HABERLER
Dini Haber

TEVRAT VE KUR'AN'DA ANLATILAN YARATILIŞ ÖYKÜSÜ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, musevilik, yahudilik, Tevrat'ta yaratılış, Kur'an'da yaratılış, Kur'andaki çelişkiler, Tanrı'nın insan ve dünyayı yaratışı, Yaratılış öyküsü, Tevrat ve Kur'an Tevrat, Yaratılış 1. bölümden aynen aktarılmıştır:
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrının Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, "Işık olsun" diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye "Gök" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, "Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün" diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana "Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin" diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu. Tanrı şöyle buyurdu: "Gök kubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin." Ve öyle oldu. Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gök kubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu. Tanrı, "Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun" diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın" diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. Tanrı, "Yeryüzünde çeşitli canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin" diye buyurdu. Ve öyle oldu. ("Sürüngen": İbranice sözcük fare, böcek gibi öteki kara hayvanlarını da kapsıyor.) Tanrı çeşitli yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım" dedi, "Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun." Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum." Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu. Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.”

Tanrı tarafından Musa peygambere geldiğine inanılan, Musevilerin kutsal kitabı eski ahit- Tevrat; evren ve yeryüzünün, canlı cansız her şeyin altı günde yaratılıp tamamlandığını, yedinci günün Rab tarafından kutsandığını –bazı çevirilere göre tanrının dinlendiğini- anlatıyor.
Kur'an bir ayette “Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır…(Araf Suresi- 54) diyerek Tevrat’ta yazılanları birebir onaylıyor. Aynı Kur'an bir başka ayette “Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya kadar olup biter.” (Kamer suresi- 50) diyerek kendi kendini yalanlamaktadır. Her şeyi ol demekle oldurabilen tanrı, evreni neden altı günde yaratmıştır? Kur'an ayetlerinden birkaç örnek daha verelim: “Birşeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir.” (Yasin suresi, 82); “Gökleri ve yeri -bir örnek edinmeksizin- yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir.” (Bakara suresi, 117)

Tevrat’ta ve ardından Kuran’daki yaratılış anlatımlarının; en büyük yaratıcı Allah inancıyla nasıl da ters düştüğü görülüyor. Kutsal kitaplar getirdikleri inanç sistemiyle çelişebilir mi? Ne yazık ki çelişiyorlar. Sonsuz yaratma gücü yalnızca Allah’a aitse, Allah canlı cansız her şeyi “ol” dediğinde oldurabiliyorsa; her şeyi yaratması neden altı gün sürmüştür? Oysa Allah’ın saniyenin kırk milyonda biri kadar bir süre içinde, bildiğimiz bilmediğimiz her şeyin milyonlarcasını yaratabilecek bir güce sahip olması gerekir. Tek tanrılı dinlerin temel inancı böyledir. Üç dinin üç kutsal kitabı da hem bu vurguyu yaparken, hem de altı günde evren yaratılıyor. Üstelik en bozulmamış tek kaynak olarak bilinen İslam’ın Kuran’ı da yaratılışın altı gün sürdüğünü anlatarak kendisiyle çelişmektedir.

Tevrat’tan anladığımıza göre; Allah bir şeyi yarattıktan sonra durup bakıyor ve yarattıklarını beğeniyor. Yani önce bir yaratma denemesi yapıyor, sonra yaptığını beğeniyor. Demek ki yarattığı bir şeyi beğenmezse onu yok edecek. Allah ne yaptığını, ne yapacağını sonsuz gücüyle bilip yapabiliyorsa; böyle bir denemeyi neden yapsın? Geçmişi ve sonsuz geleceği bilmeden, deneme- yanılma yoluyla yaratan bir tanrı olabilir mi? “İnsanı kendi biçimimize göre yaratalım” diyen bir tanrı düşünebiliyor musunuz? Allah şekilden, mekândan ve bildiğimiz her varlıktan münezzehse, dört kutsal kitap da böyle yazıyorsa; Tevrat’ta anlatılan, Allah’ın münezzeh olan kendi biçimiyle insanı yaratması büyük bir çelişki oluşturmuyor mu? Kuran’a girmese de İslam inancı içinde de “Allah”ın insanı yaratırken kendi biçiminden yarattığı” inancı yaygındır. Bu inanç, hadis kitaplarının hemen hepsinde vardır.

Tevrat ve İncil’i aslı bozulmuş kitaplar olarak kabul edip, inanmasanız bile Kuran’da geçen altı günde yaratış ayeti nasıl açıklanabilir?

Zebur, Tevrat, İncil’, Kuran kitapları hep tek yaratıcı Allah inancını savunmasına karşın; kendi içlerinde çelişkiler vardır. Bu kitaplarda anlatılan olaylardan pek çoğu isim ve yer değiştirerek bir başka dinin içine girebilmiştir. Sumer ve eski Mısır inancını, tapınma biçimlerini, efsanelerini her üç dinin içinde olduklarını görmemek ya da görmek istememek insanların düşünce ve sorgulama yetilerini zincire vurmaktır.

Zebur ve İncil yaratılıştan hiç söz etmez. Zebur şiir ve dua kitabıdır. İncil’in bir bölümünü de eski ahit adıyla Zebur ve Tevrat oluşturmuştur. Tevrat’ta anlatılanları yinelememek için İsevilerce geçerli olan dört İncil’e yaratılış konusu katılmamıştır. Kuran’daki yaratılış ayetleriyse Tevrat’tan alınmış bire bir kopyalamadır. Tevrat’ın ana kaynağı da Sumerlerin inançlarıdır.

KUR'AN'A GÖRE KAFİRLER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an'a göre kafirler, Tahrim suresi 9.ayet, Tahrim 9, İslamda kafirler, Kur'an'da kafir, Kafirlere sert davran, Dinler ayrıştırır, Kur'an'da şiddet, KUR'AN'A GÖRE KAFİRLER

Tahrîm Suresi 9. Ayet: Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. Ne kötü varılacak yerdir orası!

Dünya şu an öyle bir savaş halinde ki bir taraftan emperyalist ülkelerin cahilleri kullanarak  para ve petrol uğruna başlattığı ve yürüttüğü savaşlar, diğer taraftan kendilerine İslâm mücahitleri dedikleri teröristler. Din adı altında kurulan ve akıl almaz vahşetlerle cinayetler işleyen, kadınlara tecavüz eden teröristleri yererken bu teröristlere silah üretip satan ülkeleri de göz ardı etmiyorum. Müslüman olduğunu söyleyen ve Peygamber aşığı olan bir terörist gurup, bu ayeti okuduğunda ne hissedecektir? Fas’ta, dini  bir terör örgütünün milisleri tarafından iki kadının başı kesildikten sonra bir çok kişi “İslâm böyle bir din değildir” nidaları attı.  Müslüman dünyası Hz Muhammed konusunda o kadar hassastır ki bazen Peygamberin yaşantısı yani sünneti, Allah’ın emirlerinden daha ağır basar. Öyle ki namazlarda kılınan sünnet, farzdan fazladır. Peygamberin yaptığı her şeyi kendisine yol edinen bir Müslüman, Allah’ın Peygamberine verdiği bu emri neden kendine verilmiş gibi saymasın ya da Kâfirlere ve Münafıklara karşı cihad eden ve onlara karşı sert davranan Peygamberlerini neden örnek almasınlar?


Bu ayetten anladığımız kadarıyla kâfirler çok fena insanlar. Ayette sözü edilen kâfirlerin Peygamber döneminde yaşayan kâfirler olduğunu ve onların kastedildiğini söyleyebilirsiniz fakat o dönem kâfirlerinin hepsi de kötü müydü? Ya da İslâm’ın yayılma dönemlerinde sonradan İslâm’ı kabul edenler, Müslüman olduktan sonra çok iyi insanlar mı olmuş oluyorlardı bir den bire? Şu an İslâm dünyasında Kâfirden kasıt  Müslüman olmayan herkestir. Bazılarına göre ise Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinine yani üç büyük İlâhi dine tabi olmayanlar kâfir olarak nitelendirilirler.

Yani Japonya’da grip olduktan sonra hiç kimsenin uyarmasına gerek kalmadan “başkalarına  hastalığım  bulaşmasın” düşüncesi ile sokağa çıkarken, çarşıda dolaşırken ağzına maske takma nezaketini gösteren kişiler kâfirdir. Ya da kendi ülkesinde çok güzel imkân ve olanaklar içinde yaşama imkânı varken Afrika’daki çocuklara eğitim vermek için Afrika’da fakir bir mahalleye taşınıp düşük bir maaşla çalışmaya başlayan ve deist olan insan kâfirdir. Amazon ormanlarının ortasında medeniyetten habersiz yaşarken avladığı hayvanın önünde diz çöküp “Ailemin ve kabilemin karnını doyurmak için seni öldürmek zorunda kaldım, bu yüzden senden çok özür diliyorum, lütfen beni affet” diye  yalvaran ve  çok gerekmedikçe bir tek ot parçasını bile toprağından söküp atmayan bu adam İslâm dinine göre kâfir sınıfına girer. Müslümanlıkta, senin dünya hayatında nasıl birisi olduğunun, kime faydan dokunduğunun  önemi vardır  ve yoktur. Vardır, eğer kâfir değilsen yani Allah’ın varlığını kabul ediyorsan. Yoktur, eğer İslâm dışındaki  iki  büyük İlâhi dinden birine iman ediyorsan ya da tümden dinsiz isen.

ŞEYHİN OĞLU SEKS PARTİSİNDE ÖLDÜ

Haber
Dünyadan haberler, Haberler, haber, Dini Haber, Birleşik Arap Emirliklerinin Şeyhinin oğlu seks partisinde öldü, Şeyh Halid uyuşturucu, Şeyh Halid bin Sultan el-Kasimi, İslam haber,


BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ ŞEYHİNİN OĞLU SEKS PARTİSİNDE ÖLDÜ
Alınan bir ihbar üzerine Birleşik Arap Emirlikleri Şeyhi'nin oğlu Kasimi'nin Knightsbridge'de bulunan evine giden ekipler evde çok sayıda uyuşturucu madde bulunduğunu ve seks partisi yapıldığını tespit ettiler. The Sun'a konuşan bir tanık evde insanların uyuşturucu alarak ilişkiye girdikleri bir tür parti olduğunu doğruladı.

Polisin soruşturma başlattığı olayla ilgili olarak bir diğer ihtimal ise Şeyh Halid'in aldığı yüksek doz uyuşturucan dolayı ölmüş olabileceğiydi. Konuyu araştıran polis, teşkilata sessiz kalmaları emrini verirken yaşanan bu olay sonrası Birleşik Arap Emirliklerinde Şeyh Halid'in doğduğu Şarika'da bayraklar 3 gün boyunca yarıya indirildi, ulusal yas ilan edildi ve Sultan bin Muhammed El-Kasimi'ye sosyal medyadan çok sayıda başsağlığı mesajı yazıldı.

Fiyatları 90 milyon pound olan evlerin bulunduğu bölgedeki bir evde gerçekleşen bu olay sonrası ölen şeyhin arkadaşı Elliot Frieze açıklama yaparak "çalışkan ve yetenekliydi, harika bir insandı" dedi.

Ölümünün ardından fotoğrafçı arkadaşı Peru'lu Mariano Vivanco da instagram hesabından Şeyh Halid'in fotoğrafını paylaşarak "Sen her zaman benim meleğim olacaksın. Huzur içinde yat" yazdı.

ŞEYH HALİD BİN SULTAN EL-KASİMİ KİMDİR?
Şeyh Halid'in babası Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki üçüncü büyük şehir olan ve petrol zengini Şarika'nın yöneticisidir.

Şarika'da dünyaya gelen Halid bin Sultan El-Kasimi dokuz yaşında İngiltereye taşınarak Tonbridge kolejinde eğitim gördü. Eğitiminin ardından moda ve mimarlık okuyan Halid, 2008 yılında kendi erkek giyim markası olan Qasimi Homme'yi kurmuştu.

ABİSİ UYUŞTURUCUDAN ÖLMÜŞTÜ
Şeyh Halid’in ağabeyi 1999’da aşırı dozda eroinden öldüğünde 24 yaşındaydı. Onun ölümünden sonra babasının tek varisi durumuna gelen Halid'in de ölümü sonrası babasının bir varisi kalmamış oldu.

Haber Tarihi: 03.07.2019
Kaynak: The Sun

Admin Yorumu: İslam zinayı yasaklar diyorsunuz (ki açıkça yasakladığı bir ayet yoktur) parayı bulur bulmaz kucaktan kucağa atlıyorsunuz.

İslam uyuşturucuyu yasaklar diyorsunuz, fazla para gaz yapınca uyuşturucu partilerine dalıyorsunuz (aç yatan tüm komşularınızı doyurduğunuzdan olsa gerek).

İslam en iyi yönetim şeklidir, yoldur diyorsunuz ama çocuklarınızı İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde okutuyor, oralara gönderiyor, orada hayatlarına devam etmeleri için mülkler alıyorsunuz.

Bir yandan "kadın kapanmalı" derken diğer yandan "or-spu" etiketi yapıştırdığınız kadınların çevresinde dolaşmaktan da kendinizi almıyorsunuz.

Bu durumu açıklayan en güzel şey muhakkak ki Ömer Hayyam'ın rubailerinden biridir:
Sen sofosun, hep dinden dem vurursun,
Bana da sapık, dinsiz der durursun
Peki ben ne görünüyorsam o'yum
Ya sen ne görünüyorsan o musun?

ALLAH VE ZEUS

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, KTZ, Allah, Allah ve Zeus, Ra'd suresi, Rad suresi, Allah ve gök gürültüsü, Kader, Kader mi azap mı?, Ölüm vakti gelen biri ALLAH VE ZEUS

Ra`d 12: "O, korku ve ümit vermek için size şimşeği gösterendir, yağmur yüklü bulutları meydana getirendir."

Diyanetin tefsirine göre yukarıdaki ayeti, yağmurdan fayda görecek insanların yağmurun habercisi olan şimşeğin sesini  duyduklarında yağmurdan yana ümit edeceklerini fakat yağmur yağdığında ıslanacak eşyaları olanlar veya yıldırımın düşmesinden endişe edecekler için de şimşeğin korku vesilesi olacağından  ve bu yağmur yüklü bulutları Allah’ın meydana getirdiğinden bahseder. Burada anlaşılamayacak bir şey yoktur. Gelelim 13 üncü ayete:

Ra`d 13: "Gök gürültüsü Allah’ı överek tenzih eder; O’nun korkusundan dolayı melekler de buna katılır. Onlar Allah hakkında tartışıp dururken O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar. O’nun azabı pek şiddetlidir."

Lütfen bu ayetin her cümlesini ve her kelimesini hazmederek okuyun. Gök gürlemesi bulutların arasında oluşan şimşeğin sesidir aslında. Şimşek oluşurken hem ses çıkar hem de bir ışık patlaması oluşur fakat ses ışıktan daha yavaş olduğu için önce daha hızlı olan ışığı görürüz, ses ise daha yavaş olduğu için ışıktan sonra duyulur. Bilimsel olsun ya da olmasın eğer bütün tabiat olayları Allah’ı tespih eden durumlarsa bunu böyle kabul edip, buna böyle mecazi anlam yükleyip  birinci ve ikinci cümleyi geçelim.


Sıra geldi kırmızı renkli cümleye. Yakın çevrenizde, iyi bir insan olmasına rağmen yıldırım çarpması sonucu hayatını kaybeden insanlar oldu mu? Ya da yıldırım çarpması sonucu evi yanan. Veya yıldırım çarpması sonucu yola devrilen ağacın, içinde kadın, çocuk, bebek gibi bir çok masum ve hatta dindar insanın da olduğu bir otobüsü devirerek ya da ezerek içindeki insanların ölmesine veya yaralanmasına yol açan bir duruma şahit oldunuz mu veya böyle bir talihsiz olayın yaşandığını duydunuz mu?  Dünyada bunun bir sürü örneği var. Şimdi kırmızı renkli cümleyi bir daha okuyun. Eski mitolojik tanrıların özelliklerini hiç okudunuz mu? Gökyüzünün efendisi olarak bilinen Yunan Tanrısı Zeus, genel  inanca göre ve hatta hatırlayabildiğim kadarıyla bazı animasyon  videolara da konuş olmuş ve bulutların üzerine kurulup, sinirlendiği her şeye elindeki asası ile şimşekler gönderen bir İlâh konumunda canlandırılmıştır. Bu durum zaten Zeus ile ilgili eskinin insanlarının genel inancının bir canlandırmasıdır. Yunan Tanrısı Zeus ile İslâm’ın Tanrısı Allah arasında, bu bakımdan bir benzerlik var mı acaba? Yunan Tanrıları, tarihin tozlu raflarına karışıp gittiği için eski bir masal olarak kaldı fakat İslâm dini bu zamana kadar gelebildiği için hem yorumlama, hem ayetlere mecazi anlamlar yüklemek bakımından kendini oldukça geliştirdi. Ra’d Suresi 13 üncü ayeti biraz daha inceleyelim:

Ra`d 13: "Gök gürültüsü Allah’ı överek tenzih eder; O’nun korkusundan dolayı melekler de buna katılır…."

Dikkat ederseniz Kur’an’da yer alan Allah’ı tenzih etmek, O’na ibadet etmek gibi terimlerin önü  sonu  KORKUDUR genellikle. Korkarsınız, günahtan kaçarsınız, ibadet edersiniz ve Allah merhametini göstertip ya sizi cennetine alır ya da affeder. Dünyanın bütün insanlarının ve bütün milletlerinin üzerinde hemfikir oldukları en değerli duygunun yani Sevginin ve Saygının Kur’an içinde zikredildiğine pek rastlamamışımdır. Varsa da çok az. Ayetin ilk cümlesine göre gök gürültüsü, doğal yapısına ve işleyişine rağmen, bizim farkına varmadığımız bir şekilde kendisini yaratanı yani Allah’ı övüp zikrediyor ve Allah’tan korkularından dolayı Melekler de Gök gürültüsünün bu zikrine katılıyorlar.  Melekler acaba hisleri olan varlıklar mıdır? Yani sevebilirler mi? Korku duyguları olduğuna göre her halde sevgi duyguları da vardır. Neysem biraz sesli düşündüm galiba. Devam edelim:

Ra`d 13: "… Onlar Allah hakkında tartışıp dururken O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar. O’nun azabı pek şiddetlidir."

Ra’d Suresinin 13 üncü ayetinin son iki cümlesini makul ve mantıklı bir şekilde açıklamaya yönelik hiçbir yorum ve tefsir bulamadım. Bundan 20 sene önce, çevremizde iyi niyeti ile tanınan, 3 yaşında çocuğu olan ve ayrıca dört aylık hamile olan gencecik bir kadın, üzerine yıldırım düşmesi ile hayatını kaybetti, arkasında gözü yaşlı insanlar bırakarak.  Bu ayetteki “…O, yıldırımlar gönderip bunlarla dilediğini çarpar…” ifadesini zorlama ile kadere veya Sünnettullah denilen tabiat yasalarına ve benzerilerine  dolaylı olarak bağlasak bile ayetin sonundaki  “…O’nun azabı pek şiddetlidir.” İfadesini nereye koyacağız, neye yoracağız, hangi ifade ile bağlayacağız? “Ölüm vakti gelmiş insanın canını almaya gerekirse yıldırım da vesile olabilir” görüşünü doğru kabul edip bu ayete yorum olarak yapıştırmaya çalışsak bile yıldırım çarpması sonucu ölen iyi kalpli bir insanın durumunu, ayetin sonundaki Allah’ın azabı ile nasıl ilişkilendireceğiz? Vakti gelenin almışsın canını, Azap çektirmek nedir? Hadi buna da bir şeyler bulun ve deyin ki: “Yıldırım çarpması gibi şiddetli bir durumla ölen iyi kişiye yıldırımı Allah göndermemiştir, kader sonucu vukuu bulmuştur” falan filan deyin, kıvırın işte bir şeyler.

SÜLEYMAN'IN MÜHRÜ

Hazırlayan: A.Kara
A, Semboller, Antik semboller, Dini semboller, Süleyman'ın mührü, Süleyman tılsımı, musevilik, Süleyman'ın cinleri, Hz.Süleyman, Kral Solomon, SÜLEYMAN'IN MÜHRÜ
Süleyman Mührünün (Süleyman'ın Yüzüğü olarak da bilinir) İsrail Kralı Süleyman'ın ait olan bir yüzük mührü olduğuna inanılmaktadır. Bazıları bu yüzüğün sihirli güçlere sahip olduğunu düşünüyor ve bunun kökeni de Yahudi geleneğine dayanıyor. Bununla birlikte Süleyman Mührü daha sonraları İslami ve Batı okültizminde de görülmeye başlanmıştır çünkü bunların ikisi de Yahudi geleneğinden alınmıştır. Süleyman'ın mührü bir sembol olarak bugün hala kullanılmaktadır.

TANRIDAN GELEN MÜHÜR
Süleyman Mührünün bahsedildiği kaynaklardan biri Süleyman'ın vasiyetidir. Bu vasiyet “iblislerin formları ve faaliyetleri ile bunlara karşı etkili olan tılsımlar hakkında metinler içerir. Bu metnin Süleyman'ın kendisi tarafından yazıldığı ve tapınağın inşası sırasında kralın yaşadığı belli olaylardan bahsettiği iddia edilmiştir.

Ahit'in başlangıcında yazar, Süleyman'ın Mühürünü Tanrı'dan nasıl aldığını açıklayan bir hikaye sunar. Bu hikayede Süleyman, ustanın işçi oğluna her ne kadar iki maaş ve çift besin kaynağı verilse de her geçen gün daha da zayıfladığını fark ediyor. Çocuk sorgulama sırasında Kral Süleyman'a her gün batımından sonra bir iblisin onu taciz ettiğini söyledi.

"Sana dua ediyorum kral. Bu çocuğun sahip olduğu bütün şeyleri dinle. Hepimiz Tanrı Tapınağı üzerindeki çalışmalarımıza ara verdikten sonra, gün batımından sonra dinlenmek için uzandığımda kötü şeytanlardan biri gelerek benden ücretimin ve yemeğimin yarısını alıyor. Sonra sağ elimi tutuyor ve baş parmağımı emiyor. Ve canım, ruhum baskı altında. Vücudum her gün inceliyor."


Daha sonra Süleyman yardım için Tanrı'ya dua etti. Tanrı, kralın dualarını ona üzerinde pentagram gravürü bulunan sihirli bir mühür yüzüğü göndererek cevapladı.

"Dua ettiğimde, lütfum bana Efendi Sabaoth'un baş meleği Michael (Mikail) tarafından verildi. [Bana] küçük bir yüzük getirdi, oyulmuş bir taştan mührü vardı ve bana şöyle dedi: "Ey Tanrının kralı, Davut'un oğlu, en yüksek Sabaoth'un, yüce Tanrı'nın sana gönderdiği armağanı. Dünyadaki bütün erkek ve dişi şeytanları bunun yardımıyla kilitleyebilirsin. Kudüs'ü inşa etmelisin. [Ama] Tanrı'nın mührünü takmalısın."

Süleyman bu yüzüğü kullanarak usta işçiye işkence eden şeytan Ornias'tan başlayarak iblisleri kontrol altına almaya başladı. Süleyman topladığı şeytanları sorgulayarak, isimlerini, insanlara nasıl zulmettiklerini ve onlara nasıl karşı konabileceklerini öğrendi. Ek olarak, kral bu şeytanların onun için çalışmasını sağladı. Mesela inanışa göre bu sayede Süleyman, iblis Asmodeus'a Tapınağın inşasına yardım etmesini emretti ve onu kullandı.

"Babamın yüce Tanrısı yaşarken sana zincir vuracağım. Ama aynı zamanda Tapınağın bütün inşası için kilinizi (çamur) ayaklarınızla aşağıya doğru iterek yapmalısınız."

Tapınağın inşası tamamlandıktan sonra Süleyman şeytanları şişelere hapsetti. Bu şişelerin iblislerin inşa edilmesine yardım ettiği anıtın altına gömüldüğü söylenir. Bir hikayeye göre şeytanlar Nebukadnezar Kudüs'ü ele geçirdiğinde serbest bırakıldı. Tapınak yok edildiğinde Babilliler Süleyman'ın gömdüğü şişeleri buldu. İçlerinde altın olabileceğini düşünen askerler şişeleri açtılar ve şeytanları tekrar dünyaya serbest bıraktılar.

SEMBOLİK ÖNEM
Ünlü Binbir Gece Masalları'nda bulunan başka bir hikaye, Süleyman’ın tuzağa düşmüş şeytanlarından birini (masalda bir cin olarak anılır) bulan bir balıkçıdan bahseder. Bu, üzerinde mühür bulunan küçük bir bakırdı. Süleyman Mührü olan bu tılsım “Tanrı'nın baskın ismi” olarak tanımlanmaktadır.

Bu iddia edilen mistik niteliklerin yanı sıra Süleyman'ın Mührü sembolik değerlere de sahiptir. Örneğin tılsımın tabanının zemine temas ettiği, ucunun cennete ulaştığı görülmektedir ki bu da karşıtların uyumunu simgelemektedir.

Bu uyumun bir başka örneği Süleyman'ın Mührü'nün “bilim, güzellik ve metafizik arasındaki bağlantıyı tıp ve sihir, astronomi ve astroloji unsurlarıyla sembolize edişi"nde görülebilir.

İLK İNSAN ADEM MİDİR?

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, İlk insan Adem midir, İlk insan, Dinlerde ilk insan, Hz.Adem çelişkisi, Ademden önce başka insanlar var mıydı?, Bakara 30, din ve bilim, Kur'an ve bilim, İLK İNSAN ADEM MİDİR?
Böyle bir soruya karşılık verebilmek için; ya bilimden, ya inançtan yana olmak gerekiyor. Şunu unutmayınız ki; hiçbir din, hiç bir bilimle asla bir araya gelmez. Dinlerle bilimi aynı kefeye koymaya çalışmak; büyük yanılgı, insanları uyutma olur.

Gerçekten bir Âdem var mıydı? Varsa, Âdem’in mezarı nerede? Hacca gidenlere Âdem’in mezarı diye gösterilen mezar Cidde’dedir. İbni Batuta’nın yazdığına göre; Necef’de. İbni Kesir, Âdemin cennetten indirildiği yer olan Hindistan’ın bir dağında olduğunu söyler. Mekke’de Ebû Kuveys dağında ve Mekke’deki Arafat dağında olduğunu söyleyenler de var. Mina’da bir cami minaresinin yanında olduğu da söylentiler arasındadır.

Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, ilk insanın Âdem olup olmadığı ezelden beri tartışılmıştır. Tartışma konusu olan sorunun yanıtını ararken, öncelikle dinsel kaynaklara bakmak gerekecek. Daha sonra bu konunun bilimsel yanını da hep birlikte inceleyeceğiz.

“HZ. ÂDEM’DEN(AS) ÖNCE BAŞKA ÂDEMLER VAR MI İDİ? (Halil Akgünler- Euro Nur sitesinden alınmıştır.)

Tefsir âlimleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin görüşlerine göre Âdem nesli öncesi arz yüzeyinde şuurlu bir mahlûk vardı. Bu mahlûklar saf ve dumansız ateşten yaratılmış olan cin nesli idi. Fesat çıkardıkları için yeryüzündeki yaşantıları iptal edildi. Ve Âdem nesli bunların yerine yeryüzünü imar etmek için görevlendirildi. İnsan neslinden farklı bir boyutta olmak üzere, Cin nesli günümüzde de yaşamaya devam etmektedir. Bu nedenle cin nesli önceki Âdemler olamaz. 2- Tüm nakli deliller ve bu delilleri yorumlayan tefsir âlimleri Hz. Âdem (as) ilk insan türü olduğunda ittifak etmektedirler. Bu hususa veda hutbesinde açık ve net bir şekilde dikkat çekilmiştir: “”Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.” 3- Allah her mahlûkun ilk tür ve örneğini, çekirdek veya tohumunu defi ve ani bir şekilde, sebepsiz, sırf ilim ve kudreti ile hiç bir nedene bağlı olmadan yaratmıştır. Ondan sonra ise hikmeti gereği üreme ve çoğalma kanununa tabi tutmuştur. Bütün bitkiler, bütün hayvanlar ve bütün insanlar, hatta kâinatın kendisi bile aynı kanuna tabidir. Kâinat bir noktadan, bir çekirdekten yaratılmış ve ondan sonra bir ağacın dalları gibi galaksiler ve yıldızlar yaratılmıştır. Yani tüm türlerin yaratılışında tekillik vardır. Bu nedenle Âdemler yerine tek Âdemden bir nesil yaratılması hikmet kanunlarına daha uygundur. 4- Diyelim ki Âdemler var idi. Bu da yine geri gidildiğinde bir ana ve babaya ulaşmak zorunda. Yani aynı anda yüzlerce Âdem ve yüzlerce Havva yaratılmış diye bir şey yok. Şayet var olduğu iddia edilen Âdemler de üreme kanunu ile çoğalmış ise, mutlaka ki, yine bir ana ve babaya istinat edecek. Yok, onlardan önce Âdemler de var ise yine aynı şekilde bu devir sürüp gidecek. Bu durum da akıl ve mantık dışı bir süreci doğurur. Öyleyse başka Âdemler aramanın bir mantığı yok. Allah Bir Âdemden onun eşini, ondan da nice nesilleri yaratmaya kadir ve muktedir olan yegâne güç ve kuvvet sahibidir. Allah’ın kudreti ve hikmeti noktasından meseleye bakıldığında ortada bir zorluk yok.”           
"HZ. ÂDEM İLK İNSAN’DIR" (Osman Süngü)

Yeryüzünde halife kılınan Hz. Âdem’den önce başka insanlar gelip geçmiş midir? Bu soruya bazıları şöyle cevap vermiştir: “Hz. Âdem halife kılındığına göre daha önce yaşamış bir takım insanlar olmalı ki onların arkasından o halife kılınsın. Çünkü “halife” tabiri, “halef olma, birisinin ardından gelme” gibi manalara da sahiptir. Ayrıca melekler henüz yaratılmayan insanı, kan dökücü ve fesat çıkarıcı özelliğiyle nasıl tanısınlar? Demek ki bunlar daha önce yaşadılar, kan döktüler, fesat çıkardılar ve bu yüzden helak edildiler. Onların yerine de Hz. Âdem ve zürriyeti gönderildi...

Biz, Hz. Âdem’den önce başka insanların yaşadığına dair Kuran’da ve sünnette bir bilgi bulamıyoruz. Ayrıca Hz. Âdem daha önceki varlıkların değil, Allah'ın halifesidir. Hem halifeliğe seçilip bunu başaramadığı için toptan helâk edilen bir canlı türünden sonra aynı canlı türünün halife kılınması sünnetullaha uygun görünmemektedir. İbn Haldun bu konu ile ilgili bilgilerin çoğunun İsrailiyat ve eski İran efsaneleri olduğunu, Kuran-ı Kerim'de zikredilenlerin dışında güvenilir bir bilginin mevcut olmadığını belirtir.( İbn Haldun, El-İber, II)”

“HZ. ÂDEM'DEN ÖNCE DE İNSANLAR YAŞADIĞI HAKKINDA SÖYLENTİLER VAR. BU DURUM KURAN'A UYUYOR MU? (Prof. Dr. Süleyman Ateş- 20 Temmuz 2004 Salı Gazete vatan.com)

Bakara 30'uncu ayette, Allah'ın meleklere, yeryüzünde bir halife yapacağını söylediği belirtilmektedir. Halife, iki anlama gelir. Birinci anlamı, giden birinin yerine gelen kimsedir. İkinci anlamı, birinin adına yönetimi ele alan, hükümdar demektir. Birinci anlam esas alınırsa Âdem'den önce insanların olduğu, bozgunculukları yüzünden helak edilen o insanların yerine Âdem'in yaratıldığı anlaşılır.
Muhammed Abduh'ta bu mana nazara alınırsa; ayette Âdem'in, yeryüzünde ilk akıllı canlı (hayvan-ı nâtık) olmadığı, ondan önce insanların bulunduğu, onların yok olmasıyla Âdem'in onların yerine getirildiği, önceki insanların bozgunculuk yapmış olduklarını görmüş olan meleklerin, bunun da ötekiler gibi bozgunculuk yapacaklarını düşündükleri, yani içlerinden geçirdikleri fakat Allah'ın, bu yeni insan Âdem'in, onlar gibi olmayıp bilimi geliştireceğini anlattığı belirtilmiştir.
50 bin yıl harap oldu.
İmamiyye ve Sûfiyye’ye göre kitap ehlinin ve bizim indimizde meşhur olan Âdem'den başka birçok Âdemler vardır. Rûhu'l-me'ânî'de şöyle deniliyor: "İmâmiyye'den Câmi'u'l-ahbâr yazarı, eserin 15'inci faslında, babamız Âdem'den önce daha otuz Âdem'in bulunduğuna, her Âdem'le diğer Âdem arasında bin yıl geçtiğine, bunlardan sonra dünyanın elli bin yıl harap kalıp sonra elli bin yıl imar edildiğine, daha sonra da babamız Âdem'in yaratıldığına dair uzun bir rivayet nakleder.

İbn Bâbveyh, Kitâbu't-Tevhîd'de, Ca'fer-i Sâdık'tan naklettiği uzun hadiste de Ca'fer-i Sâdık şöyle demiş: "Sen sanıyorsun ki Allah, sizden başka insan yaratmamıştır. Hayır, vallahi Allah, bin kere bin (bir milyon) Âdem yaratmıştır. Siz o Âdemlerin sonuncususunuz."Abduh'ungörüşleri: Heysem, Nehc (u'l-Belâğa'y)'a yazdığı büyük şerhte, Muhammed Bakır'ın şöyle dediğini aktarmıştır: "Babamız olan Âdem'den önce bin kere bin, ya da daha fazla Âdem geçmiştir." Büyük Şeyh (İbn Arabî) ise Futû-hât'ında, Âdem'den kırk bin yıl önce başka bir Âdem'in bulunduğunu söylemiştir. Seyyid Reşid Rıza da tefsirinin 4'üncü cildinde, hocası Muhammed Abduh'un görüşlerini özetliyor. Abduh'a göre Nisa Suresi'nin birinci ayetinde Allah'ın, bir tek nefisten birçok erkek ve kadın yaratıp yaydığı anlatılmaktadır. Burada bir tek nefisten Âdem'in kastedildiği hakkında bir kesinlik yoktur.”

Yer Bilimlerinin Katkısıyla Nuh Tufanı ve Sumerlerin Kökeni s/42 * s/188-189) Prof. Dr. Mümin Köksoy’un  kitabından alınmıştır:

“…Âdem zaten kalabalık sürüler halinde yeryüzündeydi. Âdem’i şahıs ismi olarak kurgulamayın. Âdem bu insan beşerinin adıdır.

İnsan beşerinin dünya üzerinde vahşi olması ve kök söktürmesinin tek sebebi akıl, zekâ. Kendinden daha vahşi hatta daha güçlü varlıkları avlayan ve beşeri, sürü, kabile şeklinde yaşayan icat yapmasını bilen varlıktı Âdem topluluğu.

Şimdi sizle kademe kademe ilerleyelim arkadaşlar:

Bakara Suresi 30.Ayet
“Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, ”Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamt ederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” demişler, Allah da, ”Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”

Kuran’ı kerimde “Aynı nefisten yarattık” der. Şimdi biraz size anlattıklarımı pekiştirirseniz: Âdem insan topluluğunun kendi zekâsını ve aklını kavramadan önceki adıydı, beşerdi yani. Yani Hz. Âdem ve Havva’da bu Âdem beşerinden türediler… Bu şudur: İnsan artık vahşi beşerliğini bırakmıştır, varlığı yeniden tanzim edilmiştir.  Tüm bilgiler ona öğretilmiş ve var olan özelliklerinin daha iyi kullanmasını öğrenmiştir.  Ve melekler bu vahşi canlının böyle bir değişim geçirerek (yaratılarak) bu hale gelmesine hayran kalmıştır. Allah kendinden özellikler vererek dünyaya bir halife var edeceğini söylemiştir  bu evrenin ilk başında. Ve artık Âdem Allah’ın halifesidir. İnsanlar içinden seçilen peygamber Hz. Âdem meleklerin karşısına çıktığında, Allah bizzat ona değil, onun bu evresini tamamladığı için ve onu kimselerin akıl sır erdiremediği bir yoldan geçirdiği için, Hz. Âdem’e bakılarak kendisine secde edilmesini istemiştir.

Bakara suresinden: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” sözünün bir açıklaması da böyle olmalıdır… Allah insanı insan yapmıştır. Yeniden insan yapmıştır, yeniden yaratmıştır, yenilemiştir varlığını insanın.”

BUNLARI YALANLAYAN BİLİM
Bilim yukarıda anlatılan farklı görüşlerin bütününü yalanlayarak Âdem’in ilk insan olmadığını, toprak-su gibi maddelerden yaratılmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca evrenin içinde küçücük bir nokta olan dünyanın yaşanabilir olması için geçen milyarlarca yıllık aşamalardan- değişimlerden söz ediyor. Oysaki kutsal kitaplara göre; Âdem’in ortaya çıkışı daha dünkü bir olay gibi.

Milyarlarca yıl süren ortamsal bir değişimden sonra ilk hücresel canlılar ortaya çıkmış, daha sonra ilk ilkel canlılar yaşama kavuşmuşlar, daha sonraları da ilkel insanımsılar yaşama ortamı bulmuşlardır. Bu geçen uzun süreç içinde bitkiler ve başka canlılar da ortaya çıkmıştır.

Bilindiği gibi yaşanabilir ortamın sürekli değişmesiyle bilinen bilinmeyen pek çok canlı türleri kendilerine uygun ortamlarda yaşama ilk adımlarını atmışlardır. Adına doğa deyin, evrensel koşullar deyin, coğrafi iklim deyin; yani ne derseniz deyin, bütün canlılar ortamın türlü özelliklerinden dolayı ortaya çıkmışlardır. Dünya ortamının koşulları değiştikçe ortaya çıkan bu canlıları; ekilmeden, dikilmeden, tohumu, olmadan kendiliğinden çıkan yabani otlara benzetebiliriz. Bu yaban otları kendilerine uygun ortamı bulduklarında tohumsuz, eşeysiz ortaya çıkıp yeşeriyorlar. Bu düşünce bilimsel açıdan çok düz bir mantık olsa da, sonuçta her canlıyı yaşama katan; güneş, su, toprak ve hava yani kısacası ortamdır. Eski çağlarda bu dört unsur da dinlerin içine girerek uzun zaman hükmünü sürdürmüştür. Kutsal kitaplar her şeyin bir ilk örneğinin olduğunu, bunların ortaya çıkışlarını da yaratanın yani tanrının yaratış eseri olarak savunurlar. Oysa yosun, mantar, denizanası vb. canlılar ortamın içinde kendiliğinden ortaya çıkıp yaşayabiliyorlar. Çoğu meyveler kendi içlerinde kurt oluşturabiliyorlar. Dahası da var; bugünün teknolojisi; çekirdeği yani örneği ya da tohumu olmadan üzüm, mandalina, domates gibi ürünleri yetiştirip üretebiliyor. Herkesin bildiği bu örnekler ortadayken, Âdem ve türlü yaratılış efsanelerine halen inanılmaktadır. İnançlar din adamlarının elinde tutsak kaldığı sürece bunlara inananlar eksik olmayacaktır.

Dinlere ve inançlara karşı bilim bunları söylerken yaratılış efsanelerini, ya da ilk insan sayılan Âdem’in toprak-sudan yaratıldığı uydurmasını çürütmektedir.

Konuyla ilgili bir makale önerisi:
Adem ve Havva Masalı Artık Çalışmıyor

KADIN NEDEN KAPANIR?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, Tesettür, Kadın neden kapanır?, İslam'da örtünme, Kadın neden kapanıyor?, İslam'da erkek egemenliği, Kadının kapanması, Tesettür neden var?,
KADIN NEDEN KAPANIR?

Kıyafet özgürlüğüne saygı duyan birisiyim. Bir kadın istediğinde kolsuz bir bluz ve kısa bir şortla gezebilmeli iken bir kadın da istediğinde tesettürlü olarak gezebilmeli. Eğer bir kadın kendi özgür iradesi ile isteyerek tesettüre giriyor ve bu durumdan içsel olarak hoşnut oluyorsa buna diyecek hiçbir sözüm yok, saygım var. Fakat bir çok kız çocuğu, dini nedenlerle aile baskısı sonucu erken yaşta kapanmaya zorlanılıyorsa,  genç kızların bir kısmının ailesi  “artık evlilik çağına geldin, kapanman gerek” diyorsa ve bunu dini bir sebebe bağlıyorsa ve yetişkin kadınlarımızın yine  bir kısmı, içinden geldiği  için değil “Allah böyle istemiş, kesin olarak kapanmamızı emrediyor. Öte âlemde bu yüzden yanmak istemiyorum” düşüncesi ile dini olarak kendilerini kapanmak zorunda hissediyorlar ise bir kadın ve bir insan olarak bu konuyu mantıklı bir şekilde değerlendirip eleştirme hakkına sahibim diye düşünüyorum.  Tesettüre karşı bir önyargım olmadığı  gibi  arkadaşlarımın çoğunluğunun da tesettürlü olduğunu belirterek başlamak istiyorum.

İslâm dininde kadın neden kapanır? Ya da Allah, Müslüman kadınlara neden kapanmayı emretmiştir? Şeklinde bir soru sorulduğu zaman Müslüman kesim tarafından ya da İslâm yorumcuları tarafından nasıl bir izahat ve yorum getiriliyor hemen paylaşayım. Aşağıda paylaştığım bilgi, İslâmî sitelerden birinden alıntı olsa da genel olarak hepsinin açıklaması ve  görüşü aynıdır.
İslâmiyet’ten önce Araplarda örtünme adeti yoktu. Kadına saygı gösterilmez, kadınlar da erkeklerden sakınmazlardı. Başörtülerini enselerine bağlar veya geriye doğru bırakırlardı. Yakaları önden açılır, boyunları ve gerdanlıkları ortaya çıkar, süsleri gözükürdü. Erkeklerin ilgisini çekmek için süslenen, açık saçık kıyafetler giyinen, bakışlarıyla ilgi toplamaya çalışan düşük ahlaklı kadınlar da vardı.

Örtünme ile ilgili emirler Ahzab Suresi ile Nur Suresi’ndedir. Her iki surenin de Medine-i Münevvere’de indiği hususunda tam bir görüş birliği vardır. …Kadınlar Medine-i Münevvere’de de günahkâr erkekler tarafından rahatsız ediliyorlardı. Durum Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e şikayet edilince Ahzab Suresi’nin 59. ayeti nazil oldu. ((el-Kurtubî, a.g.e., C.XIII, s.243 (Ahzab 59).))

“Ey Nebî; eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, cilbablarını üzerlerine sıkıca örtünsünler. Böylesi onların (iffetli olarak) tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için daha elverişlidir.”

Cilbab, kadınların evlerinden çıkarken üstlerine aldıkları, başörtüsünden büyük bir örtü ya da büyük bir başörtüdür.

Bazı kadınlar cilbabı  başları üzerine, bazıları da omuzlarına atar lar. İki ucu bir biri üzerine sıkıca örtülmezse kadının saçları, boynu ve gerdanlığı gözükür ve erkeklerin bakışlarını üze rine çeker. Kimi kötü niyetli erkekler de bundan umutlanarak böyle kadınların arkasına düşer, onları rahatsız eder ve töhmet altında bırakırlar.

Kadınlar cilbabını, başını kapayacak şekilde alır ve uçlarını bir biri üzerine getirerek sıkıca örtünürse bu, onların iffetli ve ahlâklı olduğunun bir işareti olur ve rahatsız edilmekten kurtulurlar.”

İslâm dinindeki  yani aslında Kur’an’daki uygulamaların bir çoğu,  İslâm Peygamberinin hayatta olduğu dönem içinde, kendisinin yaşadığı çevrede yani Cahiliye dönemini de içeren 1400 yıl evvel yaşayan ve dünya ile çok fazla bir bağlantıları olmayan çöl Araplarının(aynı zamanda dünyanın en cahil insanları olarak addedilirler)  yaşadığı bölgedeki sorunlara, geleneksel çıkmazlara  yönelik bir çözüm olarak yazılmıştır.

Kur’an’ın içerdiği ayetlerdeki emir ve yasaklar irdelenirken Peygamber dönemindeki  yani Peygamberin yaşadığı coğrafya ve o coğrafya insanının, geleneklerinin içinde bulunduğu sorunların nasıl halledildiği, bazı ayetlerin o dönem ve o bölgedeki hangi sorunlar ya da problemler üzere gönderildiği sık sık tarihi kaynaklarla ve hadislerle açıklanmaya çalışılır.


Kadınların kapanma gerekçesi olarak yazılan alıntı paragrafta anlaşılması gereken durum çok açık ve nettir. O dönemin Arap yaşantısında  etraftaki erkeklerin ilgisini kendi üzerine çekmeye çalışan ve orasını burasını açan düşük ahlâklı kadınlar var ve bu kadınlar giyimleri kuşamları, hal ve hareketleri ile kendilerini gören erkeklerin cinsel güdülerini harekete geçirip günaha teşvik ediyorlar.  Yazıdan anladığımız kadarıyla bu niyetteki kadınların sayısı fazlaca. Bir de niyeti,  erkekleri cezp etmek olmayan kadınlar var. Bu kadınlar da ziynet yerleri açıkta olduğu için kötü niyetli ve ahlâksız erkekler bu kadınları rahatsız eder ve tacize yeltenirler. İşte bu sebeplerden dolayı, kadınların kapanması ile ilgili ayetler gönderiliyor ki bu,  Araplar arasındaki kötü niyetli ahlâksız erkekler, ziynet yerlerini kapatan kadınlarla ilgili umuda  kapılmazlar ve bu kadınları rahatsız etmezler. Aynı zamanda başlarını örten ve Kur’an’a uygun olarak örtünen kadınların daha iffetli olacağına dair de bir açıklamada bulunulmuş. Zaten İslâm dinindeki genel kapanma usulünün algılanması da bu şekildedir.

Bu açıklamalarla  birlikte ortaya bazı sorular çıkıyor. O soruları sıralamak istiyorum.
  1. Dünyadaki bütün insanların Müslüman olması beklenen ve kıyamete kadar bütün insanlığa  gönderildiğine inanılan Kur’an, evrensel midir, her devre, her topluma ve her kültüre hitap eder mi?
  2. Modern  ülkelerdeki kadınlar, boyunları, bacakları, kolları görünüyor diye etraftaki erkeklerden yani çevrelerindeki kendilerini gören erkeklerden sürekli taciz mi görüyorlar?
  3. Bu gün bir kadın dünyanın hangi rejim ya da hangi din ile yönetilen ülkelerine boynu, kolları ve bacakları açık bir vaziyette gitse  tacize ve tecavüze uğrama riski en fazladır?
  4. Bir kadının taciz edilmesini, tecavüze uğramasını, kapalı bir giyim gerçekten engeller mi?
  5. Yoğun müşterisi olan bir halk otobüsünde, tesettürlü olmasına rağmen, kötü ve ahlâksız zihniyetler tarafından otobüsün içinde parmaklanan kaç kadın, kaç genç kız var, bu konuda bir bilginiz var mı? Ya da  üzerindeki onca kat kat kıyafetine ve kapalı giysisine rağmen parmaklanma iğrençliğine maruz kalıp da bunu dile getirmeye utanan kaç tesettürlü kadın var biliyor musunuz?
  6. Hac döneminde Kâbe’yi ziyarete gittiğinde kapanmaktan başka çaresi olmadığı halde o her tarafı kapalı kıyafeti ile birlikte bir kadının oradaki bir Arap erkeği tarafından veya taksi şoförü tarafından kaçırılmamak için ne kadar önlem alması gerektiğini biliyor musunuz? Yani bir kadının, erkeklerin şehevi arzusunu uyandırmaması için kapanması, hac topraklarında bile  etkili  olabiliyor mu?
  7. Kadınlara göz diken kötü niyetli erkeklerin, bir kadına tecavüz etmek için bu kadınların tesettürlü ya da tesettürsüz olanlarını seçtikleri gibi bir araştırma sonucu var mı elinizde?
  8. Etrafında sadece çarşaflarla, burgalarla ya da benzeri kapalı kıyafetlerle gezen kadınların bulunduğu bölgede yaşayan bir erkeği, modern kıyafetli kadınların bulunduğu bir çevreye götürdüğünüz zaman o erkek nasıl tepki göstertir?
  9. Ülkemizdeki kolları, boyunları, gerdanlıkları ve bacakları görünerek gezen kadınların çoğunluğu ahlâksız ya da iffetsiz kadınlar mı? İslâm’a göre bu durum iffetsizlik olarak görülse bile bizim ülkemizin bazı kesim insanları için bu modern giyim tarzına sahip kadınlar o bölge insanlarımız tarafından  iffetsiz olarak görülüyor mu?
  10. Ülkemizde bir aile düşünün. Bu ailedeki karı koca ve çocuklar, deniz kenarına yani sahile tatil yapmaya gidiyorlar. Kadın, kocası ve çocukları mayolarını giyip yüzüyorlar, güneşleniyorlar sonra da sahil kenarında bu kıyafetlerle biraz yürüyüş yapıyorlar. Bu ailenin kadını için ahlâksız diyebilir misiniz ya da iffetsiz? Bu adamın karısına orada tacizde bulunmaya kim cesaret edebilir? Anında linç edilmez mi? Peki linç etmek için tacizcinin üzerine atlayan insanlarımız ahlâkı ve iffeti düşük insanlarımız mıdır? Ya da mayolu bu hanımı taciz edenin üstüne atlayan erkeklerimiz,  orada yarı çıplak olarak gezinen kadınların kızların sırf yarı çıplak geziyorlar diye onların taciz edilmesinin  gerektiğini düşünen ve bu şekilde hisseden zihniyette kişiler midir?
  11. Kapanmak ile ilgili ayetlerin yukarıdaki açıklama kısmı esasen Arap geleneklerinin,  kadını ve kadının kapanmasını yorumlama şekli midir yoksa mantıksal bir akıl yürütme ile alakası var mıdır? Mantıksal bir akıl yürütme şekli varsa yukarıdaki soruları cevaplarken bu mantığı kullanıp cevaplandırabilirsiniz. Eğer bu ayetlerin Arapların gelenekleri ile alakası varsa bizim geleneklerimizle Arapların gelenekleri ne alaka? Eğer Kur’an ayetleri Arap geleneklerine göre indirilmişse bizim kültürümüze ait ayetler nerededir? Eğer Kur’an, bizim Arap geleneklerini  yaşamamızı ve bizi Araplaştırmak  istiyorsa  ORADA DURUN ARTIK!
  12. Dikkat ederseniz bu başörtüsü ile ilgili mevzuların en derin sebepleri Hz  Muhammed’in yaşadığı zaman, coğrafya ve bölgede cereyan eden olaylarla şekillenmiştir. Bu olaylar ve nedenler karşısında alınan dini tedbirleri,  bir kural ve dini bir emir ve yükümlülük olarak kabul edip, bütün zamanlara, coğrafyalara, bölgelere ve milletlere yaymak düşüncesinin mantığı nedir?
Özellikle denizin ve sıcak iklimin  olduğu turistik bölgelerde  çalışan insanlar ve o bölgelerin yerli halkı, genel olarak yaz mevsimine uygun bir şekilde kısa kıyafetlerle dolaşan hanımlara yiyecekmiş gibi bakmazlar, hatta gözleri bu duruma alışmıştır ve normal kabul ederler fakat bu tür bölgelere başka yerlerden gelen insanlar için bu durum garip bir hal alabilir. Mesela, çarşaflı kadınların arasında yaşamış olan Suriyeli bazı erkeklerin ülkemize geldikten sonra mayolu ve bikinili kadınları görüp taciz etmeleri gibidir ki bunun adına görgüsüzlük, hayvanlık ya da hanzoluk diyebilirsiniz. Adam hiç görmemiş ki modern giyim tarzını. Ne demiş Atalarımız “Görmemişin oğlu olmuş,  çekmiş  çükünü  koparmış”.

Dünyanın bir çok bölgesinde, ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de başı açık ve son derece modern görünümlü olan ve aynı zamanda da iffetli olan bir sürü kadın vardır fakat İslâm’ın kadına bakış açısında, başörtüsü, kadının iffetinin göstergelerinden birisi olarak kabul görür. Aslında mantıken bunu düşündüğünüz zaman bir kadının başını da örtecek kadar örtülere bürünmesinin iffet olarak görülmesinin tek nedeni, yaşadığı bölgenin insanlarının  genel inancı ve bu konu hakkındaki ortak kabul görmüş düşüncesidir.  Bunu daha anlaşılır hale getirmek için şöyle yapalım. Eğer bir kadının tacize uğramasını gerekli kılan etmenler giyim tarzı ise:
  1. A  bölgesindeki  kadınlar çarşafla ya da benzeri tesettürlü kıyafetlerle geziyorlarsa bu kıyafetlerin dışına çıkmak bu bölgede  tacize neden olabilir. Bu giyim tarzının dışına çıkmış bir kadın tacize uğradığında  bundan şikayet ederken oranın bir yerlisi de diyebilir ki “E ama ablacım sen de buranın giyim tarzını bilmiyor musun, giyinirken uçuyorsun yahu, giymişsin sıktırmalı kodu, üstünde de kısa kol, kıyafet seçerken biraz bulunduğun çevreye bak, buranın erkeği alışkın değil böyle kıyafete”.
  2. B bölgesindeki  giyim tarzında tesettür yoktur, başı açık kadınlar vardır fakat yine de çok açık kıyafetler giymemektedirler. Mesela etek boyu hep dizin altındadır ve en fazla kısa kol bluz giyerler. Eğer bu bölgede yaşayan bir kadın bu sınırların dışına çıkıp altına midi etek, üzerine askılı bir bluz giyerse ve göbeği de açıkta kalırsa ve  bu şekilde sokağa çıkarsa o bölgenin erkeklerinin tacizine uğrayabilir.
Yukarıdaki iki maddeyi yazarken  “bir kadın, bulunduğu bir bölgenin giyim tarzının dışına çıkmış diye taciz edilebilir”  gibi bir yargıda asla bulunmuyorum. Bu iki örneği kendi bakış açımla değil, Kur’an’ın  baş örtüsünün kendi içindeki  neden-sonuç ilişkisine uygun olan bakış açısıyla veriyorum. Eğer “Araplar içinde bir kadının boynunun, gerdanının açık olması o kadının tacize uğramasına yetiyor” düşüncesini doğru kabul edersek,  başka ülkelerde ve toplumlarda da farklı giyim tarzları ve kıyafetlerdeki farklı sınırlar buna neden olabilir.  Yani Cahiliye Arapları, bir kadının sadece boynunu ve açık gerdanını görerek azıyorsa ya da takip etmeye niyetleniyorsa başka topluluklardaki erkeklerin bunu yapması için bir kadının boynunu ya da gerdanını görmek yeterli gelmeyebilir, o erkekler de kadını daha açık bir kıyafetle gördükten sonra tacizde bulunabilirler. Bu durum, her ülke ve bölgeye göre değiştiğine göre Cahiliye dönemindeki Arap erkeğinin, kadın kıyafetine yönelik azgınlık sınırını Müslüman olması muhtemel her topluma maal etmeye çalışmanın  ancak üç  farklı izahı olabilir:
  1. Birincisi, adının Allah olduğuna inanılan İlâh, dünyadaki bütün erkekleri Arap erkeğinin zihniyeti gibi algılamıştır ve farklı kültürlerin, toplulukların olabileceğini görememiş, bilememiştir,
  2. İkincisi,  kadının sadece boynunu ve gerdanını görünce ağzından salyalar aka aka kuduran ve taciz eden kötü niyetli erkek modelini,   bütün dünya erkeklerine İslâm yolu ile empoze etmek niyetine girmiştir,
  3. Üçüncüsü ise adının Allah olduğundan gönderildiğine inanılan Kur’an ve içindeki hükümler, sadece Arap milletine gönderilmiştir ve diğer milletleri kapsamamaktadır.
Aslında her bölgenin kendine göre bir ahlâk yapısı vardır ve yine her bölgenin insanının kendi geleneğine göre sınırlanırını belirlemiş olduğu bir giyim tarzı vardır. Yine her bölgenin kadınları, içinde bulundukları bölgenin belirlemiş olduğu aykırı giyim tarzına adım attıklarında, anında üzerlerine dikilen rahatsız edici ya da davetkar bakışlara maruz  kalacaklarını bilirler. Dünya milletlerindeki çeşit çeşit kültürel yapı, kıyafet sorununu karşılıklı saygıyla çözmüş olmasına ve İslâm’ın tabiri ile “Açık giyinen” kadınlara gözlerini ve bakışlarını sanki normal bir giyim tarzına bakıyormuş gibi alıştırmış olmasına bu durumu kendi içinde çoktan çözmüş olmasına rağmen Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu durumu kabul etmez ve dünyadaki insanların önce Müslüman olmasını, ardından bütün dünya kadınlarının Arap gelenekleri doğrultusunda giyinmesi ve örtünmesi gerektiği konusunda ısrar eder.  Adının Allah olduğuna inanılan İlâh ne yazık ki, dünyadaki çeşit çeşit kültürleri ve her bir kültürün kendi içindeki bakış açısını hesap etmek ve kadının kapanmak sınırını bu çeşitliliğin insiyatifine bırakmak yerine, bütün kültürleri  eski dönem cahiliye Arap erkeği bakış açısına mahkûm etme kararı almıştır.

Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bir kadının erkekler tarafından rahatsız edilmesini, o kadının ziynet yerlerinin açıkta olması ile veya başının açık olması ile ilişkilendiriyorsa eğer,   çarşaflı kadınların yoğun olduğu Müslüman ülkelerdeki yoğun kadın tacizlerini ve tecavüzlerini nasıl açıklayacaksınız? (O ülkelerin insanlarının gerçek anlamda Müslüman olup olmadığından bahsetmiyorum. Hani kadının boynunun, gerdanının  açık  olması, kötü niyetli erkeği  baştan çıkartıyor ya Kur’an’a göre ya da Kur’an yorumcularına göre, işte o mantık iddiasına karşılık  bu örneği veriyorum.)


Kadınların kapalı olması ya da açık olmasına ve bu doğrultuda yaşanan taciz ve tecavüz vakalarına bakıp ülke ülke değerlendirmede bulununca(İslâm ülkelerindeki taciz ve tecavüzlerin bir çoğunun kayıt altına alınmayıp gizlendiğini de göz önünde bulundurun) hangi sonuca varıyorsunuz?  Bu tür olaylar, modern giyimli kadınların  yaşadığı ülkelerde daha mı fazla? Ya da bu durum giyim tarzı ile mi yoksa ilgili bölgedeki insanların eğitim düzeyi veya nasıl yetiştirildikleri ile ya da geleneksel yapı ile mi alakalı?

ESKİ DÖNEMİN ARAP ERKEKLERİ, BAŞI AÇIK KADINA SAYGI GÖSTERMEZMİŞ, BİZENE! BİZİM ERKEKLERİMİZ, CAHİLİYE DÖNEMİ ARAP ERKEKLERİ Mİ?

CAHİLİYE DÖNEMİNİN ARAP KADINLARI, KENDİLERİNİ ERKEKLERDEN SAKINMAZMIŞ, AHLÂKSIZMIŞ, BİZENE? BİZİM KADINIMIZ CAHİLİYE DÖNEMİNDEKİ ARAP KADINLARI MI?

BİZİM MİLLET OLARAK ŞU AN, ESKİ ARAP CAHİLİYE DÖNEMİNDEKİ GİBİ BİR YAŞANTIMIZ MI VAR? EĞER O AYETLER O DÖNEM ARAPLARININ O AHLÂKSIZ YAŞANTISINA ÖNLEM OLSUN DİYE GÖNDERİLMİŞ İSE  BİZİM MİLLETİMİZLE ALAKASI NE? YOKSA ADININ ALLAH OLDUĞUNA İNANDIĞINIZ İLÂH, BÜTÜN DEVRİN BÜTÜN MİLLETLERİNİ, O CAHİLİYE DÖNEMİNİN IRZI KIRIK İNSANLARI GİBİ Mİ GÖRÜYOR? (Eğer bu konuyu da döndürüp dolaştırıp modern ülkelerdeki zina hususuna getirecekseniz, konumuzun bu olmadığını hemen belirteyim. Konu, iki tarafın da rızası ile yapılan evlilik dışı cinsel birliktelikler değil.  Konu,   bir kadının  dış  örtüsü ile taciz arasındaki bağlantı.)

Kapanma ile taciz arasındaki bağlantı üzerinde çok durmamın nedeni, kapanmanın faziletleri ile ilgili İslâm’i bir gerekçe olmasından çok, Müslüman çevreler ve özellikle çok dindar ve tutucu olan Müslüman çevreler tarafından kadınların tesettürünün bu durumla çok fazla ilişkilendirilmesindendir.

Kadın neden kapanmalıdır sorusunun karşılığı olarak geleneksel İslâmî kesimin üzerinde hemfikir oldukları farklı nedenler de var. Bu nedenler, son yıllarda artık kapanmanın nedeni olarak pek rağbet görmese de  ben yine de o nedenleri de değerlendirmek istiyorum. İlk önce maddeler halinde sıralayayım:
  • Bazı kadınlar çirkindir, özellikle de yaşlı kadınlar çirkindir ve bu yüzden çirkinliklerini örtmek için kapanmak ihtiyacı hissederler.
  • Bir kadın, kendisinden daha güzel bir kadını görünce kıskançlık hissi uyanır ve kendisini kötü hisseder, kötü şeyler yapabilir, psikolojisi bozulabilir.
  • Kadınların, bacak, kol ve ense gibi yerlerinin görünmesi erkekte şehevi arzuların uyanmasına neden olur bu da günaha davettir.
  • Kadınların belirli yerlerinin görünmesi ya da kapanmamış olması sapıkların kendilerine musallat olmasına neden olur.
  • Allah böyle istemiştir, Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz.
"Bazı kadınlar çirkindir, özellikle de yaşlı kadınlar çirkindir ve bu yüzden kapanmak ihtiyacı hissederler."
Eğer kadının kapanma nedeni bu ise çirkin kadının kapanması ile çirkinliğinin örtünmesi ne alaka anlayamadım. Çirkinlik dediğiniz bir insanın  dolayısıyla  da bir kadının daha çok  yüz bölgesidir. Tesettüre giren bir kadının yüz bölgesi gene açıktadır. Çirkinliği örtmek için kapanılıyor ise kadının asıl çirkin görünen yüzü neden açıktadır? Kaldı ki günümüzde çirkin bir kadın, uygun bir cilt bakımı, uygun bir makyaj ve uygun bir saç stili ve giyim tarzı ile değme güzellere taş çıkartacak hale gelebilmektedir. Yani 1400 yıl öncesinin imkânsızlıkları içinde yüzen Arap çöllerinde yaşamıyoruz. Hem günümüzde,  tesettürlü olup da çok böyle süslü püslü giyinen hanımlara da bu  giyim tarzının İslâm’a uygun bir giyim tarzı olmadığını  söylüyorsunuz. Neden kızıyorsunuz o kadınlara? Tesettürleri ile bile güzel görünmeye çalışıyorlar. Kendilerini başka kadınlar yanında böylelikle çirkin hissetmeyecekler.  Eğer Allah, çirkin kadının çirkinliğinden dolayı kapanmasını daha uygun görüyorsa o kadını neden çirkin yaratmıştır?  Bir Tanrı,  çirkin görünüşlü kulunun kendi çirkinliğini saklaması ya da bundan dolayı üzüntü duymaması için ona kapanmayı mı emreder yoksa o kulunun çirkinliğine çare olabilecek  şekilde süslenip püslenmesini veya  diğer kullarına seslenip insanları görünüşlerine göre değil kalp güzelliklerine göre değerlendirmeleri için sık sık ayet mi gönderir?

"Bir kadın, kendisinden daha güzel bir kadını görünce kıskançlık hissi uyanır ve kendisini kötü hisseder, kötü şeyler yapabilir."
Kıskançlık, hayatın her alanında, her yerinde, her türlü sebeple olabilen bir durumdur. Kıskançlığın sebebi, türü, çeşidi sayılamaz, o kadar çoktur ki? Bir kadının güzelliği, tesettürlü iken de görünür. Maviş gözleri, dolgun dudakları, naif bir burnu olan,    incecik  ve manken gibi güzel bir kadını, tesettürlü iken de fark edersiniz  ve tesettürlü hali ile de gözlerinizi ondan alamazsınız merak etmeyin. Eğer konu kıskançlık ise size kıskançlık oluşturabilecek nedenleri sayayım. Bu kıskançlık nedenlerini erkeklere de çevirebiliriz, erkekler de kıskançtır ve hem de  kadınlar gibi hemen her konuda:
  1. Bir kadın kendi kocasının çirkinliği karşısında komşusunun kocasının yakışıklı olmasını acayip derecede kıskanabilir. Hatta bu yüzden kocasından ayrılmaya bile kalkabilir.
  2. Bir kadın fakirlik çekerken ya da orta direk hayat şartları ile mücadele ederken zengin komşusunun iki de bir eşi ile lüks arabalara binip gezmeye gitmesini ve türlü türlü lüks eşyalar almasını kıskanabilir.
  3. Bir kadın, maddi olarak kendisinden daha iyi durumda olan bir kadının evine gittiğinde onun güzel evini kıskanabilir. Hatta bu kıskançlık evde huzursuzluğa  ve eşi ile arasının açılmasına bile neden olabilir.
  4. Yemek yapmaya eli yatkın olmayan bir kadın, çok güzel yemek yapan bir akrabasını ya da komşusunu kıskanabilir. Hatta eşinin iki de bir “falanca gibi yemek yapabilsen” gibi laf sokmalarına tahammül  etmeye çalışır.
  5. İlkokul mezunu bir kadın, üniversite mezunu bir komşusunu o kadar kıskanır ki, kıskançlığı o komşusuyla sürekli eften püften sebeplerle kavga çıkartmasına bile neden olabilir.
  6. Bir kadın, sürekli derslerden zayıf getiren kendi çocuklarına karşılık komşusunun   takdirname getiren çocuklarını kıskanabilir.
  7. Güzelliğin  kıskanılmasına  gelince. Kadınlar  bir araya geldiğinde, özellikle ev içi  günlerinde, baş örtülerini çıkartırlar. Eğer güzellik başın açık olması ile ilgili ise bu durum misafirlik ortamında etkisini yitirir.
Bu arada kıskançlık, psikolojik bir duygu bozukluğudur. Teknik olarak tarif etmek gerekirse eğer: Kıskançlık bir kişinin veya bir ilişkinin yitirilmesinden korkulan, karmaşık bir ruhsal yaşantı ve olumsuz tutumdur. Bunun dışında başkasının sahip olduğuna kendisinin de sahip olma gerekliliğini hissettiren bir duygudur. Bu duygunun tedavi edilmesi için yapılması gereken şey, kıskanılan durumu değiştirmek ya da kapatmak değil, kıskançlık duyan kişinin psikolojisini düzeltmektir. Eğer baş örtüsünü kıskançlık nedeninin bir sonucu olarak ya da tedbiri olarak görüyorsanız, yapmanız gereken şey kıskanılan durumu yani başka bir kadının kendinden güzel olabileceğini saklamak ya da böyle bir şeyden haberdar olmayı, görmeyi engellemek değil, kıskanan kişinin kendine olan güvenini inşa edip, kendindeki cevherleri tespit edip, duygusal ve psikolojik durumunu normal hale getirmektir.

"Kadınların, bacak, kol ve ense gibi yerlerinin görünmesi erkekte şehevi arzuların uyanmasına neden olur bu da günaha davettir."
Kadınların kapanmasının nedeni olarak göstertilen  bu maddeyi zaten yazının giriş kısmında genişçe ele almıştım.

"Kadınların belirli yerlerinin görünmesi ya da kapanmamış olması sapıkların kendilerine musallat olmasına neden olur."
SAPIK olarak tarif edilen kişi, normal bir beyin, düşünce ve ahlâk yapısına ve hatta normal bir mantık ve değer yapısına sahip değildir. Sapıklar, ileri derecede psikolojik rahatsızlığı olan kişilerdir ki böyle kişiler, taciz etmek için kapalı ya da açık kadın ayrımı yapmazlar. Hatta yetişkin-çocuk ayrımı da yapmazlar.  Kendi toplumumuzun içinde bile bunun örneklerini  görmekteyiz.

"Allah böyle istemiştir, Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz."
Kadınların kapanmasına dair diğer nedenler aslında şimdiki âlimlere ve aklı çalışan bir çok insana mantık dışı geldiği için son dönemlerde Kur’an yorumcuları ve İslâm’i siteler tarafından en çok tercih edilen ya da üzerinde anlaşma sağlanan neden “Hikmetini Allah bilir” nedenidir. Bu yüzden “Allah, kadına neden kapanmayı emretmiştir?” sorusunun ardından genellikle  “Allah böyle dilemiş, böyle uygun görmüş, sorgulamak bile biz kulların haddine değil”  deniliyorsa eğer:

Tıpkı, şeyhinin tepeden tırnağa kadar bütün uzuvlarını, ruhunu ve emirlerini kutsal görüp, şeyhinin her istediğini(aykırı istekler bile olsa) sorgusuz sualsiz yerine getirip “Şeyhimiz böyle yapmamızı emrediyorsa, başım gözüm üstüne, canım feda ona, o nurlu zat böyle bir şeyi yapmamızı emretmiş ise vardır bir bildiği ve vardır bunda bir hayır, benim aklım ermese bile şeyhimin aklı erer, o en iyisini, bizim bile bilemeyeceklerimizin en hayırlısını bilendir” diyen bir mürit gibi sorgusuz bir iman ile Adının Allah olduğuna inandığınız ya da inandırıldığınız İlâh’a teslim olmaya ve yine adının Allah olduğundan indirildiğine inandığınız Kur’an ismindeki kutsal kitabınızın emir ve yasaklarına uymaya devam ediniz.

Bu yazımı okuyan  imanlı Müslümanlar,  bir tarikatın şeyhine yapılan iman ile adının Allah olduğuna inanılan İlâha yapılan imanı karşılaştırırcasına örnek vermeme sinirlenmişlerdir  fakat burada üzerine vurgu yaptığım şey, şirk veya birisinin insan diğerinin Tanrı olduğuna inanılması değil, ikisine de gösterilen saygının ve bu iki taraftan da açıklanan emirlere uyma kısmının, inananlar tarafından  beyinlerinin mantık ve sorgulama kısmını tamamen kapatarak gözü kapalı bir inanmışlıkla adeta koyun gibi kendilerine her söylenene riayet etmek, her emri yerine getirmek davranışıdır. Kur’an’ın yorumlanmasında bazı ayetlerin ya da emirlerin hikmetinin sadece Allah tarafından bilinebileceği bilgisi her zaman zikredilir. Tarikat inancında da durum aynıdır. Bir tarikatın müridlerine emrettiği bir çok şeyin hikmetini ancak Şeyh bilir, müridin ya da o Şeyhe inanan müslümanın aklı ermez. Aşırı dincilere göre daha reformist ve daha modernist olan Müslümanlar, tarikatlar ve cemaatler içindeki bu kula kulluk etmek kısmını eleştirirken  bu toplulukların dine aykırı olan kısımlarını ve şirk ile ilgili kısımlarını anlattıktan sonra mantıksal bir eleştiri yaparak  bu insanların, cemaatleri emrinde yaptıkları işi sorgulamayıp adeta koyun gibi ya da bu cemaatlerin robotu gibi güdüldüklerini de eleştirirler fakat  bu durumu eleştiren kişiler de aynı şekilde adının Allah olduğundan gönderildiğine inandıkları kutsal kitabın emir ve yasaklarını yerine getirirken akıllarının ermediği ayetlerde  çok fazla kafa patlatmaz ve “Allah böyle istemişse vardır bir hikmeti, sorgusuz yerine getiririm”  inancıyla hareket ederler. BU DURUMDA ARADAKİ FARK NEDİR?  “Sen emirleri yanlış yerden alıyorsun,  ben doğru yerden alıyorum.” Düşüncesi mi? Nerden ya da kimden emir alırsan al! İki şekilde de sorgulamıyorsun, sorgulasan bile cevabını bulamadığında yine o emirleri yerine getirmeye devam ediyorsun.

Adının Allah olduğuna inanılan  İlâh,  neden bazı şeylere akıl erdirmeyip sadece uymamızı ister? Kendi yarattığı aklın buna uygun olduğunu mu düşünür? Peki sorgulamaya giren ve mantıklı cevabını bulamadığı ayetlerden yüz çeviren Kulları ile ilgili ne düşünüyor? Onları kâfir olmakla mı suçluyor? Bir anne baba bile çocuklarına nasıl nasihat eder? Oğlum, kızım, aklınızı başınıza alın, her kese her denilene inanmayın, kafanızı çalıştırın, bir işi yaparken ya da birisi size bir şey yaptırmaya çalışırken “ ben niye bunu böyle yapıyorum” diye  sorun kendinize…  demez mi?

Farzedin peygamber olduğunu söyleyen birisi çıktı ve Tanrı katından kendisine  bir kutsal kitap indiğini bildirdi. Kur’an’da belirtilen kıyametin de ikinci dünya savaşı olduğunu söyleyip Kur’an ayetleri ile bunu kanıtladı. (Kur’an ayetlerinin içeriğini, anlam olarak çok farklı bir şekilde yorumlayabilmek gibi yeteneklere ulaşıldı son yıllarda.) Yeni  kutsal kitabın içindeki her bilgi ve emir, insan aklının alıp kabul edeceği bilgiler olsun. Kur’an’a göre çok düzenli, çok anlamlı ve yaşadığımız çağa ve bu çağın sorunlarına, ihtiyaçlarına son derece uygun olan bir kutsal kitap olsun ve hatta bir cahilin bile okuduğunda anlayabileceği basit ve anlaşılır cümleler kurulmuş olsun. Öyle ki bu yeni kutsal kitabı anlamak için onca âlimin kafa patlatmasına, yıllarca araştırma yapmasına gerek duyulmasın. Yeni kutsal kitabı daha mantıklı, daha adil, daha anlaşılır ve insan aklına daha uygun olduğu için haktan gelen bir kitap olarak gören ve bu yeni dine geçen Müslümanlar olduğu zaman,  adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu kulları hakkında ne düşünmeli? Ya da kendisinin yazıp 1400 yıl evvel gönderdiği kitap hakkında ne düşünmeli?  Aklımıza daha uygun bir kitabı sunan yeni peygambere neden inanmayalım? Müslüman çoğunluğu olan ülkeleri bir gözden geçirin. Akıllarını kullanma kapasiteleri ne düzeyde? Yiyip içip sevişip çoğalmaktan başka ve banka hesaplarındaki parayı lüks hayatla yemekten başka  dünyaya bir katkıları var mı? Ayrıca bir kutsal kitabın içine birilerinin “aklınızı kullanmıyor musunuz” ifadelerini serpiştirmiş olması, o kitabın Yaratıcı katından indiğinin bir göstergesi de değildir. Tarihin derinliklerinden bu zamana kadar gelmiş düşünürlerin ve bilim insanlarının sözlerini akıl süzgecinden geçirdiğinizde “Aklınızı kullanmıyor musunuz? Düşünemiyor musunuz?” gibi sözlerden çok daha anlamlı sözleri ve cümleleri sosyal medya hesaplarında paylaşıp “Vay be, ne büyük insanmış!” deriz mutlaka. Kapanma ile ilgili ayette aklını kullan bakalım, yukarıdaki değerlendirmelerden sonra hangi sonuca ulaşıyorsun? Neden bazı ayetler, sadece Allah’ın bileceği, insanların aklının ermeyeceği bir anlam ile gönderilir ki? Kapanmanın bir fazileti varsa Allah, bunu neden yarattığı insanın aklının kavrayabileceği bir açıklıkta yazmamış?

Bir de “Saçının tek telini bile başka erkeğe göstertmemelisin” zihniyeti ve inancı var. Genel olarak Yahudilerin inancında da var bu durum. Bu o kadar ciddi bir inanç ki, eskiden resmi dairelerde çalışan kapalı kadınlarımız, baş örtüsü yasak olduğu için kafalarına peruk takarlardı. Bunun nedeni, kadın saçının,  kadının mahrem bir bölgesi  olarak görülmesindendir. Ben başı kapalı bir kadın değilim fakat yetiştirildiğim bölgede kapanmak konusundaki bazı ilginç imalar,  bizden yaşça  büyük kadınlar tarafından sıkça yapılırdı. “Şeyini açık göstertiyor musun kızım? …  O zaman saçını da açıp göstertmeyeceksin, orası da senin mahremin” zihniyetine  iyi  direnmişim  doğrusu. Kafadaki saç  ile cinsel bölgeyi, mahremiyet konusunda bir tutmak, geleneksel din inancının akıldan ve mantıktan ne kadar uzakta olduğunu zaten vurguluyor.

Arap çölünde yaşayan insanların kapanmak için çok nedeni var. Bu nedenlerden birisi yoğun güneş.  Güneş o bölgelerde o kadar önemli ki Arap erkekleri bile  yoğun güneşten kendilerini korumak için başlarına örtü alırlar, almak zorundalar. Dahası Arap çöllerinin kendine has ince kumu, vücudunuzu yeteri kadar kapatmadığınız takdirde ağzınıza, burun deliklerinize ve gözlerinize bile doluşur, yapışır. 

Sorgulama sürecini yaşadığım yıllarda, yüzlerce İslâmî site ve kitap, sorularıma makul ve tatmin edici cevaplar vermiyordu.  Karşıt görüşteki mantıklı ve ayrıntılı düşüncelere  ise  ulaşamıyordum çünkü insanlar  bu tür düşüncelerini, internet sitelerinde bile paylaşmaktan imtina ediyorlardı, çekiniyorlardı. Ben de çaresizlik içinde ve küçüklüğümden beri beynime kazınan “İslâm’da şüphe yoktur”  kodlamasıyla  hareket ediyor ve sorgulamayı mantıklı bir şekilde kendi düşünce sistemim içinde yapmaktan kaçınıyordum  ve sonuç olarak  “Allah’ın vardır bir bildiği” ifadesine sarılıyordum. Düşünce özgürlüğüne  ve her türlü fikri başkalarıyla paylaşmanın ve  başkalarının da gerektiğinde bu farklı fikirlere ve düşüncelere ulaşabilmesinin insanî bir gereklilik ve bir hak olduğuna inanan birisi olarak karşıt görüşlerimi paylaşmaya çalışıyorum.

Var olduğuna inandığım bir İlâh var fakat O’nun adı “Allah”  değil. İnandığım İlâhın yer yüzüne Peygamberler gönderdiğine ve Peygamberler aracılığı ile kitaplar ve dinler gönderdiğine inanmıyorum. Bu gün dünyadaki bütün dinleri hayali olarak bile ortadan kaldırın, insanların, din ayırımı yapmadan bir birlerine yaklaştığını ve kenetlenmeye başladığını, devletler savaş kararı alsa bile halkların buna izin vermemek için direnebileceğini  görürsünüz.  Teknolojinin ve iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte   dünyadaki bütün topluluklar ortak bir kültür yapısına doğru ilerliyor. Giyim tarzı ve bu giyim tarzına karşılık olan bakış açısı bile çoktan bu ortak bilince dahil olmaya  başladı bile. Dünya insanları bir biri ile kaynaştıkça ve Müslüman ülkelerdeki erkeklerin kapalı Müslüman kadınlarına olan davranışları ve saygıları ile modern ülkelerdeki erkeklerin modern giyinen kadınlara olan davranışları ve saygılarını karşılaştırdığınızda şunu muhakkak söyleceksiniz:

Bir erkeğin, kadına duyduğu saygı,  farklı etmenlerle birlikte o erkeğin beyin yapısı ile ve nasıl yetiştirildiği ile alakalıdır. Toplum, o erkeğe çocukluğundan itibaren kimsenin giyim tercihine karışmadan  kadını kendi başına bir değer ve kendi başına bir insan olarak görmeyi öğretmişse o erkek, karşısındaki kadının “bacağı mı görünüyor, kolları mı görünüyor?” kısmına bakmaz aksine  bu durumu, o kadının özgür bir giyim tarzı olarak algılar, kabul eder ve saygı duyar. Ammmaaaaa, birileri o erkeği yetiştirirken, “Taciz edeceğin, sarkacağın kadın vardır, sarkmayacağın kadın vardır. Orası burası(kolu, bacağı) açık gezinen o….pular vardır,  onlara her şeyi yapabilirsin ama kapalı kadından uzak durmalısın…” zihniyeti ile yetiştirilmiş ise boynu, gerdanı, kolu bacağı açıkta olan kadın bu zihniyete göre taciz de edilir, İffetsiz de görülür. SİZİN ŞU AN İÇİNDE BULUNDUĞUNUZ ÇEVRE HANGİ ZİHNİYETTE?

KUR'AN'DAKİ ARGO SÖZLER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an'daki argo sözler, Kur'an'daki hakaretler, Allah hakaret eder mi?, Allah beddua eder mi?, Kurandaki çelişkiler, Araf 176, Müdessir 51, Yarattıklarına hakaret eden Allah, KUR'AN'DAKİ ARGO SÖZLER
  • Allah onları kahretsin!
  • Akılsızlar! - Aptallar!
  • Kahrolası yalancılar!
  • Aşağılık maymunlar!
  • Domuzlar!
  • Hayvanlar hatta hayvandan da aşağılıklar!
  • Eşeğe benzerler!
  • Pislikler!
  • Aşağılıklar!
  • Canı çıkasıcalar!
  • Alçaklar!
  • Yabani Eşekler!
  • Dilini sarkıtıp soluyan köpekler!
  • Lanet olsun geberesice yalancılara!
  • Reziller!
  • Sapıklar!
  • Beyinsizler! 
  • Elbise giydirilmiş kütükler!
  • Soysuzlar!
  • Kahrolasılar!

Küfür demeyelim, argo diyelim. Yukarıdaki argo sözler, Kıyamete kadar hüküm sürecek olan ve Kâinatın tek hakimi olduğuna inanılan Allah’ın sözlerinin yazılı olduğu  Kur’an ayetlerinden alıntıdır. Uzunca bir süre bu sözlere kafa patlatmış ve bulabildiğim bütün açıklamaları mantık terazimin  doğru tarafına koymaya çalışmış ama başaramamıştım, öylece yarım kalmıştı. Bu kelimeleri barındıran ayetlerin açıklamaları ile ilgili İslâmî internet sitelerinde sayfalar dolusu izahat okursunuz. Ben bu izahatların  teker teker  üzerinde durmayacağım. Bu ayetlerden sadece iki tanesini örnek olması açısından paylaşayım:

Araf 176. Ayette: "Eğer biz isteseydik o kişiyi delillerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı, hevesinin peşine düştü. İşte böylesinin hali, kovsan da bıraksan da hep dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Âyetlerimizi yalan sayan topluluğun durumu işte böyledir. Şimdi sen bu kıssayı anlat, umulur ki iyice düşünürler."

Müdessir 49-51: "Böyle iken onlara ne oluyor ki âdeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten yüz çevirip kaçıyorlar!"

Bu iki ayeti sadece örnek olarak verdim fakat yorumcular arasındaki genel kanı şudur ki:

Birinci açıklama tarzı: 1400 yıl öncesinin Arap toplumunda, halk arasında bu argo sözcükler gündelik hayatın içinde olduğu için ve O dönemin Araplarına dikkat çekecek ve ciddiyet arz edecek şekilde hitap etmek için onların kullandığı dile yakın bir dil kullanılmıştır.

İkinci açıklama tarzı: Hayvanlar, aşağılık varlıklar değildir ammaaa, mesela bazıları, dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzetilmiş ise o kişilerin durumu gerçekten de dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzediği içindir ve bu başka şekilde nasıl tarif edilir? Müdessir 49-51’de ise Kur’an’ın öğüdünü dinlememekte inat edip yüz çevirenlerin durumuna en iyi örneğin aslandan ürküp kaçan yaban eşeğine benzetmek olduğu iddia edilir.

Geçenlerde İslâmi internet sitelerinden birinde gezinirken argo ayetlerin açıklamasına yönelik uzunca bir metin okuduktan sonra son paragrafta şaşırıp kaldım doğrusu. Hadi o son paragrafı birlikte okuyalım. Ha, bu paragrafı paylaştıktan sonra o siteden bu yazıyı silerler mi bilmiyorum, yine de paylaşayım.

“…Yüksek bir makamda bulunan bir yetkilinin suçlu olan bir kimse hakkında kullandığı 'sert ifadeler', onun sorumluluğuna uygun, makamına münasip, haşmetine yakışır, başkalarının hak ve hukukunu muhafaza arzusuna muvafık, suçluların suç işleme cesaretlerini kırma noktasındaki caydırıcılık amacına mutabık düştüğü için insanlar tarafından makul karşılanır. Fakat aynı 'sert ifadeyi', bir normal vatandaştan duymak, çok olumsuz etkiler bırakır.”

Yukarıdaki ifade, son dönem ülkemiz siyasetinde kullanılan dile ne kadar benziyor. Eskiden ülkemizde her ne olursa olsun, en tepede bulunanlar  kibar bir dil kullanırdı çünkü oturdukları koltuğun büyüklüğü, sorumluluğu bu kibarlığı gerektirirdi. Bu sadece bizim ülkemize has olması gereken bir dil değildir. Tek tük istisnalar kaideyi asla bozmaz diyerek dünya siyasetine genel anlamda bir bakın. Halklar içerisindeki insanlardan her küfrü, her argo ve hakaret kelimelerini ve hatta her türlü anormal olabilecek giyim tarzını, yaşam tarzını görebilirsiniz fakat gelişmiş bir ülkenin siyasetçisinde bunları asla göremezsiniz. Saç sitilinden giyimine, üslubundan konuşma tarzına, davranışından terbiyesine kadar bir özen söz konusudur. Ülkeleri yöneten insanlar yani siyasetçiler, normal bir vatandaş gibi olamazlar, sıradan bir vatandaş gibi yaşayamazlar. Sıradan derken egosal bir yaşamdan  bahsetmiyorum. Hani çok güzel bir atasözümüz var ya “Hoca osurursa cemaat s…ar”. İşte bu sözün anlamından bahsediyorum. Bir ülkenin yöneticisi kulağında kulaklık, saçlarında 9 çeşit boya, yırtık bir pantolon ve ağzında sakız ile gezerse, halk o siyasetçiden en az yüzde yüz daha çılgın yaşayacaktır. Üstelik böyle bir siyasetçi halk tarafından ciddiye alınacak ve önemsenecek bir durumda da olmayacaktır. Benzer bir şekilde bir ülkenin yöneticisi, her hangi birisine ya da birilerine, tüm vatandaşların gözleri önünde hakaret edip argo sözler kullanırsa, sokaktaki vatandaşlar arasında bu durum yani bu şekilde konuşmak, bu şekilde davranmak normal karşılanacak ve dahası halk  arasında bu türlü davranışlar kat kat artış göstertecektir.

Ne zaman ülkemiz, dini bir siyasete mahkum oldu, işte  o zaman siyasetçilerin ağzından hiç duymadığımız ya da duymamamız gereken argo sözleri işitmeye başladık. Bazılarınız bu durumu, “Bu İslâm değil, İslâm böyle bir din değil” sözleri ile açıklamaya çalışabilir fakat yazının en başındaki argo sözleri okuduktan sonra  “arada benzerlik yok”  diyebilir misiniz?  Ülkemiz siyasetindeki dilin özelliği ve sebep sonuç ilişkisi ile Kur’an’daki dilin sebep sonuç ilişkisi çok benzemiyor mu? Kur’an’da Allah’ın kullandığı dilin argo olmasının nedeni aslında İslâm’ın yayılma döneminde bazı kişilerin Kur’an ayetlerine inanmayıp onu reddetmeleridir. Şu dönem siyasetimizdeki durum da üç aşağı beş yukarı aynı. Kendisine inanmayan, oy vermeyen, biat etmeyen kişilere ve kurumlara hoş olmayan sözler sarf ediliyor peki neden? Sırf kendisini desteklemiyor diye. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Yani, şu anki iktidarı destekliyor iseniz söyleyecek bir sözüm yok fakat şu anki iktidarı desteklemiyor iseniz sırf muhalif partiyi desteklediğiniz için iktidar mensuplarından hakaretler işitmeniz, ayrı muameleye maruz bırakılmanız nasıl bir duygu? Gelişmiş ülkelerde seçilmiş iktidar mensupları ülkelerini yönetirken  acaba “şu adam şu partiden ona çelme takalım, bu adam bu partiden bunu icraatlarımızın dışında bırakalım ya da o kimselere hakaret edelim” diyorlar mıdır? Kendilerini desteklememiş olan vatandaşlara ya da icraatlarını beğenmedikleri insanlara veya muhalif partilere argo sözler kullanıyorlar mıdır? ALLAH, kendisine inanmayı ve ibadet etmeyi reddeden insanlara karşı yukarıdaki hakaret dolu cümleleri ayet olarak göndermiş. Ne düşünüyorsunuz? SADECE DÜŞÜNÜN.

Bu hakaretlerle dolu ayetleri gerçekten de Kâinatın Yüce Yaratıcısı mı gönderdi?