HABERLER
Dini Haber

KADIN NEDEN KAPANIR?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, Tesettür, Kadın neden kapanır?, İslam'da örtünme, Kadın neden kapanıyor?, İslam'da erkek egemenliği, Kadının kapanması, Tesettür neden var?,
KADIN NEDEN KAPANIR?

Kıyafet özgürlüğüne saygı duyan birisiyim. Bir kadın istediğinde kolsuz bir bluz ve kısa bir şortla gezebilmeli iken bir kadın da istediğinde tesettürlü olarak gezebilmeli. Eğer bir kadın kendi özgür iradesi ile isteyerek tesettüre giriyor ve bu durumdan içsel olarak hoşnut oluyorsa buna diyecek hiçbir sözüm yok, saygım var. Fakat bir çok kız çocuğu, dini nedenlerle aile baskısı sonucu erken yaşta kapanmaya zorlanılıyorsa,  genç kızların bir kısmının ailesi  “artık evlilik çağına geldin, kapanman gerek” diyorsa ve bunu dini bir sebebe bağlıyorsa ve yetişkin kadınlarımızın yine  bir kısmı, içinden geldiği  için değil “Allah böyle istemiş, kesin olarak kapanmamızı emrediyor. Öte âlemde bu yüzden yanmak istemiyorum” düşüncesi ile dini olarak kendilerini kapanmak zorunda hissediyorlar ise bir kadın ve bir insan olarak bu konuyu mantıklı bir şekilde değerlendirip eleştirme hakkına sahibim diye düşünüyorum.  Tesettüre karşı bir önyargım olmadığı  gibi  arkadaşlarımın çoğunluğunun da tesettürlü olduğunu belirterek başlamak istiyorum.

İslâm dininde kadın neden kapanır? Ya da Allah, Müslüman kadınlara neden kapanmayı emretmiştir? Şeklinde bir soru sorulduğu zaman Müslüman kesim tarafından ya da İslâm yorumcuları tarafından nasıl bir izahat ve yorum getiriliyor hemen paylaşayım. Aşağıda paylaştığım bilgi, İslâmî sitelerden birinden alıntı olsa da genel olarak hepsinin açıklaması ve  görüşü aynıdır.
İslâmiyet’ten önce Araplarda örtünme adeti yoktu. Kadına saygı gösterilmez, kadınlar da erkeklerden sakınmazlardı. Başörtülerini enselerine bağlar veya geriye doğru bırakırlardı. Yakaları önden açılır, boyunları ve gerdanlıkları ortaya çıkar, süsleri gözükürdü. Erkeklerin ilgisini çekmek için süslenen, açık saçık kıyafetler giyinen, bakışlarıyla ilgi toplamaya çalışan düşük ahlaklı kadınlar da vardı.

Örtünme ile ilgili emirler Ahzab Suresi ile Nur Suresi’ndedir. Her iki surenin de Medine-i Münevvere’de indiği hususunda tam bir görüş birliği vardır. …Kadınlar Medine-i Münevvere’de de günahkâr erkekler tarafından rahatsız ediliyorlardı. Durum Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e şikayet edilince Ahzab Suresi’nin 59. ayeti nazil oldu. ((el-Kurtubî, a.g.e., C.XIII, s.243 (Ahzab 59).))

“Ey Nebî; eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, cilbablarını üzerlerine sıkıca örtünsünler. Böylesi onların (iffetli olarak) tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için daha elverişlidir.”

Cilbab, kadınların evlerinden çıkarken üstlerine aldıkları, başörtüsünden büyük bir örtü ya da büyük bir başörtüdür.

Bazı kadınlar cilbabı  başları üzerine, bazıları da omuzlarına atar lar. İki ucu bir biri üzerine sıkıca örtülmezse kadının saçları, boynu ve gerdanlığı gözükür ve erkeklerin bakışlarını üze rine çeker. Kimi kötü niyetli erkekler de bundan umutlanarak böyle kadınların arkasına düşer, onları rahatsız eder ve töhmet altında bırakırlar.

Kadınlar cilbabını, başını kapayacak şekilde alır ve uçlarını bir biri üzerine getirerek sıkıca örtünürse bu, onların iffetli ve ahlâklı olduğunun bir işareti olur ve rahatsız edilmekten kurtulurlar.”

İslâm dinindeki  yani aslında Kur’an’daki uygulamaların bir çoğu,  İslâm Peygamberinin hayatta olduğu dönem içinde, kendisinin yaşadığı çevrede yani Cahiliye dönemini de içeren 1400 yıl evvel yaşayan ve dünya ile çok fazla bir bağlantıları olmayan çöl Araplarının(aynı zamanda dünyanın en cahil insanları olarak addedilirler)  yaşadığı bölgedeki sorunlara, geleneksel çıkmazlara  yönelik bir çözüm olarak yazılmıştır.

Kur’an’ın içerdiği ayetlerdeki emir ve yasaklar irdelenirken Peygamber dönemindeki  yani Peygamberin yaşadığı coğrafya ve o coğrafya insanının, geleneklerinin içinde bulunduğu sorunların nasıl halledildiği, bazı ayetlerin o dönem ve o bölgedeki hangi sorunlar ya da problemler üzere gönderildiği sık sık tarihi kaynaklarla ve hadislerle açıklanmaya çalışılır.


Kadınların kapanma gerekçesi olarak yazılan alıntı paragrafta anlaşılması gereken durum çok açık ve nettir. O dönemin Arap yaşantısında  etraftaki erkeklerin ilgisini kendi üzerine çekmeye çalışan ve orasını burasını açan düşük ahlâklı kadınlar var ve bu kadınlar giyimleri kuşamları, hal ve hareketleri ile kendilerini gören erkeklerin cinsel güdülerini harekete geçirip günaha teşvik ediyorlar.  Yazıdan anladığımız kadarıyla bu niyetteki kadınların sayısı fazlaca. Bir de niyeti,  erkekleri cezp etmek olmayan kadınlar var. Bu kadınlar da ziynet yerleri açıkta olduğu için kötü niyetli ve ahlâksız erkekler bu kadınları rahatsız eder ve tacize yeltenirler. İşte bu sebeplerden dolayı, kadınların kapanması ile ilgili ayetler gönderiliyor ki bu,  Araplar arasındaki kötü niyetli ahlâksız erkekler, ziynet yerlerini kapatan kadınlarla ilgili umuda  kapılmazlar ve bu kadınları rahatsız etmezler. Aynı zamanda başlarını örten ve Kur’an’a uygun olarak örtünen kadınların daha iffetli olacağına dair de bir açıklamada bulunulmuş. Zaten İslâm dinindeki genel kapanma usulünün algılanması da bu şekildedir.

Bu açıklamalarla  birlikte ortaya bazı sorular çıkıyor. O soruları sıralamak istiyorum.
  1. Dünyadaki bütün insanların Müslüman olması beklenen ve kıyamete kadar bütün insanlığa  gönderildiğine inanılan Kur’an, evrensel midir, her devre, her topluma ve her kültüre hitap eder mi?
  2. Modern  ülkelerdeki kadınlar, boyunları, bacakları, kolları görünüyor diye etraftaki erkeklerden yani çevrelerindeki kendilerini gören erkeklerden sürekli taciz mi görüyorlar?
  3. Bu gün bir kadın dünyanın hangi rejim ya da hangi din ile yönetilen ülkelerine boynu, kolları ve bacakları açık bir vaziyette gitse  tacize ve tecavüze uğrama riski en fazladır?
  4. Bir kadının taciz edilmesini, tecavüze uğramasını, kapalı bir giyim gerçekten engeller mi?
  5. Yoğun müşterisi olan bir halk otobüsünde, tesettürlü olmasına rağmen, kötü ve ahlâksız zihniyetler tarafından otobüsün içinde parmaklanan kaç kadın, kaç genç kız var, bu konuda bir bilginiz var mı? Ya da  üzerindeki onca kat kat kıyafetine ve kapalı giysisine rağmen parmaklanma iğrençliğine maruz kalıp da bunu dile getirmeye utanan kaç tesettürlü kadın var biliyor musunuz?
  6. Hac döneminde Kâbe’yi ziyarete gittiğinde kapanmaktan başka çaresi olmadığı halde o her tarafı kapalı kıyafeti ile birlikte bir kadının oradaki bir Arap erkeği tarafından veya taksi şoförü tarafından kaçırılmamak için ne kadar önlem alması gerektiğini biliyor musunuz? Yani bir kadının, erkeklerin şehevi arzusunu uyandırmaması için kapanması, hac topraklarında bile  etkili  olabiliyor mu?
  7. Kadınlara göz diken kötü niyetli erkeklerin, bir kadına tecavüz etmek için bu kadınların tesettürlü ya da tesettürsüz olanlarını seçtikleri gibi bir araştırma sonucu var mı elinizde?
  8. Etrafında sadece çarşaflarla, burgalarla ya da benzeri kapalı kıyafetlerle gezen kadınların bulunduğu bölgede yaşayan bir erkeği, modern kıyafetli kadınların bulunduğu bir çevreye götürdüğünüz zaman o erkek nasıl tepki göstertir?
  9. Ülkemizdeki kolları, boyunları, gerdanlıkları ve bacakları görünerek gezen kadınların çoğunluğu ahlâksız ya da iffetsiz kadınlar mı? İslâm’a göre bu durum iffetsizlik olarak görülse bile bizim ülkemizin bazı kesim insanları için bu modern giyim tarzına sahip kadınlar o bölge insanlarımız tarafından  iffetsiz olarak görülüyor mu?
  10. Ülkemizde bir aile düşünün. Bu ailedeki karı koca ve çocuklar, deniz kenarına yani sahile tatil yapmaya gidiyorlar. Kadın, kocası ve çocukları mayolarını giyip yüzüyorlar, güneşleniyorlar sonra da sahil kenarında bu kıyafetlerle biraz yürüyüş yapıyorlar. Bu ailenin kadını için ahlâksız diyebilir misiniz ya da iffetsiz? Bu adamın karısına orada tacizde bulunmaya kim cesaret edebilir? Anında linç edilmez mi? Peki linç etmek için tacizcinin üzerine atlayan insanlarımız ahlâkı ve iffeti düşük insanlarımız mıdır? Ya da mayolu bu hanımı taciz edenin üstüne atlayan erkeklerimiz,  orada yarı çıplak olarak gezinen kadınların kızların sırf yarı çıplak geziyorlar diye onların taciz edilmesinin  gerektiğini düşünen ve bu şekilde hisseden zihniyette kişiler midir?
  11. Kapanmak ile ilgili ayetlerin yukarıdaki açıklama kısmı esasen Arap geleneklerinin,  kadını ve kadının kapanmasını yorumlama şekli midir yoksa mantıksal bir akıl yürütme ile alakası var mıdır? Mantıksal bir akıl yürütme şekli varsa yukarıdaki soruları cevaplarken bu mantığı kullanıp cevaplandırabilirsiniz. Eğer bu ayetlerin Arapların gelenekleri ile alakası varsa bizim geleneklerimizle Arapların gelenekleri ne alaka? Eğer Kur’an ayetleri Arap geleneklerine göre indirilmişse bizim kültürümüze ait ayetler nerededir? Eğer Kur’an, bizim Arap geleneklerini  yaşamamızı ve bizi Araplaştırmak  istiyorsa  ORADA DURUN ARTIK!
  12. Dikkat ederseniz bu başörtüsü ile ilgili mevzuların en derin sebepleri Hz  Muhammed’in yaşadığı zaman, coğrafya ve bölgede cereyan eden olaylarla şekillenmiştir. Bu olaylar ve nedenler karşısında alınan dini tedbirleri,  bir kural ve dini bir emir ve yükümlülük olarak kabul edip, bütün zamanlara, coğrafyalara, bölgelere ve milletlere yaymak düşüncesinin mantığı nedir?
Özellikle denizin ve sıcak iklimin  olduğu turistik bölgelerde  çalışan insanlar ve o bölgelerin yerli halkı, genel olarak yaz mevsimine uygun bir şekilde kısa kıyafetlerle dolaşan hanımlara yiyecekmiş gibi bakmazlar, hatta gözleri bu duruma alışmıştır ve normal kabul ederler fakat bu tür bölgelere başka yerlerden gelen insanlar için bu durum garip bir hal alabilir. Mesela, çarşaflı kadınların arasında yaşamış olan Suriyeli bazı erkeklerin ülkemize geldikten sonra mayolu ve bikinili kadınları görüp taciz etmeleri gibidir ki bunun adına görgüsüzlük, hayvanlık ya da hanzoluk diyebilirsiniz. Adam hiç görmemiş ki modern giyim tarzını. Ne demiş Atalarımız “Görmemişin oğlu olmuş,  çekmiş  çükünü  koparmış”.

Dünyanın bir çok bölgesinde, ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de başı açık ve son derece modern görünümlü olan ve aynı zamanda da iffetli olan bir sürü kadın vardır fakat İslâm’ın kadına bakış açısında, başörtüsü, kadının iffetinin göstergelerinden birisi olarak kabul görür. Aslında mantıken bunu düşündüğünüz zaman bir kadının başını da örtecek kadar örtülere bürünmesinin iffet olarak görülmesinin tek nedeni, yaşadığı bölgenin insanlarının  genel inancı ve bu konu hakkındaki ortak kabul görmüş düşüncesidir.  Bunu daha anlaşılır hale getirmek için şöyle yapalım. Eğer bir kadının tacize uğramasını gerekli kılan etmenler giyim tarzı ise:
  1. A  bölgesindeki  kadınlar çarşafla ya da benzeri tesettürlü kıyafetlerle geziyorlarsa bu kıyafetlerin dışına çıkmak bu bölgede  tacize neden olabilir. Bu giyim tarzının dışına çıkmış bir kadın tacize uğradığında  bundan şikayet ederken oranın bir yerlisi de diyebilir ki “E ama ablacım sen de buranın giyim tarzını bilmiyor musun, giyinirken uçuyorsun yahu, giymişsin sıktırmalı kodu, üstünde de kısa kol, kıyafet seçerken biraz bulunduğun çevreye bak, buranın erkeği alışkın değil böyle kıyafete”.
  2. B bölgesindeki  giyim tarzında tesettür yoktur, başı açık kadınlar vardır fakat yine de çok açık kıyafetler giymemektedirler. Mesela etek boyu hep dizin altındadır ve en fazla kısa kol bluz giyerler. Eğer bu bölgede yaşayan bir kadın bu sınırların dışına çıkıp altına midi etek, üzerine askılı bir bluz giyerse ve göbeği de açıkta kalırsa ve  bu şekilde sokağa çıkarsa o bölgenin erkeklerinin tacizine uğrayabilir.
Yukarıdaki iki maddeyi yazarken  “bir kadın, bulunduğu bir bölgenin giyim tarzının dışına çıkmış diye taciz edilebilir”  gibi bir yargıda asla bulunmuyorum. Bu iki örneği kendi bakış açımla değil, Kur’an’ın  baş örtüsünün kendi içindeki  neden-sonuç ilişkisine uygun olan bakış açısıyla veriyorum. Eğer “Araplar içinde bir kadının boynunun, gerdanının açık olması o kadının tacize uğramasına yetiyor” düşüncesini doğru kabul edersek,  başka ülkelerde ve toplumlarda da farklı giyim tarzları ve kıyafetlerdeki farklı sınırlar buna neden olabilir.  Yani Cahiliye Arapları, bir kadının sadece boynunu ve açık gerdanını görerek azıyorsa ya da takip etmeye niyetleniyorsa başka topluluklardaki erkeklerin bunu yapması için bir kadının boynunu ya da gerdanını görmek yeterli gelmeyebilir, o erkekler de kadını daha açık bir kıyafetle gördükten sonra tacizde bulunabilirler. Bu durum, her ülke ve bölgeye göre değiştiğine göre Cahiliye dönemindeki Arap erkeğinin, kadın kıyafetine yönelik azgınlık sınırını Müslüman olması muhtemel her topluma maal etmeye çalışmanın  ancak üç  farklı izahı olabilir:
  1. Birincisi, adının Allah olduğuna inanılan İlâh, dünyadaki bütün erkekleri Arap erkeğinin zihniyeti gibi algılamıştır ve farklı kültürlerin, toplulukların olabileceğini görememiş, bilememiştir,
  2. İkincisi,  kadının sadece boynunu ve gerdanını görünce ağzından salyalar aka aka kuduran ve taciz eden kötü niyetli erkek modelini,   bütün dünya erkeklerine İslâm yolu ile empoze etmek niyetine girmiştir,
  3. Üçüncüsü ise adının Allah olduğundan gönderildiğine inanılan Kur’an ve içindeki hükümler, sadece Arap milletine gönderilmiştir ve diğer milletleri kapsamamaktadır.
Aslında her bölgenin kendine göre bir ahlâk yapısı vardır ve yine her bölgenin insanının kendi geleneğine göre sınırlanırını belirlemiş olduğu bir giyim tarzı vardır. Yine her bölgenin kadınları, içinde bulundukları bölgenin belirlemiş olduğu aykırı giyim tarzına adım attıklarında, anında üzerlerine dikilen rahatsız edici ya da davetkar bakışlara maruz  kalacaklarını bilirler. Dünya milletlerindeki çeşit çeşit kültürel yapı, kıyafet sorununu karşılıklı saygıyla çözmüş olmasına ve İslâm’ın tabiri ile “Açık giyinen” kadınlara gözlerini ve bakışlarını sanki normal bir giyim tarzına bakıyormuş gibi alıştırmış olmasına bu durumu kendi içinde çoktan çözmüş olmasına rağmen Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu durumu kabul etmez ve dünyadaki insanların önce Müslüman olmasını, ardından bütün dünya kadınlarının Arap gelenekleri doğrultusunda giyinmesi ve örtünmesi gerektiği konusunda ısrar eder.  Adının Allah olduğuna inanılan İlâh ne yazık ki, dünyadaki çeşit çeşit kültürleri ve her bir kültürün kendi içindeki bakış açısını hesap etmek ve kadının kapanmak sınırını bu çeşitliliğin insiyatifine bırakmak yerine, bütün kültürleri  eski dönem cahiliye Arap erkeği bakış açısına mahkûm etme kararı almıştır.

Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bir kadının erkekler tarafından rahatsız edilmesini, o kadının ziynet yerlerinin açıkta olması ile veya başının açık olması ile ilişkilendiriyorsa eğer,   çarşaflı kadınların yoğun olduğu Müslüman ülkelerdeki yoğun kadın tacizlerini ve tecavüzlerini nasıl açıklayacaksınız? (O ülkelerin insanlarının gerçek anlamda Müslüman olup olmadığından bahsetmiyorum. Hani kadının boynunun, gerdanının  açık  olması, kötü niyetli erkeği  baştan çıkartıyor ya Kur’an’a göre ya da Kur’an yorumcularına göre, işte o mantık iddiasına karşılık  bu örneği veriyorum.)


Kadınların kapalı olması ya da açık olmasına ve bu doğrultuda yaşanan taciz ve tecavüz vakalarına bakıp ülke ülke değerlendirmede bulununca(İslâm ülkelerindeki taciz ve tecavüzlerin bir çoğunun kayıt altına alınmayıp gizlendiğini de göz önünde bulundurun) hangi sonuca varıyorsunuz?  Bu tür olaylar, modern giyimli kadınların  yaşadığı ülkelerde daha mı fazla? Ya da bu durum giyim tarzı ile mi yoksa ilgili bölgedeki insanların eğitim düzeyi veya nasıl yetiştirildikleri ile ya da geleneksel yapı ile mi alakalı?

ESKİ DÖNEMİN ARAP ERKEKLERİ, BAŞI AÇIK KADINA SAYGI GÖSTERMEZMİŞ, BİZENE! BİZİM ERKEKLERİMİZ, CAHİLİYE DÖNEMİ ARAP ERKEKLERİ Mİ?

CAHİLİYE DÖNEMİNİN ARAP KADINLARI, KENDİLERİNİ ERKEKLERDEN SAKINMAZMIŞ, AHLÂKSIZMIŞ, BİZENE? BİZİM KADINIMIZ CAHİLİYE DÖNEMİNDEKİ ARAP KADINLARI MI?

BİZİM MİLLET OLARAK ŞU AN, ESKİ ARAP CAHİLİYE DÖNEMİNDEKİ GİBİ BİR YAŞANTIMIZ MI VAR? EĞER O AYETLER O DÖNEM ARAPLARININ O AHLÂKSIZ YAŞANTISINA ÖNLEM OLSUN DİYE GÖNDERİLMİŞ İSE  BİZİM MİLLETİMİZLE ALAKASI NE? YOKSA ADININ ALLAH OLDUĞUNA İNANDIĞINIZ İLÂH, BÜTÜN DEVRİN BÜTÜN MİLLETLERİNİ, O CAHİLİYE DÖNEMİNİN IRZI KIRIK İNSANLARI GİBİ Mİ GÖRÜYOR? (Eğer bu konuyu da döndürüp dolaştırıp modern ülkelerdeki zina hususuna getirecekseniz, konumuzun bu olmadığını hemen belirteyim. Konu, iki tarafın da rızası ile yapılan evlilik dışı cinsel birliktelikler değil.  Konu,   bir kadının  dış  örtüsü ile taciz arasındaki bağlantı.)

Kapanma ile taciz arasındaki bağlantı üzerinde çok durmamın nedeni, kapanmanın faziletleri ile ilgili İslâm’i bir gerekçe olmasından çok, Müslüman çevreler ve özellikle çok dindar ve tutucu olan Müslüman çevreler tarafından kadınların tesettürünün bu durumla çok fazla ilişkilendirilmesindendir.

Kadın neden kapanmalıdır sorusunun karşılığı olarak geleneksel İslâmî kesimin üzerinde hemfikir oldukları farklı nedenler de var. Bu nedenler, son yıllarda artık kapanmanın nedeni olarak pek rağbet görmese de  ben yine de o nedenleri de değerlendirmek istiyorum. İlk önce maddeler halinde sıralayayım:
  • Bazı kadınlar çirkindir, özellikle de yaşlı kadınlar çirkindir ve bu yüzden çirkinliklerini örtmek için kapanmak ihtiyacı hissederler.
  • Bir kadın, kendisinden daha güzel bir kadını görünce kıskançlık hissi uyanır ve kendisini kötü hisseder, kötü şeyler yapabilir, psikolojisi bozulabilir.
  • Kadınların, bacak, kol ve ense gibi yerlerinin görünmesi erkekte şehevi arzuların uyanmasına neden olur bu da günaha davettir.
  • Kadınların belirli yerlerinin görünmesi ya da kapanmamış olması sapıkların kendilerine musallat olmasına neden olur.
  • Allah böyle istemiştir, Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz.
"Bazı kadınlar çirkindir, özellikle de yaşlı kadınlar çirkindir ve bu yüzden kapanmak ihtiyacı hissederler."
Eğer kadının kapanma nedeni bu ise çirkin kadının kapanması ile çirkinliğinin örtünmesi ne alaka anlayamadım. Çirkinlik dediğiniz bir insanın  dolayısıyla  da bir kadının daha çok  yüz bölgesidir. Tesettüre giren bir kadının yüz bölgesi gene açıktadır. Çirkinliği örtmek için kapanılıyor ise kadının asıl çirkin görünen yüzü neden açıktadır? Kaldı ki günümüzde çirkin bir kadın, uygun bir cilt bakımı, uygun bir makyaj ve uygun bir saç stili ve giyim tarzı ile değme güzellere taş çıkartacak hale gelebilmektedir. Yani 1400 yıl öncesinin imkânsızlıkları içinde yüzen Arap çöllerinde yaşamıyoruz. Hem günümüzde,  tesettürlü olup da çok böyle süslü püslü giyinen hanımlara da bu  giyim tarzının İslâm’a uygun bir giyim tarzı olmadığını  söylüyorsunuz. Neden kızıyorsunuz o kadınlara? Tesettürleri ile bile güzel görünmeye çalışıyorlar. Kendilerini başka kadınlar yanında böylelikle çirkin hissetmeyecekler.  Eğer Allah, çirkin kadının çirkinliğinden dolayı kapanmasını daha uygun görüyorsa o kadını neden çirkin yaratmıştır?  Bir Tanrı,  çirkin görünüşlü kulunun kendi çirkinliğini saklaması ya da bundan dolayı üzüntü duymaması için ona kapanmayı mı emreder yoksa o kulunun çirkinliğine çare olabilecek  şekilde süslenip püslenmesini veya  diğer kullarına seslenip insanları görünüşlerine göre değil kalp güzelliklerine göre değerlendirmeleri için sık sık ayet mi gönderir?

"Bir kadın, kendisinden daha güzel bir kadını görünce kıskançlık hissi uyanır ve kendisini kötü hisseder, kötü şeyler yapabilir."
Kıskançlık, hayatın her alanında, her yerinde, her türlü sebeple olabilen bir durumdur. Kıskançlığın sebebi, türü, çeşidi sayılamaz, o kadar çoktur ki? Bir kadının güzelliği, tesettürlü iken de görünür. Maviş gözleri, dolgun dudakları, naif bir burnu olan,    incecik  ve manken gibi güzel bir kadını, tesettürlü iken de fark edersiniz  ve tesettürlü hali ile de gözlerinizi ondan alamazsınız merak etmeyin. Eğer konu kıskançlık ise size kıskançlık oluşturabilecek nedenleri sayayım. Bu kıskançlık nedenlerini erkeklere de çevirebiliriz, erkekler de kıskançtır ve hem de  kadınlar gibi hemen her konuda:
  1. Bir kadın kendi kocasının çirkinliği karşısında komşusunun kocasının yakışıklı olmasını acayip derecede kıskanabilir. Hatta bu yüzden kocasından ayrılmaya bile kalkabilir.
  2. Bir kadın fakirlik çekerken ya da orta direk hayat şartları ile mücadele ederken zengin komşusunun iki de bir eşi ile lüks arabalara binip gezmeye gitmesini ve türlü türlü lüks eşyalar almasını kıskanabilir.
  3. Bir kadın, maddi olarak kendisinden daha iyi durumda olan bir kadının evine gittiğinde onun güzel evini kıskanabilir. Hatta bu kıskançlık evde huzursuzluğa  ve eşi ile arasının açılmasına bile neden olabilir.
  4. Yemek yapmaya eli yatkın olmayan bir kadın, çok güzel yemek yapan bir akrabasını ya da komşusunu kıskanabilir. Hatta eşinin iki de bir “falanca gibi yemek yapabilsen” gibi laf sokmalarına tahammül  etmeye çalışır.
  5. İlkokul mezunu bir kadın, üniversite mezunu bir komşusunu o kadar kıskanır ki, kıskançlığı o komşusuyla sürekli eften püften sebeplerle kavga çıkartmasına bile neden olabilir.
  6. Bir kadın, sürekli derslerden zayıf getiren kendi çocuklarına karşılık komşusunun   takdirname getiren çocuklarını kıskanabilir.
  7. Güzelliğin  kıskanılmasına  gelince. Kadınlar  bir araya geldiğinde, özellikle ev içi  günlerinde, baş örtülerini çıkartırlar. Eğer güzellik başın açık olması ile ilgili ise bu durum misafirlik ortamında etkisini yitirir.
Bu arada kıskançlık, psikolojik bir duygu bozukluğudur. Teknik olarak tarif etmek gerekirse eğer: Kıskançlık bir kişinin veya bir ilişkinin yitirilmesinden korkulan, karmaşık bir ruhsal yaşantı ve olumsuz tutumdur. Bunun dışında başkasının sahip olduğuna kendisinin de sahip olma gerekliliğini hissettiren bir duygudur. Bu duygunun tedavi edilmesi için yapılması gereken şey, kıskanılan durumu değiştirmek ya da kapatmak değil, kıskançlık duyan kişinin psikolojisini düzeltmektir. Eğer baş örtüsünü kıskançlık nedeninin bir sonucu olarak ya da tedbiri olarak görüyorsanız, yapmanız gereken şey kıskanılan durumu yani başka bir kadının kendinden güzel olabileceğini saklamak ya da böyle bir şeyden haberdar olmayı, görmeyi engellemek değil, kıskanan kişinin kendine olan güvenini inşa edip, kendindeki cevherleri tespit edip, duygusal ve psikolojik durumunu normal hale getirmektir.

"Kadınların, bacak, kol ve ense gibi yerlerinin görünmesi erkekte şehevi arzuların uyanmasına neden olur bu da günaha davettir."
Kadınların kapanmasının nedeni olarak göstertilen  bu maddeyi zaten yazının giriş kısmında genişçe ele almıştım.

"Kadınların belirli yerlerinin görünmesi ya da kapanmamış olması sapıkların kendilerine musallat olmasına neden olur."
SAPIK olarak tarif edilen kişi, normal bir beyin, düşünce ve ahlâk yapısına ve hatta normal bir mantık ve değer yapısına sahip değildir. Sapıklar, ileri derecede psikolojik rahatsızlığı olan kişilerdir ki böyle kişiler, taciz etmek için kapalı ya da açık kadın ayrımı yapmazlar. Hatta yetişkin-çocuk ayrımı da yapmazlar.  Kendi toplumumuzun içinde bile bunun örneklerini  görmekteyiz.

"Allah böyle istemiştir, Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz."
Kadınların kapanmasına dair diğer nedenler aslında şimdiki âlimlere ve aklı çalışan bir çok insana mantık dışı geldiği için son dönemlerde Kur’an yorumcuları ve İslâm’i siteler tarafından en çok tercih edilen ya da üzerinde anlaşma sağlanan neden “Hikmetini Allah bilir” nedenidir. Bu yüzden “Allah, kadına neden kapanmayı emretmiştir?” sorusunun ardından genellikle  “Allah böyle dilemiş, böyle uygun görmüş, sorgulamak bile biz kulların haddine değil”  deniliyorsa eğer:

Tıpkı, şeyhinin tepeden tırnağa kadar bütün uzuvlarını, ruhunu ve emirlerini kutsal görüp, şeyhinin her istediğini(aykırı istekler bile olsa) sorgusuz sualsiz yerine getirip “Şeyhimiz böyle yapmamızı emrediyorsa, başım gözüm üstüne, canım feda ona, o nurlu zat böyle bir şeyi yapmamızı emretmiş ise vardır bir bildiği ve vardır bunda bir hayır, benim aklım ermese bile şeyhimin aklı erer, o en iyisini, bizim bile bilemeyeceklerimizin en hayırlısını bilendir” diyen bir mürit gibi sorgusuz bir iman ile Adının Allah olduğuna inandığınız ya da inandırıldığınız İlâh’a teslim olmaya ve yine adının Allah olduğundan indirildiğine inandığınız Kur’an ismindeki kutsal kitabınızın emir ve yasaklarına uymaya devam ediniz.

Bu yazımı okuyan  imanlı Müslümanlar,  bir tarikatın şeyhine yapılan iman ile adının Allah olduğuna inanılan İlâha yapılan imanı karşılaştırırcasına örnek vermeme sinirlenmişlerdir  fakat burada üzerine vurgu yaptığım şey, şirk veya birisinin insan diğerinin Tanrı olduğuna inanılması değil, ikisine de gösterilen saygının ve bu iki taraftan da açıklanan emirlere uyma kısmının, inananlar tarafından  beyinlerinin mantık ve sorgulama kısmını tamamen kapatarak gözü kapalı bir inanmışlıkla adeta koyun gibi kendilerine her söylenene riayet etmek, her emri yerine getirmek davranışıdır. Kur’an’ın yorumlanmasında bazı ayetlerin ya da emirlerin hikmetinin sadece Allah tarafından bilinebileceği bilgisi her zaman zikredilir. Tarikat inancında da durum aynıdır. Bir tarikatın müridlerine emrettiği bir çok şeyin hikmetini ancak Şeyh bilir, müridin ya da o Şeyhe inanan müslümanın aklı ermez. Aşırı dincilere göre daha reformist ve daha modernist olan Müslümanlar, tarikatlar ve cemaatler içindeki bu kula kulluk etmek kısmını eleştirirken  bu toplulukların dine aykırı olan kısımlarını ve şirk ile ilgili kısımlarını anlattıktan sonra mantıksal bir eleştiri yaparak  bu insanların, cemaatleri emrinde yaptıkları işi sorgulamayıp adeta koyun gibi ya da bu cemaatlerin robotu gibi güdüldüklerini de eleştirirler fakat  bu durumu eleştiren kişiler de aynı şekilde adının Allah olduğundan gönderildiğine inandıkları kutsal kitabın emir ve yasaklarını yerine getirirken akıllarının ermediği ayetlerde  çok fazla kafa patlatmaz ve “Allah böyle istemişse vardır bir hikmeti, sorgusuz yerine getiririm”  inancıyla hareket ederler. BU DURUMDA ARADAKİ FARK NEDİR?  “Sen emirleri yanlış yerden alıyorsun,  ben doğru yerden alıyorum.” Düşüncesi mi? Nerden ya da kimden emir alırsan al! İki şekilde de sorgulamıyorsun, sorgulasan bile cevabını bulamadığında yine o emirleri yerine getirmeye devam ediyorsun.

Adının Allah olduğuna inanılan  İlâh,  neden bazı şeylere akıl erdirmeyip sadece uymamızı ister? Kendi yarattığı aklın buna uygun olduğunu mu düşünür? Peki sorgulamaya giren ve mantıklı cevabını bulamadığı ayetlerden yüz çeviren Kulları ile ilgili ne düşünüyor? Onları kâfir olmakla mı suçluyor? Bir anne baba bile çocuklarına nasıl nasihat eder? Oğlum, kızım, aklınızı başınıza alın, her kese her denilene inanmayın, kafanızı çalıştırın, bir işi yaparken ya da birisi size bir şey yaptırmaya çalışırken “ ben niye bunu böyle yapıyorum” diye  sorun kendinize…  demez mi?

Farzedin peygamber olduğunu söyleyen birisi çıktı ve Tanrı katından kendisine  bir kutsal kitap indiğini bildirdi. Kur’an’da belirtilen kıyametin de ikinci dünya savaşı olduğunu söyleyip Kur’an ayetleri ile bunu kanıtladı. (Kur’an ayetlerinin içeriğini, anlam olarak çok farklı bir şekilde yorumlayabilmek gibi yeteneklere ulaşıldı son yıllarda.) Yeni  kutsal kitabın içindeki her bilgi ve emir, insan aklının alıp kabul edeceği bilgiler olsun. Kur’an’a göre çok düzenli, çok anlamlı ve yaşadığımız çağa ve bu çağın sorunlarına, ihtiyaçlarına son derece uygun olan bir kutsal kitap olsun ve hatta bir cahilin bile okuduğunda anlayabileceği basit ve anlaşılır cümleler kurulmuş olsun. Öyle ki bu yeni kutsal kitabı anlamak için onca âlimin kafa patlatmasına, yıllarca araştırma yapmasına gerek duyulmasın. Yeni kutsal kitabı daha mantıklı, daha adil, daha anlaşılır ve insan aklına daha uygun olduğu için haktan gelen bir kitap olarak gören ve bu yeni dine geçen Müslümanlar olduğu zaman,  adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu kulları hakkında ne düşünmeli? Ya da kendisinin yazıp 1400 yıl evvel gönderdiği kitap hakkında ne düşünmeli?  Aklımıza daha uygun bir kitabı sunan yeni peygambere neden inanmayalım? Müslüman çoğunluğu olan ülkeleri bir gözden geçirin. Akıllarını kullanma kapasiteleri ne düzeyde? Yiyip içip sevişip çoğalmaktan başka ve banka hesaplarındaki parayı lüks hayatla yemekten başka  dünyaya bir katkıları var mı? Ayrıca bir kutsal kitabın içine birilerinin “aklınızı kullanmıyor musunuz” ifadelerini serpiştirmiş olması, o kitabın Yaratıcı katından indiğinin bir göstergesi de değildir. Tarihin derinliklerinden bu zamana kadar gelmiş düşünürlerin ve bilim insanlarının sözlerini akıl süzgecinden geçirdiğinizde “Aklınızı kullanmıyor musunuz? Düşünemiyor musunuz?” gibi sözlerden çok daha anlamlı sözleri ve cümleleri sosyal medya hesaplarında paylaşıp “Vay be, ne büyük insanmış!” deriz mutlaka. Kapanma ile ilgili ayette aklını kullan bakalım, yukarıdaki değerlendirmelerden sonra hangi sonuca ulaşıyorsun? Neden bazı ayetler, sadece Allah’ın bileceği, insanların aklının ermeyeceği bir anlam ile gönderilir ki? Kapanmanın bir fazileti varsa Allah, bunu neden yarattığı insanın aklının kavrayabileceği bir açıklıkta yazmamış?

Bir de “Saçının tek telini bile başka erkeğe göstertmemelisin” zihniyeti ve inancı var. Genel olarak Yahudilerin inancında da var bu durum. Bu o kadar ciddi bir inanç ki, eskiden resmi dairelerde çalışan kapalı kadınlarımız, baş örtüsü yasak olduğu için kafalarına peruk takarlardı. Bunun nedeni, kadın saçının,  kadının mahrem bir bölgesi  olarak görülmesindendir. Ben başı kapalı bir kadın değilim fakat yetiştirildiğim bölgede kapanmak konusundaki bazı ilginç imalar,  bizden yaşça  büyük kadınlar tarafından sıkça yapılırdı. “Şeyini açık göstertiyor musun kızım? …  O zaman saçını da açıp göstertmeyeceksin, orası da senin mahremin” zihniyetine  iyi  direnmişim  doğrusu. Kafadaki saç  ile cinsel bölgeyi, mahremiyet konusunda bir tutmak, geleneksel din inancının akıldan ve mantıktan ne kadar uzakta olduğunu zaten vurguluyor.

Arap çölünde yaşayan insanların kapanmak için çok nedeni var. Bu nedenlerden birisi yoğun güneş.  Güneş o bölgelerde o kadar önemli ki Arap erkekleri bile  yoğun güneşten kendilerini korumak için başlarına örtü alırlar, almak zorundalar. Dahası Arap çöllerinin kendine has ince kumu, vücudunuzu yeteri kadar kapatmadığınız takdirde ağzınıza, burun deliklerinize ve gözlerinize bile doluşur, yapışır. 

Sorgulama sürecini yaşadığım yıllarda, yüzlerce İslâmî site ve kitap, sorularıma makul ve tatmin edici cevaplar vermiyordu.  Karşıt görüşteki mantıklı ve ayrıntılı düşüncelere  ise  ulaşamıyordum çünkü insanlar  bu tür düşüncelerini, internet sitelerinde bile paylaşmaktan imtina ediyorlardı, çekiniyorlardı. Ben de çaresizlik içinde ve küçüklüğümden beri beynime kazınan “İslâm’da şüphe yoktur”  kodlamasıyla  hareket ediyor ve sorgulamayı mantıklı bir şekilde kendi düşünce sistemim içinde yapmaktan kaçınıyordum  ve sonuç olarak  “Allah’ın vardır bir bildiği” ifadesine sarılıyordum. Düşünce özgürlüğüne  ve her türlü fikri başkalarıyla paylaşmanın ve  başkalarının da gerektiğinde bu farklı fikirlere ve düşüncelere ulaşabilmesinin insanî bir gereklilik ve bir hak olduğuna inanan birisi olarak karşıt görüşlerimi paylaşmaya çalışıyorum.

Var olduğuna inandığım bir İlâh var fakat O’nun adı “Allah”  değil. İnandığım İlâhın yer yüzüne Peygamberler gönderdiğine ve Peygamberler aracılığı ile kitaplar ve dinler gönderdiğine inanmıyorum. Bu gün dünyadaki bütün dinleri hayali olarak bile ortadan kaldırın, insanların, din ayırımı yapmadan bir birlerine yaklaştığını ve kenetlenmeye başladığını, devletler savaş kararı alsa bile halkların buna izin vermemek için direnebileceğini  görürsünüz.  Teknolojinin ve iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte   dünyadaki bütün topluluklar ortak bir kültür yapısına doğru ilerliyor. Giyim tarzı ve bu giyim tarzına karşılık olan bakış açısı bile çoktan bu ortak bilince dahil olmaya  başladı bile. Dünya insanları bir biri ile kaynaştıkça ve Müslüman ülkelerdeki erkeklerin kapalı Müslüman kadınlarına olan davranışları ve saygıları ile modern ülkelerdeki erkeklerin modern giyinen kadınlara olan davranışları ve saygılarını karşılaştırdığınızda şunu muhakkak söyleceksiniz:

Bir erkeğin, kadına duyduğu saygı,  farklı etmenlerle birlikte o erkeğin beyin yapısı ile ve nasıl yetiştirildiği ile alakalıdır. Toplum, o erkeğe çocukluğundan itibaren kimsenin giyim tercihine karışmadan  kadını kendi başına bir değer ve kendi başına bir insan olarak görmeyi öğretmişse o erkek, karşısındaki kadının “bacağı mı görünüyor, kolları mı görünüyor?” kısmına bakmaz aksine  bu durumu, o kadının özgür bir giyim tarzı olarak algılar, kabul eder ve saygı duyar. Ammmaaaaa, birileri o erkeği yetiştirirken, “Taciz edeceğin, sarkacağın kadın vardır, sarkmayacağın kadın vardır. Orası burası(kolu, bacağı) açık gezinen o….pular vardır,  onlara her şeyi yapabilirsin ama kapalı kadından uzak durmalısın…” zihniyeti ile yetiştirilmiş ise boynu, gerdanı, kolu bacağı açıkta olan kadın bu zihniyete göre taciz de edilir, İffetsiz de görülür. SİZİN ŞU AN İÇİNDE BULUNDUĞUNUZ ÇEVRE HANGİ ZİHNİYETTE?

KUR'AN'DAKİ ARGO SÖZLER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an'daki argo sözler, Kur'an'daki hakaretler, Allah hakaret eder mi?, Allah beddua eder mi?, Kurandaki çelişkiler, Araf 176, Müdessir 51, Yarattıklarına hakaret eden Allah, KUR'AN'DAKİ ARGO SÖZLER
  • Allah onları kahretsin!
  • Akılsızlar! - Aptallar!
  • Kahrolası yalancılar!
  • Aşağılık maymunlar!
  • Domuzlar!
  • Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar!
  • Eşeğe benzerler!
  • Pislikler!
  • Aşağılıklar!
  • Canı çıkasıcalar!
  • Alçaklar!
  • Yabani Eşekler!
  • Dilini sarkıtıp soluyan köpekler!
  • Lanet olsun geberesice yalancılara!
  • Reziller!
  • Sapıklar!
  • Beyinsizler! 
  • Elbise giydirilmiş kütükler!
  • Soysuzlar!
  • Kahrolasılar!

Küfür demeyelim, argo diyelim. Yukarıdaki argo sözler, Kıyamete kadar hüküm sürecek olan ve Kâinatın tek hakimi olduğuna inanılan Allah’ın sözlerinin yazılı olduğu  Kur’an ayetlerinden alıntıdır. Uzunca bir süre bu sözlere kafa patlatmış ve bulabildiğim bütün açıklamaları mantık terazimin  doğru tarafına koymaya çalışmış ama başaramamıştım, öylece yarım kalmıştı. Bu kelimeleri barındıran ayetlerin açıklamaları ile ilgili İslâmî internet sitelerinde sayfalar dolusu izahat okursunuz. Ben bu izahatların  teker teker  üzerinde durmayacağım. Bu ayetlerden sadece iki tanesini örnek olması açısından paylaşayım:

Araf 176. Ayette: "Eğer biz isteseydik o kişiyi delillerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı, hevesinin peşine düştü. İşte böylesinin hali, kovsan da bıraksan da hep dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Âyetlerimizi yalan sayan topluluğun durumu işte böyledir. Şimdi sen bu kıssayı anlat, umulur ki iyice düşünürler."

Müdessir 49-51: "Böyle iken onlara ne oluyor ki âdeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten yüz çevirip kaçıyorlar!"

Bu iki ayeti sadece örnek olarak verdim fakat yorumcular arasındaki genel kanı şudur ki:

Birinci açıklama tarzı: 1400 yıl öncesinin Arap toplumunda, halk arasında bu argo sözcükler gündelik hayatın içinde olduğu için ve O dönemin Araplarına dikkat çekecek ve ciddiyet arz edecek şekilde hitap etmek için onların kullandığı dile yakın bir dil kullanılmıştır.

İkinci açıklama tarzı: Hayvanlar, aşağılık varlıklar değildir ammaaa, mesela bazıları, dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzetilmiş ise o kişilerin durumu gerçekten de dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzediği içindir ve bu başka şekilde nasıl tarif edilir? Müdessir 49-51’de ise Kur’an’ın öğüdünü dinlememekte inat edip yüz çevirenlerin durumuna en iyi örneğin aslandan ürküp kaçan yaban eşeğine benzetmek olduğu iddia edilir.

Geçenlerde İslâmi internet sitelerinden birinde gezinirken argo ayetlerin açıklamasına yönelik uzunca bir metin okuduktan sonra son paragrafta şaşırıp kaldım doğrusu. Hadi o son paragrafı birlikte okuyalım. Ha, bu paragrafı paylaştıktan sonra o siteden bu yazıyı silerler mi bilmiyorum, yine de paylaşayım.

“…Yüksek bir makamda bulunan bir yetkilinin suçlu olan bir kimse hakkında kullandığı 'sert ifadeler', onun sorumluluğuna uygun, makamına münasip, haşmetine yakışır, başkalarının hak ve hukukunu muhafaza arzusuna muvafık, suçluların suç işleme cesaretlerini kırma noktasındaki caydırıcılık amacına mutabık düştüğü için insanlar tarafından makul karşılanır. Fakat aynı 'sert ifadeyi', bir normal vatandaştan duymak, çok olumsuz etkiler bırakır.”

Yukarıdaki ifade, son dönem ülkemiz siyasetinde kullanılan dile ne kadar benziyor. Eskiden ülkemizde her ne olursa olsun, en tepede bulunanlar  kibar bir dil kullanırdı çünkü oturdukları koltuğun büyüklüğü, sorumluluğu bu kibarlığı gerektirirdi. Bu sadece bizim ülkemize has olması gereken bir dil değildir. Tek tük istisnalar kaideyi asla bozmaz diyerek dünya siyasetine genel anlamda bir bakın. Halklar içerisindeki insanlardan her küfrü, her argo ve hakaret kelimelerini ve hatta her türlü anormal olabilecek giyim tarzını, yaşam tarzını görebilirsiniz fakat gelişmiş bir ülkenin siyasetçisinde bunları asla göremezsiniz. Saç sitilinden giyimine, üslubundan konuşma tarzına, davranışından terbiyesine kadar bir özen söz konusudur. Ülkeleri yöneten insanlar yani siyasetçiler, normal bir vatandaş gibi olamazlar, sıradan bir vatandaş gibi yaşayamazlar. Sıradan derken egosal bir yaşamdan  bahsetmiyorum. Hani çok güzel bir atasözümüz var ya “Hoca osurursa cemaat s…ar”. İşte bu sözün anlamından bahsediyorum. Bir ülkenin yöneticisi kulağında kulaklık, saçlarında 9 çeşit boya, yırtık bir pantolon ve ağzında sakız ile gezerse, halk o siyasetçiden en az yüzde yüz daha çılgın yaşayacaktır. Üstelik böyle bir siyasetçi halk tarafından ciddiye alınacak ve önemsenecek bir durumda da olmayacaktır. Benzer bir şekilde bir ülkenin yöneticisi, her hangi birisine ya da birilerine, tüm vatandaşların gözleri önünde hakaret edip argo sözler kullanırsa, sokaktaki vatandaşlar arasında bu durum yani bu şekilde konuşmak, bu şekilde davranmak normal karşılanacak ve dahası halk  arasında bu türlü davranışlar kat kat artış göstertecektir.

Ne zaman ülkemiz, dini bir siyasete mahkum oldu, işte  o zaman siyasetçilerin ağzından hiç duymadığımız ya da duymamamız gereken argo sözleri işitmeye başladık. Bazılarınız bu durumu, “Bu İslâm değil, İslâm böyle bir din değil” sözleri ile açıklamaya çalışabilir fakat yazının en başındaki argo sözleri okuduktan sonra  “arada benzerlik yok”  diyebilir misiniz?  Ülkemiz siyasetindeki dilin özelliği ve sebep sonuç ilişkisi ile Kur’an’daki dilin sebep sonuç ilişkisi çok benzemiyor mu? Kur’an’da Allah’ın kullandığı dilin argo olmasının nedeni aslında İslâm’ın yayılma döneminde bazı kişilerin Kur’an ayetlerine inanmayıp onu reddetmeleridir. Şu dönem siyasetimizdeki durum da üç aşağı beş yukarı aynı. Kendisine inanmayan, oy vermeyen, biat etmeyen kişilere ve kurumlara hoş olmayan sözler sarf ediliyor peki neden? Sırf kendisini desteklemiyor diye. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Yani, şu anki iktidarı destekliyor iseniz söyleyecek bir sözüm yok fakat şu anki iktidarı desteklemiyor iseniz sırf muhalif partiyi desteklediğiniz için iktidar mensuplarından hakaretler işitmeniz, ayrı muameleye maruz bırakılmanız nasıl bir duygu? Gelişmiş ülkelerde seçilmiş iktidar mensupları ülkelerini yönetirken  acaba “şu adam şu partiden ona çelme takalım, bu adam bu partiden bunu icraatlarımızın dışında bırakalım ya da o kimselere hakaret edelim” diyorlar mıdır? Kendilerini desteklememiş olan vatandaşlara ya da icraatlarını beğenmedikleri insanlara veya muhalif partilere argo sözler kullanıyorlar mıdır? ALLAH, kendisine inanmayı ve ibadet etmeyi reddeden insanlara karşı yukarıdaki hakaret dolu cümleleri ayet olarak göndermiş. Ne düşünüyorsunuz? SADECE DÜŞÜNÜN.

Bu hakaretlerle dolu ayetleri gerçekten de Kâinatın Yüce Yaratıcısı mı gönderdi?

İNSANIN SERÜVENİ

Yazan: Karmaşık
Karmaşık, Bilimsel, İnsanın serüveni, Big bang, Tesadüf mü Tanrı mı?, Varoluş, Evrim teorisi, Tesadüfen varoluş, Bilim, Din ve Bilim, Tanrıyı arayış, Evrenin başlangıcı, Dünyanın yaşı, İNSANIN SERÜVENİ
İslam dininin, daha doğrusu tüm dinlerin aslında zeki insanların “toplum mühendisliği” olduğu gerçeğini, kutsal kitaplardaki mantık hatalarını analiz ederek ispatlayan diğer yazar arkadaşlarıma sevgi ve saygılar gönderiyorum.

Onlar nasılsa bu hataları çok ustalıkla bulup ifade ediyorlar, bende farklı bir konu yazayım istedim.
Biz doğup, yaşayıp ölüyoruz. Elimizdeki tek somut delil bu.
Başka türlü var olmuyoruz.

Doğada var olan yapıların, manevi bir öze sahip olduğunu düşünüyoruz. Buna insan ırkını da dahil ediyoruz. Yani belki de doğal oluşumu ve sürekliliği içerisinde cereyan eden tüm şeyleri biz kendi mantığımızla maneviyat yükleyerek anlamlandırıyoruz.

Belki oluşan hiçbir felaketin veya rutin doğal olayların, örneğin rüzgâr, yağmur, sıcak vs. gibi doğa olaylarının manevi bir güç iradesi ile cereyan ettiğini varsayıp, beynimizi daha fazlasını düşünememesi için sınırlıyoruz.

Şimdi.. Bugüne kadar doğru bildiğimiz sistem olan; yaratacı tanrı, insanı yarattı. Doğadaki tüm diğer canlıları da bize hizmet etmesi için yarattı. Her yarattığı şeyin bir işe yaradığı ve boş yere hiçbir şeyi yaratmadığı, ve bizler bu hayata sınava tabi tutulmak için gönderilmiş olduğumuzu, başarılı olursak öldükten sonra erkek olan cinsilerin içgüdülerinin arzulattığı her şeyin verileceği senaryosu çok tutmuştu. Son 3-4 bin yılda bu senaryonun bir çok değişik versiyonu vizyona kondu ve bir kısmı gerçekten çok tuttu. Her versiyonunda senaryonun sonu ya çok iyi ve sonsuza kadar kötü olarak bitiyordu.

Ancaakk….

Diğer yazar arkadaşlarımı okuduğunuz da, bu senaryonun birçok mantık hatası ile dolu olduğunu ve gerçek olamayacak kadar uçuk olduğunu anlayabiliyorsunuz. O insanlar bizler için kafa patlatıp detaya girip okyanusun dibinden iğne çıkarıp mantığımıza sergiliyorlar.
Dolayısı ile oldu mu benim iç dünyamda kocaman bir boşluk!
Bu noktaya gelen bir insan, artık geri dönemez.

Peki gerçek nedir?
Durduğum yer, kocaman bir boşluk. Beyaz bir boşluk. Her şeyi yeniden yazmak gerekiyor. Bir yerden başlayıp yavaş yavaş, düşüne düşüne, okuya okuya yeniden yazmak gerekiyor. İnsanlara doğduğundan beri inandıklarının aslında kocaman bir yalandan ibaret deyip, sonrada öylece bırakamazsın.


Tamam haklısın! Bende inandım.
Koskoca bir yalanmış bütün bunlar.
Ama bu durumda ben neredeyim? Burası neresi ??
Hadi bildiğimiz her şeyi masaya yatıralım. Bakalım ortaya bir şey çıkacak mı?

ELDEKİ VERİLER
-Her canlı ölüyor.
-Dünyanın yaşı 4,54 milyar yıl.
-İnsanın yaşı yaklaşık 3.67 milyon yıl.
-İlk canlı organizma 4.28 milyar yıl önce yaşamış.
-Olayın kronolojik şeması yaklaşık aşağıdaki gibi.
Yukarıda ki zaman tünelini incelemenizi öneriyorum. Önce evren var olmuş. Big bang veya artık her ne ile olduysa. Evren bir enerji-madde olarak yaşamına başladıktan 9-10 milyar yıl sonra dünyamız oluşuyor. Artık güneşten mi kopmuş veya little bang mi olmuş bilemiyorum. Şimdilik merakta etmiyorum o kadar. Bana yaşı gerekiyor. Evren enerji ve madde olarak yaşamaya başladıktan 9-10 milyar yıl sonra dünya yaşam enerjisi ile dönmeye başlamış. Yani 10 milyar yıl boyunca bu devasa uzay biz, yani dünya olmadan yaşamına devam etmiş.

Dünya da bir şekilde olmuş. Dikkatinizi çekerim hala ortada insan, melek, cin vs hiçbir şey yok. Kendi varolan devasa enerjisi ile evren yaşamına ve genişlemesine devam etmiş.
Dünya dönmüş dönmüş soğumaya başlamış, su oluşmuş.Bu, su dediğimiz madde hakikaten özel bir madde. Rengi, kokusu ve tadı olmayan bir madde.
Şimdi burada duralım..

Yerkürede yaşam su ile başlıyor. Su ve hava. Ve görebildiğimiz başka hiçbir gezegende bu durum söz konusu değil. Peki hadi diyelim ki bizim su maddemize ihtiyacı olmayan başka maddelere ihtiyacı olan canlılar var mı? Şu ana kadar gözlemleyebildiğimiz kadarıyla uzayda hareket eden bir canlıya rastlamadık.

Yani biz yerküre üzerinde her ne kadar milyarlarca yıllık bir evrimin sonucu olsak bile, tesadüf eseri oluşmadığımız ortada.

Zaten benim arayışım yaratıcıyı bulmak üzerine. Yoksa insanlığın beyin gelişimine paralel olarak yaratıcı kavramına değişik yorumlar getirip en son olarak ta 3 kutsal din ortaya atarak bu görüşlerini olgunlaştırmışlar hatta bu yolla insanlara istediklerini yaptırmışlardır.

Yani bu insanlar ( adına peygamber mi dersiniz, dahi mi dersiniz ) yaratıcı kavramına yorum getirmişler. Ve bu yorumlar o kadar tutmuş o kadar popüler olmuş ki bugün bile bu önermelerden ekmek yiyen bir sürü dolandırıcı var.

Eğer su maddesi daha birkaç gezegende de bulunsaydı ve oralarda yaşam olmasaydı yine bir nebze doğal evrimden bahsedebilirdim. Ancak suyun ve oksijenin var olması ve biz dünya canlılarının su ve hava ile var olup yaşamımızı su ve hava ile devam ettirme zorunluluğumuz olması beni ister istemez tesadüfen değil bir irade tarafından yönetilen veya başlatılan yaşamın içinde olduğumuz düşüncesine itiyor.

Evrenin kendisi mi acaba bizi bu ücra ve korunaklı köşede yaratıp gözleyen? Yoksa evrenden daha büyük bir yaratıcı varda , bu yaratıcı evreni de yaratmış olan bir güç mü?
Yine geldik kördüğüm olmuş ve çözülemeyen düğüme. Şu ana kadar geldiğim tek somut nokta, dinlerin tamamının insan uydurması olduğu. Bunun dışında ki hiçbir sorunun cevabını bulabilmiş değilim.

Tesadüfen oluşmuşuz deyip topu taca atmak kolay. Ancak gerçek nedir? İşte o gerçeği bilmek, en azından sağlıklı ve mantıklı temel üzerine oturmuş bir varsayım üretmek gerek.

Yoksa öylece havada kalmış bir şekilde yaşayıp, sonra da aptal aptal havaya bakarak ölmek istemiyorum.

TANRIÇA KALİ

Hazırlayan: A.Kara
Hint mitolojisi, Kali, Tanrıça Kali, Hint Tanrıçaları, Ölüm tanrıçası, Kıyamet tanrıçası, Parvati, Şiva, Hint efsaneleri, Kali'nin doğuşu, Durga, Mahishasura, Mahisa, A, mitoloji,

HİNT TANRIÇASI KALİ

Hindu tanrıçası Kali, ölüm, zaman ve kıyametin tanrıçası (veya Devi) 'dır ve sıklıkla cinsellik ve şiddet ile ilişkilendirilir ancak aynı zamanda güçlü bir anne figürü olduğundan anne ve anne sevgisinin sembolü olarak kabul edilir. Kali ayrıca bünyesinde kadınsı enerji, yaratıcılık ve doğurganlığı (shakti) barındırır. Büyük Hindu tanrısı Şiva'nın karısı Parvati'nin vücut bulmuş halidir. Kali sanatta en çok kesilmiş kafalardan oluşan bir kolye takmış, kesik kollardan oluşan bir etek giyinmiş, dışa çıkmış bir dil ile kan damlayan bir bıçağı işaret eder biçimde korku veren bir dövüş figürü olarak temsil edilir.

İSİM VE TAPINMA
Kali’nin adı Sanskritçe “siyah olan” veya “ölüm olan” dan gelir ancak aynı zamanda Chaturbhuja Kali, Chinnamastā veya Kaushika olarak da bilinir. Zamanın bir düzenlemesi olarak her şeyi mahveden Kali, ölümlüler ve tanrılara karşı konulmaz bir biçimde çekici gelen Kali aynı zamanda (özellikle daha sonraki geleneklerde) bir anne tanrıçanın yardımseverliğini temsil eder.

Tanrıçaya doğu ve güney Hindistan'da, özellikle de Assam, Kerala, Keşmir ve Bengal'de ibadet edilmiştir. Günümüzde her yıl yeni ayın gecesinde düzenlenen Kali Puja festivalinde ve Kalküta şehrinde ibadet edilmektedir.

KALİ'NİN DOĞUŞU
Kali'nin nasıl ortaya çıktığına dair pek çok inanış vardır:

1.İNANIŞ
Bir efsane, her bir elinde bir silah taşıyan, aslan ve kaplana binen on kollu savaşçı Durga'nın bizon şeytanı Mahishasura (veya Mahisa) ile savaşmasıyla ilgilidir. Durga öfkelenmeye başladı ve öfkesi alnından Kali şeklinde çıktı. Doğduktan sonra çıldıran karanlık tanrıça çıldırdı ve karşılaştığı şeytanları yedi, başlarını boynundan geçirdiği bir zincire bağladı.

Kali’nin günahkar veya haksızlık edenleri buluşturacağı kanlı saldırılarının sakinleştirilmesi imkansız görünüyordu ve bundan hem insanlar hem de tanrılar etkileniyordu. Neyse ki güçlü Şiva (Shiva), Kali’nin yıkıcı öfkesini onun yoluna uzanarak durdurdu ve tanrıça önünde tam olarak kimin durduğunu anladığı zaman nihayet sakinleşti.

2.İNANIŞ
Tanrıça'nın doğumunun başka bir versiyonunda Kali, Parvati koyu tenini değiştirirken Kali'ye dönüştü. Bu yüzden isimlerinden biri Kaushika (Kılıf) iken Parvati'nin isimlerinde biri Gauri (Adil Biri) olarak kaldı. Bu efsane Kali’nin ebedi karanlığın simgesi oluşunu, hem yok etme hem de yaratma potansiyeli taşıyan karanlığı vurgulamaktadır.

3.İNANIŞ
Üçüncü efsaneye göre sadece bir kadın tarafından öldürülebilen Daruka erkekler ve tanrılara korku salıyordu. Tanrılar Parvati'den bu baş belası şeytanla başa çıkmasını istendi. Parvati bu isteğe Şiva'nın (Shiva) boğazından aşağı atlayarak cevap verdi. Bunun nedeni, Şiva'nın yıllar önce, yaratılış sırasında okyanusun çalkalanmasından kaynaklanan ve dünyayı kirletmekle tehdit eden zehir olan Halahala'yı yutmasıydı. Parvati, hala Şiva’nın boğazında durmakta olan zehirle birleşerek Kali’ye dönüştü. Şiva'nın boğazından yeni kılığı ile dışarı fırlayan Kali hızla Daruka'ya yöneldi ve dünya bir kez daha iyiydi.

KALİ VE RAKTABİJA
Kali’nin doğumunun bir başka versiyonunda, korkunç iblis Raktabija’nın (Kan tohumu) hikayesi vardır. Bu iblis de çoğu iblis gibi insanlara ve tanrılara büyük sıkıntılara neden oluyordu ama daha da kötüsü kanının bir damlası yere döküldüğünde daha fazla iblis doğuruyordu. Bu nedenle Raktabija her saldırıya uğradığında tek sonuç başa çıkacak daha fazla şeytandı. Tanrılar birlikte çalışmaya, bütün shakti'lerini ve ilahi enerjilerini birleştirmeye ve Raktabija'yı yok edebilecek süper bir varlık üretmeye karar verdiler; sonuç Kali idi (başka bir efsanede Kali sadece Durga'dan ortaya çıkar).

Tanrıların ilahi silahı olan Kali hızla Raktabija'yı ve şeytanlarını aradı ve daha fazla kan dökülmemesi için hepsini yutmaya başladı. Kali, Raktabija'nın kafasını bir kılıçla kesip attı ve ardından onun kanının tamamını içti. Kan damlalarının hiçbirinin yere düşmediğinden emin olduktan sonra hiçbir şeytanın dünyayı tehdit edemeyeceğine kanaat getirdi.

Başka Bir Efsane
Kali'nin yer aldığı ünlü bir efsane ise bir grup hırsızla ilgilidir. Hırsızlar, Kali'ye bir insan kurban etmek istediler ve kurban etmek için aptalca bir seçim yaparak bir Brahman rahibini seçtiler. Onu en yakın tapınağa sürükleyen hırsızlar heykel önünde kurban vermeye hazırlanırken aniden Kali'nin heykelinin hayata döndüğünü gördüler. Hırsızların bir keşişi öldürme planından öfkelenen tanrıça, hızlı bir intikam alarak tüm çetenin kafasını kesti ve eğlenmek için başlarını savurdu. Serbest kalan Brahmin ise bilgeliğin bir yansıması olarak hayatına devam etti.

TRUVA SAVAŞI VE ODİSSEAS (ODYSSEUS)

Yazan: Thesemyaza
THE, yunan mitolojisi, Truva savaşı, Odisseas, Odysseus, İlyada, Truva savaşı ve Odisseas, mitoloji, Epeius, Tenedos, Atina, Rahip Laocoon, Tahta at, TRUVA SAVAŞI VE KURNAZ TANRISAL KOMUTAN ODİSSEAS (ODYSSEUS)

Yunanlılar Truva savaşının onuncu yılında, şehri ele geçirememe konusundaki umutsuzlukları en yüksek seviyede ve vatanlarına duydukları hasretle karamsar bekleyişlerini sürdürüyorlardı… Ordunun onca yıldır direnen ülkenin düşeceğine olan inancı azalmış tükenmişti.

Tam böyle bir ortamda ümitsiz askerlerin volta attığı Truva kumsallarına kamp kurmuş İthaka kralı Tanrısal odysseus’un aklına bir plan geldi. Yunanlılar kurnaz küçük bir plana başvuracaklardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, “küçük” kelimesi bunun için uygun bir kelime olmayabilir, çünkü plan kurnaz Odysseus tarafından tasarlanmıştı…

Plan muazzam bir tahta atın inşasını içeriyordu. Neredeyse herkes neden inşa edildiğini ve kimin Yapı’nın içi boş kısmına gizlendiğini bilir. Ancak, tüm hikâye bundan biraz daha karmaşıktır.

Aşağıda daha fazla bilgi edinebileceğiniz birçok unutulmaz bölüm var.

Epeius ve Atın İnşası
Şimdi, Odysseus'un çalışma planında Yunanlıların bir usta mühendise ihtiyacı vardı; neyse ki, saflarında bir tane vardı: Epeius. Doğru, korkak olma gibi bir üne sahipti, ancak mimarlığın düşünüldüğü kadarıyla, gezegende hem bilgi hem de görme konusunda ona rakip olabilecek çok az insan vardı. İda Dağı'na düşen, içi boş bir köknar ağacına, atı inşa etmek için üç günden fazla bir süreye ve birkaç yardımcıya ihtiyacı vardı. Odysseus'un tavsiyesinin ardından Epeius, tahta atın bir tarafına bir tuzak kapısı yerleştirdi ve diğer tarafına büyük harfler kazıdı: “Eve döndükleri için Yunanlılar bu teşekkürü Athena'ya adadı.”

Attaki Kahramanlar
Tahta at inşa edildikten sonra Odysseus Truva'daki mevcut Yunan savaşçılarının en cesurlarını ve en yetenekli olanlarını tahta at’ın içi boş kısmına  tamamen silahlı olarak tırmanmaya ikna etmeye devam etti . Bazı kaynaklar 23 kişi olduklarını söylerken, bazı kaynaklar ise sayılarının 30 ila 50 arasında değiştiğini aktarır. Her iki durumda da, Odysseus , Menelaus , Diomedes, Neoptolemus , Acamas, Sthenelus ve Thoas'ın da orada bulunduğundan eminiz. Tereddütlü ve korkmuş olmasına rağmen dahi mimar, Epeius’da partiye katılır. Sonuçta tuzak kapısını nasıl çalıştıracağını bilen tek kişiydi…

Planın Geri Kalanı
Karanlık çöktüğünde, kalan Yunanlılar çadırlarını yaktılar ve Agamemnon liderliğindeki yakındaki Tenedos adasına doğru yola çıktılar. Plan orada bir gece kalmak ve sonra Truva'ya geri dönmekti. Odysseus’un kuzeni Sinon , geride kalan tek kişiydi. Ve bir nedenden dolayı onlara geri dönüşleri için uygun zamanı işaret etmesi gerekiyordu.

Truva Atı'nın Keşfi  Priam, Thymoetes ve Capys
Günün sonunda, Truva izcileri, neşenin ötesinde bir manzara ile karşılandı
Yunanlılar kampından geriye yeller esiyordu. Bir zamanlar asker kaynayan kamp bomboştu. Priam ve oğulları derhal bu mucizeye kendi gözleriyle şahit oldular ve elbette orada bulabilecekleri tek şey Atina'ya adanmış dev bir tahta attı. Thymoetes, atı Truva'ya götürüp Atina'nın kalesine çıkarmaları gerektiğini önermeden önce bir süre merak ettiler . Ancak Capys'in başka fikirleri de vardı. “Bu sahte ve çürük Yunan armağanını denize fırlatmalı, ya da altında gür bir ateş yakmalı ya da sahte armağanın altını delici mızraklarla delmeliyiz!

Athene , Yunanlıları çok uzun süredir tercih etmişti ...  Priam Thymoetes'in önerisinden yanaydı at bir tanrıçaya adanmıştı,Tanıça’ya saygısızlık yapılmamalıydı. Truva kralı için bu iyi bir fikir olarak görülmediydi.


Laocoon'un Uyarısı
Tam o anda, kaleden aşağı inip büyük bir kalabalık tarafından takip edilen Truvalı rahip Laocoon uzaktan bağırmaya başladı “Ey mutsuz adamlar! Bu nasıl bir çılgınlık? düşmanımızın kaçtığını kim düşünüyor? Sizce Yunanistan'ın armağanları suçluluktan mahrum olabilir mi? Ulysses'i tanımıyor muydunuz? ... Bunların hepsi bir tuzak. Bu ata güvenmeyin! Yunanlılardan korkuyorum, hediyeler ile geldiklerinde bile.” Bunu söyleyerek at yönünde bir mızrak atıyordu. Çok sayıda Truvalı bu korkunç eylemi izledi: “Yakın!” “Delin!” “Duvarların üzerinden fırlatın!”

Sinon Herşeyi Açıklıyor
Bu tartışma, birkaç Truva askerinin zincirlemesiyle getirilen Sinon'un gelmesiyle kesintiye uğradı. Şimdi, Odysseus'un olayın bu kısmı için de planlı olup olmadığını veya sadece şans eseri olup olmadığını söylemek zor ama bana sorarsanız Odysseus’un planında buda vardı neticede tahta bir atın içine plansız girip kendinizi düşmanınızın önüne atmazsınız. Askerler tarafından getirilen Sinon olan biteni anlatmaya başladı tabi kendisine söylenenleri anlatıyordu. Sinon Truva kralı Priam’a doğrudan konuşuyordu Aşil’in (Akhilleus) ölümünden sonra yorgun olduklarını ve dayanacak güçlerinin olmadığı için Yunanların burayı terk ettiklerini söylüyordu. Yaptıkları yağma ve verdikleri zarar için ise Tanrıça’ya bu adağı bırakmışlardı. Bazı kaynaklar ise rahip Calchas rüzgarları rahatlatmanın tek yolunun insan fedakarlığı olduğunu söyler günah keçisi olarak ise parmağıyla sinon’u işaret eder. Ancak, tören gerçekleşmeden önce elverişli rüzgarlar meydana gelir ve Sinon’un kargaşada kaçmasını sağlar.

Sinon'un Tahta Atı Açıklaması
“Size inandığımızı söyleyelim Sinon ,” diye cevaplar Priam . “Ama atın nesi var?”

“Ah, bu! Bu sadece bir teskin edici hediyedir Athene yıllar sonra Yunanlılara yardımı durdurdu, bu yüzden bunu affedilmek ve Tanrıçanın gazabından korunmak için yaptılar.’’

Priam bu cevap üzerine ‘’Bu kadar devasa bir heykele  ne gerek vardı peki” diye sorar

Ama Sinon ’unda iyi bir cevabı vardır.

“Şehre götürememeniz için bu kadar devasa yapıldı . Rahip Calchasbu at heykelinin çok kutsal olduğunu onu yakmanın yahut ona zarar vermenin beraberinde çok büyük bir lanet getireceğini söyledi ve onu şehrine alabilenin tüm Asya’nın hükümdarı olacağını her fethi yapabileceğini söyledi. Büyük yapılmasının sebebi budur yüce Kral.. ‘’

Laocoon'un Ölümü
“Yalan , yalan tüm söyledikleri yalan’’ diye bağırır Laocoon .

“Söylediği her kelime Odysseus tarafından icat edilmiş gibi geliyor ! Ona inanmayın, Priam ! ‘’

Lakin Sinon açıkça gerçeği söylemişti ve Laocoon hediye At hakkında yalan söyleyip At’a mızrak attığı ve krala güvenmeyerek kralın imajını bozduğu için cezalandırıldı.

Kanlı Kutlama
Helen ve Deiphobus
Çok büyük çaba ve uğraşın sonunda hediye atı kapılarda geçirmeyi başardılar. Ve bu zaferden sonra çok sevinen halk çılgınca oynamaya başladı. Festivaller sırasında Helen ve Priam’ın oğlu Deiphobos ahşap heykele gizlice girdiler. Deiphobus etrafı şaşkınlıkla gözlemlerken ve tahtalarını okşarken Helen , Yunan kahramanlarının eşlerini seslendirerek isimlerini söyleyerek onu eğlendirdi . Helen'in de planın bir parçası olup olmadığı bilinmemektedir ve bu, aşırı güvenmenin bir hile ya da neşe dolu olup olanlara sevinmesindendi, fakat memnuniyetsizlik öfke yüzünden, birçok Yunan attan atlamak istedi. Bu noktada özellikle Menelaus Diomedes çok zorluk çıkartır.

Yanlarında bulunan Odysseus hepsine engel olur, bundan sonra sabırsızca planının son halini alması için en uygun anı beklemeye koyulur.

Saldırı
Gece yarısında, dolunay yükselmeden hemen önce , Sinon , Truva Kapıları'ndan geçip bir işaret yakar. Bu işaret krallar kralı Agamemnon ‘un Achaean filosuyla kıyıya geri dönmesini beklediği sinyaldir . Bir saat kadar sonra, gecenin ölü sessizliğinde Odysseus kılıcını kaldırır ve Epeius’a tuzak kapısının kilidini açmasını emreder. Attan ilk atlayan Echion çok istekli ve umursamaz olduğu için düşer ve boynunu kırar gerisi Epeius ‘un halat merdivenini kullanır. Çok geçmeden , Agamemnon ‘un ordusu açık kapılardan saldırır.

O saatten sonra artık tanrılar bile Truva'yı kurtaramazdı….

Bu hikâyenin daha uzun kısmını Homeros’un İlyada destanında bulabilirsiniz.

Kaynaklar: Homeros-İlyada

BİR DİNE NE ZAMAN MİTOLOJİ DERİZ?

Yazan: Thesemyaza
THE, din ve mitoloji, eski dinler şimdi mitoloji, Dinler tarih olacak, Şimdiki dinler, İlerleyen süreçte dinler, din, Hinduizm ve Antik yunan medeniyetinin her ikisinde de diğer birçok medeniyet ve ulusta olduğu gibi Tanrılar ve Dinler vardı..

Dünyanın yaratılışıyla ilgili fikirlere mitoloji, ahlaki anlamlara sahip masallara ise "din" diyoruz.

Her ikisi de mitolojilerle ilgili diğer birçok dinler kadar benzer…

Oysa antik çağ denince ilk akla gelen uygarlıklarda olan Yunanların bir zamanlar ki dini şu an sadece mitoloji olarak varlığını sürdürüyor. Anlayacağınız Zeus’un tapınağının günümüz dünyasında bir din olarak pek etkisi yok.

Peki ama ne demeye çalışıyorum?

Yukarıda tanımını yaptığım Din ve Mitoloji kavramlarını ilk duyduğumuzda aklımıza iki farklı şey gelir oysa gerçekler öyle midir? Bakalım…

Günümüz dünyasının mitolojisi, ‘insanlar bunlara nasıl inanırdı’ diye hayret ederek okuduğumuz yunan ve Helenistik metinleri, bir zamanlar insanlar tarafından kutsal olarak kabul ediliyordu.

Ve hatta şu an olduğu gibi kutsal metinlere karşı çıkıp aleyhte konuşmalar yapan insanlar en ağır cezalara çarptırılıp toplum tarafından dışlanır ve toplumsal bütün hakları ellerinden alınırdı.

Şimdi yazıya biraz ara verip düşünmeni istiyorum yüce arkadaşım..

Dinsizlikle suçlanıp öldürülen Sokrates’in haklı olduğunu biliyorsun.

Ya da o zamanlar antik dini öğretilere karşı çıkıp bilimi savunup Yunan toplumuna inandıkları Tanrıların ve Dinlerinin yalan olduğunu haykıran ve sırf bu yüzden öldürülen  yüzlerce ve hatta binlerce  insanın haklı olduğunu biliyorsun.

Çünkü o öğreti ve dinlerin sadece masallar ve masal kahramanlarından oluştuğunu biliyorsun. Şu an samimi bir şekilde kendini ve içerisinde bulunduğun toplumunu düşünecek olursan kendi toplumunla antik toplumlar arasında pek de fark olmadığını göreceksin. (En azından inandıkları şeyler konusunda)


‘Ama benim dinim gerçek olan din, benim dinim hak din’ diyeceksin şu an kemiklerinden bile eser kalmamış çoğu dindar antik insanın dediği gibi. Evet takdir edersin ki bir dine inanan insanlar ‘sadece benim dinim gerçek’ düşüncesindedirler.

Yani şu an dünya üzerinde bulunan yaklaşık 4000 dünya dinine mensup farklı insan gruplar ‘Benim dinim gerçek kalanları yanlış ve bunun için bedel ödeyecekler’ düşüncesindedirler.  Tıpkı senin Yahudi veya Hristiyanlar hakkında düşündüğün gibi yahut dinin hangisiyse ve hangileri dinin dışında kalıyorsa.

4000 dinin mensuplarının bu görüşte olduğunu düşünecek olursan dünyada var olan karmaşanın sebebini anlaman daha kolaylaşacaktır. Yahudilere nasıl kutsal topraklar vadedilmişse Müslümanlar’a da cihat vadedildi. Herkese bir şeyler vadedildi. Ve herkes onu almanın peşinde.

Dünya bir kaos’a doğru ilerliyor ve kimse bunun farkında değil.

Gereğinden fazla kan, vahşet, şiddet gören dünya toprakları daha fazlasını kaldıramayacak.

Geleceğin mitolojisi için  insanların birbirlerini üzmelerine incitmelerine gerek yok. Bu böyle devam etmemeli.

İşte bu yüzden o bahsini geçtiğim 4000’lik güruhtan olmayan bizler, karanlığa ışık olmak için kenetlenmeliyiz…

Unutmayın ışık büyüdükçe karanlıklar azalacaktır…

KADIN DÖVÜLÜRSE NE OLUR?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi


KUR-AN'A GÖRE KADIN DÖVÜLÜRSE NE OLUR?
Nisa 34: Allah`ın  insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve hem kocası gibi çalışıp eve para getirip hem çocuk doğurup hem de evin bütün işlerini sırtlarına yüklenmelerine karşın bir çok kadın  erkeklerin  yöneticisi ve velinimetidir. Onun için sâlih erkekler vefakâr hanımlarına karşı  itaatkârdır, kıymet bilendir. Allah`ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş  kaldırmasından  endişe ettiğiniz erkeklere  öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Ne güzel olurdu DİMİ? Ne adil olurdu DİMİ?  Neyse, şimdi de orijinal ayeti okuyalım.

Nisa 34: Allah`ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah`ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Bu ayette Arapça okunuşu “vadrıbûhunne” olan kelime kimi Kur’an mealcilerine göre “evden göndermek” anlamına gelir. Kimi Kur’an mealcilerine göre ise “dövmek” anlamındadır. Kimilerine göre de her iki anlamda da kullanılabilir. “Dövmek” anlamında kullanılması gereken bazı hocalara göre ise “hafifçe dövmek” gerektiği konusunda bir ısrar var ise de bu durum, ilgili ayetin Arapçasının tam olarak tercüme edilmesi ile birlikte ilgili kelimeye yani “vadrıbûhunne” kelimesine hafif ya da az anlamı verecek bir ögenin ayet içinde kullanılmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun yanında “vadrıbûhunne” kelimesi genel görüşe göre hem dövmek anlamına hem de evden göndermek anlamına gelebildiği için ben her iki anlamı da değerlendirmeye alacağım.

Dövmek anlamında ise: Bu ayetteki “dövün” kısmını eğer doğru tercüme olarak kabul edersek kadının nasıl dövüleceği önemlidir. Çünkü dövmek, genellikle insanın kafasına, baş bölgesine vurmak şeklinde cereyan eder. Tabi ki de tokat atmaktan bahsediyoruz. Peki bu neden önemlidir? Allah eğer  kendi yarattığı insan biyolojisini şimdiki bilim adamlarımızın bildiğinin yarısı kadar dahi biliyorsa bir insanın kafasına aldığı her darbe beynindeki 1000 hücrenin ölümü demektir. Boksörlerin çok büyük bir kısmının beyinleri ile ilgili rahatsızlıklara yenik düştüğünü hepimiz biliriz. Sadece boksörlerin mi? Kafasına aldığı  bir darbe ile beyin kanaması geçiren, epilepsiye yakalanan insanların sayısını hastanelerin acil durumundan sorabilirsiniz. Bu o kadar önemli bir konudur ki bir insan yere düştüğünde hiçbir tarafı yaralanmamış olsa dahi sadece beyninin sert zemine çarpması ile hayatını kaybedebilir. Bu şekilde hayatını kaybeden insanların sayısı oldukça fazladır. Bu yüzden kask takmadan motorsiklet kullanmak yasaklanmıştır. Bunun dışında bir insanın kafasına çok vurduğunuzda aptallaşacağı, bilimden bir haber olan cahil insanların bile bildiği bir şeydir. Kaldı ki kadın bu darbeyi kafasına bir kez yese bile 1000 hücrenin ölümü ne demektir? Kafanızda bir canlandırın. Dayak yemeyi normal bir şey gibi kabul etmiş olsak bile ayetin içerisinde kadının neresine vurulacağı ile ilgili bir bilgi ya da bir uyarı yoktur, erkeğin insafına ya da elinin, yumruğunun  kararına  kalmıştır.

Göndermek anlamında ise: Eğer ayetteki ilgili kelime kadını evden göndermek anlamında ise kadını nereye göndereceksin?
Annesinin babasının  evine mi? Böyle durumlarda anne baba, kızlarını daha da dolduruşa getirir, olacak iş olmaz? Ya da damadın haksız yere suçlamalarına inanıp kızlarına eziyet edip hakaret edebilirler.
Kadının gidecek yeri yoksa cebinden para çıkartıp masraf yapıp ayrı ev mi tutacaksın?
Hani Kur’an’a göre erkek maddi olarak kadına bakıyor ya! Kadın gerçekten de kocasının eline mahkûmsa ve gidecek yeri yoksa, erkeğin de ayrı ev tutacak parası yoksa kadını nere gönderiyon?

Gelelim zurnanın zort dediği yere… İçinde yaşadıkları ev erkeğin değil de kadının evi ise, kim kimi nereye gönderiyor?

Bazı tefsirlerde bu ayette geçen erkeğin tavrının, kadının iffetinden kaynaklanabilecek sonuca dair olması gerektiği  iddia edilir. Yani iffetinden şüphe duyulan, kocasına karşı sadakatsiz olan kadınlara bu yöntemler uygulanıyor. Bir çok tefsir ve yılların ilahiyatçılarının görüşlerine göre de iffet içinde olmak üzere kadının hemen her konuda genel olarak kocasına karşı çıkmasına karşın bu ayetin hükmünün uygulanması gerektiğine kanaat getirir. İki seçeneği de değerlendirelim.

İffetsizliğinden endişe edilen kadın: Öncelikle cinsiyet eşitsizliğine değinmek istiyorum. Eğer şu an bu değerlendirmemi  okuyanlar arasında  eski kafalı olanlar var ise  iffet konusunda bile erkeğin kadından üstün olduğuna, erkeğin gerektiğinde çapkınlık yapabileceğini ama kadın için böyle bir şeyin söz konusu edildiğinde işin “namus meselesine” dönmek halini alacağını bağıra bağıra söyleyeceklerdir. O kimselere hiçbir sözüm yok. Sonuçta taş taştır, niyetim zaten o kişilerin karakterini değiştirme çabası değil. Daha önce zina ile ilgili bir yazımda, bir kadının ne sebeple zina edebileceğine yönelik bir örnek vermiştim. Bu örneği kısaca burada tekrarlayacak olursam eğer, ailesinin zorlamasıyla dedesi yaşında evlendirilen gencecik bir kızın artık tiksinmeye başladığı ve boşanmasına hiçbir şekilde izin verilmeyen  bir evlilik sürecinde kendi yaşıtı bir erkekle karşılaştıktan sonra çaresizlik içinde bir ihanete adım atabileceğinden bahsetmiştim. Ayette bahsedilen durum aslında erkeğin karısının iffetsizliğinden şüphe etmesidir ama biz bu şüphesinde erkeğin haklı olduğunu farz edelim. Bir kadın kocasını neden aldatır?
Kadın gerçekten de evli olduğu erkeği rahatlıkla aldatabilecek yapıdadır(Türk kadınları arasında nadir görülen bir durumdur)


Genç kadın, isteği dışında yani hiç sevmediği ve hiç haz etmediği bir erkekle zorla evlendirilmiştir(bunun bir diğer adı tecavüzdür aslında) ve kocasından ayrılması bazı sebeplerle mümkün değildir(O  eve gelinliğinle girdin ancak kefeninle çıkarsın).

Kadın, kocasından her hangi bir şekilde sürekli olarak sözlü veya fiziksel ya da her iki şekilde şiddet görmekte ve kendisine çok iyi davranan bir erkekten etkilenmektedir.
Kocası ile arasında sevgi bağı kalmamış,  bir birlerine karşı ilgisizdirler ve hatta adam artık karısının yüzüne bile bakmamaktadır.

Maddeler halinde yazdığım bazı örnekleri vermemin sebebi, “kadınlar böyle durumlarda eşlerini aldatmalılar” gibi bir görüş öne sürmek değil tabi ki de fakat bu tür durumlar yaşanıyor mu? Her zaman…

Şimdi de 1400 yıl önce gökten indirildiği iddia edilen 34’üncü ayetin “sadakatsizliğinden endişe ettiğiniz kadınları…” şeklinde anlaşılabilecek olan anlamını, günümüz 21’inci yüzyılının bilimsel tespitleri ile açıklamaya çalışalım.

Paranoid bozukluk ismi verilen ve Türk erkeğinin ciddi bir bölümünde var olduğu bilinen ruhsal bir hastalıktan bahsedelim. Özgüveni zayıf olan, herkesin kendisinin arkasından iş çevirdiğini düşünen, Özgüven eksikliğinin bir sonucu olarak kendisini sürekli olarak yetersiz hissedip, karısının sürekli olarak başka erkeklere göz koyduğunu ve hatta karısı, gözünün önünde  yabancı bir erkekle normal bir şekilde konuşurken karısının aslında o erkekle cilveleştiğini hayalleyen ve cinnet geçiren erkekler… Bu öyle bir hastalıktır ki bu hastaların çoğunluğu paranoya olduklarını kabul etmek istemezler, bu yüzden  değil tedavi olmak, doktora gitmeyi bile reddederler.  Sonuçta hastalık ilerler ve şizofrene çevirir. Hasta bir erkeğin gerçek olmayan hastalıklı  şüphelerinden  bahsediyorum.  Bu ruhsal hastalığa yakalanan bir çok erkek, gururuna yediremeyip “deli doktoruna gitmem” deyip muayene bile olmaz yani hasta olduğunun ne kendisi ne de yakınındakiler farkında değildir.
Karısının, tek başına bakkala gitmesini veya tek başına bir komşuya gitmesini veya güzel görünümlü pembe renkli bir bluzu giydiğinde bu hareketin etraftaki erkeklerin ilgisini çekmek anlamına yorumlanarak kadını iffetsizlik durumuna düşüren yobaz düşüncelere değinelim. Bu düşünce sistemi genellikle çok dar ve yobaz çevrelerde, ailelerde yetişen erkeklerde ortaya çıkan bir durumdur.
Kötü niyetli kişilerin dolduruşuna gelerek karısı ile arasını açmaya çalışanlara inanan  kıt akıllı erkeklere değinelim.

Peki, başka bir kadına göz koyup karısından kurtulmak için karısına yalan yere iftira atmak isteyen erkeğin durumuna değinsek.  Hatta kadına, kocası tarafından atılabilecek bir iftiraya yönelik  ayet de  var.

Kur’an ayetlerinin çoğunda olasılıklar  yoktur. İnsanoğlunun yüzlerce olasılık içerisinde sadece bir tane olasılıkla  karşı karşıya kalabileceği hesap edilerek gönderilmiş gibi anlaşılan kesin  hükümlü ayetler vardır. Ayetlerdeki bu hükümler o kadar kesin bir dille verilir ki sanki o günahı işleyen ya da o fiili yerine getiren kişi kötü niyetle kasten yapmış gibi addedilir.  Söz konusu ayette eğer anlaşılması gereken durum, erkeğin karısının iffetsizliğinden şüpheye düşmesi ise, iş tamamen erkeğin akıl sağlığına, adam olup olmamasına, kadına saygı duyup duymamasına, düzgün bir çevrede büyümüş olup olmamasına, vicdanına, kısacası kocanın insaniyetine kalmıştır. Keşke İslâm’ın Tanrısı Allah, kadının kaderini, erkeğin insafına bırakmamış olsaydı. Günümüzde bile hâlâ koca şiddetinden, koca korkusundan dolayı evden kaçıp saklanmak zorunda olan bir sürü  çaresiz kadın var. Allah bu kadınları görüyor mu acaba? Zengin kocasının parasını lüks eğlence yerlerinde yiyen kadınlardan bahsetmiyorum. Kendi ailesi tarafından erkeğe adeta köle olmak üzere yetiştirilmiş, kocasının bir dediğini iki etmeyen, buna rağmen kocası tarafından sürekli aşağılanan, hor görülen, şiddete maruz kalan kadınlar… Keşke İslâm’ın ilâhı olan Allah, bu biçare kadınlara da erkeğe gönderdiği gibi bir hal çaresi, bir çözüm gönderse idi.

Kocasına karşı çıkan kadın: Nisa suresi 34’üncü ayette, bir çok tefsircinin iddiasına göre anlaşılması gereken durum aslında kadının genel anlamda kocasına karşı çıkması, diklenmesi durumudur fakat kadın eğer kocasına her hangi bir sebeple karşı çıkıyorsa bu sebeplerin neler olabileceği ya da kadının haklı ya da haksız olabileceği ile ilgili hiçbir açıklama yoktur. Yani 1400 yıl öncesinin tipik ataerkil ve kadını hor gören Arap zihniyetinin yansıması gibidir bu ayet. Bir kadın kocasına neden karşı çıkar? Bunun için, olabilecek bütün ihtimalleri tabiî ki de teker teker yazmayacağım fakat bir örnek vereyim, daha iyi anlaşılması açısından. Örnekten önce ayeti tekrar okuyalım:

Nisa 34: Allah`ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah`ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Bu ayette, erkeğin baş kaldırmasından endişe ettiği karısına yönelik öğüt verme, yatakları ayırma ve en sonunda dövmek veya başka çevirilere göre evden uzaklaştırmak yani kadını evden kovmak şeklindeki usulü, her hangi bir evlilikte yaşanabilecek bir problem üzerinden değerlendirelim.

Vereceğim  örnekte Ahmet bey,  karısı Derya hanımın evde dikiş dikerek 15 yıl boyunca biriktirdiği parayı, iyi bir işe yatırım yapmak için istiyor. Kadın maddi anlamda zaten eşine destek oluyor fakat bir taraftan da kazandığı paranın bir kısmını biriktirerek ev alma hayali kuruyor.  Ahmet bey eşine “Bende  şu kadar para var, senin parayı da üstüne koyalım, falanca yerde dükkan açayım, hem asgari ücretle çalışmaktan kurtulurum, hem de eve iyi para getiririm” diyor ve karısını razı ettikten sonra karısından aldığı parayı erkek kardeşine götürüp “al kardeşim, madem elin sıkışık, madem kredi borcunu ödeyemiyorsun, al şu parayı, borcunu kapat, elin bollaşınca da ödersin” diyor. Erkek demek her zaman ve her erkek için  akıl küpü olmak demek ya! Bir taraftan da düşünüyor “Ben hanımı kandırıp elinden parasını aldım, kardeşime verdim, kardeşimi tembih de ettim kimseye söyleme diye ama eninde sonunda hanımın haberi olacak. Haberi olunca da kıyamet kopacak, canımı sıkacak, hem ben hem çocuklar huzursuz olacak. İyisi mi ben eve gideyim, anlatayım böyle böyle yaptım diye, bilecekse şimdiden bilsin.”  Ahmet bey eve gidiyor ve durumun aslını öğrenince kendisine baş kaldıracağından şüphelendiği karısına önce nasihat ediyor. “Bak hanım, ben bir iş yaptım ama senin hoşuna gitmeyecek bir iş bu. Sana anlatacağım ama bağırıp çağırıp canımı sıkarsan külahları değişiriz.” Diyor ve durumu anlatıyor. Kadın tabi çıldırıyor ve başlıyor veriştirmeye:
“Kardeşinin ne borcu var söyler misin? Altlarında son model araba, daha bu sene sıfır aldılar. Oturdukları ev kendilerinin, bizim gibi kirada değiller. Ayda şu kadar para maaş alıyor. Sen o paranın dörtte birini bile kazanamıyorsun. Kardeşinin iki çocuğu da özel okulda okuyor. O sana vereceği yerde sen ona mı verdin hem de benim kazandığım parayı? Ben sana daha ne diyeyim ha? Şu çocuklarımızın üstüne başına bakar mısın? Ev alalım da şu kiradan, şu tavanı akan gecekondudan  kurtulalım diye para biriktiriyoruz, para biriktirmenin uğruna çocuklarımıza bu sene okul forması bile alamadık, bizim çocuklarımız özel okula gitmiyor devlet okuluna gidiyor, kardeşin doğal gazlı evde sıcacık otururken biz hâlâ sobalı evde ısınmaya çalışıyoruz, dalga mı geçiyorsun benimle. Madem kredi borcu var, satsın arabasını ödesin borcunu. Bizim gibi dolmuşa binsin,…” Kadın tabi kendince haklı olarak sayıp sayıştırıyor. 15 yıllık alın teri bu, kolay mı sessiz kalmak. Ahmet bey akşam olunca yatakları ayırıyor. Gece uyurken Derya hanımın yan odadaki yatağının üzerinden kendi kendine konuşup sinirlendiğini duyuyor ve karısının, bu durumu daha da uzatacağından şüpheleniyor. Sabah olduğunda karısı konuyu açar açmaz karısına diyor ki: “Bana bak bu konuyu bir daha açarsan külahları değişiriz”. Kadıncağız tutamıyor kendisini ve başlıyor konuşmaya. ŞRAKKKKKK bir tokat geliyor kadının yanağının üzerine. Bazı ilahiyatçılara göre ayette geçen durum dövmek değil, evden uzaklaştırmakmış. Tamam biz de öyle yapalım. Akıl fukarası ve aynı zamanda aile babası Ahmet bey, yemek, bulaşık, ütü, sil süpür, çocuk doğur, çocuk büyüt, erkeğe hizmet et gibi görevlerinin yanı sıra 15 yıl boyunca dikiş makinesi ile diktiği kıyafetlerden kazandığı parasını elinden kandırarak alıp zengin kardeşine verdikten sonra sesini çıkartıp bu duruma itiraz eden yani kendisine baş kaldıran yani evlilik huzurunu bozan karısını kolundan tutup babası evine postalıyor. Bir de arkasından haber gönderiyor. “Eğer bana karşı olan bu tutumundan vazgeçmezsen boşarım seni.”

Yukarıda sizlere bir örnek verirken kadınların da haksız yere aile içinde sorun çıkartmayacaklarını kastetmiyorum  tabiî ki de fakat kadının haklı, erkeğin haksız olabileceği bir durumda ne yazık ki kadının kocasına ne yaptırım uygulaması ne de boşama hakkının olmaması, “Acaba Kur’an-ı Kerim, Tanrı katından mı geldi yoksa Arap katından mı geldi?” düşüncesini getiriyor.

Zorlama Tefsir: Bir de son dönemlerde çıkan bazı kişilerin bu ayeti adeta zorlama ile şöyle bir şekilde yorumlamaları var:

“Bir erkek, karısından şüphelenince zaten ona nasihat eder, öğüt verir ve bu durum bir çok evlilikte böyledir. Eğer kadın öğütten anlamamışsa yani erkekle anlaşamıyorlarsa ister istemez ayrı yatmaya başlarlar. Eeeeeee? Ayetteki “vadrıbûhunne” kelimesi aslında kadını evden göndermek anlamına gelir ki eğer ayrı yattıktan sonra da karı kocanın arası hâlâ açıksa ve aralarındaki huzursuzluk düzelmemiş ve barışmamışlarsa bu karı koca boşanır. Yani kadın o evden gider. Normal boşanmalarda evlilik ve boşanma süreci zaten bu şekilde gerçekleşir. Ayette de bu durum vurgulanmıştır”.

Bu garip tefsirde sanki erkekle kadın, medeni bir şekilde ayrılıyormuş gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor  fakat ayetteki anlamda cinsiyet eşitliğinden eser yok. Erkek düpedüz kadından üstün çünkü kadının parasal ihtiyacını karşılıyor ve dahası yatağı ayıran, nasihati veren ve eşini gönderen kişi sadece koca. Yani kadın hiçbir konuda haklı olamaz. Ne olursa olsun erkek haklıdır, sebep ne olursa olsun evlilikte her şey kocanın istediği gibi olur ve kadın da kocanın isteklerine itaat etmek  zorundadır. Anlaşılması bu kadar açık seçik bir ayet, AYAN BEYAN gözlerimizin önünde dururken ve kocasının serkeşliğinden endişe eden kadına sadece Nisa 128’de adeta dalga geçer gibi “…aralarında uzlaşmalarında günah yoktur…” tavsiyesi  gönderilirken  NEYİN AÇIKLAMASINI YAPIYOR VE NEYİ AKLAMAYA,  NEYİ MASUM GÖSTERMEYE ÇALIŞIYORSUNUZ?  Bırakın kıvırmayı, bu ve benzeri ayetlerin tefsirini eğip bükmeden  delikanlı gibi dürüst bir şekilde göğsünüzü gere gere anlatın. Kur’an’a  göre kadın, kocasının kölesidir. Kölelerin özgür seçimi yoktur, karar verme yetileri yoktur ve kendilerine kocaları tarafından ne emir gelirse onu sorgusuz sualsiz yerine getirmekle görevlidir.

Yıllar boyunca bu ayetlerin tercümeleri ile ve modern olarak addedilen ilahiyatçıların açıklamaları ile boğuştum.  Çocukluğumdan itibaren beynime yapıştırılan iman etiketini  çıkartmamak için olabilecek her türlü mantıklı açıklamayı  bulmaya çalışıyor ve ardından diğer yorumları saf dışı bırakarak, “Kur’an’ı Kerim’i yıllarca yanlış yorumlamış, yanlış çevirmiş yobazlar…” diyerek kendimi avutuyordum. Bu ayetin tefsirinde genel olarak Hz Aişe’nin üzerine atıldığı iddia edilen iftiradan sonra Peygamber tarafından bir süre babasının evine gönderildiği ve ayetin de bu örnekten yola çıkılarak kadınların dövülmesi değil, evden uzaklaştırılması anlamına geldiğine kadar bir sürü tefsir, bir sürü örnek ve açıklama… Yüceler yücesi Zekâya sahip olduğuna inanılan bir Yaratıcıdan geldiği söylenen ayetlerle insanların bu kadar cebelleşmesi ve mantıklı açıklama aramak için çaba sarf etmesinin mantıksızlığını sonra sonra çeşitli vesilelerle de anlamaya başladım. Bizler, özellikle de biz kadınlar çok inandırılmışız İslâmiyet’in yeryüzünün son ve geçerli tek din olduğuna. Eski Türklerde,  erkekler kadar ailede söz sahibi olan kadınlar, ne yazık ki İslâm dinine geçişten sonra  kadın,  halk arasında  “eksik etek”,  sarayda ise “cariye”   oldu.  Çok şükür Cumhuriyetimize, bir Türk kadını olarak minnettarım Atatürk’e.