HABERLER
Dini Haber

KURBAN EDENİN BAYRAMI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kurban bayramı, Kurban edenin bayramı, Kurban geleneği, Hayvan kurban etmek, Kurban, Kurban kesmenin amacı, Kurban etmek,

KURBAN EDENİN BAYRAMI

Bu yazıma  İlâhiyatçılardan İhsan ELİAÇIK’ın bir televizyon programında,  Kurban bayramına yönelik yaptığı konuşmadan bir kısmını aktararak başlamak istiyorum.

R.İHSAN ELİAÇIK: “… Kurban bayramında her yer kıpkırmızı oluyor. Hatta bir ara kesilen hayvanların kanları İstanbul’un denizine akıtılmıştı ve denizin suyu kıpkırmızı olmuştu. Yahu bir düşünün, Allah böyle bir şeyi ister mi? Gençler, “hayvanları kesmeyin, onların kanını akıtmayın, bir Tanrı böyle bir şeyi istemez, isteyemez.  Bu kanlar Tanrıya ya da Allah’a felan gitmiyordur” diyorlar. Barış dini olan İslâm’a bu kan yakışıyor mu? Bu gençler, bu çocuklar haklıdır. “Hayvanları kesmeyin, öldürmeyin” diyen çocukların ruhunu dine, Tanrıya daha yakın buluyorum. Fakat bunu sorgulamayan, “yav böyle gelmiş, böyle gider, et yiyeceğiz işte” diyen, ayetlerin şurasına burasına parantez açıp içine kurban sokan insanlardan ve hatta şu çağda çeşitli nedenlerle insan kellesi kesen ve kestiği kelle ile kameralara poz veren, o kellelerle top oynayan zihniyetlerden hayvan hakları savunucuları dinin ruhuna daha yakındır. Hayvanların öldürülmesine göz yummak istemeyen bu gençler ya da insanlar dindar olmasalar bile, “biz Allah’a inanmıyoruz” deseler bile bazen Allah’ın sesi, dini olmayan muhitlerden, yerlerden, kimselerden çıkar. En dindarlık iddiasındaki adamın yaptığına bak, en dinden uzak olan ateist, deist, agnostik olan adamların yaptığına bak. Bunlar bayrama evet, hayvan kesmeye hayır diyor. “Hayvanın kesilmesi bayram değildir” diyor, bir buna bak, bunların aklına, düşüncesine, insanlığına bak, bir de bu kadar sakalıyla, sarığıyla cüppesiyle, konuşurken iki lafından birisi Elhamdülillah, İnşallah, Allah, Maşallah… diyenlerin zihniyetine, vicdansızlığına bak. Videoya bir bakıyorsunuz, Işit militanı, insan kesmiş ve dilinde sürekli Allah kelimesi… Kendisini dindar zannediyor. Şimdi düşünün, bu adam mı dindar yoksa “Ne olur hayvan öldürmeyin, kan akıtmayın…” diye yalvaran dinsizler mi dindar? Hangisi dinin sesidir? “hayvan kesmeyin” diyenlerin kökünde, içinde, dindar olmasalar bile merhamet ve adalet vardır…”

Aklın ve vicdanın yolu birdir. İhsan hoca ile aramızdaki tek fark dini inancımız ya da inançsızlığımız. Ben dinsizim, o ise dindar bir Müslüman. İslâm dininde kurban var mıdır? Yok mudur?  Kurban bayramı ile ilgili hangi ayetlerde ne emreder? Kesin mi der, kesmeyin mi der? Bu mevzulara hiç girmek istemiyorum fakat İhsan bey ile aramızdaki en ortak nokta sanırım aklımız ve vicdanımız. İhsan bey de diğer bazı Modernist denilen İlâhiyatçılar gibi İslâm dinini hoş göstertmeye çalışan ve dindarları yobazlıktan çıkartmak için çabalayan kişilerden birisi.  Çevrenizdeki üniversite mezunu Müslümanların arasına dalın ve deyin ki: “İslâm dininde kurban bayramının amacı kurban kesmek değilmiş. Garip guraba bayramı imiş. Amaç, ihtiyacı olan fakir fukarayı doyurup sevindirmek, onları mutlu etmek imiş..” Sizi ciddiye almazlar veya görmez tarafınızdan bir birlerine kaş göz işareti yapıp sessiz kalırlar ya da gülerler veya “o senin inancın” diyerek geçiştirirler. Geçmişte bizzat deneyimlediğim için söylüyorum. İslâm dininden çıkmış birisi olarak niyetim Dini bayramları çok güzel göstertip ya da “Siz yanlış kutluyorsunuz, aslen böyle kutlamak lazım” gibi şeyler söyleyerek inanmadığım bir dinin kullarına, neyi nasıl yapacaklarını tarif etmek değil. Böyle bir şeye haddim yok çünkü Müslüman değilim fakat Müslüman olmamam, Müslüman olanlarla hemen her konuda sonsuza kadar görüş ayrılığına girecek olmamı ve yine hemen her konuda onlarla zıt görüşlere sahip olmamı gerektirmez. Aynı havayı soluyoruz, aynı bayrağın altında toplanmışız, aynı parayı kazanıyoruz, aynı mağazalardan marketlerden alışveriş yapıyoruz, aynı şeyleri yiyoruz ve belki de bir çok konuda aynı programları seyredip aynı kitapları okuyoruz. Ortak olan o kadar çok yanımız var ki!

Bir yakınım tavuk etini yemez. Tavuk etine karşı alerjisi ya da tiksintisi yok. Çocukluğunda arkadaş edinip çok sevdiği Tavuğu, ailesi gözlerinin önünde kesip pişirmiş. Kırsal bir bölgeden, bir köy yerinden bahsediyorum. Bu tür yerlerde insanların, çocukların daha dayanıklı, duygusal olarak daha bir sağlam olduğuna inanılır ama gerçekte böyle değildir. Çocuk psikolojisi her zaman her yerde aynıdır. Bu kişi, çocukluğunda  çok sevdiği tavuğu, gözlerinin önünde kesilip pişirilip yendikten sonra bir daha tavuk eti yiyememiş. Kaz, ördek, hindi ve kırmızı eti yiyor fakat tavuk etini yiyemiyor. Okul yıllarımda bir arkadaşımız da hiç et yiyemiyordu. Onun hikayesi de benzerdi. Her kurban bayramı öncesinde kurbanlık için eve getirilip bahçeye bağlanan koyun veya inekleri sürekli olarak yemliyor, onları sevip okşuyor, “hayvan” denilen bu canlılarla  kendisi  arasında bir hafta gibi bir sürede sevgi bağı oluşturuyor ve ardından sevdiği hayvanların bayramın birinci günü çaresizlik içinde bağırtılarak kesilişini izliyor ve göz yaşlarını tutamıyor. Sonunda da her türlü etten tiksinmeye başlıyor. İSLÂM DİNİNDE PSİKOLOJİYE DAİR HİÇ BİR ŞEY YOKTUR. ÇOCUKLARLA İLGİLİ TEK ŞEY İSE ONLARIN KARNININ DOYURULUP GİYDİRİLMESİ VE DİNE İNANDIRILMASIDIR.

Kurban bayramına yönelik bazı sorularımı, Müslüman halkımıza sormayı isterim:
  • Kurban bayramında kestiğiniz hayvanın kanının ya da sizin o hayvanı kesme eyleminizin, inandığınız Allah katında bir sevap olduğuna gerçekten inanıyor musunuz? Bir Tanrı, yarattığı bir canlının, yarattığı diğer bir canlı tarafından boğazlanması ile ne elde edebilir?
  • Kurban bayramında, dondurucunuza kaç kilo et istifliyorsunuz?
  • İslâm dünyasındaki genel inanca göre kesilen bir kurbanın etinin tamamının fakire fukaraya dağıtılması gerek. Bu bilgi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bilgi işinize geliyor mu?

Henüz vejeteryan değilim. Halen et tüketiyorum. Peki doğru mu yapıyorum? Şahsım adına konuşmam gerekirse hayır. Yıllar süren bir alışkanlığı bırakmak çok zor. Bir gün bu alışkanlığı bırakacağımı biliyorum. Çocukluğumda, kaçırmadan izlediğim yabancı bir dizi film vardı “Ziyaretçiler”. O günleri hatırlayanlar bilirler. Sanırım TRT 2 de yayınlanıyordu. Başka bir gezegenden gelen ve insan görünümüne girmiş olmalarına rağmen kertenkele cinsine benzeyen uzaylı yaratıkların insanlarla olan savaşı konu ediliyordu. Bu canlıların suya ve yiyeceğe ihtiyacı vardı. Kendi gezegenlerindeki su ve gıda kaynakları tükenmek üzereydi. Dünyada ise bol miktarda su ve bu kertenkele cinsi zeki varlıkların damak tadına uygun olan bol miktarda hayvan ve insan eti mevcuttu. Uzaydan gelen bu canlılar, karınlarını doyurmak için hayvan ya da insan eti ayırmıyor, hepsini rahatlıkla yiyorlardı. Bir an aklıma geldi. Acaba bir gün dünyamızı farklı bir tür canlı istila etse ve bizi, yiyebileceği bir tür olarak görse, bizler neler düşünür, neler hissederdik? Hayvanları yememizin tek sebebi, onların bizim gibi zeki olmaması ve kendilerini bizlere karşı savunamaması. Aslında onları yememizin asıl en büyük nedeni, halen ilkel bir dönemde olmamız. Uzmanlar, insanların bol miktarda proteine ihtiyacı olduğunu ve özellikle ilkel dönem insanlarının protein ihtiyacını karşılamak için bol bol avlandığını söylerler.  Peki protein, sadece et türü gıdalarda olan bir besin mi? Tabi ki de hayır. Kırmızı et, halen dünyanın bir çok yerinde pahalı bir yiyecek türü. İnsan nesli ise sürekli olarak bir artış içinde. Bu artış bu şekilde devam ederse yakın bir gelecekte yiyecek sıkıntısı bir çok insanı ve milleti vurmaya başlayacak. Yavaş yavaş suni et üretimi denemeleri yapılmaya başlandı. Amaç aslında et üretimini ucuza maal edebilmek. Bu yöntem henüz ilk denemelerde olduğu için ve yeni olduğu için insanların kulaklarına pek hoş gelmiyor ve sağlık açısından artıları ya da eksileri henüz tam olarak bilinmiyor çünkü sağlık üzerindeki sonuçlarının alınması yıllar sürebilir. Fakat bu sektör de eninde sonunda ilerleyecek, büyüyecek ve günü geldiğinde canlı öldürmeye yani hayvan etine artık ihtiyaç kalmayacak. Peki o dönemler geldiğinde Türkiye’mizdeki Müslüman kesim, “Bu bize Allah’ın kesin emridir” diyerek yine de senede bir kez hayvan kesmeye devam mı edecekler?

Ülkemizde ne diyanet ne de devletin bol bol televizyon ekranlarına çıkarttığı o meşhur zengin ilâhiyatçıların hiç birisi, kurban bayramlarındaki hayvan kesimlerine dur demeyecek, diyemezler. Aşağıdaki kısa haberi okuyalım:

THK'den kurban derisi önerisi
Türk Hava Kurumu (THK) Genel Başkanlığından yapılan açıklamada, ekonomik değeri 100 milyon liraya ulaşan kurban derilerinin, bayramın sıcak havaya denk gelmesi nedeniyle iyi şartlarda saklanması gerektiği, derilerin makbuz karşılığında gönül rahatlığıyla THK'ye verilebileceği belirtildi.”

Kurban derilerinin bir kısmı dini cemaatlere gidiyor. Kızılayın topladığı kurban paralarının da bir kısmının devletin kasasına ya da başka yerlere aktarıldığını  bilmeyen hâlâ bir sürü vatandaşımız var. Yani aslında, sadece kurban bayramı nedeni ile toplamda 1 milyar lira hayvan derisi geliri var. Böyle bir geliri, ülkemizin kolay kolay bırakacağını sanmıyorum fakat Müslüman bile olsa, aklı selim insanların artık bu anlamsız ve ülkemizi dünyaya rezil eden ve hatta İslâm’ın yıllardan beridir karaladığı ve putperestlik olarak tarif ettiği “Cahil insanların Tanrılarına kurban adamaları” adetini aratmayan bu saçma geleneğe son vermelerini  umut ediyorum.

Tedavisi zor ve pahalı olan hastalıklar  ve bu hastalıkların pençesinde kıvranan bir çok yurttaşımız var. Bunların bazıları da çocuk. Şöyle bir düşünün, bu kurban bayramında insanlar, kurbanlıklara verecekleri paraları, tedaviye ihtiyacı olan ve parasal durumu iyi olmayan hastalara verebilirler. Ya da işsizliğin hat safhaya ulaştığı şu dönemlerde maddi olanağı yerinde olan herkes kurban parasını, kendi belirlediği işsiz bir insana ya da aileye verse çok daha anlamlı olurdu. Bir ay sonra okullar açılacak. Devlet okulları parasız diye bir şey yok. Ülkemizde eğitim paralı, paralı, paralı,… Kurbanlıklara verilecek olan paralar, tadilata ya da malzemeye ya da ek binalara ihtiyaç duyan okullara veya fakir aile çocuklarının eğitim ihtiyaçlarına harcanabilir. Bir sürü fabrika ve şirket kapandı ve kapanmaya da devam ediyor. Geriye kalanlar ise küçülme kararı aldı. Kurbanlıklara harcanacak olan paralarla, iflas bayrağı çekmeye hazırlanan fabrikalardaki işçilere bir aylık maaşları verilse, bir çok aile maddi yönden rahatlar, ekonominin düzelmesine katkı sağlanır.

Yukarıda saydığım olasılıkları dinden bağımsız olarak düşünüyorum. Kurbana verilecek paraları bir kenara koyalım, Müslüman kesim, hacca giderken harcadığı onca parayı, hayır amaçlı kullansa, fakir Müslüman diye bir trajedi yaşanmazdı herhalde. Dediğim gibi, bu olasılıkları dinden bağımsız olarak düşünüyorum. Dinde öncelikli olan zaten başkalarına yardımda bulunmak ya da iyi insan olmak değildir. İslâm dininde en önemli şey, İMANdır. Yani Allah’ın var olduğuna inanmak. Sonrasında ibadet ve ibadetten sonra diğerleri  gelir. En önce,  inandığın Tanrıya tapınma görevini yerine getirmelisin. O yüzden, fakire fukaraya yardım amaçlı bile olsa, öncelikli olarak  Kurban bayramını da içine alan Hac vazifeni ömrün boyunca bir kez yerine getirmen gerek. Bunun için de epeyce bir para ayırmalısın. Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kullarına, “ömrünüzde bir kez Kâbe’yi tavaf edin”  deyip milyonlarca Müslüman’ı masrafa sokmak yerine, “ömrünüzde bir kez ihramınızı giyinip en az yüz kişilik kalabalıkla size en  yakın caminin çevresinde veya içinde tavaf yapın, ve  fakir bir ailenin bir senelik yiyecek ihtiyacını karşılayın veya buna karşılık gelecek bir hayırda bulunun” diyemedi. Eğer iddia edildiği gibi adının Allah olduğuna inanılan İlâh, putlar gibi belirli bir yerde, belirli bir taşın içinde değil de zamandan ve mekândan münezzeh olarak her an her yerde mevcudu olan bir varlık olsa idi kullarına “Siz bana her yerde ulaşırsınız, iyiliğin ve temizliğin olduğu her yerde beni anın, ben sizi işitirim. Beni belirli yerlerde aramayın, putlara tapar gibi belirli bir yere toplanıp bir taş veya toprak parçasını kutsallaştırmayın” derdi, diyemedi. “Bana tapmak için veya bana ibadet için harcayacağınız maddiyatınızı, ihtiyacı olanlara harcayın” diyebilirdi, diyemedi.

Kurban bayramında, genel olarak ülkemize baktığınızda kesilmekte olan yüzbinlerce hayvanın kurban edildiğini  görürsünüz. Bense Türkiye’me baktığımda, atalarından gelen geleneklere, din adı altında inandırılmış ve hâlâ inandırılmaya çalışılan ve 1 milyar liralık deri için beyinleri, inançları, parasal varlıkları  kurban edilen milyonlarca insan  görüyorum.

YAHUDİLİKTEN AYRILIŞ HİKAYESİ

Yazan: David Dvorkin
yahudilik, musevilik, Yahudilikten ayrılış, Eski Musevi, Eski Yahudi, din, A, Eski bir Yahudi, Koşer, Şabat yasaları, Şabat, Yahudilikte Sünnet, Yahudi dünyası, Yahudi inanışları, Yahudi kültürü,

NEDEN ARTIK YAHUDİ DEĞİLİM?
Eski Bir Yahudi'nin Yahudilik Eleştirisi
(Tercüme Eden & Düzenleyen: A.Kara)

Yahudi olan birinin artık Yahudi olmadığı süreçle ilgili birkaç sözle başlayacağım. Doğal olarak, gerçekten kendi yaşadığım süreç hakkında konuşacağım. Sonuçta en yakından tanıdığım eski Yahudi kendimim :)

Dinimi ilk önce duygusal olarak reddettiğimi hatırlıyorum, daha sonra yetişme sürecimdeki kırılmalar arttı çünkü entelektüel bir sürece girmiştim. Benim için inanmama ihtiyacı ve arzusu, rasyonel bir inanç analizinden önce geldi. O sırada hissettiğim şey kurtuluş değil suçluluk duygusuydu.

Eminim ki Hristiyanlar da kendilerini suçlu hissederler fakat sadece bir kaçının gerçekten Yahudilerin hissettiği yoğunluk ve derinlikte suçluluk duygusu hissedebildiğinden eminim. Sonuçta Hristiyanlar'ın suçluluk duygusu temelleri sadece iki bin yıldır var. Yahudilerin bu konuda çok daha fazla pratiği var.

Özellikle Yahudiler ebeveynlerinin beklentilerini karşılayamadıkları için tüm hayatlarını suçluluk duygusuyla geçirdiler. Bu suçluluk duygusu yalnızca fiziksel ebeveynlerle alakalı değildir, bu duygu aynı zamanda ruhsal ebeveynleri, ataları, İbrahim, İshak, Yakup ve adları her ne ise bu eski ataların-babaların eşlerini de kapsar. Ve elbette Yakup'un merdivenin tepesindeki Büyük Baba'yı.

Bu nedenle dinden ayrılma süreci Yahudiler için uzun ve zor bir süreçtir. İnançtan hoşlanmayan bir genç adamın düşündüğü şeylerden dolayı hissettiği suçluluk duygusu arasındaki bir savaş. Sonunda, gerginlik çok büyüdüğünde ve duygusal bağ koptuğunda (sadece bağın koptuğu kişilerden bahsediyorum, bağı koparmamak için sessizce tekrar dine ayak uyduranlardan değil) inanç konusunun entelektüel incelemesi başlar. Bu akıl yürütme süreci bir ömür veya on yıl kadar sürebilir ancak asıl amaç bir Yahudinin artık eski bir Yahudi olması için sağlam, entelektüel ve duygusal olmayan bir temel bulmaktır. Eski bir Yahudi için Yahudiliğin sıkıntı veya hoşnutsuzluk nedeniyle reddedilmesinin gerçekten suçlu hissetme sebebi olduğunu anlamalısınız, bu dini reddetme durumu için sunulan akılcı gerekçeler suçluluk duygusuyla savunuluyor ve kendilerini Yahudi olarak adlandıranlar eski Yahudi’yi ihanet etmekle suçluyorlar. Fakat akla-mantığa kim karşı çıkabilir ki?

Etkili bir savunma olması için akılcı sürecin sonucunun Yahudilerin eski Yahudi yoktur (Yahudi dinden çıkamaz demek istiyorlar) iddiasına da karşı durması gerekir. "Bir kez Yahudi isen her zaman Yahudisin" diye iddia edeceklerdir. Bu iddia dinden çıkmış bir Yahudi aleyhinde o kadar güçlü bir duygusal silah ki oldukça ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulmasının uygun olduğunu düşünüyorum.

BİRKEZ YAHUDİYSEN HEP YAHUDİSİN
"Ben Yahudiydim ama şimdi değilim" demek ne demektir?

Kaçınılmaz olarak maalesef bu soru bizi bir başka soru olan "Yahudi nedir?" sorusuna götürür. "Maalesef" diyorum çünkü bu çok eski bir soru, aslında Yahudilerin, Yahudi olmayanların, eski Yahudilerin ve evet, Yahudi aleyhtarlarının hepsinin kendi kendine hizmet eden kendi cevaplarını ürettiği bir soru.

Bir Yahudi'nin her zaman bir Yahudi olduğu iddiası iki temele dayanır:
  • Birincisi Yahudiliğin ırksal bir kimlik olduğu, sadece bir din olmadığı ve bu nedenle onu entelektüel düzeyde de reddedemeyeceğindir.
  • İkincisinde ise eski Yahudi’nin kendisini, dünyayı, diğerlerini, goyimi (Yahudi olmayan) tanımlamayı nasıl seçtiği önemli değildir. O her halükarda bir Yahudi olarak tanımlanmaya devam edecektir ve bu yüzden mücadeleyi bırakıp Yahudiliği kabul etmelidir.

Önce ikinci fikri ele alalım.

Geçtiğimiz yarım asır boyunca Yahudilere gözyaşı döktüren en favori örnek Naziler olmuştur. Veya belli bir kişiyi kullanmanın retorik aracını tercih edilirse en sevilen örnek kötülüğün kişileşmesi olan Adolf Hitler olur. Onlar altı milyon Yahudiyi öldürmekten fazlasını yaptılar; Bir Yahudi'nin onu çevreleyen ve Yahudilerden oluşmayan topluma uyabileceği hayalini öldürdüler. Asimilasyon sonrası Almanlara bakarak hareket eden, onlara resmen puta tapar gibi tapan Yahudiler de farklı bir sonla karşılaştılar. Çünkü zaman geldiğinde Nazilerin kim olduğunu, kimin gerçek bir Alman ve gerçekte kimin bir Yahudi olduğunu hatırlamak zorunda kaldılar...

Güçlü tarihsel ilişki ve anlatımlarından dolayı değil de Alman Yahudilerinin trajik masalını anlatan kendini beğenmiş şık sesten çok etkilenmiştim. Açıklanamayan mesaj şuydu: Yahudi Soykırımı'nın nedeni Alman Yahudilerinin gerçekte Yahudi olduklarını unutmalarının sonucunda cezalandırılmalarıydı. Verilen mesaj ölen kişinin mutlaka geri döneceği ve ardından gerçekte kim olduklarını unutmaya çalışan modern Yahudilerin hepsinin uygun cezaya çarptırılarak cezalandırılacağı şeklindeydi. Öyleyse kasvetli kaderinizi kabul edip cuma akşamından cumartesi sabahına kadar susmaya devam edebilirsiniz (Bkz: Shul) çünkü her halükarda kapana yakalanmışsınız, ne kadar bükülüp dönseniz, kaçmaya çalışsanız da önemli değil.

Bu görüşe göre Yahudi olmayan eski Yahudiler kibirleri ve gerçekte kim olduklarını unutukları için RAB tarafından cezalandırılan araçlardan ibaretti ve bu yaşanan soykırım vb. olaylar tanrının elinden çıkmaydı. Bana tuhaf gelen yanı şu ki bütün bu tutum kenar mahallelerdeki Yahudilerin gerçekten yığının dibine ait olduğu ve bu gerçeği unutup üst seviyeye çıkmaya çalışan Yahudilerin acı çekeceği inancına dayanıyor. Kısacası buna gözdağı argümanı denilebilir.

Tüm bunlara göre özgür bir adam olmayı tercih ediyorum ve kaderlerinin böyle olduğuna inanan kölelerin itaatkar, sapkın suratlı duruşunu kabul etmiyorum.. Eğer bir Goyimin (Yahudi olmayan) beni bir sokak köpeği gibi gördüğü doğruysa neden beklentilerini yerine getirmeli ve fiziksel bir mahrumiyet ve zihinsel hapis cezası yaşamalıyım? Daha da gerçekçi olursam neden bir gün biri beni sokak iti statüsüne indirgeyebilir diye kendimi özgürlük, açıklık ve tarafsızlık dolu yaşamımdan mahrum bırakmalıyım?

Kendini eski Yahudi ilan edenlere karşı kullanılan ilk argüman Yahudiliğin tek taraflı olarak kurtulunamayacağı ırksal bir kimlik olduğudur. Gerçekten mi?

Sanırım bu argümana cevap vermek için öncelikle şu soru düşünülmeli: Irk nedir? “Irk” kelimesi, anın sıcağında ne istediğimizi ifade ettiğinden bunun verimsiz bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. Fakat Yahudiler bu bulanık kavramı argümanlarında kullandıklarında ne anlama geliyor, ona nasıl bir anlam yüklüyorlar? İnsanlar ortak atalarından evrimleşerek günümüzdeki halini alırken Yahudiler onlardan ayrılıp başka bir yerden gelmediler herhalde.

Yani Yahudiler diğer insanlardan ayrı bir tür değildir. Sonuçta bizler çapraz-üreyen canlılarız.

Daha da önemlisi tarih herhangi bir Avrupalı'nın ırksal kan çizgilerini izlemeye çalışmanın abes olduğunu göstermektedir. Çünkü Avrupa tarihi büyük ölçüde istila, fetih ve bunun sonucunda ortaya çıkan etnik ve cinsel karışmalara ev sahipliği yapmıştır. Bazı Yahudiler atalarının kendilerini bu homojenizasyondan uzak tutmayı başardıkları efsanesine tutunmaya devam edebilirler ancak bu tarih yerine mitolojiyi seçmek demektir. Ne de olsa ırksal saflık efsanesi doğru olsaydı modern Avrupalı ​​(Amerikan, Avustralyalı, Güney Afrikalı vb.) Yahudiler ataları Orta Doğu'da kalan ve hiçbir zaman diasporaya katılmayan Yahudiler gibi görünürdü. Fakat bunun yerine Orta Doğu Yahudileri Araplara daha çok benziyor (sürpriz!). Bana Doğu'da üyeleri oldukça oryantal görünen çok eski Yahudi toplulukları olduğu söylendi (ancak hiçbir zaman onaylanmadı). Öyleyse atalarını doğrudan takip ettiklerini iddia eden Yahudiler İncil'deki İsraillilerin Yahudilerine doğrudan geri dönüyor olmalılar çünkü onlar oldukça siyahlar. Levanten (Avrupa asıllı Yakındoğulu) burnu bile Avrupa Yahudileri arasında evrensel değildir. Öte yandan Levant'ta da yaygın olmasına rağmen sadece Levant Yahudilerinde görülmez. Kuşkusuz birçok Yahudi bir Yahudi’nin nasıl göründüğü hakkında basmakalıp fikre sahiptir. Cain'in herhangi bir Yahudi damgası (işareti) yoktu değil mi?

Bu nedenle Yahudi ırk kimliği tam olarak şudur: Bir efsane!

Öyleyse Yahudilerin etnik bir topluluk olduğu kadar dini bir topluluk olduğu sonucuna da varıyoruz. Bu inkar edilemez durumdadır. Genelde kendisini komşularından uzak tutan, bir zamanlar kendi dili, müziği, edebiyatı ve kendine has kültürel yapısı olan herhangi bir gruba etnik grup denebilir. Ancak bunu kabul edince kayda değer bir şeye ulaşıldığını göremiyorum. Yani Yahudiler belirli bir etnik topluluktan ortaya çıktıysa ne olmuş yani? Bu neden her zaman kendilerini bu grubun bir parçası olarak görmeleri gerektiği anlamına geliyor? Bir birey hayatının geri kalanını tesadüfen bir bölgede doğdu diye gözardı edebilir mi? Eğer Batı medeniyeti dünyaya tek bir önemli katkı yaptıysa bu da bireysellik kavramıdır. Yani bir insanın toplumun kendisi için seçtiği şey değil kendinin bizzat seçtiği kişi olduğu, yalnızca kendini temsil ettiği ve bazı aile veya etnik gruplara ait hücreler olmadığı kavramıdır. Benim mantığıma göre bu Hümanizm'in gerçek özüdür.

Amerikan Yahudileri arasında popüler hale gelen aptalca bir rasyonalizasyon hakkında yorum yapmadan duramayacağım. Bunların bazıları dinlerinin dogmalarından rahatsızlar ancak kendilerini eski Yahudi olarak ilan ederlerse suçluluk hissedecekler. Bu yüzden de kendilerini "etnik Yahudiler" olarak isimlendirmeyi tercih ettiler. Bu onların sırtlarını etnik gurur ve etnik özdeşleşmeye dayayabilecekleri ve boyunlarının etrafına yeni icat edilmiş çeşitli etnik madalyonlar takabilecekleri anlamına geliyor ancak aynı zamanda Yahudiliğin sert yasalarına uymak yerine mazeret üretmiş oluyorlar. Bir düşünün: Gururla Yahudi olduklarını söyleyebilirken diğer yandan domuz etini de yiyebilirler! Bazı "etnik Yahudiler" domuz eti yemiyorlar ancak onun Noel'den ayırt edilemeyen Hanuka (Yahudi bayramı) versiyonunu kutluyorlar (Sanırım o arada tatil sezonu başlıyor).

Hayret ediyorum bu kişiler manevi veya entelektüel bütünlük hissi duyuyorlar mı?
Bence bir gruba ait olmanın rahatlığını ararıyorlar.

ETNİK GURUR
Etnik gurur fikrine zaten değindiğimizden bunu biraz daha ilerletelim.

Etnik gruplara düşmeleri için çok fazla tuzak verilmiş. Sanırım birçok etnik grup komşuları tarafından hor görüldüğünü biliyor, bu yüzden de kendini savunma ve haklı çıkarma konusunda çare olarak etnik gurura başvuruyor. Kuşkusuz, Yahudiler de bu kendini özel görme oyununa eğilimlidirler. Bu yüzden her Yahudiye, özellikle de çocuklara, seçkin bilim adamlarına (genellikle fizikçiler), ünlü müzisyenlere (genellikle kemancılar, bazen piyanistler) Yahudilikleri ile gurur duymaları söylenir.

Peki neden? Sırf aynı etnik gruptan geliyor diye bir başkasının başarısıyla neden gurur duymalıyım?

Diyelim ki Bay A ünlü bir kemancı ve aynı zamanda bir Yahudi (ya da Bay A'nın halka açıklayamamış eski bir Yahudidir). Onun Yahudiliği hakkında övünürsem, ya Sayın A’nın Yahudiliği nedeniyle erdemini tamamladığını söylüyorum (soyadı ve yüz özellikleriyle birlikte keman çalmak için miras aldığı bir yetenek, yani "kanındaki" özel bir şey) ve onun başarısı tüm Yahudilerin doğuştan gelen müzikal üstünlüğünün bir başka kanıtı sayılıyor. Ya da başka bir deyişle Bay A'nın kendi çabalarından dolayı başarılı olduğunu söylüyorum ancak bu arada ikimiz de Yahudi olduğumuz için onun başarısı ile kendimi üstünleştirip parlatıyorum.

Yani ya kanı onun güzel sanatlardaki ustalığı için itibarı hak ederek Yahudi kanının üstünlüğünü ispatlıyor ya da bunu kendisi hak ederek tüm "ırkı" nın kozmik itibarına ekliyor. Bu da yine bir şekilde Yahudi kanının üstünlüğünü vurgulama çabasına giriyor.

Ancak sadece tartışma uğruna Yahudi kanının gerçekten keman ve fizik için üstün yetenekler verdiğini varsayalım. (Kendi teneke kulağım ilk iddianın güçlü bir karşıtlığıdır ve kolejideki fizik notlarımdan bahsetmeyeceğim bile.) Diyelim ki sözde grupta kendileri dışındaki topluluklardan olan kişilerle evlenmedikleri için genetik olarak belirlenmiş bir üstünlük var. O halde bu saf bir kalıtım kazasıdır ve Levanten Yahudilerinin burnundan daha anlamlı falan değildir. Neden birileri bununla gurur duyarken miras kalan hastalıklar için utanç duymuyor? Yahudiler için bir enzim hastalığı olan Tay-Sachs hastalığı, siyahlar için orak hücre anemisi (SCA) vb.

Belki de Yahudilerin başarıları etnik özelliklerden veya genetikten kaynaklı değildir. Örneğin Yahudi kültürü öğrenmeye her zaman büyük saygı göstermiştir ve bu nedenle Yahudi çocuklar küçük yaşlardan itibaren okumaya, bilgi biriktirmeye ve üniversitelerin verdiği üstün bilginin dışa dönük onaylarını biriktirmeye teşvik edilir. Sonuç olarak Yahudi çocuklar genellikle tüm okul seviyelerinde kalite merdiveninin üstünde veya yanındadırlar.

Eğer bundan dolayı gurur duyuyorsak ve diğer insanlardan üstün oluşumuzun kanıtı olarak görürsek o zaman etnik grupları alttan üste doğru bir spektrumda sıralayabileceğimizi söylemiş oluruz. Bu en azından kendi kendine hizmet etmek demektir. Başka bir etnik grup belirli sporlardaki mükemmelliğin etnik grupları bu spektrumda sıralamak için daha uygun bir temel olduğunu düşünebilir. Böyle bir yönteme göre Yahudiler sıralamada hiç iyi bir konumda olmayacaktı. Entelektüel gelişmeyi teşvik eden aynı Yahudi kültürü toplumunu bedensel gelişim ve çeşitlilik için cesaretlendirmez. Böyle bir etnik kültür sıralaması fikri Yahudilerin çok iyi bilmesi gereken sosyal olarak tehlikeli bir düşüncedir (Hitler'in Yahudi katliamı öncesi Almanlara aşıladığı görüşler).

Şimdi ikinci olasılığı göz önünde bulunduralım: Bay A'nın Yahudiliğini herkese hatırlattığımda, beni dinleyenlere bir Yahudi olarak üstü kapalı bir şekilde onun başarısını paylaştığımı hatırlatıyorum. Bu elbette saçmadır. Bütün saatler ve yıllar boyunca onunla birlikte çalışma odasında mıydım? Okulda ders çalışırken, hayal kırıklıklarını, derslerden geçmek için verdiği çabalarını benimle paylaştı mı? Bu akrabalık iddiası başkasının yaptıklarından dolayı itibar kazanmaya çalışan ucuz bir teşebbüsten başka bir şey değildir ve daha fazla tartışmayı hak etmemektedir.

Etnik kökenden gurur duyma saçmalığı dikkat çekici bitr şekilde ailesinden ve yakın kültüründen uzak kalmış olan Gauss gibi yalnız bir dehayı bile hesaba katmıyor. Böyle bir adamın büyüklüğü açık bir şekilde tamamen bireysel bir şeydir bu başarılar kazara sahip olduğu genlerinin ve kişisel eğilimlerin bir birleşimidir. Onun başarılı bir deha olmasını etnik kökeniyle ilişkilendirmek kişisel eğilim ve uğraşlarla başarılı olduğu fikriyle alay eder. Gerçekten de Gauss gibi adamları başarılarından dolayı onurlandırmalıyız ama kuzenlerini veya atalarını onurlandırmamalıyız, mantıklı değil.

ETNİK GURURUN DİĞER YÖNÜ
Bu makalenin başlangıcında kişinin çocukluk çağı inancının içsel entelektüel eleştirisinin inancından duygusal yönden uzaklaşmadan önce geldiğini söylemiştim. Bu duygusal tiksinme çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir ancak benim onlara, Yahudi arkadaşlarıma karşı duyduğum antipatik hisler çok erken geldi.

Bugün göründüğünden çok daha fazla Yahudi karşıtı topluluk Yahudileri onların Tanrı tarafından seçilen insanlar oldukları ve bu nedenle diğer tüm halkları yönetecekleri inancına sahip olmakla suçlarlar. Bu Zion (İsrail kavmi) büyükleri nerede ve onlarla nasıl temasa geçebilirim? Eğer kendi ülkemi yönetmekle ödüllendirirlerse inancımı çok hızlı bir şekilde yeniden keşfedebilirim :) Dünyaya hükmetmek istediğini dile getiren hiçbir Yahudi ile hiç karşılaşmadım. Bildiğim Yahudilerin çoğu Yahudiler hakkındaki en kalıplaşmış klişelerden birine aykırı olarak gelecek ayın faturalarını nasıl ödeyecekleri konusunda çok endişeliler.

Ancak Yahudi kültürünün üzücü sırrı bu Yahudi karşıtı suçlamanın ilk kısmının esasen doğru olmasıdır. Gerçekten de Yahudiler kendilerini dünyanın geri kalanından manevi olarak üstün buluyorlar. İster Tanrı'nın seçtiği insanlar olarak adlandırın ister Yahudi kanının doğuştan üstünlüğüne inanın sonuç yine aynı olacaktır: Yahudi olmayanları aşağılama ve hor görme. Bu etnik gururun sadece ahlaki açıdan endişe uyandıran bir yüzüdür.

Başkaları sizinkinden daha üstün fiziksel yetenekler sergiliyorsa o zaman bu yeteneklerin değerini inkar edip bunu kişinin zayıflığının bir kanıtı olduklarak düşünebilir misiniz? Bu kadar saçma bir şey olamaz, sanki ince, saf ve narin bir fiberden yapılmışsınız. Aynı şekilde inhibisyon eksikliğinin veya yüksek libido seviyesinin değerini de düşürmelisiniz. Kültürlü ve saf insanlar ışıklarını bir çalının altına gizlemeyi, bunu yapmayı tercih ederler çünkü bunu yapmak daha mantıklı ve iyidir.

Bu sadece geleneksel Yahudi toplumunun Yahudi olmayanlara yönelik hala inandığı tuhaf kavram yanılgılarına işaret ediyor.

Eski moda ve özellikle Avrupalı kökenli Yahudi ebeveynler Yahudi olmayan her kocanın karısını dövdüğü, ailesine bakmadığı, aşırı içki tükettiği, zamanlarını diğer kadınlar ve fahişelerle geçirdiği ve kadınların sosyal hakları olmadığı yönünde bir inanışa sahiplerdi. Onlara göre bunlar dünya tarihinde hiçbir Yahudi kocanın işlemediği suçlardı.

Bütün bu Hristiyan sosyal kurumların bir sonucu olarak Yahudi çocuklara her zaman (ve belki de hala) Yahudi olmayan kızların (Şiksalar) Yahudi erkeklerin çok çalışacağını bildikleri için uygun genç Yahudi erkekleri evlenmek için gözetledikleri söylenirdi. Buna sahip olmak dövmeyen, içki içmeyen, kadınların peşinde koşturmayan iyi kocaları olacağı anlamına geliyordu. Ancak dikkat çekici bir sorun vardı ki Yahudi olmayan bu büyüleyici kadınlardan biriyle evlenmeyi düşünen tüm "iyi" Yahudi erkekler buna dikkat etmeliydi. Çünkü aslında Yahudi olmayan her kadın (Şiksa) bir s-rtük, sadakatsiz, savurgan ve hepsinden de en kötüsü itaatsiz, vefasız ve haindi. Bir Yahudi onlarla evlenirse "kirli bir Yahudi" olacaktı. Kısacası bir kızgınlık anında tüm gerçek hisleri ortaya çıkacaktı.
Bu beyin yıkama durumu ironik ve kaçınılmaz bir biçimde Yahudi olmayan her kadını Yahudi erkekleri için daha cazip hale getirecektir.

Bana söylenenlere inanacak kadar gençken bütün bu saçmalıkları yuttum. Yahudi olmayanlar hakkındaki her şeyi biliyordum çünkü küçük bir çocuğun soru sormadan inandığı bir grup yetkililer tarafından (aileler) bize anlatılıyordu. Daha sonra tecrübe sayesinde inanılmaz bir şey keşfettim: yaşıtım olan goyimler de aynen benim gibiydi. Sonrası benim söylediklerimin de Yahudi karşıtı söylemlerin eşdeğeri olduğu idrakine vardığım kısa bir adım oldu.

Bu kötü ve yaygın etnik nefret biçimi için bir sözümüz olmamasının önemli bir eksiklik olduğunu düşünüyorum, bu yüzden şu anda hemen bir tane bulup yazıyorum: Anti-Goyisizm. Bu kelime tamamiyle uygundur çünkü orijinal İbranice'de goy bir halktır ve goyim genel olarak dünya milletlerine atıfta bulunmak için kullanılmıştır. Bu nedenle anti-Semitizm hakkında söyleşmek dünyanın geri kalanının nefreti ve korkusudur.

Bana öğretildiği gibi neredeyse her Goy'un bir Yahudi karşıtı olduğu doğru mu? Basmakalıp bu soruyu başka bir soruyla cevaplayarak tatmin edeceğim: Hemen hemen her Yahudi'nin bir Anti-Goy olduğu doğru mu? Cevap: Çok değil ama neredeyse tamamen öyle.

Abartıyor muyum? Anti-Goyizm'i her yerde, hatta alakası olmayan yerlerde bile görmüyor muyum? Bizi Yahudi olarak yetiştiren ailelerimizi, komşularımız Yahudi aleyhtarlığı belirtilerine sahipler mi diye dikizletmeleri konusunda suçlayabiliriz

İşte bu yüzden anti-Semitizm çok kullanışlıdır, bunları dile getirmemin nedeni de bu.

Tıpkı Avrupanın geri kalan kısmındaki Yahudiler gibi Amerikan Yahudileri de her yerde anti-Semitizmi görmekte oldukça yetenekli ve hızlılar. Belki de bu sadece geçmişteki Yahudi zulmünden kaynaklanan kompleksin bir tezahürü ve kendine aşırı acıma yöneliminin kültürel bir eğilimidir. Eğer öyleyse bu durum birçok ergen Yahudi’nin Yahudilikten neden ayrıldığını kesinlikle açıklıyor. Ne de olsa kendine saygısı ve ego gücü olan hiç kimse böyle zihinsel alışkanlıklara düşkün etnik bir grupla özdeşleşmek istemez. Fakat korkarım ki her eleştirmene Yahudi karşıtı denilmesi daha derin ve daha kötü bir konudur. Bu, eleştirmenleri susturmak için kasıtlı olarak yapılan, oldukça basit, hileli bir yöntemdir.

Amerikan Yahudilerinin işgal altındaki bölgelerdeki İsrail politikalarını eleştirmek için cesaretlerini toplamalarının kaç yıl sürdüğünü bir düşünün. Kendi halklarını eleştiren Yahudileri özellikle suçlu hissettirmek için tasarlanmış olan "Yahudi karşıtı Yahudiler" sözüyle etiketlenmekten korkuyorlardı ve bu söz aynı zamanda onları suçlu hissetirmeyi amaçlıyor. Şuan bile İsrail’in politikalarını ya da herhangi bir resmi Yahudi kurumunu eleştirmeye cesaret eden Yahudi olmayan biri "Yahudi karşıtı" etiketiyle saldırıya uğrayabilir ve uğruyorda. Altı Milyonu kim unutabilir? Holokost'u kim unutabilir? (Yapamazsınız, çünkü size izin vermeyeceğiz!) Herhangi bir Yahudiyi eleştirmeye kalktığınızda sizi hemen Nazilerle ilişkilendirirler. Ve sizde bu sözün üzerini kapamak için koşturursunuz. Eğer din karşıtı yazılar yazıyorsanız muhtemelen kendinizi Hristiyanlık karşıtı söylemlerle sınırlandırıyor, Yahudileri ve dinlerini yalnız bırakıyorsunuzdur. Yani Yahudi karşıtı olarak etiketlenme riskinden bile kaçınırsınız. Dolayısıyla kişileri etiketlemenin boğucu eleştirilerdeki etkinliği tam olarak Yahudilerin onu bu kadar aşırı ve hızlı kullanmasının nedenidir.

Ben oldukça erken yaşta bu kadar tatsız tutumla ortaya çıkan bir grubun parçası olmaktan rahatsız olduğumu fark ettim. Entellektüel rasyonelleşme yıllar sonra olduysa da tiksinme erken başlamıştı.

DİNİ TÖRENLER, AYİNLER VE SÜPER GEREKÇELER
Yahudiler de tıpkı diğer dini grupların üyeleri gibi ritüellerinin ve dogmalarının sahte gerekçelerine dayanıyorlar. Umutsuz bir şekilde akıllarını ve Batı eğitimini kendilerini hala Yahudi olarak adlandırmaya duydukları ihtiyaç ile bağdaştırmaya, suçluluk hisseden vicdanlarını yatıştırmak için çeşitli jestler yapmaya çalışmaya ve inandıkları saçmalıkların bazı objektif gerekçelere sahip olduğu konusunda ısrar ediyorlar.

Örneğin Yahudilerce diyet yasalarının İncil dönemlerindeki yaygın hastalıklara karşı koruma sağladığı söyleniyor. Sonuçta bunlar gerçek sağlık kurallarıydı dini dogmalar değil! O halde onlarla nasıl tartışabilirsiniz? Cevabı kendi kitaplarında gizli. Kaşrut  yasaları (Yahudi perhiz yasaları) o kadar esrarlı ve karmaşıktır ki mantıksal saldırılar için size sonsuz fırsatlar sağlar.

Ancak bu argümanın daha genel olan maddesine bağlı kalalım.

Birincisi, diyet yasalarının büyük kısmı hiçte İncil kökenli değildir, Eski Ahit'in yorumlarına dayanarak ortaçağ hahamları tarafından karara bağlanmıştır. Peki biz kılı kırk yaran, çarpık saçlı bu adamların bölüşen akıl yürütmesinin yirminci yüzyılda geçerli bir sağlık rehberi olduğuna inanmalı mıyız? Diyet yasalarının Orta Çağ Yahudilerine fayda sağladığına, sağlıklarının yaşadıkları topraklarınkinden daha iyi olduğuna dair herhangi bir nesnel kanıtın farkında değilim. İkincisi, örneğin et ve sütün aynı öğünde karıştırılmamasının veya daha da tuhaf bir şekilde et ve süt yemeklerinde kullanılan kapların neden birbirleriyle karıştırılmaması gerektiğine dair sağlam bir neden sunması için herkese meydan okuyorum! Diğer sayısız ve aynı derecede tuhaf diyet yasaları için de bu söylenebilir. Son olarak pragmatik bir gerekçe olduğu savı uğruna bu yasaların bir zamanlar yararı olduğunu kabul etsek bile bugün bizimle olan ilgileri nelerdir? Faydası nedir?

Bütün bunlara kişisel bir nokta eklemeliyim. Güney Afrika'da bir çocukken babamın görevlerinden biri sığır eti ve tavukları Yahudi inançlarına uygun olarak öldürüp kesmekti. Onu arka bahçemizde sık sık bu işi yaparken izledim ve bir keresinde (sadece bir kez) mezbahaya onun nasıl yaptığını izlemek için gittim. Otuz yıldan fazla bir süre geçti, manzaraları, kokusu ve dehşeti hala hafızamda duruyor. Günümüzün en ciddi genç Yahudilerini bir koşer kesimhanesini ziyaret etmeye ve kesilmiş boğazlarıyla kendi kanlarında boğulmak üzere olan hayvanların ölümcül acılarını izlemeye davet edebilirim. Kim bu suistimali emreden bir Tanrı'ya ibadet etmek ister ki?

Şabat yasaları altı günlük çalışmadan sonra insanlara ihtiyaç duyulan bir günlük dinlenmeyi sağladığı için akıllıca ve haklı görülüyor. Her yedi günde bir gün! Bu ne kadar insancıl bir Tanrı! Yedi gün içinde bir günün dinlenme için yeterli olduğunu düşünebilir; Ben düşünmüyorum.

Gençliğimde Indiana’dayken Hıristiyan köktencilerin aynı gerekçeyi kullanarak mavi yasaları yani pazar günleri kapanış yasalarını duyurduğunu hatırlıyorum. Açıkçası gerçek motivasyon oldukça farklı. Hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar Kutsal Kitabı siyasi düzeyde insan hukukuna dahil etmenin haklı yollarını bulmaya çalışıyorlar. Duygusal olarak hümanizmin kalbi olan insancıl özerkliği reddediyorlar ve kendilerini gökyüzündeki hayali bir babanın yönetimine tabi kılmanın nedenlerini arıyorlar. Duygusal olan sonuncu motivasyon ise kendine saygı duyan bir yetişkinin küçümsemelerinin altında gizlidir.

Sünnet, sünnetli erkeğin karısına rahim ağzı kanserine karşı koruma sağlamasıyla lanse edilir. İstatistikler bunu yansıtmıyor gibi gözüküyor. Bunun doğru olduğunu varsayarak eski Yahudilerin bunu bildiğine gerçekten inanan var mı?

Eski zamanlarda sünnet çeşitli dinlerde ortak bir törendi (ve yine de çeşitli ilkel insanlar arasında uygulanıyordu). Tıpkı diğer eski halklar gibi eski Yahudiler de dini fantezileri nedeniyle bu kendine özgü sakatlanma biçimini uyguladılar. Sağlık yönünden herhangi bir yararı olduğu onlar tarafından bilinmiyordu ve sünnet şanslı bir yan ürün gibiydi. Gerçekten de o antik çağda kaç Yahudi erkek bebeğin sünnet yapmak için kullanılan aletlerin sterilizasyon eksikliğinden dolayı virüslü penise bağlı acı verici ölümlere maruz kaldığını merak ediyorum. Ölen bebeklerin sayısının rahim ağzı kanserinden kurtulmuş olan Yahudi kadınlardan daha fazla olduğundan şüpheleniyorum çünkü onların eşleri bebeklik dönemindeki ameliyat sonrası hayatta kalmışlardı...

RAHMAN SURESİ, TEKRARLARI VE KAFİYE UĞRAŞI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Rahman suresi, O halde Rabbinizin, Spam ayetler, Kurandaki çelişkiler, Müslümanın ilk görevi, Çadırlara kapanmış huriler, Huri, Huriler, Tekrarlanan ayetler,

MÜSLÜMAN'IN İLK GÖREVİ RAHMAN SURESİNİ OKUMAKTIR

Her Müslüman, Rahman suresinin ayetlerini mutlaka Türkçe tercümesi ile birer kez okumalıdır. Rahman suresine İslâm dünyasının verdiği anlamdan ve önemden bahsetmeyeceğim. Madem Kur’an’ı adının Allah olduğuna inanılan İlâh, anlaşılır şekilde kolaylık yapıp göndermiş, biz de dümdüz yazılmış olan bu ayetleri dümdüz bir mantıkla inceleyelim. Rahman suresinin en dikkat çekici ayetleri, tam 31 defa tekrarlanan “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ifadesidir. Sayın dindar kardeşlerim, bir şeyi yalanlamak için o şeyin önce doğrusunun ne olduğunu iyi bilmeniz ve hatta doğru bildiğiniz şeyden emin olmanız gerekir. İnanmaktan bahsetmiyorum, bir olaya dümdüz tanıklık edip ya da bizzat içinde bulunup yaşayıp deneyim geçirdikten sonra o olayı bilmekten, kesin olarak bilmekten bahsediyorum. Bunu şuna benzetebiliriz. Farz edin  devletin önemli bir kademesinde çalışan bir bürokrata mikrofon uzatıyorlar ve “Efendim, falanca ihaleden rüşvet aldığınız söyleniyor, ne diyorsunuz?” diye soruyorlar. Bu bürokrat o falanca ihaleyi verdiği şirketten çok da güzel bir rüşvet aldı ama kendisine uzatılan mikrofona “Hayır, aslı yok, kimseden rüşvet almadım” diyor. Çok iyi bildiği bir şeyi yalanlıyor. Şimdi, Rahman suresinin ayetlerine geçelim. Kırmızı renkli olan yerler, ayetlerin orijinal metinleri olup siyah yazılı olan yerler de benim kendi değerlendirmeme yönelik ifadelerdir.

Rahman Suresi

1-2. Rahmân, Kur’an’ı öğretti.
3. İnsanı yarattı.
4. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.

Biz de bu surede düşünme işlevini gerçekleştiriyoruz.

5. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.

Bunu bilmek için gökten ayet inmesine gerek yok ki! İslâm dininden binlerce yıl önce yaşamış olan kadim uygarlıklar da bunu biliyor ve bu bilgiye göre muhteşem takvimler geliştiriyor ve hatta bu bilgi doğrultusunda güneş ışınlarını istedikleri şekilde binanın içine konumlandıran çok güzel yapılar inşa ediyorlardı. Normal bir zekaya sahip olan her insan da bunu biliyor zaten.

6. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.

Bu ayette bahsedilen şey, bana da çocukluğumdan belli öğretilen, boynunu bükmüş olan ağaç veya otların, “Allah’a ibadet ediyorlar” şeklinde yorumlanmasından kaynaklanan bir durumdur. Otların ve ağaçların Allah’a boyun eğdiğini nereden biliyoruz? Otların ve ağaçların boyunlarının eğmelerinin rüzgârdan tutun da susuz kalıp sararmalarına kadar bir sürü bilimsel nedeni vardır. Eğer konuyu döndürüp dolaştırıp “Allah’ın kâinatta oluşturduğu ve sizin de dediğiniz gibi bilimsel olan yasalara göre boyunlarını büküyorlar yani Allah’ın bilimsel yasalarına göre bükülüyorlar” diyecekseniz eğer, bu durum “Allah’a boyun eğerler” şeklinde ifade edilmez. O zaman her şeyi Allah’a ibadet ediyor şeklinde yoralım. Mesela saatte 200 kilometre hıza ulaşan ve evleri yıkıp insanların ölmesine neden olan ve hatta bir çok ağacın kökünden sökülmesine neden olan kasırgaları, “Allah’a doğru esiyorlar, Allah’a yürüyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da ne bileyim, koca bir köyü yok eden ve patlama esnasında binlerce kilometre yukarıya fırlayan  lavları “Allah’a  doğru  yükselip ibadet ediyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da yolda giden bir kamyonun üzerine devrilen ağacı “Ağaç secdeye kapandı” şeklinde tarif edelim.

7. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu.
8. Ölçüde haddi aşmayın.
9. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.

Bu ölçü ayetleri güzel, takdir ediyorum ne diyeyim!

10. Allah, yeri yaratıklar için var etti.
11. Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma ağaçları vardır.
12. Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır.
13. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Evet orada yani Arap yarımadasında ve benzer iklime sahip bölgelerde salkımlı hurma ağaçları var. Dünyanın bir çok yerinde yapraklı hoş kokulu bitkiler var. Var olmasına var da ne malûm bunların hepsini adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığı? Bu bitkilerin, meyvelerin üzerinde nurdan ışıklı kalemle yazıyor mu “bizleri Allah ismindeki Tanrı  yarattı” diye? Sanki o kadar hoş kokulu bitki ve meyveyi adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığından kesin kes eminiz de sıra nimetleri yalanlamaya geldi.

14. Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.
15. “Cin”i de yalın bir ateşten yarattı.
16. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bizler, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yaratılmışız. Nasıl yani? İspatlandı mı? Cinler de yalın bir ateşten yaratılmış ve devamı yine “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”  Hani cinler nerede? Nereden biliyoruz cinler diye bir canlı gurubunun olduğunu. Gördük mü bu cinlerden bir tanesini? Madem görmedik o zaman görmediğimiz bilmediğimiz bir şeyi nasıl yalanlayacağız? Görelim, kesin olarak bilelim de iş nimet  yalanlamaya kalsın.

17. O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir.
18. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İki doğu ile iki batı hususunda ne kast edilmek istendiği ile ilgili İslâm dünyasında sadece farklı tahminler vardır. Yani öyle kesin bir bilgi yoktur. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sen şu anlaşılsın diye ya da kolaylaştırdığını iddia ettiğin  Kur’an ayetinde belirtilen iki doğu ile iki batının ne olduğu konusunda İslâm Âlimlerine anlayabilmeleri için  bir ışık, bir fikir ve en önemlisi ortak bir görüş birliği nasip eyle de sıra  senin nimetlerini yalanlamaya ya da yalanlamamaya gelsin.

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu ayetlerde anlatılan durum, bir çok dindarın iddia ettiği gibi okyanusun orta yerinde yoğunluğu farklı olan suların oluşturduğu çizgi değil, ırmak, nehir gibi tuz yoğunluğu farklı olan suların denize aktığı yerde oluşturduğu ve farklı renk tonlarında göründüğü  yerlerdir. İslâm’ın Peygamberi, tüccardı ve uzak bölgelere sık sık iş icabı yolculuk yapardı. Bu tür bilgiler o dönemin insanları tarafından zaten bilinen şeylerdi.

22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Denizlerden inci ve mercan çıkmasının sebebi niye Allah’a bağlanır? Ne biliyoruz inci ve Mercanın çıkmasının Allah’a bağlı olduğunu? Farz edin öyle. Öbür maddeleri kim yapıyor? Allah niye “şunu ben yarattım, şu benim nimetim, şunu  şunu size verdim” diye teker teker izahat veriyor? “Yeryüzünde ne varsa hepsi benim nimetimdir” gibi kısa, öz ve anlaşılır bir tane ayet kullanmak yetmemiş galiba. Bir çocuğu inandırmaya çalışır gibi “Şöyle şöyle bir şey var, bir de şu var, bir de şu nimet var, hepsini ben verdim…” 
Ben şahsen bu nimetleri yalanlamıyorum. Ben şahsen bu nimetleri eğer bir Tanrı göndermiş ya da bir Tanrı oluşturmuş ise bu Tanrının adı Allah mıdır yoksa bu Tanrı, isim verilemeyecek bir yapıda mıdır? Kur’an isimli bir kitap göndermiş midir? Göndermemiş midir? Kısmını soruyorum. Bu inci ile mercanı Allah’ın yarattığından emin miyiz şimdi? Denizden mercan ve inci çıkması ile nimet yalanlamanın alakasını anlayamıyorum arkadaş!
Evet, denizden mercan çıkıyor, inci çıkıyor, petrol çıkıyor, İslâm dininden binlerce yıl evvelden kalma yapılar bile çıkıyor deniz altından, ee? Kimse bunları yalanlayamaz ki! Mercan diye bir şey var, inci diye bir şey var, midye var, petrol var, var da ne? Bütün bunları onca tanrının içinden Allah yarattığı ne malum?

24. Denizde akıp giden dağlar gibi yüksek gemiler de O’nundur.
25. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İşte en güzel ayet! İnsan eli ile yapılan ve denizde akıp giden koca gemiler de Allah’ınmış. Gerçi Müslüman’a sorsanız insanın kendisi başta olmak üzere o insanın yaptığı her şey de zaten Allah’a aittir. E o zaman bu kadar geniş geniş yazı yazıp da “o halde nimetlerimi niye yalanlıyorsunuz” diye 31 ayet göndermeye ne gerek var? Sayın okurların 4-6 yaş arası çocukları varsa iyi bilirler. Kız çocuklarına prenses resimleri göstertin, erkek çocuklarına dinozor ya da araba resimler göstertin. Erkek çocukları, araba resimlerini izlerken beğendikleri arabaları parmakları ile işaret edip “o benim” der ve hemen sahiplenirler. Kız çocukları da en beğendikleri prenses resmini göstertip “evet evet, bu prenses benim, bu da benim, bu prenses de benim” diyerek sahiplenmeye çalışırlar. Öylesine aklıma geldi. Siyah iplikten kaşkol örmüştüm, o da Allah’ındır. Mühendislik harikası olan ve yolcu taşımada kullanılan devasa yolcu uçakları ve otobüsler de, hızlı trenler de hepsi hepsi Allah’ındır.

26. Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır.
27. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.
28. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Nereden biliyoruz adının Allah olduğuna inanılan bir İlâhın var olduğunu  ve nereden biliyoruz bu var olduğuna inanılan İlâhın sonsuza kadar bâki kalacağına. Onun sonsuza kadar var olacağını görebilecek miyiz ki yalanlayalım?

29. Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.
30. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
31. Yakında sizi de hesaba çekeceğiz, ey cinler ve insanlar!
32. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.

Demek bizi ve cinleri hesaba çekeceksiniz! Bu durumda sizin nimetlerinizi yalanlamamak için öte dünyaya gidip hesaba çekilmeyi beklememiz gerek. Ancak o zaman görür, bizzat deneyimler ve ancak ondan sonra nimetlerinizi yalanlamayız. Hem görmediğimiz hesap gününü, kesin olarak yani görecekmişiz gibi algılayıp da dünyada faydalandığımız nimetleri yalanlamak ne alaka, kafam basmıyor arkadaş! Bir çilek tarlasında çilek yetiştirmenin Zirai teknikleri vardır ve bütün dünyada bilinir. Ateist olan da deist olan da Yahudi olan da Müslüman olan da bu teknikleri kullanıp çilek yetiştirir, yer, reçelini yapar, satar, para kazanır bu nimetten. Ee? Tamamen inançsız olan kişiler de faydalanıyor bu nimetten. Madem öyle, adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu nimetini neden ayetlerini ve nimetlerini yalanlayanlara nasip ediyor? Bu nimetlerden en çok faydalananlar Müslümanlar değil ki? İnançsız olan milletler bu yalanlanmaması gereken nimetlerden daha fazla faydalanıyorlar.  Ama önemli değil çünkü Zeki ve Uyanık olan Allah, onların işini öte dünyaya yani bizim şu an ne bilimsel olarak ne de gözlemsel olarak kanıtlayamadığımız Cehennem diyarına bıraktı. Onlar yalanlasalar da yalanlamasalar da cehenneme gidecekler.

33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.
34. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Haaaaa, burada duralım! Eğer bu ayette kast edilen şey, uzaya çıkmak ise güzel bir noktaya değinilmiş. Şu an için bunu yapmak, gerçekten de büyük bir güç gerektiriyor. Özellikle de para gücü ve tabi ki büyük bir enerji. Ama ilerleyen yıllarda bunu yapmak o kadar da büyük bir güç gerektirmeyecek. Hatta  bir uçak, otobüs veya araba yolculuğu gibi sıradan bir şey ve ucuz bir yolculuk  haline gelecek. Çünkü eski dönemlerin zorlukları, yerini yeni dönemlerin kolaylıklarına bırakır. İcat edilen ilk bilgisayarı hatta ilk hesap makinesini hatırlayın. Ne kadar devasa, karmaşık ve pahalı bir yapı idi. O devasa hesap makinesi ve o devasa bilgisayarın daha karmaşık hali, şu an küçücük cep telefonlarında ve en fakir insanın bile cebinde taşınıp insana hizmet ediyor. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, uzaya çıkmak, kolay ve ucuz bir yöntem haline geldiğinde 33’üncü ayetindeki “Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz” ayetini yineleyip  “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” diyecek misin?

35. Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.
36. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
37. Gök yarılıp da, yanıp kızaran yağ gibi kırmızı gül hâline geldiği zaman (hâliniz ne olur?)
38. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
39. İşte o gün ne insana, ne cine günahı sorulmayacak.
40. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu  ayetlerde kıyamet gününden bahsediyor. İyi güzel, kıyametten bahsedilmiş ama o kıyamet ayetlerinin sonundaki “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayeti yine ne alaka? Biz kıyameti gördük mü? Alevleri gördük mü? Sanki kıyameti yaşadık, nasıl dehşetli bir sahne olduğuna şahit olduk, başımızdan geçti, bildik de İslâm’ın İlâhı olan Allah da hemen “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz” ayetini alnımızın ortasına yapıştırıverdi. İş, nimet yalanlamaya gelecekse hele bir bekleyelim, gözlerimiz görecekse şu kıyameti bir görelim. Gördükten sonra bir de bu kıyamet denilen ya da kıyamet olduğu tahmin edilen şey Allah’tan mıdır yoksa başka bir şeyden dolayı mıdır diye karar verelim. Ondan sonra nimetleri yalanlamaya geçelim.

41. Suçlular simalarından tanınır da, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.
42. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
43. İşte bu suçluların yalanladıkları cehennemdir.
44. Onlar, cehennem ateşi ile yüksek derecede kaynar su arasında gider gelirler.
45. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

“O halde”! Yani “O halde” derken biz öte tarafa gittik geldik, suçluların cehenneme girip çıktığını gördük,  İslâm’ın İlahı olan Allah da dedi ki “O halde…” yani  “madem ki gördünüz, artık biliyorsunuz, O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”.

46. Rabbinin huzurunda (hesap vermek üzere) duracağından korkan kimseye iki cennet vardır.
47. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
48. İki cennet de (ağaçlar, meyveler, rengârenk bitkiler gibi) çeşit çeşit güzelliklerle bezenmiştir.
49. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
50. İçlerinde akan iki pınar vardır.
51. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
52. İkisinde de her meyveden çift çift vardır.
53. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
54. Onlar astarları kalın ipekten olan döşeklere yaslanırlar. Bu iki cennetin meyveleri (zahmetsizce alınacak kadar) yakındır.
55. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
56. Oralarda bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş dilberler vardır. Onlara eşlerinden önce ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
57. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
58. Onlar sanki yakut ve mercandır.
59. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Astarı kalın ipek olan döşekler yani yataklar, Meyveler, bakışlarını eşlerine çevirmiş dilberler. O dilberlere daha önce ne bir cin ne bir insan dokunmuştur. Onlar yani o dilberler sanki yakut ve mercandır. Ah erkek olsaydım, “gidip de gördüm mü ki o el değmemiş dilberleri  iş yalanlamaya kalsın” diyecektim diyemedim. Erkeklere el değmemiş huriler, ya biz kadınlara nerede Nuriler? Görüyor musun adının Allah olduğuna inanılan sayın İlâh! Vakti zamanında çok zeki ve akıllı olmana rağmen aradan yıllar geçtikten sonra Ataerkil toplum yapılarının değiştikten sonra cinsiyet eşitliğinin artık hüküm sürmeye başlayacağını tahmin edemedin. O zamanın Arap erkekleri, parasal durumuna göre, 3-4 kadınla ömür geçirir, kadınlar da buna itiraz etmez, bir erkeğin üçüncü dördüncü hanımı olmayı kabul eder kıyamete kadar bu böyle devam eder zannettin. Bir kadın olarak ben senin cennetinden hiç haz etmiyorum, yanlış hesap yaptın. Bu Kur’an’ı yazan sen, bir fani değil de gerçekten bir Tanrı olsaydın, bu günleri hesap eder, önlemini alırdın. Her ne kadar bizim bazı ilâhiyatçılarımız  “efendim cennette adı geçen eşler hur diye ifade edilir ve cinsiyetleri yoktur yani hem kadın hem de erkek olabilirler” diye tarif etseler de anadili Arapça olan hiçbir Müslüman ülkede böyle iddialar yoktur. Ne de olsa bizim İlâhiyatçılarımız Arap gramerini Araplardan daha iyi bilirler.

Neyse, konudan fazla uzaklaşmayalım. Biz bu cennetleri ve cennetlerdeki  sayılanları  gördük mü? İş yalanlamaya geldi mi?

60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyiliktir.
61. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bak bu güzelmiş. Bana bunlarla gelin.

62. Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.
63. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
64. O iki cennet koyu yeşil renktedir.
65. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
66. İçlerinde kaynayan iki pınar vardır.
67. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
68. İçlerinde her türlü meyve, hurma ve nar vardır.
69. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
70. Onlarda huyları güzel, yüzleri güzel dilberler vardır.
71. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
72. Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir.
73. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
74. Onlara, eşlerinden önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
75. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
76. Onlar yeşil yastıklara ve güzel yaygılara yaslanırlar, (nimetlenirler).
77. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Yok artık! “Çadırlara kapanmış huriler” de nedir?. Yahu bu dini Araplar bize resmen kakalamış kardeşim. “Her tarafı Arap çölü, geleneği, yaşam biçimi ve hayali kokuyor”. Bunu deyince de kızarsınız.
Şuna bakar mısınız. Cennette çadırlara kapanmış huriler..!
Tabi burada şimdi cambaz bir Kur’an yorumcusu iseniz o çadırlar, nurdan yapılmış ve aslında insanın hayal edemeyeceği kadar güzel ve hurilerin içinde konakladığı özel bir evdir. Fakat Allah, bunu insanların anlayacağı bir dille izah etmek için “Çadır” ifadesini kullanmıştır. Böyle de yorumlayabilirsiniz. Nitekim, bizim ülkemizin son on yılında bu şekilde ayet yorumlama konusunda rekor kırılmaya başlandı. Kendilerini bu hususta daha da geliştiriyorlar efendim.

"O hurilere, eşlerinden önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur". sözü çok önemli. Cinsiyet eşitliğine inanmayan, ataerkil ve kadını mal zihniyetiyle gören bütün toplumlarda ve bu zihniyete sahip bütün erkeklerde kadının el değmemiş olması çok önemli bir husustur. Erkeğin aksine cinsel organı içeride olan kadına dokunulmamış olması gerekir. Sıfır ile ikinci el araba arasındaki fark gibi düşünülür. Kadının karakteri, niyeti, bacağının arasındaki deliğin durumu kadar önemli değildir. Arap geleneğinde de aşırı derecede önemlidir bu dokunulmamışlık mevzusu.

Eeeee Müslüman erkekler! Rabbiniz size iki cennet + iki cennet daha verdi. İçinde de  hurmalar, yeşil yastıklar, yataklar,  pınarlar, el değmemiş bakire huriler verdi. Sizler de gittiniz geldiniz gördünüz değil mi? Hatta o hurilere sizden önce başka bir insan ya da cin dokunmuş mu dokunmamış mı, yani o huriler bakire mi değil mi, kontrol edecek zamanınız da oldu. Gördünüz ve dünyaya geri döndünüz değil mi? “O halde Rabbinizin, hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”

NOT: Eğer bu cennet ayetlerinde bahsedilen şey bir din değil de geçmiş zamanlarda Sümerlerdeki her biri 72 millete ait olan tapınak fahişelerinden ve bu tapınağın asma üzümlerine, yeşil çimenlerine benzeyen bahçesinden bahsedilseydi ve o dönemin erkeklerinden birisine bu sorular yöneltilseydi derdi ki “Ooooooo,  gittim o cennet diyarına, gördüm 72 huriyi, biriyle de beraber oldum. Dillere destan o güzel bahçede mest oldum, hangi birini yalanlayabilirim ki” diyebilir, demelidir de. Ama siz diyemezsiniz. Konu konuyu açıyor ve bazen tutamıyorum kendimi.

Haşhaşiler tarikatı ile tanınmış Hasan Sabbah’ın Cennet ile ilgili bir uygulamasına yönelik internetten okuduğum bir yazının bir kısmını paylaşmak istiyorum:
“…Haşhaşilerin militanları eğitirken kullandıkları yöntemler, dünya tarihine geçmiştir. Ailelerden seçilerek alınan gençler, Alamut kalesinde özel olarak yetiştiriliyorlardı.  Din eğitimi, halkla ilişkiler; insan psikolojisine göre davranma, Haşhaşilerin sırrını gizleme konusu önemliydi. Ve suikast konusu... Fedailer, özellikle hançerlerle yaptıkları suikastlerle ünlüydüler. Bazı olaylar; bunların zehir de kullandıklarını göstermektedir. Artık, düşman üstüne salınacak döneme geldiklerinde bunların yedikleri bala veya çöreklere haşhaş yağı katılıyordu. Bu uyuşturucuyu alan gençler götürülüp özel olarak kurulmuş cennete bırakılıyorlardı.
Bu cennetler; Kuran'da anlatılan cennete benzetiliyordu. İçinde ağaçlar, otlaklar, sular ve yarı çıplak kızlar dolaşmaktaydı. Bunlar; isteyenlere, Kevser şarabına benzetilen şaraplar sunuyorlardı. Bu şaraplara da afyon damlatıldığından şarabı içenler bu cennet içinde hurilerle birlikte olduklarını sanıyorlardı.
Bunlara daha sonra; dine hizmet eden ve Masum İmam'a sadık olanların hep böyle hurilerle dolu cennette yaşayacakları telkin ediliyordu. Onlar da kütür kütür memeli kızların bulunduğu cennete daha bu dünyada ulaşmış olmanın coşkusu ile ne denirse yapmaya hazır oluyorlardı…”

O eski dönemlerde bu dümenlere oyuncak edilen genç erkeklere de sorsanız herhalde o cennet diyarını görmüş olduklarını zannederekten Rablerinin hangi nimetlerini inkâr edebilirler?

Cennet diyarını delil niyetine göstertip sanki o cennete bütün Müslümanlar bu dünyadayken gidip gelmiş görmüş muamelesi yapar gibi ardından “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini” yalanlıyorsunuz ifadesini yapıştıran bir kitaptan çıkartacağınız iki  olası sonuç vardır:

Birincisi: Bu ayetleri kim yazdıysa hakikaten derdi insanları, özellikle de erkekleri kandırıp peşine takmaktır.

İkinci olasılık ise: Kur’an’da bahsedilen cennet diyarı, gerçek anlamda bir öte alem diyarı olmayıp geçmişteki Sümerlerin 72 hurisini ve bu hurilerin yaşadığı "Zevkler Evi" isimli tapınağın yeşil bahçesini  ziyaret edip tadan erkeklerin  yaşadıkları bu olayların  civarda anlatılırken değişime uğrayarak Araplar tarafından kutsal addedilen bir kitabın içine eklenmesinin  öyküsüdür.

Sizce hangi seçenek daha ağır basıyor?
Ya da Rahman suresini okuduktan sonra aklınıza farklı seçenekler de geliyor mu?
     
78. Azamet ve İKRAM sahibi Rabbinin adı yücedir.

Birçoğunu bu  hayatta göremeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz şeyleri delil göstertip “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” cümlesine bağlıyorsunuz  sonra da diyorsunuz ki “Bu ayetleri Tanrı gönderdi”. 

Ey İslâm’ın İlâhı olan ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh! Sen nasıl bir ilâhsın? Eğer bizi ve kâinatı sen yarattıysan, bizleri matematik hesabı üzerine kurulmuş olan bir sistemin içine gönderdiğinin farkında değil misin? Rüzgâr neden eser? Mevsimler neden oluşur?... Bu tür şeyleri gözlemleyip, araştırıp bilimsel temelle açıklayabileceğimiz bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bize verdiğin akıl ve zekâ, sadece bu gözlemlere ve bilimsel temelli bilgilere inanabilmemizi olanaklı kılacak şekilde yaratılmış. Daha zeki olanlarımız dinden çıkıyor. Neden biliyor musun? İnsanoğlunu  hem akıl ve zekânın sınırlarını aşmayan bir kâinat sistemine göndermişsin hem de insan aklının veya duyu organlarının hiç algılayamayacağı bir boyutta bulunan aleme yani hiç gözlemleyemeyeceğimiz bir aleme inanmamızı bekliyorsun. Dalga mı geçiyorsun bizimle?

Yukarıdaki ayetleri bir Tanrının göndermiş olabileceğine şahsen inanmıyorum.

Atıyorum benim inandığım bir Tanrı var. Adı da “Yakari”. Ne büyük, ne güçlüdür benim Tanrım. Aslında kâinatın tek yaratıcısıdır benim Tanrım Ulu Yakari. Ama bilmezler, nankör insanlar. Hepsi de “Bizim Tanrımız gerçek olan Tanrı” diye bir türkü tutturmuşlar. Bir de Tanrılarına isim uydurmuşlar. Yok senin Tanrın yalan, bizim ki gerçek… Didişip duruyorlar. Kardeşim asıl gerçek olan benim Tanrım. Adı da Yakari. Kâinattaki her şeyi yaratan kâinatın asıl yaratıcısıdır Yakari. Bir gün tabiat  gezisine çıktım. Öyle şeylere tanık oldum ki ağzım açık kaldı.
  1. Yaban kazları “V” şeklinde dizilmişler gökyüzüne, öyle sistematik uçuyorlardı ki! Kazlara  o şekilde uçmayı kim öğretti sanıyorsunuz?
  2. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini, hangi sistemini  yalanlıyorsunuz?
  3. Küçücük arılarda, topladıkları çiçek tozlarından insanlara faydalı bal yapıyorlar.
  4. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  5. Rüzgâr eserken, çiçek ve bitki tohumlarını uzağa taşıyor. Böylelikle ait olduğu gövdeden kopan tohum, kendisini büyüten annesinden 50 metre uzaktaki  toprağa tutunup boy atıyor.
  6. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  7. Öte aleme gittiğinizde arşın yedi kat tepesinde Tanrı Yakari’ye iman koşusu düzenleriz. Bu iman koşusunda iyi derece alanlar tekrar Dünyaya gönderilir ve hepsi de zengin birer ailenin kucağında doğar.
  8. Yakari, kullarına 8 cennet vermiştir. Her birinde bir birinden çeşitli ve hoş kokulu çiçekler, kumsallar, tertemiz suyu olan denizler vermiştir.
  9. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  10. Yüce YAKARİ, Kâinatın tek yaratıcısıdır.  Anlayabilene..

KİM DEMİŞ İSLÂM EVRENSEL DEĞİL DİYE?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, Dinler evrensel mi?, İslam evrensel mi?, Evrensellik,

KİM  DEMİŞ  İSLÂM  EVRENSEL  DEĞİL DİYE?

100 YIL ÖNCE
Kadın: Herif! Yeter gayrı doğurduğum, dayanamıyom, bunun bir hal çaresine baksak, çocuk 10 oldu, 11 inciye dayanacak takatim kalmadı.
Erkek: Sen sus eksik etek. Aklın ermez öyle şeylere. Allah çoğalın diye emretmiş. Hem Allah’ın verdiği canı ne yapacan, öldürecen mi? Allah öyle emretmiş, Allah’ın emrine garşı mı gelecez?
Kadın: Dudağımı boyadım bey, güzel olmuş mu?
Erkek: Oro…puya dönmüşsün, o ne lan. Bir daha görmeyeyim. En güzel boya, Allah’ın boyasıdır. Allah’ın verdiği yüzü, gavur icadıynan mahfeyleme.

ŞİMDİKİ ZAMAN
Kadın: Kocacığım kaç çocuk yapalım?
Erkek: Bilmem ki hanım, Allah kaç tane nasip ettiyse. İki taneye karar verelim de gerisi Allah kerim. Allah nasip ederse  üçüncüyü de yaparık İNŞALLAH!
Kadın: Makyajım nasıl olmuş?
Erkek: Çok güzel olmuş, çok yakışmış ama dışarıya giderken boyanma, evde  yap makyajını.  Kocasına güzel görünmek için süslenen kadını Allah da sever.
Kadın: Dudağıma dolgu yaptırayım diyorum ne dersin?
Erkek: Yok artık, orada dur derim. Allah’ın verdiği dudağı bozma bak,  Rabbim ne güzel dudak vermiş sana! Şükret! Hem ben memnunum dudağından!

100 YIL SONRA
Erkek: Geldik nihayet eve, hastane ne kadar kalabalıktı. Allah’ın izni ile çocuğumuzun göz rengine, boy uzunluğuna karar verdik. Sülalemizde mavi gözlü, uzun boylu biri yok ama,  Allah’ın bize bahşettiği genetik mühendisliğinin imkânlarıyla olacak inşaaaallah!
Kadın: Öyle öyle. Allah razı olsun bu yöntemi icat edenlerden. Yalnız bizimkilere ne diyeceğiz, biliyorsun anne babalarımız böyle şeylere karşı.
Erkek: Bırak o eski kafalıları. Onların ki dindarlık değil, yobazlık. Önemli olan takvadır, maneviyattır. Çocuklarımızın görüntüsü nasıl olursa olsun,  önemli olan maneviyatlarını iyi yetiştirelim. Allah maneviyata önem verir, görüntü ne ki?
Kadın: Doğru söylüyorsun.
Erkek: Bir de şey söyleyecektim hanım, doğumdan sonra seni bir genetik güzellik merkezine götürüp vücudunu komple sarışın yapsak nasıl olur?
Kadın: Hımmm, sarışın olayım istiyorsun.
Erkek: Evet.
Kadın: Hele bir doğurayım da nasibimde varsa  onu da yaptırırız İnşallah!
Erkek: Hayırlısı.

500  YIL SONRA
Erkek: Karıcığım, ben görevim gereği  Marsın yörüngesine gidiyorum.  6 ay gelemeyeceğim. Seni çok özleyeceğim ama gitmek zorundayım.
Kadın: Kendine iyi bak,  güle güle.  Allah yol açıklığı versin, hayırlısıyla sağ salim gidip gelmeyi nasip etsin.
………………………………………………
Erkek: Hanım, ben geldim.
Kadın: Sen de kimsin be!
Erkek: Benim, senin kocan.
Kadın: Ha sen şu benim yeni vücudun kocası.
Erkek: Ne?
Kadın: Sen burada yokken karını kaçırdılar ahbap. Beni de kaçırmışlardı. Üzerimizde yasa dışı deney yaptılar. Karınla benim bilincimiz yer değiştirdi. Karının bilinci şu an benim bedenimde, benim bilincim de karının bedeninde. Tekrardan bilinçlerimizi  değiştiremedik, kaldık mı böyle? Ne yapcaz?
Erkek: Benim karı nerde?
Kadın: Benimkinin yanında.
Erkek: Sistem, fetvaya ihtiyacım var, hocayı bağla bana.
Hoca: İslâm dininde, beyin organı ve bilinç  ile ilgili bir bilgi olmadığı gibi beyin zinası  ya da beyin evliliği diye bir durum yoktur. Bir mümin kadınla bir mümin erkeğin birlikteliğini içeren evlilik, zina  ya da ahlâksızlık gibi  durumlar insanın bizzat  biyolojik vücudu ile gerçekleştirdiği durumlardan kaynaklanan sonuçlar ile hüküm sürer. İman ise kalptedir. Bu nedenle size gerekli olan, eşinizin vücudu ile kalbidir. Yani eşinizin vücudu ve kalbi hangisi ise o sizin helâlinizdir, caizdir.  Diğeri ile işiniz yoktur.

1.000  YIL  SONRA
Erkek: İş yolculuğum bu kez uzun sürecek. Güneş sisteminin dışına çıkıp “X” gezegenine varacağız. Ne zaman gelirim bilemiyorum.
Kadın: Allah’a emanet ol.
…………………………………………………………………….
Erkek: Hanım ben geldim.
Kadın: Hoşgel…., o yanındaki kadın  kim?
Erkek: Ha bu mu? Kusura bakma ya! İstemeden aldım. Almak zorunda kaldım!
Kadın: Anlamadım, ne saçmalıyorsun sen? Ne alması?
Erkek: Yüce Mevlam, X gezegenine de Peygamber göndermiş. Oradaki dini kurallara göre gezegene ayak basar basmaz o Peygambere bağlanıyorsun.  Zaten oraya vardığımızda  Peygamber, kâfirlerle cihad ediyordu. Nasıl oldu bilmiyorum, bizim gemiyi ele geçirdiler, bizi de esir aldılar.  Esaretten kurtulmak için oradaki Müslüman bir kadınla evlendirdiler. Gerçi onlar Müslüman ya da Allah demiyor, dilleri ve telaffuzları farklı ama biz anladık ne olduğunu. Gelirken mecburen oradaki hanımı da aldım getirdim  ne yapayım? Allah’ım hiçbir gezegeni sahipsiz, Peygambersiz, dinsiz  bırakmıyor. A aaaaa, hanım o sepetteki bebek ne?
Kadın: Bizim  bebeğimiz. Sana sürpriz yapayım dedim ama en büyük sürprizi sen yaptın.
Erkek: Nasıl benim bebeğim? Ben gideli 14 ay oldu.
Kadın: Sen yokken canım sıkıldı, ben de çocuk yaptım oyalanayım diye?
Erkek: Ne demek yani? Nasıl yani ben yokken?
Kadın: Senin bütün genetik özelliklerin kayıtlı ya bilgisayar sisteminde!
Erkek: Eeeeee?
Kadın: İşte o kayıtlı olan DNA şifrenin aynısından yapay Sperm ürettiler sonra da yumurtalarımdan biri ile döllediler. Yani biyolojik olarak senin sayılır. Sadece işlem farklı.
Erkek: Allah’ın bize bahşettiği tıbbı görüyor musun, nasıl da ilerlemiş!
Kadın: Yani sen de Allah’ın sana izin verdiği ikinci hanımı bu dünyada alamadın ya, gittin başka gezegenden aldın geldin! Yuh be!
Erkek: Sen o konuyu dert etme. Ben ikinize de eşit davranmak için evdeki sistemi ayarlıyorum. Birinize fazla ilgi göstertirsem sistem uyarı verip beni diğerinize yönlendirecek. Çok şükür teknolojiyi bize veren Rabbime! Sen hiç üzülme,  Allah’ın bahşettiği teknoloji sayesinde aranızda zerre kadar adaletsizlik yapmayacağım.

DÜNYA ALGINIZI DEĞİŞTİREBİLECEK 6 FELSEFİ DÜŞÜNCE

Hazırlayan: A.Kara
din, A, Dışsalcılık, Şimdicilik, Şimdikicilik, Tekbencilik, Solipsizm, Felsefi görüşler, Fenomenizm, Fenomenalizm, Hedonizm, Felsefi akımlar, Dünya algısı, Felsefe, Hayat algısı,

DÜNYA ALGINIZI DEĞİŞTİREBİLECEK 6 FELSEFİ DÜŞÜNCE

Felsefe genişleyip büyüdükçe varlığımıza dair düşünceler de artar.

Neden burada olduğumuzu ve hayatın ne anlama geldiğini sürekli merak ediyoruz. Cevap arayışında olan büyük filozoflar varlığımızı ve yaşamı nasıl deneyimlediğimizi açıklamak için kendi felsefi düşüncelerini geliştirdiler. Bu felsefi düşünceler zamanla onların görüşlerini paylaşan savunucuları ve teorilerinin etkisiyle gelişti.

Bazı felsefi düşünceler doğal sezgilerimizle konuşurken bazıları her şeyi sorgulamamızı sağlar. Aşağıda, bildiklerinizi, yaşamın ne anlama geldiğini ve gerçekte ne deneyimlediğimizi sorgulamanızı sağlayacak en ilginç felsefi düşüncelerden bazıları verilmiştir.

DIŞSALCILIK VE ŞİMDİCİLİK
Eternalizm ve Şimdikicilik, zaman deneyimimizle ilgilenen iki felsefi düşüncedir.

Eternalizm geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki tüm anların aynı anda var olduğu inancıdır. Bu, her birinin aynı anda olduğu anlamına gelmez ancak geleceğin zaten bizim için ayarlandığı ve onu değiştiremeyeceğimiz anlamına gelir. Bu teori deneylerde öngörülebilirlik ve yeni verilerin keşfi gibi nedenlerden dolayı şu sıralar bilimde popüler.

Şimdikicilik, şimdiki zamanda var olan tek zaman diliminin olduğu fikridir. Geçmiş artık yok ve gelecek henüz yok. Var olan tek şey şu anda olan şeydir. Bu teoriye göre gelecek tamamen kontrolümüz dahilindedir ancak geçmiş artık var olmadığından ve gelecek henüz olmadığından zaman yolculuğu gibi bir durum asla gerçek olamaz.

TEKBENCİLİK (SOLİPSİZM)
Solipsizm bize gerçekten doğrulayabileceğimiz tek şeyin kendi varlığımız olduğunu söyler. Bu görüş aynı zamanda Matrix gibi filmlere de ilham vermiştir.

Bu düşünce ana hatlarıyla beynin vücutta yaşamadığını, sadece yaşamı sürdüren bir sıvının bir fıçıda askıya alındığı ve bilgisayara bağlı olduğu bir senaryoyu belirtir. Bu bilgisayar vücudumuza bağlı olduğunu gördüğümüz elektriksel dürtüleri sağlar. Öte yandan bedenlerimizde ve dünyada yaşadıklarımız bu dürtülerin bir ürünüdür.

Her ne kadar bu düşünce deneylerle test edilebilir yada ıspatlanabilir olmasa da gerçek olduğunu bildiğimiz tek şeyin kesinlikle kendimiz olduğunu vurguluyor. Nesnelerin, ortamlarımızın ve hatta başkalarının varlığını ispatlayamayız. Hepsi beynin bir fıçıdaki ürünü olabilir.

FENOMENİZM (FENOMENALİZM)
Bu teoriye göre deneyimlerimizin ötesinde bir şey olduğunu söyleyemeyiz. Bir şey gördüğümüzü söyleyebiliriz ama o şeyin orada olduğunu söyleyemeyiz.

Fenomenizm, Solipsizm'in daha hafif bir şeklidir. Fenomenizm, Solipsizm'in yapmadığı, yalnızca onlarla ilgili deneyimlerinizle kendi varlığınızın ötesinde şeyler deneyimlemenize izin verir. Fenomenizm görüşüne göre başkalarının deneyimlerinin gerçekten var olduğunu ispatlayamayız.

Dahası bir nesnenin gerçekten var olduğunu söyleyemeyiz. Fenomenalizm teorisine göre başkalarının ne düşündüğünü, hissettiğini ya da yaşadığını tam olarak bilemeyiz. Bunun yerine gördüğümüz, duyduğumuz veya hissettiğimiz her şeyin yalnızca duyusal bir uyarıcı olduğu söylenebilir.

Solipsizm'e benzer olarak Fenomenalizm yalnızca kendi deneyimlerimize güvenebileceğimizi ileri sürmektedir. Ancak bu diğer insanlar tarafından gerçekleştirilen bilimsel teorileri reddetmemiz gerektiği anlamına gelir.

HEDONİZM VE NİHİLİZM
Hedonizm ve Nihilizm bize yaşamda hangi şeylerin anlam ifade ettiğini söyleyen iki felsefi düşüncedir.

Hedonizm değeri olan tek şeyin zevk veren şey olduğu inancıdır. Hedonistik filozoflar yaşamdaki nihai hedef olarak mutluluk ve zevk peşinde koşarlar ve başkalarının hayatlarına zevk getirmek için ellerinden geleni yaparlar. Doğal olarak bizi mutlu eden ve başkalarına mutluluk getirmekten zevk alan şeyleri yaptığımız için hedonizmin insan içgüdüsüne en yakın şey olduğu söylenir.

Nihilizm ise tam tersidir. Nihilizm yaşamdaki hiçbir şeyin hiçbir değeri olmadığını ve bu nedenle yaşamın kendisinin bir amacı olmadığını belirtir. Nihilizm gibi felsefi düşünceler insanların korktuğu düşüncelerdendir.

Neden burada olduğumuzu sürekli sorgulamamıza neden olan Nihilizmdir çünkü Nihilist bir cevapla karşılaşmaktan korkarız. Bu nedenle modern Nihilizm hayatı mümkün olduğu kadar anlamlı hale getirmemiz gerektiğini belirtir.

Varlığımıza gelince kimse kesin cevaplara sahip değil. Neden var olduğumuzu veya çevremizdeki dünyayı nasıl tecrübe ettiğimizi bilmiyoruz. Felsefe dünyanın nasıl çalıştığını ve bilgimizi neye dayandırdığımızı araştırmaktır. Aklımızı çevremizdeki dünyaya açmamıza yardımcı olabilir ama ilk baştakinden daha fazla soruyu da beraberinde getirebilir. Zaten felsefe böyle çalışır.

Kaynak: Stanford Encyclopedia of Philosophy

İSLAM'DA FARKLI İNANÇ ŞEKİLLERİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, İslam'da farklı inanç şekilleri, Farklı Müslüman inanışları, Peygamber mi Allah mı?, Allah dayatması, Hz Muhammed, İslamı sorgulamaya giden yol,

İSLAM'DA FARKLI İNANÇ ŞEKİLLERİ

Bu başlık altında ele alacağım konu, meshep ya da tarikatlarla, cemaatlerle ilgili değil.

Dindar olduğum dönemlerde, tanıdıklarla veya yeni tanıdığımız insanlarla bazen dini konuları içeren sohbetler yapardık. O zamanlar İslâm’ı modern şekilde yorumlamaya çalışan Yaşar Nuri ÖZTÜRK gibi İlâhiyatçılar çok popülerdi. Biz de ailecek, etrafımızdaki çok tutucu ve çok dindar olan dini yapıdan kendimizi bir parça ayırır ve Sosyete hocası denilen bu tür kişilerin görüşlerini dinler, hak verir ve etrafımıza da sohbet aralarında anlatmaya çalışırdık. Bu sohbetler bazen tartışmaya döner ve baktık ki işler kötüye gider,  bir birimize gireceğiz, karşılıklı olarak hemen konuyu kapatır, farklı şeylerden konuşmaya başlardık.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK, hangi kanaldı hatırlamıyorum ama “Ayşe ÖZGÜN ile her gün” isimli bir programda Cuma günleri konuk olarak bulunuyordu. Ayşe hanım, Yaşar Nuri beyin, İslâm ile ilgili bir kitabını elinde bulunduruyor ve kendisine ilginç gelen konular ile ilgili sorular soruyordu. O günlerden hatırlayabildiğim şeyler, “İslâm’ın şartı 5 değildir, kadınlar Cuma namazı kılabilir, kadın başı açık şekilde namaz kılabilir, cenaze namazı sırasında kadınlar da erkeklerle  ön sırada saf tutup cenaze namazını kılabilir,…” gibi konular yer alıyordu. İnsanlar bu tür konuları dinlerken ve kendilerine öğretilen geleneksel din ile Kur’an’da var olan dinin farklı olduğunu fark edince şok oluyorlardı. Bu yönü ile kendisine bir çok taraftar toplamış olmasına rağmen bir çok kişiyi de karşısına almıştı. Yaşar Nuri bey, her ne kadar kendi çapında İslâm’ı,  yobaz  ve gerici bir din olmaktan çıkartıp modernleştirme çabasına girmiş olsa da (belki de öyle görünmeye çalışıyordu),  aslında bu ülke insanının bilincine çok güzel şeyler kattığına inanıyorum. Peki neler kattı?
  • Öncelikle geleneksel din ile Kur’an dini arasındaki farkları ve çelişkileri ortaya koyarak inançlı kesimin dikkatini uyardı. Buna, uyuklayan insanı omzundan tutup silkelemek de diyebiliriz.
  • Müslüman kesime, din ile ilgili bir ibadet veya bir emir ya da benzeri bir şey yaparken, “Ben bunu doğru yapıyor muyum? Allah gerçekten böyle yapmamı mı istemiş? Kur’an’da bu geçiyor mu? Bunun aslı faslı nedir?” gibi düşüncelerle dini yaşantısını sorgulama ve kontrol etme ihtiyacı hissettirdi. 
  • O zamanın ilahiyatçılarına dek, bir çok konuda soru soran ve sorgulama yeteneği olan fakat dini konularda sorular sormaya çekinen, aklına ters bir soru geldiğinde “şeytan işi” diyen “ayıptır, günahtır” diyen ve soru sormaktan çok fetvaya ihtiyaç duyan Müslüman’lara cesur sorular sormalarının ve sağlıklı sorgulama yapmalarının kapısını açtı. Bunun sağladığı en güzel fayda ise “DİN SORGULANMAZ!” inanç kalıbının yıkılmaya başlamasıdır.
  • O zamana kadar Kur’an’ı sadece Arapça okunuşu ile okuyan, Türkçe meali ile okuma alışkanlığı olmayan Müslüman halka “Evinizdeki Kur’an mealini, duvarınızda süs niyetine asmayın, açın okuyun” diyerek insanları Kur’an’ın Türkçe mealini okumaları yönünde teşvik etti. Bu çok önemliydi çünkü eski İlâhiyatçılar ve özellikle Diyanet, Kur’an’ın anlaşılması ağır bir kitap olduğunu ve ancak onu, alanında uzmanlaşmış İlâhiyatçıların ve hocaların okuyup anlayabildiklerini ve vatandaşın da ancak bu hocalardan gereken bilgiyi alabileceklerini söylerlerdi. Kur’an’ı anlama algısı  bu şekilde oluşturulmuştu. Yaşar Nuri ÖZTÜRK ile,  bu algı değişime uğramaya başladı. 
  • Emeviler ve Abbasiler gibi İslâm topluluklarının dini ve Kur’an’ı nasıl yozlaştırmaya çalıştığını ve tahrif edildiğini çok kez dillendirdi. Bu konularla ilgili olarak bir çok kişinin zihninde “Kur’an gerçekten de kıyamete kadar korunuyor mu?” şüphesini getirdi. 
  • Yaşar Nuri beyin, din ile ilgili bence bu ülke insanına kazandırdığı en güzel şeylerden birisi de her ne kadar İslâm Peygamberini yüceltse de Arap milletlerinin yaşantısından haz etmeyen ve o milletlerin yaşantısını, insan haklarına aykırı olarak gören ve bunu bir çok kez dile getirerek halkı bu konuda bilinçlendirmeye çalışmasıyla ilklerden biri olmasıydı.  Onun dönemine kadar bir çoğumuz, Suudi Arabistan’ı kutsal bir ülke olarak görürdük. Hatta Araplar da kutsaldı. Suudi Arabistan içinde yangın çıkan bir otelden kadınların kurtulmak için yarı çıplak bir şekilde can havliyle dışarı koşarken, emniyet güçlerinin “kadının dışarıya yarı çıplak şekilde çıkması günahtır” diyerek kadınları tekrar alevlerin olduğu otele tıkmaya çalıştığından tutun da, Ramazan ayına girişin tespiti için bilimsel ve kesin  yöntemler yerine görevli birisinin yüksek bir tepeye çıkartılıp ayın durumunu gözlemleyerek ancak Ramazan ayına girişin karar verildiğine kadar bir çok insanlık ve akıl dışı olayları yeri geldiğinde sık sık anlatırdı. Bunları dinleyen halk, haliyle Arap ülkeleri ile kendi yaşantısını ve ülkesini  karşılaştırıp Arap milletlerinin dindarlıktan çok cehaletle ve gericilikle yaşayan topluluklar olduğuna vakıf oldu. Şu an için bu tür bilgilere herkes ulaşabiliyor fakat internetin olmadığı ve televizyon kanalının tamamen devletin tekelinde olduğu ve özel kanalın sadece birkaç tane olduğu 90’lı yıllarda bu tür bilgilere ulaşmak çok zordu. Öğrencilik yıllarımızda ise din dersi öğretmenleri, Arap ülkelerini öyle yağlı ballı anlatırlardı ki, oralar sanki hayalimizde cennet diyarıydı. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, bizlere cennet diyarı diye anlatılan masallardan insanların ciddi bir kısmını uyandırdı ve Medeni yasalar ile Şeriat yasaları arasındaki farkı irdeleyip anlamamıza vesile oldu. 
  • Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’an ve ükemizdeki İslâm geleneğine yönelik cesur yorumlarıyla gündeme oturmaya başladıktan sonra aynı görüşe ya da benzer görüşe sahip  diğer İlâhiyatçılar teker teker konuşmaya başladılar. Aslında bir çoğunun benzer görüşü yeni değildi fakat o dönemlerde insanların en etkili iletişim ve haber aracı olan televizyon vasıtası ile bu yolu diğerlerine açan Yaşar hoca oldu.
  • O dönemlerde, geleneksel din ile Kur’an arasındaki farklar incelenip sorgulanıp sonrasında Kur’an’ı kim daha doğru yorumluyor sorgulamalarına gidildi.  O sorgulamanın ardından gelen  soru ise “Kur’an ayetleri insan haklarına, çocuk haklarına ve kadın haklarına uygun mu?”. En son geldiğimiz noktada ise en popüler olan sorgulama sorusu şu şekilde: “Ateistler, dinimizde bunun böyle böyle olduğunu söylüyorlar, yoksa doğru mu?”

Bazı yazılarımda Modernist diye tabir ettiğim İlâhiyat profesörlerini, hocaları yerden yere vurup eleştirdiğim çok oldu fakat biraz derin düşününce, benim ve benim gibi bir çok kimsenin Arap yutturması bu dini sorgulayıp bırakmamızdaki süreçte onların katkılarını görmezden gelemem. Yaşar Nuri beyin döneminden önce, dine  yöneltilebilecek çok cesur soruları bırakın sormayı  aklımıza bile getirmezdik.
O dönemlerden bu dönemlere doğru gelindiğinde, dini bilgileri sorgulayan, araştıran, düşünen  bir kısım  insanın(ülkemiz için söylüyorum) kafasında bir birine benzemeyen ama en çok da İslâmiyet’e benzemeyen fakat İslâm gibi görünen inanç türleri oluştuğuna şahit oldum. Karşılaştığım bazı durumlar, yaptığım bazı sohbetler, tanıdığım bazı kimselerden tesadüfen işittiğim kişisel dini tutumlar  ve sosyal medyada gözlemlediğim izlediğim bazı durumlar üzerinden bunların neler olduğunu, ilgili başlıklar altında paylaşmak isterim.

  • Bir şeyler yanlış!
Dindar kesim içerisinde namaza başlayan ve bir süre sonra bırakan insanlara rastlamışsınızdır. Ben de o insanlardan biri idim geçmişte. Ortalama 5 yıl namaz kıldım. Çevremdeki insanların “namaza bir başlasan müptelası olursun, için o kadar huzur dolar ki…” gibi sözlerini dikkate alırdım ama o huzuru yaşadığımı söyleyemem. Gerçekten söyleyemiyordum çünkü bir kez söyledikten sonra “Sen Allah’ı gerektiği gibi sevmiyorsun” cevabını aldım ve susmayı tercih ettim. Sonrasında bıraktım namaz kılmayı. Namazı bırakmamın ardından 1 yıl sonra başka bir tanıdığım ile sohbet ederken konu namaza geldi(çekim yasası dedikleri bu olsa gerek). Tanıdık olan kişi İlâhiyatı bitirmiş. Kendisinin daha önceleri çok kez namaza başladığını fakat namaza kendisini bir türlü veremediğini, hûşû dedikleri huzuru ne namazda ne de namaz sonrasında hiç yaşamadığını ve namazın kendisine “gereksiz bir ibadet” hissi verdiğini ve en sonunda namaz kılmayı bıraktığını söyledi ve devamında “Bu namazda yanlış olan bir şeyler var. Günümüze kadar orjinali ile geldiğine inanmıyorum. Bence Allah’ın Peygamberimize öğrettiği namaz ile bize kadar gelen namaz, aynı namaz değil. O yüzden ben, namaz kılmak yerine, namaz vakitlerinde Allah’ı anıp oturduğum yerden dua ve sure okuyorum. Böylelikle kendimi daha huzurlu hissediyorum. Doğrusunu mu yapıyorum ondan da emin değilim”. Namaz hakkında bir ara ülkemiz gündemine de oturan tartışmalar ve görüş ayrılıkları yaşanmıştı. Kimileri namazın 3 vakit kimileri ise 5 vakit  kılınması gerektiğini. Kur’an’da namazın “salat” şeklinde geçtiğini ve nasıl kılınacağı konusunda bilgi vermediği için Müslüman’ın tamamen kendisine bırakıldığını ve isteyenin öğretildiği şekli ile eda edip isteyenin, ilgili vakitler uyarınca yürekten Allah’ı anıp dua ederek de namazı tamamlamış olacağına dair görüşler vardı. Bu görüşler ve tartışmalar boşa değilmiş ve havada kalmamış.

  • Peygamber mi Allah mı?
Yanında benim adım anılıp da bana salavat getirmeyenin burnu yerde sürtülsün." (Hakim ve Tirmizi). Hz Muhammed’in söylediğine inanılan bir sözdür ve kabul görür. Dindar Müslümanlar  bir birleri ile karşılaştıklarında  “Musafahalaşmak” denilen bir tokalaşma yöntemi ile selamlaşırlar. Bu tokalaşmak sırasında Peygambere selam gönderilir. Sadece selamlaşma sırasında değil, dualarda, namazlarda, sohbetlerde, mevlüdlerde Peygamberin ismi sık sık zikredilir. O’nun yaşantısı örnek alınır. O’nun gibi olmak istenir. Öte alemde O’nun yani Peygamberin şefaat edeceğine inanılır. Öte alemde, Peygamber ile aynı cennet katına yerleşmek için ve cennette onunla yaşamak için yarışanlar, ibadeti abartanlar bile vardır. Bir Müslüman rüyasında Hz Muhammed olduğuna inandığı birini görmüş ise uyanır uyanmaz rüya yorumcuları aranır bulunur, rüya anlatılır, hatim indirilir. O kişinin bir sıkıntısı var ise o sıkıntının Peygamber vesilesi ile bertaraf edileceğine ayrıca rüyayı gören kimsenin cennete gideceğine ve yine rüyayı gören kimsenin Peygambere Allah’a yakışır imanlı bir kul olduğuna dalalet edilir. Sülale boyu sevinilir. Konu komşu “Allah bize de nasip etsin Peygamberimizin nurlu yüzünü görmeyi” diye dua eder. Haaaasılı, Allah’ın ismi Peygamberin isminden daha az anılır. Peygamber bir tık daha yukarıdadır. Garip olan ise, Müslümanlar bunun pek farkında değillerdir, hallerinden şikâyetçi de değillerdir.

  • Allah’a inan,  gerisi yalan
Ben dinden çıkalı henüz bir yıl olmadı. İlk kez bu sene oruç tutmadım fakat dışarıda oruç tutuyormuş gibi yapmak durumunda kaldım. İş arkadaşlarının yanında sohbet ederken, dini konular gündeme geldiğinde, içini dökememek, inançsızlığını göğsünü gere gere söyleyememek sinir bozucu bir duygu. Ramazan ayına bir hafta kala, anneme açıldım. Annem pek dindar bir kadın değildir. Namaz kılmaz fakat orucunu tutar. Dini toplantılardan pek haz etmez. Kasabada yaşayan ve sağı solu dindar komşularla dolu olan birisi olarak onların tam zıddı ve kasaba kadınının geleneksel giyim kuşamına sahip olmasına rağmen tam bir Cumhuriyet kadınıdır. Anneme konuyu açarken Kur’an’ı bir süredir araştırdığımı ve takip edip görüşlerine önem verdiğimiz İlâhiyatçılara rağmen Kur’an’ın Allah katından inen bir kitap olduğuna inanmadığımı ve bu durumdan içsel olarak emin olduğumu, bu yüzden de Müslümanlığı bıraktığımı söyledim. Annemin bana çok ters ve kötü bir tepki gösterteceğini sandım fakat tepkisi aynen şu şekilde oldu: “Tamam kızım, Kur’an’a inanma da, Müslümanlıktan niye çıkıyorsun?”. HÖNK? HIH? O NEY ANNE ÖÖÖLE? “Gızım tamam, Kur’an sana anlamsız geliyo, Müslümanlığı niye bırakıyon ki? Dediğin doğru, Araplar Kur’an’ı mahfetmişler. İçindeki bilgilerin bir çoğu  bu zamana kadar yalan yanlış gelmiş, hocalar anlatıyor hiç dinlemedin mi? Ama Allah gerçek. Peygamberimiz de gerçek. Kur’an’ın emirlerine uyma, tamam. Zaten Kur’an’ın hangi ayetleri doğru gelmiş, hangileri yanlış gelmiş belli değil  ama Allah’a inanmayı bırakma,  Allah gerçek…” Sevineyim miiii, Üzüleyim miiii, Şaşırayım mı bilemedim gitti! Ben senelerdir içsel alemimde cebelleşirken Annem kendine göre çoktan meseleyi sonuçlandırmış beyninde. Annem yine de senede bir ay oruç tutmaya devam ediyor çünkü sağlığa faydalı olduğunu düşünüyor. İzlediğim youtube videolarından birisinde Müslüman olduğunu söyleyen birisi tıpkı annemin anlattığı gibi bazı ayetlerin tahrif edildiğine inandığını ama bunun kendisini dinden çıkarmak için yeterli bir neden olmadığını söylüyordu. Sosyal medya üzerinden yapılan yorumlarda buna benzer konuları gündeme getirenlere nadir de olsa  rastlıyorum. Yani ülkemizde böyle bir Müslüman kesimi var. Allah gerçek, Peygamber gerçek ama Kur’an tahrif edildi bu yüzden Allah’a inan, Kur’an’a inanma.

  • Gelgit yapan küskünler
Nahl 97: Erkek veya kadın, kim mü’min olarak iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.

Buna benzer başka ayetler de var. Ülkemizin Müslüman halkı içinde de bu inanç mevcut. Her ne kadar bir kısım inanan, “bu dünyada,  yaptığımız iyiliklerin karşılığını bulamasak bile öbür dünyada mutlaka bulacağız” dese de diğer bir kısmı işin İlâhi adalet kısmında oldukça hassas bir gönül terazisine sahiptir ve başına gelen musibetlere ya da vermekte olduğu çetin hayat mücadelesine ya da bitmek bilmeyen ve artık dertleri sıkıntıları hastalık olarak vücudunda nüksetmeye başlamış bazı Müslümanlar, bir süre sonra isyan etmeye başlarlar. Bu konu ile ilgili çok detaya girmek istemiyorum çünkü her insan için gerçekten de çok hassas durumları içeriyor. Aile ya da akraba içinde ölüm nedeni ile yaşanan kayıplar, tedavisi çok zor olan ve hem maddi hem de manevi olarak bireyi çökertme durumuna gelen hastalıklar,  manevi şiddet, iflas,  sürekli  hor görülen  aşağılanılan bir ortamda yaşam mücadelesi vermek, savaş, iyilik yaptığın biri tarafından sırtından bıçaklanmak(manevi anlamda) vb durumlarla yüz yüze gelen çok sayıda Müslüman var. Bu kimselerden bazıları, dinlerini terk etme noktasına gelebiliyorlar ve hatta terk ediyorlar. Bir süre sonra farklı nedenlerden ya da bir şekilde emin olamadıklarından dolayı tekrar geri dönüyorlar İslâm’a fakat bu kez, hayatlarını iyiden iyiye incelemeye alıyorlar ve yaşamlarında karşılaştıkları her şeyi, kendi içlerindeki adalet tartılarıyla tartmaya başlıyorlar çünkü ters giden bir şeyler var. İyi bir insan olmaya ve yaşadıkları hayata, çevrelerine, yaptıkları işlere en iyisini katmak için çaba sarf etmelerine ve sürekli olarak dua etmelerine karşın, işler yolunda gitmiyor ve bitmek tükenmek bilmeyen  sıkıntılarla boğuşuyorlar. Bu Müslümanların  bir süre sonra İslâm’ı anlamak, yorumlamak ya da inanmakla ilgili belirgin bir kalıp çıkıyor zihinlerinden “Eğer Allah diye bir Tanrı varsa ve bu Tanrı, bize anlatıldığı gibi adil ise kendisine ibadet eden ve dünya hayatında da iyi işler yapan kullarını sadece cennet hayatında değil, dünya hayatında da mükafatlandırmalı. Eğer  O Tanrı, kendisine sadık kalmamı ve ibadetimde, imanımda devam etmemi istiyorsa, bunca yaptığım iyilik, gösterdiğim sabır, katlandığım sıkıntı ve yaptığım ibadetler karşısında bana karşılığını şu dünya hayatında göstertmeli, bekliyorum. Bu dünyada didiş, uğraş, sıkıntı çek, ödülünü hiç görmediğin öte tarafta al, yok öyle yağma…”  Müslümanlar arasında bu şekilde düşünen  asi ruhlu inançlılar da var. Her ne kadar toplum içinde kendilerini pek belli etmemeye çalışsalar da bazen yaşanan haksızlıklar  karşısında “Allah görmüyor bizi, görsün diye duysun sesimizi diye daha ne yapmalı bilmem ki!” gibi sitemleri duymuşsunuzdur. Aslında bu sitemlerin derininde daha büyük haykırışlar vardır fakat sitemde bulunan kişi, ağzından çıkan cümleleri kontrol etmeye çalışır.

  • El için mi Allah için mi?
Aile ve toplum bağlarına önem veren insanlarız. Bunun doğal bir sonucu olarak dedikodu ve bir birini eleştirme  gibi yan etkiler kaçınılmazdır. Dünyanın her toplumunda da bir parça vardır diye düşünüyorum.  Dindar olduğum yıllarda, çevremdeki dindarların içindeki  El korkusunun, Allah korkusundan üstün olduğuna inanırdım.  18-20 yaşlarımda, başımı kapatmamla ilgili dini ısrarlardan sonra bakıyorlar ki bende çıt yok, aldırmıyorum, bu kez, “biz senin iyiliğin için söylüyoruz, o başını kapatmazsan kimse seni oğluna almaz, evde kalırsın”, çıktı mı ipin alt ucu? Cuma namazına gitmek istemeyen erkekler olur. Gitmek zorundalar çünkü “falanca cumaya bile gelmiyor” denebilir. Bir çok küçük yerleşim yerinde Ramazan ayı gelince bayanların camiye teravihe gitme modası çıktı. Gitmeyenler dedikodu konusu olur. “Niye gelmiyorsun?, Tamam dini bir zorunluluk değil de gelsen ne olacak sanki? Ne kaybedeceksin?, Biz gidiyoruz bak, çok güzel şeyler öğreniyoruz, hem sevap kazanacaksın!”. “Üffffff, gidiym bari, elin çenesine düşmekten iyidir.”  Dini toplantılar yapılır. Bu toplantılar sırasında, gündelik hayatında,  saat başı bile Allah adını anmayan kimseler, her on dakikada bir “Allah, çok şükür, Allah’ım büyüksün, La ilahe illallah!...”  lar kırıla gider. Allah’a gönülden inanan ama gündelik hayatında namaz kılmadığını bildiğim  kadınların, bu dini toplantılar sırasında, öğlen ezanı okunurken hemen yerinden fırlayıp seccadeyi alıp da herkesten önce kıbleye doğru serip namaz kılanlarını  çok gördüm.  İnanç var fakat hangisine daha çok önem verilir? Allah biliyor kısmı mı daha önemli yoksa Elalem bilmeli, görmeli kısmı mı daha önemli?   Müslümanlar da bu tür durumlardan ve bu türlü davranışlardan çok yakınırlar fakat “Din” denilen şey zaten bu davranışın nedenidir. Dini ortadan kaldırdığınız zaman zaten insanlar bir birlerinin manevi Tanrılarına nasıl ibadet ettikleri ya da o manevi Tanrının isteklerini nasıl yerine getirdikleri ile ilgilenmezler. İlgilenecekleri şey direkt olarak Atasözümüzün de belirttiği gibi “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”. Şöyle de söyleyebiliriz “Ayinesi iştir kişinin ibadetine, şekline şemaline bakılmaz”. Keşke insanlar bir birlerini yargılayıp eleştirirken “Namazını kılar mı? Allah adı anılınca derlenip toplanıp saygılı oturur mu? Orucunu tutar mı?, Elhamı bilir mi?...” gibi ibadet şekillerine odaklanmak yerine “Çevrenin güzelleştirilmesi için ne yapar?, Fidan dikme çalışmasına katılıyor mu?, Kadınları koruma derneğine katkısı var mı?...” gibi sorular ve meraklar gündeme gelse. En azından hayatın güzelleştirilmesi ve iyileştirilmesi aşamasında faydası olurdu. Sonuç olarak Din inancının içinde, Din inancının sosyal yaşama etkisinin sonucu olarak insanlar ve özellikle de dindar kesim  bir birilerinin ilgisini ve dikkatini, toplumun ortak çıkarlarından çok manevi inançlarının görsellerine odaklıyorlar.

  • Hz Muhammed, iyi kalpli bir medyum idi
Bu kimselere Müslüman demek yanlış olur. Aslında Müslümanlığın dinsizliğe doğru giden adımları da diyebiliriz. Bu kimseler, Allah olarak bilinen Tanrı’nın, hiçbir insana ya da seçtiği bir Peygambere vahiy göndermeyeceğine inanırlar.  Fakat bazı insanların hissiyatlarının ve manevi yönlerinin çok güçlü olduğuna ve bu yönleri dolayısıyla tıpkı psişik güçleri olan kişiler veya bazı medyumlar gibi kâinatın manevi güçleri ile veya şahsi çalışmaları, meditasyonları sırasında direkt olarak Tanrı ile iletişim kurabileceklerini ve Tanrının kendilerine indirdiği bilgiyi değil de Peygamber olarak tanınan kişinin kendi çabası ile  ihtiyaç duyduğu konu hakkındaki İlâhi bilgiyi Tanrı katından özel bir çalışma yolu ile ilham şeklinde aldığına inanırlar. Bu kişilerin görüşlerine göre bazı Peygamberlerin de soy ağacının aynı olması, bu genetik psişik yeteneğin bu şekilde sonraki kuşaklara iletildiğinin bir göstergesidir. Buna inanan kimseler için Kur’an’daki çelişkilerin  izahı çok basittir. “Kur’an’ı aslında Tanrı göndermemiştir. Muhammed Peygamber, manevi yönünün gücü ve psişik yeteneklerinin bir sonucu ve özel çalışmaları nedeni ile bazı konular hakkında ilâhi kattan bilgi almak istemiştir ve psişik olarak Tanrı katına ilettiği bu isteğine karşılık, beklediği bilgiler kendisine Tanrı tarafından  ilhâm edilmiştir fakat bu bilgiler ya da ayetler, insanların Tanrı tarafından uyulmasını emrettiği bilgiler değildir. Bir çoğu, insanların iyiliği için Tanrı katından bir bilgi olarak gönderilmiş fakat Muhammed Peygamber, o bilgileri, dini bir kitaba dönüştürmek ve kendi çevresine kabul ettirmek için üzerinde değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler o zamanın şartlarına göre gerekli idi. Aslında Muhammed Peygamber çok iyi ve eşsiz bir insan idi. Elinden gelenin en iyisini yaptı. Onun iyi bir insan olduğuna inanıyorum fakat Kur’an, her ne kadar Tanrı katından özel isteklerle  inen bazı bilgilerden oluşmuşsa da bu bilgiler, bizim  Kur’an denilen  Eski Araplara özel düzenlenmiş kitaba  inanmamızı ve uymamızı gerektirmez”.  Bu türlü düşünen ve bu mantığa inanan bir kısım insan var  ve dahası, kendisini tam bir Müslüman olarak tarif etmesine ve görmesine karşın, “Hz Muhammed’e vahiy nasıl inmiş olabilir?”, “Allah ile nasıl bir diyalog yaşandı?” gibi sorulara çok daha detaylı cevap almak isteyen ve bu konuda gereğinden fazla kafa patlatan kişilerin  inançları bu konu doğrultusunda az ya da çok evrim değiştirmeye başlıyor. Çünkü bir insanın “Bana Tanrıdan vahiy geliyor” demesi, hakikaten üzerinde çok düşünülmesi ve emin olmak için çok kafa patlatılması gereken bir durumdur. Bu şüphe bir çok Müslüman’ın içinde belli ya da belirsiz bir miktar bulunur. “Ya vahiy inmedi ise. Ya Muhammed Peygamber, kendisini bazı konularda şartlandırıp ilham edindiği bilgileri, Allah katından geldi diye algıladıysa…” gibi sorular, Müslümanların beynini kemiren kurtçuk gibidir. Sorgulamayı yapan söz konusu Müslüman, bu durumla baş edemez. Zaten kafasında, hoş olmayan ve İnsanlığa aykırı Kur’an ayetleri vardır ve o ayetlerin mantıklı bir izahı yoktur. Bir de üstüne “Muhammed’e gerçekten vahiy inmiş olabilir mi?” sorusunun olumsuz cevabı baskın olursa, kişi, çocukluğundan beri çok sevdirilmiş olduğu Peygamberini ve Allah’ı birden bire silemez ve sonuçta böyle bir yol bulur.  O inanç yolu da şudur: “Hz Muhammed  çok iyi bir insandı, Tanrı’ya Allah diye hitap ediyordu ve kendisine ilham edilen bilgiler Tanrı katından geliyordu fakat o bilgiler bizim için değildi, o dönem insanlarına gönderildi.