HABERLER
Dini Haber

KUR'AN'DA GENİŞLEYEN EVREN VE BÜYÜK PATLAMA (!)

Hazırlayan: A.Kara


KUR'AN EVRENİN GENİŞLEMESİNİ ve BÜYÜK PATLAMAYI ANLATIYOR MU?


Bu makalede Büyük Patlama'nın Kur'an'da yer aldığını iddiasına cevap vereceğim. Fakat önce bir uyarı:
Bazı arkadaşlar "bize ne Adnan Oktar'dan" yada "vere vere onun mealini mi örnek veriyorsun, o zaten sahtekar vs." diyebilir. Öncelikli olarak onun mealini veriyorum çünkü genişleyen evren, big bang gibi iddiaları ortaya atıp hakkında ingilizce kitaplar yazan ilk oryantalist odur. Daha sonra birçok meale bu adamın dansözlüğü adapte edilmiş, aynı anlam kıvırmalarına günümüzdeki birçok hoca da başvurmuştur. Yani Adnan dışında şuan onlarca mealde aynı anlam dansözlükleri devam etmektedir. Dolayısı ile bunun mimarı olan Adnan'dan söz etmem ve sonrasında diğer mealler ile kıyaslamam oldukça normaldir. Lütfen makaleyi buna göre okuyunuz.

MÜSLÜMANLARIN İDDİALARI

Kedicik sahibi Adnan Oktar'ın konuyla ilgili iddiaları şu yöndedir:

Evrenin genişlemesi, onun bir hiçlikten yaratıldığının en büyük ispatıdır. Bu, bilim tarafından 20. yüzyıla kadar keşfedilmemiş olmasına rağmen, Allah bize 1.400 yıl önce Kur'an'da bu gerçeği bildirdi:
Zariyat suresi 47.ayet: Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.

Büyük Patlama'nın modern zamanda keşfedilmesinden 14 yüzyıl önce Kuran'da ortaya çıkan bir başka önemli husus yaratıldığı ilk sırada evrenin çok küçük bir hacim işgal ettiği yönündedir:
Enbiya suresi 30.ayet: İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?
(Eve lem yerâ-lleżîne keferû enne-ssemâvâti vel-arda kânetâ ratkan fefetaknâhumâ(s) vece’alnâ mine-lmâ-i kulle şey-in hayy(in)(s) efelâ yu/minûn(e))

Bu mealde çok önemli bir kelime seçimi var. 'Bitişik' olarak çevrilmiş olan "ratk" kelimesinin Arapça sözlüklerde 'her biri karışmış, harmanlanmış' anlamına geldiği yazar. Yani bir bütünü oluşturan iki farklı maddeye atıfta bulunmak için kullanılır. "Ayırdığımızı" ifadesinin Arapça'daki fiili 'fatk'dır ve bir binayı yada yapıyı parçalayarak veya yok ederek ortaya çıktığını ima eder. Bir tohumun topraktan filizlenmesi bu fiilin uygulandığı eylemlerden biridir.

ANALİZ

Dikkate alınması gereken ilk önemli nokta Kur'an'daki ifadelerin çarpıtılmadan gerçek anlamları ile dürüstçe sunulup sunulmadığıdır.
Örneğin Zariyat suresi 47.ayetin Diyanet meali şöyledir:
Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.
(Ve-ssemâe beneynâhâ bi-eydin ve-innâ lemûsi’ûn)
Fakat Harun Yahya adıyla bildiğimiz kediciklerin efendisi aynı ayeti:
“Evreni (Yaratıcı) gücümüzle inşa eden Biziz, ve aslında onu sürekli genişleten Biziz” diye çevirmiş.

Ayetin bu çevirisi sizce adil mi, dürüst mü? Tabi ki de değil..

Diyanet mealine ek olarak bir iki farklı kaynağın daha ilgili ayeti nasıl çevirdiğine bakalım:
Elmalılı Hamdi Yazır meali: Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sahibiyiz.
Süleyman Ateş meali: Göğü sağlam yaptık, biz genişleticiyiz (kudretimiz geniştir, göğü öyle genişleten biziz).

Bunlardan hiçbiri evrenin sürekli genişlemesi fikrini içermiyor. "Biz inşa ettik" (بَنَيْنَاهَا, beneynâhâ) tamamlanmış geçmiş zaman fiilidir. İlgili ayetler evrenin aksine doğrudan doğruya dünyayı ve gökleri anlatmaktadır, bunu hemen arkasından gelen ayetlerden anlamakta mümkün:

Zariyat suresi 48.ayet:
وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ
"Yeri de biz döşedik; dolayısıyla güzel de yaptık!"
(Vel-arda feraşnâhâ feni’me-lmâhidûn)

Gökyüzünün ve yerin ikiciliği Kur'an'da tekrar eden bir temadır ve eski Araplar için ikisi birlikte tüm evren olarak kabul edilirdi ve çoğu Arap şiirinde genellikle birisine atıfta bulunulduğunda diğerinin onunla birlikte anıldığı, tekrarlandığı açıkça görülür.

48. ayetteki el mâhidûn الْمَهِدُونَ (yayıcılar) kelimesi, mehede مهد kökünden gelir; ki bu da düz, pürüzsüz bir yatağı yaymak anlamına gelir. Ayrıca bu ad kökten gelen ve yatak hatta genişlik anlamına gelen mehden (مَهْدًا) kelimesi eylemin geçmiş zamanda yapıldığını ifade eder ve bunun kullanımı dünyanın yaratılması hakkında diğer ayetlerde de görmekteyiz. Yani bu ayetlerdeki ifade devam eden bir süreçten ziyade geçmişte gerçekleşmiş, olmuş-bitmiş olayları ifade eder.

Kur'ân'ın kozmolojisi yayılmış vaziyetteki 7 katlı dünya ile (7 kat cennet) ve onun etrafında bulunan yıldızlar, gezegenler, güneş ve ay ile tamamen yer merkezlidir.

Fakat Adnan Oktar 47.ayetteki kelimenin anlamını Kur'an'ı bilime uydurma çabası ile kasten, insanları aldatmak amacı ile üç şekilde değiştirdi.

Oktar ilgili ayeti kavramsal olarak gerçekte olduğundan daha sofistike hale getirme, ikinci ve daha önemli çarpıklığı için daha güçlü bir temel sağlama çabası ile kasıtlı olarak "gökleri" "evren" olarak yanlış tercüme etmiştir.

Adnan Bey sadece "geniş oda veya genişlik sağlayıcı" anlamına gelen Arapça 'mûsi’ûn' kelimesini almakla kalmaz [3] aynı zamanda onu "genişleyen" anlamına gelen bir fiile çevirir. Tamamen gereksiz ve fazla sayıda zarf kullanımı ile aslında orada olmayan ek fikirleri Kuran'a eklemeye çalışır. Bu üç yöntemle bu ayetin anlamını Allah'ın gökyüzünü yaratmasının basit bir tanımından, Kur'an'da zerre bulunmayan Hubble'ın genişleyen evreninin bilimsel bir ifadesine dönüştürdü.

Maalesef aynı taktiği kullanarak insanları kandırıp dinde tutmaya çalışan başkaları da yok değil.

Oktar’ın Enbiya suresi 30.ayeti suistimal ederek çarpıtması en azından orjinal tercümesine daha sadık olmasına rağmen Zariyat suresi 47.ayetini kasıtlı olarak bozmasından daha meşru değildir. Yani çarpıtma için kullandığı birincil araç ayetleri tek başına ele alarak tamamen bağlam dışına çıkarma ve böylece gerçek anlamını gizlemektir.

Enbiya suresi 30.ayet (Oktar meali): O inkar edenler görmüyorlar mı ki,(başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?

Sonraki iki ayeti çeviriye dahil etmediğinde bu ayetin anlamı iddiası için ne kadar uygun görünüyor değil mi? İlgili ayete, devamındaki ayetler ile birlikte bakalım:

Diyanet meali:
30) İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?
31) Yeryüzüne onları sarsmasın diye sağlam dağlar yerleştirdik; kolayca yollarını bulabilsinler diye orada vadiler, yollar açtık.
32) Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün işaretlerine sırt çevirmektedirler.

Şimdi ayeti asıl bağlamına geri döndürdüğümüze göre bir dakikanızı ayırarak Oktar’ın iddiasını Kur'an’ın gerçekte tanımladığı şeyle karşılaştıralım. İlgili ayette “yaratıldığında evrenin çok küçük bir hacim işgal ettiği” bilimsel gerçeğinin bir tanımı olduğunu iddia ediyor. Fakat esasen bu ayette herhangi bir anlamda hacme atıfta bulunulduğu şeklinde yorumlanabilecek hiçbir açıklama yoktur.

Fakat daha da önemlisi Oktar ve bazı İslamcılar burada açıklanan göklerin ve yerin “ayrılmasının” “Büyük Patlama” yada evrenin ilkel yaratılışı için bir atıf olduğunu iddia ediyor. Eğer durum böyleyse o zaman burada sözü edilen “yer” Dünya gezegenine atıfta bulunamaz çünkü yaratılışının tarif edildiği olaydan milyarlarca yıl sonra hala yaratılıyor olacaktı.

Başka bir deyişle Yahya ve birçok İslamcı buradaki “yer”in Dünya gezegeni değil “madde” anlamına geldiğini ima ediyor.

Fakat bir sonraki ayet bunun doğru olamayacağını kanıtlıyor. Çünkü bir sonraki ayette Allah aynı “yer”in üzerine dağları, vadileri ve yolları koyuyor. Bu ayetteki “yeryüzü” Dünya gezegeninden başka bir şeyi ifade ediyorsa bu nasıl olabilir? Bundan bir sonraki ayet gökyüzünü “gölgelik” veya “çatı” olarak tanımladığına ve ayetlerde yerden bahsedildiğine göre anlatılan şeyi madde olarak çarpıtmak ve “büyük patlama” nın tanımı olduğu fikrini ortaya atmak tamamen mantıksız ve imkansız bir hal alır.

Bu ayetler tam olarak göründükleri şeydir, çarpıtarak bilime uydurmaya çalışmak boşadır. İlgili ayetler Allah’ın Dünya gezegenini ve onun üstündeki gökleri yaratmasının bir tanımıdır, kesinlikle modern bilimde anlatılan evrenin yaratılmasının bir tanımı değildir.

Aslında göklerin ve yerin bir zamanlar Tanrıların ve Tanrıçaların etkinliği ile birleştirildiği ve ayrıldığı fikri Orta Doğu paganları arasında oldukça yaygındı. Örneğin Mısırlılar arasında dünyanın gökten ayrılması yeryüzü tanrısı Geb'in, karısı ve kız kardeşi olan gökyüzü tanrıçası Nut'tan istemsiz olarak ayrılması sonucu gerçekleşiyordu. Tıpkı Gılgamış Destanı'nda gök tanrısı An'ın (Anu) yer tanrıçası olan Ki'den ayrılması sonucu “gök ile yeryüzünün ayrıldığı” anlatımı gibi. Pagan referanslarının çoğu Kur'ân'da ve diğer semavi kitaplarda yazanlarla hemen hemen aynı anlatıma sahiptir. Çünkü Tanrı kelamı olduğu iddia edilen bu dinler dönemin pagan inancının devamından başka bir şey değildirler.

Kuran'da "Büyük Patlama" nın tanımlandığı iddiasının hatalı olduğunu ifade etmeye çalıştım. Aslında Kur'an “büyük patlama” konusundan tamamen habersizdir çünkü Dünya gezegeninin oluşumundan önce var olan gezegenlerden veya dışa doğru sonsuz uzaya uzanan bir evrenin farkındalığından yoksundur. Gökadaları, gökada kümelerini, kuasarları ve pulsarları ya da her şeyi bilen bir Allah tarafından kolayca söylenebilecek diğer şeyleri anlamıyor ve bize tartışmaya yer bırakmadı.

DİNİ BASKILAR, İSTANBUL'DAKİ YURDA YERLEŞTİRİLME VE SONRASI

Dinden çıkış hikayesi, Dine inanmamak, İslamı terk etme nedenleri, İslamiyetten ayrılan kişilerin hikayeleri, Neden İslam'ı terk ettim?, sizden gelenler, Din yurtları,

DİNİ BASKILAR, İSTANBUL'DAKİ YURDA YERLEŞTİRİLME VE SONRASI
(Takipçilerimden Orhan K.'nın İslam'ı Terk Süreci ve Yaşadıkları)

Ülkemizde herkes dindar bir aileden gelir iyi veya kötü. Ama kimileri daha koyu Müslüman  olan, kimileri ise daha modern bir ailede doğarlar ve büyürler. Benimki ise koyu denilecek bir Müslüman aileydi. Etkileri hala hafızamdan silinmeyen, Dünya yaşamına dini inanç çerçevesinden bakan bir ailede yetiştim ve büyütüldüm. Ama bilmiyordu ki ailem benim aşırı merak ve soru sorma içgüdülerimin bir gün gelip gelişip büyüyeceğini…

İslam dininden ayrılma sürecimi dönemlere ayıracak olursak çocukluk, gençlik ve olgunluk çağı olarak 3 döneme ayırabiliriz. Çocukluk dönemimde yani 20'li yaşlarıma kadar diyelim koyu bir Müslümandım.  Ailemde 5 vakit namazımı kılmayan yok gibiydi. Ben ise kılardım ama aklımda hep aynı soru olurdu. Zaten bu soru olmasa dinden ayrılma sürecim gerçekleşmezdi. Neden Allah denilen varlık insanlığa gönderdiği bilgileri tekrar kendine okumamızı isteyebilirdi. Hem de başka bir dilde Arapça olarak. Ailem hep baskı kurardı üzerimde namazlarını geçirme oğlum bak cehennemde yanarsın kaynar sular içirirler bak haaa diye sürekli korkutma süreçleri yaşadım. Babamın her zaman sorguya çeker gibi namazını kıldın mı üsteleyişinde bende ‘’ kılmadım sen ne yapacaksın benim namazımı beraber mi yanacağız cehennemde ‘’ diye isyan ederdim. Ama haklıydım madem teker teker sorguya çekilecektik nefsi müdafaamı ben yapardım. Ulen nelere inanmışız yaaa…

Derken ilkokul süreci ve ardından ortaokula kayıt yaptırılmam gerekiyordu. Bilin bakalım hangi ortaokula kayıt oldum tabi ki de imam hatip lisesi ne. Hiç şaşmaz dini bir aileden dini bir okula tabiki de. Babamın beni "oğlum bak hem orada karatede öğretiyorlarmış" (bizim zamanımızda baya meşhurdu Jackie  Chan, Bruce lee vb. filmler) cümlesi hala kulaklarımdadır. İnanmıştım bende saf gibi. Yakışır mıydı inançlı birisine yalan söylemek hem de insanın kendi babasının. Ama sorun yok çünkü tövbe kapısı hep açıktı onlara göre. İlk golü orada yemiştim.

3 yıl süren imam hatip yıllarımdan sonra ailemin dini baskısı artarak devam ediyordu. Doğru onlara göre cehennemde yanmamalıydım. Bunun için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Onlar baskı yaptıkça ben daha çok soğuyordum bu dinden.

Birkaç zaman sonra babamın bana bir teklifle gelmesi beni çok şaşırtmıştı. Tam da benim o gün için aradığım bir teklifti diyebilirim. Bunalmıştım yaşadığım evden. Başka bir şehir de yani İstanbul'da Kur'an kursunda yatılı olarak ikamet edilebilecek bir yerde dini eğitim görmem isteniyordu. Uzun bir düşünme arasından sonra kabul ettim. Baskıdan biraz olsun kurtulacaktım. Ama bir karar vermek zorundaydım. Gideceğim yer İslam dinin A’dan  Z’ye öğretileceği ve yaşatılacağı bir yerdi. Bir açıdan da evden uzaklaşma daha doğrusu kaçma fikri beni tetikliyordu. Psikolojimin nasıl olduğun varın siz düşünün. Baskılardan dolayı evinden kaçmak, rahat nefes alabileceği bir alanının olması. Tüm bunlar toplanınca siz ne yaparsınız…

Ne dinmiş be arkadaş. Her neyse şimdi ki durağım İstanbul yıl 1997 yaşım ise 15. İrticanın patladığı yıllar 28 şubat dönemini bizzat yaşayarak gördüğüm yıllar. Başımıza gelmeyen kalmadı tepemizden helikopterlerin, kapımızdan polislerin eksik olmadığı yıllardı. Uzun uzun girmek istemiyorum konulara  işte aksiyon ve macera dolu yıllardı. Benim içinse Ku'ran kursu dışında özgür yaşadığım yıllar. 1 yılım bu şekilde geldi geçti. 1 yıl sonra yine döndüm baba ocağına. Kapanmıştı o irtica yuvası. Ama bende derin izler bırakarak…

Ve lise yıllarım başlamıştı. Normal olarak yaşadığım dönemler. Döndüğüm de sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Yürüyüşüm bile bir değişmişti, unutmuştum. Çok garip değil mi. Size garip gelebilir ama öyleydi işte.  Hem unutmak istediğim hem de unutamadığım yıllar. Yazarken bile zorlandığım anılarımın tazelendiği yıllar. Düşünüyorum da çok kasvetli ve ağır bir süreç yaşamışım.

Soru sorma ve çok yoğun düşünme yıllarımdan sonra yaşım olmuştu 34. Yani olgunluk çağlarıma gelmiştim. Para ve gelecek yönünden iyi ama, iş stresi olarak yüksek düzeyde bir mesleğe başlamıştım. Yavaş yavaş dinden  uyanma, farkına varma, şaşırma, sürekli beyin fırtınalarının yaşandığı  kopma noktalarına doğru ilerliyordum  bu dönemlerde. Çünkü bu dönemleri yaşamama sebep olan en önemli kaynaklara ulaşmaya başlamıştım. Yani kitaplara. Kişisel gelişim kitaplarıyla başlamıştım. Erdal Demirkıran  kitapları özellikle  benim düşünce dünyamı değiştirmişti. Aradığım soruların cevaplarına bir bir ulaşıyordum kitaplar yoluyla.

Bu dönemimde böyle  4-5 yıl kadar sürdü. Daha sonraki süreçlerde kitaplardan arta kalan zamanlarımda artık internetin de yardımıyla daha çok bilgi ve video olarak izleyebileceğim bilgilere de ulaşabiliyordum. Youtube  dünyasına  giriş yapmıştım. Herkes eğlence film müzikle vakit geçirirken ben nerede esrarengiz, tarihi olaylar, beyin geliştirici yayınlar varsa onlarla ilgileniyordum.  Beynim hiç olmadığı kadar açılmıştı. Adeta düşünce dünyamın nirvanasındaydım.  Artık ben eski ben değildim. Bunu sadece ben değil arkadaşlarımda söylüyordu. Hatta içimde gizli bir kibir bile oluşmaya başlamıştı. Ne oluyordu bana. Bilmek mi iyiydi bilmemek mi bunu da bilememiştim.

Bundan 1yıl kadar önce tamda bu zamanlar yaklaşıyordum biliyorum. Artık emin olmaya başlamıştım ama yine de başıma bir şey gelirse diye korkuyordum. Yine korku çıktı karşıma. Ama dedim ya emin olmalıydım artık. Ya herru ya merru. Kendim kendime karşı gelmeliydim.  Yalnızlaşacağımın farkındaydım. Ama ne olursa olsun gerçekleri öğrenmeliydim.

Youtube da gezinirken sürekli biri çıkıyordu karşıma Yakup Deniz diye biri. Ama ben hep "bu kim ya" falan diyordum, farklı başlıklar altında ara ara videolar çıkarıyordu. En sonunda dayanamadım kendimi toparladım açtım videoyu. Adam dosdoğru konuşuyor kafadan attığı hiçbir şey yoktu. Ondan sonra sırasıyla Gig Tv, Kütüphane Görevlisi, sizin kanalınız Din ve Mitoloji. Ne kadar aykırı site varsa hepsine bir hışımla dalıp dalıp çıkıyordum. Biz nelere inanıyorduk böyle…

İlla bir şeye inanacaksak bilime inanmalıydık. Evrime inanmalıydık. Hayvanlar arasında akrabalık olduğuna inanıyorduk ama sıra bize geldiğinde kendimizi üstün bir varlık zannediyorduk. Maymundan gelmediğimiz belliydi ama ortak atadan geliyorduk. Tüm veriler bu yöndeydi. Belge varsa inançta olmalıydı. Gerçeklerle yüzleşmeliydik. Bu dünyada rahat yaşayan biri neden hiç bilmediği bir hayali alemin uydurmalarıyla vakit harcasın ki. Biz deneme tahtası mıydık ki tanrı için. Artık emindim dinlerle ilgili anlatılan her şeyden. Hepsi koskoca bir yalandı. Zaten aklı olan bir insan bunlara inanamazdı. Baktım ki ben aslımı bulmuştum. Kurtulmuştum, özgürleşmiştim, arınmıştım bu dinden ve tüm diğer dinlerden. Yalnız olmadığım farkına vardım. Şimdi neye mi inanıyorum? Evrime ve evrenin enerjisine. İspatlanabilirlik derecesine göre her şeye.

Yolunu kaybetmişlere yol gösterdiğiniz için sizlere  ve bu yolda emek harcayanlara teşekkürlerimi sunuyorum. Sağlıcakla kalın. Ne Mutlu Türküm diyene…

SİZDEN GELENLER | Yazan: Orhan K.

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

CEMAAT YURDU ABLALARINDAN 'FARKINDALIĞA' UZANAN SÜREÇ

Din baskısı, Dinden çıkış, Dinden çıkış hikayesi, İslamı terk etme nedenleri, İslamiyetten ayrılan kişilerin hikayeleri, sizden gelenler, Cemaat yurtları, Yurt ablaları, Tarikat yurtları,

CEMAAT YURDU ABLALARINDAN 'FARKINDALIĞA' UZANAN SÜREÇ
(Takipçilerimden Sadece İnsan'ın İslam'ı Terk Süreci)


Merhaba 22 yaşındayım ve Müslüman bir aile ve çevrede büyüdüm. Ne kadar Müslüman oldukları konusu ise çevremdeki kimse bence tam olarak inandıklarını zannettikleri dini yaşamıyorlar. Tesettürlüyüm ancak kafamın içi tesettürlü değil.

İlkokul dönemimde her yaz kuran kurslarına gittim ve severek yapıyordum, hem eğlendiğimi hemde öğrendiğimi düşündüm her zaman, yazları benim için kuran kursuna gideceğim eğlencesiyle doluydu, orada hep mutluydum kuran okuma konusunda da epey başarılı bir öğrenciydim, ortaokul ve lisede farklı cemaatlerin farklı birçok ortamında bulundum sohbetlere katıldım yine yaz ve kış tatillerinde yatılı kamplarına gidiyordum hem arkadaşlarımla vakit geçiriyor hemde öğreniyordum, öğreticilerim tarafından hep sevilirdim, yarışmalara katılır geziler yapar sohbetler ederdik. Zaten öğreticilerim her zaman iyi insanlardı, baskı veya şiddet hiç görmedim, ablalar evinde ablalarımı hep çok severdim, onları örnek alırdım. Tabi büyüdükçe kandırılışlarımı fark ettim.

Bir keresinde kandildi, hep beraber salavat getirmemiz gerektiğini sonra peygamberimizin yanımıza geleceğini söylediler, ışıklar kapatıldı, el ele tutuşup salavatlar getirmeye başladık, heyecanla bekliyordum acaba gerçekten gelecek miydi? Sonra gül kokusu duyduk, inanmıştım gerçek olduğuna, çocuktum doğru zannediyordum, tabi şimdi anlıyorum gül suyu döküldüğünü..

O kadar saf bir bekleyiş içindeydim ki her gece yatmadan önce peygamberi rüyamda görmek için ağlayarak dua ederdim.. Ortaokul son sınıfa geldiğimde ise başörtüsüyle tanıştım ve asla zorla kapanmadım. Ailem sadece fikirlerini anlatarak  seçimimde özgür olduğumu, nasıl istersem öyle yapmamı söylediler ve bende 15'li yaşlarda kapandım. Halimden gayet memnundum, hiç bir zaman zor gelmedi ki o zamanlar türbanlı giyim konusunda bu kadar rahat kıyafet bulunamıyordu.

Namazlarımı kılar tüm oruçlarımı tutardım, babam oruçlarımın hepsini tuttuğum için ödüller alırdı, tabii yine cemaatin ablalar evine gitmeye devam ediyordum. Ortaokul dönemimde birkaç kez kuran meali okumaya başladım ancak her seferinde anlayamadığım için ileri zamanlara ertelemiştim. Ortaokul bitti derken sırf başörtüsü için İmam Hatip'e gittim. Lise dönemim çok kötü geçti, ailevi konularda çok sıkıntılar yaşadım, asla ders çalışmazdım, üniversite içinde bir çabam yoktu, çok dağılmıştım yinede Kur'an derslerim hep yüksek gelirdi küçüklükten beri aldığım eğitimler sonucunda Arapça Kur'an okuma konusunda çok başarılıydım.

Cemaat sorunları çıktığı için babam yasaklamıştı ablalara gitmemi, kendi kendime oradaki ablalarımın iyi insanlar olduğunu düşünerek babama sinirlenmiştim. Lisede hadis dersimize giren öğretmeni hatırlıyorum, bir tek o kadın bize çelişkili sorular soruyordu ama kimse bir cevaba varamıyordu. Sorduğu kafa karıştırıcı konular aklıma takılıyordu ama üstünde durmadan geçtim çünkü ailevi olarak sürekli saçma şeylerle uğraşıyordum. Sonra üniversite sınavına girdim ve şehir dışında bir okulu kazandım. Yurda yerleştim.

Yurttan bir arkadaşımla sohbet ederken hadislerin hatalarla dolu olduğunu aslında Allah'ın emri olmayan şeyleri hadislerle onun emri gibi yapmamızdan bahsetti. İlk tokadı oradan yemiştim. Kendime gelme tokadıydı. Oturup düşündüğümde gittiğim kursların hepsinde tek öğrendiğim hadisler, sünnetler ve Kur'an'ın Arapçasıydı.

O tokattan sonra hadisleri araştırmaya başladım ve gelenekler üzerine gelişen durumları fark ettim. Hadislerle gerçekleştirdiğimiz birçok şeyin Kur'an'da olmadığını gördüm. Kadınlara yapılan haksızlıkları gördüm, adet gördüğüm için namaz kılamamam ve oruç tutamamam saçma gelmeye başlamıştı. Yıllarca benim öğrendiğim, yaşadığım, çevremde gördüğüm, çevremdeki herkesin inanıp yaptığı kuralların aslında geleneksel olduğuna inanmaya başlamıştım. Farz olmayan kurallarla dinimi zorlaştırdığımı düşünüyordum. İlk anneme durumu söyledim ve sonra babama. İkisi de ilk başta bana cevaplar vermeye çalıştı sonra işin içinden çıkamadılar ve Kur'an'da yazanın en doğrusu olacağını düşünerek karşı gelmediler (ikisi de bir kere olsun Kur'an meali bitirmemiş insanlardır).

Hadisleri artık reddediyordum, Kur'an'ı savunan biri olmuştum. Bir yıl kadar geçti öyle, zaten namaz kılmayalı yıllar olmuştu sadece bir sorgulama dönemine girerek araştırmalar yapıyordum fiili olarak hiçbirini gerçekleştirmiyordum. Sonra savunduğum Kur'an ne kadar doğru diye sorular oluşmaya başladı kafamda. Neden değiştirilmiş olmasın veya ne kadar emin olabilirdim ki Allah'tan geldiğine dedim ve Kur'an'ı araştırmaya başladım. Sonra Kur'an'daki çelişkili olaylara, ayetlere, bilime ters düşen konulara baktım. Oradan da diğer dinlere ve sonuç olarak yaratıcıyı sorgulamaya başladım. Ben burada doğmak istemedim, bu yaşamda, bu hayatta, bu ailede olmak istemedim. Neden beni buraya yolladı ki? Madem tek doğru din İslam dini neden İslam dinini yaşayan insanlar bu kadar kötü dedim, bunu sorunca "onlar geleneklerle yaşıyor, gerçek İslam'ı yaşamıyorlar" dediler. O zaman kimdi bu gerçek İslam'ı yaşayanlar? Araplar mı? Onlar mı Kur'an'ı en iyi şekilde anlayıp yaşayan topluluk? E onların da ne halde oldukları ortadaydı.

Evrensel olan Kur'an'da sadece Arap kültürüne ait bilgiler doluydu, madem bu kitap herkese inmişti hepimizin anlayacağı bir dilde inseydi dedim. Yüce olan Allah'ın buna gücü yok muydu? İşte böyle böyle yaratıcıya olan inancımı da kaybettim ve Müslümanların deyimiyle "isyan" ettim. Beni seven merhametli Allah hayatımda maruz kaldığım bunca kötülüğe izin veremezdi. Bunu görebilmek için Kur'an mealinin tamamını okumama gerek bile yoktu. Belli noktalara bakınca zaten her şey ortadaydı. Tefsirlere hiç bir zaman bakmadım çünkü bu Kur'an apaçık bir delilse onlar kadar ben de tek okuyuşta anlamalıydım. Ama nereden baksam elle tutulur bir şey göremedim.

Gerçekten düşünen, düşünmeyi seven, bu konularda ön yargısız bir yakınıma danıştım ve yüce merhametli Allah'ın tecavüz edilen bir bebeği nasıl sessiz kalarak izleyebileceğini sordum. İlk olarak kitlendi. Sonra düşündü ve ona da garip geldi. Araştırdığı çoğu yerde ''Vardır Allah'ın bir hikmeti'' sözüyle karşılaştı sonra Hızır'ın çocuğu öldürmesiyle ilgili ayeti okumuş (KEHF,80). Bana onu söyledi. Neymiş o çocuk ileride kötü bir insan olacağı için öldürülmüş, bunu hak etmiş. Buradan da "madem ne olacağımı biliyor beni neden sınava tabi tutuyor ki, zaten biliyor hangi yolu seçeceğimi" sorunu çıkıyor. Böyle düşünerek din konusunun tamamen bir saçmalıktan ibaret olduğuna vardım.

Şuan inandığım bir yaratıcı varsa bile bize anlatılan gibi bir şey değil. Bilmiyorum reenkarnasyon bile olabilir hiç bir fikrim yok. Zaten bu durum epey kafamı kurcalıyor. İlla bir kalıba gireceksem o da ben şuan insanım, benim için önemli olan insani görevlerimi yerine getirip doğru biri olup toplumsal kurallara uyup yaşamayı sürdürmeye çalışmak, kimseyi kırmamak, üzmemek, kötü şeyler yaşatmamak..

İnanın ne zarar gördüysem aşırı dinci insanlardan gördüm. Şimdi bir kesim de var "insanların davranışları ile İslam'ı ve Allah'ı sorgulama" der. Ben de sorarım onlara o insanları yaratan o kusurları veren sizin Allah'ınız ve madem bu din bu kadar doğru ardından giden insanlar neden bu kadar kötü???

Hiç bir dine mensup olmak istemiyorum sadece insan olmak, doğru bir insan olmak, çocuk yetiştireceksem doğru birini dünyaya katmak veya işimde çevremde başarılı olacaksam insanların kalbinde güzel duygular bırakmak istiyorum.

Başörtü konusuna gelincede artık gözümde türban tamamen bir simge, başka hiç bir anlam ifade etmiyor. Ama şuan giyimimden memnunum, bol ve örtülü giyinmek beni mutlu ediyor, kötü insanların bakışlarına maruz kalmamak beni rahat hissettiriyor. İlerleyen zamanlarda annemi veya babamı üzmeden başörtüsünü çıkartmak istiyorum evet ama bunu bir simge olduğu için çıkartacağım. Yoksa özgürlük anlayışım erkeklerin bakışlarını üstüme çekmekten geçmiyor. Bunu söylememin sebebi de baskıdan, başörtüyü zor görmemden veya namaza üşenmemden vb. sebeplerden dolayı dinden uzaklaştığımı düşünmemeleri içindir.

Bilmiyorum belkide toplum biraz daha bilinçlendiğinde her şey daha farklı olabilir. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Sadece İnsan

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

RUM SURESİ MUCİZESİ (!) 2

Yazan: Kirpi
K, Rum suresi, Kurandaki mucizeler, Kur'an mucizeleri, Kur'andaki çelişkiler, Rum suresi mucizesi, Dünyanın en alçak yeri, Lut gölü, Mariana çukuru, Büyük çukur, din, islamiyet,

RUM SURESİ MUCİZESİ (!) 2


Bundan önceki yazımda Rum suresi mucizesi yalanını ortaya çıkartmıştım fakat İslamcılar bayağı öfkelenmiş ve benim cümlelerim arasından sözde yanlışlar bularak sahte mucizelerini kurtarmaya çalışmışlar. Youtube'de bahsi geçen makalenin videosu altına şaşırılacak ve bir o kadar da komik yorumlar yapmışlar. Şimdi o yorumların bir kaçına cevap vererek genel İslamcı eleştirilerine cevap vermiş olacağım. İlk yorum şöyle:

Şah ve Mat kullanıcısı
Şimdi ben sana soruyorum Din ve Mitoloji. Diyorsun ki"Muhammed Rumların kazanmasını istediği için "Rum suresini" yazdı. Diyelim ki öyle olsun. Peki ya Rumlar kaybetseydi Muhammed çevresine ve kendine inananlara karşı yalancı duruma düşmüş olmaz mıydı? Neden böyle bir risk alsın ki?

Rumlar kaybetseydi bile bu Muhammed için önemli bir olay olmazdı. En kısa yoldan giderek bu ayeti neshederdi. Bunun örnekleri Kur'an'da zaten mevcut. Hemen bir örnek vereyim:

Enfal Suresi
65 Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler.
66  Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler.

Gördüğünüz gibi 65 ayette 1 Müslüman 10 kafire bedeldir diyor. Bunun üzerine Müslümanlar bir kişi nasıl 10 kişiyle savaşabilir diyorlar ve gaybı bilen Allah 65. ayeti neshederek 66. ayette yanlışını düzeltiyor. Böylece 1 Müslüman 2 kafire bedeldir diyor. Diyanet İşlerinin konuyla ilgili söylediğine bakalım:

Diyanet İşleri Başkanlığı Enfâl Suresi - 65-66 . Ayet Tefsiri
Tefsirlerde bire on savaşma yükümlülüğünün bire iki nisbetine indirilmesi konusunda Bedir Savaşı gibi bazı olaylara atıf yapılmış ve 66. âyetin bir öncekini neshettiğinden söz edilmiştir. İbn Abbas’ın bir yorumuna (Buhârî, “Tefsîr”, 8/6) dayanan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre (II, 877), Bedir dahil hiçbir zaman sahâbe bire on savaşmamıştır. Bu âyet bir olaya bağlı olmaksızın bir mümine, on düşmana karşı olsa da savaşmasını, bu şart içinde dahi savaştan kaçmamasını farz kılmış, sonra farz olma hükmü kaldırmıştır (savaştan kaçmanın hükmü için bk. 16. âyetin açıklaması). Kurtubî’nin şu açıklaması, İslâm âlimlerinin nesih anlayışları bakımından da ilgi çekicidir: “İbn Abbas’tan gelen rivayet bunun farz olduğunu gösteriyor. Sonra bunun müminlere ağır geldiği sabit olunca farz, bir kişinin iki kişi karşısında sebat etmesi yükümlülüğüne indirildi. Böylece müminlerin yükleri hafifletildi, yüz kişinin iki yüz kişi karşısında kaçmaması farz kılındı. Buna göre, yapılan bir hafifletmedir, nesih değildir ve bu anlayış güzeldir. Maamafih Kadı İbnü’tTayyib, ‘Bir hüküm tamamen ortadan kaldırılmasa bile aslında veya niteliklerinde bir değiştirme yapılmasına da nesih denebilir; çünkü bu takdirde ikincisi, birincinin aynı değildir’ demiştir” (VIII, 45).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 2, Sayfa: 707-708

Anlayacağınız gibi eğer Rumlar Ninova'da savaşı kaybetseydi bu defa da "onlar iyi savaşmadı, bu yüzden mağlup oldular" diyerek işin içinden çıkardı. Bu arkadaşın başka bir eleştirisine bakalım:

Şah ve Mat kullanıcısı
O zaman Din ve Mitoloji Kur'an'ın Allah'ın gönderdiği bir kitap olduğunu kabul ediyor bu videosunda. Dünyanın en alçak yerinin Lut gölü olduğunu kendisi söylüyor. O halde Muhammed bütün dünyayı gezip tespit mi yapmış? Sureyi o yazdıysa nereden biliyor Lut gölünün dünyanın en alçak yeri olduğunu?

Dünyanın en alçak yerinin Lut gölü olduğunu ifade ettiğimiz için bizim Kur'an'a inandığımızı iddia ediyor. İlk önce makalemde “Lut gölü dünyanın en alçak yeridir” diye bir ifade kullanmışım. Bu hem doğru hem de yanlış. Ayette en alçak yerde savaş yapıldı deniliyor fakat Lut Gölün'ün alçaklığı onun deniz tabanı kısmıdır. Lut Gölü'nün tabanında eskiden insanların yaşadığı düşünülüyordu. M.Ö 1800 yıllarda denizin oluşması sırasında Lut kavminin yaşadığı Sodom ve Gomore şehirlerinin sular altında kaldığı yönünde bir inanç ta mevcut. Rum ve Sasanilerin bu savaşı Sodom veyahut Gamorre şehirlerinden birinde olmadığı için (yani günümüz Ölü denizin tabanında) Kur'an'daki "en alçak yerde savaştılar" ifadesi yanlıştır. Zaten Kur'an'da dünyada en alçak yerde savaştılar diye bir ifade geçmiyor. Sadece en alçakta deniliyor. Bu alçak yerin Lut Gölü olduğunu söyleyen benim. Zira Rum ve Sasaniler Lut Gölü yakınlarında savaş yaptılar. Fakat alçaklık kavramı Lut Gölü'nün kendisi için geçerli, onun etrafı için değil. Kudüs'ün işgali ile sonuçlanan savaş Lut Gölü üzerinde yapılmadığı için Kur'an'ın en alçak diye tabir ettiği yerin burası olmadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla benim önceki yazımda anlatmak istediğim fakat yanlış ifade ettiğim düşüncem budur.

Bu arkadaş yazısının devamında  “O halde Muhammed bütün dünyayı gezip tespit mi yapmış? Sureyi o yazdıysa nereden biliyor Lut Gölü'nün dünyanın en alçak yeri olduğunu?” sorusunu sormuş. Aklı sıra benim Lut Gölü için kullandığım dünyanın en alçak yeri ifadesini bana karşı kullanarak Kur'an'dan bir sözde mucize yaratmak istiyor.
Güzel kardeşim ilk önce şunu söylemek gerekir ki dünyanın en alçak yeri Lut Gölü değildir. Oraya en alçak dememin nedenlerinden biri kendisi bir deniz olduğu halde deniz seviyesinden (0km) daha alçakta olmasıdır. Dünyanın suyla kaplı olan en alçak yeri ve dünya üzerinde bilinen en derin nokta Mariana çukurudur. Büyük Okyanus'ta, Guam Adası'nın güney batısında, Japonya ve Endonezya arasında, iki ülkeye de aşağı yukarı eşit uzaklıkta yer alır. Yapılan son ölçümlere göre en derin noktası yaklaşık 10.994 metredir [1]. Uzunluğu 2.542 kilometre, genişliği ise 69 kilometredir.  Eğer senin dediğin gibi Kur'an dünyanın en alçak yerini Lut Gölü olarak belirtmiş olsa bu yine bir mucize olmazdı zira dünyanın en derin yeri Mariana çukurudur.
Adım gibi eminim ki İslamcılar tüm bunları okurken Kur'an su altındaki en alçak yeri değil karadaki en alçak yeri demiş diye eleştirmeye başlayacaklar. Fakat yine yanılıyorsunuz. Karada en alçak yer Lut Gölü değil. Peki nerededir dünyanın kara üzerinde en alçak yeri?



Bentley Subglacial Trench (Büyük Çukur)

Bentley Subglacial [2], dünyanın yüzeyinde okyanus tarafından kapsanmayan en derin noktadır ve tamamen buzla kaplıdır. Büyük Çukur olarak da bilinen bu nokta Büyük Kanyon'dan daha derindir
Nerede: Batı Antarktika
Derinlik: 2.555m

Dünyanın kara üzerinde bulunan en alçak yeri burasıdır. Üzeri milyonlarca yıldır yağan kar yüzünden buzla kaplıdır. Lut Gölünden farklı olarak sizi sıcak tutacak giysiler giyseniz üzerinde savaş bile yapa bilirsiniz.
Gördüğünüz gibi Rum süresinin mucize olarak ele alabileceğimiz hiçbir tarafı yoktur. İslamcılardan ricam lütfen bir daha yorum yapmadan önce azacık araştırma yapın. Zira böyle yorumlar yaparak kendinizi komik duruma sokuyorsunuz.

Rum Suresi Mucizesi 1 için tıklayınız.

İNCİL'DE MUHAMMED'İN MÜJDELENMESİ (!)

Yazan: Kirpi
K, Paraklit, Faraklit, İncil'de Hz.Muhammed, İncil'de Muhammed, Hz.Muhammed, İncil'de Hz.Muhammed müjdeleniyor mu?, Kutsal ruh, islamiyet, din, İncil,

İNCİL'DE MUHAMMED MÜJDELENİYOR İDDİASI ÜZERİNE

Müslümanlar sıkça İncil'de Muhammed'in geleceği ve peygamber olacağı haberi verilmiş diye beyanda bulunuyorlar. Hayatında hiç İncil okumamış bir Müslüman, kurnaz İslamcıların cımbızlayarak aldıkları bir kaç İncil ayetini okuyarak bu yalana kolayca inanabiliyor. Biz her seferinde "tanrı varsa bile kitap göndermiş olamaz, mantıksız" diyoruz fakat komik olan şu ki bizler "değişmiş, inanılmaz güvenilmez dediğiniz İncil'den Muhammed'e delil aramanız saçma" dediğimizde "İncil'in içerisinde değişmeyen kısımlar da var" diyorsunuz.
Peki bu Muhammed'e işaret ettiğini iddia ettiğiniz bölümlerin değişmediğini nereden biliyorsunuz?Yani elinizde İncil'in orjinal metni mi var ki oraya bakarak neresinin değişmiş neresinin değişmemiş olduğuna karar verebiliyorsunuz? Bu tam bir komedi. Neyse lafı fazla uzatmadan direk konumuza geçelim.

Öncelikle İncilin hiç bir yerinde Muhammed ismi geçmiyor. Geçmemesine rağmen Müslümanlar İncil, Yuhanna 14.bab'da bahsi geçen Faraklit'in Muhammed olduğunu iddia ediyorlar. Yeni Ahit'in Yunanca metinlerinde kullanılan Parakletos kelimesinin Arapçasının Ahmed (Övülmüş) olduğunu iddia ederek bu kelimenin  Muhammed'e işaret ettiğini söylüyorlar.

İlk önce Faraklit nedir gelin ona bakalım:
Paraklit veya Faraklit [1] (Latince Paracletus ← Yunanca: παράκλητος Parakletos), Kitab-ı Mukaddes'in Yunanca metinlerinde (Yuhanna 14, 16) Kutsal Ruh için beraberinde gelen anlamında da kullanılan bir sıfattır.
Paraklit kelimesi Yuhanna İncili'nin 14:16, 14:26, 15:26 ve 16:7'nci ayetleri ile Yuhanna'nın Birinci Mektubu'nun 4:6 numaralı ayetinde ve Elçilerin İşleri'ndeki ve Yeni Ahit'in diğer bölümlerindeki daha pek çok ayette Kutsal Ruh'u anlatmak üzere kullanılmıştır. Kelime Yeni Ahit'in bazı İngilizce tercümelerinde Tesellici (İngilizce: Comforter) ya da Yardımcı/Tavsiyeci (İngilizce: Advocate) olarak tercüme edilmiştir. Kelime, Antik Yunancada mahkemede yardım eden kişi anlamında da kullanılmıştır. Kumran Yazıtları ya da Ölü Deniz Tomarları olarak bilinen metinlerde kelime Gerçeğin Ruhu olarak geçer. Hristiyan inancında Kutsal Ruh, Tanrı'nın üç unsurundan birini tanımlamak için kullanılır.

Şimdi, sevgili Müslümanlar Faraklit kelimesi için bir yorum yapacaksanız ilk olarak bunun İncil'de ve Hristiyan aleminde hangi mana ve anlam üzerine kullanıldığını göz önünde bulundurmanız gerek. Gördüğünüz gibi İncil'de ve Hristiyanlıkta Faraklit Kutsal Ruh için kullanılan bir terimdir. Nitekim eğer zahmette bulunup İncil'in tamamını okusaydınız Faraklit'in bir insan olmadığını anlardınız. Ama ben sizin yerinize zahmete girerek İncil'in tamamını inceledim ve bu bilgileri sizlerle paylaşacağım.

Yuhanna 14:15-17
15 «Beni seviyorsanız, buyruklarımı yerine getirirsiniz.
16-17 Ben de Baba'dan dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu(Parakletosu) verecek. Dünya O'nu kabul edemez. Çünkü O'nu ne görür, ne de tanır. Siz O'nu tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve içinizde olacaktır.

İlk önce ayette O (parakletos), sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye bir ifade geçiyor. Muhammed şu an Hristiyanların içinde mi? Yaşıyor mu? Parakletos Muhammed ise o zaman Muhammed'in sonsuza kadar yaşaması gerekirdi, nitekim ayet öyle söylüyor.

Bir diğer konuysa ilgili ayetin dünyanın Parakletos'u kabul etmeyeceğini söylüyor olması ve gerekçe olarak dünyanın Parakletos'u ne göreceğini ne de duyacağını sunmasıdır. Fakat bildiğiniz gibi Muhammed'i duyan ve gören insanlar vardı. Bunu iddia eden zaten sizlersiniz sevgili Müslüman kardeşlerim.
Üstelik eğer bu sözleri söyleyen İsa ise onun bu sözleri söylerken muhatap aldığı insanların Parakletos'u tanıdığını ve onların arasında yaşadığını söylüyor. Fakat Muhammed İsa'dan 600 sene sonra yaşamıştır. Bunu da söyleyen sizlersiniz sevgili Müslüman kardeşlerim. Yani Parakletos'un Muhammed olduğunu söyleyen de sizlersiniz onu inkar eden de sizlersiniz.
Şimdi Müslümanların İncil'de Muhammed'in müjdelenmesine delil olarak sundukları başka bir ayete bakalım:

Yuhanna Bab 1, Ayet: 20-21
“Yahya'nın tanıklığı şöyle oldu; açıkça konuştu, inkâr etmedi: "Ben Mesih değilim" diye açıkça konuştu. Onlar da kendisine: "Öyleyse sen kimsin? Sen İlyas mısın?" diye sordular: O da "Değilim" dedi. "Sen O Peygamber misin?" dediler. Yahya: "Hayır" diye cevap verdi...”

İslamcilarin İddiası [2]

Hz. Yahya (as)'a üç soru sorulmaktadır ve O, bu üç soruya da olumsuz cevap verir:
a. Sen Mesih misin? Yani İsa mısın?
b.Sen İlyas mısın?
c. Sen O Peygamber misin?
Demek Yuhanna İncili’nin bu cümlesinde üç ayrı peygamberden bahsediliyor. Bunlar Hz. İsa (as), Hz. İlyas (as)  ve  O Peygamber (asm)'dir!..
Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki; "O Peygamber" Hz. İsa (as)'dan farklı bir şahsiyettir. Acaba Allah'tan aldığı sözleri insanlara duyuran, Hz. İsa (as)'ın çıktığı dönemde hâlâ gelmemiş olan ve Hz. İsa (as)'dan farklı olan ve “O peygamber” diye işaret edilen peygamber kimdir? Elbette Hz. Muhammed (asm)’dır. Zira Hz. Muhammed (asv) dışında Allah'tan aldığı peygamberlik görevini yerine getirip, tarihte önemli bir yer kazanmış ve Hz. İsa (as)'dan sonra gelmiş ikinci bir insan gösterilemez.

İncil'in Yuhanna ayetlerinde bahsi geçen Parakletos İsa'dan sonra gelecek olan peygamberden haber vermiş olsa bile bunun Muhammed olduğu kesin değildir. O peygamberin Muhammed olduğunun kesin delili nedir? Kocaman bir HİÇ!

Sonuç olarak İncil'de Muhammed ismi geçmiyor ve eğer İncil'in tamamını göz önünde bulundurursak Parakletos'un Muhammed olması imkansız. Zira Muhammed'i gören ve tanıyanlar olmuş fakat İncil dünyanın Parkletos'u tanımayacağını söylüyor. Parakletos bir peygamberi işaret  ediyor olsa bile bunun kesin olarak Muhammed olduğunu iddia edemezsiniz. Üzgünüm ama bir tane daha yalanınızı ifşa etmiş oldum. ÇOK PARDON!

DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ (Mstfkyl)



DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ
(Mstfkyl takma adlı takipçimden)

Yaklaşık bir yıldır bu vb. kanalları takip ediyorum. Hazırlanan videoları dikkatlice izliyorum.  Ben de aydınlanma sürecimi sizlerle paylaşmak istedim.

Ben hikayemi taa ortaokuldan başlatmak istiyorum: Ortaokulda okurken İslam Tarihi isimli bir dersimiz vardı. O dersin öğretmeni bize Arapların İslam öncesi yaşamlarından bahsetmişti.  Hepiniz bilirsiniz hikayeyi... Kız çocukları canlı canlı toprağa gömülüyordu vs... Tabi bizde inanmaya gönüllüydük. Hani "kız çocukları canlı canlı toprağa gömülüyorsa erkekler bir biriyle mi çiftleşip çoğalıyorlardı?" diye bir soru sormak aklımıza gelmedi. Gelmezdi de... Sonuçta anneden dededen öğrendiğimiz dindi bu.

O dersten hatırladığım diğer ikinci bir konu ise Zeyd Bin Harisi idi. Hani şu Hatice'nin kölesi olan Zeyd. Peygamber ile evlenirken peygambere hediye edilen Zeyd. sonra peygamber tarafından azat edilip evlat edinilen Zeyd... Öğretmenimiz bize Zeyd'in hikayesini bu şekilde anlatınca hepimizin kalbi yumuşamıştı adeta. Sevinçliydik, mutluyduk. Çünkü biz Müslümandık.

O yıllar pek bir şey sorguladığımı hatırlamıyorum. Ramazanlarda orucumu tutar akşamları da teravih namazlarına giderdim. Daha sonraki yıllarımda pek dindar bir insan olmadım, olamadım. Bilmiyorum neden? Cumaları da bırakınca arkadaşlar arasında kendime "Ben az Müslümanım" demeye başladım.

Daha sonraki yıllarımda hac ibadetini çok sorguladım. Yani her şeyi, kainatı, evreni, güneşi,  yıldızları yaratan tanrı neden insanları bir şehre çağırsın ki? Yemen'de ya da Dünya'nın değişik coğrafyalarında bir yığın insan açlıktan ölürken neden bütün Müslümanlar Arabistan'a gidip kurban kesip gelsin?

Sonra üç semavi dinin de kutsal mekanları neden hep aynı bölgede diye bir soru takıldı aklıma. Filistin örneğin. Üç din için de kutsal. Tanrı acaba bu üç dine inanan insanlara gidin Filistin'de bir birinizi kesin mi diyordu?  Ve peygamberler neden hep aynı bölgeye gönderildi. Sorular... sorular...

Neyse yıllarım geçti böyle... Şu an 40 yaşımdayım. Twitter'da gezinirken bazen ülke gündeminde "Kuran oku ateist ol" gibi başlık etiketleri görüyordum. İlgimi cezbeden birkaç tiwet görmüş olmalıyım ki araştırmaya koyuldum. Youtube 'ta Yakup Deniz isimli bi abinin videosuna denk geldim. Video başlığında "Muhammet'in geliniyle olan evliliği" gibi bir şey yazıyordu. O video beni çok sarstı. İzledim. Adam iftira da atmıyordu. Anlattıklarını Azhab suresinin ayetleriyle delillendiriyordu. Yıkılmıştım. İlk olarak ortaokuldaki öğretmenim aklıma geldi.
 Hani Zeyd azat edilmişti?
Hani evlat edilmişti Zeyd?
O nasıl bir azat edinmişlik ki adam karısına bile sahip çıkamıyordu? Bi erkek olarak kendimi Zeyd in yerine koydum, kaldıramadım durumu.

Sonra bu tarz videoları izlemeye ve videolarda anlatılan ayetleri incelemeye başladım. Tam bir şok hali içindeydim. O koskoca, her şeyi yaratan Tanrı, Muhammet istediği karısıyla yatar diye ayet bile göndermişti güya.

Birileriyle konuşmak istiyordum ama kiminle? Herkesle konuşulmazdı bu durum. Bazen sokağa çıkıp "Muhammet hepimizi kandırmış!" diye haykırmak istiyordum. İlk olarak Twitter'dan bazen sohbet ettiğim bir arkadaşıma anlattım durumumu. Nasılsa tanıdığım biri değil, sadece Twitter'dan tanışıyoruz diye düşündüm sanırım ;) Sonra ablama, kardeşime ve arkadaşlarıma anlattım..

SİZDEN GELENLER | Yazan: Mstfkyl

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

MÜSLÜMANLARIN TANRISI KİM?

Yazan: Generalfeldmarschall


MÜSLÜMANLARIN TANRISI KİM?


La ilahe illallah Muhammeden resulullah.

Kelime-i tevhid, İslam’ın dininin temel taşıdır. Allah’tan başka ilah olmadığı, Muhammed’in onun elçisi olduğu anlamına gelmektedir. İslam dinine geçen kişiye bu söz ile beraber kelime-i şehadet söyletilerek Allah’ın tek ilah olduğuna şahitlik ettirilir. Ayrıca günlük hayatta Müslümanlarca sık sık zikredilerek Allah’a övgüler edilir. Tek tanrı olduğu her fırsatta dile getirilir.

Allah kelimesi, Müslüman alimlere göre lafz-ı celal yani “kayıt ve kıyas kabul etmeyen, azamet ve yüceliği ifade eden kelime” dir. Gayr-i müştak olduğuna yani özel bir isim olup ve hiçbir yerden türememiş, yaratıcıya has bir isim olduğuna inanılır. Halbuki bu büyük bir yanılgıdan ibarettir. Semitik dillerde tanrı anlamına gelen ‘ilah’ kelimesinin başına ‘el’ takısının eklenmesiyle oluşturulmuştur. Allah kelimesinin çeşitli Semitik dillerde telaffuzu şöyledir: Ugarit, Fenike ve Kenan dilinde ‘El’ Akadça ‘İlu’ Keldanice ‘Laha’ Aramice ‘Elaha’ Süryanice ‘Alaha’ şeklindedir. Arapça’da ise el-ilah ya da Ellah’tır. Görüldüğü gibi bütün Semitik dillerde teleffuzu benzerdir.

Bilindiği gibi Mekke’de İslamiyet’ten önce Kabe’de 360 civarında put bulunmaktaydı. Bunlar arasında en büyüğü el-İlah’tı. Kabe’de el-İlah’ın Lat , Menat ve Uzza adlı üç kızını tasvir eden putlar da bulunmaktaydı. İslâm öncesi Araplar’ı bazı dualarında, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır. Muhammed Arap paganlığını Yahudi öğretileriyle harmanlayıp yeni bir din oluşturmuştur. Diğer bütün putları devre dışı bırakmış El-İlah’ın yani Allah’ın tek tanrı olduğunu ve putların hükmünün olmadığını ilan ederek bütün putları kırdırmıştır.

İslam tanrısının, Allah ile beraber 99 ismi bulunmaktadır. Müslüman çocuklarına isim konulurken Allah’ın 99 adından herhangi birisi alınıp başına ‘abd’ yani kul, köle anlamına gelen benzer kelimeler eklenerek isimler türetilir. Örneğin Abdullah yani Allah’ın kulu, Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Nurullah (Allah’ın nuru) ve bunlardan başka Abdussamed, Abdülhamid, Abdülkadir, Abdülmecid gibi isimler sıkça kullanılır.

Bu tür tamlama şeklinde isimlere, peygamber ve melek isimlerinde de rastlamaktayız. Fakat bunların başında ya da sonunda Allah değil, Kenan tanrısı El ile İbrani tanrısı Yahve’nin isimleri bulunmaktadır. Fakat Allah’ın 99 adından hiçbirisi El, Yehova ve ya da Yahve değildir. Allah’ın böyle sıfat ve zatları da yoktur. El Fenike, Ugarit ve Kenan tanrısıdır. El aynı zamanda İbraniler tarafından da benimsenmiştir. Musa’ya kadar İbraniler’in taptığı tanrının adı El’di. Musa’dan sonra ise İbraniler Yahve’ye tapmaya başlamışlardır. Eski Ahit’in Çıkış bölümünün 3/13-15 babında bundan bahsedilir. Burada tanrı, Musa’ya isminin Yahve olduğunu bildirdi diye yazılır. Musa’dan önceki peygamberlerin El’e taptıklarını isimlerinden de anlamaktayız.
Musa’dan önce yaşayan İbrahim’in oğlu olan İsmail ya da Yişma’el’in adı İbranice’de yişma ve el kelimelerinin birleşiminden meydana gelmektedir. Yişma duydu anlamına gelir. El ise İbrahim’in tanrısının adıdır. İnanışa göre İbrahim’in ve yaşlı karısı Sara’nın çocukları olmamış ve İbrahim’in Hacer ile evlenip Tanrı El’e dua etmesi sonucu bir erkek çocuğu olmuştur. İsmini de ‘tanrı olan El duydu’ anlamına gelen Yişma’el koymuştur.  Fakat İsmailin kendisi ve babası İbrahim, İslam’a göre Allah’ın peygamberleri oldukları için Arapça gramere göre adı İsmail değil İsmaullah olmalıydı. Çünkü Müslümanlar’ın tanrısı El değil Allah’tır. Ayrıca İsmail yani Yişma’el’in oğlunun adı da Adbeel’dir. Dahası İbrahim’in birkaç atasının adı da Mehuyael, Metuşael, Kemuel ve Acimael’dir. Yahudilerce peygamber olarak bilinen fakat Kur’an’da ismi geçmeyen, yalnız İslam alimlerinin peygamber oldukları konusunda hemfikir oldukları Samuel ve Daniel adlı kişilerin de isimleri bu mantıkla meydana gelmiştir. Görüldüğü gibi isimler hep Allah’a değil tanrı El’e nisbet edilmiştir. Bunlardan başka dört büyük meleğin isimleri de bu şekilde oluşturulmuştur. Örneğin Cebrail’in İbranice adı olan Gabriel, ‘El’ in güçlü adamı anlamına gelir. ‘Geber’ İbranice’de güç anlamına gelir ki aynı kelimenin Arapça’sı da ‘cebr’ şeklindedir. İbranice’de ‘g’ Arapça’da ‘c’ olarak telaffuz edilir. Örneğin; Gag-Magog/Yecüc-Mecüc’de olduğu gibi. Burada önemli olan detay geber ya da cebr değil Cebrail’in kimin adamı olduğu çelişkisidir. Cebrail Allah’ın mı yoksa El’in mi meleğidir. Şayet Allahın meleği olmuş olsaydı ismi Cebrail değil Cebrullah olmak zorundaydı. Aynı şekilde Mikail adlı meleğin adı da İbranice’de Mikael olup "Kim 'El' gibidir" anlamına gelmektedir. İslami akideye göre bu meleğin adı da Mikail değil içinde tanrı El'in yerine İslam'ın tanrısı Allah'ı barındıran bir isim olmalıydı. Azrail ve İsrafil’in adları da benzer bir mantıkla oluşturulmuş olup tamamı Allah’ın değil tanrı ‘El’in yardımcı melekleri anlamına gelmektedir.

Musa’dan sonra ortaya çıkan peygamberlerde ise El yerine Yahve ya da Yehova’ya nisbet vardır. Örnek vermek gerekirse İlyas peygamberin İbranice’si ‘Eliyahu’ olup ‘Yahve benim tanrımdır’ anlamına gelmektedir. Zekeriyya’nın İbranicesi ‘Zekeryah’tır ve ‘Yahve hatırladı’ anlamına gelir. Yahya’nın İbranice’si ‘Yahonan’dır ve ‘Yahve lutfetti’ anlamına gelir. Yuşa ve İsa’nın isimlerinin İbranice’si de ‘Yehoşua’dır ve ‘Yahve kurtuluştur’ anlamına gelir. Burada başka bir tezat da Yuşa ve İsa’nın isimleri aslında aynı olmasına rağmen İslam literatürüne biri Yuşa diğeri de İsa olarak geçmiştir. Bunun sebebi ise Müslümanlar’ın İsa ismini Yahudiler’den değil de Hristiyan dinine mensup Semitik milletlerden İesous ya da Yesu olarak duymuş olmalarıdır. İki farklı Semitik dil olan ve birbirine çok benzeyen Arapça ve İbranice dillerindeki s ve ş harflerinin geçişkenliği söz konusudur. Örneğin Arapça olan selam kelimesinin İbranice’si ‘şalom’dur. Aynı şekilde Arapça Musa olarak bilinen peygamberin İbranice adı kurtarıcı yani mesih anlamına gelen ‘Moşeh’tir. Burada ayrı bir parantez açmak gerekirse İbraniler’e göre mesih isminden de anlaşılacağı üzere İsa değil Moşeh yani Musa’dır. Ayrıca isimlerinden de anlaşılacağı üzere bütün peygamberlerin adları sonradan verilmiş gibidir. Mesela Musa ya da Moşeh yani ‘kurtarıcı-mesih’ İsrailoğulları’nı Mısır’dan kurtardığına inanılan kişi olduğu ve Yahudilerce çok önemli bir kişi olduğu için isminin böyle olması son derece ilgi çekicidir. Demek o ki peygamber olarak bilinen bu kişilerin yaptığı şeyler ve başarıları kendilerine isim olmuştur. Bu da peygamberlerin kurgu olabileceği düşüncesini aşılamaktadır. Bu konu daha sonraki videolarımızın konusu olacaktır.

Kur’an’da geçen peygamberlerden bazıları ve dört büyük meleğin isimleri Allah yerine başka tanrıların isimlerini taşıması İslam için büyük bir çelişki olmuştur. Nedense bu konu Müslümanlar tarafından pek dile getirilmez. Hatta çoğu Müslüman tarafından bilinmez. İsmi İsmail, İlyas, Zekeriyya, Yahya, Yuşa, İsa olup da bu çelişkinin farkında olan acaba kaç Müslüman vardır bilinmez ama tanıdığım bu isimleri taşıyıp da İslam’ın kusursuz olduğunu söyleyen çok Müslüman var. Gerçek olan şu ki farkında olsalar bile yine de bu dine inanmaktan pek kolay vazgeçmeyeceklerdir. Yeryüzünde hiçbir düşünce ya da ideolojiye bu denli körü körüne bir bağlılık görülmemiştir. Üstelik okumadan, öğrenmeden, bilmeden şüphesiz bir şekilde inanılmaktadır. Biz de bu Müslüman arkadaşlarımıza soruyoruz! Siz kime tapıyorsunuz? Allah’a mı ? El’e mi? Yoksa Yahve’ye mi? Eğer cevap hala Allah ise büyük bir çelişki bataklığındasınız demetir. Şayet Yahve ya da El’e tapıyorsanız bu da sizin Müslüman olmadığınız anlamına gelir. Yani nereden tutarsan tut insanın elinde kalan bir durum söz konusu.

Düşünün ismi Allah olan bir tanrı gerçekten var ve kainatı o yaratmış. İnsanlara elçiler vasıtasıyla emir ve yasaklarını tebliğ etmiş. Böyle bir şey olmuş olsaydı en azından dünyanın farklı yerlerinde illa ki Allah kelimesinin izine rastlardık. Amerika ve Avustralya kıtalarında, Çin’de, Hindistan’da, Sibirya’da, Avrupa’da, Avustronezya, Polinezya, Sahraaltı Afrikası, Eskimo ve Aleut haklarının yaşadığı kuzey bölgeleri gibi yerlerde her ne kadar dinde aşınma olsa bile illa ki Allah’ın izini bulurduk ve buralara illa ki peygamber gönderilirdi. Kur’an tanrı kelamı olsaydı bu bölgelerden çıkan bir peygamber mutlaka Kur’an’da yazılırdı. Fakat peygamberler Ortadoğu’ya ait bir motif olup ya bir meslek ya da mübalağa, mitoloji ve efsanelerle bir kartopu gibi büyüyerek günümüze kadar gelen kurgusal karakterlerdir. Hemen hemen tamamının yaşayıp yaşamadığına dair en ufak bir ipucu bulunmamaktadır. Aslında peygamber ve uyarıcı gönderilmesi ile ilgili Kur’an bize çok net bir çelişki sunmuştur. Birbirini yalanlayan ve çok açık bir tezat oluşturan iki ayet şöyledir:

Nahl Suresi 36. ayetinde der ki:
“Andolsun ki biz her ümmete, "Allah’a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun" diyen bir elçi gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimileri de saptırılmayı hak ettiler. Yeryüzünü dolaşın da hak dini yalanlayanların âkıbetinin ne olduğunu görün.”

“Furkan Suresi 51. ayetinde ise:
Eğer isteseydik her şehre bir uyarıcı gönderirdik.”

Bu iki ayet bile tek başına Allah’ın gerçek tanrı, İslam ve Kur’an’ın ise tanrıdan gelmiş olamayacağına kanıttır. İki ayet de birbirini açıkça yalanlamaktadır.

1400 yıl önce Araplar pagan inançlarını İbrani ve Zerdüştlük öğretileriyle harmanlayarak yeni bir din oluşturduklarında bu kadar etkili olacaklarını acaba düşünüyorlar mıydı? İslam adı altında medeniyetin ilk ortaya çıktığı Ortadoğu’yu kasıp kavuran, bölgenin gelişmesinin önündeki en büyük engel olan bu dini, Müslümanlar acaba ne zaman tam anlamıyla okuyup öğrenecek? Din adı altında halkları birbirine kırdıran bu köhne zihniyet ne zaman son bulacak?

İnsanlar dinlerin bu yalanlarına ne zamana kadar inanacak?

Tebliğ adı altında insanların duygu ve korkularını istismar edip, rant devşiren din adamlarının tahakkümünün yıkılacağı aydınlık bir geleceğe ulaşma ve dinlerin dogmalarından kurtulmamız dileğiyle esen kalın.

İSLAM, KÖLECİLİK VE MUHAMMED'DEN GARANTİLİ KÖLE SATIŞI

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, islamiyet, İslamda kölelik, Kuranda kölelik, İslam köleliği yasakladı mı?, Kuran köleliği yasakladı mı?, Muhammed köleliği neden kaldırması?, Muhammed'in köle ticareti ,

İSLAM VE KÖLECİLİK


Bilindiği gibi Muhammed’in yaşadığı dönemde bölgede köleci toplum düzeni vardı. Özellikle savaşlarda ele geçirilen esirler köle ve cariye yapılıyor ya da köle pazarlarında satılıyordu. Bu köle ve cariyeler hizmetkar olarak ev işlerinde ya da tarlalarda çalıştırılıyordu. İslam egemen olduğunda da kölecilik devam etti. Gerek Muhammed’in zamanında, gerekse Muhammed’den sonra yapılan savaşlarda ve bölge ülkelere, kabilelere yapılan baskınlarda esir alınanlar ya bir fidye karşılığında geri verildi ya da köle yapıldı.Kur’an’da adam öldürenin ya da yemininden dönenlerin bir köle azat etmesi söylenir. Kölelere iyi davranılması ve yardım edilmesinden söz edilir.Kadınlara, hayvanlara da iyi davranılmasından bahsedilmesi gibi.
Ama köleliği kaldırma emaresi olan tek bir ayet dahi yoktur. Tersine kölelik gayet doğal karşılanır. Bu nedenle İslam tarihinde hiç bir dönemde köleliğe karşı çıkılmamış, kaldırılması istenmemiş, düşünülmemiştir. Çünkü köleliğin şeriattan olduğuna inanılmıştır.
BM’in zorlamasıyla ancak 1950’lerde Suudi Arabistan’dan kaldırılabilmiştir.
Allah köleci midir? İnsanların bir kısmını kölelik kaderiyle mi yaratmıştır?
Cennetteki huri ve gılmanlar da , dünyadaki köle ve cariyelerden mi esinlenerek düşünülmüştür?

Kur’an’da insanlara Allah’a kulluk etmeleri emredilmiştir. Allah ne diyorsa, ne emrediyorsa o yapılmalıdır. Aksi takdirde azapla tehdit edilirler.
Abd, kul-köle demektir.
Köleler aynı zamanda efendilerinin kuludur.
Müslümanlar Allah’ın kulları-köleleri olduğu gibi Muhammed’in de kulları-köleleridir.
O nedenle de Muhammed onlara “Kullarım-kölelerim” diye hitap etmiştir. Müslümanlar da Muhammed’e “Efendimiz” diye hitap ederler. (Bkz. Zümer 10 ve 53)

Zümer suresi 10.ayet: De ki: “Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arz’ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.”
(Kul ya ıbadillezıne amenütteku rabbeküm lillezıne ahsenu fı hazihid dünya haseneh ve erdullahi vasiah innema yüveffes sabirune ecrahüm bi ğayri hısab)

Dedirten Allah, Müslümanlara “kullarım-kölelerim” diye seslenen Muhammed.
O nedenle Müslümanlar Muhammed’e “efendimiz” diye hitap ediyorlar.

Konuyu 2 açıdan irdeleyip değerlendirmek gerekir.
1.si dini açıdan yaklaşırsak Tevrat, İncil ve Kur’an’ın ilahı Allah hür ve köle sınıf ayrımını doğal mı görmekte ve kaldırılması için herhangi bir emir yöneltmemektedir?
2. si politik açıdan yaklaşırsak Muhammed, köleciliğe karşı mıydı? Kaldırılmasını istiyor ama buna gücü mü yetmiyordu? Yoksa sistemden memnun muydu?İslamcıların konuya yaklaşımı şöyle:Köleciliğin birdenbire kaldırılması sosyal ve ekonomik birçok probleme yol açacaktı. O nedenle İslam önce kölelerin haklarını korumak, iyileştirmek ve köle azadını teşvik etmek yolunu seçti.
İlhan Arsel ve birçok kişiye göre İslam köleci düzenden yanadır ve köleciliği kesinlikle kaldırmayı düşünmemiştir.

Kur’an’da köleliği ve köleciliği meşru gören ayetler:

Nur 33: Evlenmeye güçleri yetmeyenler de, Allah kendilerini lütfuyla zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz kölelerden “mükâtebe” (yazılı anlaşma) yapmak isteyenlere gelince, eğer onlarda bir hayır görürseniz onlarla mükâtebe yapın. Allah’ın size verdiği maldan onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilinmelidir ki hiç şüphesiz onların zorlanmasından sonra Allah (onları) çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

Cariyelerine para karşılığı fuhuş yaptırılması istenmemiş ama cariyelerle cinsel ilişkiye serbestlik tanınmış:

Mü'minun 6: Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.

Cariyelerle ilgili ayetlerde bir sayı sınırlaması da verilmediği için kişinin dilediği kadar cariyeye sahip olması serbesttir. İster 10 cariyesi olsun, ister 100.

Nahl 75: Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Doğrusu hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.

(Muhammed’e göre) Allah, Kur’an’da köle ile hür’ün eşit olmadığını söylüyor.Bu dünyadaki durum. Bir de cennete bakalım:

Vakıa/ 17-21: Ebediyen genç kalan uşaklar, onların etrafında; içmekle başlarının dönmeyeceği ve sarhoş olmayacakları, cennet pınarından doldurulmuş sürahileri, ibrikleri ve kadehleri, beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar.

Hiçbir ayette ya da hadiste köleliğin kaldırılacağı, kaldırılması gerektiği, doğru olmadığı yönünde bir ifade ya da işaret yoktur.
Bir köle, bedelini ödese ya da azad edilse bile kesinlikle hür olamıyor. “Mevali” denilen hür ile köle arası orta sınıfta yerini alıyor.

İlkel köleci toplum düzeninde insanların tasavvur ettikleri Tanrı, tüm insanları eşit gören bir Tanrı olabilir mi?
Bence bunu düşünse düşünse köleler düşünür. Belki onlar dahi iyi kölelerin hür olmasını, kötülerin köle olarak kalmasını isteyebilirler.

İslam öncesi Arap toplumunda olsun, İslami dönemde olsun köleler, elleri boyunlarına demir bukağı ile zincirlenmiş olarak tutulurlarmış. O nedenle Laleli köleler denirmiş. Kaçmaması için böyle zincirlerlermiş.
Kaçmayan, sadık köle de iyi köle sayılırmış.

Muhammed’in sattığı bir köle için yazdığı mektupta kölenin bu kalitesi de belirtilir:
“Bu vesika Addâ Hâlid Ibn-i Hevde’nin Muhammed Resûlullâh’tan bir köle veya câriye istira etmesi (satın alması) üzerine yazılmıştır. O köle veya câriyede ne hastalık, ne ayıp vardır; ne kaçmak ne hilebazlık bilir; ne de fisk u fücûr; zinâ ve sirkat. Binaenaleyh bu akid, bir Müslümanın öbür Müslümana bey’ü sırâsıdır”
(Sahih-i Buhari, Cilt VI, sh. 374 ve d. hadîs no 970; Tecrîd Ter., VI, 450-451)

Mektubun Türkçe anlamı şöyle: “Bu vesika Addâ Hâlid Ibn-i Hevde’nin Muhammed peygamber’den bir köle veya câriye satın alması üzerine yazılmıştır. O köle veya câriyede ne hastalık, ne ayıp vardır; ne kaçmak ne hilebazlık bilir; ne de günah işlemişliği vardır; ne de zinâ ve hırsızlığı vardır. Binaenaleyh bu anlaşma, bir Müslümanın öbür Müslümanla yaptığı alım satım anlaşmasıdır”.

Görülüyor ki Muhammed, köle satmak üzere yapmış olduğu antlaşmanın sağlam olmasını ve alıcı tarafından bozulmamasını sağlamak maksadıyla, satmış olduğu kölenin hastalıksız, ayıpsız, ve daha doğrusu kusursuz olduğunu belirtmeyi ihmâl etmemiştir.

Sağlam-sahih kabul edilmiş bir hadisle bitirelim:

Cabir anlatıyor: “Muhammed aramızda hayatta iken, cariyelerimizi ve çocuklarımızın annesi olan cariyelerimizi satardık, bunda bir beis görmezdik.’’
(Kütübü Sitte, Hadis no: 6741)

KUR’AN ALLAH KELAMI MI?

Yazan: Serdar Kaangil


KUR’AN ALLAH KELAMI MI?


Bildiğiniz gibi İslam’a göre Kur’an, İncil, Tevrat ve Zebur Allah tarafından gönderilmiştir. Bunlardan Kur’an dışındaki kitapların yazımı, geçmiş zaman anlatımı şeklindedir. Kur’an ise Allah’ın hitabı biçiminde yazılmıştır. Allah’ın sözlerinin, emir ve öğütlerinin Cebrail adlı melek vasıtasıyla ve vahiy yoluyla peygambere iletildiğine inanılır. O yüzden “Kur’an Allah kelamıdır” denir. Allah’a ait olmayan sözler ise “kul” veya “kâle” yani “de ki” veya “dedi ki” sözcükleriyle belirtilmiştir. Bundan dolayı birçok ayet “de ki” anlamına gelen “kul” kelimesiyle başlar. Örneğin: “De ki; ‘Ben içinizden hiçbir erkeğin babası değilim” cümlesinden anlarız ki “de ki” diyen Allah, “Ben içinizden hiçbir erkeğin babası değilim” dedirtilen peygamberdir. Ne var ki bunun gibi bazı ayetlerin Allah’a ait olmadığı açıkça belli iken “de ki” sözcüğünün kullanılmadığını görürüz. Bu tür ayetlerin bazı meallerinde “de ki”sözcüğü parantez içinde verilmiştir. Bazı mealciler ise sanki Arapçasında gerçekten yazılıymış gibi paranteze dahi gerek duymadan “de ki” sözcüğünü eklemişlerdir. Bu müdahaleler, ayetlerdeki eksikliği kamufle etme amaçlıdır. Şimdi bu hataları görelim:

Fatiha suresi Allah’a yapılan bir duadır. Dolayısıyla “deyin ki” kelimesiyle başlamalıydı. Kur’an’ın son iki suresi olan Nas ve Felak sureleri de duadır ve “de ki” ile başlar. Fatiha suresinin başında olmasa bile 5. ayetinde “kûlû” yani “Deyin ki” sözcüğü muhakkak kullanılmalıydı.

Fatiha/ 5-7. (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.

Görüldüğü gibi ayette Allah’a sesleniş, Allah’a yakarış vardır. Dolayısıyla ayette seslenen Allah değil, insandır. Ama “Deyin ki” sözcüğü olmadığından Allah kendisine dua etmiş gibidir. Hadi diyelim ki Fatiha Kur’an’ın açılış suresidir, bir önsöz gibidir, o nedenle “deyin ki” denmesine gerek duyulmamıştır. Peki ya diğer ayetlerdeki eksikler? Şimdi de aşağıdaki ayetlerde hitap edenin kim olduğunu görelim:

Hud-2. Allah’dan başkasına kulluk etmeyin. Ben size O’nun tarafından müjde vermek ve uyarmak için gönderilmiş gerçek bir peygamberim.

Zariyat-51. Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Zira ben size O’nun tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.

Bu ayetlerde anlaşılacağa üzere konuşan Muhammed hazretleridir. İnsanlara kendisinin peygamber olduğunu iddia etmektedir.

Şura-10. Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. (De ki) İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.

En’am-104. Rabbinizden size muhakkak ki deliller gelmiştir. Artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de hakkı görmeyip batılı seçerse kendi aleyhinedir. (De ki) “Ben sizin üzerinizde bekçi değilim.”

Bu iki ayette de konuşan Muhammed hazretleridir. Görüldüğü gibi “de ki” sözcükleri kullanılmadığından mealciler parantez içerisinde göstermek zorunda kalmışlardır.

Tevbe-30. Yahudiler, “Uzeyir Allah’ın oğlu” dediler, Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu”, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkara sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!

Bu ayette geçen “kâtelehumullâh” ın asıl anlamı “Allah onları öldürsün, katletsin” dir. Bunu Allah’tan isteyenin Allah olamayacağı açıktır.

Bir başka örnek:

Nahl-63. Allah’a yemin olsun ki, biz senden önce bir çok ümmetlere peygamberler gönderdik. Ne var ki şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. Bugün de o şeytan, kâfirlerin dostudur. Onlar için acı bir azab vardır.

Bu örneklerden şu sonuçlar çıkarılabilir:

1- Kur’an, Tanrı sözü değildir. Hz. Muhammed kurgulayıp yazmış, fakat birkaç ayette gaf yapmış ‘de ki’ ekini kullanmayı unutmuştur.

2- Kur’an, derlenip toplanırken hata yapılmış, bazı ayetler eksik yazılmıştır.

3- Kur’an’a Hz. Muhammed’den sonra Halife Osman ve Emeviler döneminde müdahale edilmiş, ayetler tahrif edilmiştir.

Tabi bunlara “Allah, anlaşılacağını düşünerek ‘de ki’ demeye gerek duymamış olabilir” veya “Allah bu tür eksiklerle insanları sınamış olabilir” türünden yanıtlar da verilebilir. Bu tür yanıtlar, eksikliği, hatayı tanrıya havale etmek olur ki buna katılmak mümkün değildir. 2 ve 3 şıkları ise Hicr-9 ayetinde belirtilen “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” ayetine ters düşer. Bu durumda 1 şıkkının doğru olduğu, Kur’an’ın Allah sözü değil, Hz. Muhammed’in kurgusu olduğu ortaya çıkar.

Şimdi de Kur’an’ın Allah hitabı olmadığına dair farklı bir örnek verelim:
Bu örnekle göreceğiz ki Muhammed hazretleri, kimi zaman Allah’ı, kimi zaman melekler adına Cebrail’i, kimi zaman da peygamberleri konuşturan bir kurguyla Kur’an’ı yazmıştır. Onları konuştururken Kur’an’da 300’e yakın “de ki” öneki kullanmıştır ki kendisinin yazdığı anlaşılmasın, Allah sözü olduğuna inanılsın. Ama bazı ayetlerin kurgusunda hata yapmış, “de ki” kullanmayı unutmuş ya da hatalı kullanmıştır veya kullanmayı becerememiştir.

En’am-114. Allah’tan başka bir hakem mi arayayım ki size, her muhtaç olduğunuz şeyi bildirip açıklayan kitabı, o indirmiştir? Kendilerine kitap verilenler de bilirler ki o, senin Rabbin tarafından gerçek olarak indirilmiş bir kitaptır; artık şüphe edenlerden olma.

Meryem-64. Biz, ancak Rabbının emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bu ikisi arasındaki her şey, O’nundur. Ve Rabbın unutkan değildir.

Enam-114 ve Meryem-64. ayetten önceki ve sonraki ayetlere bakıldığında bu cümlelerin kime ait olduğuna dair bir belirteç yoktur.

Enam-114’te ”Size Allah’tan başka bir hakem mi arayayım” sözünden sonra “Senin Rabbin tarafından indirilmiş” sözü ile konuşturulanın melek Cebrail olduğu ve Muhammed hazretlerine hitap ettiği açıkça bellidir.

Meryem-64’te ise “Biz ancak rabbinin emriyle ineriz” sözü melekler ya da melekler adına konuşan Cebrail’e söyletiliyormuş gibi yazılmıştır. Ama Allah’ın kelamı dediği kitapta Muhammed hazretleri bunu belirtmeyi becerememiş ya da hata dikkatinden kaçmıştır.

Zümer-10. De ki: ‘Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arz’ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.’ (de ki fazla)

Bakara-97. De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.” (de ki fazla)

Zümer-10 ve Bakara-97 ayetlerinde dikkat edilirse “de ki” sözcüğüne gerek yoktur ama kullanılmıştır. Zümer-10’da “de ki” sözcüğü olduğunda Muhammed hazretlerinin Müslümanlara “kullarım” diye seslendiği anlaşılmaktadır. Halbuki “de ki” olmasaydı hitap eden Allah olacak ve bir anormallik görünmeyecekti.

Bu gaflara karşı, verilen yanıtlardan biri “Kur’an’da kimi ayetlerin Cebrail’in sözü olduğu” hatta “Kur’an’ın Allah’ın, Cebrail’in ve peygamberin ortak ürünü” olduğudur. Bakara-97 ayeti bu iddiaları çürütür. Ayetten Cebrail’in, Kur’an’ı peygamberin kalbine indirdiğini, dolayısıyla 23 sene boyunca zırt pırt 50.000 yıllık yolu katetmediğini, olaylara-durumlara göre sırası geldiğinde peygamberin ayetleri kalbinden (beyninden) ortaya döktüğünü anlıyoruz.

Bakara-97 ayetinde “de ki” ön eki kullanıldığında ayet şöyle olmalıydı:

De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak benim kalbime indirmiştir.

Ama Kur’an’da “senin kalbine indirmiştir” yazılarak hata yapılmıştır.

Muhammed hazretleri, Tevrat ve İncil’in 3. şahıs ağzıyla yazılmasına nispeten çok daha inandırıcı bir kurgu ile Kur’an’ı yazmış ama yaptığı bu gaflarla açık vermiştir.

Örneğin Zuhruf-11‘te;
“O, suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz” ayetini ele alalım:
Burada “O” Allah ise, “Biz” kimdir?
”Biz”, melekler adına konuşan Cebrail’den başkası olamaz. Ama görüldüğü gibi meleğin konuştuğuna dair bir belirteç yoktur.

Muhammed hazretleri, Kur’an’ı “Allah kelamıdır” diye yazmıştır. Allah’ı konuşturma sanatı ile düzenlemeye çalışmıştır. Fakat özellikle “Biz” diyen ayetlerde ya “Allah ve ekibi” olarak konuşulmaktadır ya da melekler olarak.
Süleyman Ateş’in bu konuda görüşü “Kur’an Allah vahyi, melek sözüdür” şeklindedir.
Ama görüyoruz ki Allah da konuşuyor, Cebrail de, Muhammed de..
Kur’an’da sıkça kullanılan “kale” sözcüğü “dedi ki” anlamındadır. Şimdi “dedi ki” sözcüğünün kullanıldığı bir ayetteki hatayı görelim.

Enbiya-112. Kâle rabbıhkum bil hakk, ve rabbuner rahmânul musteânu alâ mâ tasıfûn.
Dedi ki; “Rabbim hak ile hükmet. Sizin nitelendirmelerinize karşı sığınılacak olan rabbimiz rahmandır.

Cümle kurumunun yanlış olduğu açıkça görülmektedir. Edip Yüksel, bu ayetin yanlış yazıldığını, “kale” değil, “kul” olması gerektiğini söyler ve o şekilde çevirir. Muhammed Esed ise hem “kale” değil “kul” muş gibi çevirir, hem de 2. cümlede tekrar parantez içinde “de ki” kullanır. Sebebi, ayette Hz. Muhammed’in hem Allah’a hem de inanmayanlara seslenmiş olmasıdır. Böyle bir cümle yapısında “kale” yerine “kul” da kullanılsa cümle bozuk kalır. Bu ayette de cümle kurumunun çok zor olması nedeniyle becerilemediğini görüyoruz.

Sonuç:
Birisi çıkıp “Allah’tan bana mektup geldi” demiş olsa önce ona deli gözüyle bakmak ve kesinlikle inanmamak en doğru davranıştır. Fakat ısrarlı davranıyorsa ve insanların bir kısmı ona inanıyorsa “Acaba” diyerek doğru söyleyip söylemediği incelenebilir. Bilhassa tanrıya inanan insanlarda böyle bir eğilim doğaldır. Doğal olmayan, içinde yazılanların bir kısmı doğru diye inanılmasıdır. Ya da mektubu irdeleyip sorgulamadan mektup sahibinin kişiliğine güvenerek veya çevresinde duyduklarından etkilenerek inanmaktır. Mektup incelendiğinde içeriğindeki tek bir ‘insana mahsus’ hata dahi, mektubun tanrıdan gelmediğinin kanıtıdır. Çünkü madem ki inanılan tanrı mükemmel ve her şeyi bilen bir varlıktır, öyleyse tanrı hata yapmaz. Hele çok sayıda cümle hatası, gramer hatası varsa mektubun tanrıdan olduğunu iddia etmek normal karşılanamaz. Bu tavır zayıflıktır. Zaaflarına, çevresine, çıkarlarına mahkum kalmaktır. Kutsal olduğu, tanrıdan geldiği iddia edilen kitaplar için de bu geçerlidir. Farklı dinlerin, farklı kitapların, farklı kutsalların dünya halklarına olumsuz etkisi ortadadır. Kutsal savaşlar, dünya barışını engellemekte, insanlığı yaralamaktadır. Bu büyük, aşılmaz engelin temelinde ise mektup örneğindeki o küçük zaaf vardır. Barışın tesisi ise tüm bireylerde bu küçük zaafların tedavisiyle mümkündür. Kadim dinlerin haricinde zamanımızda da çeşitli ülkelerde ortaya çıkan meczuplar, bu tür zaafları olan kişileri aldatabilmekte, peşlerinden sürükleyebilmektedir. Sonuç ise ya toplu intihar, ya canlı bomba katliamları ya da soyulmak, sömürülmek olmaktadır.

RUM SURESİ MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


RUM SURESİ MUCİZESİ YALANI

Müslümanlar özellikle de modernist Müslümanlar tartışmalarda Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu ispatlamak için Rum suresini delil olarak kullanırlar. Fakat bu sure mucize değil coğrafi ve tarihi bilgisizliğin net ve kısa bir özetidir. Lafı fazla uzatmadan bahsi geçen ayete bakalım:

Rum suresi 1-4.ayetler:
1) Elif. Lâm. Mîm.
الٓمٓ۠
2) Rum mağlub edildi.
غُلِبَتِ الرُّومُۙ
3) En yakın bir yerde, fakat onlar bu mağlubiyetten sonra galip olacaklar.
ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَۙ
4) Bir kaç yıl içinde; çünkü karar yetkisi eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün inananlar sevineceklerdir.
ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَۙ

Müslümanlar Rum suresinin ilk 4 ayetini mucize olarak lanse etmeye çalışıyor ve bu ayetlerin Roma ve Sasani imparatorlukları arasındaki savaşları anlattığını iddia ediyorlar. Şimdi hep beraber ilgili ayetleri detaylı bir şekilde inceleyelim.
İlk önce ayetlerde Sasani diye bir ifade geçmiyor. Yani ayetlerin Romayla İran'ın Sasani imparatorluğu arasında olan savaşları anlattığını iddia eden Allah değil Müslümanlardır. Ayetlerin ikinci çarpıtılmış noktası çeviri kısmıdır. Ayette en yakın diye çevrilen kelimenin Arapçası şudur: (Fî edne-l / En alçakta) ف۪ٓي اَدْنَى

Bu kelime Kur'an'da zaten tek bir yerde Rum süresinde kullanılmış ve "en yakın" anlamında tercüme edilmiş. Fakat kelimeyi sözlükte arattığımızda en yakın değil EN ALÇAKTA şeklinde olduğunu görüyoruz.


Bu çeviri hatası bilerek yapılmış ve tamamen ayetin yanlışını örtbas etmek için kullanılmış. Ayetin gerçek çevirisi şöyledir:
Rum süresi
2 Rum mağlup edildi.
3 En alçak bir yerde fakat onlar bu mağlubiyetten sonra galip olacaklar.

Peki Rumlarla Perslerin en alçak yerde yaptıkları savaş hangisidir? Ölü deniz, diğer adıyla Lut gölü dünyanın en alçak yeridir.


Lut gölü yakınlarında Romalılarla Sasaniler arasında  yapılan savaşta Yahudilerinde yardımıyla 614 yılında Hüsrev Pervez (589-628) komutasındaki Persler Kudüs'ü ele geçirdi( Ostrogorskiy 1969, s. 95) ve Rumlar mağlup oldu. Fakat bir sonraki savaşta Rumlar bir daha mağlup oluyor ve 619 yılında Mısır Perslerin eline geçiyor.

Hüsrev Mısır'ın fethinden Herakleios'a aşağıdaki mektubu göndermiştir:
Hüsrev, Tanrıların en büyüğü ve yeryüzünün ustasından Herakleios'a, onun aşağılık ve haksız kölesine. Neden hâlâ hükmümüze uymayı reddediyorsun ve kendine bir kral diyorsun? Yunanları yok etmedim mi? Tanrıya güvendiğinizi söylüyorsunuz. Kayserya, Kudüs ve İskenderiye'yi elime teslim etmedin mi ki? Konstantinopolis'i de yok etmeyecek miyim? Ama benden aman dilersen, karın ve çocuklarınla ​​birlikte gelirsen, hatalarını affederim; Sana toprak, üzüm bağları ve zeytin bahçeleri vereceğim ve nazik bir şekilde bakacağım. Onu bir çarmıha gererek öldüren Yahudilerden kurtulamayan İsa ile kendinizi boş umutlara kaptırmayın. Denizin derinliklerine sığınsanız bile elimi uzatacağım ve sizi alacağım, isteyin ya da istemeyin.
Oman 1893, ss. 206–207
Davies 1998, s. 245

Yani anlayacağınız gibi ayette bahsi geçen en alçak yerde yapılan savaşta Rumlar ardı ardına iki mağlubiyet yaşıyor. Ayetin gerçek çevirisini göz önünde bulundurursak eğer bir sonraki savaşın Rumlar tarafından kazanılacağı bilgisi tarihi kaynaklarca çürütülmüş oluyor. Ayetteki çeviri hatasıyla saklanmaya çalışılan yeri tespit ettiğimize göre ve orada yapılan her iki savaşta Rumların mağlup olduğunu öğrendiğimize göre diğer meseleye geçelim:

Peki Kur'an'da Sasani ismi geçmediği halde Müslümanların Rum suresinde anlatıldığını iddia ettikleri Roma-Sasani savaşı hangi savaştır? Bu savaşlar M.Ö. 92 – M.S. 629 yılları arasında yapılmıştır.  Fakat her ne hikmetse Kur'an'da Sasani ismi geçmemesine rağmen Müslümanlar Rum suresinin nüzul sebebini Antakya (613) ve Ninova (627) savaşlarına bağlıyor ve "bakın işte Antakya'da mağlup olan Rumlar'ın Ninova'da zafer kazanacağı önceden haber verilmiş, bu bir mucizedir" diyorlar.

PEKİ BU BİR MUCİZE Mİ?

Öncelikle ortada savaş varsa onun iki tarafı olur. Kazanan ve kaybeden. Ve doğal olarak bunun olasılığı yarı yarıyadır. Örnek vermek gerekirse farz edin ki siz A futbol takımını tutuyorsunuz ve sizin A takımınız B takımıyla yaptığı maçta yeniliyor. Siz bir dahaki sefer A takımı kesin galip gelecek diyorsunuz. Bir süre sonra maç yapıldığında A takımı galip oluyor. Şimdi bu bir mucize mi? Tabi ki de hayır. Sizin taraftarı olduğunuz takımın kazanmasını arzulamanızdır. Nitekim Muhammed de Rum-Sasani savaşlarında Rumlardan taraf olmuş ve onların kazanmasını arzulamıştır. Rum suresinin nüzul  sebebini İslam kaynaklarında okuduğumuzda bunu açıkça görebiliyoruz. Bakalım İslami kaynaklar Rum suresinin nüzul sebebi hakkında ne söylüyorlar?:

Rûm Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil olunca, Hz. Ebû Bekir (r.a.), mağlup Bizans’ın yakın bir gelecekte İran’a gâlip geleceğini ifade etti. Übey b. Halef ve diğer müşrikler ise bunu yadırgayarak, Bizans’ın İran’a galip gelmesinin uzak bir ihtimal olduğunu iddia ederek karşı çıktılar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.) Bizans’ın, Übey b. Halef ise İran’ın üç yıl içinde galip geleceği konusunda on deve üzerine bahse girdiler. Bu hâdise kumarın haram kılınmasından önce oldu. Hz. Peygamber (a.s.), -süreyi kısa tutan- Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) bid’ ( بضع ) kelimesinin üçten dokuza kadar olan sayıları ifade ettiğini hatırlattı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Übey b. Halef bahsi “dokuz yıl içinde yüz deve üzerine” şeklinde yenilediler.  Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebubekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.s.):“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu.  O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı Müslüman oldu (Tirmizî, Tefsir 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)

Bu bilgilerden ilk olarak Muhammed ve sahabelerinin kumar oynadığı ortaya çıkmış oluyor çünkü Rumların kazanacağı konusunda bahse giriyorlar. Bu da Muhammed ve sahabelerinin Rumlardan taraf olduğunu ortaya çıkarmış oluyor.
Bir sonraki püf noktaysa hadiste geçen bid’ ( بضع ) kelimesinin 3 ile 9 yıl aralığındaki zaman dilimini göstermesidir. Yani Muhammed Antakya'da 613 yılında [1] yenilen Rumların en erken 3 en geç 9 sene sonra galip geleceğini söylüyor. Fakat tarihten de bildiğimiz gibi Ninova savaşı 12 Aralık 627 yılında [2]  yapılmıştır. Yani Antakya savaşıyla Ninova savaşı arasında 14 sene vardır. Bu gerçekler ayette verilen zamana uymadığından mucize olarak kabul edilemezler.
Üstelik 613 senesinde yapılan Antakya savaşıyla 627 senesinde yapılan Ninova savaşı arasında Rumların mağlup olduğu iki savaş daha var. Bunlar 614 yılında Kudüs'ün Persler tarafından işgali ve 619 yılında Perslerin Mısır'ı işgali. Bunların hepsinde Rumlar mağlup edilmiştir.
Ayetin kasıtlı olarak yanlış çeviri yapıldığı haliyle ele alsak bile yine de elimizde kalıyor. Farz edelim ki ayette en alçak değil de en yakın yer ifadesi kullanılmış olsun. O zaman bile bu ayet Antakya savaşını anlatıyor olamaz. Zira Antakya ile Muhammedin bulunduğu Medine arasındaki mesafe 2.178 kilometredir. [3]

Sonuç olarak ayetin hem yanlış hem de doğru çevirisi coğrafi ve tarihi delillerle çürütülmüş oluyor.
Tarih boyunca gelecekten haber veren insanlar hep olmuştur. Örnek vermek gerekirse Vanga [4] ve Nostradamus [5].

Vanga'nın (1911-1996)  gelecekle ilgili söylediği kehanetlerin büyük bir kısmı şu ana kadar gerçekleşmiştir. Nostradamus (1503-1566) Türkiye'de yeni bir cumhuriyetin kurulacağını, hatta para biriminin bile değişeceğini önceden haber vermiştir.
Şimdi eğer sizin mantığınızla düşünürsek bu iki insanı da Peygamber olarak kabul etmeniz gerek. Zira hepsi tarih boyunca gerçekleşen kehanetlerde bulunmuşlar...

Rum Suresi Mucizesi 2 için tıklayınız.