanları, bunlardan birkaçıdır.

Nüfusun hızla artması sonucu Tria Nomina, bulanıklaşmaya ve kullanımdan düşmeye başladı. İç savaşlar ise belli ailelerin tasfiye edilmesine yol açarken yabancı evlilikleri ve evlat edinmeler de ailelerin yozlaşmasına ve neslin kurumasına sebep oldu. Yeni büyük Romali kuşaklar Antonina ve Aurelius gibi ortak Nomen'e, vatandaşlıkları sonucu sahip olurdu. Bu faktörler ve Roma İmparatorluğu'nun nihai düşüşü, Tria Nomina'nın zamanla etkisinin azalıp bitmesine ve Patrici soylarının tükenmesine sebep oldu.

Yazan-Çeviren: Nimrael

VİKİNG SAVAŞÇILARI

Yazan: Nimrael
iskandinav savaşçıları, viking savaşçıları, vikinglerde savaşçılar ve ordu, vikings hakkında, the last kingdom vikingler hakkında, savaşçı ulus Norslar, viking tarihi, tarih, Nimrael, "Vikings" ve "The Last Kingdom" dizilerinde bu savaşçılar hakkında belki de gördüğümüz en büyük şey, kalkan duvarıdır. Hatta kalkan duvarına o kadar çok bağlı gösterildiler ki zaman zaman "Aynı kalkan duvarında savaştık, kalkan kardeşiydik vs vs..." gibi cümleler kuruldu. Peki gerçekten Vikingler kalkan duvarına mı bağlıydı? Hep gördüğümüz gibi tek tip savaş düzenleri mi vardı? Tabi ki yoktu, hatta kalkan duvarına çok bağlı değillerdi. Kalkan duvarı elbette hemen hemen her savaşta kullanıldı fakat Vikinglerin bağlı olduğu etmen, hareket hızıydı. Zaten o dönemlerde Roma piyadeleri haricinde kimse o kadar profesyonel bir şekilde kalkan duvarı kullanamazdı. Ama bu Vikingler savaşta kötüydü demek değil. Hatta bu kalkan duvarına her zaman ihtiyaçları olmadı. Ve dizilerdeki gibi bodoslama taarruza geçmezlerdi.

Önce piyade yapılarına bakalım. Vikingler yani Norslar/İskandinavlar, sandığınız gibi rastgele toplama birliklerden oluşmuyordu. Savaşçı ulus olarak her birey, kendine düşen rolü yapmak zorundaydı. Acemiler ve tecrübesizler, orduyu destekleyecek silahlar kullanırdı. Mızrak, yay, cirit, sapan gibi. Bunların işlevi ise şöyleydi; cirit atıcılar en ön saftaki düşmanları hedeflerdi. En ön saftaki düşman demek, ya zırhlı ya da ağır kalkanlı düşman demekti. Bu zırh ve kalkanları delebilecek en iyi silah ciritti. Arbalet ne yazık ki İskandinavya'da yaygın değildi. Yaylı ve sapanlı birlikler genelde kanatları ve düşman hattı arkasını hedef alırdı. Birincil görevleri, düşmanı merkez bir noktada toplamaktı. İkincil görevleri ise bu düşmanın arkasındaki destekleri hedef almak, eğer cephane yoksa ellerindeki bıçak, kama gibi hafif silahlar ile o noktaya saldırmaktı. Mızrak, piyadelere karşı iyi bir silah değil ama mızrak hafif olduğu için bu birlikler daha büyük kalkan taşırdı ve ön cephede "Kalkan Duvarı" oluştururdu.

Bu acemi kısmıydı. Şimdi sıra tecrübelilerde. Elbette acemiler arasında kılıç ve balta gibi ağır silahlılar da vardı ama sonuçta acemi, ne kadar iyi olabilir? Öncelikle bir mevkiyi açıklayalım. Hirdman. Romalılarda bulunan "mihmandarlar" gibi, İskandinav dünyasında da "hird", kahraman şampiyonlara eşlik eden seçkin savaşçı kültüründen ortaya çıktı. Kısacası cenkbeylerinin hizmetindeki silahlı maiyet olan hird, hem Eski Nors dili hem de Eski İngilizce'de "hane, ev" anlamıyla kullanılıp zaman içinde o esnada artık sadece kraliyet muhafızlarını kasteden "housecarl" veya "huscarl" (Türkçe'de huskarl) kelimesine evrilmiştir. Bu yapının içinde, "hirdman" en yüksek konumdaydı ve kralın meclisinde yere sahipti, böylece hükümdarlarına sadece askeri konularda değil, devletin pek çok konusunda yol gösterebilirlerdi. Sıradaki isim Huscarl. Kelime anlamı "evin efendisi" olan "huscarl", bir Nors cenkbeyi veya kralının hizmetinde olan özgür askerlerdi. Özellikle hizmetinde oldukları kişinin koruması gibi davranırlar, savaş meydanında onun yanında savaşır ve onu korurlardı. Eğer beyleri öldürülürse, huskarlları görevleri gereği onun öcünü alırlardı. Baştan aşağı zincir zırh kuşanıp, kalkan taşıyan huskarllar genelde ya kılıçlarla ya da çift elli baltalarla savaşırlardı. Zaman içinde, Nors toplumu geliştikçe, sadece savaşta etkili bir birlik olmaktan çıkıp kralın masasında oturma onuru verilen kraliyet sarayında yer edindiler. Karanlık Çağların sonuna gelindiğinde "huskarl" adı başka, daha güçlü bir savaşçıya doğrudan hizmet sunan herhangi bir kişi için kullanılmaya başlamıştı. İşte bu savaşçı sınıfı ve Hirdman, Vikinglerin belkemiğiydi. Yani hareket hızından başka Vikinglerin bağlı olduğu şey, kendileriydi.

iskandinav savaşçıları, viking savaşçıları, vikinglerde savaşçılar ve ordu, vikings hakkında, the last kingdom vikingler hakkında, savaşçı ulus Norslar, viking tarihi, tarih, Nimrael,

Herkesin "Berserker" olarak bildiği "Cinnetkârlar" kimlerdi hemen bakalım. Hayvanlar gibi uluyup kalkanlarını ısıran vahşi savaşçılar, dışarıdan bakıldığında yabani hayvanlar gibi duruyorlardı ve savaşa neredeyse kendilerinden geçmiş halde giriyorlardı. Savaş öncesi hiddetlendiriliyorlardı ve bir ihtimale göre uyuşturucu verilerek neredeyse hiç koruyucu zırhları olmamasına rağmen ateşten, silahlardan ve onlara gelecek herhangi bir darbeden kendilerine zarar gelmeyeceğine tamamen inanıyorlardı. O günlerde, vahşi savaşçıların, derisini giydikleri hayvanlara dönüşebilen şekil değiştirenler olduğu düşünülüyordu. Diğer, daha rasyonel bakışlar ise savaşçıların bir çeşit, tüm grubu etkileyen bir öföri dalgası sayesinde savaştıklarını söylüyordu. Vahşi savaşçılarla yüzleşen düşmanlarınsa durumu inceleme lüksü yoktu: vahşi savaşçılar acımasız bir öfkeyle savaşırdı, bu yüzden de onlarla durup konuşmak mümkün bir şey değildi ve vahşi savaşçı öldürmek çok büyük cesaret isteyen bir hareket olarak görülürdü.

iskandinav savaşçıları, viking savaşçıları, vikinglerde savaşçılar ve ordu, vikings hakkında, the last kingdom vikingler hakkında, savaşçı ulus Norslar, viking tarihi, tarih, Nimrael,

Vikinglerde hareket hızı ise gemilere dayanırdı. Hepimizin bildiği gibi "Longboat" en yaygın gemi tipiydi. Ama her gemi tipinin bir amacı vardı. Burada üç türden bahsedeceğim; Drekkar, Snekkja ve Skeid.

İsmi "Ejderha gemisi" anlamına gelen Drekkarlar, pruvasını ayrıntılı ejder ve benzeri oymalar ile süslerdi. Sebebi ise o dönemlerde pek çok kişi, denizler altında yatan ejderha ve yılanlardan korkardı, bu yaratıklardan korunmak için ise gemilerini böyle oymalar ile süslediler. Örneğin Kraken ve ölümsüz Drauglar, denizlerde en çok korkulan isimlerden ikisiydi. Efsaneye göre Drauglar, fırtına zamanında ve çalkantılı sularda gemi batırmak için beliren denizde hayatını kaybeden kişilerdi. Bir rivayete göre drauglar, boyutlarını değiştirip devasa hale gelebilirlerdi, başka söylentiler ise tamamen yosun kaplı olduklarını veya kafalarının olmadığını yönündeydi.

İkincisi Snekkja. Yaklaşık kırk civarında bir mürettebat kapasitesi olan Snekkjalar, var olan Viking gemileri arasında en küçüğüydü ve en yaygın kullanılandı. Bu gemiler yapılırken, genelde denizcilerin yaşadıkları bölgelere göre tasarımında değişiklikler olurdu . Örneğin Atlantik derin fiyortlara ve değişik hava koşuluna sahipti, bu yüzden Norveç’te üretilen gemilerin Danimarka’da üretilenlere kıyasla su çekimi daha fazlaydı (Danimarka gemileri daha sığ sulara ve kumsallara uygundu). Viking kayıtlarında sıklıkla görülen bu gemiler, su yolları arasındaki kısa mesafelerde kara üstünden taşınabilecek kadar hafifti. M.S. 1028 yılında büyük kral Knud’un Norveç’teki taht iddiası için 1200’ü aşkın gemi kullandığı söylenir.

Son gemi ise Skeid. İsminin anlamı “Suyu delip geçen” olan Skeidlar, savaş gemileri olarak kullanılırlardı ve en büyük uzun gemi türlerinden biriydi. Yakın bir zamanda keşfedilen ve 37 metre uzunluğundaki Roskilde 6 adlı gemi, büyük bir ihtimal ile en uzun gemiydi. Geminin kendine özgün olan kalaslarından yalnızca yüzde yirmi kadarı sağ çıkabildi ve bir takım zorluklar sonucunda eski haline getirildi. Geminin geri kalanı, boyutunun anlaşılması adına devasa bir metal çerçeve ile gösterilir. Keşfedilen pek çok Viking Çağı’na ait gemi, Danimarka’nın Roskilde kentinde bulunan Viking Gemi Müzesinde sergilenir, Roskilde 6’da bu gemiler arasındadır.