HABERLER
Dini Haber

ALLAH'TAN BAŞKA HÜKÜM VERENLER: AVLİYE VE REDDİYE

Yazan: FileOzof


ALLAH'TAN BAŞKA HÜKÜM VERENLER: AVLİYE VE REDDİYE

Miras ayetleri modernist kesimden bağnaz kesime kadar herkesi uğraştıran ama bir türlü tatmin edici cevaplar alamadığımız bir konudur.
Bazıları avliye ve reddiye ile bazıları da kendince yorumlarıyla bu işten sıyrılmaya çalışıyor. Bir kere dahi "Tanrı yanılabilir mi?" diye sormuyorlar.
Bu yazımda bu iddialara değinecek ve bu iddiaların ne kadar tutarsız ve boş bir çaba olduğunu göstereceğim.

Biliyorsunuz, daha önce miras ayetlerine değinmiştik. Şimdi gelin miras ayetlerine bir kez daha göz atalım. Sizden ricam elinize bir kağıt bir de kalem alın. Hep birlikte bir hesap yapalım. Zira Tanrı yanılır fakat matematik asla.

Unutmadan ilgili ayetleri şuraya bırakalım.

Kur'an/4:11-12
﴾11﴿ Allah size, çocuklarınız hakkında erkeğe, iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder. *İkiden fazla kadın iseler bıraktığının üçte ikisi onlarındır.* (1)Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. *Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır.* (2)  Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuşlarsa anasının hakkı üçte birdir. Ölenin kardeşleri varsa anasının payı, vasiyetten ve borçtan sonra altıda birdir. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş paylardır; şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

﴾12﴿ *Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra,* (3) eşlerinizin, çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. *Çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır.* (4) Eğer bir erkek veya kadının, anası, babası ve çocukları bulunmadığı halde malı mirasçılara kalırsa ve bir erkek yahut bir kız kardeşi varsa, vasiyetten ve borçtan sonra her birinin payı altıda birdir. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. Kimse zarar görmesin; Allah’ın hükmü budur. Allah her şeyi bilendir, hilim sahibidir. [1]

Bugün bir adam ölmüş ve geriye 3 kız evladını annesini ve babasını mirasçı bırakmış olsun.
Adamın geriye 250.000 TL parası ve 10.000 TL borcu kalsın.
Şimdi adım adım işlemlerimizi yapalım.
1-) 3. maddeye göre öncelikli olarak borcunu ödememiz gerekiyor.

250.000-10.000=240.000

2-) 1'inci, 2'nci ve 4'üncü maddelere göre kız çocuklara 2/3, anneye 1/6, babaya 1/6 ve eşe 1/8 verilmesi gerekir.

Mirasın 3'te ikisi 240.000*2/3 işleminden 160.000  TL'dir ve bunun 3 kıza paylaştırılması gerekir.
Mirası anne ve babaya her biri 1/6 alacak şekilde dağıtırsak 240.000*1/6= 40.000 anneye, 240.000*1/6=40.000 babaya vermemiz gerekir.
Son olarak mirasın 1/8'ini ölen erkeğin karısına verirsek 240.000*1/8=30.000 yapar.

3-) Şimdi bölüştürdüğümüz para miktarlarını toplarsak 160.000 + 40.000 + 40.000 + 30.000 = 270.000 yapar. Elimizdeki para her ne olursa olsun eldeki oranlarla dağıtmaya yetmez. Hangi para miktarı ile denerseniz deneyin paylaştırmak istediğimiz miktar elimizdeki paradan fazla çıkar.

Kısacası yerin ve göklerin ve ikisi arasındakilerin sahibinin verdiği oranların dağıtılması, "bir elmanın yarısını Ali'ye yarısından fazlasını ise Ayşe'ye vermek gibi" imkansız ve karmaşık bir durumdur.

Şimdi geçelim Müslümanların argümanlarına.

*...Bu Amerika'yı yeniden keşfettiğini zanneden bilgisiz inkârcıya hemen bildireyim ki, ortaya koyduğu mesele İslâm'ın ilk devrinden beri bilinmektedir; maksat anlaşılmış, çözüm oluşturulmuş, buna göre uygulama yapılmış ve hiçbir mirasçı mahrûm bırakılmamıştır. "Payların mirastan fazla geldiği" ifade ve düşüncesi bilgisiz inkârcıya aittir, doğrusu ise payların, mirastan değil, hesap gereği olarak paydalar eşitlenince paydadan fazla olabildiğidir. Böyle bir "mirasçılar tablosu" karşımıza çıktığında çözüm, paylar toplamının payda olarak alınmasından ibarettir, çok eski zamanlardan beri bilinen bu hesaplama usûlüne "avl" denmektedir...

...Paylar toplamı 27 olduğuna göre payda da 27'ye çıkarılacak, miras 24'e değil, 27'ye bölünecek ve her bir mirasçı, Kur'ân'da belirtilen payını, 27'de 16, 4, 4, 3 olarak (bu oranlarda) alacaktır.* [2]

Bu iddia mal sahibinin yaptığı paylaşımın sanki elinde 213.333 TL varmış gibi davranmasıdır. Şimdi bu olayı detaylıca matematiğe dökelim.

Daha önceki videoda da ifade  ettiğimiz gibi mirasın 1 çıkması gerekirken oranları topladığımızda 1.125 yani 27/24 çıkmıştı.

Avliye yöntemi oran orantı yöntemiyle ifade edilebilir.
Elimizdeki paranın 240.000 TL olduğunu belirterek hesaba başlayalım.
Örneğin ölen kimsenin eşi için 1/8 yani 30.000 TL verilmesi gerekirdi. Avliye uygularsak bu durum
240.000*3/27 den 26.666 TL çıkar. Fakat sorun şu ki 1/8'in genişletilmiş hali olan 3/24, avliye ile 3/27 olmuştur. Bu durum Allah'ın belirttiği kanunlara aykırıdır. Çünkü Allah 1/8' ini vermesini emrederken Sünni İslamcılar, mirasın 3/27'sini yani 1/9'unu vermiştir.
Normal durumlarda yani Avliye'yi gerektirmeyen miras paylaştırmasında Mirası 24/24 olarak alan bu kesim her ne hikmetse şimdide mirası 24/27 olarak almıştır. Hata iddiasına yönelik argümanlarının devamında hala daha yapılan  cehennem tehditleri bu iddiaların içinin ne kadar boş ve Kur'an'a aykırı olduğunun bir göstergesidir.
Eğer hala daha ne demek istediğimi anlamadıysanız şöyle bir benzetme yapayım. Faraza bir senet imzaladık ve ben size elimdeki paranın 1/8 ini vereceğime söz verdim.Daha sonra benim menajerim hemen bir Avliye yöntemi ile 1/8 yerine elimdeki paranın 1/9'unu size verdi. Şimdi soruyorum. Bu benim adıma yapılmış en büyük ortaklık ve iftira değil midir?
Bununla birlikte İslam dünyasında önemli bir yer edinmiş, birçok hadis rivayet etmiş, tefsir ve "İslam hukuku" konusunda otoriter biri kabul edilen[3], Muhammed'in amcasının oğlu İbn Abbas avliye konusunda fikir birliğine varmamıştır.[4]

Kur'an/5:44
﴾44﴿ Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerin ve -Allah’ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için- rablerine teslim olmuş zâhidlerin, bilginlerin yahudiler arasında kendisiyle hükmettikleri, içinde hidayet ve aydınlık bulunan Tevrat’ı elbette biz indirdik. Hepsi onun (hak olduğunun) şahitleri idi. O halde insanlardan korkmayın, benden korkun da âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. [5]

Bu ayet açıkça gösterir ki Allah'ın indirdiği kuralları değiştirenler, onun söylediklerine uymayanlar kâfir olmuştur. Cehennem tehditleri ile bağıranlar yaptıkları işin inkardan da öte bir şirk olduğunun farkına varmalıdır.

Verilen oranların nispi oranlar olduğunu söylemekse trajikomik bir durumdur.
"Nispi oran" savunucuları şu soruları cevaplamak zorundalar.

1-) Bu oranlar birbirine kıyasla verilen oranlarsa Ömer b. Hattab neden sahabeyi bir araya topladı?

2-) İbn Abbas neden Avliye konusunda icma etmedi ve başka bir çözüm yolu aradı?

3-) Nispi oranlar kesirli şekilde verilmez. Nispi oranlarda payların her biri 1 veya 1'in katı olmak zorundadır. Oranlar neden kesirli bir şekilde verildi?

4-) Nispi oranlar için değişen durumlarda değişen oranlar vermeye gerek yoktur. Nispi oranlar verildiğinde her farklı durumda zaten farklı oranlar çıkar. O halde Kur'an neden farklı durumlarda farklı oranlar verme gereği duymuştur?

Bu soruların cevaplanması yeterli olacaktır...
               
Bir diğer iddia ise bunun matematiksel bir zorunluluk olmasıymış. "Değişen durumlar karşısında sabit oranların payı paydasından zaten büyük ya da küçük çıkabilir." [6] şeklinde de ifade ediliyor. İyi de zaten değişen durumlarda oranlar sabit değil ki. Bunun en büyük kanıtı ekranda görmüş olduğunuz koyu renkle yazılı kısımdır. Bu iddiamı yazının son kısmında kendi uydurduğum bir ayetle destekleyeceğim.

(11) Allah size, çocuklarınız hakkında erkeğe, iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder. İkiden fazla kadın iseler bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. *Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuşlarsa anasının hakkı üçte birdir.* Ölenin kardeşleri varsa anasının payı, vasiyetten ve borçtan sonra altıda birdir. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş paylardır; şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

Başka bir videoda Reşad Halife'yi Rasul olarak gören Edip Yüksel ise konuyu ilginç olarak bulmuş ve video sahibi önce mirası 1 üzerinden normal bir şekilde hesaplayıp daha sonra kalan para üzerinden hesap yapmış.[7]

Bu paylaşıma yönelik Kur'an'dan getirilen delil ise Nisa suresinin 33. ayetidir.

Nisa Suresi 33. ayet
﴾33﴿ Ana, baba ve akrabanın geride bıraktıklarından her biri için yakın vârisler belirledik. Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimselere de paylarını verin. Çünkü Allah her şeyi görmektedir.

Bu yaklaşım kadını sözleşmeli işçi gibi göstermektir. Halbuki ayetin yorumuna baktığımızda böyle bir şeyi görmemekteyiz. Dahası ayetin kendisinden böyle bir şeyi, tefsir konusunda hiçbir bilgisi olmayan, okuduğunu anlayan biri bile çıkaramaz.
Ayetle ilgili İbn'i Kesir'in tefsirinden ilgili kısma bakalım.

*Allah Teâlâ : «Yeminlerinizin bağladığı kimselere hisselerini verin.» buyuruyor. Sağlam yeminlerle anlaştığınız (karşılıklı yeminleştiğiniz) kimselere; sağlam, kuvvetli yeminlerinizde va'dettiğiniz gibi mirastan hisselerini verin. Bu söz ve anlaşmalarınızda aranızda şahid Allah'tır. Bu; İslâm'ın başlangıcında vardı (mevcûddu). Sonra neshedildi ve (daha önce) ahitleştikleri kimselere karşı sözlerinde durmaları emredildi. Ancak bu âyetin inmesinden sonra benzer bir anlaşma yapmamaları da emrolundu.* [8]

Görüldüğü gibi bu ayetlerden sadece "Söz verdiğiniz gibi mirası dağıtın anlamı çıkar." ve bu ayet, miras ayetleri ile neshedilmiştir.

Diyelim ki bu ayetten bu tarz bir anlam çıkarmak mümkün olsun. Kız sayısının bir olduğu durumda ise kalan miras üzerinden kıza 1/2, anneye 1/6 ve babaya 1/6 oranında miras dağıtılır. Bu durumda ise oranlar toplamı 5/6 eder. Peki her ikisini birleştirirsek ne olur. 1/8 + 1/2 + 1/6 + 1/6  =23/24
Gördüğünüz gibi bu durumda da mirası tam olarak dağıtmak her iki yöntem içinde imkansızdır. Kalan paraya ne olacağı meçhuldür.

Az önce bahsettiğim "matematiksel zorunluluk" iddiasını çürüten ayet ise şöyledir.
Ayete başlamadan önce belirtmeliyim ki değişen durumlar karşısında sabit oranların hep 1 vermesi imkansızdır. Fakat değişen durumlar karşısında "değişen" oranların hep 1 vermesi imkansız değildir. Nitekim Kur'an'da da değişen oranlar karşısında değişen oranlar verilmiş fakat bu oranlar 1'e ulaşamadığı için hatalı olmuştur. İzah etmeye çalıştığımız şey de budur.

Miras Suresi 1. ayet
Ey akıl sahipleri! Eşiniz varsa çocuklara yarısı düşer. Eşi yoksa çocuklara mirasın 2/3'ü düşer. Eşe ise 1/6 düşer. Ölenin çocuğu varsa geriye bıraktığı maldan ana babasının her birine 6' da 1 pay vardır. Çocuğu yok ana babası varsa anasına 1/3 babasına yarısı düşer. Yalnız ana babası varsa her birine yarısı düşer.  Eğer mirasa varis yoksa sadaka olarak dağıtılır. Yoksullar arasında adaletsizlik yapmaktan sakının. Allah sapmayasınız diye ayetlerini böyle açıklıyor. Şüphesiz ki Allah işitendir, bilendir.

SONUÇ
Miras paylaşımın hatalı olduğu apaçıktır.
Yapılan avliye ve reddiye yöntemi bir şirktir ve Kur'an'a aykırıdır. Nitekim İbn Abbas avliye konusunda icma etmemiştir. Matematiksel bir zorunluluk iddiası da yanlıştır çünkü oranlar sabit değildir. %10'luk kısmı oluşturan Şiirler ise ayeti yanlış yorumlamıştır. Ayeti doğru yorumlasalar dahi kızın 1 olduğu durumlarda miras paylaştırılamaz. Sonuç olarak bütün bunlar bir Tanrı'nın sözleri olamaz. Çünkü bir çelişki 1000 mucizeyi aciz bırakır. Gerçeği görmeniz dileğiyle...

SÜMER MİTOLOJİSİ VE İSLAM

Hazırlayan: A.Kara


SÜMER MİTOLOJİSİ VE İSLAM


Kutsal Ereşkigal tahtında yerini aldı,
Anunnaki, yedi yargıç, onun huzurunda hükümlerini bildirdiler, 
Ölüm bakışlarını, gözlerini ona diktiler,
Sözleri üzerine, ruha işkence eden sözleri,
Güçsüz kadın bir cesede dönüştü,
Ceset bir kazığa asıldı.

Özellikle Ur, Uruk ve Kiş gibi yerlerde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları ve Dicle-Fırat vadisi'nin eski kentlerinin bulunduğu bölgelerdeki araştırmalar Sümerlerin MÖ 4000 dolaylarında buralarda yaşadığını kanıtlamıştır.
Yaygın olan görüşe göre Sümerlerin bu deltaya Mezapotamya'nın kuzeydoğusundaki dağlardan geldiği düşünülüyor.

Ur kazılarını gerçekleştiren Sir Leonard Woolley, Sümerlerin tarımsal alanda oldukça gelişmiş olduklarını, tapınaklara, rahiplere, edebiyata, düzenleyici yasalara ve oldukça zengin bir mitolojiye sahip olduklarını belgeleriyle anlatmaktadır.

Evet, Sümerler Fırat-Dicle deltasına yerleşerek orada bir uygarlık kurmuş ve bunu günden güne geliştiriyorlardı fakat bir süre sonra Sami halklarının Sümer ve Akad bölgelerine saldırıları başladı, ilk Sami akınları Sümer üzerine gerçekleşti.

Samiler Sümer ülkesini yavaş yavaş ele geçirirken aynı zamanda yenilgiye uğrattıkları Sümerlerin sahip olduğu kültürü ve onların çivi yazılarını özümsediler fakat Arapça'nın atası olan ve büyük Sami dil grubunun önemli dallarından biri olan Akadça dilini kullanan Samiler Sümer dilini benimsemediler.

Fakat istilalar devam etti. Samiler bir süre sonra Amoritler olarak bilinen bir halk kanalıyla ikinci saldırı dalgasını gerçekleştirip başarılı olunca Babilonya'da ilk Amorit hanedanlığı kuruldu. Böylece Babilonya, Hammurabi yönetimi altında Sümer ve Akad bölgesinde egemenlik kurmuş oldu.

500 yıl kadar sonra Dicle vadisinin üst kavşağına, Yukarı Zap ile Aşağı Zap bölgesine yerleşmiş olan başka bir Sami halkı Babilonya'yı fethederek Mezopotamya'daki ilk Asur İmparatorluğunu kurdu.

Bunları bilmek önemli çünkü tamda bu nedenlerden dolayı bir mitolojinin Sümerli, Babilonyalı ve Asurlu biçimleri arasında büyük benzerlikler varken küçük farklılıklar bulunur.

Tüm bu bilgiler sonrası Sümer mitoslarına ve bu mitosların İslamiyette nasıl yer bulduğuna sırası ile bakalım.

En önemli Sümer mitosu Dumuzi ile İnanna ve burada konu alınan İnanna'nın yer altı dünyasına inişidir. Sümerce olan Dumuzi ve İnanna'nın Sami dilindeki karşılığı Tammuz ve İştar'dır. Dumuzi, yani Tammuz (Temmuz) ilkbaharda bitkilerin ve doğanın yeniden canlanışını sembolize ederken İnanna göğün kraliçesidir.
Sümerlerdeki ilkbahar kutlamalarının ve Samilerdeki Tammuz ayinlerinin ana motifini de bitkilerin yeniden canlanışını temsil eden Dumuzi'nin yeraltı dünyasında tutsak tutuluşu alır.

Bu efsaneye göre esir tutulan kocasını kurtarmak isteyen göğün kraliçesi İnanna, kız kardeşi tanrıça Ereşkigal'in egemenliğindeki yeraltı dünyasına, ölüler ülkesine iner. Fakat buraya inmeden önce önlem almalıdır. Bu yüzden İnana, veziri Ninşubur'a "eğer üç gün içinde geri dönmezsem benim için yas törenleri yaptıktan sonra Nippur tanrısı Enlil, ay-tanrısı Nanna ve bilgelik tanrısı Enki'ye gidip yeraltı dünyasında iken öldürülmemi engellemeleri için onlara yalvar" der.

Akabinde İnanna kraliçelik kıyafetlerini giyip değerli takılarını takar ve ölüler dünyasına gider. Yeraltı dünyasının kapısına vardığında "7 kapı"nın bekçisi Neti ona meydan okur. Kız kardeşi Ereşkigal'in buyruğu doğrultusunda yeraltı dünyasının yasaları gereğince İnanna bu 7 kapıyı geçerken geçtiği her bir kapıda giysilerinin bir bölümünü çıkarır. 7 kapıdan geçen İnanna bunun ardından Ereşkigal'in ve yeraltı dünyası Anunnaki'sinin karşısına çıkarılır. Bunlar ölümün gözlerini İnanna'nın üzerine çevirince İnanna ölerek bir ceset olur ve kazığın üzerine asılır.

Aradan 3 gün geçer ve İnanna geri dönmeyince veziri Ninşubur daha önce onun emrettiği üzere harekete geçerek Enlil, Enki ve Nanna'dan yardım ister. Nanna ve Enlil bu işe karışmaya yanaşmazlar fakat Enki bir dizi sihir yaparak İnanna'nın tekrar dirilmesini sağlayacaktır. Enki, tırnaklarının dibindeki kirleri çıkarıp yaptığı efsun ile bunlardan, isimlerinin ne anlama geldiği bilinmeyen Kurgarru ve Kalaturru adında iki tuhaf varlık yaratır. Enki yarattığı bu iki varlık ile ölüler dünyasındaki İnanna'ya yaşam yiyeceği ve yaşam içeceği (âb-ı hayat) gönderir ve bu iki varlığa hayat içeceği ve yiyeceğini İnanna'nın cesedinin üzerine 60 kez serpmelerini emreder.

Kurgarru ve Kalaturru emri yerine getirince İnanna tekrar dirilir fakat ölüler dünyası kanunları gereği orada ölen biri yerine birini bulup koymadıkça yeryüzüne asla geri dönemez. Fakat İnanna'nın bir şekilde geri dönmesi gerektiğinden onu dirilten bu iki cin daha sonra yeryüzüne çıkarak onun yerine geçerek yeraltı dünyasına gelecek kurbanlar ararlar. 
Cinler tanrı Şara'yı, Latarak'ı hatta İnanna'nın veziri Ninşubur'u bile alıp İnanna'nın yerine geçsin diye yeraltı dünyasına götürmek isteseler de İnanna tarafından kurtarılırlar.

İnanna yeryüzüne dönmek için ölüler diyarından ayrılırken orada evleri olan ölülerin gölgeleri, gulyabaniler ve harpyalar da onun peşine takılır. Bu hayaletimsi ve korkunç orduyla sarılmış olarak Sümer’i kent kent dolaşır.

İlgili tabletin bundan sonrası kırık olduğundan ne yazık ki okunamayan kısımları olsa da mit bununla sona ermediğinden öykünün birkaç adım sonraki süreci-devamı tabletlerin kalan-okunabilen kısmından elde edilebiliniyor.

İnanna kendisine eşlik eden cinlerle birlikte kendi kenti Erek'e vardığında orada kocası Dumuzi'yi bulur. İnanna'nın cinlerin elinden kurtardığı 3 tanrı İnanna'nın önünde eğilerek ona saygılarını göstermişlerdi, fakat tablette yazana göre Dumuzi İnanna'nın önünde eğilmeyince İnnana öfkelenir ve cinlere kendinin yerine geçmesi için onu yeraltı dünyasına götürmeleri emrini verir.

Bunları duyan Dumuzi güneş-tanrı Utu'ya yakararak yardım dilenir.

Bu efsanede dikkat edilmesi gereken büyük bir nokta var: İnanna'nın 7 KAPI'dan geçerek yerin 7 KAT altına yani 7 KAT cehenneme inişi.
Kur'an'da Hicr suresi 43-44.ayetlerde şöyle yazar:  "Kuşkusuz cehennem, o sana uyanların tamamının buluşma yeri olacaktır. Onun yedi kapısı var; her kapıya da onlardan bir kısmı ayrılmıştır"

Dumuzi ve İnanna mitosundaki 7 Kapı ve 7 katlı yer altı dünyası ile Hicr suresindeki 7 kapının sadece bir rastlantı olduğunu düşünüyorsanız ilgili incelemeye Sümer Yaratılış Mitosu ile devam edelim.

Sümer tanrılarının isimlerinin yer aldığı bir tablette adı "deniz" yani su ile bağlantılı olan bir ideogramla yazılan tanrıça Nammu, "göğü ve yeri doğuran ana" olarak betimlenir. Öteki mitoslardan göğün ve yerin başlangıçta tabanı yer, tepesi gök olan bir dağı oluşturdukları anlaşılmaktadır.
Gök, tanrı An ile, yer ise tanrıça Ki ile kişiselleştirilmiş ve onların birleşiminden hava-tanrı Enlil doğmuştur. Enlil de gök ile yeri birbirinden ayırarak, dünyayı gökle yerin birbirinden hava ile ayrıldığı bir varlık biçimine sokar.

Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli noktalar var:
İlk olarak görüyoruz ki Sümer efsanelerinde de canlı hayatı su ile başlıyor, sudan yaratılıyor.

Sümerleri istila eden Samiler ile bu efsanelerin Arapça gibi Akad alt dil gruplarına ve çeşitli kültürlere geçtiğini başlarda belirtmiştim. Bakalım Kur'an'da bunların izine ne şekilde rastlıyoruz:

Enbiya suresi, 30.ayette: "İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?" yazar. Görüldüğü gibi bu anlatım Sümer efsanesindeki yaratılış sürecinin net bir kopyasıdır.

Önemli bir detayı belirtmekte fayda var ki Sümer mitoslarındaki bu yaratıcı, kadın, yani tanrıça iken, İslamiyet'teki yaratıcı her ne kadar cinsiyet atfedilmemiş dense de bir erkek görünümündedir. Peki neden? Bu süreç neden ve nasıl gerçekleşti? diye düşünüyor olabilirsiniz. Bu önemli konuyu başka zaman ayrıca ele alacağım.

Sümer Yaratılış Mitos'una geri dönelim.

Enlil bitişik olan yer ile göğü birbirinden ayırdıktan sonra gökler, ay-tanrı Nanna, güneş-tanrı Utu ve diğer gezegenler, yıldızlar tarafından aydınlatılır. 

Bitkiler, sığırlar (yani hayvanlar), tarım araçları gibi ögeler Enlil'in emirlerini yerine getiren daha küçük tanrılar ile yaratılmış olsa da bunların asıl yaratıcısı olarak Enlil'e inanıldı ve ibadet edildi.

Babilonyalı bilgelik tanrısı Ea'nın (Enki) önerisi doğrultusunda Enlil, tanrılara yiyecek ve giyecek sağlamaları için sığır-tanrı Lahar ve tahıl-tanrıça Aşnan olmak üzere iki küçük tanrı yaratır. Bu iki küçük tanrı sayesinde yeryüzünde büyük bolluk yaşanır. Ne var ki bu iki tanrı içip sarhoş olduktan sonra aralarında tartışmaya, kavga etmeye başlar, yaratılış görevlerini unutur ve yerine getirmezler. Böylece tanrılar ihtiyaç duyduğu şeyleri elde edemez olurlar. İşte tam da bu duruma çare olması amacıyla insan yaratılır.

İlgili dizelere bakalım:
O günlerde, tanrıların yaratış odasında,
Onların Dulkug evinde Lahar'a ve Aşnan'a biçimleri verildi; 
Lahar ve Aşnan'ın yapılışında,
Dulkug Anunnaki'si yediler ama doymadılar;
Katkısız koyun sütlerini... ve iyi şeyleri,
Dulkug Anunnaki'si içtiler, ama kanmadılar;
Katışıksız koyun sürülerinin sağlayacağı iyi şeyler hatırına 
İnsana nefes verildi.

İnsanın yaratılışında ona nefes verildiğini söyleyen çok tanrılı Sümer pagan dininden sonra bir de Kur'an'a bakalım:
Hicr suresi, 29. ayet: "Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın."
Secde suresi, 9. ayet: "Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır."
Görüldüğü üzere bu iki ayette de "insanın Allah'ın ruhundan bir nefes olduğu" yazar.

Şimdi de evrenin düzenlenmesi mitosunda tanrıça İnanna yani İştar'ın yaptıklarına bakalım:

Antik Sümer inanışında "yazgıların tableti" adı verilen nesnelere sıkça rastlanır. Bu tablet oldukça önem arz eder çünkü tanrının niteliklerinden biri de ona sahip olmaktır.

İşte bu efsanede İnanna, uygarlaştırıcı bir tanrı olma özelliği taşıyan Enki'nin sahip olduğu bu yazgı tabletlerini almak ister. Çünkü kendi kenti olan Erek'i onlar sayesinde geliştirmek, uygarlaştırmak istemektedir. Fakat bunun için önce "Mi" denen şeylere sahip olması gerekmektedir; ki buradaki "Me (Mi)" yazgı tabletlerine sahip olduğunda kazanılan güçlerdir.

Yazdı tabletleri ve dolayısı ile Mi'ler Enki'nin elindedir. Bu yüzden tanrıça, babası Enki'nin yanına gider, Enki'de onun gelişi adına bir şölen düzenler. Fakat bu şölende İnanna babasını sarhoş eder ve ondan Me'leri yani tanrısal tüm kararları ve güçleri kendine vereceğine dair söz alır.
Tanrıça, babası Enki'den Mi'leri alarak göklerin teknesine yükleyerek kenti Erek'e doğru yelken açar.
Babası Enki kendine geldiğinde Mi'lerin olmadığını fark eder ve habercisi İsimud'u göndererek kızından onları geri vermesini ister. İsimud bu emri tam 7 kez tekrarlar fakat İnanna'nın veziri Ninşubur tarafından engellenir ve bu sayede tanrıça uygarlığın nimetlerini kenti Erek'e (Uruk) getirir.

7 rakamı tekrar karşımıza çıktı.
Peki neden 7 rakamı Sümerlerde bu kadar yaygın? Neden İnanna yerin 2-3 kat değil de 7 kat altına iniyor ya da Enki neden emrini 4-5 kez değil de 7 kez tekrarlatıyor.
Bunun cevabı da sonraları detaylıca ele alacağım Sümer Kozmolojisinde yatıyor olsa da kısaca bilgilendirmek istiyorum.

Sümer dininde en güçlü ve önemli tanrılar "Karar veren 7 tanrıydı". Yani yönetimde 7 baş tanrı olduğundan 7 sayısı kutsal kabul edilirdi. Bu 7 tanrı ise o dönemde çıplak gözle görülebilen gezegen ve yıldızlar olan "Venüs, Mars, Merkür, Jüpiter, Satürn, Güneş, Ay" dı. Gezegenlerle kişiselleştirilmiş olan bu 7 ilahın her birine bir kat-cennet atanmıştı ve bu katların değerli taşlardan yapıldığına inanılırken kat sayısının yüksekliğine göre taşın değerinin arttığı düşünülürdü. En üst cennet olan 7.kat en değerli taş olan luludānītu'dan yapılmıştı.   

İnsanın yaratılışına Lahar ve Aşnan adlı tanrıların yaratılış mitosu üzerinden değinmiştim.
Sümer mitolojileri Babilonya'da bölgeyi fetheden yeni topluluğun kültürel yapısı ve kullandığı dili sebebiyle değişiklik gösterir. Buna rağmen insanın yaratılışı mitosunun Sümer ve Babil versiyonları arasında farklılıklar olsa da insanın yaratılış amacının toprağı sürmek, tanrılara hizmet etmek ve onların geçimlerini sağlamak yani kulluk etmek olduğu yönünde ortak noktalar bulunmaktadır.

Gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur ki; Sümer inancındaki insanın yaratılış sebebinin "tanrılara hizmet" oluşu ile Kur'an'da da karşılaşılmaktadır.
Örneğin Zariyat suresi 56. ayette: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" ve Bakara suresi 21. ayette "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin" yazar. 

Bu detaydan sonra insanın yaratılışını konu alan Sümer mitosuna devam edelim. Tanrılar yeteri kadar yiyecek alamadıkları konusunda yakınırlar. Bu gibi durumlarda başvurdukları bilgelik tanrısı su-tanrı Enki uykuda olduğundan tanrıların anası olan Nammu onu uyandırır. Enki'nin isteği üzerine ilkel okyanus Nammu ile doğum tanrıçası Ninmah diğer iyi ve soylu yaratıcıların da desteğini alarak derin suların üzerindeki balçığı karıp insanı var ederler.

Bu mitosta dikkat çeken şey şu ki yaratılışta "su" ile ilişkili olan Nammu ile Enki başlangıçta baş rolü oynarken diğer tanrıların da desteği ile derin suların üzerindeki balçığı, yani sudan arındırılmış "kuru balçığı" karıp el birliği ile insan yaratılıyor. Bu mitosun Kur'an'a Hicr suresi 26.ayet ile "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık." şeklinde dahil olduğu görülüyor.

İnsanın yaratılışı sonrası yaptıkları işi kutlamak isteyen Enki bir ziyafet düzenler. Enki ve Ninmah çok şarap içip sarhoş olduğunda Ninmah derin suların üzerindeki balçıktan biraz alıp kısır bir kadın ve hadım bir erkeği içeren 6 farklı insan yaratır. Enki hadım olan erkeğin görevinin krala hizmet etmek olduğunu bildirirken söz konusu mitos Enki'nin aklen ve bedenen zayıf bir insan yaratması ve Ninmah'a yarattığı bu acınacak yaratığın durumunu düzeltmesi için yakarması ile devam eder.
Ninmah hiçbir şey yapamadığı gibi böylesine kusurlu bir varlık yarattığı için Enki'yi lanetler.

Enki'nin aklen ve bedenen zayıf insan yaratması ile Nisa suresi 28.ayetteki "Allah (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır" arasında da bir çağrışım olabilir.

Söz konusu Sümer Tufan Mitosu olduğunda burada da azımsanamayacak detaylar ve ipuçları bulmak mümkün.

İnsanlığın tanrı tarafından büyük bir tufan ile öldürüleceği mitosu dünyanın her köşesinde farklı isim ve ufak motif farklılıkları ile görülebilen bir efsanedir. Bunun da en temel nedeni Mezopotamya üzerine sürekli gerçekleşen akınlar ve buradan diğer bölgelere gerçekleşen göç veya akınlardır.

Sümer Tufan mitosunda tanrılar insanları yok etmek isterken diğer yandan insanları kurtarmak isteyen tanrı Enki'dir. Enki, Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra'ya bir duvarın kıyısında dikilip beklemesini söyler çünkü ona tanrıların korkunç planından bahsedecek ve kurtulma yollarını anlatacaktır.

Başlayan tufan tüm kült merkezlerinin altını üstüne getirir ve bu durum şöyle anlatılır:

Yedi gün (ve) yedi gece sürdükten sonra Tufan ülkenin altını üstüne getirdi, (Ve) büyük suların üzerindeki fırtınalar koca kayığı bir o yana bir bu yana salladı durdu. 
Göklere (ve) yere ışık saçan [güneş-tanrı] Utu göründü. 
Ziusudra koca kayığının bir penceresini açtı, Kahraman Utu ışınlarını dev kayığın içine getirdi.
Kral Ziusudra Utu'nun önünde yerlere kapandı,

Daha sonra Kral Ziusudra bir öküz öldürür ve bir koyun boğazlar; yani tanrılara kurban verir. Kral'a ne olduğu tablette şöyle anlatılır:

Kral Ziusudra, Anu'nun ve Enlil'in önünde yerlere kapandı,
Anu (ve) Enlil hoş davrandılar Ziusudra'ya, Ona bir tanrınınki gibi sonsuz yaşam verdiler,
Bir tanrınınki gibi sonsuz soluk indirdiler onun için.
Sonra, kral Ziusudra'nın, bitkiler dünyasının (ve) insanlığın soyunun adını sürdüren kişinin,
Karşı taraftaki ülkede, Dilmun ülkesinde, güneşin doğduğu ülkede oturmasını sağladılar.

Yine dikkat edilmesi gereken noktalara gelelim:
Enki'nin Ziusudra'yı uyarması ile Cebrail'in Nuh'u uyarması, tufandan sağ çıkmak için kayık veya gemi inşa edilmesi gibi noktalar tamamen ortak. Yani Enki'nin (Şeytan) yerini Cebrail almış. İbrahimi dinlerin bir çok mitolojiden beslendiği ve en çok Sümer, Babil ve Mısır'dan beslendiği her defasında öne çıkacak bir gerçektir.

Daha önce defalarca olduğu gibi Sümer dininin kutsal olan 7 rakamı bu efsanede "7 gün ve 7 gece" ifadesi ile ortaya çıktığı gibi bir başka mitosta tekrar kendini gösterecektir.

Örneğin Enki ile Ninhursag mitosunda Ninhursag çılgına dönerek Enki'ye korkunç bir lanet okur.  Öyle ki tanrılar bile dehşete kapılırlar. Ninhursag'ın bu büyük laneti üzerine Enki bedeninin 7 yerinden hastalığa yakalanır.

Son olarak bir diğer ve İbrahimi dinlerde bariz şekilde yer almış, oldukça önemli mitos, temelde tarımcı, yani çiftçi ile çoban arasındaki rekabeti anlatan Dumuzi ile Enkimdu mitosudur.
Bu efsanede Babilonya adı İştar olan İnanna kendine bir koca seçecektir. Önünde iki seçenek vardır, ya çoban tanrı Dumuzi yani Tammuz ya da çiftçi tanrı Enkimdu'yu seçecektir. Güneş tanrı Utu, kız kardeşine Dumuzi ile evlenmesini söylese de İnanna, Enkimdu'yu istemektedir.

Dumuzi eş olarak onu seçmesi gerektiğini ve İnanna'ya Enkimdu'dan daha fazlasını sunabileceğini söylerken diğer yandan Enkimdu rakibi olan Dumuzi'ye İnanna'dan vazgeçmesi için hayvanlarına ot sağlamak, ona buğday ve fasulye vermek gibi türlü tekliflerde bulunur. İkili arasında sözlü yarışma devam eder ve İnanna sonunda eş olarak çoban tanrı Dumuzi'yi seçer.

İşte bu mitos toplumdan topluma aktarılırken giderek değişir, her kültürün efsanelerinde ve inanışlarında farklılaşarak yer alır. Öyle ki Yehova'nın çiftçi olan Kayin'in ürünlerinden oluşan adakları reddetmesinin temelini oluşturduğu gibi Kur'an'da şu şekilde yer alır:

“Onlara Âdem’in iki oğlu hakkındaki haberi gerçek olarak oku. Hani her biri birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti..." (Maide suresi 27. ayet)

Sümerlileri yenen Sami'ler Sümer çivi yazısını benimsemiş olmakla birlikte, Sümerceden tamamen farklı olan bir Sami dili olan Akadça'yı yazabilmelerine olanak verecek uyarlamalar yaptılar. Tam da bu yüzden Babilonya ve Asurlularca benimsenen Sümer tanrı ve tanrıçalarının bir çoğu söz konusu Akad mitolojisi olduğunda uyarlanmış olan Sami adları ile görünürler. İnanna = İştar, Utu = Şamaş, ay-tanrı Nanna = Sin olurken tapınak isimleri ve ayin terimleri Sümerce biçimiyle değişmeden kalmıştır, tıpkı Latince'nin kilisenin dinsel tören dili olarak kalması gibi.

İşte bu yüzden ilerleyen süreçte Babil-İslam ilişkisini, Sümer ve Babil mitoslarının her birini tek tek ve daha detaylı şekilde ele alacağım gibi mitoloji ve arkeolojinin ortaya çıkardığı gerçekleri savuşturmak için sığınılan 124.000 peygamber yalanını da ayrıca işleyeceğim.

Mitolojiyi bilmek, geçmiş inanışlara dokunabilme, insan akıl ve hayal gücünün çalışma şeklini keşfedebilme ve dinlerin kökenine inebilme imkanı tanır.
Esen kalın.

UYANIŞ VE AYDINLANMAM



UYANIŞ VE AYDINLANMAM
(Takipçilerimden Şu Tigin'in Hikayesi)

Orta halli bir ailenin ilk evladı olarak İstanbul’da doğdum. Babam tutucu bir dindardı. Hiçbir ibadetini aksatmaz, muhafazakâr gazete aboneliğimiz eksik olmazdı. Annem ise modernist İslam akımlarına daha yakındı. Klasik din anlayışının hurafeleri aklına yatmadığından sıklıkla babamla görüş ayrılığına düşüyorlardı. Dini hikayeleri sıkça dinleyerek büyüdüm. Dine yönelmem için fazla baskı görmemiş olsam da bilinçaltıma işlendi bir kere. Dönemsel olarak bazen ibadetlerime dikkat ediyor bazen salıyordum. Ama pek çok konu bir türlü benim de kafama yatmıyordu.

Kafama yatmayan bu konulardan hatırladığım en eskisi; insanların eşit şartlarda yaşamadıkları bir dünyadan hesaba çekilecek olmaları konusuydu. Orta okul din derslerinde hocalarım dahil pek çok büyüğüme sorduğum soru şuydu: Biri zengin bir ailede doğmuş, varlıklı bir hayat sürmüş ve diğeri çok zor şartlarda doğup yaşamış iki kişi var. İkisi de her yönden dört dörtlük insanlar ve imkanları oranında her şeyi dinen ve insani olarak doğru yapar ve ölürler. Bunların öteki tarafta akıbeti ne olur? Bunları cennette eşit mertebeye koysan zenginlik içerisinde yaşayana torpil olmuş olursun. İki tarafta da gel keyfim gel. Yok büyük zorluklar çekmiş olanı daha üst mertebeye koysan bu sefer de zengin olanın kabahati zengin aileye doğmuş olmak mıdır? Cevapların özeti kem küm işte. Sıkışınca da sen küçüksün, anlamazsın, Allah'ın bileceği iş falan filan. Zamanla beni de inandırdılar. Ben anlamıyordum demek ki. Aklım yetmiyor olmalıydı. İlk meal okumamı yaptığımda lisedeydim. Evdeki Elmalılı mealini okumaya giriştim. O zamanlar konduramamıştım ama hayal kırıklığına uğramıştım. O zamanlar kabul etmiyordum ama Kur'an bana hiçbir şey katmamıştı. Kitaplığımızdaki ilmihallere, koca koca tefsirlere girdim ama yine olmadı. Kısacık ayetten sayfalarca hikâye çıkarıyorlardı. Yine kabahati kendimde buldum. Ben anlamıyor olmalıydım.

Gel zaman git zaman üniversite bitti, iş hayatı başladı. İş yerim İstanbul’un muhafazakâr bir  muhitinde olduğu için din konusunda ahkam kesen çok oluyordu. Kelli felli zengin iş yeri sahipleri dindarlık yarışında. Her sene aksatmadan ailecek umreye giden mi ararsın, sıkça çevre camilere yüklü bağışlar yapan mı, yoksa ramazanda kendi gibi diğer zenginlere gösterişli iftar yemekleri veren mi? Ama hepsi birbirinin kirli çamaşırlarını bilirler, arkadan birbirlerini yerlerdi. Gerçekten temiz insan desen bir elin parmaklarını geçmez. Sağa sola vaaz veriyorlar ama bana hepsi hurafe gibi geliyor. Baktım hepsi kendince din alimi ben de dedim ki: “Oğlum artık kemale erdin. Akşamları çalışarak yurt dışında üniversite okumuş, çift ana dal yapmış adamsın. Dünya vizyonun da var, evren anlayışın da. Artık oku öğren de sana bilgiçlik tasladıklarında tak diye cevabını ver.”

Artık kendime güveniyordum. Çeşitli okumalar yapmış, hem batı hem uzak doğu kültürlerini görmüş, çeşitli belgesel yayınlarını takıp etmiş biriydim. İslam coğrafyasının çarpıklığı, yüce yaratıcının mesajını anlayamadıklarından olmalıydı. Bir de dış mihraklar yüzünden tabi :) Sonuçta batı medeniyeti evrimine bizden 600 yıl önce başlamıştı. İslam coğrafyası da artık olgunluğuna ulaşmalıydı. Modernist İslam anlayışının güzide temsilcilerini biraz takip ettim ama olmadı. Kur'an'daki ilahi ve evrensel mesajı kendim anlamalıydım.

Bu sefer teknolojiden faydalandım ve Kur'an uygulamasını indirip kulaklıkları taktım. Notlar alarak dinlemeye başladım. Bir aydınlanma bekliyorum anlayacağınız. Sonlara doğru, başlardaki hayal kırıklığım yerini öfkeye bıraktı. Allah'a bildiğin kızmıştım. “Göndere göndere bunu mu gönderdin? Neresi apaçık bunun? Ben anlamıyorsam cahil cühela nasıl anlasın?!!” diyordum.

Kozmik aydınlanma beklerken çöl hikayeleri bulunca tepkim bu olmuştu. Çünkü hala bir konu kafamda değişmez hakikat idi. O da bunun direk tanrı sözü olduğuydu. Malum nesillerdir her bireyin kafasına çakılmış bir dogmadır bu. Sonraki aylarda yavaş yavaş sinirim geçti. Arada abdest almadan cumaya gidiyor, kılar gibi yaparken bu toplu ritüeli dışarıdan biri gibi gözlemliyordum. İçimden Allah'a "neden böyle" deyip duruyordum. Bütün bunların anlamı neydi? İlahi aydınlanma beklentim uçup gittikçe, kafam Kur'an'da dosdoğru anlatılan konulara gitmeye başladı. Peygambere zorluk olmasın diye şunları şunları helal kıldık , sana şunu nikahladık, elinizin altında bulunan cariyeler şöyledir böyledir. Bu ne arkadaş? Peygamber adamın Dalay Lama gibi olması gerekmez mi? Dünya nimetlerini aşmış, ulvi aydınlanma yaşamış biri olması gerekmez mi? Gel gelelim burada sayısız eşler ve kadın köleler de var savaş ve ganimet de. Bir de cennet var hurili murili. Kafamda bunlar eko yaparken bir düşünce birden filiz verdi: “Ya denklemin değişmezi değişse. Yani ya tanrı sözü değilse”. O an biliyordum. Kalbimde biliyordum ama zihnimin bu düşünceyi ilerletmesine izin vermedim. Belki de boşluğa düşmekten korkuyordum. Dogmaların dışında bir aydınlanma aradım ve yaklaşık bir sene içerisinde 25’ten fazla kitabı yuttuktan sonra buldum. Batı toplumu bireysel gelişime odaklanmıştı. Zihinsel gelişim, ruhsal, bilimsel ve toplumsal gelişimin hepsi bir ortak paydaya doğru evriliyordu, o da insan potansiyeliydi. İnanılmaz şeylere kadirdi insan. Batı medeniyeti bu anlayışla devamlı kendilerini ileri götürecek insanlar yetiştirebiliyordu. Onlar "her anını güzelleştir" diyordu, İslam ise "bu dünya boş" diyordu. Onlar bilgi peşinde koşuyordu biz ise bir akıl kafesinde oturuyorduk.

İnsan, zekâ ve öz bilinç sahibi bir varlıktır ve evrenle derin bir bağı vardır. Bu anlayış beni huzura erdirdi. Düşülecek bir boşluk yoktu. Artık geri dönüp etraflıca bakmanın zamanı gelmişti. Eşelemeye başladım ve eşeledikçe taşlar yerine oturdu. Kur'an'da konuştuğu söylenen yaratıcı yanlışlar yapıyor, kendi ile çelişiyor, aynı şeyleri tekrar edip duruyor ve olacakları bilmiyormuşçasına olaylar olduktan sonra düzeltme ayetleri gönderiyordu. Adaletin diğer adı Ömer, peygambere: “eşlerine söyle örtünsünler” deyince hop diye örtünme ayetleri geliyor, gerdanlık meselesinde ise Aişe’nin temiz olduğunu göstermek için o’nun malum durumunu bekliyordu. Daha neler neler.

Din derslerine varıncaya kadar bahsi geçen, peygambere atılan iftira ve dedikoduların hepsinin sağlam zeminleri vardı. Bütün bunlar İslam’ın kendi otantik kaynaklarında çatır çatır yazıyordu ancak toplumumuza uymayan kısımlar ya çeviri hileleriyle değiştiriliyor ya da sahih de olsa dilimize hiç çevrilmiyordu. İngilizce çeviriler gün gibi ortadaydı. İslam dünyasının içinde bulunduğu berbat girdabın sebebi tam merkezindeydi. Bu dinde kölelik, baskı, çocuk istismarı, kadına şiddet, ayrımcılık, savaş, ganimet hepsi vardı. Asla kusursuz bir yaratıcıdan geliyor olamazdı. Değildi de zaten. İlkel toplum mühendisliğiydi o kadar.

Birileri Yahudi inancından Hristiyanlığı nasıl türettiyse, aynı coğrafyada başka birileri de başka bir din türetmiş ve bununla kalabalık kitleleri çekerek güç sahibi olmuştu. Bu zincir yüzyıllar boyunca devam etmiş, Atatürk’ün büyük çabasına karşın bugüne kadar gelmişti. Biliyorum ki inanç başka din başka şey. Olağanüstü pek çok şeye inanıyorum ama dinde olağanüstü bir şey yok. Din, düşünceye sınırlama getiren bir kamplaşma taktiğidir. İlkel çağlarda insanları ortak hareket ederek gelişmeye teşvik etmiş ve günümüzde çoktan vadesini doldurmuştur. Evet günümüzde gelişmiş batı kaynaklı güçler İslam coğrafyasındaki karmaşaya katkı sağlamıyor değiller ancak sorunun kaynağı İslam anlayışının kendisi. Toplumun ilerleyememe sebebi bireysel gelişimi, eğitimi baskılayan, bu dünyayı bırak diyen bu ilkel anlayış. Dediklerime alışıldık tepkiyi veren Müslüman arkadaşlara sesleniyorum. Bu coğrafya bu dinle bu hale geldi.

Demek ki olmuyor dostlar, burada bir yanlışlık var. Bir de tersini deneyin. Okuma dediklerini bir okuyun, bakma dediklerine bir bakın, kafanızı bulandırın biraz. Birileri sizi bu halde tutmaya çalışıyor. Hem de nesillerdir. Hayatını eksik ibadetler veya aklından geçen düşünceler yüzünden suçluluk duygusuyla geçirmek nasıl bir şey iyi bilirim. Artık dinsizim ve inanın ki bilinçaltımın ne kadar derinlerine yazılmışsa artık, benim bile kulağıma tuhaf geliyor.

Kardeşim benden de hızlı gözünü açtı, hakkını teslim edeyim. Ailece uyandık aslında. Kanalınızın da buna katkısı oldu. Öyle dedikleri gibi dinsiz olunca da azıtmıyorsun. Aksine suçu atacak bir şeytan figürü olmayınca daha fazla sorumluluk sahibi oluyor insan. Kabul ettiğim anlayış olarak kendime bir kategori veremiyorum. Arayışçıyım diyelim. Türk toplumuna gelince söyleyeceğim: “Yeter artık bu yükü omuzladığın. Hafifle ve yoluna bak. Bilgi çağındasın, zihnini kafesten çıkar”

SİZDEN GELENLER | Yazan: Şu Tigin

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

DİNDEN KURTULAN İMAM HATİPLİ



DİNDEN KURTULAN İMAM HATİPLİ
(Bir Takipçimin Agnostisizm'e Uzanan Yolculuğu)


Merhaba, ben FreeThinker.
Muhafazakar bir ailede büyüdüm.Babam imam olmamı istiyordu onun için beni İmam Hatip’e yazdırdı 1997-1998 imam hatip lisesi mezunuyum. İmam hatip’de bize Kuran’ı Arapça okuttular seçme hadisleri de Türkçe öğrettiler. Prof. Dr. Tarihselci Mustafa Öztürk’ün öğrencilerindenim tefsir derslerimize girerdi. Köyde arada sırada ramazanlarda teravih namazı kıldırdım imamlık yaptım imama yardım ettim. Lise bitince Üniversiteyi de kazanamayınca Amerika'ya gitmeye karar verdim. 21 yaşımda Gurbete çıkınca hayat başladı. 32 yaşımda Ailemin aracılığı ile aile dostumuzun kızı olan aynı memleketten imam hatip mezunu eşimle tanışıp nişanlandım ve nişanımızı ve düğünümüzü dini usullere göre Kuranı kerim okutarak yaptık. Bu arada elimden geldiği kadar buradaki dini aktivitelere iştirak ettim, bir defasında sakalı şerif getirmişlerdi camiye herkes sıraya dizildi tabii ki bende,sakalı şerifi öpenler, elleyip yüzüne sürenler sonra sıra bana gelince bende elimi sürüp yüzüme sürdüm o anı hiç unutamıyorum, kendimi çok kötü hissetmiştim daha sonra  ne işim var bu insanların içinde diye kendime kızmıştım.

Sonra kızım ardından da oğlum dünyaya geldi. 2 yaşındayken oğluma  otizm teşhisi konuldu çok üzülmüştüm ve neden böyle oldu diye soru sormaya başladım. Nerede yanlış yaptım? demeye başladım. Sonra "ben Allah’a hakkıyla ibadet etmiyorum, bu benim sınavım" dedim ve dini konulara merak sararak internetten dini videolar izlemeye başladım. Malum hurafeciyi, herkesin tanıdığı Cübbeli Ahmet'in saçmalıklarını gördüm, bunda bir tuhaflık olduğunu, akla ters geldiğini fark ettim ve akla mantığa uygun anlatmaya çalışan modernistleri dinlemeye ve hadisleri inkar etmeye başladım.

Namazların sadece farzını kılıyordum artık. Dinimi öğrenmeliydim. Eğer bir yaratıcıdan mesaj geldiyse onu anlayıp okumalıydım sonra (Edip yüksel) dinlemeye ve 19  mucizesi adlı kitabı ve onun mealini aldım ayrıca Hakkı Yılmaz ve bütün modernistleri dinledim ve Kur'an meallerini aldım.

Artık namazı ritüelden çıkarıp tek rekat olacak şekilde içimden geldiği şekilde Türkçe dualarla kılmaya, secdede aynı şekilde dualar etmeye başlamıştım. Cuma namazları için evime yakın olan Pakistanlıların camisine giderdim oraya da artık gitmek istemiyordum çünkü hutbede akla mantığa ters hadisler okuyorlardı. Artık hutbeyi dinlemiyor sadece namaza yakın vakitte gidip farzı kılıp çıkıyordum.

Modernist kişileri dinlerken kafamda tanrı kavramı bir türlü oturmuyordu, madem benim çocuğum benim sınavım, neden benim Hristiyan komşumun çocuğu spastik, zihinsel engelli ve kadın Müslüman değil. Nasıl olur da cehenneme gider? Zaten bu dünyada cehennemi yaşıyor, o çocuğu yedir içir, altını temizle, ömür boyu çile.. diye kafamdaki sorulara cevap aradım durdum.

Bakara 62. Şüphesiz, iman edenler; Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sâbiîler’den de Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler.
Ayetine göre onunda cennete gidebileceğine karar verdim. Sorular çoğalmaya başladı. Neden ateistlerin hasta ve engelli çocukları var? neyin sınavını veriyorlar? zaten inanmıyorlar ki?

Hayvanlar neden acımasızca ölüyor ve öldürülüyor. Neden dünyanın bir köşesinde açlıktan çocuklar ölüyor? neyin sınavını veriyorlar? neden 3 semavi din hep Ortadoğu’ya gelmiş? şeklindeki sorular çoğalıyordu. Allah böyle olamaz diyordum.

11 yaşımdan 39 yaşıma kadar orucumu hiç eksiksiz tuttum, namazlarımı 5 vakit kılamasamda kılmaya çalıştım, iyi bir Müslüman olmaya çalıştım. Bu sene Ramazanın 9. Günü reformistlerden birisi ben oruç tutarken arada su içiyorum deyince (Hakkı yılmaz) dedim bu nasıl bir din herkes kafasına göre farklı bir şeyler söylüyor.
Sinirlendim inanmıyorum bu dine, tutmuyorum oruç falan dedim ve orucumu bozdum. Eğer yanacaksam da yanacağım umurumda değil dedim ve aynı günün akşamı YouTube’dan dini eleştiren sayfalara bakmak geldi içimden.
Korkarak ta olsa baktım ve ilk Efe Aydal'ın videolarına baktım. Daha sonra Yakup Deniz adlı amcanın videolarına denk geldim. 2 kısa ayet açıklamalı videosunu izleyince bu işte bir şey var dedim ve diğer videolarını izlemeye başladım.

Kur'an'ı Kerim'in mealini defalarca okumuştum ama hiç fark edememiştim çünkü inandığım için hiç sorgulamadan okumuştum. Derken Gig tv, Din ve mitoloji gibi sayfaları takip ettim, evrimi  araştırdım ve gerçek olduğu kanısına varıp evrenin büyüklüğü, galaksiler, gezegenler gibi konuları araştırdım.
Diğer dinleri eleştiren yabancı bilim insanlarına kulak verdim ve izlediğim İslam’la ilgili videolarda Kur'an’ı Kerimi elime alıp anlatılanları dinledim, kaynakları inceledim ve artık Müslüman değildim. Çünkü dinlerin insan uydurması olduğunu biliyordum. İmam Hatip'den hafız arkadaşım var, Amerika'da yaşıyor. Karadeniz bölgesi Kur'an'ı en güzel, hatasız okuma birincisi ve ateist. Çok nadir konuşuyorduk onunla. Dinden çıktığını duymuştum ve onu aradım ve onunda sorgulayarak, araştırarak bu dinden çıktığını öğrendim.

O da sizin kanalınızı takip ediyor, bana dinden çıkış hikayemi sizinle paylaşmamı söyledi ve bende neden olmasın dedim.

Kız Kardeşime inanmadığımı söyledim. Ona Nisa suresinin 34.ayetinde erkeğin kadının yöneticisi olduğundan ve Nisa 11-12.ayetlerde mirasta erkeğin kadının iki katı fazla pay alacağının yazdığından bahsettim. Nasıl inanırsın bunlara dedim? Böyle bir yaratıcı olur mu? diye sordum. Bana verdiği cevap "ben kabul etmiyorum o ayetleri, Rabbimin bir bildiği vardır" oldu.

Şimdi çok daha iyi anlıyorum ki Türkiye'de yaşayan Müslümanların çoğu zaten Kur'an’a göre yaşamıyor ve onları bu dinde tutan en önemli faktör korku ve bilgisizlik. Ben kendimi Müslüman zannediyorken kendi kafamda kendi Tanrımı yaratmışım ve onun İslamla alakası olmadığını şimdi anlıyorum. Çünkü inandığım kitapta yazanlardan haberim yoktu.

Dini terk edince içime bir huzur doldu, ahlakın, vicdanın dinle hiçbir alakası olmadığını ve iyi bir insan olmak için bir dine inanmaya gerek olmadığını, inançlı olduğum zamanlar başka dinden insanlara nasıl ayrı bir açıdan baktığımı fark ettim.
Ayrıca ne kadar cahil olduğumu ve yaşadığım dünyadan  haberim olmadığını, dinin bana çizmiş olduğu kırmızı çizgileri aşınca dinin benliğime ve zihnime nasıl pranga vurduğunu fark ettim. Gerçek dünyayı, hayatı ve canlıları daha iyi anlamaya başladım.

Asıl şeytanlığın ve kötülüğün din’de olduğunu anladım çünkü beni ve diğer insanları bir kategoriye ayırıyordu. Ama şimdi Müslüman değilim, sadece insanım ve benimle insanlar arasına engel koyan bir dinim yok, mutluyum.
Şu an Agnostiğim, tanrının varlığıyla uğraşmıyorum artık. Yaşadığım hayatı nasıl cennete çevirebilirim onu düşünüyorum. Kendimi geliştirmeye ve daha bilinçli bir insan olmaya çalışıyorum, nasıl daha iyi bir insan olup insanlığa fayda sağlayabilirim diye düşünüyorum. Sağlıcakla kalın.

SİZDEN GELENLER | Yazan: FreeThinker

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

AYETLERİN İNİŞ SIRASINA GÖRE İSLAM

Yazan: Set


AYETLERİN İNİŞ SIRASINA GÖRE İSLAM

Günümüzdeki modernist İslamcılar hariç Muhammed'in ölümünden sonra oluşan mezheplerin neredeyse tamamı aralarında farklar olsa da hadisleri yani İslam tarihini kabul ederler.Aynı zamanda yine neredeyse tamamı Kur'an'daki sureleri iniş sırasına göre okumak yerine sonrasında oluşturulan sıraya göre okurlar.Fakat önceden de belirttiğim gibi aralarında farklar vardır.Ben ülkemizde çoğunluğu oluşturan ehl-i sünnet hadislerini ele alacağım.

Ehl-i sünnet taraftarları sürekli olarak Kur'an'ı ve Muhammed'i övmek için bazı ayetleri ve hadisleri kullanarak inanmayanları eleştirirler.Örneğin bunlardan en meşhuru neredeyse her Müslüman tarafından dillendirilen kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesidir.Her ne kadar bazı tarihçiler böyle bir olayın İslam'ı yüceltmek için oluşturulduğunu düşünse de bu yazıda ehl-i sünnetin iddia ettiği gibi konuyu ele alacağım.Öncelikle Kur'an'da bu konunun geçtiği ayetleri incelemek istiyorum.
"Onlardan birine, Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense, içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi." (Zuhruf, 43/17)

Bu aslında o kadar da yanlış bir şey barındırmayan nadir ayetlerdendir.İniş sırasına göre 63. suredir.
"Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman... " (Tekvir, 81/8-9)

Bu ayet ise iddiaların asıl temelini oluşturuyor. İniş sırasına göre 7. suresidir. Şimdi insanın aklına sorular geliyor. Müslümanların sürekli dillendirdikleri bu ayet bu kadar önemli bir konuyu anlatmasına rağmen neden yedinci sure olarak iniyor? Yoksa kız çocuklarının toprağa gömülmesinden daha önemli bir olay mı var? İsterseniz ilk inen surelerde anlatılan konulara bakalım.İlk inen sure olan Alak suresinin ilk 5 ayeti Muhammed'e inen ilk ayetler iken diğer 14 ayet ise Ebu Cehil hakkında inmiştir.

Hayır! Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek çizgiyi aşar. Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir). Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyen o adamı? Peki, düşündün mü (ey inkârcı), ya o kul doğru yolda ise? Yahut günahtan sakınmaya çağırıyorsa!  Düşündün mü (ey resulüm), ya o adam hakkı inkâr ediyor, sırt çeviriyorsa! Allah’ın her şeyi gördüğünü bilmiyor mu o? Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse mutlaka onu perçeminden yakalayıp sürükleriz! O yalancı, günahkâr perçeminden! O hemen kurultayını çağırsın. Biz de zebânileri çağıracağız! Sakın onun isteğine uyma! Secdeye kapan ve Allah’a yakınlaş.(Alak Suresi 6-19)

Yani Allah,Muhammed'e peygamberliğini bildirdikten sonra ona kötülüklerle mücadele etmesi gerektiğini söyleyen ayetler indirmek yerine kendi yarattığı kuluna kin döküyor ve bunun üstene 6 sure daha indirdikten sonra sıra kız çocuklarına geliyor. Bu süre zarfında gömülen kız çocukları onun bile umurunda olmuyor.

Alak suresinden sonra inen Kalem suresinin ilk ayetlerinde ise Allah,Muhammed'in deli olmadığını söyler.Daha sonrasında ise şu sure iner :

Olur olmaz yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp iğneleyen, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günahkâr, huysuz ve sert, bütün bunlardan sonra bir de ne idüğü belirsiz kimselere, serveti ve çocukları var diye sakın boyun eğme. (Kalem 10-14)

Allah bir insan tanımı yaptıktan sonra Diyanet tarafından "ne idüğü belirsiz" olarak çevrilen "zenîm" der. Bu kelimenin anlamlarından biri de babası bilinmeyendir.Bunun Türkçe'de hangi kelimeye denk olduğunu hepimiz biliyoruz.Yani Allah gönderdiği son kitapta kötülükleri engellemeden önce kendi yarattığı kuluna küfür etmektedir.

Şimdi ise Kur'an'ın eski toplumlarda var olan hikayelerden oluştuğunu öne süren inanmayanlara karşı öyle bir ayet okurlar ki sanki Kur'an'ın yazarı geleceği görüyormuş gibi hissedilir.

Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, "Öncekilerin masalları!" der. (Kalem Suresi 15. Ayet)
Genellikle sorgulama döneminde olan insanları etkileyen bu ayet aslında bize anlatılandan çok farklı bir bakış açısıyla bakmayı gerektiriyor.Önceden de belirttiğim gibi Kalem Suresi Muhammed'e indiği iddia edilen ikinci sure.Önceki sure olan Alak Suresi ise ilk ayetleri ve Ebu Cehil'i anlatıyor.Yani anlayacağınız üzere şuana kadar eskilerin masalları olarak nitelendirilebilecek Nuh Tufanı,Mısır'dan kaçış gibi Tevrat'ta ve Kur'an'da ortak olarak geçen olayların bir tanesi üstü kapalı olarak bile anlatılmadığı halde kendisine ayetler okunduğu zaman ayetlere "öncekilerin masalları" diyor.Burada iki seçenek var.Ya Kur'an'da geçen bu iki surede anlatılan birtakım olaylar zaten o dönemdeki insanlar tarafından da bilinen bir kitapta vardı. Bu iddiaya dair yayını "Kur'an'ın Öncüsü Meçhul Kitap" başlığıyla yine Din ve Mitoloji'de bulabilirsiniz. Diğer bir seçenek ise Muhammed'in daha Kur'an'da yer alacak olaylar kendisine vahiy olunmadan insanlara anlatması. Bu olayları ise öğrenebileceği kaynak sadece Tevrat olabilir.Bu durumda ise İslam'ın iddiası olan diğer kitapların değiştirildiğini Muhammed bilmiyordur.Turan Dursun gibi yazarlar ise bu konuyu Muhammed'in tüccar olmasına ve Tevrat'taki hikayeleri duymuş olmasına bağlamışlar. Artık hangisini seçeceğiniz size kalmış. Fakat kesin olan bir şey varsa o da Kur'an'ı Müslümanların istedikleri yöne çektikleri.

KAYNAKLAR:
http://www.kuranmeali.com/Siralama.php?sira=nuzulsirasi
Râzî, XXX, 84-85
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Kalem-suresi/5281/10-16-ayet-tefsiri
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/96-alak-suresi

İSLAMİYET'TEN ATEİZME



İSLAMİYET'TEN ATEİZME
(Takipçilerimden B.Salman'ın Hikayesi)

Merhabalar dilimin döndüğünce sizlerle dinden çıkış hikayemi paylaşacağım.
Öncelikle kendimi tanıtayım 1984 Kırıkkale doğumluyum ve 25 yaşına kadar koyu ülkücü ve Müslüman olarak orada yaşadım küçük ve çoğunluğu muhafazakar bir şehirdir.

İlkokul yıllarında yaz tatillerinde mahalle camisindeki kuran kursuna giderdim, süreleri ezberlemiş ve Arapça okuyabiliyordum kılabiliğim kadarda vakit namazlarını kılıyordum. İlkokul 4. ve 5. sınıfta din dersinde süre ezberlemekte zorluk çekmiyor genelde sürelerin Türkçe anlamları dikkatimi çekiyordu en çok beğenip hoşlandığım ise Tebbet süresi her okuduğumda Ebu Lehep kafiri cehennemde azap çekiyor diye kendimce onun ateşine bir odunda ben atıyorum derdim ama git gide içimden Allah neden beddua ettiriyor diye bir düşünce sarmaya başladı. Ortaokulda 1.sınıfta din dersinde Hz. Muhammedin hayatı Ebu Leheb'in peygambere yaptıklarını işlerken dayanamadım öğretmene sordum:
+ Hocam dinimizde beddua günah değil mi?
- Günah tabi ki oğlum öyle şey olur mu
+ Allah veya peygamber Tebbet süresinde neden beddua ediyor? namazda beddua okunur mu?
- Allah öyle uygun görmüş, öyle emretmiş sen namaz kılarken Tebbet'i okumazsın olur biter, bunu sorgulamak bizlere düşmez hele sana hiç düşmez kafir olursun şimdi çık dışarı aklını başına alana kadarda bir daha benim dersime girme dedi.

Okul hayatımda ilk defa dersten atılmıştım ve böyle devam ederse derslere girmeyecektim ailem öğrenirse onlara ne diyeceğim babamın vereceği cevapta din öğretmeninden farksızdı yani ve aldığım bir cevap değil nefretti teneffüste gidip özür diledim konuyu kapattık ama din dersi ve dinden uzaklaşmaya başlamıştım ailem namaz kıl dedikçe bir bahaneler uyduruyor kendimi odaya kapatıyor kıldım diyor cumaya git dediklerinde ise evden çıkıp mahallede gezip cumanın çıkış saatinde eve geliyordum aradan yıllar geçti askerlik çağım geldi tabi bu arada sigara ve ara sırada olsa alkole başlamıştım. O dönem annem hastalandı teşhisi MS'di (Multiple Skleroz: beyinde ve omurilikte, mesajları taşıyan sinir telleri etrafındaki koruyucu kılıfın (miyelin kılıfı) hastalığıdır)

Askerlik bitti iş hayatı falan derken annemin hastalığı iyice ilerlemişti 2008 de vefat etti, 5 yıl çekti bu hastalığı. Dine bağlı olmasam bile her gece annem için Allah'a dua etmiştim, artık iyice uzaklaşmaya başlıyordum. Hani Allah affederdi duaları, boş çevirmezdi ama benimkini çevirmişti, derken bir evlilik yaptım, boşandım.
2011 de Kırıkkale'den çıkıp Kocaeli'de bir arkadaşla bekar evi tutmuş güvenlik görevlisi olarak çalışıyordum ama alkol, sigara, bar, pavyon, karı-kız hayatım iyice raydan çıkmış, çoğu zaman geceden kalma işe gider olmuştum. Arkadaşım da memleketine dönmüştü, evde tek kalıyordum, günümü gün edip yalnız kaldığım gecelerde ise cin, peri, şeytan, muska, büyü gibi şeylere sarmıştım.

2013 sonlarında ikinci evliliğimi yaptım ve boş zamanlarımda tarih araştırmaya başladım. Göktürkler, Hunlar, Moğollar vs. ama asla Osmanlı dönemine girmiyordum. Namaz, oruç, abdest hiçbir şey yok. Tabi eşimle tartışmalarımız oluyor, bana dini falan anlatıyor, ben de annem için ettiğim duaları,  inandığımı fakat farklı bir yaratıcıya inandığımı, onun da Allah olmadığını söylüyordum.

Bazen de din konulu videolar, podcastlar dinleyip izlemeye başladım. Muazzez İlmiye Çığ'ın, Sümerler-Gılgamış Destanı'nı dinledim, o kadar etkilendim ki bütün ilgim dinlere yöneldi.
Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm, Müslümanlık derken dinler arasındaki hikayelerin aynı olması çok ilgimi çekmişti.

Turan Dursun'un kitapları, Twitter'da takip ettiğim birkaç sayfa, Youtube'da dinlediğim podcastler... Müslümanlık böyle bir şey olamaz. Zamanında inandığım din, taptığım tanrı bu olamaz deyip söylenen ayetleri, hadisleri karşılaştırıyorum.. Adam doğru söylüyor, meğer bizler körü körüne inanıyormuşuz. O ayetleri bilsek bile orada asıl anlatılmak istenen ............ budur diyenlere inanıp Rivayetçi İslam alimlerinin çizdiği yoldan gitmişiz. Bir zamanlar bir yaratıcı olabilir fikrim ise tamamen kayboldu, bütün dinler birbirinin kopyası, bir pazar yeri, pazarlama aracı olduğu kanaatine vardım.

35 yıllık hayatımda beğendiğim bir söz ve yapılması gereken bir doğru var ise "Yer yüzünde ne yazıldıysa insan yazdı ne söylendiyse insan söyledi" sözüdür. Çok doğru bir tespit ve inancın ne olursa olsun kutsal kitapları okurken o dine mensup değilde kendini inançsız yerine koyacaksın ki okuduğun o kelimeleri tek tek anlayasın.

Din ve Mitoloji kanalına bizler için böyle bir imkan tanıdığı için teşekkür eder, başarılarının ve sesimizi daha büyük kitlelere ulaştırmalarını dilerim saygılarımla, B.SALMAN.

SİZDEN GELENLER | Yazan: B.Salman

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

DEPREMLER, DAĞLAR VE KUR'AN MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


DEPREMLER, DAĞLAR VE KUR'AN MUCİZESİ (!)


Müslümanların Kur'an ayetlerini eğip bükerek yarattıkları mucizelerin bir kaçını daha önceki yayınlarda çürütmüştüm. Örneğin denizlerin karışmaması, evrenin genişlemesi iddiaları gibi. Fakat hala bir grup insan Kur'an'da mucize aramaya devam ediyor.
Geçenlerde Youtube'de bir video ile karşılaştım. Programın konuğu ünlü jeoloji uzmanı Prof. Celal Şengör'dü. Bu programda bir Müslüman arkadaşımız Celal beye bir soru sordu. Soru özetle şöyle: Siz Kur'an'ın ilahi bir kitap olduğuna neden inanmıyorsunuz? Celal Şengör'ün cevabı şöyle oldu: “Ben bir bilim insanı olarak Kur'an'daki doğayla, bilimle alakalı ayetleri okuyorum ve yanlış olduğunu görüyorum”
Soruyu soran arkadaş "yanlışlardan bir tane örnek verebilir misiniz" dediğinde, Celal bey Lokman süresinin 10. ayetini örnek olarak göstermişti. Bunun üzerine Caner Taslaman, Edip Yüksel gibi modernist Müslümanlar uzmanlık alanları olmadığı halde Celal hocaya jeoloji dersi vermeye kalktılar. Fakat Celal beyin kendisi bile değil, öğrencileri bu iki modernistin cevabını layığınca verdi. Bende bu yazımda bahsi geçen konuyu ele alacağım ve Kur'an'ın bu konuyla ilgili anlattıklarının ne kadar hatalı olduğunu ve Allah'ın jeoloji bilgisinin ne kadar zayıf olduğunu sizlere göstereceğim.

Lokmân Suresi, 10. Ayet: "Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik."

Öncelikle ayette dağların sabit olduğu yazıyor. Bu Neml suresi 88. ayetteki "hareket eden dağlar" sözüyle zaten çelişkili. Allah iki ayet yazıyor, birinde dağlar sabit derken diğerinde ise hareket halindeler diyor. Bu bariz bir çelişki değilse nedir? En iyi ihtimal Tanrı bizlerle kafa buluyor. Neyse bu konuyu bir kenara bırakarak asıl meselemize dönelim.

Allah bizlerin sarsılmaması için dağları yarattığını söylüyor fakat unuttuğu bir şey var. Dağlar zaten depremlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Var oluşları bile depreme dayanan dağlar nasıl olur da bizleri sarsıntıdan koruyabilir ki?
Dağların yoğun olduğu bölgeler zaten litosfer levhalarının kesişme bölgesidir. Bilimin fay hattı dediği bölgelere baktığımızda buralarda uzun sıradağlar oluştuğunu görüyoruz. Örneğin Himalaya ve Altay dağları gibi.

Caner Taslaman Edip Yüksel gibi modernistler “Celal Şengör sebep-sonuç ilişkisini karıştırıyor” diyerek kutsal kitaplarının bilimle çelişen ayetlerini kurtarmaya çalıştılar. Dağların deprem sebebi olmadığını biliyoruz zaten fakat dağların depremi önlediğini iddia etmek en azından cahilliktir.

Modernist Müslümanlar belli ki Celal Bey'in o programını izlememiş bile. Zira Celal bey dağlar depreme neden oluyor diye bir ifade kullanmadı. Celal Bey'in eleştirdiği nokta dağların deprem önleyici olduğunun iddia edilmesiydi.
Edip Yüksel kafir dediği halde yaşamakta olduğu Amerika'da bir jeolog bulup ona kamera önünde “dağlar depremde birer tampon rolü üstleniyor” dedirterek yine kutsal kitabını kendince kurtardı ama unuttuğu bir şey var. Her yıl dağların sık olduğu coğrafyalarda binlerce deprem oluyor ve binlerce insan ölüyor. Peki neden oradaki dağlar tampon görevi görerek ortaya çıkan enerjiyi emmiyor? Hemen bir kaç örnek verelim:

ŞİLİ, VALDİVİA
Şili yeryüzünün en uzun sıradağları zincirine sahip. Coğrafyasının büyük bir kısmı dağlardan oluşan bir devlet. Fakat tarih boyunca burada dünyanın en büyük depremleri gerçekleşmiş.
Şili'nin Valdivia ilinde 22 Mayıs 1960'da 9.5 şiddetinde deprem meydana geldi. Meydana gelen bu büyük deprem sebebiyle 1655 kişi hayatını kaybetti, 3 binden fazla kişi yaralandı ve 2 milyon
kişi başka yerlere göç etti.

ŞİLİ, BİO-BİO
Yine Şili'nin Bio-Bio ilinde 27 Şubat 2010'da 8.8 şiddetinde deprem meydana geldi.
Deprem ve ardından gelen dev dalgalar en az 521 kişinin ölümüne, 56 kişinin kaybolmasına, 12 bin kişinin de yaralanmasına sebep oldu. Toplamda 800 bin kişi göç etmek zorunda kaldı ve 1 milyon 800 bin kişi depremden direkt olarak etkilendi.

ASSAM-TİBET
15 Ağustos 1950'de karasal alanda meydana gelen 8.6'lık deprem sebebiyle çok sayıda bina hasar gördü ve 780 kişi hayatını kaybetti. Etkileri sadece Tibet'le sınırlı kalmayan depremden Çin ve Hindistan da nasibini aldı. Assam Depremi olarak bilinse de merkez üssünün Tibet olduğu biliniyor.

Dağlar depreme karşı tampon görevi görüyorsa neden bu kadar insan ölüyor ve neden bu kadar çok kayıp veriliyor?

KUR'AN'DAN ÖNCE DAĞ HAKKINDAKİ BİLGİLER

Öncelikle Muhammed'in yaşadığı bölge bu günkü Suudi Arabistan'da bulunan Mekke değil Petra'dır. Bu konuyu ayrıca ele alacağım fakat büyük bir ihtimalle Petra'daki dağları gören Muhammed bunların depremden etkilenmeyeceğini düşündüğü için Kur'an'a böyle ayetler ilave etmiştir. Bunun bir başka nedeni de Muhammed'den önce de insanların dağlarla ilgili bu tarz fikirlere zaten sahip olmasıdır. Örneğin eski Türk boylarında bile şöyle bir deyim vardır:
"Tengri, tag birle yerig basurdu". Yani "Tanrı, dağ ile yeri bastırıp daha sağlam yaptı". (Bknz. Kaşgarlı Mahmut  Divanü Lugati't-Türk)
Orta Asya toplumlarında “Yeri basıp tutan dağdır, halkı basıp tutan handır” gibi atasözleri vardır.

Neredeyse tüm eski toplumlarda dağların tanrısal ve ilahi sıfatları olmuştur.. Dağlar, Tanrıların yeryüzüne indikleri ve insanlarla birleştikleri yerler olarak düşülmüş ve öyle algılanmışlardır.

Olimpos Dağı Yunan mitolojisinde Zeus, Hermes, Apollo gibi tanrıların ikamet ettiği yer olarak görülmüştür (Bkz. Tanyu 1973, 6).

Hindu geleneğinde Şiva’nın Himalaya'lardaki Kailaş dağında ikamet ettiği düşünülmüştür.

Yahudilere göre "Siyon", Çinli Budistlere göre de "O-mei (Emei)" dağları aynı karakterde düşünülmüştür (Diana L. ECK 2005, İX/6212).

Sümerler, En-Lil’i mukaddes dağların kralı olan tanrı kabul etmişler, ilk kaosun sularından yükselen dünya dağının tepesinde taht kurduğunu düşünmüşlerdir.

Fenikeliler ayinlerini ve tapınaklarını yükseklerde yapmışlar ve Lübnan dağlarını kutsal kabul etmişlerdir (Bkz. Tanyu 1973, 5-6).

Altaylar, Türkistan coğrafyasındaki ulu dağların çoğu, Tanrı anlayışıyla bağlılığı olan, "Han-Tengri", "Kayrakan (Kayra Han)", "Abu Kaan" gibi adlarla adlandırılmıştır (Beydilli 2004, 147).

Burhan Haldun Dağını kutsal kabul eden Moğollar'da da en yüksek dağlar “Dağ İlah” şeklinde düşünülmüştür (Tanyu 1973, 7).

Yakut halk biliminde de Tanrı'nın yedi katlı bir dağ üzerinde yaşadığına inanılmıştır. Başkurtlarca,"Tura Tev" olarak anılan, kutsal bilindiği için de kurban kesilmeden önce kesinlikle çıkılmayan dağ da bu silsilenin içinde yer almıştır. Gök-Tanrı'ya kurban merasimi de kutsal bilinen böyle dağlarda yapılmıştır (Beydilli 2004, 147).

Eski Türkler, her dağın bir koruyucu ruhu olduğuna inanmışlardır. Bu nedenledir ki; dağ ruhunun yardımına ihtiyaçları olduğunda ve ondan dilek dileyecekleri zaman hep dağ tepelerine çıkmışlar, kurbanlarını orada sunup, ayinlerini orada yapmışlardır. Dağ ruhunun da içinde bulunduğu “yer su” ruhlarının merhametli ve koruyucu ruhlar olarak az şeye kanaat ettiklerini, öfkelenmedikçe de kanlı kurban istemediklerini düşünmüşlerdir (İnan 1998, 472).

Çin kaynaklarında eski Türkler’in, "Bodin İnli" dağına "Ülkeyi Koruyan Ruh" gibi baktıkları, dağın yurdu sembolize ettiği, Türk mitolojik düşüncesinde de Dağ Ruhunun aynı zamanda toprağın ve yurdun koruyucusu olduğu zikredilmiştir (Beydilli 2004, 147).

Sibirya Türklerinde ise Şamanları esas koruyanın "Kara Dağ'ın Sahibi" olduğuna inanılmıştır.

Yahudiler de Tanrıya mekan mal etmişlerdir. Yahudilere göre Sion Dağı Tanrının ikamet ettiği yer olarak kutsal kitaplarında zikredilmiş, günümüze kadar da kafilelerin ziyaret yeri olmuştur (Bkz. Tanyu 1973, 11).

Tevrat Mezmurlar’da bu dağın bulunduğu Kudüs, tanrının şehri, bu dağ da tanrının dağı olarak anılmıştır (Bkz. Mezmurlar, 20/2, 4/1, 76/2, 133/13).

Yahudilikte “Yahve” kutsal dağ ile ilişkilendirilmiş, “Bir Dağ Tanrısı” olarak belirtilmiş, Sion, Sina, Hermon, Lübnan, Karmel, Tabor gibi dağlar hep Yahve’nin dağları olarak görülmüştür (Bkz. Tanyu 1973, 10).

Yahudilerin kutsal kitaplarını kendi kutsal kitapları ile birlikte Kitab-ı Mukaddes olarak benimseyen Hristiyanlık'ta da benzer anlayışı görmek mümkündür. Hristiyanlar için en önemli olan kutsal dağ İsa’nın üzerinde dolaştığına, vaaz verdiğine, gecelediğine (Bkz. Luka 22/37-38) ve orada çarmıha gerildiğine inanılan Zeytin Dağıdır. Bu dağ, Hristiyanların başta gelen ziyaret yeridir. Dağ, Hristiyan mistikleri için Allah’a yakın olmanın sembolü, dua yerleri murakabenin odağına bir çıkış yolu olarak görülmüştür (Bkz. Tanyu 1973, 15).

Trabzon'daki Sümela Manastırı (Meryem Ana), Göreme, Avanos, Ürgüp, Uçhisar gibi bölgelerdeki Peri bacaları ve başka yerlerdeki tepelere ve yüksek yerlere yapılan manastır ve kiliseler bu anlayışa işaret etmektedir.

İslam da diğer dinlerde olduğu gibi dağları tanrı mekanı ve tanrının insanlarla buluştuğu yerler olarak nitelemiştir. Arafat Dağı gerek cahiliye döneminde bir ziyaret yeri, gerekse İslami dönemde vakfe mekanı olan, önem arz eden bir yer olmuştur. Buranın Adem ile  Havva’nın yeryüzünde buluştuğu yer veya Cebrail’in İbrahim'e hac görevlerinin nasıl yapılacağını öğrettiği yer olduğuna inanılmıştır. (Bkz. Boks 1991, III/263).

Muhammed'e vahyin geldiğine inanılan Nur Dağı (Cebel-i Nur), buradaki Hira mağarası ve Muhammed'in Hicret esnasında saklandığı Sevr mağarasına da kutsiyet atfedilmiş, Müslümanlarca ziyaret edilegelmiştir.

Gördüğünüz üzere eski inanışlarda dağların koruyucu özelliğinin olduğu düşünülüyordu. Muhtemelen Muhammed de bu inançlardan etkilenerek dağların insanları depremlerden koruyacağı kanısına varmış ve Kur'an'a böyle bir ayet ilave etmiştir.

İSLAM ÖNCESİ ARAPLARDA "DAĞ"

Kuranda dağlar için “Ve dağları, çiviler gibi çaktık”( Nebe’ Suresi 7. Ayet) sözü kullanılmış. Bu Kur'an'a özgü bir ifade değildir. Cahiliye Araplarına ait şiirlerde bu bilgiye zaten rastlamaktayız. İşin garip tarafı Allah kelimesi de Kur'an'a özgü bir ifade değil ve bu yüzden zaten cahiliye Arapları tarafından kullanılıyordu. Ve yine gariptir ki Kur'an'daki "yeryüzünün yayılıp döşenmesi" (Zariyat suresi 48 ayet) ifadesi de İslam öncesi Araplarda vardı.

Ünlü söz ustalarından Kus b. Sâide'nin (Ö. yak. 600) ünlü hutbesine bakalım:

"Ey halk! Dinleyin, belleyin: Yaşayan ölür. Başa gelen gelir. Gece, karanlık; gündüz, durağan; gök, burçları olan; yıldızlar parlar; denizler kabarır; dağlar birer çivi; yer yayılıp döşenmiş; ırmaklar akağında akmakta. Gökte haber, yerde 'ibret' var. insanlar gidiyorlar (ölüyorlar) ve dönmüyorlar. Öyle istedikleri için mi kalıyorlar, yoksa uyusunlar diye mi bırakılıyorlar? Ey güçlü topluluk! Nerde Semûd (toplumu), nerde Ad (toplumu)? Nerede babalar, atalar? Şükürle karşılanmayan iyilik nerede, ne oldu? Yadırganmayan zülüm nerede, ne oldu? Kus gerçek ve içinde günah bulunmayan bir antla ant içer ki, üzerinde bulunduğunuz dininizden daha sevgili bir din vardır 'Allah katında.' (Ali Muhammed Hasen, e't-Tarihu'l.Ebedi, 1964, s. 115.)

Gördüğünüz gibi Kur'an'da Allah'ın dağları çivi görevi görmeleri için yaratıp yerin sallanmasını önlediği fikri cahiliye Araplarında bile vardı.

SONUÇ

Dağların neredeyse tüm dinlerde koruyucu özelliği vardır. İslam da bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da kendinden önceki inanışlardan etkilenmiştir. Muhammed, bugün Müslümanların "cahil-putperest" dediği İslam öncesi Araplarından bile duyduklarını almış ve Kur'an'ına eklemiştir.

Sevgili Müslüman kardeşlerim eğer İslam öncesi Araplar cahil, putperest, müşrik insanlarsa o zaman sizin Kur'an'ın Nebe suresi 7. ve Zariyat süresi 48. ayetlerini inkar etmeniz gerek. Zira bu bilgiler İslam öncesi Araplara ait.
Dağların yer yüzünü sallantıdan korumak için çivi gibi çakıldığı fikri Kur'an'a özgü bir bilgi değildir, zaten bu inanış şekli Muhammed doğmadan önce de vardı. Dağların yeryüzünü sarsıntıdan koruduğunu ispat eden bir tane bile olsun bilimsel belge yoktur.

EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 1

Yazan: Evrim Işığı


EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 1


Okudukça düşünmeye başladığım, düşündükçe daha çok öğrenme arzusu uyandıran bir konu: Evrim...

Üzerine sayısız teori söylense de bu gün en kabul görülen teori sahibi Charles Darwin dir. Darwinizm düşünce yapısı var olmuş, var olan ve var olacak bütün canlıların evrimsel süreçten  geçtiğini ortaya koyar. Kimi insanlar bu teoriyi yok saysa da (büyük bir kesimi dini bütün olanlar) bu teorinin doğruluğu bilim camiasında çoktan kabul görmüştür. Aynı zamanda Darwinizm bir felsefe, evrenimizi anlama çabasıdır. Nitekim “Bilim” diye adlandırdığımız ve çoğu insan tarafından elindeki cep telefonu kadar bilinen bir konunun kökenleri oldukça eskiye dayanır. Felsefe ve sorgulamak “Bilim” dediğimiz olguyu doğurmuştur.

Darwinizm düşünce yapısı bilime muazzam katkıları olan bir düşünce yapısıdır. Tabii ki daha önce değindiğim gibi Darwin den başka evrim teorileri ortaya atan olmuştur. Bunların içinde elbette yaratılış teorileri de vardır. Ancak beni genel olarak etkileyen, Darwin den başka bir teori ortaya koyan kişi ise Lamarck'dır.
Lamarck düşünce savunucularının en çok değindiği ve temel biyoloji kitaplarında da yer alan “Kuyruk Sokumu” teorisidir. Durup bir an düşününce insana oldukça doğru gelse de yine en iyi ve en ayrıntılı açıklayan Charles Darwin dir.

“Kuyruk Sokumu” diye tabir ettiğim teoriden biraz bahsedelim. Bu teoride Lamarck “Kullanılan organ işler ve evrimleşirken kullanılmayan organ çürür” demiştir. Bunun üzerine tabi ki kanıt olabilecek “Kuyruk Sokumu” durumu ortaya atılmıştır. Eskiden atalarımız yırtıcı düşmanlardan korunmak, meyve toplayıp karınlarını doyurabilme gibi sebeplerden dolayı ağaçları sık tercih ederlerdi. Bu sebeplerden dolayı tıpkı şu anki maymunlarda görülen kuyruklara sahiplerdi. Çünkü bu organ hayatlarını kolaylaştırıyor ve hatta canlarını kurtarıyordu.

Zamanla yerleşik hayata geçiş, korunma beslenme gibi alışkanlıkların başka yollarla yapılması ve yırtıcılara karşı farklı savunma sistemleri geliştirmeleri ile “Kuyruk” diye adlandırılan organ çürüdü. Bu çürüme şu an zannedilen gibi bir çürüme değildir. Bu çürüme zamanla (oldukça uzun bir zaman) İşlevsiz kalan organ yapısındaki DNA'lardan bilgi aktarımı ile oluşan bir yok oluştur. Kim bilir belki de onlarca yıl sonra şu anki sahip olduğumuz “Kuyruk Sokumu” tamamen yok olacak veya başka bir şeye evrimleşecek...

Aslında tüm evrim olayını anlamak budur: “Doğal Seçilim”.

Evrim üzerine atılan sayısız teorilerin yanı sıra elbette ki onlarca soru da ortaya çıkmıştır. Özellikle de halk arasında, din adamları arasında ve bazı sosyal medyada dolaşan ünlü insanlarca iddia edilen “evrim çürütüldü”, “evrim yoktur” gibi söylemleri ve sorulan soruların bazılarını bu bölümde detaylıca inceleyip açıklığa kavuşturmaya çalışacağız...

1-Evrim Çürütüldü İddiası:
Bu iddiayı genel olarak daha çok din adamlarından duymaktayız. Lakin evrim teorisi Charles Darwin den 1000 yıl önce Müslüman bilim adamı olan “Basralı El Cahiz” tarafından da ortaya atılmıştır. Bunun yanı sıra evrim teorisinde sürekli olarak incelemeler yapılmıştır. Ve hala Charles Darwin evrim teorisini destekleyen onlarca bulgu bulunmaya devam ediyor. Yani şu anda laboratuvar ortamında açık bir şekilde evrim olayını gözlemliyoruz. Hatta yapılan deneylerin bazıları araştırma sitelerinde halka açık şekilde paylaşılıyor. Hal böyle iken evrimi çürütme ihtimali çok düşük bir ihtimal oluyor. Ancak bilim insanları Charles Darwin doğru bir teori ortaya attı deyip körü körüne inanmaz! Bu gün yapılan deneyler ve gözlemler neticesinde farklı bir durum söz konusu olursa, yeni hipotezler elbette ki ortaya atılır. Bilim ve bilim insanları asla yeniliğe kapalı değildir. Bu nedenle körü körüne bir durumu savunmazlar.

2-Evrim Yoktur:
Evrimin olmadığını bilimsel açıdan açıklayamayanlar biyoloji bilgisi iyi olmayan insanlardır. Aksi takdirde ciddi bir bilim insanının onlarca deneyler ve gözlemlerle ispatı sağlanmış evrimi yok sayması nadir görülür. Evrim her an, her dakika işlemektedir...

Evrim belirli bir zaman işlemiş sonra da durmuş bir mekanizma değildir. Evrim şu anda senin, benim ve çevrende gördüğün tüm canlılığın devamlılığını sağlayan bir mekanizmadır. Bu gün seni ortaya çıkaran durum tamamen evrimsel sürecin bir parçasıdır. Evrim doğruluğu kabul görülen muazzam bir sistemdir.

3-Genlerin Aklı Var Mıdır ?
Evrimsel süreci yalanlayanların en büyük dayanak noktası sandıkları bir durumdur. Aksine bir bilim insanı “Bu genin aklı yok nasıl davranır” diye bir durumu çok ta düşünmez. Çünkü sebebi doğal seçilimdedir. Ve bilimsel bir bilgi ne böyle düşünülerek oluşturulur ne de böyle çürütülür.

Genlerin bir aklının olmasına gerek yoktur. “Baksana ne güzel 2 kolum var” diye söylenilen durumları bolca duyarsınız. Aslında bu olay tamamen insanın kendi psikolojisi ile alakalıdır. Evrimsel süreç sana “Al iki kolun olsun” demez. Bu olay tamamen yaşanılan yere ve şartlara göre değişkendir. Aslında sen iki kolun var sanıyorsun. Lakin bu iki kol mutlak değil değişkendir. Çevresel faktörler ve bazı şartlar altında ileri süreçte belki başka bir kol daha oluşumunu tamamlayacak ya da iki kolumuzdan birisi oluşumunu yitirecek.(Bu süreç tahmini olamayacak kadar uzundur.) Burada daha anlaşılır olması için bir örnek üzerinden inceledim. Çevrenizde gördüğünüz bütün canlılıkta bu durum geçerlidir.

4-Üstün Irk Ve Üstün Canlı: İNSAN
Herhangi bir ırk genom haritası çıkarıldığı zaman net bir şekilde gözlemleniyor ki hiçbir ırk %100 oranda o ırka ait genomlar taşımaz. Irk kavramı tamamen insan işidir. Biyolojide buna yer yoktur. Canlılığın sınıflandırılmasında belirgin ve seçici özelliklere bakılır. Sapiens üstün bir canlı olarak kabul görülse de özüne baktığımızda pek bir anlamı kalmıyor. Az önce de belirttiğim gibi evrim mutlak bir rayda ilerlemez. Evrimin tek hedefi “Hayatta kalma ve üreme olayıdır.” Bu durumun penis-vajina ile mi yoksa A-B organlarıyla mı olacağını umursamaz. Aynı şekilde evrim farklı bir rayda ilerleyip sapiens yerine x canlısını da şu anki bulunduğumuz konuma getirebilirdi. Evrimsel sürecin işleyiş tarzına yavaş yavaş değinmeye başladım. İlerileyen bölümlerde de inceleyeceğiz. Şimdi bir başka soru ile devam edelim.

5-İnsanlar Nasıl Maymundan Geldi?
Bu soru defalarca açıklanmış olsa da hala soruyu soranlar olduğu için ben de değinmek istedim.
Evrim teorisi sanıldığının aksine yalnızca insan ve maymunlar için işlemez. Örneğin hiçbir insan şu anki kuşların atasının geçmişte yaşamış kanatlı dinozorlar olduğunu sormuyor. Hatta o dinozorların da atalarının karadaki dinozor olduğunu sorgulamıyorlar. Neden kuşların atalarını da sorgulamak yerine yalnızca kendi atalarının sorusunu soruyorlar? Bu sorunun cevabı çok basit: “Ego”

Genel itibariyle insanlar ara türleri görmeden ve geniş çaplı incelemeden kendisine ve maymuna bakıp bir yargıya varıyor. Ancak bu durum tamamıyla yanlıştır. Hal böyle olunca bir yaratılışı kabul etmek ve evrimi tamamen hiçe saymak daha iyi oluyor. Aynı zamanda daha da kolaydır. İnsanımızın çoğu araştırmayı, okumayı ve öğrenmeyi sevmeyerek yetiştiriliyor. Çocuklarımıza okumayı ve her şeyi sorgulamayı öğretmeliyiz. Aksi taktirde evrimi yalnızca maymundan gelmek sanıp, at gözlüğü ile hayata bakmaya devam edecektir...

6-Evrim Her An İşliyorsa Neden Aynıyız ?
Az önce de değindiğim gibi evrim sürekli olarak devam eden bir mekanizmadır. Bu arada şunu da belirtmek isterim ki bazı konuları ve durumları daha iyi anlaşılır kılabilmek ve akılda kalıcılığı sağlayabilme adına birçok yerde değineceğim. Evrimsel süreçte  direk olarak başka bir şeye dönüşme mümkün değildir. Evrim bir araç gibidir. Yavaş ilerleyen ama tam ve emin adımlarla ilerleyen bir araç. Çok yavaş ilerlese bile net ve muazzam sonuçları gözlemleniyor. Bu nedenledir ki görülemeyen ufak değişikliklerin(Bunlar yaşam tarzına çevreye vs bağlıdır) bir araya gelmesiyle ciddi değişimler gözleniyor.
Ufak çaplı değişimler olduğunda ise bunlar “Ara Tür” olarak adlandırılıyor. Bu olayın daha iyi canlanması için resmini çizecek olursak şu şekilde düşünebiliriz:

Örneğin saçınızı uzatıyorsunuz. Her gün aynaya bakıp duruyorsunuz. Günlük ortalama 0.5 cm uzadığını varsayarsak sizin bunu gözle görme ihtimaliniz oldukça düşük hatta yok denilecek kadardır. Ancak bu 0.2 cm'ler 1 yıl sonunda ciddi ve gözle görülür değişiklik yaratır. Aynı zamanda direk olarak bir yıl sonunda ki halini almadığı için yadırganacak bir durum da olmaz. Bu şekilde evrimi ne her gün aynada görürüz ne de ciddi değişiklikler olduğunda yadırgarız.

Ancak bir yıl önceki resimlere baktığınız zaman çok ciddi değişiklik olduğunu ve saçınızın oldukça çok uzadığını daha net görürsünüz. Yapılan arkeolojik kazılarda bulunanlar ise sizin fotoğraflarınız ile aynı görevi üstlenir. “Geçmişi Görmek” Belki de bundan yüzlerce yıl sonra arkeologlar kazılarda bizleri bulacak ve “Biz bu insanlardan evrimleşmişiz” diyecekler...

Evrim Teorisini bölüm bölüm açık ve en doğru biçimde anlatmama katkı sağlayan “Din Ve Mitoloji” ye saygılarımla..

Bölüm 2 için tıklayınız.

VİCDAN VE AKLA UZANAN SÜREÇ



VİCDAN VE AKLA UZANAN SÜREÇ
(Takipçilerimden Devrik Tümcelerim'in Hikayesi)

Yaklaşık bir yıldır bu vb kanalları takip ediyorum. Hazırlanan videoları dikkatlice izliyorum.  Ben de aydınlanma sürecimi sizlerle paylaşmak istedim.  Adım Mustafa. Annem bu ismi kulağıma fısıldarken benimle ilgili kim bilir ne hayalleri vardı. ;)

Ben hikayemi taa ortaokuldan başlatmak istiyorum: Ortaokulda okurken İslam Tarihi isimli bir dersimiz vardı. O dersin öğretmeni bize Arapların İslam öncesi yaşamlarından bahsetmişti.  Hepiniz bilirsiniz hikayeyi... Kız çocukları canlı canlı toprağa gömülüyordu vs... Tabi bizde inanmaya gönüllüydük. Hani "kız çocukları canlı canlı toprağa gömülüyorsa erkekler bir biriyle mi çiftleşip çoğalıyorlardı?" gibi bir soru sormak aklımıza gelmedi. Gelmezdi de... Sonuçta anneden deden öğrendiğimiz dindi bu.

O dersten hatırladığım diğer ikinci bir konu ise Zeyd Bin Harisi idi. Hani şu Hatice'nin kölesi olan Zeyd. Peygamber ile evlenirken peygambere hediye edilen Zeyd. sonra peygamber tarafından azat edilip evlat edinilen Zeyd... Öğretmenimiz bize Zeyd'in hikayesini bu şekilde anlatınca hepimizin kalbi yumuşamıştı adeta. Sevinçliydik, mutluyduk. Çünkü biz Müslümandık.

O yıllar pek bir şey sorguladığımı hatırlamıyorum. Ramazanlarda orucumu tutar akşamları da teravih namazlarına giderdim. Daha sonraki yıllarımda pek dindar bir insan olmadım, olamadım. Bilmiyorum neden? Cumaları da bırakınca arkadaşlar arasında kendime "Ben az Müslümanım" demeye başladım.

Daha sonraki yıllarımda hac ibadetini çok sorguladım. Yani her şeyi, kainatı, evreni, güneşi,  yıldızları yaratan tanrı neden insanları bir şehre çağırsın ki? Yemen'de ya da Dünya'nın değişik coğrafyalarında bir yığın insan açlıktan ölürken neden bütün Müslümanlar Arabistan'a gidip kurban kesip gelsin?

Sonra üç semavi dinin de kutsal mekanları neden hep aynı bölgede diye bir soru takıldı aklıma. Filistin örneğin. Üç din için de kutsal. Tanrı acaba bu üç dine inanan insanlara gidin Filistin'de bir birinizi kesin mi diyordu?  Ve peygamberler neden hep aynı bölgeye gönderildi. Sorular... sorular...

15 temmuz bendeki uyanışın başka bir sebebiydi.  Hani  bunlardan zarar gelmez dediğimiz namazlı, niyazlı insanların topluma neler yapmaya çalıştığını canlı canlı izledik.

Sonra İŞİD beni çok aydınlattı. Adamlar İslamı hiç eğip bükmeden dosdoğru uyguladılar. Hani bizim ilahiyat profları ayetlerin orasını burasını düzeltmeye çalışıyorlar ya; onlar öyle yapmadı. Ne yazıyorsa o. Gerçek İslamı gözümüze gözümüze soktular.

Neyse yıllarım geçti böyle... Şu an 40 yaşımdayım. Twitter'da gezinirken bazen ülke gündeminde "Kuran oku ateist ol" gibi başlık etiketleri görüyordum. İlgimi cezbeden birkaç tweet görmüş olmalıyım ki araştırmaya koyuldum. Youtube 'ta Yakup Deniz isimli bi abinin videosuna denk geldim. Video başlığında "Muhammet'in geliniyle olan evliliği" gibi bir şey yazıyordu. O video beni çok sarstı. İzledim. Adam iftira da atmıyordu. Anlattıklarını Azhap suresinin ayetleriyle delillendiriyordu. Yıkılmıştım. İlk olarak ortaokuldaki öğretmenim aklıma geldi.
Hani Zeyd azat edilmişti?
Hani evlat edilmişti Zeyd?
O nasıl bir azat edinmişlik ki adam karısına bile sahip çıkamıyordu? Bi erkek olarak kendimi Zeyd in yerine koydum, kaldıramadım durumu.

Sonra bu tarz videoları izlemeye ve videolarda anlatılan ayetleri incelemeye başladım. Tam bir şok hali içindeydim. O koskoca, her şeyi yaratan Tanrı, Muhammet istediği karısıyla yatar diye ayet bile göndermişti güya.

O uyanışımın başladığı günler geceleri uykuya dalmadan önce hep yaratıcıya dua ettim; Allah'ım ben bir yol ayrımındayım. Eğer yanlış yoldaysam döndür beni diye. Güya kendimce rüyada bir işaret bekledim safça. :)

Birileriyle konuşmak istiyordum ama kiminle? Herkesle konuşulmazdı bu durum. Bazen sokağa çıkıp "Muhammet hepimizi kandırmış!" diye haykırmak istiyordum. İlk olarak Twitter'dan bazen sohbet ettiğim bir arkadaşıma anlattım durumumu. Nasılsa tanıdığım biri değil, sadece Twitter'dan tanışıyoruz diye düşündüm sanırım. ;)Terslemedi beni. Neden, niçin anlamaya çalıştı. Ben de gerekçelerimi sıraladım. Arkadaşımın bana ters tepki göstermemesinden  epey cesaret aldım.

Sonra çok eskiden beri arkadaşlığım olar bir yakınımla konuşmak istedim. Konuşmak diyorum da yazıyordum aslında. Konuşacak kadar cesaretim yoktu henüz. Yine bir gün Twitter'da gezinirken karşıma  Muhammet'in hayatını kolaylaştıran ayetler ile ilgili bir görsel çıktı. Bir fotoğraf karesine 3-5 ayet yazılmıştı. Eminim hepiniz görmüşsünüzdür bu vb. görselleri. O görseli indirip arkadaşıma gönderdim. Sordum bunlar ne diyor diye. Arkadaşım bana cevap olarak Kur-anda bu ayetler yok; bunlar iftira atmak için hazırlanmış dedi. Ben de aynı ayetleri diyanetten alıp tekrar gönderdim. Arkadaş biraz sessizleştikten sonra savunmaya geçti. Oradan buradan bir şeyler kopyalayıp atıyordu bana. Ben de ona öğrendiğim yeni ayetleri gönderdim. Kabuğuna çekildi arkadaş. Yazdıklarımı okumamaya başladı. Çok gitmedim üstüne. Sonuçta onu ikna komasına sokmaya hakkım yoktu.

Oğlum 2 yaşlarındayken ona kendi uydurduğum masalları anlatırdım. Bazen yanım uzanıp "Baba hadi bana masal anlat" derdi. Ben de başlardım anlatmaya. Masalda hayvanları konuştururdum. Oğlum bazen dinlerken uyuyup kalırdı. Üç yaşına gelince anlattığım masalları sorgulamaya başladı. Masalda  oğlum güya ormanda gezinirken sevimli bir ayıyla karşılaşıyor, ayı ona gel oyun oynayalım diyordu. Oğlum o gün sordu bana "Baba ayılar konuşur mu?" diye. Üç yaşındaki çocuk ayının konuşmasını sorgularken koca koca insanlar denizin yarılmasına veya bir peygamberin hayvanlarla konuşmasına nasıl inanabilir ki? Din bence büyüklere anlatılan masallardan başka bir şey değil.

Ben şu an ne olduğuma karar vermedim. Deist miyim, ateist mi? Kavramlara ve isimlere pek takılmıyorum artık. İçimde birkaç bin yıllık uykudan uyanmış olmanın dinginliği var. Benim dinim vicdanımdır. Ve bana göre yaratıcının en büyük ayeti AKILdır.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Devrik Tümcelerim

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)