HABERLER
Dini Haber

MARQUİS DE SADE VE DİN ANLAYIŞI

Yazan: HERMES Trismegistos


MARQUİS DE SADE VE DİN ANLAYIŞI

Marquis de Sade her zaman tartışılan bir kişilik olmuştur. Bunun nedeni ise apaçık ortadadır çünkü Sade’ın kitaplarında her zaman şiddet yoluyla cinsel haz alma hareketi vardır. Zaten sadizm yani şiddet ile cinsel zevk almak Sade isminden türetilmiştir. Fakat Sade’i sadece müstehcen yazılar yazan biri olarak düşünemeyiz, o aynı zamanda aydın bir filozoftur. Tanrı ve din hakkında çok çarpıcı görüşlere sahiptir. Sosyolog Ulus Baker, Sade için şöyle der;
“Sade’ın Tüm kitaplarında felsefenin altında yatan ekonomik sosyal ve dini derin anlamlar vardır”

Sade’ın Yatak Odasında Felsefe kitabında üç karakter farklı konularda görüşlerini paylaşmaktadır ama bunların hepsi aslında Sade’in görüşleridir. Şimdi kitaptan çok çarpıcı bir kesiti inceleyeceğiz.

EUGENIE: Ama değişik türde erdem var; örneğin, dindarlık konusunda ne düşünüyorsunuz?

DOLMANCE: Dine inanmayan biri için bu erdem ne ifade edebilir? Peki ya dine kim inanabilir? Haydi, sırasıyla akıl yürütelim Eugenie: İnsanı Yaratıcısına bağlayan ve var olduğu için bu yüce Yaratıcıya duyduğu minnetini ibadet yoluyla ona kanıtlamaya zorlayan anlaşmaya din diyorsunuz değil mi?

EUGENIE: Daha iyi tarif edilemezdi.

DOLMANCE: Pekâlâ! İnsanın, varlığını doğanın karşı konulmaz planlarına borçlu olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu yerküre üzerindeki varlığının yerküre kadar eski olduğu kanıtlanmışsa eğer, demek ki insan da, meşe gibi, aslan gibi, bu yerkürenin böğründe bulunan mineraller gibi, yerkürenin varlığının gerekli kıldığı ve kendi varlığını kimseye borçlu olmayan bir üründür; aptallara göre, gördüğümüz her şeyin biricik yaratıcısı ve imalatçısı olan bu Tanrının, insan aklının necplus ultrasından başka bir şey olmadığı, bu aklın kendi işlemlerine yardımcı olacak hiçbir şey bulamadığı anda yarattığı hortlak olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu Tanrı’nın varlığının imkânsız olduğu ve her zaman eylem halindeki, her zaman hareket halindeki doğanın, salakların karşılıksız olarak vermekten hoşlandıkları şeye kendiliğinden bağlı olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu hareketsiz varlığın var olduğunu varsaysak bile, tek bir gün bile işe yaramadığından ve milyonlarca yüzyıldan beri aşağılık bir atalet içinde bulunduğundan onun tüm varlıkların kesinlikle en gülüncü olacağı kesinse eğer; onun, dinlerin bize tarif ettiği gibi var olduğunu varsaysak bile varlıkların kesinlikle en iğrenci olurdu, çünkü yeryüzünde kötülüğü mümkün kılmıştır, oysaki o her şeye kadirliğiyle bu kötülüğü engelleyebilirdi… Demek istediğim, eğer tüm bunlar kanıtlansaydı, hem de tartışmasız gerçek olarak kanıtlansaydı Eugenie, bu durumda insanı bu aptal, yetersiz, acımasız ve acınası Yaratıcıya bağlayan dindarlığın pek gerekli bir erdem olduğuna inanabilir miydik?

Burada Sade tanrının varlığının kanıtlanamayacağını, kanıtlansa bile tanrının iyi niyetli olmadığını, bunun sonucunda da kötülüğü yaratıp sözde çok sevdiği insanlığın karşısına çıkardığını, bu yüzden kötü bir tanrıya yürekten tapmanın da saçmalığını dile getiriyor.

Kitaptan kesitlere devam edelim.

EUGENIE, Madam de Saint-Ange’a: "Gerçekten de, sevgili dostum, Tanrı’nın varlığı bir kuruntudan ibaret kalmaz mı?" der.

MADAM DE SAINT-ANGE: "Hem de en sefil kuruntulardan biri, kuşkusuz." diye yanıtlar.

DOLMANCE: Tanrı’ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir. Kimilerinin korkularının, kimilerinin zayıflığının meyvesi olan bu iğrenç hortlak, Eugenie, yeryüzünün sisteminde bir işe yaramaz: bu sisteme zarar verir, çünkü onun adil olması gereken istençleri doğa yasalarındaki temel adaletsizliklerle asla bir arada olamaz; onun sürekli olarak iyiliği istemesi gerekir, doğa ise kendi yasalarına hizmet eden kötülüğün karşılığı olarak iyiliği arzulamaktadır; onun sürekli hareket halinde olması gerekir, oysa bu daimi eylemi yasalarından biri kılan doğa onunla ancak daimi karşıtlık ve rekabet halinde olabilir. Ama, buna karşılık, Tanrı ile doğa aynı şeydir denebilir. Bu bir saçmalık değil midir? Yaratılmış olan şey yaratan varlığa eşit olamaz: Saat, saatçi olabilir mi? O halde, diye devam edilir söze, doğa hiçtir. Tanrı her şeydir. Bu da bir başka aptallık! Evrende zorunlu olarak iki şey vardır: yaratıcı fail ve yaratılan birey. İmdi, yaratıcı fail kimdir? İşte çözülmesi gereken tek güçlük budur, cevaplandırılması gereken tek soru budur.

Kısaca açıklamak gerekirse bunu tanrının çok bahsettiği merhameti doğa yasalarıyla çakışır. Örneğin sıradan ve inançlı bir insanın ormanda usulca uyurken bir ayı saldırısına uğrayıp yaşamını yitirmesi gibi. Bu durumda doğa tanrının merhametine ters düşmüş oluyor. Yani tabiat ve Tanrı birbirinin karşıtı iki güç olmuş oluyor ama hiçbir tanrı kendi yarattığı şeye denk olamaz. ikisinden birini inkar etmek gerekirse de kendine rakip olgular yaratan tanrı saçmalığının reddedilmesi daha olası olandır.

Devam edelim.

Eğer madde bizim bilemediğimiz bileşimlerle davranıyor ve hareket ediyorsa, eğer hareket maddeye içkinse, sonuçta, uzayın engin düzlüklerinde göz alabildiğine uzanan ve tek biçimli, değişmez işleyişi bizde hayranlık ve saygı uyandıran tüm gök kürelerini enerjisi nedeniyle yalnızca o yaratabiliyor, üretebiliyor, koruyabiliyor, sürdürebiliyor ve dengeleyebiliyorsa, bu aktif yeti esas olarak eylem halindeki maddeden başka bir şey olmayan doğanın kendisinde bulunduğuna göre, bu durumda, tüm bunlara yabancı bir fail arama ihtiyacı nereden doğmaktadır? Sizin Tanrı’ya ilişkin kuruntunuz herhangi bir şeyi aydınlatabiliyor mu? Bunu bana kanıtlayamayacağınıza bahse girerim. Maddenin iç yetileri hakkında yanıldığımı varsayalım, önümde en azından bir güçlük vardır. Siz Tanrı’nızı bana sunarak ne yapıyorsunuz? Önüme bir güçlük daha çıkarmış oluyorsunuz. Anlamadığım bir şey yüzünden, daha az anlayacağım bir şeyi kabul etmemi benden nasıl isteyebilirsiniz? Sizin korkutucu Tanrı’nızı Hristiyan dininin dogmaları aracılığıyla mı inceleyeceğim… Kendime böyle mi tarif edeceğim? Bu dogmalar Tanrıyı bana tarif ediyor, bir bakalım…

Doğanın yaratma, üretme, koruma ve sürdürme özelliklerine değiniyor ve bunun dışında evrenin bir failinin, bir yaratıcısının aranmasını gereksiz buluyor. Şimdi ise Hristiyan dininin kendisine göre yanlışlarına bakalım.

Marquis de Sade şu sözlerle devam ediyor:

Bu aşağılık ibadetin Tanrı’sına baktığımda, bir gün bir dünya yaratan, ertesi gün inşa ettiği şeyden pişman olan, tutarsız ve barbar bir varlıktan başka ne görmekteyim ki?

Marquis, Tevrat’ın tanrısının kıskanma, sinirlenme, sevinme gibi insani duyguları olmasına değiniyor. Musa Sina dağındayken kavmi bir altın buzağı yapıp ona tapınmaya başlamıştı. Tanrı bunu görünce onlara nefret kusmuş ve lanetlemişti.

Marquis'un yazdıklarından devam edelim:

İnsanın dilediği alışkanlığa sahip olmasına asla izin vermeyen zayıf bir varlıktan başka nedir ki o? Bu yaratık, kaynağını insandan alsa da ona hâkim olur; ona saldırabilir ve böylelikle ezeli işkenceleri hak edebilir! Ne zayıf bir varlıktır bu Tanrı! Nasıl oluyor da gördüğümüz her şeyi o yaratabilmişken keyfince bir insan yaratamamıştır? Ama diyeceksiniz bana, böyle yaratılmış olsaydı insanın hiç değeri olur muydu? Bu ne bayağılık, bu ne yaltakçılık! Ve insanın kendi Tanrı’sını hak etme gerekliliği nereden gelir? İnsanı tamamen iyi yaratsaydı asla kötülük yapamazdı ve yalnızca bu durumda eser bir Tanrı’ya layık olurdu. Bu, insana bir tercih bırakmak yerine onu kışkırtmaktır. Oysa Tanrı, sonsuz önsezisiyle, ortaya çıkacak sonucu gayet iyi biliyordu. Böyle olunca da, bizzat kendisinin oluşturduğu yaratığı zevk için kaybediyor. Ne korkunç bir Tanrı bu! Ne canavar! Bizim kinimize ve dinmek bilmez intikamımıza ondan daha layık bir vicdansız, bir hergele olamaz! Bununla birlikte, bu kadar yüce bir uğraştan pek az memnun kalarak, inancını değiştirsin diye insanı boğar; onu ateşe atar, lanetler. Bu yaptıkları insanı asla değiştirmez.

Tanrının insana kötülük yapma yetisini verip üstüne cezalandırması ve bunları zevki uğruna yaptığını, zira iyi insanlar yaratmak isteseydi kusursuz insan yaratma yetisine de sahip olduğunu belirterek tanrının kötülüğünü vurguluyor.

Sade, şöyle devam ediyor:

Bu aşağılık Tanrı’dan daha güçlü bir varlık olan Şeytan, kendi hükümranlığını daima koruyarak yaratıcısına her zaman meydan okuyabilir. Ezeli Varlık’ın kendine ayırdığı sürüyü baştan çıkararak sefahate sürüklemeyi daima başarır. Bu iblisin bizim üzerimizdeki gücünü kimse alt edemez. Bu durumda, öğretisini yaydığınız korkunç Tanrı sizce ne düşünmektedir? Onun bir oğlu vardır, tek oğul, hangi ilişki sonucu edindiğini bilmiyorum; çünkü insanın düzüşmesi gibi. Tanrı’sının da düzüşmüs olmasını istemiştir o; kendisinin bu önemli parçasını gökyüzünden koparıp almıştır. Bu yüce yaratığın, göksel ışınların üzerinde, melekler kortejinin ortasında, tüm evrenin gözü önünde belireceği belki hayal edilmektedir… Tek sözcük yok; Yeryüzünü kurtarmaya gelmiş Tanrı’nın, Yahudi bir fahişenin bağrında, bir domuz ahırının ortasında dünyaya geldiği duyurulur! İşte ona atfedilen saygın soy sop! Ama onun bu şerefli görevi bizim zararımızı telafi edecek midir? Bir an için peşinden gidelim onun. Ne demektedir? Ne yapmaktadır? Bize hangi yüce görevi iletmektedir? Hangi esrarı açığa çıkaracaktır? Bize hangi dogmayı buyuracaktır? Onun büyüklüğü hangi edimler içinde kendini gösterecektir?

Sade, şeytanın yaptıkları yada etkisi sebebiyle tanrıdan üstün olduğuna parmak basıyor. Diğer dediği, İsa'nın bir ahırda doğduğu gerçektir. Fakat 'Yahudi fahişe' tabiri ile Meryem'i fahişelikle suçluyor. Öyle miydi bilemeyiz fakat Kur'an'da geçen bir olayda Zekeriya Meryem'i tapınağın önünde bulur, burada ne yaparsın ey Meryem? diye sorar. Bu tartışılır olsa da Marquis'in görüşünü destekleyen bir argüman olabilir.

Marquis, İseviliğin ve teslis inancının İsa'nın uydurması olduğunu, aynı zamanda dinini zorla benimsetmeye çalıştığını anlatarak devam eder:

Gördüğüm ilk şey meçhul bir çocukluktur, bu sokak çocuğunun Kudüs tapınağındaki çapkın rahiplere verdiği hizmetler; sonra, on beş yıllık bir yok oluş, bu sırada bu hinoğluhin, Mısır okulunun tüm hayalleriyle zehirlenecek ve bunları Juda’ya taşıyacaktır. Orada yeniden ortaya çıktığında deliliği baş gösterir ve Tanrı’nın oğlu olduğunu, onun eşiti olduğunu ona söyler; Kutsal Ruh adını verdiği bir diğer hortlağı da bu ittifaka katar ve bu üç kişinin bir olduğunu ileri sürer! Bu gülünç esrarla akılları karıştıran, ciğeri beş para etmez bu herif, bu görüşleri benimsemenin pek matah bir şey olduğunu… Yok saymanın ise tehlikeye yol açacağını ileri sürer.

Bu salak, Tanrı olmasına rağmen, bizleri kurtarmak için bir insan evladının bağrında vücut bulduğunu söyler; gerçekleştireceği parlak mucizelerle bir süre sonra evreni ikna edecektir! Gerçekten de, sarhoşlar arasındaki bir yemekte söylenenlere bakılırsa, bu dalavereci suyu şaraba döndürür; bir çölde, çömezlerinin gizlice hazırladıkları nafakalarla anasının gözü birkaç kişiyi besler; arkadaşlarından biri ölü numarası yapar, bizim sahtekâr da onu diriltir; kendini bir dağa taşıtır ve orada, yalnızca iki ya da üç arkadaşının önünde öyle bir hokkabazlık gösterisi düzenler ki günümüzün en kötü hokkabazının bile yüzü kızarırdı. Kendisine inanmayan herkesi coşkuyla lanetleyen bu kerata, sözünü dinleyecek olan herkese de cenneti vaat eder. Cahil olduğundan hiçbir şey yazmaz; aptal olduğundan pek az konuşur; zayıflığı nedeniyle de pek az şey yapar; ve sonunda, pek ender olsa da kışkırtıcı söylevleri karşısında sabrı tükenen yüksek görevlilerin canını sıkan şarlatan kendini çarmıha gerdirtir, ama kendisini izleyecek it kopuğu garantilemiştir, onu ne zaman çağırsalar kendini yedirmek için onlara doğru inecektir. İşkence yapılır, sesini çıkarmaz. Babası olan mösyö, bu yüce Tanrı, ki onun oğlu olduğunu söylemeye cesaret etmektedir, ona en ufak yardım eli uzatmaz ve bu namussuz, haytaların başı olmaya bu kadar layıkken zavallı muamelesi görür. Yardakçılar bir araya gelip, “Mahvolduk, tüm umutlarımız çöktü. Ani bir şimşek kurtarabilir bizi ancak. İsa’nın etrafındaki muhafızları sarhoş edelim; cesedini aşıralım, dirildiğini yayalım ortalığa; emin bir yol; bu düzenbazlığa inandırabilirsek milleti yeni dinimiz yayılır, genişler; tüm dünyayı ayartır… Uğraşalım!” derler. İşe girişilir, başarılır. Utanmazca gözü pekliği kendine övünç kaynağı yapmamış kaç düzenbaz vardır! Ceset kaldırılır; salaklar, kadınlar, çocuklar, ellerinden geldiğince. Mucize! Diye ağlaşırlar ve bu arada, bunca büyük mucizenin gerçekleşmiş olduğu bu şehirde, bir Tanrı’nın kanına bulanmış bu şehirde kimse bu Tanrı’ya inanmak istemez; tek bir kişi bile inancını değiştirmez. Dahası var; Olay aktarılmayı o kadar az hak eder ki hiçbir tarihçi bundan söz etmez. Bu düzenbazın müritleri çevirdikleri dolaptan yararlanmayı ummaktadırlar ama o an için değil. Bu düşünce hâlâ çok önemlidir, düzenbazlıklarının aşikâr örneklerinden yararlanmadan önce yılların geçmesi gerekti; nihayet, tiksindirici doktrinlerinin eğreti yapısını da bunun üzerinde kurdular. Her değişim insanların hoşuna gider. İmparatorların zorbalığından sıkıldıklarında devrim gerekli oluyordu. Bu dalaverecilerin peşinden gidenler de hızla yayılırlar: Tüm hataların tarihi böyledir. Bir süre sonra Venüs ile Mars’ın sunaklarının yerine İsa’nın ve Meryem’inkiler geçmiştir; o düzenbazın yaşamını yayımlarlar; bu yavan, bayağı romana inanacak bir yığın bön bulunur; asla düşünmemiş olduğu yüzlerce şeyi söyletirler ona; gülünç sözlerinden bazıları bir süre sonra onun ahlâkının temeli haline gelir ve bu yeni din yoksullara vaaz edildiğinden, merhamet ilk erdem haline gelir. Tuhaf ibadetler kutsama işlemleri adı altında kurumlaşır, bunların en aşağılık ve en iğrenci, suça bulanmış bir rahibin, büyülü birkaç sözcük yardımıyla Tanrı’yı bir ekmeğin içinde geri getirtme gücüne sahip olmasıdır. Kuşkunuz olmasın; hak ettiği aşağılayıcı silahlar kullanılsaydı bu iğrenç ibadet daha doğar doğmaz yok edilirdi; ama ona işkence etmek düşünüldüğünden durmadan çoğaldı; oysa kaçınılmaz biçimde yok edilebilirdi. Bugün bile onu gülünç hale sokarsanız yok olur. Becerikli Voltaire asla başka silah kullanmadı ve o tüm yazarlar içinde kendi inancına en fazla taraftar toplamış olmakla övünebilir. İşte Eugenie, Tanrı’nın ve dinin tarihi budur; bu masalların hak ettikleri değere bakın ve kendiniz karar verin.

Bu uzun paragrafı açıklamak gerekirse Sade İsa’nın tüm mucizelerine mantıklı bir sebep buluyor, suyu şaraba dönüştürmesini sarhoşları kandırmak, bitmeyen ekmek hikayesini gizli bir yere zulalanmış bir yığın, Lazarus'u diriltmesinde ise ölü numarası yaptığını ileri sürer.

Çarmıha gerilip tanrı babasının onu kurtarmamasını ise kendisini insanlık için bir kurban olarak göstermesine bağlar.

Sade’ın inancına göre başkalaşım yani göğe yükselme ise İsa’nın havarilerinin bir oyunudur. Havariler insanlara bunu yayar ve tam da İsa’nın istediği gibi geniş kitleleri peşinden sürükler. 2 asır kadar sessiz kalıp işkence görmesine rağmen inancı Milano fermanı ve Konstantin’in kabulü ile nüfuz kazanır.

Rahipler yüzyıllar boyunca saçma ayinler düzenlemiş ve İsa'nın ruhunu geri getirmeye çalışmışlardır. Araftan insan kurtarma, komünyon gibi ayinleri ve Tanrıyı reddetmekte sınır tanımayan yazar, kilise karşıtı Voltaire’e de saygısını dile getirmeyi esirgemez.

Marquis de Sade iyi veya kötü olarak yorumlanabilen felsefesi ve bir o kadarda marjinal görüşleriyle adını duyurmuştur. Dile getirdiklerinin bir çoğunda da keskin kalemini çalıştırmıştır. Bize düşen ise onu ön yargısız bir şekilde okuyup değerlendirmektir.

HİNDU METİNLERİNDE MUHAMMED (!)

Yazan: Kirpi

HİNDU METİNLERİNDE MUHAMMED (!)

Sabah gazetesinin 20 Aralık 2019 tarihli bir yazsının başlığı şöyledir: "NİHAT HATİPOĞLU, 5000 yıllık Hindu kitaplarında Hz. Muhammed" Yazıda Hindu araştırmacı Prof. Prakash'ın Hinduların beklediği Kalki Avatar'ın Muhammed'den başkası olamayacağını söylediği iddia ediliyor. Bu yazının bir kısmını sizle paylaşayım:

Prof. Prakash; Hinduların beklediği 'Kalki Avatar'ın' Hz. Muhammed'den başkası olamayacağını belirtiyor.
Hinduların Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed M.Ö. 3000 yılına ait olduğu sanılan bu metinlerden Bhavişya Puran'da, Veda'ların bir bölümü olan Kuntap Suktita; Efendimizin özellikleri, hayatı, Hz. İbrahim, Kabe, Bekke (Mekke) gibi kavramların yanında ayrıca Hz. Peygamber'in ismi Mohamed, Mamah ve Ahmed olarak geçmektedir. Bilindiği gibi İncil'de de Ahmed olarak geçmiştir.

Nihat Hatipoğlu'nun ortaya çıkardığı söylenen bu iddia esasen Shahnawaz Ahmad tarafından 27 Aralık 2015  tarihinde İngilizce yayınlanan “Prophet Muhammad (PBUH) in Hindu scriptures” [1] isimli yazının Türkçeye çevrilmiş halidir. Peki kimdir bu Shahnawaz Ahmad?

Shahnawaz Ahmad [2], Müslümandır ve Müslüman Üniversitesi, Malappuram Merkezi, Kerala Hukuk Bölümü'nde Yardımcı Doçent olarak görev yapmaktadır. Lisans derecesini tamamlamış, 2010 yılında Varanasi, Mahatama Gandhi Kashi Vidyapith Üniversitesi'nden Matematik ve Fizik, 2013 yılında prestijli Banaras Hindu Üniversitesi'nden LL.B derecesi almış. (LL.B-İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri hariç en yaygın hukuk yargıları lisans derecesi.)

Doçent arkadaşımız üniversitedeki profil bilgilerinde kendisini Mülkiyet Hakları, Uluslararası Hukuk, Yasaların Yorumlanması, Ceza Hukuku üzere yüksek lisans yapmış biri olarak tanıtıyor. Öncelikle bir hukukçunun Sanskritçe üzerine yorum yapması doğru değildir. Nitekim makalenin altında yorum yapan insanlar da bu eleştiriyi yapmış. Şimdi makalenin içeriğine göz atalım ve Nihat Hatipoğlunun'da bu makaleyi görür görmez hiç bir araştırma yapmadan sadece çeviri yaparak kamuoyuna sunmasının ne kadar yanlış olduğunu hep beraber görelim.

Haber  yazısının evvelinde Bhavişya Puran'ın M.Ö 3000 yılına ait olduğunu söylüyor ve yazısının devamında şunları aktarıyor:

Puranalarda Hz. Muhammed İsmi
17 ciltten oluşan Puranaların temel kitabı Bhavişya Puran'da şu ifadeler geçer:
Melekhalı öğretici kendi dostlarıyla zuhur edecek. Adı MOHAMMAD olacak. Raca ona en samimi sadakatini ve bütün saygılarını sunduktan sonra şöyle dedi: Sana bağlı kalacağım. Sen ey Parbatis Noth / Beşeriyetin efendisi, Arabistan'ın sakini. Sen şerri yok etmek için büyük bir güç topladın.
Burada Muhammed adı net geçiyor. Arabistan'a da atıf bulunuyor.

Konuya devam ederken Bhavişya Purana'nın ne olduğuna değinmemiz gerek.

Bhavişya Purana [16] Hinduların Sanskritçe dilindeki puranalarından biridir. Mevcut eser gelecekten kehanetler verdiğini iddia eder. Bhavişya Purana'nın gerçekliği ve özgünlüğü modern akademisyenler ve tarihçiler tarafından sorgulanmıştır ve metin Hindu edebiyatının Puranik türünün "sürekli revizyonları ve canlı doğası" nın bir örneği olarak kabul edilmektedir [3-4] 5 ana varyantı bilinen metnin birçok tutarsız versiyonu mevcuttur ve içerik ve alt bölümleri farklılık gösterir. [5] Bazı el yazmalarında dört, bazılarında iki Parvan (bölüm) varken diğerlerinde herhangi bir bölüm yoktur. [6] [7] Bugün var olan metin orta çağdan son zamanlara kadar uzanan bir malzeme bileşiğidir. Bhavişya Purana'nın mevcut sürümleri İngiliz sömürge döneminde yayınlanan basılı bir metne dayanmaktadır.  
Bhavişya Purana'nın ilk 16 bölümüne Brahmaparvan denir. Manusmriti'nin [8] bazı versiyonlarına benzerlikler gösterir ve alıntı ayetler içerir. [9] [10]

Bhavişya Purana'nın Brahmaparvan kısmı, Zerdüştlük ile ilgili görüşlerle örtüşen ve Güneş tanrısı Surya ile ilgili metinlerden oluşan 169 bölümlük bir destan kulliyesi içermektedir. [11] Bu Güneş Tanrısı ile ilgili bölümler Bhavişya Purana'nın dikkate değer , önemli bir parçasıdır ve İran ,Orta Asya halkları ile Hindistan kıtasındaki toplumlar arasındaki göç veya etkileşimi ile ilgili olması muhtemeldir. [12] [13]

Metnin Madhyamaparvan adı verilen ikinci bölümü Tantra [14] ile ilgili bir çalışmadır. [15] "Kehanet" ile ilgili üçüncü bölüm Pratisargaparvan, Hristiyanlık, İslam, Bhakti hareketi, Sihizm, İngiliz yönetimi ile ilgili bölümleri içerir ve bilginler tarafından 19. yüzyıldan kalma bir oluşum olarak kabul edilir. [16] [17] Metnin Uttaraparvan adlı dördüncü kısmı, Bhavishyottara Purana olarak da bilinir. Bu son bölümde çeşitli Hindu tanrıları ve tanrıçaları, Tithis'leri (ay takvimindeki tarihler), ayrıca mitoloji ve Dharma'nın özellikle vrata (yemin) ve dana (sadaka) ile ilgili bir tartışması yer almaktadır. [16] [17] Metinde ayrıca Uthiramerur [18] [19] gibi kutsal yerlere seyahat rehberi ve hac hakkında birçok Mahatmya bölümü vardır ve Tirtha [20] odaklı Puranas'lardan biridir. [21]

Şimdi Muhammed'in isminin geçtiği iddia edilen Pratisargaparvan (kehanetler) bölümü üzerinde biraz daha duralım ve bilim insanlarının, tarihçilerin, arkeologların, Sanskritçilerin bununla ilgili ne söylediklerine bakalım.

Pratisargaparvan 100 bölümden ibarettir. Birinci ve ikinci fasılları (Handaş olarak adlandırılır) eski zamanla, üçüncü kısım ortaçağla, dördüncüsü de yeni çağla ilgilenirken evrensel bir tarih olarak yazılmıştır. Bu bölüm çok sayıda araştırmacının Bhavişya Purana'nın çoğunun doğruluğunu sorgulamasına ve bu Puranaların kutsal metinler değil, zaman içinde sürekli olarak revize edilen ve dolayısıyla yaşayan bir doğaya ait belgeler olduğuna dair kanıtlar olduğu üzerinde durmuşlar. [22]

Alfred John Hiltebeitel [23] gibi din, tarih, insan bilimleri üzerine yüksek lisans yapmış ve akademik uzmanlığı Mahabharata ve Ramayana gibi eski Hindu Sanskrit destanları üzerine olan bilim insanları  Pratisargaparvan ile ilgili araştırmalarının sonucunda şunları ifade ediyor: 
Araştırmalar, bu bölümün son birkaç yüzyıl içinde tarihsel anlatılarla önemli ölçüde bozulmasını doğruladı. Yazılar araştırırken kullandığımız Terminus Post Quem ve terminus ante quem [24] yöntemiyle Bhavişya Purana'nın bu bölümünün, yani Muhamed hakkında bilgiyi içeren Pratisargaparvan (kehanet) bölümünün büyük olasılıkla 19. yüzyılda [25] oluştuğu görülmektedir.

Gördüğünüz gibi Muhammed'den haber veriyor denilen metinlerin arkeologlar, tarihçiler ve Sanskritçiler tarafından 19. yüzyılda yazıldığı kabul ediliyor. Bu bilim insanları içinde en önde gelenleri ise Ludo Rocher [26] ve Alfred John Hiltebeitel'dir.

Şimdi Prof. Dr. Pundit Vaid Prakash tarafından kaleme alınan ve “The Last Kalki Avatar” adıyla basılan kitapta Hint kutsal kitaplarında yer alan ve “Son Peygamber” manasına gelen “Last Kalki Avatar”ın  Muhammed’in bizzat kendisi olduğu iddiasına göz atalım. Prof. Prakash'e ilaveten Muhammed Hamidullah da kendi kitabında şunları söylüyor:

Hint kutsal kitaplarından Veda ve Puranalar’da çölden “övülmüş” (Muhammed) adında bir bilgenin çıkacağı, “araba”sının semâya ulaşacağı (mi’rac), büyük zaferlerden birini 300 (Bedir Savaşı), birini de 10.000 kişiyle (Mekke’nin fethi) kazanacağı bildirilmiştir. Kalki Purana’da ise babasına “Allah’ın kulu” (Abdullah), annesine “güvenilir” (Âmine) denileceği, bir kum diyarında dünyaya geleceği ve doğduğu şehrin kuzeyine sığınacağı (Medine’ye hicret) belirtilmiştir.
[Kaynak: M. Hamidullah, s. 375]

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki eski Hindu kutsal metinleri olan Vedalarda [27] Kalki Avatar hakkında bilgi yoktur. [28-29] Kalki terimi büyük savaş destanı Mahabharata'da sadece bir kez görünür. [30]
Fakat Mahabharata destanlarındaki bu mitolojik varlık Kalki olarak değil Karki olarak geçer. Otto Schrader [31] gibi filologlar Kalki değil Karki olarak kullanıldığını vurgular. Karki ismi Mahabharata el yazmalarının (ör. G3.6 el yazması) iki versiyonu tarafından da desteklenmektedir. [32] Karki, attan beyaz anlamına geliyor. Hindu geleneklerinde Kalki, Vişnu'nun bir avatarı olarak kabul edilir. Avatar "enkarnasyon" anlamına gelir ve ilahi olanın insan varlığının maddi alanına inişini ifade eder. [33] Peki Vişnu kimdir? Ve enkarnasyon nedir?

Vişnu, Hinduizmde Tanrının bir şeklidir. Koruyucu olarak tanınan Vişnu özellikle ünlü avatarları ve enkarnasyonlar ile tanımlanır. Bu avatarlardan en önemlileri Krişna ve Ramadır. Vaişnavalara göre o Nihai Gerçek veya Tanrı'dır. Trimurti kavramında (bazen Hint Teslisi olarak anılır) o, Tanrının ikinci görünüşüdür (diğerleri Brahma ve Şiva'dır) ve onun en yüksek durumu Hindu kutsal metinlerinden olan Ayurveda, Rigveda ve Bhagavatgita'da bildirilir.[34][35][36][37][38]

Enkarnasyon [39] Hristiyanların dini inançlarından aşina olduğumuz şeydir. Enkarnasyonun bir diğer adı da hulûldur. Hulûl kelimesinin kökeni Arapça "gelip çatmak" anlamındaki حلول (hulul) kelimesidir. [40] Enkarnasyon kelimesinin kökeni ise Latince incarno fiilidir. Bu fiil, "ete dönüştürme" anlamına gelmektedir. Pasif hâli, "ete dönüştürülmek"tir ve bu kelime Vulgata'da geçmemektedir. Ancak Yuhanna İncili'nin 1:14 fıkrasında bulunan "et Verbum caro factum est" (Kelime, ete dönüştürüldü) cümlesinden türetilmiştir.

Hulûl veya diğer ismiyle enkarnasyon Tanrının bir insan vücudunda şekil bulmuş haline deniliyor. Nitekim Hristiyanlar da İsa'nın Meryem'in karnında Tanrının şeklini almış bir insan olduğuna ve dolayısıyla Tanrının kendisi olduğuna inanıyorlar. Müslümanlar Hristiyanların bu dini inançlarını yani enkarnasyonu  kesinlikle reddederler ve kafirlik olarak görürler. Fakat her ne hikmetse Hindu kutsal metinlerinde Tanrının bir enkarnasyonu olarak anlatılan Kalki Avatar'ı doğru olarak kabul ederler ve bunun Muhammed olduğuna inanırlar. O zaman demek ki Müslümanlar Muhammed'i Allah'ın insan bedeninde şekil bulmuş hali olarak görüyorlar. Nitekim bunu iddia eden Müslüman din adamları da yok değil.

İmam-ı Rabbani'nin Şeyh Hamid Nehari'ye yazdığı 393. Mektupta Aynü'l-kuzat'ın, Temhidat aldı eserinde söylenenlere bakalım:
"O ki, siz İlâh olarak bilirsiniz, bize göre Muhammed (sav) olmaktadır.
O ki, siz Muhammed (sav) olarak bilirsiniz, bize göre yüce Sultan İlâh'tır"

Şimdi birazda Muhammed diye kabul edilen Kalki Avatar'ın (Karki'nin) bahsinin geçtiği kutsal metinler olarak tanımlanan Kalki Puranalar'ın ne olduğuna bakalım.
Kalki Purana-Upa Puran (Minör Puranalar) diye adlandırılan puranalardan biridir. Bu puranadaki destanların Hindu zaman döngüsünün 4 güneyinden (veya çağından) dördüncüsünü anlattığına inanılıyor ve Kalki Purananın 16. asırda yazıldığı düşünülüyor. [41]

Nihat Hatipoğlu'nun 5000 yıllık dediği Hindu metinleri olan Bhavişya Purana'nın mevcut sürümlerinin Sanskritçiler tarafından İngiliz sömürge döneminde yazıldığı öngörülüyor. Hint dil uzmanları tarafından ismini belirttiğimiz Purananın Muhammed'i anlatıyor dedikleri kehanetler (Pratişargaparvan) kısmının  büyük çoğunluğunun 19. yüzyılda yazıldığı belirtiliyor. Bunların arasında dünyaca ünlü Alfred John Hiltebeitel ve Ludo Rocher  gibi sanskritçiler de mevcut. Kalki Avatar'ın da Muhammed olduğu iddiası suya düşmüş oluyor, nitekim Kalki Puranaların en eskilerinin 16. yüzyıla ait olduğu düşünülüyor. Bilim insanları Puranaların doğruluğunu hep tartışmıştır. Nitekim Hindu geleneğinin kendisinde de Puranalar Mahabarata veya Ramayana gibi çoğunluk tarafından doğru olarak kabul görmemiştir. Bilim insanları  puranaları güvenilirlik bakımından Vedalardan bile sonra tercih etmişlerdir. Çünkü bu metinler (puranalar) sayısız değişimlere, ekleme ve çıkarmalara maruz kalmışlardır. Ayrıca Müslümanların Hindu metinlerinde Tanrı Vişnu'nun vücut bulmuş hali olarak anlatılan Kalki Avatar'ı Muhammed olarak kabul etmeleri de Kur'an'a göre kafirliktir:

Mâide Suresi 17. Ayet:
Şüphesiz ki "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır.

Müslümanların Kalki Avatar'ın Muhammed olduğunu iddia etmesi için önce Tanrının (Allah'ın) enkarnasyon (hulül) yapacağını yani bir insan vücudunda şekil bulabileceğini kabul etmeleri gerekir. Fakat gördüğünüz gibi Kur'an bunu kabul edenlerin kafir olduğunu söylüyor. Şimdi Kalki Avatar'ın Muhammed olduğuna inanıp kafir olmayı veya Kur'an'a inanmayı seçmek siz Müslüman arkadaşlara kalmış…

YUVAYI DİŞİ ARI YAPAR MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


YUVAYI DİŞİ ARI YAPAR MUCİZESİ (!)


Google arama çubuğuna “Kurandaki mucizeler” yazdığımızda karşımıza çıkan sözde mucizelerin başında "yuvayı dişi arı yapar" mucizesi geliyor. Ben bu sözde mucize Adnan Oktar zamanında ortaya çıktı diye biliyorum, yanlışım varsa düzeltebilirsiniz. Fakat komik olan şu ki Adnan Oktar'ı Müslüman olarak görmeyenler çıplak karılarla zina yapıyor diyenler bile iş mucize üretmeye geldiğinde bu safsataya iki elle sarılabiliyorlar. Öncelikle kısaca bal arıları hakkındaki bilgilere bakalım.

Arı, zar kanatlılar takımına ait Apoidea familyasını oluşturan tüm böcek türlerine verilen isimdir. Arıların bilimsel sınıflandırılması şu şekildedir:
  • Âlem: Animalia (Hayvanlar)
  • Şube: Arthropoda(Eklem bacaklılar)
  • Alt şube: Hexapoda
  • Sınıf: Insecta
  • Takım: Hymenoptera (Zarkanatlılar)
  • Familya: Apidae
  • Cins: Apis

Bal arıları (Apis mellifera) 1,2 cm uzunluğunda, baş ve göğüs bölümleri kıllı, genellikle sarı renkte olan canlılardır. Toplu halde yaşarlar ve kovanda hayatlarının devamlılıklarını sürdürebilmek için birlikte hareket ederler. Bir kovanda kraliçe arı (ana arı), 10-80 bin arası işçi arı ve erkek arılar bulunur. Kraliçe ve işçi arılar biyolojik olarak dişi arılardır. Erkek arılar bal üretmeyen arılardır. Yavruları ana arı yapar. Döllenmiş yumurtalardan işçi ve Ana arılar, döllenmemiş yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Ana arı ile işçi arı arasındaki farkı larva dönemindeki beslenme oluşturur. Görevleri ana arıyla çiftleşmek olan erkek arıların sayısı genellikle bir kaç yüzü geçmez. Bir bal arısı kolonisi yıllık 15-75 kg arası polen tüketir. Ayrıca günlük yaşamlarını sürdürebilmek için gündelik 8 kg bal ve 200 gram su tüketirler.
Bu bilgiler yeterli olduğundan konumuza geçebiliriz.

Nahl Suresi 68. Ayet:
وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا 
Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti(vahyetti): “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.”

Adnan Oktar ayette geçen النَّحْلِ nahl kelimesini dişi bal arısı olarak çevirmiş. Aslında bu doğru zira ayetteki kelime dişil anlamda kullanılmış. Fakat bunun biyolojik cinsiyetle uzaktan yakından alakası yok. Peki mesele nedir?

Dildeki cinsiyet kavramı genel olarak biyolojik ve dilbilgisel cinsiyet olmak üzere iki bakış açısından değerlendirilmektedir. Biyolojik cinsiyetin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki dilbilgisel cinsiyet nedir?

Dilbilgisel cinsiyet veya gramatik cinsiyet, kaba anlamıyla bir sözcüğün ait olduğu sınıfına göre dilin başka bir yönü (eylemler, adlar, ön adlar, belirteçler) ile uyum sağladığı ad sınıflandırma sistemine verilen isimdir.  
Dilbilgisel cinsiyet, biçimsel dilbilgisi kategorisidir. İsim cümlesinin şekilsel tanımında belirleyicidir ve önemli işlevlere sahiptir. İsmin dilbilgisel cinsiyeti, isim kökünü artikel ve sıfat tamlaması ile hal ve sayıya göre yapılandırmaktadır. Böylece dilbilgisel cinsiyet hal ve sayı belirtisinin yanı sıra, isimde şekilsel düzen ve denge sağlamakta, ayrıca isim öbeğinin tanımlanmasına katkıda bulunmaktadır. Zamirlerde yine ilgili hal durumunu yapılandırarak metinsel bütünlüğü sağlamaktadır.

Günümüz dillerde gramatik cinsiyeti kullanan en yaygın dil Almancadır. Almanca konuşan bir insan genel anlamlar taşıyan bir cümle kurduğunda hitaplarında kadın-erkek ayrımı yapmadan hitap edilen (anlatılan) her kişiye eril (erkek) bir ifade şekli kullanabilir. Tabi bu tarz dil kuramlarını feministler "kadınları aşağılayıcı" buluyor ve itiraz ediyorlar. Almanca'da, Türkçeden farklı olarak çoğunlukla meslek isimlerinde eril ve dişil ayrımı söz konusudur. Örneğin Türkçede öğretmen, doktor, mühendis gibi genel meslek isimleri ifade edilirken burada cinsiyet ayırt etmek mümkün değildir. Hitap edilen kişiye göre, öğretmen, doktor veya mühendis kadın da olabilir erkek de. Burada  bu adlandırmanın içeriği hitap edilen kişiye ve metnin bağlamına göre anlam bulmaktadır. Almancada ise bu kişisel adlandırmalar kişi cinsiyetlerine göre birer tanım almaktadır.
Erkeklerin meslekleri veya kişisel tanımları ‘der’ artikelini alırken, kadınlarınki dişil olan ‘die’ artikeli ile tanımlanmaktadır ve kadınların meslek isimlerinde çoğunlukla ismin sonuna “in”eki ilave edilmektedir.
Bunu daha iyi anlamak için bir örnek verelim:
  • der Lehrer-erkek öğretmen 
  • die Lehrerin-bayan öğretmen

Bu ayrım genel ifadelerde kullanılmaz. Örneğin: die Lehrer von dieser Schule gibi genel bir cümle  “bu okulun öğretmenleri” diye Türkçeye çevriliyor. Türkçede dilbilgisel cinsiyet olmadığı için Lehrer  kelimesi okuldaki tüm öğretmenleri kapsar. Almancada da bu söylem anlam olarak okulun bütün öğretmenlerini hedeflemektedir. Fakat yapı olarak ‘Lehrer’ (erkek öğretmen) olarak tercüme edilir ve erkek bir öğretmeni ifade eder. Yani bir Alman genel ifadelerle okuldaki erkek ve kadın öğretmenleri anlatmak isterse ayrım yapmadan hepsini eril (erkek) olarak ifade edebilir. İşte bu gibi dil kurallarına gramer cinsiyeti deniliyor.

Arapçada da bu durum aşağı yukarı aynıdır. Almancadan farklı olarak Arapçada iki cinsiyet mevcuttur.  Örneğin الحجر (alhajar) Taş kelimesinin biyolojik cinsiyetle bir alakası olmadığı halde kelime kendi bünyesinde dişil cinsiyet barındırır. Mesela  الْخَمْرُ şarap,  سوقل çarşı kelimeleri Arapçada dişil kelimeler kabul edilirken bu kelimeler Almanca’da “der Wein, der Markt” eril (erkek) kelimeler olarak kabul edilmekte ve kullanılmaktadır. Araplar güçlü ve sert olan nesneleri müzekker (erkek-eril); zayıf ve zarif kabul ettikleri nesneleri ise müennes (dişil) isimlerle isimlendirirler. Nitekim arıları da zarif (bir darbeyle öldürülebilen) canlılar olarak kabul edebiliriz. Erkek olarak kabul edilen varlığı gösteren kelimelere müzekker yani eril, dişi olarak kabul edilen varlığı gösteren kelimelere müennes yani dişil kelimeler denir. 

Arapçada varlıkların cinsiyetleri tenasül organlarına bakılarak açıkça ayırt edilebiliyorsa onların isimleri ya farklı kök harflerinden oluşan ayrı isimler verilmek suretiyle ya da iki cinsiyetten birine ayırt edici ekler eklemek suretiyle tayin edilmiştir. Açık bir ayırımın olmadığı varlıklarda ve isimlerde ise kelime, kavramın manası göz önüne alınarak müzekker veya müennes olarak isimlendirilmiştir. Eğer bir kelimede dişilik alâmeti yoksa Araplar o kelimeyi erkek olarak kullanmaya teşebbüs ederler. Bunun aksi de geçerlidir. Nitekim Araplar arıların erkekliğe dair üreme organlarını gözle görerek ayırt edemedikleri için onları dişil anlamlarla ifade etmeyi tercih etmişlerdir. 

Ebû Ali elFârisî,  İbnu't-Tüsterî gibi Arapçada öncü olan şahıslar şöyle derler:
Uzlaşma ve anlaşma yoluyla eril veya dişil muamelesi yapılan varlıklar yıldızlar, dağlar ağaçlar vb. gibi gerçekte erkek ve dişi olmayan varlıklardır. Böyle varlıklarda asıl olan bunlara dişi muamelesi yapmaktır. Erkeklik (müzekkerlik) ikinci sırada gelir. Bu isimlerden erkek ve dişilerin bir arada bulunduğu bir topluluk olursa onlara dişilik özelliği galip gelir.

Yani ilk bakışta erkek ve dişiliği tenasül organlarına bakılarak tayin edilemeyecek canlıları, örneğin arıları müennes yani dişil olarak yazmak Arapçanın gramer kurallarındandır.

İsmail Ahmed Amâyira mecâzi müzekker ve mecâzi müennes konusunda şöyle der:
Varlıkların erkek veya dişi sayılması milletlerin o varlıklar hakkındaki tasavvurlarıyla ilgilidir. Milletler kendi anlayışlarına göre şekli niteliği veya bir özelliği dolayısıyla hakikaten erkek veya dişi varlığa yaklaşanı, benzeyeni erkek veya dişi kabul ettiler. Zihinlerinde erkek varlığa yaklaşana hakiki erkek muamelesi yaptılar. 

Şimdi Nahl suresinin 68 ayetindeki النَّحْلِ nahl kelimesinin biyolojik cinsiyetle alakalı olmadığını daha iyi anlamak için Kurana bakalım. 

Mâide Suresi 90. Ayet:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.

Ayette kullanılan الْخَمْرُ şarap kelimesi gramer cinsiyet nedeniyle dişilik özelliğine sahip. Şimdi bu sahip olduğu özellik nedeniyle şarap biyolojik yönden bir dişidir diyebilir miyiz? Tabi ki HAYIR. 

Ayrıca artık günümüzde hem erkek hem dişi olan arılar vardır ki bunlara Ginandromorf canlılar deniliyor. Smithsonian Tropik Araştırma Enstitüsü (STRI) tesislerinde çalıştığı dönemde Erin Krichilsky, Ginandromorf Arıyı keşfediyor. 4 milimetre boyundaki canlıyı keşfeden Erin şunları söylüyor: “Daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemeyen, çok dikkat çekici bir canlıydı. Bu çok heyecan verici bir gündü”
Şimdi bu yarı erkek ve yarı dişi olan arının görevi ne? Dişi olarak yuvayı mı yapıyor yoksa erkek olarak kraliçeyi mi(ana arı) döllüyor?

Sonuç olarak Nahl suresi 68. ayette bahsi geçen dişi arı kavramı biyolojik cinsiyetle değil dilbilgisel (gramer) cinsiyetle alakalıdır. Zira Arapçada erkek (erkek cinsiyet organı) olduğu çıplak gözle ayırt edilemeyen canlılara dişilik, dişiliği gözle görülüp ayırt edilemeyen canlılara ise erkeklik niteliği taşıyan kelimelerle ifade edilişi söz konusudur. Bunun biyolojik cinsiyetle uzaktan yakından alakası yoktur.

KUR'AN'DA ZAMAN VE MEKAN HATASI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA ZAMAN VE MEKAN HATASI


Kusursuz denilen bir kitapta yanlış olur mu? Olmaması gerekir tabi ki. Fakat Müslümanlar için yanlışın görülmesi ve anlaşılması yanlışın kendisinden daha zordur. Zira ortaya çıkarılan tüm yanlışlara bir kılıf bulmaya çalışıyorlar. Kendi fikirlerini Allah'ınmış gibi göstermeye çalışıp dinlerini eleştirilerden kurtarma çabasına giriyorlar ve sanıyorum bu durum var olmaya devam edecek. Lafı fazla uzatmadan konumuza geçelim.

Meâric Suresi:
﴾1-3﴿ Birisi, huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan Allah katından inkârcılar için gelecek olan ve hiç kimsenin savamayacağı azabın gelmesini istedi.
﴾4﴿ Melekler ve rûh O’na, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.

Ayette kendi zaman dilimlerine göre 1 günde Allah'ın katına çıkan meleklerden bahsediliyor ve bu sürenin bizim zaman dilimimize göre 50 bin seneye denk geldiği anlatılıyor. Bu durumda iki soru ortaya çıkıyor.

İlk soruyla başlayalım:
Soru 1:  Allah mekandan münezzeh ise o halde melekler bizim zaman kavramımıza göre 50 bin sene kadar süren bir yolculuk ile nereye gidiyor?

Ayette meleklerin Allah'a 50 bin senelik sürede çıktığı anlatılıyor. İyi ama birinin yanına gidebilmek için yanına gidilen kişinin sabit bir mekanda olması gerek. Mekandan münezzeh olan birinin adresi olmayacağı için yanına gidilmesi de imkansız olacaktır.
Fakat Kur'an'a baktığımızda Allah'ın mekandan münezzeh olmadığı hakkında ipuçları bulabiliriz. Örneğin Mülk süresinin 16 ve 17 ayetlerine bakalım:

Mülk Suresi:
﴾16﴿ Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü altüst olmuş!
﴾17﴿ Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız!

Ayetlerde apaçık bir şekilde Allah'ın gökte olduğu anlatılıyor. Nitekim Mearic suresinde de melekler için yükseliyor ifadesinin kullanılması Allah'ın gökte olduğu fikrini destekliyor. Bir de bakalım tefsirler bu konuda ne diyor:

'Kur'an Yolu' Tefsiri:
Müfessirler “gökte olan”dan maksadın kim veya ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir: 1. Bundan maksat Allah’tır; ancak bu mecazi bir anlatım olup maksat O’nun yüceliğini ve gücünün sonsuzluğunu vurgulamaktır. Allah mutlak mânada yücedir, sonsuz ve sınırsızdır, zamanda ve mekânda olanlar ise sınırlıdır ve Allah bu sınırlamalardan münezzehtir. 2. Maksat gökteki meleklerdir. Onlar Allah’ın emriyle yeryüzüne inerek kendilerine verilen görevleri yerine getirirler. 3. Maksat, Allah’ın gökten inen azabıdır. Allah’ın rahmeti ve nimeti nasıl gökten iniyorsa O’nun azabı da inkârcı ve isyankârların başına gökten iner (daha geniş bilgi için bk. Râzî, XXX, 69-70; Elmalılı, VII, 5232 vd.; İbn Âşûr, XXIX, 33). Bize göre burada geçen “gök” kelimesiyle, fizikî evrenin gökleri değil, madde ötesi, yüce olan varlık düzeyi kastedilmiş olmalıdır.
[Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 422]

Her zaman olduğu gibi yine kısa yoldan giderek "bu mecazdır" bahanesini ortaya atmışlar. Fakat tefsirlerde bile Allah'ın azabının ve merhametinin gökten indiğini söyleyerek kendi elleri ile Allah'a tekrar mekan biçmişler. Muhammed'in Miraç olayında da Allah'ın katına çıktığı iddialarını göz önünde bulundurursak Allah'ın mekandan münezzeh olmadığını, aksine inanışa göre onun yukarıda bir yerde olduğunu görebiliriz.

2. Soruya gelelim:
Soru 2: Allah katında zaman kavramı yok ve Allah zamandan münezzeh ise meleklerin onun katına gidip gelmesi neden zaman alıyor?

Öncelikle ayetle ilgili Diyanet işlerinin konuya dair ne dediğine bakalım:

Müfessirlere göre 4. âyette geçen “ruh”tan maksat Cebrâil’dir; “miktarı elli bin yıl olan gün”den ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler buradaki elli bin yılı dünyanın ömrü, bazıları kıyametin oluş süresi, kimileri de âhirette kulların hesap vereceği süre olarak açıklamışlardır. Bir görüşe göre kıyametin müddeti inkârcılar için elli bin sene, müminler için sadece bir günün muayyen bölümü kadar sürecektir. Elli bin senenin, âhiret hayatının toplam süresi olduğunu ileri sürenler de vardır. Ancak bize göre bu yorumların hiçbirinin kabul edilebilir bir mesnedi ve gerçekliği yoktur. Bir önceki âyette geçen “huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan” şeklindeki ifadenin ardından burada da “Melekler, miktarı elli bin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler” buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifadenin kıyamet ve uhrevî hesapla, dünya veya âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sadece meleklerin Allah’a yükselmesinden söz edilmektedir. 
[Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 453-454]

Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri ayette bahsi geçen meleğin Cebrail olduğunu ve 50 bin senenin de Allah katına yükselmek için sarf edilen zaman olduğunu anlatıyor. Şimdi hep birlikte bir matematik hesabı yapalım. Muhammed'e vahiy getiren melek Cebrail Allah'ın katından yeryüzüne kendi zaman dilimiyle 1 günde, bizim zamanımızla 50 bin senede geliyor. Bu da şu anlama geliyor. Yani bir ayeti Allah katından alarak Muhammed'e götürmesi 50 bin sene sürüyor. Kur'an'da 114 sure ve  6236 ayet var. 

Kolaylık olsun diye farz edelim ki Cebrail bir seferde tam bir sure getiriyor. 114 çarpı 50.000 = 5.700.000 sene yapar. Yani 114 surenin tamamlanması için 5.700.000 yıllık zaman gerek. Üstelik bu yalnız Cebrail'in tek yönlü geliş zamanı bunun birde dönüşü var. 5.700.000 (gelişi) +5.700.000 (dönüşü) = 11.400.000 yıl. Yani toplamda Cebrail'in 114 sure için Allah katına gidip gelmesi onların zaman dilimiyle 11.400.000 sene gerektiriyor.

İyide hani Allah zamandan ve mekandan münezzeh idi? Nasıl olur da zamanın olmadığı bir katta zaman akıp gidebilir ve sizin bir yılınız bizim katımızda şu kadar yıldır denebilir? Allah katında bizimden farklı da olsa eğer bir zaman akışı varsa, oranının hiçbir önemi olmaksızın zaman zamandır. Dolayısı ile kendi katının zaman diliminde var olmakta olan Allah ve meleklerinin hiçbiri zamandan münezzeh değildir.
Ayrıca hani Allah ol derse oluyordu? Bize şah damarımızdan daha yakındı, her yerdeydi? Neden Cebrail peygamberlere vahiy iletebilmek için sürekli Allah'ın yanına, onun katına çıkıp tekrar dünyaya inmekle uğraşıyor? Madem öyle, Allah ol derse oldurabiliyor ise ve zaten her yerde ise, Cebrail onun yanına gitmeden ona emirlerini veya ayetlerini iletemiyor mu? Yoksa "mekanı yoktur" dediğiniz ama ayetlerde sürekli olarak gökte olduğu vurgulanan, arştaki katında ikamet etmekte olan Allah'ın buna gücü yetmiyordu da Cebrail'in sürekli onun katına gidip gelmesi mi gerekiyordu?

İşte bunlar tam olarak "eskilerin masalları"dır. Antik Sümer'de en üst mertebede, Cennetin 7.katında, tahtında oturmakta olan tanrı inanışı Samilerin ve ilerleyen dönemde Yahudilerin de katkıları ile çevre kültür ve inanışlara yayılmıştır.
Kur'an çevre kültürlerden duyulanların derlendiği, "eskilerin masalları" sözünü bastırabilmek için sürekli yeminler edilen, Allah tarafından geldiği iddia edilen fakat binbir zorlukla toparlanıp derlenebilmiş insan ürünü bir kitaptır. Tıpkı ilahi olduğu iddia edilen diğer tüm kitaplar gibi...

JAİNİZM VE YARATILIŞSIZLIK

Hazırlayan: A.Kara


JAİNİZM VE YARATILIŞÇILIK KARŞITLIĞI


Jainizm öğretisine göre evren ve bileşenleri olan ruh, madde, uzay, zaman ve hareket ilkeleri her zaman var olmuştur. Jainizm bir yaratıcı tanrıya olan inancı desteklemez. Tüm bileşenler ve eylemler evrensel doğa kanunlarına tabidir. Maddeyi yoktan yaratmak mümkün değildir ve inanışlarına göre kütlenin korunumu yasasına benzer şekilde evrendeki maddenin toplamı aynıdır. Jain metinleri evrenin jiva yani yaşam gücü veya ruhlardan ve ajiva adı verilen cansız nesnelerden oluştuğunu iddia eder. Her canlının ruhu eşsizdir, yaratılmamıştır ve başlangıçsız bir zamanda var olmuştur.

Jain nedensellik teorisi neden ve sonucun doğada her zaman aynı olduğunu ve dolayısıyla Tanrı gibi bilinçli ve maddi olmayan bir varlığın evren gibi maddi bir varlık yaratamayacağını savunur. Dahası, Jainlerin ilahiyat kavramına göre karmalarını yok eden ve arzulayan herhangi bir ruh kurtuluşa yani nirvanaya ulaşır. Tüm tutku ve arzularını yok eden ruh, evrenin işleyişine müdahale etme arzusu duymaz. Ahlaki ödüller ve ıstıraplar ilahi bir varlığın işi değil, kozmostaki doğuştan gelen ahlaki düzenin bir sonucudur. Bu da bireyin, karmaların işleyişi yoluyla kendi eylemlerinin meyvelerini topladığı kendi kendini düzenleyen bir mekanizmadır.

Jain filozofları çağlar boyunca yaratıcı ve her şeye gücü yeten Tanrı kavramını reddetmiş ve karşı çıkmışlardır. Bu durum Jainizm'in rakip din felsefeleri tarafından Nastika Darsana yani ateist felsefe olarak etiketlenmesine neden oldu. Yaratılışsızlık teması, her şeye gücü yeten Tanrı ve ilahi lütufun yokluğu, kozmolojisi, karması, mokşa ve ahlaki davranış kuralları dahil Jainizmin tüm felsefi boyutlarında güçlü bir şekilde işlemektedir. Jainizm bir yaratıcı tanrı fikri olmaksızın dini ve erdemli bir yaşamın mümkün olduğunu ileri sürer. [2]

JAİN EVREN ANLAYIŞI

Jain kutsal yazıları evrenin yaratıcısı olarak Tanrı'yı reddeder. Jainizm, Göksel varlıklar / Devalar da dahil olmak üzere ayrıntılı bir kozmoloji sunar. Bu Göksel varlıklar yaratıcı olarak görülmez, diğer tüm canlılar gibi acıya, değişime maruz kalırlar ve sonunda ölmek zorundadırlar. Tanrısallık kişinin ruhunu karmalardan kurtarması ve aydınlanması yani Nirvana'ya ulaşması ile olur ve ancak böyle bir duruma ulaşmış olanlar Tanrılar / Tirthankara olarak adlandırılabilirler. Bu nedenle Mahavira bir Tanrı yani Tirthankara idi.

Jainlere göre bu loka yani evren, başlangıcı veya sonu olmayan, her zaman farklı şekillerde var olmakta olan bir varlıktır. Jain metinleri evrenin şeklini bacakları açık duran ve kolları beline yaslanmış bir adam olarak tanımlar. Bu nedenle evrenin tepesi dardır, aşağı doğru genişler, ortaya doğru daralır ve alt kısımda tekrar genişler. [3] [b]

ZAMAN ÇARKI

Jainizme göre zaman başlangıçsız ve ebedidir. Zamanın kozmik çarkı durmaksızın döner. [4] Bu döngüsel yapı evreni sürdürmek için bir yaratıcı, yok edici veya harici tanrıya olan ihtiyacı ortadan kaldırır.

Zaman çarkı iki yarım dönüşe bölünmüştür. Artan zaman döngüsü Utsarpiṇī ve azalan zaman döngüsü Avasarpiṇī birbiri ardına sürekli olarak meydana gelir. Utsarpiṇī, zaman aralıklarının ve yaşların artan bir ölçekte olduğu ilerleyen bir refah ve mutluluk dönemidir, Avsarpiṇī ise artan bir üzüntü ve ahlaksızlık dönemidir. [5]

GERÇEKLİK KAVRAMI

Evren Jainlerin altı dravya veya öz olarak sınıflandırdığı altı maddeden oluşur:

1) Jīva yani Canlı maddeler
Jainler ruhların (Jīva) onu barındıran bedenden ayrı bir varoluşla bir gerçeklik olarak var olduğuna inanır. Cetana (bilinç) ve upayoga (bilgi ve algı) ile karakterizedir. [6] Ruh hem doğumu hem de ölümü deneyimlese de ne yok edilir ne de yaratılır. Çürüme ve köken, her ikisi de sırasıyla ruhun çeşitli biçimlerinin ortadan kaybolmasına ve bir diğerinin ortaya çıkmasına atıfta bulunur. [7]

2) Ajīva - Canlı Olmayan Maddeler

3) Pudgala yani Madde
Jainizm'de madde, katı, sıvı, gaz, enerji, hassas karmik malzemeler ve ekstra hassas maddeler veya nihai parçacıklardır. Paramānu veya nihai parçacıklar maddenin temel yapı taşıdır. Paramānu ve pudgala'nın önemli niteliği kalıcılık ve dayanıklılıktır. Biçimlerini birleştirir ve değiştirir ancak nitelikleri aynı kalır. Jainizm'e göre madde yaratılamaz veya yok edilemez.

4) Orta hareket yani Dharma-tattva ve Orta dinlenme yani Adharma-tattva
Bunlar Dharmāstikāya ve Adharmāstikāya olarak da bilinirler. Hareket ve dinlenmeyi betimleyen Jain düşüncesinden farklıdırlar. Tüm evreni kaplamışlardır. Dharma-tattva ve Adharma-tattva kendi başına hareket veya dinlenme değil, diğer bedenlerde hareket ve dinlenmeye aracılık eder. Dharmāstikāya olmadan hareket imkansızdır ve adharmāstikāya olmadan evrende dinlenmek imkansızdır.

5) Ākāśa yani Uzay
Uzay yaşayan ruhları, maddeyi, hareket ve dinlenme ilkelerini ve zamanı barındıran bir maddedir. Sonsuzdur ve her yeri kaplayan sonsuz uzay-noktasından yapılmıştır.

6) Kāla yani Zaman
Zaman Jainizm'e göre gerçek bir varlıktır ve tüm faaliyetler veya değişiklikler yalnızca zamanında gerçekleştirilir. Zaman, alçalan ve yükselen olmak üzere ikiye ayrılmış on iki telli bir tekerlek ve yarısı her biri milyarlarca "okyanus yılı" (sagaropama) olarak tahmin edilen, engin sürelere sahip altı aşamalı bir tekerlek gibidir. [8] Her inen aşamada üzüntü artarken yükselen her aşamada mutluluk ve refah artar.

Evrenin bu yaratılmamış bileşenleri birbirleriyle etkileşime girerek evrene dinamikler kazandırır. Bu bileşenler dış varlıkların müdahalesi olmadan doğal yasalara göre davranırlar. Jainizm'e göre Darma ya da (Dharma) gerçek din, "bir maddenin içsel doğası onun gerçek darmasıdır" olarak çevrilen 'vatthu sahāvo dhammo' dur. [C]

MADDE NEDEN VE SONUÇ İLİŞKİSİ

Jainizme göre maddenin neden-sonuç ilişkisi iki türdendir: Önemli veya maddi neden Upādanā kārana ve araçsal neden Nimitta kārana. Upādanā kārana etkisiyle her zaman özdeştir. [9] Örneğin, kilden yalnızca bir toprak kap üretebilirsiniz, dolayısıyla kil maddi nedendir ve kil kap onun sonucudur. Sonuç nerede olursa olsun bir neden mevcuttur ve bunun tersi de geçerlidir. Etki her zaman maddi nedende gizli biçimde mevcuttur. Kili çömleğe dönüştürmek için çömlekçi, çark, çubuk ve çeşitli araçlar ve katalizörler gereklidir. Maddi neden her zaman kil olarak kalır. Dolayısıyla neden ve sonuç doğası gereği her zaman tamamen aynıdır. [G] Bir çömlekçi tencerenin maddi nedeni olamaz. Öyle olsaydı çömlekçinin tencereyi kil olmadan da hazırlayabilmesi gerekirdi. Ama durum öyle değil. Yani bir çömlek yalnızca kilden, altın takılar sadece altından yapılabilir. Benzer şekilde bir ruhun farklı varoluş tarzları ruhun kendisinin faaliyetlerinin bir sonucudur. Herhangi bir çelişki veya istisna olamaz.

Böyle bir senaryoda Jainler bilinçli varlık (cetana) ile yaşayan bir ruhun maddi nedeninin her zaman ruhun kendisi olduğunu ve cetana olmayan yani bilinçsiz, ölü, hareketsiz maddenin sebebinin her zaman maddenin kendisi olduğunu iddia eder. [10 ] Tanrı gerçekten yaratıcı ise o zaman bu imkansız bir öngörüdür çünkü yaşam (cetana) ve maddenin (asetana) çelişkili iki sonucundan da aynı neden sorumlu olacaktır. [11] Bu durum mantıksal olarak maddi olmayan ve bilinçli bir varlık olan Tanrı'nın maddi maddelerden oluşan bu evreni yaratmasını engeller.

RUH

Jainizm'e göre ruh kendi kaderinin efendisidir. Ruhun niteliklerinden biri kendi kaderine tamamen sahip olmasıdır. [12] Yalnızca ruh eylemlerini seçer ve sonuçlarını da yalnızca ruh alır. Hiçbir tanrı, peygamber veya melek ruhun eylemlerine veya kaderine müdahale edemez. Dahası herhangi bir ilahi lütuf olmaksızın kurtuluşa ulaşmak için gerekli çabayı gösteren de tek başına ruhun kendisidir. [13] [14]

Jainler sık sık bu dünyada “yalnızız” derler. [H] Jainlerin Oniki Düşüncesi (anupreksas) arasından biri kişinin ruhunun yalnızlığı, evrenin doğası ve göçtür. Dolayısıyla yalnızca kendi eylemlerimizle ruhumuzu arındırarak kendimize yardım edebiliriz. [15]
Jainizm bu yüzden arzu edilen kurtuluş hedefine ulaşmak için ruhun çabalarına ve özgür iradesine güçlü bir vurgu yapar.

JAİN İLAHİYAT ANLAYIŞI

Jainizme göre tanrılar Tirthankara, Arihant veya sıradan Kevala ve Siddha olarak kategorize edilebilir. Jainizm Devī ve Deva'ları geçmiş yaşamlarındaki değerli eylemleri nedeniyle göklerde yaşayan göksel varlıklar olarak kabul eder.

Arihantlar
Kevalinler olarak da bilinen Arihantlar, nirvanaları sırasında nihayetinde somutlaşarak Siddhalar veya özgürleşmiş ruhlar haline gelen "Tanrılar" (yüce ruhlar) 'dır. Bir Arihant, tüm tutkularını yok etmiş, tamamen serbest ve herhangi bir arzusu olmayan ve dolayısıyla dört ghātiyā karmayı yani ruh güçlerini, algısını, bilgisini ve enerjisini engelleyerek doğrudan etkileyen ve yanılgıya neden olan dört yıkıcı karmayı yok eden ve her şeyi bilme yetisine ulaşan (kevala Jñāna) bir ruhtur. Böyle bir ruhun hala bir bedeni ve dört aghātiyā karması vardır. Bir Arhata ömrünün sonunda, kalan agh agtiyā karmasını yok eder ve özgürleşmiş ruh (Siddha) olur.

Tīrthankaralar
Tīrthankaralar ("Jinalar" olarak da bilinir) Jain felsefesinin öğretmenleri ve canlandırıcıları olan Arihantlardır. İnanışa göre her zaman döngüsünde 24 Tīrthankara vardır ve Mahāvīra şimdiki zaman döngüsünün 24. ve son Tīrthankara'sıdır. Tīrthankaralar kelimenin tam anlamıyla yeniden doğuş ve göç okyanusunu geçmenin yolunu gösteren ve dolayısıyla Jainler arasında saygı ve ibadetin odağı haline gelen geçit yapımcılarıdır. Ancak Jain ve Hindu ibadet tarzındaki yüzeysel benzerliklere rağmen Tīrthankaraları Hindu panteonunun tanrılarına benzer tanrılar olarak görmek yanlış olur. [16] Arhatalar gibi Tīrthankaralar da nihayetinde kurtuluşa ererek birer özgür ruh (Siddha) olurlar. Kurtulmuş olan Tīrthankaralar evrenin geri kalanının ve her türlü işlemin ötesindedir. Onlar herhangi bir yaratıcı faaliyette bulunan veya dualara cevap verme kapasitesine veya yeteneğine sahip olan varlıklar değillerdir.

Siddhalar
Nihayetinde tüm Arihant ve Tīrthankaralar birer özgür ruh yani Siddha olur. Bir Siddha doğum ve ölümün süreklilik gösteren döngüsünden kalıcı olarak kurtulmuş ruhtur. Gerçek benliğini idrak etmiş böyle bir ruh tüm Karmalardan ve bedenlenmeden özgürdür. Biçimsizdirler ve sonsuz mutluluk, sonsuz algı, sonsuz bilgi ve sonsuz enerji içinde evrenin tepesinde "Özgürleştirilmiş Varlıkların Alemi'nde" (Siddhashila) yaşarlar. Bu tüm ruhların nihai hedefidir.

Jainler bu tutkusuz tanrılara herhangi bir iyilik ya da ödül için değil, karmalarını yok etmek ve tanrılığa ulaşmak amacıyla, tanrının niteliklerine dua ederler. Bu durum en iyi şekilde şu Jain sözüyle (vandetadgunalabhdhaye) anlaşılır: "bu tür tanrıların niteliklerine bu tür nitelikleri elde etmek için dua ediyoruz". [F] [17]

GÖKSEL VARLIKLAR, YARI TANRI VE TANRIÇALAR

Jainizm, Tīrthankara'ya eşlik eden śāsanadevat ve śāsanadevī'lerin, bir Tīrthankara'nın ilahi vaaz topluluğunu (Samavasarana) yaratan Tanrı ve Tanrıçaların varlığını tanımlar.

Bu Tanrılar yanlarında kadın ve silah bulundurmak, bazılarını kayırıp, bazılarını küçümsemek nedeniyle bağlılık ve tutku ile lekelenmiştir.

Jain inanışına göre kurtuluş isteyenler bu tür tanrılara tapınmamalıdır ”[18]
Bu tür tanrılara tapınma karma esaretine (mithyātva) yol açan yanlış inanç olarak kabul edilir. Fakat bazı Jainlerin maddi kazanç elde etmek için bu tür tanrılara taptığı da bilinmektedir.

KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Modernist Müslümanlar Kur'an'ın insan  tarafından yazılamayacağını kanıtlayabilmek için her zaman türlü türlü mucizeler üretmişlerdir. Bu makale belki de üretilen onca mucize iddiasından en kötüsü hakkında. Önceki yazılarımda denizlerin karışmaması, evrenin genişlemesi gibi farklı konuları da işlemiştim. Fakat bu Sirius mucizesi tam anlamıyla bir saçmalık.

Öncelikle Müslümanların mucize iddiasına göz atalım.
Müslümanlar Kur'an'ın 53. suresi olan Necm (yıldız) suresinin 49 ve 9. ayetlerinde bir mucize olduğunu ve bu mucizenin Sirius yıldızının yörünge periyoduyla alakalı olduğunu iddia ediyorlar. Surenin ismi yıldız olduğu için 49. ayette bahsi geçen Si'râ'nın Sirius yıldızı olduğunu söylüyorlar.

53/Necm suresi
49: وَاَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرٰىۙ  Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur. 
9: فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ   Mesafe iki yay kadar veya daha yakın oldu.

Bu meal Diyanet İşlerinin eski mealidir. Öncelikle belirtelim ki 49 ayette yıldız diye bir ifade yok. Bu yıldız kelimesi parantez içinde yazılması gerektiği halde öyle yazılmamış. Neyse ki Diyanet eski mealindeki hatayı düzelterek yeni mealinde “Şüphesiz O, Si’râ’nın Rabbidir.” şeklinde çeviri yapmıştır.  

Diyanet işlerinin sırayla ilgili konuda ne söylediğine göz atalım:
Gerek sözlüklerde gerekse tefsirlerde şi‘rânın bir adının da mirzem olduğu, Cevzâ’dan (İkizler burcu) sonra doğduğu ve doğuşu sırasında yüksek bir hararet taşıdığı belirtilir. Hurmaların olgunlaşması için fazla sıcaklık beklendiğinden Araplar arasında, “Şi‘râ doğunca onu hurmalık sahibine sor” sözü yaygındır. Bazı Araplar şi‘râ kelimesinden büyük köpek takım yıldızını, bazıları da Cevzâ burcunda yer alan mirzemi anlardı. Aslında şi‘râ bir çift yıldız olup bunlardan güneye düşene şi‘râ-yı Yemâniyye, kuzeye düşene şi‘râ-yı Şâmiyye denirdi. Asıl şi‘râ samanyolunun ve büyük köpek (orions dog, canis major / avcı köpeği) takım yıldızının en parlak yıldızı olan şi‘râ-yı Yemâniyye’dir. Nitekim Batlamyusçu Grek astronomisinde şi‘râ büyük bir köpek resminin ağzında gösterilmiştir. Şi‘râ-yı Şâmiyye ise küçük köpek (canis minor) takım yıldızı içinde yer alır. Şi‘râ-yı Yemâniyye’ye abûr, şi‘râ-yı Şâmiyye’ye gumeysâ adı da verilmiştir. Câhiliye dönemi inancına göre bunlar Süheyl (Orion) yıldızının kız kardeşleridir. Diğer yıldızların aksine şi‘râ-yı Yemâniyye semayı enine kateder (ubûr) ve bu sebeple ona abûr denir. Diğer bir inanca göre şi‘râ Süheyl’in eşi olup onunla bitişikti. Süheyl şi‘râdan ayrılıp Yemen tarafına doğru aşağıya inmiş, bunun üzerine şi‘râ da samanyolunu geçip Süheyl’in peşinden gitmiş ve bundan dolayı abûr ismini almış, yalnız kalan şi‘râ-yı Şâmiyye ağlamaktan gözleri çapaklandığından ona da gumeysâ (gözleri çapaklı) adı verilmiştir.
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Diyanet işleri ansiklopedisinde Şira'nın bugün astronomideki ismiyle Sirius b yıldızı olduğunu iddia ettiğini görüyoruz. İddialarına delil olarak ta cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasını gösteriyorlar:
Câhiliye Arapları genellikle şi‘râya büyük önem verir, dünya üzerinde etkili olduğuna inanır, bazı kabileler ona tapardı. Araplar içinde ona ilk tapanın Ebû Kebşe el-Huzâî olduğu söylenir (Âlûsî, XXVII, 69-70). Bir rivayete göre müşrikler, Hz. Peygamber’in kendi dinlerini reddedip yeni bir din tebliğ etmesini Ebû Kebşe’nin şi‘râya tapmasına benzetip ona “Ebû Kebşe’nin oğlu” demişlerdir. Şi‘râya hangi kabilelerin taptığıyla ilgili kesin bilgi yoksa da bu konuda Lahm, Kureyş, Huzâa, Kays Aylân, Gassân, Gatafân ve Himyer kabilelerinin adları geçmektedir. Ancak ağırlıklı görüş Huzâa’dan başkasının ona tapmadığı yönündedir (M. Tâhir İbn Âşûr, XXVII, 151)
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Müslümanlar bu iki ayette bahsi geçen Şira'nın Sirius yıldızı olduğunu ve Necm 49-9. ayetlerinin numarasının Sirius'un yörünge periyodunun zamanına işaret ettiğini iddia ediyorlar. Şimdi bu iddianın neden hatalı olduğuna bakalım.
Öncelikle Necm suresinde bahsi geçen Şira'nın yıldız dahi olduğu muammadır. Zira dediğim gibi ayette yıldız diye bir ifade geçmiyor. Sadece Şira deniliyor. Ve bu Şira'nın Sirius olması da yalnızca Müslümanların iddiası. Genellikle Müslümanlar Şira'nın Arapçada Sirius anlamına geldiğini söylüyorlar fakat sözlüğe baktığımızda Sirius'un Arapça yazılışıyla Şira'nın yazılışı tamamen farklı:
Şira: الشِّعْرٰىۙ ≠ Sirius: سيريوس

Arap dil bilimciler Kur'an'da kullanılan Şira kelimesinin “saç” anlamındaki Şa‘r kökünden türediğini söylüyor. Parlak bir yıldız olarak ta tanımlayanlar var fakat genellikle Şi‘râ'yı “saçlı” mânasında kullanılan Arapça asıllı bir kelime olarak kabul ediyorlar. Yalnızca şarkiyyatçılar kelimenin Grekçedeki Sirius isminin Arap versiyonu olduğunu iddia ediyorlar. [1]

Kur'an'da cins isim olarak yıldızlar için Necm kelimesi kullanılmış fakat 49. ayette özel isim olarak Şira kullanılmış iddiası da yine Müslümanlarca ortaya atılıyor. Sahih hadis kaynaklarında bu isme rastlanmamaktadır.
Hani Müslümanlar "bir kelimeyi anlamak için Kur'an'ın diğer ayetlerini de hesaba katarak bakmak gerek" derler ya, bizlerde şimdi aynı kelimenin cümle içindeki yapısına göre aynı formda fakat farklı harekeli olanları için El-Mu'cem El-Müfehres'e bakacağız. [2]

Bakara / 9 يَشْعُرُونَۜ: yeş’urûn(e)- farkında  -Fiil + Zamir
Bakara / 12  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlayanlardan -Fiil + Zamir
Bakara / 154 تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e)-siz farkında -Fiil + Zamir
Bakara / 158 شَعَٓائِرِ: şe’âiri -nişanları- İsim
Bakara / 198  الْمَشْعَرِ: l-meş’ari -Meş\ar-i-  İsim
Âl-i İmrân / 69 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değiller -Fil+ Zamir
Mâide / 2 شَعَٓائِرَ: şe’â-ira  işaretlerine  -İsim 
En’âm / 26  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında- Fiil + Zamir
En’âm / 109 يُشْعِرُكُمْۙ: yuş’irukum-şuurunda -Fiil + Zamir
En’âm / 123 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ama farkında değillerdir -Fiil + Zamir
A’râf / 95 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında Fiil + Zamir
Yûsuf / 15 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) –farkında -Fiil + Zamir
Yûsuf / 107 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Nahl / 21 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûne -bilmezler -Fiil + Zamir
Nahl / 26 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ummadıkları Fiil + Zamir
Nahl / 45 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)ummadıkları -Fiil + Zamir
Nahl / 80 وَاَشْعَارِهَٓا: ve eş’ârihâ-ve kıllarından-Bağlaç + İsim + Zamir
Kehf / 19 يُشْعِرَنَّ: yuş’iranne -sezdirmesin -Fiil + Nûn-u Te'kid
Enbiyâ / 5 شَاعِرٌۚ: şâ’irun -şa\irdir-İsim
Hac / 32 شَعَٓائِرَ: şe’âira- nişanlarına İsim 
Hac / 36 شَعَٓائِرِ: şe’âiri-işaretleri- İsim 
Mü’minûn / 56 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-onlar farkında Fiil + Zamir
Şu’arâ / 113 تَشْعُرُونَۚ: teş’urûn(e)-düşünürseniz Fiil + Zamir
Şu’arâ / 202يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkında olmazlar Fiil + Zamir
Şu’arâ / 224وَالشُّعَرَٓاءُ: ve-şşu’arâuve -Şa\irler Bağlaç + İsim
Neml / 18يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)- farkında olmayarak Fiil + Zamir
Neml / 50يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerdi Fiil + Zamir
Neml / 65يَشْعُرُونَ: yeş’urûne- bilmezler Fiil + Zamir
Kasas / 9يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlamıyorlar Fiil + Zamir
Kasas / 11يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkına varmadan Fiil + Zamir
Ankebût / 53يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Yâsîn / 69الشِّعْرَ: şşi’ra-  şiir  -İsim
Sâffât / 36لِشَاعِرٍ: li-şâ’irin- bir şair için Harf-i Cer + İsim
Zümer / 25يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-hiç farkına varmadıkları Fiil + Zamir
Zümer / 55تَشْعُرُونَۙ: teş’urûn(e)- farkına varmadan Fiil + Zamir
Zuhruf / 66يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değillerken Fiil + Zamir
Hucurât / 2تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e) farkında olmazsınız Fiil + Zamir
Tûr / 30شَاعِرٌ: şâ’irun   - bir şa\irdir    -İsim
Necm / 49الشِّعْرٰىۙ: şşi’râ  - Şi\ra\nın  Sirius -Özel İsim
Hâkka / 41شَاعِرٍۜ: şâ’ir(in) -bir şa\irin -İsim

Gördüğünüz gibi bir tek Necm suresinde özel isim olarak kullanılmış, diğer tüm ayetlerde aşağı yukarı “farkında değiller” “şair” gibi manalarda kullanılmış. Necm süresinde bu kelimeye özel isim denilerek Sirius'a atfedilmesi yalnızca cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasıyla ilgili kesin olmayan rivayetlere dayandırılmıştır.

Gelelim Necm suresindeki ayetlerin rakamlarıyla Sirius yıldızının yörünge periyodunun anlatıldığı mucizesine (!).

Öncelikle eğer ilgili ayette Sirius yıldızından bahsediliyorsa bile, bahsi geçen yıldızın (Şira'nın) yörünge periyodu "49 yıl 9 aydır" diye bir ifade yok.  Müslümanlar Necm süresinin 49 ve 9. ayetlerinin rakamlarından sondakini (49) öne öndekini de (9) sona koyarak Sirius yıldızının yörünge periyodu olan 49 yıl 9 ayı simgelediğini ve bunun bir mucize olduğunu iddia ediyorlar. Eğer bu ayetlerin numaraları vasıtasıyla bir zaman dilimi anlatılmak istenseydi bunun ardıcıllık prensibi üzerinden olması gerekirdi. Rakamların yerlerini değiştirmek zorlayarak mucize yaratma çabası içine girildiğinin bir göstergesidir.

Meselenin komik tarafıysa Sirius yıldızının yörünge periyodu aslında 49 yıl 9 ay değildir. Bunun nedeni kasıtlı olan bir yanıltmadır. Şimdi dikkatlice izleyin. Google'da Sirius yazdığımızda Wikipedia'da bu yıldız hakkında detaylı bilgi çıkıyor. Fakat Türkçe Wikipedia sayfası İngilizceden çevrilirken kasıtlı bir hata (!) yapılmıştır.

Sirius | Wikipedia İngilizce [a]
Sirius is a binary star system consisting of two white stars orbiting each other with a separation of about 20 AU[e] (roughly the distance between the Sun and Uranus) and a period of 50.1 years. The brighter component, termed Sirius A, is a main-sequence star of spectral type early A, with an estimated surface temperature of 9,940 K. Its companion, Sirius B, is a star that has already evolved off the main sequence and become a white dwarf. Currently 10,000 times less luminous in the visual spectrum, Sirius B was once the more massive of the two.

Sirius | Wikipedia Türkçe [b]
Sirius birbirlerinden 20 astronomik birim uzaklığında (yaklaşık Güneş ile Uranus arasındaki uzaklıkta), birbirleri çevresinde tam olarak 49.9 yılda dönen iki beyaz yıldızdan oluşan bir çift yıldızdır. Sirius-A adı verilen, parlak olan bileşen, tayf türlerine göre yapılan yıldız sınıflandırma sisteminde A1V sınıfında bulunan yüzey ısısı tahminen 9.940 Kelvin olan bir anakol yıldızıdır. Yoldaşı Sirius-B ise yıldızsal evrimini tamamlayarak beyaz cüce haline gelmiş bir anakol yıldızıdır. Kütlesi bir zamanlar Sirius-A’dan daha büyük olan Sirius-B görsel tayfta 10.000 kez daha az parlaktır.

Tüm yabancı dillerde (Rusça, İtalyanca, İspanyolca) 50 veya 50.09 gibi rakamlar aktarılırken Türkçe çeviride bu süre 49 yıl 9 ay olarak çevrilmiştir. Sirius ile ilgili Türkçe Wikipedia sayfasının sonuna “kutsal metinlerde Sirius”  isimli bölüm ilave edilerek Kur'an'daki bahsi geçen sahte Sirius yıldızı mucizesini yerleştirmişler. İşte bu yüzden Kur'an'ı eleştirilerden kurtarmak için İngilizce orjinal metinde yazan 50.1 yıllık zamanı 49.9 yıl olarak yazmışlardır. Gerçi bunu çok göze çarpmasın diye açıkça görülen yere değil, sözlerin arasına sıkıştırmışlar. Zira altta vereceğim veriler de Türkçe çeviri sayfasından alınmıştır. Şimdi orada Sirius'un yörünge perioduyla ilgili verilen zamana bakalım:

Sirius [b]

Sirius yada diğer adıyla Beyaz yıldız, Büyük Köpek Takımyıldızı içerisinde bulunan Sirius a ve Sirius b olarak isimlendirilen bir çift yıldızdır. Şimdi Sirius yıldızı hakkındaki verilere bakalım. [3]

Gözlem verileri
Takım Yıldızı Büyük Köpek Takımyıldızı
Sağ Açıklığı 06 h 45 m 08.9 s
Dik Açıklığı 16° 42′ 58.017″
Görünür Kadiri (V) Sirius-A:−1.47 / Sirius-B: 8.44
Karakteristik Özellikleri
Tayf Türü (Yıldız sınıflandırma) Sirius-A: A1V / Sirius-B: DA2
U-B Renk Ölçeği Sirius-A:−0.05 / Sirius-B: −1.04
B-V Renk Ölçeği Sirius-A:0.01 / Sirius-B: −0.03
V-I Renk Ölçeği ?
Değişkenlik Hiçbir
Astrometrik Nitelikleri
Tayf Dikeyhız −7.6 km/s
Özdevim RA: −546.05 mas/yıl
Aralık: −1223.14 mas/yıl
Iraklık Açısı 379.21 ± 1.58 mas
Uzaklığı 8,6 ışık yılı
Mutlak Kadiri (MV) Sirius-A: 1.42 / Sirius-B: 11.33
Görsel Çift Yörüngesi
Yoldaşı α CMa B
Yörünge Periyodu (Dönüş Süresi) (p) 50.09 yıl

Gördüğünüz gibi Sirius yıldızının yörünge periyodu Türkçe kaynaklarda 49. 9 yıl değil 50. 09 yıldır.
İngilizcede bu zaman dilimi 50.1284 ± 0.0043 şeklindedir. Bu da yuvarlak rakam yapmamız gerekirse aşağı yukarı 50.1 yıla denk geliyor. Kur'an'da bahsi geçen Şira, Sirius yıldızı olsa dahi yörünge periyodu (dönüş süresi) türlü zorlamalarla Kur'an'dan çıkarılan zaman dilimine uymuyor. Ayrıca Kur'an'da net bir zaman verilmiyor, sadece Müslümanlar Necm suresindeki ayetlerin rakamlarının yerlerini değiştirerek kendilerince bir zaman dilimi ortaya çıkarıyorlar. Bu da ortaya çıkarılan zamanın Kur'an'ın (Allah'ın) değil de Müslümanların iddiası olduğu anlamına geliyor.

Meselenin bir başka tutarsız tarafıysa "Necm suresi 49. ve 9. ayetlerin numaraları Sirius yıldızının yörünge periyoduna bir işarettir" diyebilmemiz için bu ayetlerin bir biriyle ilişkisi olmak zorundadır. Fakat ayetlerin nüzul sıralarına ve tefsirlerine baktığımızda Necm suresi 9. ayetin yıldızla hiçbir alakasının olmadığını görüyoruz. İslam alimleri bu ayeti tefsir ederken genellikle burada anlatılan “Kabe kavseyn” ifadesini Muhammed'in Cebrail'den vahiy alma ve Miraç olayıyla ilişkilendiriyorlar.  

Diyanet işlerinin Necm suresi 9. ayetinin tefsirinde neler söylediğine göz atalım:
“Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır: a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. 

“O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye çevrilen 9. âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c) Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, –mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında gerçekleşmiştir.

“O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil, Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.
[Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 195-165]

SONUÇ

Necm suresi 49. ayette bahsi geçen Şira, Sirius olsa bile bu ayette cahiliye Araplarına bir cevap vardır. Nitekim cahiliye Araplarının yücelik olarak taptıkları Şira yıldızının dahi sahibinin Allah olduğu belirtilmiş olabilir. Fakat Necm suresi 9.ayetinin yıldızla, onun yörüngesiyle veyahut yörünge periyoduyla bir ilişkisi yoktur. Necm 49. ve 9. ayetlerinde tamamen farklı şeyler anlatılıyor. Nitekim 9. ayetin önüne ve arkasına baktığımızda Diyanet İşlerinin tefsiri daha mantıklıdır. Yani anlayacağınız bu tamamen saçma ve zorlama olarak ortaya atılan bir mucize iddiasıdır ve hiçbir tutarlılığı yoktur. Sadece birilerinin çeviri yaparken kasıtlı olarak sayılarla oynaması ve Müslümanlarında bunu teyit etmeden doğru diye insanlara sunması hem Müslümanları hem de dini komik duruma sokuyor. Bu sahte mucize örneğinde bir daha şahit oluyoruz ki Müslümanlar konu mucize olduğu vakit her türlü bilgiyi doğru diye kabul edip teyit etme zahmetinde dahi bulunmuyorlar.