HABERLER
Dini Haber

PAKİSTAN'DA 10 YAŞINDAKİ KIZLA EVLENEN ADAM TUTUKLANDI

Haber
Dini Haber, haber, Haberler, Dünyadan haberler, İslam ülkelerinden haberler, Çocuk gelin, Pakistan'da çocuk gelin, Çocuk istismarı, 40 YAŞINDAKİ PAKİSTANLI ADAM 10 YAŞINDAKİ KIZLA EVLENDİ VE KIZ CİNSEL İSTİSMARA UĞRAMADAN HEMEN ÖNCE POLİS DURUMA MÜDAHALE ETTİ

Perşembe günü Shikarpur Polisi, Sind eyaletinin Shikarpur ilçesinin Naparkot bölgesinde 40 yaşında bir erkekle 10 yaşındaki bir kızın evlenmelerinin önüne geçti.

Polisin aktardıklarına göre Muhammed Somar isimli şahıs nikah sonrası tutuklanırken ağlamakta olan kız çocuğu da koruma altına alındı. Polis baskını sırasında çocuk gelin damadın yanına gönderilmek üzereydi.

Polis ayrıca Mohammad Somar’ın kızın babasına evlilik karşılığında 250.000 rupi ödediğini itiraf ettiğini de kayıtlara ekledi.

Şikarpur polisinin alt denetmen yardımcısı (ASP) Farooq Amjad ailenin kızlarının korumaya alındıklarını evlilik görevlisi, baba ve 40 yaşındaki adamın gözaltına alındığını ve soruşturmanın devam ettiğini doğruladı.

Haber Tarihi: 03 Mayıs 2019
Kaynak: Pakistan Today

TUHAF BİR JAPON AYİNİ : HİNA MATSURİ

Yazan: A.Kara
A, din, Şintoizm, Japon ayinleri, Şinto ayini, Şinto geleneği, Şintoizm geleneği, Eski Japon geleneği, Japon oyuncak bebek, Hina Matsuri, Kötülüğü def etme, Oyuncak bebekler ve ruhlar

HİNA MATSURİ FESTİVALİ
Hina Matsuri festivali bize ve farklı kültürden birçok insana göre oldukça değişik bir manzaradır. Çünkü bu festivalde okyanusa doğru sürüklenmekte olan teknelerde oturan kırmızı ve sarı kimono giymiş çeşitli şekillerde bin oyuncak bebek görüyorsunuz.

Peki Japonlar neden bu festivali her yıl 3 Mart'ta kutluyorlar?

Hina Matsuri festivali dekoratif sanat ve sosyal anlam birliğini temsil etmektedir.
Miras ve geleneğini korumaya oldukça düşkün bir ülke olan Japonya, eski bir Şinto ayini olan Hina Nagashi (bebek yüzdürme) adlı töreni hala uygulamakta ve yaşatmaktadır. Eski Japon inanışlarına göre talihsizlikler el yapımı bir oyuncak bebeğe aktarılabilirdi. Eğer bırakıldıktan sonra bebek bir nehir veya okyanusun üzerinde batmadan-devrilmeden durursa bütün sıkıntıları ve kötü ruhları alırdı. (Aynı olmasalar da aklıma Yahudilerin günahlarını tavuğa aktardıklarına inandığı Kaparot ayinini getirdi)

Hina Matsuri festivali Japonya'da Oyuncak Bebek Günü veya Kızların Günü olarak bilinir. Japon aileleri her yıl güzel giyimli bebekler hazırlayıp onları dilek ve duaların mesajlarıyla birlikte tahta teknelere yerleştirirler. Japon şehirlerinde bulunan Şinto tapınakları bu ayin için platformlar kurmaktadır.

Şinto tapınağının baş rahibi kötü ruhları yok ettikten sonra küçük, sevimli bebekler tekneyle okyanusa salınır. Bu sırada insanlar ailelerindeki genç kadınların mutluluğu ve sağlığı için dualar eder ve bu bebeklerin kötü şansı engellemesini umuyorlar.

Üçüncü ayın üçüncü günü bu bebekler evlerde misafir ediliyor ve evleri kutsadıklarına inanılıyor. Festival süresince kelimenin tam anlamıyla bebeklerin bedenlerinde ikamet ettiğine inanılan ruhlar gelecek yılın nimetlerini koruyacakları ve güvence altına alacaklarına inanıldığı için eğlendiriliyor ve evlerde misafir ediliyor.

Dışarıdan tuhaf görünen bu ayin Japon halkı için oldukça önemlidir.

Erkeklerin de ayrıca kendi bebek festivalleri vardır. Buna Musha Ningyo (Savaşçı bebekler) denir ve 5 Mayıs'ta kutlanır. Buradaki bebekler Samuray'ın savaş ruhunu somutlaştırmak için kullanılır.

Erkekler için olan festival beşinci ayın beşinci günü yapılıyordu ve "Tango no Sekku" olarak adlandırıldı. Ancak bu gün artık Japonya'da Çocuk Günü olarak kutlanmakta.

Özetle oyuncak bebeklerin dahil olduğu bu ayinler bize hem diğer dinlerde de bulunan iyi-kötü gibi etkileri bir nesneye aktarma inancının özellikle eski Japon halkında ve Şinto'larda yaygın olduğunu hem de uzakdoğu korku filmlerinde neden daha çok "bebek" kullanıldığını, bunların neden iyi-kötü ruhlarla ilişkilendirildiğini daha iyi açıklıyor.

ORUÇ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Oruç, Oruç tutmak, Nefis terbiyesi, Aç insanın halinden anlamak, Oruç faydalı mı?, Oruç tutan ve tutmayan ülkeler, Oruç ve günümüz, Oruç tutmanın faziletleri, Orucun zararları, Ramazan ayı geldiği zaman, oruç tutulmasına mani bir rahatsızlık yok ise bütün Müslümanlar oruç tutmak zorunda. Allah’ın kesin emri olan ve islâm camiasında çok  önemsenen orucun faydalarına  geçelim.

Aç insanın halinden anlamak:  Dünya üzerinde aç insanlara yardım edenler sadece Türkiye’de yaşamıyor.  Diğer  İslâm  ülkelerinin çoğunluğunda zaten durum tam tersi. Zenginlerle fakirler arasında uçurum var. Aç insanın halinden anlamak için ille de oruç tutmak mı gerekiyor?  Gayrımüslim  ülkelerde yardım yapan insanlar o insanların halinden anlamak için aç mı kalıyorlar? Eğer bir insan açın halinden anlamak için empati yapmak istese ve sabahtan akşama kadar aç kalsa buna diyecek bir şeyimiz yok. Fakat benim ülkemde yaşayıp oruç tutmayan insanların da ihtiyacı olanlara yardım ettiği bir gerçektir. Üstelik aç insanın halinden anlamak için aç kalmak durumu şöyle bir garipliği de peşinden sürüklüyor: Tecavüze uğrayan birinin halinden anlamak için tecavüze mi uğramalıyız? Dayak yiyenin halinden anlamak için birilerinden dayak mı yemeliyiz? Dalga geçmenin kötü bir şey olduğunu özümsemek için birilerinin bizimle dalga geçmesine izin mi vermeliyiz?
Özel NOT: Ben Tanrı olsaydım eğer,  hali vakti yerinde olan insanların, aç insanların halinden anlamalarına yardımcı olmak için oruç tutmalarını istemez fakat bütün insanların ya da Müslümanların varlık konusunda eşit olmalarını sağlayacak toplumsal bir sistem emrederdim. Böylelikle  fakir insan kalmazdı.   Günümüzde öyle ülkeler var ki, bütün yurttaşları tahsilli ve üst düzey statüde. Bu halkların içinde yoksulluk çekenler yok. Hatta insanların statüsü o kadar yüksek ki, sokakları, tuvaletleri temizleyecek işçi bulunamıyor ve bu tür işleri yapmaları için gelişmemiş ülkelerden işçi ithal ediliyor. Yani,  fakirliği daha derin ve daha akılcı bir düzeyde ele alacak olursak ve bunu İslâm inancı şeklinde hayal etme  ihtiyacına  girersek ben şahsen diyebilirim ki, eğer Bir Allah varsa keşke Kur’an’ı Kerim’in içine bir birini tekrarlayan geçmiş zamanları anlatan  yüzlerce ayet  yerine tahsil ve eğitime yönelik, aynı zamanda insanların eşit kazanca sahip olmasını, çok kazananın, ihtiyacı olana gıdım gıdım azıcık değil de bol miktarda vermesini emreden ayetler gönderilseydi ve bu ayetler çokça tekrar edilseydi.

Nefis Terbiyesi: Bizim ülkemizdeki çoğu insan gerçekten de Ramazan ayında oruç  tutuyor. Nefis terbiyesi konusu yaptığınızda kendi yaşadığımız ülkeye on üzerinden kaç verirsiniz? Böyle bir araştırma yaptınız mı? Yani oruç tutulan ülkelerde suç  çok azdır. İnsanlar nefislerine hakim olurlar. Daha sakindirler, daha sabırlı ve daha anlayışlıdırlar gibi bir araştırma sonucu var mı? Sadece Ramazan ayından bahsetmiyorum. Bir ay oruç tutman,  senin nefsini terbiyen için etkili ise bu etki bir sene boyunca devam etmeli. Tam aksine Yabancı ülkelerde(yabancı ülke deyince her zaman Avrupa ülkeleri kast edilmiyor) televizyon muhabirleri  hiç  çekinmeden  sokaktaki insanlara kamera şakası yapabiliyorken bizim ülkemizde hiçbir şeye tahammülü olmayan insanımızın arasında değil şaka, röportaj yapmak bile bazen tehlikeli olabiliyor.


Sağlığa faydalı: Güneşin doğuşundan önce başlayan ve güneşin batışına kadar süren zamanda yemek yemeden  durabiliriz  fakat su içmeden durmak sağlıklı mı? Ramazan ayı, sıcak yaz aylarına denk geldiğinde güneşin altında çalışmak zorunda kalan işçilerin bir  çoğu oruç tutamıyor. Ağır işlerde çalışan beden işçilerinin normal insanlara göre çok daha fazla yemek yemeleri gerekiyor çünkü normal insana oranla yaptıkları iş gereği çok daha fazla enerjiye ihtiyaçları var. Bu insanların bırakın günde en az üç öğün yemek yemeleri gerektiğini  belki  açlığa dayanabilen çıkar ama  bu ağır iş şartları altında susuzluğa dayanmaları çok zor. Bu aylarda çekilen susuzluktan dolayı baygınlık geçiren insanlar da hayli fazla. Üstelik işin diğer bir önemli yanı daha var ki, muhasebe, çek senet gibi çok kritik işlerin başında duran insanların, açlığın ve susuzluğun verdiği etki ile yanlış hesap yapma ihtimalleri de oldukça fazla. Mesela bankada çalışan bir insanın susuzluğun verdiği sersemlikle  yapacağı ufak bir sıfır hatası, 1-2 senelik hatta 10 senelik maaşına neden olabilir ki bunun örnekleri de yaşanıyor. Bir diğer husus ise akşama kadar aç ve susuz kalan insanların iftar vakti ezan okunduktan sonra boş kalan mideye, açlığın verdiği etki ile birden bire ve fazla yemek yiyerek normalden fazla yük bindiriliyor.  İlâhiyat profesörleri ne kadar rahat konuşuyor bu konuda fark ettiniz mi? “Efendim, iftarda birden yememek lazımdır. Kıtlıktan çıkmış gibi yemek yiyip mideyi ve bağırsakları yorarsak orucun ruhuna aykırı hareket etmiş oluruz”. Dalga mı geçiyorsunuz kardeşim. İnsanın iştahını düzenleyen hormonlardan haberiniz yok herhalde. Akşama kadar yorucu bir işte çalıştıktan sonra aç ve susuz kalan bir insan ne yapar? Nasıl tutar kendini? Bari kolay bir şeymiş gibi bahsetmeyin bundan.

Oruç tutan ile tutmayan ülkeler: Oruç tutan ve tutmayan ülkelerdeki insanların sağlığı ile ilgili bir araştırma yapıldı mı? Oruç tutan ülkelerin insanları, oruç tutmayan ülkelerin insanlarından daha mı sağlıklı? Yoksa oruç tutan insanlar, oruç tutmayan insanlardan daha mı uzun yaşıyor? Herkesin bildiği çok basit bir bilgiyi paylaşalım.  Sağlıklı beslenme bilincine sahip olan  ve spor yapan insanların bulunduğu, arabaların değil de bisikletlerin daha çok olup daha çok kullanıldığı ülkelerde hem insanlar daha sağlıklıdır hem de bu insanların yaşam süreleri daha uzun ve daha kalitelidir.

Oruç tutmanın faziletleri ile ilgili yayınlar: Bu konu ile ilgili çeşitli haber programlarında, dini programlarda,  İslâmi internet sitelerinde orucun faziletleri, sağlık üzerine faydaları ile ilgili bir sürü yalan yanlış bilgiler okursunuz. Hatta size öyle bilgiler verilir ki mesela önemli bir imtihana girecek olan öğrencinin imtihan günü oruç tutmaması günah mıdır? Şeklindeki soruya “günahtır” şeklinde cevap verilir. Bu cevabı veren insanların, sağlık hakkında bir profesör kadar bilgiye sahip olduğu izlenimi edinirsiniz.  Beynin yüzde 75’i sudan oluşur. Hafif seviyelerdeki  susuzluk bile  her türlü bilişsel işlevlerde bozulmalara neden olabiliyor. Susuzluk sonucu konsantrasyon azalırken, kısa süreli hafıza gibi bilişsel işlevin performansı önemli ölçüde düşer. El-göz motor koordinasyonu bozulabildiğinden, hassas veya detaylı işlerin yapılması zorlaşır.  Kanın yüzde 90’ı sudan oluşuyor. Kan hacmi ve kan basıncı su tüketiminden doğrudan etkilendiğinden, yeterli su tüketimi olmaması durumunda kan basıncı dengesi ayarlanamıyor, tansiyonda yükselişe neden olabiliyor. Ailesi tarafından  bir sürü para verilerek kurslara gönderilen, özel öğretmen tutularak sınavlara hazırlanan ve sınav günü geldiğinde  tek bir yanlış işaretlenmiş sorunun bile öğrenciyi puan derecesinde  yüzlerce binlerce çocuğun gerisine atan bir sistemden bahsediyoruz. Bu öğrencinin bu sınavda diğer öğrencilere fark atabilmesi için öncelikle sabah erkenden,  ağır olmamak kaydıyla iyi bir kahvaltı yapması(kahvaltıdan kasıt ne mideyi tamamen boş bırakmak ne de doldurmaktır), kahvaltıdan yarım saat önce su içmiş olması ve kahvaltıdan sonra ve sınav esnasında gerektiğinde mutlaka su içme ihtiyacını gidermesi gerekir. Bu durum sadece sınava girecek öğrenci için değil aynı zamanda imtihana benzer derecede hassas beyin aktivitesi gerektiren işlerde çalışan insanlar için de geçerlidir.

Oruç tutmak ve yaşadığımız yüzyıl: Eski dönemlerde yaşamıyoruz. Çok farklı ve hızlı bir hayatımız var. Keyif olsun diye de çalışmıyoruz. Sadece erkekler değil artık kadınlar da çalışmak zorunda. Sırf  kendimizin ve ailemizin temel ihtiyaçlarını bile karşılamak için uzun saatler çalışmak zorundayız. Hepimiz kendi işimizde çalışmıyoruz, bu yüzden bir rahatlık söz konusu değil. İnsanların çoğunluğu özel sektörde çalışıyor. Çalışma koşulları, çalışan kişinin aklen, bedenen dinç olmasını gerektiriyor. İş bulmanın zaten zor olduğu bu dönemde, sırf oruç tutuyorsun diye yeteri kadar verim sağlayamıyorsan, senin yerine elbette verim sağlayan insanlar alınacaktır. Altlarında hususi araçları olan,  hali vakti yerinde ve en fazla klimanın karşısında masa başında yazı yazan İslâm yorumcuları belki oruç tutmakta zorlanmıyorlardır. Bu yüzden de oruç tutmak ile ilgili bol keseden atmaları son derece normal. Ne yazık ki herkes benzer şekilde iş yaparak para kazanmıyor.

Oruç tutmaya karşı önyargı: Oruç tutmaya karşı önyargım  elbette yok fakat her işte olduğu gibi oruç tutmakta da belirli koşulların sağlanması gerekir. Özür dilerim  ama oruç tutanlar koyun sürüsü değil, insanlardan bahsediyoruz. Her birinin kendine göre farklı yaşam ve çalışma  koşulları var. Allah tarafından gönderildiğine inanılan Kur’an’ın indirildiği eski dönemlerde bu kadar meslek çeşitliliği yoktu. Günümüzde binlerce farklı çalışma alanı var. Bu bir birinden farklı koşulda çalışan insanların hepsini, her bir insanın müsait olup olmadığını ya da o zaman diliminde oruç için  uygun olup olmadığına bakmadan senenin belirlenmiş tek bir ayında oruç tutulması için zorlarsan bu işe Tanrı’nın emri demenin hiçbir anlamı kalmaz. Bir insan, ilime bilime, akıl ve mantığa ne kadar uyması gerekirse yüceler yücesi Tanrının da bir emri kullarına gönderirken bu emre kullarının ne şartlar altında riayet edebileceğini elbette tahmin edebilmesi gerekir. Aksi bir tutum, kullar arasında açık bir adaletsizlik anlamına gelir.

EN'AM SURESİ 25.AYET ÜZERİNE

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Enam suresi, En'am 25, Enam 25, Kalpleri mühürleyen Allah, Kalplerinin üstüne örtüler çektik, Kur'an çelişkileri, En'am suresindeki çelişkiler, En'am Diyanet tesfiri,

EN'AM SURESİ 25. AYET İNCELEMESİ


En’am Suresi 22. Ayet: Unutma o günü ki onları hep birden toplayacağız; sonra da Allah’a ortak koşanlara "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?" diyeceğiz.
En’am Suresi 23. Ayet: Sonra onların mazeretleri "Rabbimiz Allah’a  andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık" demekten başka bir şey olmadı.
En’am Suresi 24. Ayet: Gör ki, kendi aleyhlerinde nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerini nasıl bırakıp gitti!
En’am Suresi 25. Ayet: Onlardan seni Kur’an okurken dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne örtüler çektik, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mûcizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde, "Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyerek seninle tartışırlar.
En’am Suresi 26. Ayet: Onlar hem insanları peygamberden uzaklaştırmaya çalışırlar hem de kendileri ondan uzak dururlar. Oysa onlar farkında olmadan ancak kendilerini mahvederler.

Asıl konu  En’am Suresi 25. ayet.  Bu ayetle ilgili “Allah, neden kullarının kalplerini ve kulaklarını mühürlüyor” sorusuna  yönelik açıklamalarda genellikle bu ayetin öncesinin ve sonrasının okunması gerektiği, ayetin ancak bu şekilde anlaşılacağı  belirtilir. Bu yüzden  öncesini ve sonrasını verdim.

Öncesini ve sonrasını okuduğumuz ayetlere göre 25 inci ayetin anlamı açıkça şudur: Allah’a ortak koşan insanlar var ve bu insanlar öbür dünyada zarara uğruyorlar. Bu Allah’a ortak koşan insanların bir kısmı da dünya hayatını yaşamakta iken Allah’ı ortak koşmalarına rağmen bunu belki gizleyerek belki de belli ederek(bu husus belli değil), Hz Muhammed Kur’an okurken dinlemeye geliyorlar  fakat Allah bu kendisine ortak koşanların kalplerine örtü çekiyor, kulaklarına ağırlık veriyor ki dinledikleri  Kur’an’ı anlamasınlar diye. Allah tarafından  bu işlem yapıldıktan sonra bu insanlar öyle bir körleşiyorlar ki mucize bile görseler inanmazlar. Zaten de inanmıyorlar ve Kur’an okurken dinledikleri Peygambere,  dinlediklerinin eski masallardan ibaret olduğunu söylüyorlar. Devamındaki ayette ise bu kimselerin hem kendilerini hem de insanları, Peygamberden uzak tutmaya çalıştıkları fakat farkına varmadan kendilerini mahvettikleri  belirtiliyor.

Hemen diyanetin tefsirine geçelim:
DİYANETİN TEFSİRİ: Bu âyetler İslâm’a karşı ilk düşmanlık ve engelleme hareketini başlatan müşriklerin tutumlarını ve bu tutumlarının doğuracağı sonuçları anlatmaktadır. Buna göre müşriklerin bazıları Kur’an’ı dinliyorlardı; ancak Kur’an’ın neler bildirdiğini, bunların doğru olup olmadığını merak ettikleri, samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değil; itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatları bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, zihin disiplinlerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yeteneklerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki 25. âyette onlardan bir kısmının Resûlullah’ı dinlediği, fakat kalpleri üzerinde Kur’an’ı anlamalarını engelleyen örtüler, kulaklarında da sağırlık meydana getirildiği için ondan istifade edemedikleri ifade buyurulmuştur.  Ehl-i sünnet âlimleri bu vb. âyetlerden hareketle prensip olarak Allah’ın, dilediği kimselerin iman etmelerini engelleyeceğini savunmuşlar;
Bu açıklamaya göre bir insanın kötü niyetinden dolayı kalbine  örtü çekilmesi ve kulaklarına ağırlık verilmesi insanın kendi eliyle oluşturduğu bir durumdur. Ben ayetin tercümesinde böyle bir şey anlayamadım fakat tefsir bunu ima ediyor. Eğer bu ayeti bu şekilde anlamak gerekiyorsa hadi ayeti değiştirerek kendim yazayım(Kırmızı renkli yazıyı ben ekledim).


En’am Suresi 25 inci Ayet: Onlardan seni Kur’an okurken dinleyenler de vardır. Fakat onlar kendi kötü niyetlerinin bir sonucu olarak kalplerinin üzerine örtü çekmiş, kulaklarına da ağırlık indirmişlerdir ve  artık  onlar her türlü mûcizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde, "Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyerek seninle tartışırlar.

Eğer ayetteki anlama göre kişinin kalbindeki  örtü ve kulaklarındaki ağırlık kendi niyetinin ve çabasının sonucu ise ve Allah’da buna vesile oluyorsa o zaman kırmızı renkli kısmı şu şekilde tamamlayalım:
Fakat onlar kendi kötü niyetlerinin ve çabalarının  bir  sonucu olarak kalplerinin üzerine örtü çekmeye ve kulaklarına da ağırlık indirmeye niyet etmişler  ve  Allah da onların bu isteğini yerine getirmiştir.

Arapça  dili ile böyle bir cümle kurulamıyor mu?  Eğer bu ayetin anlamı, yukarıdaki gibi bir cümle ise Allah neden farklı yorumlara sebebiyet verecek bir cümleyi ayet olarak indirdi?  Hele hele  okuduğunu anlamakta zorlanan milyonlarca cahil insana  daha çok hitap eden daha anlaşılır bir ayet göndermeye muktedir değil miydi?  Diyanetin açıklamasına devam edelim:
Diyanetin ilk açıklamasında aynı zamanda ayette şöyle bir şeye de gönderme yaptığı belirtiliyor o  da şudur:

Bu müşrikler, Kur’an’ı anlamak, bir şeyler öğrenmek ve iman etmek niyeti ile dinlemiyorlar, tam tersine alay etmek, hakaret etmek, kusur bulmak, çeşitli bahaneler üreterek dinlediklerine karşı çıkmak niyeti ile dinliyorlardı  ve Allah da onların bu niyetlerini  bildiği için onların bu çirkin davranışları gerçekleştirmemesi için kalplerine örtü çekti, kulaklarına da ağırlık bindirdi.

Siz kendiniz bir islâm âlimi olduğunuzu düşünün. Kur’an’ın  ayetlerini dinleyip ya da araştırıp o ayetleri kendi çıkarlarına göre yorumlamak isteyenlere karşı kulaklarınızı tıkar mısınız? Ya da onların bu tür şeyler  yapmaması için Kur’an ayetlerine ulaşmalarını engeller misiniz? Yoksa  bir  Alim olarak kendinize ve bilginize güvenip bu inançsız kimselerin her türlü sorularına gerçek ve akılcı cevaplar verip onları susturur musunuz? Bu tür cevapları topluluk içinde verdiğiniz zaman en azından bu tür kimselerin de bu topluluklardaki insanların aklını çelebilecek durumlar ortadan kalkar. Böylece inançlı insanlar, kafalarını karıştıracak  her türlü sorunun, problemin cevabını dinlemiş olur, haberdar olur, imanı kuvvetlenir.  Diyanetin tefsirine devam edelim:

DİYANETİN TEFSİRİ: Mu‘tezile ulemâsı ise bu görüşe karşı çıkarak söz konusu âyetleri kendi adalet ve hürriyet anlayışları istikametinde te’vil etmişlerdir. Bu teorik tartışmalar bir yana, yaratılış itibariyle insan fıtratı, gerçeği kabule elverişli olmakla birlikte, bazı iç ve dış etkenler insanın psikolojisini, akıl ve düşünme melekelerini etkilemektedir. Müşrikler de gerek atalarından ve çevrelerinden aldıkları telkinler, gerekse çeşitli olumsuz duygu ve davranışlarının tesiriyle inanmaya yatkın olmaktan çıktıkları için kalpleri perdelenmiş, kulakları ağırlaşmış, yani gerçek karşısında duyarsız kalmışlardır. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fiillerinden sorumludurlar.

Bu ikinci açıklama da diyanetin önceki açıklamasına oldukça yakın olmakla birlikte bu açıklamaya bir de bu mühürlenmiş kişilerin bazı şartlar uyarınca yani bu kimselerin atalarından ve çevrelerinden aldıkları tesirler sonucu inanmamaya yatkın bir özelliklerinin geliştiği yani bu şartlardan dolayı yine kendiliğinden kalplerinin perdelendiği, kulaklarının ağırlaştığı ve sonuç olarak gerçekler karşısında duyarsız hale  geldikleri  ifade ediliyor. Yani bu insanların da kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesi hem kendi çabalarının bir sonucu hem de içinde yetiştikleri aile, akraba ve atalarından gelen geleneklerin bir sonucu. Eğer bu yorumun,  kişinin kendi çabası ile birlikte  kalbini ve kulağını mühürlediği sonucunu çıkartırsak ayette böyle bir ifade yoktur. Eğer bu çabayı kabul eder ve bu çabaya  ek olarak bu kişilerin içinde bulundukları şartların da onları böyle bir yola ya da inançsızlığa sürüklediği düşüncesini akla getirmeye kalkarsak Allah’ın imtihan adaleti bu mu diye sormak icap eder. Çünkü hiçbir insan dünyaya gelmeden önce  içinde doğacağı aileyi, akrabayı, anne  ve babayı seçemez. Uygunsuz bir çevrede doğup büyüyen bir insanın da iyi bir çevrede doğup büyüyen insanlar kadar doğruyu bulmak için şanslı olmadığını ve hatta bu konuda  oldukça dez avantajlı olduğunu söylemeye gerek yok. Yani bu kalpleri mühürlenmiş olan insanlar zaten gözlerini dünyaya yeni açtıklarında gerçeği kabul etmeyi ve inanmayı yüzde 90  ya da 80 oranında kaybetmiş durumdalar. DİĞERLERİ İLE KARŞILAŞTIRILDIĞINDA BU KADAR DEZ AVANTAJLI DURUMDA OLAN İNSANLARIN GERÇEĞİ GÖRME YETİLERİNİN GELİŞMESİNE ALLAH YARDIM MI ETMELİ YOKSA KALP VE KULAKLARININ MÜHÜRLENMESİNE MÜSAADE EDİP DOĞUŞTAN ŞANSSIZ OLAN BU KİŞİLERE BÜTÜN KAPILARI KAPAMALI  MI?

Şimdi de bu ayetle ilgili diğer tefsircilerin açıklamalarına  göz gezdirelim:

Eğer ayeti tek başına cımbızlayarak okursanız hatalı yorumlara gitmeniz mümkün olabilir. Ancak daha geniş bakarsak, bu ayette belirtilen kalplerinin üstüne perde ve kulaklarına ağırlık verilen kişilerin herhangi kişiler değil, daha önceden kendi iradeleriyle Allah’ı inkâr eden, eş koşan kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Allah da bu kişilere bu eylemlerinden dolayı ceza olarak kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.

Açıkçası bunu, insanların kalp ve kulaklarını mühürlemek için bir bahane olarak göremedim. Bu nasıl ceza? Bir insanın doğru yolu bulmasının engellenmesi gibi bir cezayı hiçbir akıl sahibi insan kabul edemez.
Bir matematik öğretmeni düşünün.. Dersi dinlemeyen ya da derste haylazlık eden bir öğrenciye, çarpım tablosunu öğrenememesi yönünde bir ceza verebilir mi?

“Bir insanı dinen cehennemle korkutabilir ceza olarak cehennemi göstertebilirsiniz” desem veya  “Bir günahkârı işlediği günahlardan dolayı fakirlikle ve bitmek bilmeyen sefaletle,  türlü sıkıntılarla cezalandırabilirsiniz” desem belki bir çokları tarafından bu tür cezalar kabul edilebilir  ama kendisinin belki de bir gün pişman olup tevbe edebileceği, Tanrı ve ahret inancı gibi  kökten önemli bir sonuca ulaşmasını ya da bu sonuca ulaşması için gereken yolları açmak yerine bu yolların tamamını nasıl kapatırsınız? Böyle bir cezanın normal olduğunu söylüyorsanız İlâhi Adalet dediğiniz sistem, esasen egosunu terbiye edememiş ve yaşı büyümesine rağmen olgunlaşamamış,  olgun bir yetişkin gibi değil de her şeye küsen ve küstüğü  kişinin ayağına çelme takan  bir çocuk gibi davranan bir sistemi tarif ediyorsunuz demektir bu.

Farklı bir  konu daha var ki o da bu inançsız insanların Kur’an’ı anlamamaları için beyinlerinin ya da akıllarının değil de kalplerinin üzerine örtü çekilmesi durumu var fakat bu hususu da şuan ele alacak olursam  konu çok uzayacak. Sağlıcakla kalın.

İSEVİLİĞİN RESMEN KABULÜ VE İNCİLLER

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, hristiyanlık, İsa ve Horus, İsevilik, Horusun hikayesi ve İsa, Petrus, Çalıntı Hz İsa hikayesi, Hz İsa, Dört İncil, Havariler, Eski Konya'da tapınma, Kendisine ve öğütlerine karşı çıkanlar çoğalıp, baskı görmeye başlayan İsa, başına gelecek tehlikeleri sezinlemiştir. Kendisine yakın bulduğu 12 kişiyi yanına alarak onlara dersler verir. İnsanlara öğüt verme görevini havari- yol arkadaşları denilen bu 12 kişiye yükler.

Musevilerin kutsal bayramı için Kudüs’e gittiler, orada iyi karşılanmalarına karşın bazı kışkırtmalar sonucu; yanlarında bulunan 12 kişiden birisi olan İskaryot’un ihanetine uğradılar. Kudüs dönüşü yol arkadaşlarıyla son akşam yemeğini yiyen İsa; ölmesi gerektiğini, bunun kaçınılmaz olduğunu, kendisinin ölümünden sonra öğütlerinin her yere duyurulmasını istedi ve bu görevi de yanında bulunan yol arkadaşlarına verdi. Sonra oradan uzaklaşıp önce Zeytin dağına sonra da bahçelik bir yere gittiler. Yol arkadaşlarından İskaryot’un hainliği sonucunda, İsa yakalanıp mahkemeye çıkarıldı. Dine karşı gelmek suçlamasıyla ölüm cezasına çarptırıldı. İsa, tanrı tarafından göğe çekilince; hain İskaryot, İsa’nın kılığında göründü ve başına dikenlerle dolu bir taç geçirilerek çarmıha gerildi.

İskaryot’un çarmıha gerilmesiyle 11 kişi kalan ekibe bir kişi daha eklenerek havari sayısı on ikiye tamamlanır. Bu gelişmelerden sonra, İsa’nın görevini Petrus üstlendi. Petrus; Simon, Simun, Peter, Kifas gibi isimlerle de bilinen, Filistinli bir balıkçıdır.

Petrus’un görev vermesiyle, İsa’nın öğrencileri din yaymak için Şam dolaylarına doğru yola çıktılar. Musevi bir din adamı olan Saul (Paul- Pavlus) onları yolda yakalayıp öldürmek isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Bu olay İncil’de şöyle anlatılır.

“Saul ise Rab’bin öğrencilerine karşı hâlâ tehdit ve ölüm soluyordu. Baş kâhine gitti, Şam’daki havralara verilmek üzere mektuplar yazmasını istedi. Orada İsa’nın yolunda yürüyen kadın erkek, kimi bulsa tutuklayıp Yeruşalim’e getirmek niyetindeydi.  Yol alıp Şam’a yaklaştığı sırada, birdenbire gökten gelen bir ışık çevresini aydınlattı.  Yere yıkılan Saul, bir sesin kendisine, “Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?” dediğini işitti. Saul, “Ey Efendim, sen kimsin?” dedi. “Ben senin zulmettiğin İsa’yım” diye yanıt geldi.  “Haydi, kalk ve kente gir, ne yapman gerektiği sana bildirilecek.”  Saul’la birlikte yolculuk eden adamların dilleri tutuldu, oldukları yerde kalakaldılar. Sesi duydularsa da, kimseyi göremediler. Saul yerden kalktı, ama gözlerini açtığında hiçbir şey göremiyordu. Sonra kendisini elinden tutup Şam’a götürdüler.  Üç gün boyunca gözleri görmeyen Saul hiçbir şey yiyip içmedi. Şam’da Hananya adında bir İsa öğrencisi vardı. Bir görümde Rab ona, “Hananya!” diye seslendi. “Buradayım, ya Rab” dedi Hananya. Rab ona, “Kalk” dedi, “Doğru Sokak denilen sokağa git ve Yahuda’nın evinde Saul adında Tarsuslu birini sor. Şu anda orada dua ediyor.  Görümünde yanına Hananya adlı birinin geldiğini ve gözlerini açmak için ellerini kendisinin üzerine koyduğunu görmüştür.” Hananya şöyle karşılık verdi: “Ya Rab, birçoklarının bu adam hakkında neler anlattıklarını duydum. Yeruşalim’de senin kutsallarına nice kötülük yapmış!  Burada da senin adını anan herkesi tutuklamak için baş kâhinlerden yetki almıştır.”  Rab ona, “Git!” dedi. “Bu adam, benim adımı öteki uluslara, krallara ve İsrail Oğulları’na duyurmak üzere seçilmiş bir aracımdır.  Benim adım uğruna ne kadar sıkıntı çekmesi gerekeceğini ona göstereceğim.” Bunun üzerine Hananya gitti, eve girdi ve ellerini Saul’un üzerine koydu. “Saul kardeş” dedi, “Sen buraya gelirken yolda sana görünen Rab, yani İsa, gözlerin açılsın ve kutsal ruhla dolasın diye beni yolladı.” O anda Saul’un gözlerinden balık pulunu andıran şeyler düştü. Saul yeniden görmeye başladı. Kalkıp vaftiz oldu. Saul, Şam’da ve Yeruşalim’de yemek yiyip kuvvet buldu.  Sonra Saul birkaç gün Şam’daki öğrencilerin yanında kaldı. Havralarda İsa’nın tanrının Oğlu olduğunu hemen duyurmaya başladı. Onu duyanların hepsi şaşkına döndü. “Yeruşalim’de bu adı ananları kırıp geçiren adam bu değil mi? Buraya da, öylelerini tutuklayıp baş kâhinlere götürmek amacıyla gelmedi mi?” diyorlardı. Saul ise günden güne güçleniyordu. İsa’nın Mesih olduğuna dair kanıtlar göstererek Şam’da yaşayan Yahudiler’i şaşkına çeviriyordu. Aradan günler geçti. Yahudiler Saul’u öldürmek için bir düzen kurdular. Ne var ki, kurdukları düzenle ilgili haber Saul’a ulaştı. Yahudiler onu öldürmek için gece gündüz kentin kapılarını gözlüyorlardı.  Ama Saul’un öğrencileri geceleyin kendisini aldılar, kentin surlarından sarkıttıkları bir küfe içinde aşağı indirdiler.  Saul Yeruşalim’e varınca oradaki öğrencilere katılmaya çalıştı. Ama hepsi ondan korkuyor, İsa’nın öğrencisi olduğuna inanamıyorlardı. O zaman Barnaba (Barnabas) onu alıp elçilere götürdü. Onlara, Saul’un Şam yolunda Rab’bi nasıl gördüğünü, Rab’bin de onunla konuştuğunu, Şam’da ise onun İsa adını nasıl korkusuzca duyurduğunu anlattı.  Böylelikle Saul, Yeruşalim’de girip çıktıkları her yerde öğrencilerle birlikte bulunarak Rabbin adını korkusuzca duyurmaya başladı. Dili Grekçe olan Yahudiler’le konuşup tartışıyordu. Ama onlar onu öldürmeyi tasarlıyorlardı. Kardeşler bunu öğrenince onu Sezariye’ye götürüp oradan Tarsus’a yolladılar.  Bütün Yahudiye, Celile ve Samiriye’deki inanlılar topluluğu esenliğe kavuştu. Gelişen ve Rab korkusu içinde yaşayan topluluk kutsal ruhun yardımıyla sayıca büyüyordu.”


İsa tarafından havarilerin başı olarak seçilen Petrus dolaştığı yerlerde birtakım olağanüstü haller gösterdi; hastaları iyileştirdi, ölü bir kadını diriltti. Bütün bunlar olurken; Saul (Pavlus), Barnabas ve Yuhanna uzun bir din yolculuğuna çıktılar.

Silifke ve Kıbrıs’ı baştanbaşa dolaşarak öğütler verdiler. Kıbrıs’ta yalancı bir peygambere tanrı tarafından ilahi bir ceza verilince, oranın valisi iman etti ve halkın çoğunluğu da ona uydu. Saul’un adı Pavlus olarak değiştirildi. Psidya sınırındaki Perge’ye gittiler. Yuhanna Yeruşalim’e geri döndü, öteki ikisi yola devam ederek Antakya’ya geldiler. Antakya havralarında öğütler vererek, din yayıcılığı yaparlarken halkın çoğunluğunu inandırdılar. Ancak içlerinde ikircikli olanlar da çoktu. Çok geçmeden şehir meydanına toplanan inanmışların kalabalığını gören ikircikliler ve öğütlere inanmamış olanlar, Pavlus ile Barnabas’ı taşa tutup kovaladılar. Bu iki din yayıcı Konya’ya yöneldiler.

Konya halkının yarısı Yahudi-Musevi- yarısı Hellen- Grek’ti. Grekler Hellenistik tanrılara tapınmaktaydılar.  Konya’daki havrada konuşan Pavlus ve Barnabas epeyce ilgi görmelerine karşın halkın çoğunluğunu inandıramamışlardı. Bir süre Konya’da kalıp din yayıcılığını sürdürürlerken; Pavlus ile Yahudi bir kızın birbirlerine yakınlaşmaları, dedikodu olarak halk arasında yayılmaya başladı. Bunu fırsat bilenler, şehirde ahlakın bozulacağını öne sürüp pavlus ile Barnabas’ı taşlayarak kovaladılar. Güneye doğru yola çıkıp, Konya’ya çok yakın olan Lystra- Listra (Hatunsaray- Güneydere köyü arasındadır) kentine gelip öğüt ve vaazlarını sürdürdüler. Şimdi burası İsevilerin hac yerlerinden biridir, İncil’de adı geçmesine karşın pek tanınmıyor. Burada doğuştan inmeli bir adamı iyi edip ayağa kaldırdıklarında, halk “biz tanrımızı bulduk” diyerek sevindi, kurbanlar getirildi. Ancak Pavlus ile Barnabas; tanrı değil, elçi olduklarını ve din yaymak için geldiklerini, tek tanrıya inanmalarını söylediler. Halktan büyük ilgi gördükleri için bir süre orada kaldılar ve kendilerine inanmış olanlara özel öğütler, din hakkında bilgiler verdiler. Bu olaylar duyulup yayılmaya başlayınca Konya ve Antakya Yahudileri tarafından bir baskın düzenlendi. Pavlus ile Barnabas dövülüp, taşlanıp öldü sanılarak şehir dışına çıkarıldı. Bu kez şimdiki Karaman yakınlarındaki Derbe şehrine gittiler. Orada pek ilgi göremeyince, geldikleri yoldan Antakya’ya döndüler. Ondan sonra Pavlus ile Barnabas arasında sünnet yüzünden bir tartışma çıkınca yolları ayrıldı.

Barnabas Markos ile Kıbrıs’a, Pavlus ile Timoteyüs Anadolu’ya gittiler. Lysralı Themoti ve Kıbrıslı Barnabas ilk İncilleri yazdılar.

Pavlus Roma’ya gitti bir süre hapsedildikten sonra serbest bırakıldı. Ancak İmparator Deli Neron Roma’yı yakınca suçu Pavlus ve ona inanmışların üstüne attılar. Pavlus yargılandıktan sonra Roma’da idam edildi. Pavlus’un nasıl ve nerede öldüğü hakkında kuşkular bulunsa da genel olarak böyle kabul edilmektedir. Barnabas’ın da Kıbrıs’ta idam edildiği genel kabuldür.

İnciller çoğalmaya başladı, sayısı beş bini bulan İncillerin hiç biri birbirini tutmuyordu. 325 yılında İznik toplantısında İsa’nın tanrı olup olmadığı tartışıldı. 381’de İstanbul toplantısında yalnızca dört İncil’in doğruluğu kabul edilerek, Zebur’la Tevrat da da İncil’lerin içine katılıp dört İncil resmiyet kazanmış oldu. Öteki İnciller yasaklanıp yok edildi. İlk İncilerden olan Barnabas ve Themoti İncilleri hiçbir zaman kabul görmediler. Bu gün inanılan İsevilik; Roma yönetiminin dayatmasıyla oluşturulup, inanılan “icat bir dindir”. Roma yönetimi bu yeni- icat dinin ilke ve sınırlarını işine geldiği gibi uyarlamış, paganlığın bir mezhebi kabul ederek yeni bir din icat etmiştir.

Bu günkü dört İncil’i yazanlar arasında İsa’yı hiç görmemiş olanlar, havarilerden olmayanlar var. İncil’de çok yer verilen Pavlus da havari değildi ve İsa’nın yüzünü hiç görmemişti. Pavlus kendisini ön plana çıkarabilmiş eski bir Musevi olduğu için İncil’de anlatılanlar da hem abartma, hem yanıltma, hem şaşırtmalar bulunmaktadır. Üstelik Pavlus, yalnızca inanç yüzünden çok Yahudi’yi öldürmüş; eli kanlı birisidir. Dahası; resmi olan dört İncil bile birbiriyle çelişkilidir. Daha öncede vurguladığımız gibi; Barnabas ve Themoti İncilleri dışındaki İncillerin en eskisi; İsa’nın ölümünden çok sonraları insanlar tarafından yazılmıştır. İsa yaşadığı süre içinde tanrısal esin almamış, kendisine İncil indirilmemiştir. Sağken hiçbir şeyi yazıya da geçirmemiş, inanırlarından böyle bir istekte de bulunmamıştır. İsevilerin çoğunluğu da bunu kabul edip; İsa’nın kendisinin tanrı ruhu olduğuna göre, kitaba gerek olmadığına inanırlar. İsa yeni bir din yaymak için çalışmamış, eski din Museviliği sağlamlaştırmak için yeni yorumlar getirmiştir.

Bir süre Roma’da yasaklanan İsa’nın inançları, paganlığın bir mezhebi olarak resmen kabul edilmişti. Sözün kısası; İsa yeni bir din ve kutsal kitap getirmemiştir.

Dört İncil ve Yazarları
Markos: İncil’in en kısa bölümüdür. Petrus’un vaaz- öğütleriyle, İsa’nın öğretilerini içerir. Markos İsa’yı hiç görmedi, Petrus’un öğrencisiydi.

Matta: Bu İncil’in yazarı 12 Havariden birisi, Levi olarak da bilinen bir vergi memurudur. Musevi olmasından dolayı, yazdığı İncil’in içine eski ahit Tevrat’tan aldığı esinlemeleri katmıştır.

Luka: Yabancı uyruklu doktor ve tarihçi olduğu söylenen, Musevi olmayan ilk ve tek kişi Luka’dır. Pavlus’n öğrencisi olup İsa’yı hiç görmemiştir. İncilin devamı sayılan elçilerin işleri bölümünü yazmıştır.

Yuhanna: Yazı dili Grekçe olan bu İncil’in yazarı Filistinli bir Musevidir. 12 havariden birisi olup, eceliyle ölen tek havaridir. Yazdığı İncil’de olağanüstü olaylardan söz eder.

Horus- İsa
Pagan inancı ile dinler ve mitoloji ilişkilerini anlatan bilgi sunar yazılarından küçük bir bölüm:

“Öncelikle sizlere bir soru sormak istiyorum. Aşağıda tarifini vereceğim kişiyi tahmin edebilir misiniz? -Bakireden doğdu.-Doğum günü 25 Aralıkta kutlanıyor. -Doğumu yıldız ile müjdelendi. -Mısıra kaçtı. -30 yaşında vaftiz edildi. -12 havarisi var. -Suda yürüdü. -Bir ölüyü diriltti. -Tanrının oğlu olarak anıldı. -Çarmıha gerildi ve tekrar dirildi.

Evet, Horus'tan bahsediyorum! Siz ne sanmıştınız ki? Ah, tabii ya! Bir de İsa var öyle değil mi? Aynı özelliklere sahip olan, yaşadığına dair hiç bir kanıt bulunamayan İsa... Aslında bundan başka kanıt göstermeye gerek olduğunu bile düşünmüyorum. Hıristiyanlık ortaya çıkmadan 3000 yıl önce bahsedilen Horus'un hikâyesinin çalınıp, muhtemelen hiç yaşamamış birisine uyarlandığı açıkça görülüyor.”

ÖLÜMSÜZLÜK İKSİRİ "AMRİTA"

Yazan: A.Kara
Hint mitolojisi, Amrita, Ölümszlük iksiri, Hint efsaneleri, Tanrıların iksiri, Hint inanışları, Büyük tufan, Tanrıların okyanusu çalkalaması, A, mitoloji, Vişnu, Güneş tutulması, Ay tutulması, TANRILARI GÜÇLÜ VE ÖLÜMSÜZ YAPAN İKSİR : AMRİTA
İnsanoğlu yüzyıllardır ölümsüz olmasına yardım edebilecek bir ilaç-iksir arıyor ve ölümsüzlük hayalleri kuruyor. Ölümsüzlüğü su altına gizlenmiş hazinelerle ilişkilendirenler sadece Mezopotamya halkları değildi. Hindu mitlerine ve efsanelerine göre tatlı bir tada sahip olan amrita (kelimenin tam anlamıyla: "ölü olmayan") denizin dibinden çıkarılan bir ölümsüzlük içeceğiydi.

Bu mucizevi nektara dair kayıtlar yalnızca MÖ 2.binyılın birkaç yüzyıl boyunca yarattığı, Hinduizm'in kutsal kitaplarının en eskisi olan Rig Veda'da değil aynı zamanda Budist veya Sih edebiyatında da göze çarpmaktadır.

Amrita ölümsüzlüğü ve gücü sağladığı gibi aynı zamanda yeni tanrıların ortaya çıkmasına neden oluyor, tanrıların ilahi içeceği korumak için savaşmak zorunda kaldığı şeytanlara karşı mücadelede zafer kazanmasını sağlıyordu.

İlahilerde geçen Indra'nın favori içeceği muhtemelen Vedik zamanlarının büyülü içeceği olan "soma" (devaların içeceği) ile aynı içecektir. Soma, amrita fikrinin öncüsü olmuş olabilir ancak Vedik halkının soma suyunu nasıl çıkardığı bilinmemektedir. Bununla birlikte Vedik rahiplerin ayinlerinde tanrılar ve atalarla iletişim kurmak için bu içeceği kendinden geçmede kullandığı, sarhoş edici bir madde olduğuna dair bazı ikna edici göstergeler de vardır.

Daha sonraları ölümlülerin ölümsüzlüğü elde etmek için kullandığı Amrita'nın Yunan ve Roma mitolojisindeki tanrıların yemeği olan "ambrosia" (ambrotos) kavramının temeli olduğu teorisi yapılmıştır.

Tıpkı Amrita gibi o da aynı adı taşıyan bir bitki suyundan hazırlanmıştır. Süt ilavesiyle bir içecek tüketmek (belli ayinlerde) aşkın vizyonlar ve tanrılarla birlik duygusu elde etmek için izin verilen bir uygulamaydı.


OKYANUSUN ÇALKALANMASI İLE ELDE EDİLEN AMRİTA
Hikayeye göre tanrıların ve tanrıların düşmanlarının süt okyanusunu çalkalaması için güçlerini birleştirmeleri gerektiği bir zamandı. Bu gerekliydi çünkü tanrıların en kıymetli hazineleri büyük tufan nedeniyle (bkz: Sümerlerden çalınan tufan efsanesi, birçok din ve efsanede yer alır) başlangıçtan beri var olan ilk okyanusun altında kaybolmuştu.

Bu ilahi hazineler arasında ölümsüzlük nektarı olan amrita da vardı. İnanışa göre okyanusu çalkalamanın zorlu sürecinde devasa bir dağ sopa olarak, ilahi yılan Adishesha (ya da Hindu ve Budist dininin Kral yılanlarından biri olan Vasuki) ise çubuğun etrafındaki ip olarak kullanılmıştı.

Süt Okyanusu'ndan bir çok şey çıkmıştı ve bunların arasında devaların ilahi doktoru Dhanvantari'nin tutmakta olduğu efendi Vişnu'nun (Vishnu) bir avatarının bulunduğu bir bardaktaki amrita da vardı. Fakat bulunan amrita, tanrı karşıtları (asuralar) tarafından çalınma tehlikesi içerisindeydi, bu yüzden bir sonraki problemi önlemek için tanrılardan Brahma ve Şiva (Shiva) bile Vişnu'dan yardım istediler. (Çünkü efsanenin başında da belirttiğim gibi tanrılar ve tanrı karşıtları bu içeceği birlikte okyanustan çıkarmışlardı)

Vişnu başarılı bir şekilde asuralıların meşhur bakire kızı Mohini'nin şeklini aldıktan sonra aralarına sızarak iksiri değiştirdi ve değerli sıvıyı tanrılara geri verdi.

Böylece Amrita sadece tanrılar için güvence altına alındı. Ancak kurnaz şeytanlardan biri olan ve sonunda bir tanrı kılığına girmiş olan Rahu, Amrita'nın tadına bakmayı başarmıştı. Güneş ve ay zaman kaybetmeden Rahu'nun kafasını kesmesi yönünde Vişnu'yu uyarmışlardı ama şeytan onu ölümsüz yapmak için zaten bazı iksirleri içirmişti.

Artık çok geçti. O zamandan beri efsanelerde onun kafası olarak geçen Rahu ve bedeni Ketu Güneş ve Ay'ın en güçlü düşmanı olmuşlardı. İnanışa göre de Güneş ve Ay tutulmalarının nedeni Rahu ve Ketu'nun birbirine yaklaşarak Güneş ve Ay'ı yutmalarıydı.

MUHAMMED'İN İBRETLİK ÖLÜMÜ VE CENAZESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
din, Hz Muhammed'in kabri, Hz Muhammed'in ölümü, islamiyet, Muhammed'in ibretlik ölümü, MWG, Muhammed ölünce, Muhammedin cenazesi 3 gün yerde kaldı, Ebubekir, Hz Ömer, Hz Muhammed,

MUHAMMED'İN İBRETLİK ÖLÜMÜ VE CENAZESİ


Muhammed öldükten daha doğrusu zehirlenip öldürüldükten hemen sonra gelişen olayları kısaca anlayabilmek için Arif Tekin’in anlattıklarına bakalım:

“Muhammed vefat edince, Hz.Ali hem onun damadı, hem de amcaoğlu olduğu için, onun cenazesiyle ilgilendi. Yaygın olan görüşe göre de cenaze üç gün yerde kaldı. Peki niye? Çünkü iktidarı ele geçirmek için, halk tabiriyle halife olmak için çok ciddi çekişmeler vardı da ondan. Hele Ebubekir ile Ömer bu iktidar kavgasının merkezindeydi. Zaten Ebubekir ve Ömer'in, kızları Hafsa ve Ayşe eliyle, iktidar için Hz.Muhammed'i katlettiklerini daha önce yazdım. Ölümünden sonra artık sıra uygulamadaydı. Bu yüzden onlar iktidar derdindeydi; cenaze önemli değildi… Kaynaklarda Muhammed'in vefatı sonrasında Ömer'in ortaya çıkıp "Kim Muhammed ölmüştür diyorsa onu öldürürüm. Aslında o Allah'ın yanına çıkmış, yakında dönecektir" gibi sözler sarf ettiği anlatılıyor.

Daha sonra Ebubekir Sünh denilen Medine dışındaki ailesinin yanında iken ölüm haberini duyup gelince, hemen minber tarafına geçip konuşmaya başlar. Bu arada Ömer'e de kızıp, otur oturduğun yerde diye talimat verir ve o sırada halk huzurunda güya Ömer'i sakinleştirmek için Zümer Suresi 30.ayeti okur: "Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da." (Canız, Osmaniyye, s. 80.)
Buna karşı Ömer, Ebubekir'e, "Sen hatırlatmasaydın böyle bir ayetten haberim yoktu" diyerek adeta teşekkür eder. Besbelli ki ikisi birlikte bu senaryoyu hazırlamışlar. Yoksa niye Ebubekir kalkıp toplum içinde Ömer'e kızsın, onu sustursun; başka adam mı yoktu: Biri nalına vuruyor, diğeri mıhına. Aslında zekice düzenlenmiş bir plandır. Benzer örnekler günümüzde de var: İnsanlar faili meçhule kurban gider (ki aslında failler belli) ve aynı katiller tarafından ah-vah denilerek onların cenazeleri kaldırılır. Bu gibi taktikler Ömer ile yandaşları için daha fazla geçerli. Bir taraftan vurmak, katletmek, diğer taraftan timsah gözyaşları dökmek! Niye timsah gözyaşları? Çünkü Ömer okur-yazar ve Muhammed'in vahiy kâtiplerinden. Dolayısıyla Kuran'da olup bitenleri iyi bilmesi lazımdır. Kendisi, bilerek işi acemiliğe vurmuş; yoksa Ömer Muhammed'in ölmeyeceğini iddia edecek kadar cahil biri değildi. Bir de, Ebubekir'in ona hatırlattığı ve onun da "bunu bilmiyordum" dediği ayet dışında, -Tanrı hariç- herkesin öleceğini açıklayan ayetler Kuran'da çok. Peki, hiç mi bir tane aklına gelmedi veya hiç mi onların içerdiği anlam Ömer'in aklında kalmadı?... İktidar için Muhammed'i ortadan kaldıran bir Ömer, Muhammed için üzülür mü hiç! Herhalde kalkıp da "Ey ahali, Muhammed'i ben öldürdüm" diyecek hali yoktu! Bir de orada kılıç çekmekle farklı bir mesaj da vermek istemiş aslında. Halk Ömer'in aşırı derecede dindar olduğuna inansın diye. Çünkü onun halkla işi vardı, ileride onların başına geçecekti; kendini daha iyi takdim etmek için tabii ki böyle bir reklam onun lehine olurdu. Bir diğer önemli taktik de, böyle yapmakla aslında zaman kazanmak istiyordu. Çünkü Ebubekir'le birlikte yola çıkmıştı, beraber bir plan gerçekleştirmişlerdi ve o an için de Ebubekir hazır değildi. Medine'nin dışına, başka bir hanımının yanına gitmişti. İşte Ebubekir'in yetişmesi için aslında oyalamak istiyordu. Hele Ebubekir de gelince ona, 'geç yerine, bilmiyor musun ki Kuran'da her canlı ölümü tadacaktır diye ayet var' demesi tiyatronun başka bir parçasıydı. Gerçekten Ebubekir'le Ömer adeta tiyatro oynuyorlardı. Defalarca Muhammed'i öldürmek isteyen ve sonunda başaran Ömer'in yukarıda yazdığım sözünün hiçbir değeri yoktur. Ebubekir sabahleyin Muhammed'in ölüm haberini alınca merkebine binip geldi ve Ömer'in az önceki (sözüm ona sinirli) halini gördü ve onu yatıştırıcı bir konuşma da yaptı. Hani kurt hep sisli havayı sever, diye bir söz var; Ömer de önemli kişilerin cenazeyle uğraşmalarını fırsat bilip bir an önce işi sonuca götürmek istedi ve nitekim de başardı. Halifelik işi sağlama alındıktan sonra Ebubekir'le kendisi kabir başına döndüler; ancak o zaman da artık cenaze kaldırılmıştı ve ona yetişemezlerdi. Ali kabirle meşgul iken onlar o 2-3 günde işi bitirmişlerdi. Cenaze kefenlenirken, yıkanırken, defnedilirken ne Ömer ne de Ebubekir ortalıkta vardı. Hele ünlü Kuran yorumcusu ve tarihçi Taberi (hicri 310'da vefat etmiş) kendi tarih kitabında Ebubekir'in üç gün sonra ancak cenaze başına geldiğini yazıyor...” (Arif Tekin-Bilinmeyen Yönleriyle Hz Muhammed’in Ölümü-Yurt Kitap Yayın)

Muhammed Yakınları Tarafından Zehirlenmiş Olabilir mi?

Hadislere bakıldığında Muhammed'in hastalığının ağırlaştığı sırada ağzına sancılanan kişilere verilen bir ilacı döküyorlar. Muhammed uyandığında ağzında acı hissedince hiddetlenip yemin ediyor ve olayın içinde olmayan amcası Abbas hariç odadaki herkesin aynı ilaçtan içmesini emrediyor.
[Sahih-i Buhârî, Tıp Kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim, Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 6, s. 118, Sünen-i Tirmizi, c. 3, s. 265]

Ayşe şöyle anlatıyor:
"Rasûlullah'a (asm) ağzından ilaç vermiştik. "Bana ilaç vermeyin." diye işarette bulundu. Biz bunu, hastanın ilaçtan hoşlanmadığında yaptığı bir hareket gibi olduğunu düşündük. Ayıldığında (ilaç verdiğimizi anladı ve) şöyle buyurdu:

"Sizi bana ilaç vermekten menetmedim mi? (Bana ilaç verdiğinizde) aranız­da bulunmadığından dolayı amcam Abbas hariç hepiniz (bu) ilaçtan içeceksiniz.”
[Buhârî, Tıbb 21; Müslim, Selâm 85]

Ümmü Seleme şöyle anlatıyor:
Rahatsızlığı, ağrı dolayısıyla şiddetlendiği bir sırada hanımları, amcası Abbas, Ümmü'l-Fazl bt. Haris ve Esma bt. Umeys (r. anhum) Allah Rasûlü (asm)'nün yanında toplanmışlardı. (Tedavi için) bir ilaç verme konusunda istişare yaptılar ve baygın bir halde iken ilacı ver­diler.

Ayıldığında Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: "Bunu bana kim yaptı? Bu (eli ile Habeşistan'a doğru işaret ederek) şu taraftan gelen kadınların işidir!"

Rasülullah'a Ümmü Seleme ile Esma ilaç içirmişlerdi. Bundan dolayı dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Zâtülcenb hastalığına yaka­lanmış olmanızdan endişelendik."

Allah Rasûlü (asm): "Bana ne ilacı verdi­niz?" diye sorunca; "Ûd-i hindî, biraz vers ve birkaç damla, zeytinya­ğı." cevabını verdiler.

Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Allah beni bu hastalı­ğa bulaştırmamıştır!" buyurdu ve sonra şöyle ilave etti: "Amcam Abbas ha­riç, evde bulunanlardan aynı ilacı (ceza olarak) içmeyecek kimse kalmasın."
[Hadisi İbn Sa'd (2/235), zayıf râviler kanalıylla Vâkıdî'den aktarmıştır. Bir benzerini Abdürrezzak, Musannef 'inde (9754) Esma bt. Umeys'den sahih bir isnadla nakletmiş, Hâkim (4/202) hadise sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hafız İbn Hacer de ha­disi Abdürrezzak'tan nakletmiş ve hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 8/121]

Bu hadislere bakıldığında Muhammed'in ailem dediği çevresindeki insanlara aynı ilaçtan içmeleri için direttiğini görüyoruz. Bu bariz bir şekilde onlara güvenmediği ve zehirlenmekten korktuğunun belirtisidir fakat bazı İslami siteler buna bile "istenmediği şey ona yapıldığı için aynısını onlara uygulattırıyor" gibi kıvırmalarla işi kurtarmaya çalışıyor.

Bir de İslam kaynaklarında Muhammed'in ölümü öncesinde Veda Hutbesini yaptığı, ölmeye, Allah'a kavuşmaya hazırlanan bir peygamber olarak anlatılır. Fakat hadislere bakıldığında ölüm korkusu çeken ve çevresine güven duymayan, yaşamak isteyen biri gibi davranmaktadır.

Hadislere bakıldığında ailem dediği kişilerce zehirlenmiş olabileceği ve ölümüne yakın olan süreçte bundan şüphe duyduğu görülmektedir.

Muhammed kendi ateşi hakkında, “Bana yedi kuyudan su getirin, kullanayım da belki biraz serinlenirim; ama ateşimin düşüreceğini hiç sanmıyorum.” diyor.
[a- Buhari- Megazi, bab’ü merd-i nebi ve tıp kısmında, b- İbni Sad.Tabakat 2/367. c- Ebu davud, Sünen, Diyat kısmı no: 3913. d- A. Razzak, Musannaf, no: 19815]

Daha önce bir Yahudi kadının onu yemek sırasında etle zehirlediği bilinmektedir fakat bu olaylarla onun arasında 3 yıl gibi bir süre var. Yani bu olayların onunla bağdaştırılması imkansız çünkü 3 yıl önceki zehirli bir yemekten dolayı birdenbire ani ateş yükselmesi ve yüksek sancılar yaşaması mantıksız.

Ayrıca hadislerden görülüyor ki Muhammed evdeki herkes bana verdiğiniz ilaçtan içecek dediyse de hiçbir hadiste onların da ilacı içtiğinden bahsedilmiyor, zaten Muhammed çok rahatsız ve bu olay sonrası ölüyor. Yani muhtemelen hiçbiri onu dinleyip ona verdikleri şeyi içmedi.


Bazı Sorular Mutlaka Sorulmalıdır!

Muhammed’in çok yaşamayacağını bilen Ebubekir’in, Şehir dışındaki eşinin yanına gitmesi dikkat çekicidir. Bazı hadislerde Muhammed’in izniyle gittiği yazılıysa da, Muhammed ölüm döşeğindeyken; eşinin yanına giden, Ebubekir’in üç gün sonra dönmesi inandırıcı mı? Diyelim ki eşinin yanına gitti, bu arada Muhammed’in öldüğünü duymadı mı ki üç gün sonra gelebiliyor? Ebubekir halife olabilmek için kızı Ayşe'yi ikna edip yada ona baskı kurup Muhammed'i zehirletmiş olabilir mi? Çünkü anlaşılan o ki bilinçli bir plan uygulamaya konulmuş. Her ne kadar Ömer’le halifelikte anlaşmışlarsa da; kendisinin halife seçilmesi zor görünüyor. Çünkü ileri gelenlerin, kendisini halife seçtirmeyeceklerini bilerek; Ömer’in buna ortam hazırlamasını beklemiş. Ömer’de Ebubekir’in dönüşünü bekleyerek danışıklı dövüş yapmışlar. Başkaları ne derler bilmem, ama bu olayı ben böyle yorumluyorum.

Ali, Muhammed’in cenazesini neden üç günde hazırlayabiliyor? Cenazenin define hazırlanması bir iki saatlik bir iştir. Mezar kazılacak, cenaze yıkanıp kefenlenecek ve defnedilecek, işte hepsi bu kadar. Ayrıca O sıcak ortamda üç gün bekletilen bir cenazenin şişmesi, morarması, kokması da kaçınılmaz. Ve neden, Ali üç gün boyunca dışarıya çıkamamıştır? Neden üç gün sonra Muhammed’in cesedi kokmuş, kurtlanmaya başlamışken gece karanlığında gömülüyor? Demek ki Ali de, bir şeylerden ya da birilerinden korkmuş. Bana göre; Ali’nin korkuları çok. Birinci korkusu, Ömer’in kendisini halk içinde saf dışı etme olasılığı. İkincisi; Ömer’in kışkırtmasıyla linç edilebileceğini düşünmesidir. Üçüncüsü; Muhammed’in ölümüyle ortamın karışıklığı içine ve Ömer’in korkusuyla halifelik seçimine katılmanın son derece riskli olacağını biliyor. En önemlisi de, Muhammed’in cesedinin gündüz ve herkesin gözü önünde gömülmesinin ortalığı karıştırabileceği olasılığıdır. Bu yüzden, Ali üç gün boyunca kendisi dışarıya çıkamadığı gibi Muhammed’in cesedini de çıkaramamıştır. Ali’nin mücadele etme gücü yok. Ortaya çıkmaya korkuyor. Kendi açısından da haklıdır, karşısında Ömer gibi acımasız, çok kurnaz birisi var. Muhammed kızı, Ali’nin eşi Fatma daha cesur; daha sonra halkın önünde Ebubekir ve Ömer’e karşı sert çıkışlar yapabiliyor.

Muhammed’in eşi Ayşe, Muhammed’in ölümünü nasıl üç gün sonra duyabiliyor? Oysa Muhammed Ayşe’nin evinde ölmüştür. Genel kabule göre; öldüğü yere gömülmüştür. Neden Ayşe’nin hiçbir şeyden haberi yok?  Birçok kitap; Muhammed’in Ayşe’nin kucağında öldüğünü yazarken, Ayşe’nin her şeyden habersiz oluşu inandırıcı geliyor mu? Neden defin işine katılmıyor? Bu sorular çok önemlidir. Bu soruların açık ve net yanıtı verilebilmiş midir?

Bu sorular ister yanıtlansın, ister yanıtlanamasın ortada bir gerçek var. Muhammed’in cesedi üç gün bekletilmiş, ceset kokmuş haldeyken, bir akşam karanlığında; on üç- on beş kişinin katılımıyla toprağa verilmiştir. Üstellik toplu olarak imam eşliğinde cenaze namazı da kılınmamıştır.

Muhammed’in cenazesinin üç gün beklemesinin nedenleri ve cenaze namazı hakkında hadislere bakalım ki neler yazılmış, neler söylenilmiş?

Ayşe şöyle diyor:
"Biz cenazenin defnini, çarşamba sabahı yapılan duyurudan öğrendik: Muhammed'in cenazesi bugün gömüldü şeklinde duyuru yapıldı."
Bu hadisi aktaranlar arasında mezhep lideri var, önemli tarihçi ve Kur'an yorumcuları var; yani öyle uydurma hadis diyebileceğiniz bir söz değil.
[a- Ahmet b. Hanbel 6/62. Ayşe hadisleri. b- İbni Abdi'l Ber, Temhidö Muvatta şerhi, 24/396. c- İbni Sad, Tabakat: 2/401. Muhammed'in defni kısmında. Burada çarşamba yerine salı günü sabahı
geçiyor, d- Taberi Tarihi 1, 1. hicri yılı olayları, 3/217. e- İbni Kesir, Bidaye-Nihaye, 5/292. Hicri 11. yılı, ne zaman gömüldü konusunda. f- Beyhakı, Sünen-i Kübra, 3/403-409. g- Ibn'l Cevzi, El-Vefa bi Tarif-i Fedaili'l Mustafa. 35. bab. h- İbni Hişam, Sire 4/344.]

Aişe’den gelen diğer bir rivayette “Biz Resulullah’ın nereye defnedildiğinden haberdar değildik. Ancak kürek seslerini duyunca defnedilmekte olduğunu anladık” demektedir. (Ahmed b.Hanbel Müsned’de c6 s242 ve 274)

Ünlü İslam tarihçisi Taberi olayı; “İslamiyetle daha çok bütünleşmiş olanlardan bir bölümü (daha saf görünenler, Ali, Abbas, Evs, Usame gibileri) Peygamberin cenazesi ile meşgulken diğer bir bölümü (Ebu Bekir, Ömer, Sad b. Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrahman b. Avf, ibni Hişam gibileri) ise cesedi bırakıp Saide oğullarının çardağında (Sakiyfe) yeni halifenin kim olacağına ilişkin tartışma ve pazarlık içindeydiler” şeklinde aktarıyor.

“Resulullah’ın (s.a.v) tertemiz ve mukaddes cenazesini yıkayan Abbas, Ali b. Ebu Talib, Fazl b. Abbas ve Resulullah’ın (s.a.v) azat ettiği kölesi Salih, Hz. Peygamber’i toprağa verdiler. Sahabîler, Resulullah’ın (s.a.v) cenazesini ailesiyle baş başa bıraktılar. Hz. Peygamber’in gusül, kefen ve defin işiyle bu birkaç kişi uğraştı.” (Tabakat, İbn Sa’d, c.2, k. 2, s.70 ve buna yakın bir ifadeyle el-Bed’u ve’t-Tarih kitabında geçer; Kenzü’l-Ummal, c.4, s.54 ve 60.)

“Başka bir rivayete göre, Ali, Abbas Oğulları’ndan Fazl ve Kasım ile Resulullah’ın (s.a.a) Şekra adında azat ettiği kölesi ve bir rivayete göre de Usame b. Zeyd’le birlikte cenaze işiyle uğraştı.” (Ikdu’l-Ferid, c.3, s.61; Zehebî’nin Tarih’inde c.1, s.321, 324 ve 326’da) “Usame’ninde bulunduğu rivayet edilmiştir. Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe ve Ömer ibni Hattab Peygamber efendimizin defninde bulunmamışlardı.” (Kenz’ul Ummal c3 s140)

Bazı hadisler Muhammed’in cenaze namazını Allah’ın ve meleklerin kıldığını yazıyorlar. Yorumculara göre; Allah’ın peygamber için namaz kılamayacağını ve ancak onu anarak yücelttiğinden, meleklerin hepsinin cenaze namazı kıldıklarından söz etmekteler. Bazı yorumculara göre; peygamberin aynı zamanda imam olduğunu, imamın önünde namaz kılınamayacağı için imam eşliğinde cenaze namazının kılınmadığını anlatıyorlar. Yine bazı hadisler cenazenin üç gün bekletilmesinin nedenini Müslümanların küçük topluluklar halinde cenaze namazı kılmalarına bağlıyorlar. Yine hadislerde peygamberlerin öldükleri yere gömülmesinin gelenek olduğundan, cenazenin dışarıya çıkarılmadan Muhammed’in yatağının altına gömüldüğü ve zaten küçük odaya Müslümanların guruplar halinde gelerek cenaze namazı kıldıkları yer alıyor. Ne diyelim? Arap aklı bu kadar mı olur? Cenazeyi dışarıya çıkarıp, cenaze namazı kılmayı akıl edecek birisi yok muydu? Üç gün bekletilen cesedin kokması, kurtlanmaya başlaması doğal bir olay, bunu herkes biliyorken; şu ya da bu nedenle bekleyip gece yarısına yakın bir zamanda defin yapmak ne kadar akla uygun olur? Kararı sizler veriniz.

Ek Bilgiler (Renkli Metinler) : A.Kara

KUREYZA'DA İSLAM'IN TOPLU KIYIMI

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Kureyza, Kureyza katliamı, Beni Kureyza, Kureyza kabilesi, Hendek savaşı sonrası, Nabbaş, Muhammed'in cinayetleri, Din adına kıyımlar, Din ile kazanılan ganimetler, Kureyza kabilesi, Medine’de yaşayan üç Yahudi kabilesinden biriydi ve öteki iki kabile sürgün edilince; sıra bu kabileye geldi. Ancak Kureyza kabilesinin yalvarmaları sonuç vermedi. Gözlerini kan ve ganimet hırsı bürümüş Müslümanlar tam anlamıyla bir toplu kıyım yaptılar. Ali, ara sıra dinlenip; akşama kadar kelle kesti. Cesetler, çarşı içinde açılmış hendeğe atıldı.

Hendek Savaşı bitince Beni Kureyza kabilesinin, Mekkeliler’e destek verdiğini bahane ederek, Muhammed “Cebrail’den buyruk geldi. Müslümanlar Kureyza önünde ikindi namazı kılacağız” diyerek kaleyi kuşatır. Muhammed, Kureyza kabilesinin öne gelen kişilerinin adlarını sayarak türlü aşağılama ve hakaretlerde bulunur. Kuşatma devam ettikçe, kabile zor günler geçirip, dayanma gücünü yitirmektedir.

Kabile içinden Nabbaş Muhammed’de giderek, yalvarmaya başladı. “Kanımızı dökme. Birer deve yükü olan ihtiyaç eşyalarımızı, karılarımızla çocuklarımızı alıp gidelim. Geride kalan her şeyimiz sizin olsun.” Muhammed bu yalvarışı kabul etmeyince, Nabbaş yeniden yalvardı. “Öyleyse kanımızı bağışla. Her şeyimiz de sizin olsun. Karılarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim.” Muhammed bunu da kabul etmedi. Nabbaş geri dönüp olup bitenleri anlattı. Yahudiler çaresizlik içinde beklemekteyken, Ebu Lubabe ile görüşmek istediklerini bildirdiler. Lubabe sonradan Müslüman olup, Muhammed’in kayırmasıyla aşırı varlığa kavuşmuştu.  Lubabe gidip Yahudilere öğüt verirken bir yandan da “ sakın teslim olmayın, başlarınızı kesecek” işaretini de vermişti. Ancak onların dayanacak güçleri bitip tükenmişti ve teslim olmak zorunda kaldılar.

Teslim olanlar elleri bağlanmış, çaresizlik içinde Muhammed’in vereceği kararı bekliyorlardı. Muhammed, son karar için Sad’ı yetkilendirdi. Oysa Sad, Musevilikten dönerek Muhammed’in nimetleriyle beslenmiş rüşvet Müslüman’ıydı ve son kararını verdi! Bizim yazarken utanıp, vicdanımızı allak bullak eden; Sad’ın verdiği insanlık dışı, vicdan dışı karar: “Ben, onlar hakkında buluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim.” Ve Muhammed bu karardan dolayı Sad’a teşekkür ediyor. Kimi kaynaklara göre 400, kimi kaynaklara göre 900 Yahudi erkeğin kafaları, çocuk ve karılarının gözlerinin önünde kesiliyor.  Bu toplu kıyıma katılanlar beğendikleri kadın ve kızları üçer beşer alıp cariye yapıyorlar. Geri kalanları da köle olarak satılmaları için Şam Necid gibi yerlere gönderiliyor. Esleme şöyle diyor: “Beni Kureyza Savaşı’nda kadınlar bölüşülürken bana üç tane düştü; hepsini de sattım” Muhammed kendisine on altı güzel kadın ve kız ayırıyor. İçlerinden Reyhane’yi kendisi alıp, on beşini yakınlarına veriyor.

Bu korkunç kararın verilmesine iki dayanak gösterilir:
1) Tevrat’ın Tesniye- 20.bölümü- 10- 15 arası yazılanlar.
2) Kuran’ın Maide sûresi 33- 34 ayetleri.

Bu ayetleri okursanız vicdanınız alt üst olur, İslam’ın nasıl barışçı ve hoşgörülü bir din olup olmadığı anlaşılır! Bu ayetler için çarpıtmışlar, kesmişler, cımbızlamışlar diyenler çıkabilir. Lütfen bu ayetleri kendiniz, islam’ın kendi kaynağı Kuran’dan okuyunuz. Ayrıca “dinde zorlama yoktur” diyen de aynı Kuran’dır. (Bakara-256) “Bulduğunuz yerde öldürün” (Tevbe- 5) diyen de aynı Kuran’dır. Lütfen şu ayetleri de mutlaka okuyup, vicdanınıza uygun bir karar veriniz. Nisa-91, Bakara-191-193, Enfal-39,Tevbe- 5-29-123, Ali İmran- 90

Bu canavarlığa dayanak olan “kutsal iki kaynak” (bkz: ironi) Tevrat ve Kuran’dan iki örnek veriyoruz. Sizlerin vicdanlarına seslenebilmek ve bilgilendirmek açısından İlk örnek; Tevrat’ın Tesniye (Yasanın Tekrarı) kitabındaki 20. Bölümündeki 10 ile 15 arası anlatılanlardır.


“Bir kente saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatın. Tanrınız RAB kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız RAB'bin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz. Yakınınızdaki uluslara ait olmayan sizden çok uzak kentlerin tümüne böyle davranacaksınız. Ancak Tanrınız RAB'bin miras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız. Tanrınız RAB'bin size buyurduğu gibi, onları -Hitit, Amor, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını- tümüyle yok edeceksiniz. Öyle ki, ilahlarına taparken yaptıkları iğrençliklere uymayı size öğretemesinler, siz de Tanrınız RAB'be karşı günah işlemeyesiniz. Bir kentle savaşırken, kenti ele geçirmek için kuşatma uzun sürerse, ağaçlarına balta vurup yok etmeyeceksiniz. Ağaçların ürünlerini yiyebilirsiniz, ama onları kesmeyeceksiniz. Çünkü kırdaki ağaçlar insan değil ki kuşatma altına alasınız. Yalnız ürün vermediğini bildiğiniz ağaçları kesip yok edebilirsiniz. Sizinle savaşan kenti ele geçirene dek kesilen ağaçları kuşatma işinde kullanabilirsiniz."

İkinci örnek; Kuran’dan Maide sûresi 33 ve 34. Ayetleridir. “33 - Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır. 34 - Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tövbe edenler başka. Bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”

Sonuç; İnanç adına, vahşi toplu kıyımlarla kazanılan ganimetler!  Muhammed uydurması Kuran’ın farz kıldığı kutsal savaş- cihat için akıtılan kan. Aynı Kuran’ın meşrulaştırdığı ganimet mallar, mülkler. Köle olarak alınıp satılan kadın- kız ve çocuklar. Ve kendi dilleriyle Kuran’ı okumayı akıl etmekten üşenip; gerçeklerden haberi olmayan milyonlarca Müslüman. Müslümanlar kendi dilleriyle ve anlayarak okumuş olsalardı bütün bu gerçekleri okuyup inceleselerdi yine Müslüman olup, Müslüman kalabilirler miydi? Bilmiyoruz ve de hiç merak etmiyoruz. Çünkü cahil Müslüman’ın vicdanı, din adamlarının elinde tutsaktır. Kim neye inanırsa inansın bize ne? Karar yine okuyucularımızındır.

Bu anlatılanlardan Kuşkuya düşenler ya da inanmak istemeyenler için verdiğimiz kaynaklara bakıp inceleyebilirler.

Son olarak bir hadisle konuyu kapatıyoruz. “Ebû Hüreyre’den rivayet: “Resulü Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (galip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”  Bu hadisten de anlaşılabileceği gibi Müslümanlar arasında Yahudi düşmanlığı hiç bitmeyecek.

Kaynaklar: Sîre, 3: 251; Tabakât, 3: 426; Taberî, 3: 56. Vakıdi, Meğazi, 2/512-517 Vakıdi, Meğazi, 2/250 Sîre, 684-700/II, 233-54. Taberi, Ahzap Tefsiri, ayet 26-27 Müslim, Fiten, 82.

İLK CİNAYET, ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Adem'in oğulları, din, Habil, Habil ile Kabil, İbn-i Haldun, İlk cinayet, MWG, Özel mülkiyet, Özel mülkiyetin doğuşu, Yeryüzünde ilk kavga, İLK CİNAYET, ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU
Yeryüzünde ilk kavga ya da ilk cinayet kabul edilen bu olay üzerine çok şeyler yazıldı, halen de yazılıyor. Bu olay Kur'an ve Tevrat’ta yer aldığı gibi pek çok din kitabına da girmiştir. Pek çok kitap ve çeşitli Kur'an tefsirlerinde bu konu ince ayrıntılarıyla anlatılır.

Anlatılanlara bakıldığında, cinayetin nedeni; Kabil eş olarak kendisine ayrılan kız kardeşiyle evliliğe razı olmayıp, Habil’in hakkı olan kız kardeşiyle evlenmek istemesidir. Âdem, oğulları arasındaki bu anlaşmazlığı çözmek için oğullarının tanrıya birer kurban sunmalarını ister. Hangisinin kurbanı kabul olursa onun dileğinin yerine getirileceğini söyler. Kabil’in kurbanı kabul edilmeyince kardeşini öldürür. Görünen ilk neden budur. Kaynak kabul edilen kitaplarda olayın gelişmesi böyle anlatılıyor. Bunun dışında, asıl neden; Kabil’in kişisel mülkiyet edinme ve erişebileceği topraklara sınır koymak istemesidir. Kimi toplumbilimcilere göre özel mülkiyeti başlatan Kabil’dir. Kabil’in sınırsız toprakları sınırlarla çevirerek sahiplenmesi, özel mülkiyetin başlangıcına daha sonra da kölelik ve ezen- ezilen sınıfların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Kuran’da geçen ilgili ayetlere göre, yeryüzünde ilk ölen insan Habil’dir. Çünkü Kabil, Habil’in cesedini ne yapacağını bilmiyor. Bir karganın toprağa leş gömdüğünü görerek, kardeşinin cesedini toprağa gömüyor. Demek ki o güne kadar hiç ölen, ölüp de toprağa gömülen olmamış.

Kutsal kitaplara göre; cinayetle sonuçlanan bu kavga, insanlığın ilk kavgası, ilk adam öldürülmesidir. Ayrıca Kabil, babası Âdem, annesi Havva’dan sonra yeryüzünde ilk suç işleyen insandır.


ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU
Kabil- Habil öyküsünde olduğu gibi;  özel mülkiyetin başlamasıyla kölelerle, ezen ezilenler ortaya çıktı. İnsanların yeryüzünde yurt tuttukları ve sahip oldukları topraklar, mülkler her yerde vardır. Her insan topluluğu ulaşabileceği her yere sınır koyarak sahiplenmiştir. Ancak insan her zaman insanlığını koruyamadığı için sınır kavgaları, köleler ve ezen ezilenler ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde konuşabilen, düşünebilen, yapabilen ilk insan ortaya çıktığından bu yana, insanlar hiç rahat durmadılar. Hiçbir zaman, hiçbir yerde sürekli erinç bulunamadı, toplumsal barışı da sağlayamadılar. İnsanlar mal mülk kavgaları, çıkar kavgaları, üstünlük kavgaları gibi kavgalarla kendilerinden geçip insanlıklarını unuttular ve hâlâ da böyledir. Her insanın içinde bir sahiplenme isteği yatar. Bu isteği bastırabilirseniz insan olarak kalırsınız. Bu istek bastırılmazsa işte o zaman insanlıktan çıkıp, her kötülüğü yapmaya hazır olursunuz. Toplumlar da böyledir. Kutsal kitapların yazdığı Kabil Habil kavgası işte bu sahiplenme isteğinin neden olduğu bir kavgadır. Bütün kötülüklerin, kavgaların, savaşların ana nedeni de insanın bu sahiplenme isteğidir. Bu her zaman ve her yerde böyledir. İnsanlar gördükleri beğendikleri her şeyi ele geçirmek, sahiplenmek istemişlerdir. Ha özel mülkiyet, ha devlet mülkiyeti, ha vatan toprağı; bunların hepsi aynıdır. Aralarında ufak tefek farklılıklar olsa da, temelde hepsi aynı sahiplenme isteğinin sonuçlarıdır. Yeryüzü ölçemeyeceğimiz kadar büyüklükte topraklara sahip. Ortada sınırlar ya da devletler falan yokken, herkes istediği yerde istediği şekilde barış içinde yaşayabilecek bir durumdayken bile insanoğlu sahiplenme isteğini yenemedi. İnsanlar, birbirleriyle bir şeyleri paylaşmak istemediler. Çünkü herkes, her şey benim olsun isteğiyle hareket etti. O günden bu güne ne kadar zaman geçtiğini bilen yok. Aradan geçen onca zamandan sonra, sahiplenme isteği hâlen devam ediyor.

Başlangıçta; sınır, sınıf, sömürü, savaş, sindirme, saldırma ve haklara tecavüz yoktu. Çünkü özel mülkiyet yoktu. Milyarlarca dönüm toprağa sahip yeryüzünde, insanların yararlanabileceği her şeyi; toprağı, suyu herkes kullanıyordu. Her şeyden herkes yararlanıyordu. Kabil nefsine uyarak, görebildiği bütün her şeye sahiplenmek istedi. Herkesin yararlandığı topraklar üzerine sınır koydu, çit çekti. Her yere sahiplendi. Bundan böyle sınır çekilen yerlerden başkalarının yararlanması yasaklandı. Buna karşı çıkanlar; zulüm gördü, dayak yedi, korkutuldu ve sindirildi. Kendisine karşı çıkanların lideri olan kardeşi Habil'i öldürerek son noktayı koydu. Sahiplendiği yerleri korutmak için bekçiler tuttu. Bu bekçiler sonradan orduya dönüştüler. Kabil'in sahiplendiği yerlerin gelirini giderini ve bu sahiplenmeyi meşrulaştırmak için, Kabil birilerine yetki verdi, güçlü birilerini kendine vekil yaptı. Böylece devlet dediğimiz; özel mülkiyeti ve Kabil gibileri koruma ve baskı örgütü ortaya çıkmış oldu.

Özel mülkiyet; önce para ve mülk birikimini, arkasından da Ortaçağ derebeyliğini getirdi. Derebeyleri her türlü güce sahip olduklarından, kendilerinden çok güçsüz insanları köleleştirdiler. Böylece, özel mülkiyet ile ortaya ezen ve ezilenler sınıfı çıktı. Zaman içerisinde bu derebeylerine başkaldırmaya kalkan köleler ya da ezilenler sınıfı, derebeyleri rahatsız etmeye başladılar. Çözüm olarak; derebeyleri kendi çıkarları için birleşip ezilen sınıfa karşı örgütlendiler. Bu örgüt, daha sonraları ezilenlere göstermelik bazı haklar vererek; ezilenlerin ayaklanmalarını önlemiştir. Binlerce dönüm araziye sahiplenen derebeyleri, ezilen sınıfa birer ikişer dönüm toprak ya da üçer beşer hayvan vererek onları aldattılar. Oysa derebeylerin eline geçen mülkiyetin gerçek sahipleri zaten o toplumundu. Özel mülkiyet edindiğini sanan ezilenler, edindikleri bu mülkiyeti canlarından daha çok korumaya çalışmışlarsa da bunu beceremediler. Çünkü güçleri yoktu, bilgileri sınırlıydı. Öyleyse özel mülkiyetlerini nasıl koruyacaklar? Kendi güçleri yok. O zaman derebeylerine gidip sizin özel mülkiyetlerinizin yanında bizimkileri de koruyun dediler. Hatta bizi koruyun ürünümüzün belli bir payını, kazandığımızın bir kısmını size verelim dediler ve bu konuda anlaştılar. Kendilerini koruma karşılığı derebeylerin örgütüne verilen bu paylar, sonraki zamanlarda devletin vatandaştan aldığı vergilere dönüştü. Bu durum tavukla ineğin sucuklu omlet yapma öyküsüne benzer.


Tavukla inek başıboş dolaşırlarken canları sıkılmış. Tavuk, ineğe bir ortaklık teklif etmiş. “İnek arkadaş, ikimiz bir iş birliği yaparsak çok kazançlı oluruz.” İnek sormuş; ne yapacağız? Tavuk yanıtlamış sucuklu omlet yapacağız, yumurta benden sucuk senden. İneğin bu işe aklı yatmış; Adı üstünde inek ya! Ertesi gün tavuk kanadının altına bir yumurta sıkıştırıp kasapla birlikte ineğin yanına gelmiş. İnek arkadaş, ben yumurtamı getirdim sen de sucukluk eti ver de işe başlayalım demiş. Ne yapsın inek? Başını kasabın bıçağına uzatmaktan başka ne yapabilir? Öyle de yapmış. Öykü budur. Bu öykü ezilenlerle ezenlerin, yani kendisilerini vatandaş olduk sananlarla; kendilerini devlet olduk sanan derebeylerin ilişkilerine benzemiyor mu? Yani ezilen kendi eliyle kendisini ezene sığınarak, kendi alınyazısını kendisi yazmış oldu. İşte liberal- kapitalist devlet dediğimiz kurum, bu örgütlenmeden başka bir şey değildir…

İbni Haldun, günümüzden beş yüz yıl kadar önce yaşamış Tunuslu bir aydındır. Yeryüzündeki çoğu ülkeleri dolaşıp, her ülkenin ekonomik ve siyasi yapısını falan incelemiştir. Uzun yıllar süren bu inceleme gezilerinden sonra, oturup ünlü kitabını yazmıştır. Bu kitapta yazılanlar ezen ezilen ikilisiyle yaşamaya alışmış olan Arapların ve daha pek çok ülkenin işine gelmediğinden bunlar İbni Haldun’u sevmezler.

İbni Haldun halk tabakalarını üçe ayırır. Dördüncü tabaka yöneticiler tabakasıdır. Bu dördüncü tabaka, devlet dediğimiz örgüttür. İlk tabaka üreticidir. Tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Emek harcar. Ürün fazlasını tüccarlara satarak, tüccarlar tarafından sömürülür. En zor yaşayan ve en altta olan halk tabakası bunlardır. İkinci tabaka, imalatçı ve zanaatkârlardır. Bunlar da bir tür üreticidirler. Emek harcarlar. İmal ettikleri ticaret mallarını tüccarlara satarlar. Bu tabakadakiler de, tüccarlar tarafından sömürülür. Üçüncü tabaka tüccarlardır. Bunlar üretim yapmazlar, emek çekmeden kazanç sağlarlar. Üretici ve imalatçı zanaatkârların emeklerini kazanca dönüştürürler. Devletle iyi geçinirler. Bazı durumlarda devletin koruma ve desteğini de alırlar. Yöneticiler, yani devlet ise; hiçbir üretim yapmaz ama her üç tabakadan vergi alır. Bu tabakaların içinde en asalağı devlettir ve her üç sınıftan da vergi alır. Bu devlet; kendi örgütüne yakın olan tüccarları, iş adamlarını, bankerleri, tefecileri falan korur. Yani devlet, özel mülkiyeti olanın ve sayıları azınlıkta olan birilerinin servet ve mülklerini koruma görevini üstlenmiş olur. Devletin işine gelmezse bu azınlık kesimi de ortadan silebilir. Ya da azınlık kesim devletin başındakileri beğenmediklerinde- işlerine gelmediğinde- yeni birilerini bulup yönetici yapabilir. Devlet, belirli sayıdaki kişilerin korumalığını yapıyorsa ve de asalaksa; böyle bir örgütün hiç gereği yoktur. Herkes, kendi kendini yönetebilir. Böylece hiç kimse bir başkasının sırtından kazanç sağlayamaz. Üç aşağı beş yukarı bütün devletler böyledir…

İbni Haldun böyle düşünerek hem çağını hem çağlar sonrasını etkilemiştir. Ama ne yazık ki; kalburüstü sınıfı kendi çıkarları için koruyan devlet dediğimiz yöneticilerle, siyasi dinci ruhaniler bütün güçleriyle bu tür düşüncelere karşı çıkmışlardır. Bu çatışma yüz yıllardan beri sürüp geliyor, belki bir yüzyıl daha sürecek.

BEDİR'DE KERVAN BASKINI VE GANİMETLERİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Ali İmran 161, Bedir ganimetleri, Bedir kervan baskını, Bir kese altın, din, Ebu Sufyan kervanına baskın, islamiyet, Muhammed'in alışveriş yasakları, Müslümanların kervan baskınları, MWG,

Bedir Savaşı Müslümanların ilk zaferi diye anlatılsa da, savaşan Müslümanlar “Bedrin aslanları” diyerek övülseler de, sonuç olarak bir kervan baskının büyümesidir.

Bu savaşın nedenleri değişik kaynaklarda farklı şekillerde anlatılır. Bu kaynakların hemen hepsi, Müslümanların yaptığı yolsuzluğu kutsal savaş kılıfına uydurarak durum kurtarmaya çalışırlar. Oysa asıl neden kazanç kaygıları ve ganimettir.

Muhammed’in Mekkelilerle alış verişe yasak getirmesi, Müslümanların sıkça yol kesip yağma yapmaları Mekkeli tüccarların, kendisi de tüccar olan Ebu Sufyan’ın işlerini bozmuştu. Ebu Sufyan halkı toplayarak; Medineli Müslümanların güçlendiğini, kervan yollarının emniyetsiz olduğunu, daha da güçlenirlerse Mekke halkını kılıçtan geçirip her şeylerini ellerinden alacaklarını anlattı. Çözüm olarak; halkın elindeki para ve satılabilecek malları bir araya getirilerek bir kervan hazırlayıp alış verişe gidilirse ve kazancıyla yeni, silahlar zırhlar alınırsa Müslümanların önünü kesebileceklerini önerdi. Bu öneri kabul edildi ve kervan hazırlığı başladı. Bu hazırlığı duyan Muhammed, “Bu kervanın malları, sizlerin Mekke’de bıraktığınız mallardır. Mekkeliler mallarınızı yağmaladı şimdi de satacaklar” diyerek göç etmiş olan Müslümanları kışkırttı. Zaten yoksul olan Müslümanlar bu kışkırtmaya fazla önem vermedilerse de; Muhammed’in getirdiği ayetler ve zorlamalar karşısında savaşmayı kabul ettiler. Çünkü Müslümanlar yokluk içindeydiler, Mekke’den göç edenlerin çoğu garibanlardı, Geçim sıkıntısı çekiyorlardı ve umutları böyle kervan soymalara bağlıydı. Üstelik Muhammed’in zorlaması ve ayetler de vardı. Dahası; ayetler bu işi helal ve meşru yaparak savaşı farz kılıyordu.

Müslümanlar 300 kişilik bir savaşçıyla yola çıktılar. Ebu Sufyan bunu duyarak kervanın yolunu değiştirdi, Mekkelilere de haber ulaştırdı. Mekkelilerde bir ordu hazırlayarak yola çıktılar. İki tarafın savaşçıları Bedir’de karşılaşıp kıran kırana savaşa girdiler. 70 Mekkeli öldürülüp cesetleri kuyuya atıldı. Kervanın da peşine düşülüp yağma yapıldı. Böylece Muhammed ve Müslümanlar yüklü bir ganimete kavuşmuş oldular.

Bu kanlı savaşın daha doğru kervan baskının ilginç bir yönü daha vardır. Muhammed icadı ayetlerin kışkırtması ve ganimet hırsı Medine Müslümanlarının gözünü öyle bürümüştü ki; bu çatışmada hısım akraba, baba oğul, emmi dayı gözetilmeksizin birbirlerinin canına kıydılar. Ömer, öz dayısını öldürdükten sonra; dayısının oğluna dönerek “babanı öldürdüğüm için senden özür dilemem” deyince, babası öldürülen genç yani Ömer’in dayıoğlu şöyle dedi:”Hak yolunda olmadığı için öldürmüşsün, buna ne diyebilirim?”  Bu ne gözü dönmüşlük, bu ne vahşet? Bu nasıl ayet ki baba dayı tanımadan öldürün diyor? Muhammed’in amcası Hamza, en yakını olan iki kardeş tarafından vuruldu. Ebubekir ile oğlu Abdurrahman hem Bedir’de, hem Uhut da karşı saflarda savaştılar. İcat ayetlerle can ciğer hısım- akraba, baba oğul birbirlerine nasıl düşman edilir? Bu ayetleri yazanda -din iman şöyle dursun- hiç mi vicdan yok? Adına kutsal savaş denilen bu kan dökmelerin ganimet için olduğu nasıl gizlenebilir? Muhammed tarafından cennetle müjdelenmiş olanlardan Ebu Ubeyde Amir b. Cerrah, Allah’ın rızasını kazanmak için babası Abdullah b. Cerrah'ı öldürdü. Mus’sab b. Zübeyir, kendi öz kardeşi olan Ubeyd’i bile öldürmekten çekinmedi. 7. Yüzyıldan 21. Yüzyıla kadar o kadar zaman geçti ve hâlâ en yakınlarını gözünü kırpmadan öldürebilecek çok kişi var. Kuran ayetleri bir yandan “bir kişi öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir” derken, bir yandan da “öldürün” diyor. Siyasi dincilerin, en iyi malzemesi adam öldürmektir. Halen Müslümanları adam öldürmeye kışkırtanların sayısı az değil.


"Allah’a ve ahret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soyundan olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." ( Mücadele Suresi- 22) Böylesine şiddete yönelik ve cennet vaat eden ayet olursa; elbette ki hısım akraba tanımadan adam öldürebilenler eksik olmaz!

BEDİR GANİMETLERİ
Savaşa katılanlar ganimetin hemen paylaşılmasını istiyorlardı. Paylaşım yapılırken, bazıları ganimetin eşit paylaşılmasını isteyerek itiraz ettiler. Hemen ayetler imdada yetişti. “Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah’a ve resulüne aittir. Onun için siz gerçekten müminlerseniz Allah’tan korkun da birbirinizle aranızı düzeltin, Allah’a ve resulüne itaat edin!” ( Enfâl- 1) Yine itiraz edilince, surenin devamı da gelerek adalet sağlandı! “Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da Peygamber’e ve O’na yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah’a inanmışsanız ve hak ile bâtılı ayıran o gün, iki ordunun karşılaştığı o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz ayetlere iman etmişseniz, bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki Allah, her şeye kadirdir.” ( Enfâl, 41)

İşte Müslümanların kazandıkları kutsal savaşın, ilk kutsal zaferi diye anlatılan Bedir savaşının aslı –astarı budur.

BİR KESE ALTIN VE BİR TOP KIRMIZI KADİFE
Ganimetler paylaşılırken bir kese altınla bir top kırmızı kadifenin kaybolduğu görüldü. Orada bulunanlar Muhammed’i suçladılar ve yardımına yine ayetler yetişti:
Ali İmran 161. "Bir peygamber için emanete hıyanet olur şey değildir. Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa, aşırdığını kıyamet günü boynuna yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar da haksızlığa uğramamış olurlar."

Konuyla ilgili bir hadis:
Abbas şöyle dedi: "Ali İmran Suresi 161.ayeti peygamberin yasa dışı şekilde ganimetin bir parçasını alması hakkında değildir. Ayet, Bedir ganimetlerinden kaybolan kırmızı bir elbise hakkında açığa çıkarılmıştı. Bazıları şöyle dedi: Belki de Allah'ın elçisi aldı. Bu yüzden kutsanmış ve en yüce olan Allah bu ayet ile peygamberin yasa dışı bir şekilde ganimetin bir parçasını almadığını açıkladı"
[Jami` at-Tirmidhi, English reference: Vol. 5, Book 44, Hadith 3009, Arabic reference: Book 47, Hadith 3280]

Muhammed’in üstüne biraz daha gidilince; "Bende bir kese altın vardı, unuttum. Gidip getireyim" diyerek eve gider ve eşine altınları sorar. Eşi de altınları yoksullara dağıttığını söyler. Hadi altınlar yoksullara gitti diyelim ya bir top kırmızı kadife kumaş nerede?

Bazı Kur'an yorumcuları bu olayın Uhut savaşı sırasında olduğunu yazarlar. Bazı kaynaklarda bir kese altın, bir kâse altın olarak da geçer. Birçok tefsir ve hadis kitabında da bu olay ayrıntılı olarak anlatılır.

Kaynaklar:
Ebu Davut-Cihat. Tirmizi ve İbni Kesir tefsirleri.
İbni Hişam-Sîre.
Vahidi-Esbabı Nuzul-sayfa: 96,
İbni Abbas ve Buhari vd.
Tirmizi cilt 5, kitap 44, hadis 3009