HABERLER
Dini Haber

GÜLEN'DEN İCAZET ALAN YÖNETMEN VE FİLMİNİN KLİŞE MESAJLARI

Hazırlayan: A.Kara


HÜR KÖLE FİLMİNİN MESAJLARI VE CEMAATLERİN SANATTAKİ ELİ


Cumartesi akşamı eşimle ne izlesek diye film arıyorduk çünkü çok film izlediğimizden izlenmedik düzgün film bulma zorluğu yaşıyoruz.

Neyse, Youtube'den film bakalım dedik, yerli olsun dedik. Hür Köle diye bi film çıktı karşımıza. Ama kapak görselini görmeniz lazım. İşte yok efendim 119 ödül bilmem ne yazmışlar da yazmışlar. Filmin başında bile uluslararası film festivallerinde Türkiye rekoru, 67 ödül, 92 en iyi final ödülü diyerek ödülleri savaş madalyası gibi dizmişler.

Eşim bi gaza geldi, bak işte güzel film buldum aşkım, şu kadar ödül almış vs. Vs. Nasıl gaza geldiysek hiç IMDb puanına bakmak aklımıza gelmedi çünkü puanı can çekişiyor resmen. Bu arada Mehmet Tanrısever adlı yönetmeni de hayatımızda hiç duymamıştık. “Bu kadar ödül almış bir filme sahip olan bir yönetmeni nasıl oldu da duymadık yahu” diye hayret ettik.

Filmin ilk dakikalarında başladı hemen din-iman muhabbetleri. İçten içe diyorum ki aha, ayvayı yedik. Ama bir yanım da diyor ki “oğlum ön yargılı olma ya, belki güzeldir konusu”. Filmi öyle zor bitirdik ki bitene kadar karnımıza kramp girdi resmen, bazı sahneler ise öyle klişe ve saçmaydı ki komedi filmi izler gibi güldük. Saman TV nin salih abisi tadında oyunculuklar, kalp gözü kalitesizliğinde 2 saatlik bir film. Saçma sapan İslami-dini mesajlar. Filmin insanlara aşılamaya çalıştığı İslami mesajları anlatıp eleştirmeden önce başka bir şeyden bahsetmek istiyorum.

Filmden sonra merak edip Mehmet Tanrısever kimmiş, hakkında medyada nasıl haberler çıkmış, bir bakayım dedim. ŞAK diye Fethullah Gülen çıktı önüme. Şaşırdım mı? Hayır.

Nede olsa İslam konulu film ve zamanında Gülen’i yağlayıp eteğindeki bakterileri solumayan, öpmeyen zengin veya çıkarcı dindar yok denecek kadar az.

Gülen ile ilgili bağlantısı şöyle. Said Nursi hakkında film yapmış bu abimiz. Filmi çekerken de Gülen’den icazet almış. Kalkıp sırf filmi izlettirip icazet almak için Pensilvanya’ya, Gülen’in çiftliğine gitmiş, çiftlikteki sinevizyonla Gülen’e özel gösterim yapmışlar. Beğenince de yayına girmiş.

Cüneyt Özdemir yönetmene diyor ki “Gülen size filmin şurasını, şurasını çıkart deseydi çıkartır mıydınız”
Yönetmenin cevabı aynen şu: “Çıkartırdım. Hocaefendi’ye karşı büyük bir saygım var”
Yani klasik, teslimiyetçi kafa yapısı.

Zaten bu nasıl bir sevgi ise filmi Gülen’e ithaf etmek istemiş fakat Gülen gerek yok diyip istememiş. Samimi bulmadığım şey ise klasik “Atatürk’ü severim” ayakları. Sanki çocuk kandırıyorlar, İslam’ın istedikleri ile Atatürk’ün istediği yollar öyle zıt ki özellikle de Cemaatler ve cemaat seviciler Atatürk’ü severiz dediğinde bunu çok iki yüzlü buluyorum ve sadece filmleri daha çok izlensin diye uyguladıkları bir strateji olarak görüyorum bunu.

Araştırmalarıma devam ederken gördüm ki filmlerinin yapımına destek verdiği için bazı cemaatlere teşekkür etmiş bazılarına da veryansın yapmış. Mesela Zaman gazetesine filme destek çıkmadıklarını için köpürmüş “kağıtlarını bile ben veriyordum” falan diye giydirmiş.

Bazılarınız bunları neden anlattı diye düşünürken işin o kısmına geleyim. Azımsanamayacak bir süre tasarım, reklam ve dijital pazarlama alanında, yoğun bir firmada görev aldım, çalıştım. Orada çalışınca öğrendiğim bazı şeyler beni büyük ölçüde şok etmişti. Örneğin haberlerdeki çoğu haberin, gazete ve dergilerdeki gerçek haber gibi görünen birçok şeyin aslında reklam olduğunu, bunların parayla satın alındığını gördüm, öğrendim. Hatta bir süre sonra çalıştığım firmanın bu işlerine destek olup televizyon kanallarıyla, gazetelerle falan görüşüp haber veya ödül fiyatı soruyordum.

Şaşırmayın, ödül bile parayla!

Yılın en iyi doktoru ödülü, yılın en iyi cerrahı ödülü falan. Hepsi parayla satın alınıyor, çalıştığım firmada biz de patronumuza ödül satın almıştık :D

Bunların içine girip dijital pazarlama ve medya satın alma süreçlerini görünce ödüllere ve haberlere olan inanç ve samimiyetim ciddi şekilde azalmıştı.

Bu yüzden cemaatlerin destekleri ile yapılmış, oyunculuğun rezalet olduğu, konudan konuya jet gibi atlandığı böyle saçma sapan filmlerin bu kadar fazla ödülü hakkıyla aldığına da inanmıyorum. Çünkü bu alanda çalışırken çok şey gördüm. Parayı ver, ödülü al.

Şimdi gelelim söz konusu filme, içeriğine ve verdiği mesajlarına.

Film bir yönetmenin hayat hikayesi gibi başlıyor. Baş rolde, film yapamayan, yazdığı senaryoları çekilmeyen, kızıyla yaşayan, imamlığı bırakmış fakir bir yönetmen var. Bu karakter etkileyici olsun diye her zaman hüzünlü, acıklı tonda konuşuyor. Malum, İslamı anlatmanın en güzel yolu ajitasyon ve dramdır :) Vereceksin dramı, vereceksin dramı...

Filmdeki fakir yönetmen evsiz kalınca yapımcıdan avans istiyor. Yapımcı da bunu ezikleyip eline biraz para tutuşturup postalıyor. Evsiz ve parasız kalan adam, kızını yurda teslim ediyor. Sonra deniz kıyısına gidip efkarlı efkarlı oturuyor derken, o da ne! Kalp gözü dizisinden fırlamış, ak sakallı dedenin bir varyantı olan sakallı genç bir evliya elindeki kafam kadar tespihi ile beliriveriyor, başlıyor bizim dertli elemana vaaz vermeye.

Bu evliya kısaca diyor ki “Boş işlerden vazgeç, boş şeylerden de vazgeç. İblis, deccal her tarafı sardı. Her eve girdi, esir etti. İnsanlar korkaklaştı ve yalnızlaştı. Özgürlükleri gitti. Şehvetin ve paranın kölesi oldular.
Deccal insanların aşkını, sevgisini, iyilik ve merhametini, tanrısal ışığını bitiriyor.
İnsan ruhunu yarın Allah’a teslim edeceğini bilerek, bunu düşünerek yaşamalı.
Film yapmak istiyorsan para yada zenginliği beklememelisin. Savaşın çok çetin.”


Tüm bunları dedikten sonra birden ortadan kayboluyor. Bizim eleman zaten gayet normal bir durummuş gibi birden beliren bu adamı hiç yadırgamadan dinlemişti, birden ortadan kaybolunca da hiç şaşırmadı ne hikmetse.

Şimdi bu kısımda verilmeye çalışan bu mesajlara cevap vereyim.

1)BOŞ İŞLER (Tek önemli olan ibadet)

Bildiğiniz gibi İslam’a göre ibadet dışındaki her şey ve dünya boştur. Filmde “boş işlerden, boş şeylerden vazgeç” deniyor fakat Müslümanlar her şeyden vazgeçiyor mu?

Arabası çizildi diye, yada trafik kazasında aracı zarar gördü diye birbirini öldüresiye dövenler sizler değil misiniz?
Boş dediğiniz dünyada sayısız cariye ve eşleri olmuş olanlar sizin peygamberleriniz değil mi?
150 tllik borç için birbirinizin boğazını sıkanlar hatta öldürenler sizler değil misiniz?
Görkemli camiler inşa etmek için insanlardan boş iş dediğiniz şeylerden kazanılan “parayı” dilenen sizler değil misiniz? Dünya boşsa, her şey boşsa, para kazanmak boşsa o zaman cami inşaa etme, git herhangi bir yerde kıl namazını. Cemaatten para isteme, bizden zorla vergi kesme.

Yani dine göre hem “dünya boş” deniyor hemde diğer yandan sürekli para muhabbetleri dönüyor. Her şey boşmuş, her şeyi terk edip Allah’a, öteki aleme odaklanmak gerekirmiş.

Saçma bir dini felsefe bu. İnsan tabiatı gereği sizin boş dediğiniz her şeyden vazgeçemez.

Kaldı ki her şey boşsa Allah birçok şeyi de lüzumsuz yaratmış demektir, gezegenleri, sayısız yıldız ve galaksiyi, dünyadaki birçok canlıyı mesela. Hepsi boşa. Çok daha kısa yoldan, daha basit ve kısa bir hayat ile bu kadar yaratılış gerektirmeyen bir düzen ile de sınava tabi tutabilirdi bizi. Allah’ın bile yaptığı birçok iş ve yaratma eylemi boşa.

2)DECCAL İNSANLARI SAPTIRIYOR

Film diyor ki Deccal insanın aşkını (ki bahsedilen şey Allah aşkı), sevgisini, iyiliğini, merhametini bitiyormuş.

Yani Müslüman olmayanı ayrıştıran, başka dinden olanı aşağılayıp Müslümanları onlara karşı kin beslemeye iten, savaşta ele geçirilen kadın cariyedir diyen, sabah erkenden baskın yapıp insanları öldüren yağmacıları öven Allah ve onun dini insanın iyilik ve merhameti duygularını bitirmiyor da uydurma deccal bitiriyor öyle mi :) ?

Savaşta kocasını öldürdüğü cariye ile aynı gece birlikte olan peygamberiniz, 6 yaşındaki kızla evlenilebilir denen alimleriniz insanın merhametini bitirmiyor mu?

Hepimiz bir gün öleceğimiz için Allah’a nasıl hesap vereceğimizi düşünerek yaşamalıymışız.

Ben de diyorum ki Huehueteotl, Virakoşa, Apsu, Yehova, Zeus, Odin, Ahura Mazda gibi ilahlar kaşısında hesaba çekilmeniz de aynı ihtimal. Müslümanlar eğer bir ilah varsa bile onun Allah olduğundan öyle eminler ki, cidden tuhaf. İçi boş bir emin olma hissi. Çünkü Allah’ı görmedin, duymadın, tıpkı diğer binlerce ilah gibi. Biri sana küçüklüğünden beri var dedi, onu empoze etti. Sen de delicesine onun var olduğuna inandın. İspat göster diyince de “yaratılanlara bak, bunları kim yarattı” geyiklerine giriyorsunuz. Yaratırken Allah’ı gördünüz mü? Hayır.

E o zaman dünyayı Zeus’un yaratmadığı ne malum? O zaman da diyorsunuz ki ama Kur’an’da “Allah, ben yarattım diyor.”

Eee, insan eliyle yazılmış bir kitap bunun ispatı olabilir mi? Geçmişte farklı ilahlar için yazılmış bir sürü metin var. Metinler ve gördükleriniz Allah’ın ispatı olamaz.

3)FİLM YAPMAK İÇİN PARA BEKLEME

Film yapmak istiyorsan para yada zenginlik beklememelisin kısmına ise iyi güldüm çünkü başta da dediğim gibi filmin yönetmeni cemaatlerden yardım istiyor ve bazı cemaatlere destek çıkmadığı için sitem ediyordu :) Bir insanın filmi yazar ve yönetmeni ile bu kadar mı çelişir.

Ayrıca film yapmak para işidir, he düşük bütçeli yaparsın ama yine de para gerekir. Ekipman, oyuncu, her şey paradır. Filmi çektiğin kamerayı mağaza sahibine öpücük kondurarak alamazsın di mi?

Yönetmen filminde komedi ve eğlence filmlerine gönderide bulunmayı da ihmal etmiyor ama bunu yaparken kendi filmini “düşündüren film” kategorisine koyuyor. Halbuki filmin bir şey düşündürdüğü yok, Müslümanların zaten bildiği, inandığı şeyleri tekrar ona pazarlıyor o kadar. İşlediği eşsiz bir felsefe yok ki düşündürücü olsun.

Bu arada filmdeki karakterimiz de yaşamak için para lazım olduğundan iş arıyor, eski arkadaşlarına uğruyor falan. Hayat boş, dünya hayatı boş ama Allah kimsenin iban numarasına para göndermiyor tabi.

Bir gün uyurken rüyasında evreni görüyor ve şöyle bir ses duyuyor: Allah yeryüzünün cenneti. Her yerde onun ismi, her yerde onun resmi.

Allah yeryüzünün cenneti ise yeryüzünün cehennemi kim ???

Her yerde onun ismi dediği şey Esma’ül Hüsna, ki bu da sadece Allah’a atfedilmiş sıfatlardır. Tıpkı İslam öncesi Arapların ilahları atfettikleri türlü sıfatlar gibi.

Her yerde onun resmi kısmı ile her şeyde Allah var demek istemişler ve panteizm ile İslam’ı harmanlamışlar.

Parklarda yatan, parasızlıktan eşyalarını satan yönetmenin yanına arada bir evliya da uğruyor tabi. İntihar etmek için deniz kıyısındaki bir tepeye gidiyor, tam atlayacakken bir ses geliyor ve o sesle konuşmaya başlıyor.

Ses diyor ki “Yeryüzünde çektiğin ıstıraplar boşuna değil, en acı ıstıraptan insanın olgunlaşıp, gelişmesi doğar.”

Ben çok merak ediyorum yıllarca bir odaya hapsedilip öz babası tarafından istismar edilmek insanı ne gibi bir olgunluğa eriştirir mesela? Bana izah etsinler.

Ses devamla diyor ki “Eğer intihar edersen insanların ilişkiler ağını bozarsın, hepinizi birbiriniz ile ilişkilendirdiğimiz için milyonlarca insanın yaşamını dramatik bir şekilde etkiler ve kötü örnek olursun”

İlişkiler ağı falan ne alaka? Sanırım yönetmen kelebek etkisinin etkisinde kalmış fakat İslama göre herkesin kaderi zaten en başta belirlenmiştir ve Levh-i Mahfuz’da bellidir. Bazı Müslümanlar da bununla çelişerek diyor ki Allah ne olacağını bilir ama kaderi tam sen onu yaşarken yazar.

O zaman da ben aciz bir kul olarak Allah’ın yazacağı kaderi sürekli değiştirebiliyor oluyorum ve ben yaşarken yazıyorsa Allah ne olacağını bilmemiş oluyor, bilse zaten önceden yazardı. Yani Müslüman karar vermeli Levh- i Mahfuz mu yoksa yaşandığı anda yazılan kader mi?

Enteresan olan şu ki, şahsın burada konuştuğu kişi güya Allah. Şunu bir türlü anlamıyorum, Muhammed’in karikatürü, hatta SESİ konusunda çok hassas olan, filmlerde onu göstermeyen hatta seslendirmeyen insanlar Allah’ı seslendirme konusunda neden problem görmüyorlar? Ondan sonra Muhammed Allah’tır diyince kızıyorsunuz. Biraz samimi olun ve yaptıklarını, içinde bulunduğunuz çelişkileri fark edin. Muhammed’e gösterdiğiniz imtinayı Allah’ınıza göstermiyorsunuz.

Yani bu konuda İslam aleminde ortak bir görüş yok. Fakat Kur’an’da Allah izin vermeden hiçbir şey yapılamayacağı, iyiliğin de kötülüğünde Allah’tan olduğu yazıyor. Bu konuda Kur’an’da birbiri ile çelişen çokça ayet mevcut ama videolarımda bunu zaten anlattım.

Buradan gerisi tam komedi, bildiğin yeşil çam filmlerinden araklamalar ve artık gına getiren klişelerle dolu. Engelli bir kız, zengin bir baba, hayatı onlarla kesişen fakir ama gururlu oğlan, öksürünce ağza tutulan peçeteye kan gelmesi vs.

Yönetmen muhtemelen Şener Şen’in Arabesk filminden çok etkilenmiş çünkü tıpkı oradaki gibi absürt geçiş sahneleri var. Mesela zengin adamın evinden çıkınca yer altına doğru inen bir tünel görüyor. Oraya girip kendini diğerlerinden soyutlayarak yaşadığını söyleyen insanları görüp biraz edebiyat parçalıyor.

Bu sefer evine giderken bir bekçi düdük çalarak geliyor. Üstelik bekçi de filmde sürekli ona görünen evliya :D Ne hikmetse bizimki adamı tanıyamıyor bir türlü. Buradaki sahne tam komedi çünkü tıpkı Kemal Sunal filmindeki gibi bekçi de yönetmenle sadece düdük çalarak konuşuyor :D

Kalacak yer arıyorum deyince bekçinin gösterdiği yere giriyor, HOOOP Disko. Meğer girdiği yer diskoymuş. Bak sen ya, adam sınava tutuluyor ya ;)

Birlikte diskoya ışınlanıyorlar. Yabancı müzik giriyor, bizim evliya merdivenlerden dans ederek, şov yaparak iniyor :D Fakir yönetmenimiz de ortama ayak uyduruyor, başlıyor kopmaya. Ama o da ne, koparlarken birden Sema yapmaya başlıyorlar, bu sırada üzerilerine de bir nur yağıyor ki sormayın, diskodakiler şaşkın, herkes şok :D

Dönerken dönerken kendilerini semazenler arasında görmeye başlıyorlar. Az daha dönünce, dönmenin kazandırdığı kinetik enerjiden olsa gerek uçuşa geçip uzaya çıkıyorlar, bizim yönetmenle evliya dayı dünyanın üstünde semaya devam ediyorlar.

Burada çok önemli bir detay var, dünyadan bir tek Kabe görünüyor ve tam merkezde. Güya Kabe dünyanın merkeziymiş ya. Mekke’nin Kutuplara ve 0 boylamı ile gün dönümü çizgisine uzaklık olarak altın oran noktasında olduğunu iddia edenler var.

Bu tarz uydurma haber ve iddialara bakmadan matematiğe başvurup bilimsel hesap yapıldığında altın oranın denk geldiği noktanın Kabe’nin 40 km güneyindeki dağlık alana denk geldiği görülüyor. Fakat bunu ayrıca bir videoda ele alacağım.

Dönerlerken, dönerlerken yine evrenin içinde süzülmeye başlıyorlar ve evrenle bir hissetmeye başlıyorlar gibi. Film anlatmak istediğini net anlatamadığından sanırım bu sahnelerle vahdet-i vücud’u anlatmaya çalışmışlar fakat bu inanış da Kur’an’daki Allah ile ciddi şekilde çelişir.

Neyse, dönmeler, evrende seyahatler bitince başrol abimiz tıpkı sürekli yanında beliren evliya abimiz gibi bir türbede beliriyor.

Başrol midesinden rahatsız, ya Şafi, Allah’ım şifa ver diyor ama ölüp gidene kadar şifa mifa bulamıyor. Yani hep dediğimiz şeyi farkında olmadan onlar da göstermişler, dua etmek işe yaramaz. İslama göre Allah sana bir kader yazmışsa, seni o şekilde sınava tutacaksa onları yaşayacaksın. Dua etmek boşadır. Dua etmek bir şeyleri değiştirebilecek olsa aciz olan her insan sürekli olarak Allah’ın yazdığı kaderi değiştirebilir hale gelirdi, o zaman da Allah sürekli kader güncellemekten, kabul ettiği dualara göre kaderleri tekrar tayin etmekten başını kaldıramazdı..

Tabi konu İslam olunca olay yine cinsellik ve eğlence karşıtlığına geliyor. Yönetmen bunları eleştiriyor fırsat buldukça. Tabi ki her şeyin aşırısı kötüdür ama İslam’ın ve tarikatların cinsellik veya eğlence karşıtlığı da aşırı. Resim çizmeyi, müzik dinlemeyi bile günah ilan ediyorlar, varsa yoksa Allah, varsa yoksa ibadet, ne egoistmiş, övülmeye ne muhtaç, yarattıklarını yasaklamaya ne meraklıymış bu Allah!

Tüm bu saçma filme rağmen yorumlarda desteklenmiş çünkü Müslüman için filmin iyi kötü olması fark etmez, İslamı anlatsın yeter. Bu desteklemek ve beğen tuşuna basmak için yeterli. Maalesef onlardaki bu dayanışma bizde yok...

ORHAN K'NIN DİNDEN AYRILMA SÜRECİ



ORHAN K’NIN DİNDEN AYRILMA SÜRECİ


Ülkemizde herkes dindar bir aileden gelir iyi veya kötü. Ama kimileri daha koyu Müslüman olan, kimileri ise daha modern bir ailede doğarlar ve büyürler. Benimki ise koyu denilecek bir Müslüman aileydi. Etkileri hala hafızamdan silinmeyen, dünya yaşamına dini inanç çerçevesinden bakan bir ailede yetiştim ve büyütüldüm. Ama ailem benim aşırı merak ve soru sorma içgüdülerimin bir gün gelip gelişip büyüyeceğini bilmiyordu…

İslam dininden ayrılma sürecimi dönemlere ayıracak olursak çocukluk, gençlik ve olgunluk çağı olarak 3 döneme ayırabiliriz. Çocukluk dönemimde yani 20 li yaşlarıma kadar diyelim koyu bir Müslümandım. Ailemde 5 vakit namazımı kılmayan yok gibiydi. Ben ise kılardım ama aklımda hep aynı soru olurdu. Zaten bu soru olmasa dinden ayrılma sürecim gerçekleşmezdi. Neden Allah denilen varlık insanlığa gönderdiği bilgileri tekrar kendine okumamızı isteyebilirdi? Hem de başka bir dilde Arapça olarak. 

Ailem hep üzerimde baskı kurardı. "Namazlarını geçirme oğlum", "bak cehennemde yanarsın", "kaynar sular içirirler bak heee" diye sürekli korkutulmaya maruz kalarak yaşadım.

Babam ne zaman beni sorguya çeker gibi "namazını kıldın mı?" diye üstelese "kılmadım, sen ne yapacaksın benim namazımı, beraber mi yanacağız cehennemde?" diye isyan ederdim. Ama haklıydım. Madem teker teker sorguya çekilecektik, nefsi müdafaamı kendim yapardım. Ulen nelere inanmışız yaaa…

Derken ilkokul süreci ve ardından ortaokula kayıt olmam gerekiyordu. Bilin bakalım hangi ortaokula kayıt oldum? Tabi ki de İmam Hatip Lisesine. Hiç şaşmaz, dini bir aileden dini bir okula yazıldım tabi. Babamın beni "oğlum bak hem orada karatede öğretiyorlarmış" (bizim zamanımızda baya meşhurdu Jackie Chan, Bruce lee filmleri gibi) diyerek kandırdığı cümlesi hala kulaklarımdadır. İnanmıştım bende saf gibi. Yakışır mıydı inançlı birisine yalan söylemek, hemde kendi oğluna. Ama olsundu, tövbe kapısı hep açıktı onlara göre. İlk golü orada yemiştim.

3 yıl süren imam hatip yıllarımdan sonra ailemin dini baskısı artarak devam ediyordu. Onların doğrularına onlara göre cehennemde yanmamalıydım. Bunun için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Onlar baskı yaptıkça ben daha çok soğuyordum bu dinden.

Birkaç zaman sonra babamın bana bir teklifle gelmesi beni çok şaşırtmıştı. Tamda benim o gün için aradığım bir teklifti diyebilirim. Bunalmıştım yaşadığım evden. Başka bir şehir de yani İstanbul da Kur'an kursunda yatılı olarak ikamet edilebilecek bir yerde dini eğitim görmem isteniyordu. Uzun bir düşünme arasından sonra kabul ettim. Baskıdan biraz olsun kurtulacaktım. Ama bir karar vermek zorundaydım. Gideceğim yer İslam dinin A’dan Z’ye öğretileceği ve yaşatılacağı bir yerdi. Bir açıdan da evden uzaklaşma daha doğrusu kaçma fikri beni tetikliyordu. Psikolojimin nasıl olduğun varın siz düşünün. Baskılardan dolayı evinden kaçmak, rahat nefes alabileceği bir alanının olması. Tüm bunlar toplanınca siz ne yapardınız…?

Ne dinmiş be arkadaş. Her neyse şimdi ki durağım İstanbul yıl 1997 yaşım ise 15. İrticanın patladığı yıllar 28 şubat dönemini bizzat yaşayarak gördüğüm yıllar. Başımıza gelmeyen kalmadı, tepemizden helikopterler, kapımızdan polislerin eksik olmadığı yıllardı. Uzun uzun girmek istemiyorum konulara,  aksiyon ve macera dolu yıllardı. Benim içinse Kur'an kursu dışında özgür yaşadığım yıllardı. 1 yılım bu şekilde geldi geçti. 1 yıl sonra yine baba ocağına döndüm. Çünkü gönderildiğim o irtica yuvası bende derin izler bırakarak kapanmıştı…

Sonra lise yıllarım başlamıştı. Döndüğüm de sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Yürüyüşüm bile bir değişmişti, unutmuştum. Çok garip değil mi? Size garip gelebilir ama öyleydi işte. Hem unutmak istediğim hem de unutamadığım yıllar. Yazarken bile zorlandığım anılarımın tazelendiği yıllar. Düşünüyorum da çok kasvetli ve ağır bir süreç yaşamışım.

Soru sorma ve çok yoğun düşünme yıllarımdan sonra yaşım olmuştu 34. Yani olgunluk çağlarıma gelmiştim. Para ve gelecek yönünden iyi ama, iş stresi olarak yüksek düzeyde bir mesleğe başlamıştım. 

Yavaş yavaş dinden uyanma, farkına varma, şaşırma, sürekli beyin fırtınalarının yaşandığı kopma noktalarına doğru ilerliyordum bu dönemde. Çünkü her şeyi yaşamama sebep olan en önemli kaynaklara ulaşmaya başlamıştım. Yani kitaplara. Kişisel gelişim kitaplarıyla başlamıştım. Erdal Demirkıran kitapları özellikle benim düşünce dünyamı değiştirmişti. Aradığım soruların cevaplarına bir bir ulaşıyordum kitaplar yoluyla.

Bu dönemim de böyle 4-5 yıl kadar sürdü. Daha sonraki süreçlerde kitaplardan arta kalan zamanlarımda artık internetin de yardımıyla daha çok bilgiye ve bilgi dolu videolara ulaşabiliyordum.
Youtube dünyasına giriş yapmıştım. Herkes eğlence, film, müzik ile vakit geçirirken ben nerede esrarengiz, tarihi olaylar, beyin geliştirici yayınlar varsa onlarla ilgileniyordum.
Beynim hiç olmadığı kadar açılmıştı. Adeta düşünce dünyamın nirvanasındaydım. Artık ben eski ben değildim. Bunu sadece ben değil arkadaşlarımda söylüyordu. Hatta içimde gizli bir kibir bile oluşmaya başlamıştı. Ne oluyordu bana? Bilmek mi iyiydi bilmemek mi bunu da bilememiştim.

Bundan 1 yıl kadar önce tamda bu zamanlar artık emin olmaya başlamıştım ama yinede de başıma bir şey gelirse diye korkuyordum. Yani yine korku çıkmıştı karşıma. Ama dedim ya emin olmalıydım artık. Kendim kendime karşı gelmeliydim. Yalnızlaşacağımın farkındaydım ama ne olursa olsun gerçekleri öğrenmeliydim. 

Youtube'de gezinirken sürekli biri çıkıyordu karşıma; Yakup deniz diye biri. Ama ben hep "bu kim ya? falan diyordum. Farklı başlıklar altında ara ara videolar çıkarıyordu. En sonunda dayanamadım kendimi toparladım, açtım videoyu. Adam dosdoğru konuşuyordu kafadan attığı hiçbir şey yoktu. Ondan sonra sırasıyla Gig tv, Kütüphane Görevlisi, sizin kanalınız Din ve Mitoloji. Ne kadar aykırı site varsa hepsine bir hışımla dalıp dalıp çıkıyordum. Biz nelere inanıyorduk böyle …

İlla bir şeye inanacaksak bilime inanmalıydık. Evrime inanmalıydık. Hayvanların arasında akrabalık olduğuna inanıyorduk ama sıra bize geldiğinde kendimizi üstün bir varlık zannediyorduk. Maymundan gelmediğimiz belliydi ama ortak atadan geliyorduk. Tüm veriler bu yöndeydi. Belge varsa inançta olmalıydı. Gerçeklerle yüzleşmeliydik. Bu dünyada rahat yaşayan biri neden hiç bilmediği bir hayali alemin uydurmalarıyla vakit harcasın ki? Biz tanrının deneme tahtası mıydık?

Artık dinlerle ilgili anlatılan her şeyden emindim. Hepsi koskoca bir yalandı. Zaten aklı olan bir insan bunlara inanamazdı. Baktım ki ben aslımı bulmuştum. Kurtulmuştum, özgürleşmiştim, arınmıştım bu dinden ve tüm diğer dinlerden.
Yalnız olmadığım farkına vardım. Şimdi neye mi inanıyorum, evrime ve evrenin enerjisine. İspatlanabilirlik derecesine göre her şeye. Yolunu kaybetmişlere yol gösterdiğiniz için sizlere ve bu yolda emek harcayanlara teşekkürlerimi sunuyorum. Sağlıcakla kalın.
Ne mutlu Türküm diyene…

SİZDEN GELENLER | Yazan: Orhan K.

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

AFGANİSTAN DOĞUMLU NURULLAH'IN DİNİ TERK SÜRECİ



DİNİ TERK SÜRECİ
(Nurullah T.)

Merhaba, 45 yaşına kadar Müslümandım. Afganistan'daki bir köyde doğdum. Babam medrese mezunu bir molla olmasına rağmen oruç tutmazdı, içki içerdi ve kim bilir daha neler yapardı. Ben asla içki içmedim, 12 yaşımdan itibaren 5 vakit namazımı eda edegeldim. Ailem ve çevrem benimle gurur duyardı. Türkiye'de dil öğrenirken yurttaki oda arkadaşlarımdan biri (İstanbul Ünv. Elektronik Müh. öğrencisi idi) bana ateist olduğunu söylediğinde sert bir tokat yemiş gibi hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Tanrıya inanmayan birisi ile 19 yaşıma kadar hiç karşılaşmamıştım.

Üniversite yıllarında Birlik Vakfı sohbetlerine, ilerleyen yıllarda çeşitli nurcu grupların toplantılarına katıldım. Okumayı sevdiğim için Faik Bulut gibi yazarların kitaplarını da okuyordum. Farsça bildiğim için risale-i nurları okuyup anlamak kolay oluyordu. O zamanlar aklı başında insanların neden bu kadar basit konuları anlamakta güçlük çektiklerine hep şaşırarak bakardım. Bana çok basit gelirdi. Ayet ile hadisi ayırt edebilecek kadar Arapça bilgisine de sahibim.

Üniversite yıllarında hep kuran okurdum, namazımı aksatmazdım ve sürekli kendimi geliştirirdim. Yüksek lisansı bitirip 2004 yılında doktora eğitimine başlayınca felsefi konularla tanışmakla birlikte dindarlığımda azalma olmadığını hatırlıyorum. 3 kişilik doktora dersinde hocanın bir gün namaz kılan birisini anlatırken "filanca öğrenci üniversiteye girmiş hala namaz kılıyor" diye alaycı gülüşünü hala hatırlarım. Çok zoruma gitmişti.

1998 yılında evlendiğimde eşimin başörtüsü takmasını istedim. Bunu gören akrabalarımız da teker teker başlarını örtmeye başladılar çünkü biz rol modeldik. En eğitimlileri bendim.

2010 yılında iş icabı uzakdoğu'ya yerleşmemiz gerektiğinde, çocukların iyi İngilizce öğrenmeleri için iyi bir fırsat olur diye kabul etmiştim. İyi de oldu. Tayland gibi seks turizminin gelişmiş olduğu bir ülkede bulunup dini yaşamak oldukça zor idi. Arabanın klimasını açık bırakarak eşimle cuma namazına (o bölgede camilerin dörtte biri kadınlarla dolu olur) gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. Akşam namazı sırasında otobanda trafik sıkışık iken arabayı kenara çekip çimlerin üzerinde namaz kılardım etraftakilerin şaşkın bakışları arasında. Çin'de çok seyahat etmişliğim var, hava limanlarında vakit namazlarını eda ederdim. Hiçbir seyahatimde orucu ihmal etmezdim. Sahurda "helal" bisküvi ile idare ederdim. Almanya ve İtalya seyahatlerimde de ramazan ayında denk geldiği olurdu, hiçbir günü kaza etmezdim.

Tayland'da işe gelip giderken hep İngilizce mealli kuran dinlerdim arabada. Özellikle Nisa suresinin ilk ayetini Abdulbasit çok iyi okurdu. Hiçbir cuma namazını kaçırmazdım. F tipi nurcuların sohbetlerine katılırdım ve onları çok takdir ederdim. Nurculuk içime sinmediği için bir türlü ısınıp onlardan biri olamadım ama ben konuşurken çok saygılı dinlerlerdi.

40'tan fazla ülke gezdim ve en az 15 ülkede cuma namazı kıldım. Almanya ve Rusya'daki camilerde çorap kokusu olmadığı için keşke Türkiye'deki camilerde de benzer durumu yaşayabilsek diye defalarca söylemişliğim vardır. En pis camilerin Çin'in Sincan Bölgesinde, Afganistan'da ve Hindistan'da olduğunu gözlemledim. 2013 yılında Mehmet Okuyan'ın bir videosunu seyredince "aha, işte bu, tam düşündüklerimi söylüyor" dedim kendime. Yurt dışından kendisine mail yazdım ve kitaplarını okuyacağımı söyledim.

Müslüman iken bile hiçbir zaman miraç hadisesine bir türlü inanamadım. Belki de araştırmalarım 2013 yılında artmaya başladı. Dini kavramları daha iyi anlamak için kuşkudan uzak bir sorgulama operasyonuna başladım. Hep hikmet aradım. Okuduklarımla seyahatlerim sırasında gördüklerimi bağdaştırmaya, dini anlamlandırmaya çalıştım. Farklı kitaplar okudum.

2018 sonları idi sanırım, YouTube'da Yakup Deniz'in, Abdullah Sameer'in, David Wood'un ve Hassan Radwan gibi insanların videolarını seyretmeye başlayınca inancım sarsılmaya başladı, önce namazı yarım yamalak kılmaya başladım, sonra bıraktım. Eşim kuşkulandı. Ona da anlattım. O da inancını yitirmek üzere. Özellikle The Masked Arab kanalındaki videoyu seyredince yeter artık dedim. Özgürlüğüme kavuştuğum için çok mutluyum.

Gayet güzel videolar yapıyorsunuz. Takdirle izliyorum.
Keşke Ex-Muslims of America gibi topluluklarımız olsa diyorum bazen.
Esen kalın.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Nurullah T.

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

NEDEN DİNDEN ÇIKTIM? (Turan)



TURAN'IN DİNİ TERK SÜRECİ
(Takipçilerimden Turan'ın Hikayesi)

Dünyaya geldiğimde çok dindar bir ailenin çocuğu olarak geldim, Allah'a, İslam'a ve Muhammed'e çok sıkı derecede bağlı bir aile düşünün. Ben çok küçükken (9-13 yaş) kandillerde televizyon başına otururduk ve orada Arapça dualar edilir ve Arapça ilahiler okunurdu. Ben ise bunların anlamlarını bilmeden son derece hayran bir biçimde izlerdim.

Ben çok küçükken ezan okumayı çok severdim, çıkardım bir taşın üstüne ezan okurdum ve etrafımda ki kişiler bunu çok olumlu karşılarlar ve adeta bana bu davranışı yaptığım için ‘’iyi çocuk’’, ‘’akıllı’’ sıfatlarını uygun görürlerdi.

Kur’an kurslarına gitmeyi hiç sevmezdim, ama ailem beni ikna etmek için bir hayli gayret sarf ederdi. Ama ben Kur’an kurslarına gidip, orada ders görmenin bir işkence olduğunu da düşünürdüm. Yani isteyerek gitmezdim, daha sonra koca bir yaz mevsimini Arapların harflerine adamıştım. Artık sözde Allah’ın kitabı Kur’an-ı okuyabiliyordum.
Ben Kur’an-ı okuduğum için bana hediyeler, övgüler yağıyordu. Adeta dünyaya yararlı olacak yeni bir şey keşfetmişim gibi etrafımda muhteşem bir sevgi gösterisine maruz kalıyordum. Tabi ki bende o sevgi seline kapılıp her gün Kur’an okuyordum. Bir süre sonra okumayı bıraktım ve doğal olarak Arap harflerini unuttum. Bunun için bana birçok kez kızıldı. Fakat ben küçük olduğum için hiç bir şeyin farkında değildim.
 
Hemen hemen her hafta Cuma namazlarını kaçırmazdım, ille de gitmem lazımdı. Aslında gitmek istemediğim zaman bile zorla göndermeye çalışıyorlardı. Ben Cuma namazlarına gidiyordum, hoca hutbe okuyordu fakat en sonunda Arapça dualar ediyordu. Küçük çapta olan sorgulamalarım o zaman başladı, ‘’Neden anlamını bilmediğimiz bir şeyi okuyoruz ? ‘’ diye kendi kendime soruyordum. Bu arada Ramazan aylarında 1 ay orucumun hepsini düzenli bir şekilde tutardım, aksatmamaya özen gösterirdim. Sanki bu bir başarı gibi kendimle gurur duyardım. Aradan zaman geçti ve babamı kanserden kaybettim, hayatım resmen değişti kendimi araştırmaya adadım.

Daha sonra Lise yıllarına geldim. Lise yıllarında tarihe olan ilgim anlatılmayacak kadar çoktu, İlber Ortaylı, Halil İnalcık, Kemal Karpat, Sina Akşin vb. tarihçilerin kitaplarını okumaya başlamıştım. Özellikle Halil İnalcık’ın Devlet-i Aliyye adlı eserinin ikinci cildini okuduktan sonra kafamda şu netleşti ‘’Osmanlı’nın yıkılmasında dinin etkisi çok fazla’’.
Ardından Cumhuriyet tarihinde ki bazı ayaklanmaların ‘’Din’’ adına yapıldığını okudum.  Tarih araştırmalarım devam ederken Atatürk’ün din konusunda ki görüşlerini okudum. Üstelik Atatürk bunları çok güzel bir şekilde açıklıyordu. Daha sonra elime Kur’an-ı aldım ve altını çize çize okumaya başladım. Beni derinden etkileyen ayetleri not ettim. Daha sonra Caner Taslaman, Emre Dorman, Edip Yüksel, İhsan Eliaçık, Yaşar Nuri Öztürk gibi isimleri okudum ve aklıma takılan soruları güzel bir şekilde açıkladıkları için çok sevindim. ‘’İşte bu be ! ”, “İslam sen ne yüce bir dinsin ” dedim. “ Din değil, gericilikten korkacaksın.” diyordum kendi kendime.
Bu süreç içerisinde Muhammed’in hayatı hakkında birçok şey okudum, diğer kutsal kitapları da okudum.

Fakat hayatım İlhan Arsel’in 3 Cilt Kur’an Eleştirisi kitabını okuyunca tamamen değişti. Ardından Arif Tekin’in eserlerini okudum ve artık imanım ciddi derecede sarsılmıştı. Bakıyordum da bizim sözde modernist İslamcı tayfa ayetleri eğip bükmekten ve din satmaktan başka bir işe yaramıyordu. Son darbeyi Turan Dursun vurmuştu; Din Bu adlı serinin 2.cildini okuyunca dinden kesin olarak çıkmış oldum. Richard Dawkins gibi yazarlar da aydınlanmamda önemli bir yer tutmuşlardır. Muazzez İlmiye Çığ’ın Kur'an İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni  adlı eserde beni ciddi derecede etkilemiştir. Şu anda “ Deistim” veya “Ateistim” diye kesin bir şey söyleyemiyorum, okumalarım devam ediyor. Fakat şundan eminin: DİNLER BİLİMİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGELDİR VE İNSAN AKLININ ÜRÜNÜDÜR.

"Şeriat bir felakettir. Özgürlükten, demokrasiden, insanlıktan yana olan herkesin bu felaketi önlemede katkısı bulunmalıdır."
-TURAN DURSUN

(2000'e Doğru-19 Mart 1989, yıl 3, sayı 12)

SİZDEN GELENLER | Yazan: Turan

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KARİKATÜR YÜZÜNDEN ÖLDÜRÜLEN FRANSIZ ÖĞRETMEN

Hazırlayan: A.Kara


MUHAMMED KARİKATÜRÜ GÖSTERDİĞİ İÇİN BAŞI KESİLEREK ÖLDÜRÜLEN FRANSIZ ÖĞRETMEN SAMUEL


Fransa’da birkaç gün önce Paris yakınlarında yaşanan terör olayını çoğunuz duymuşsunuzdur. Durum tamamen, sık sık gördüğümüz: “Bak, inandığım Allah gönderdiği dinini savunmaktan aciz, ben onun yerine, onun adına savunuyorum ” kafası.

Tarih öğretmeni sınıfında bizim derslerimizde asla anlatılmayan ve bu gidişle anlatılamayacak konulardan birini “ifade özgürlüğü” kavramını anlatıyor. Bunu yaparken de Hz. Muhammed karikatürü göstereceğini söyleyerek rencide olmasınlar yada görüp şok olurlar diye Müslüman öğrencilerin parmak kaldırmasını, dışarı çıkmalarını istiyor. Yani aslında ifade özgürlüğünü anlatırken bile bir ifadeyi özgürce sunmuş olan karikatürü göstermekten, korkuyor yada çekiniyor çünkü muhtemelen Fransa’da ne kadar yobaz yaşadığını biliyor ve hatta Charlie Hebdo dergisinde olanları aklının bir kenarında tutuyor. Tabi öğretmenin aklından geçeni bilemeyiz.

Öğrenci velilerinden biri "Öğretmen, sınıfta, Müslüman öğrenciler el kaldırsın diyor. Benim kızım da el kaldırıyor. Öğretmen onların sınıftan çıkmasını istiyor. Diğerleri çıkıyor. Ama benim kızım çıkmayacağını söylüyor ve kalıyor. Öğretmen Hz. Muhammed karikatürünü gösteriyor. Anlamıyorum, neden 13 yaşındaki çocuklara bunları gösteriyor?" diyor.

Bir başka veli ise France Inter Radyosu'na, "Öğretmen Müslüman öğrencilerden rahatsız olmaması için dışarı çıkmasını istemiş. Görünüşe göre bunu kötü niyetle yapmamış. Oğlum bana bunu çocukları korumak için yaptığını söyledi. Onlara: 'Bir resim göstereceğim. Size, üzülmemeniz, şok olmamanız için dışarı çıkmanızı tavsiye ederim' demiş. Bunu küçümsemek veya saygısız olmak için yapmamış" diyor.

Yani öğretmenin gösterdiği karikatürü gidip ailesine anlatan Müslüman öğrenciler var; başka öğrenciler de Müslüman olmasına rağmen parmak kaldırmayıp sınıfta kalmış, karikatürü görmüş ve gidip ailesine anlatmış. Bu ailelerden bazıları da yobazlık seviyeleri ve terör eylemleri, şiddete olan kara sevdaları ile yakından tanıdığımız Çeçenler.

Veliler okula gidip öğretmenden şikayetçi oluyor, karakola suç duyurusunda bulunuyor fakat okul yönetimi olayları biraz yatıştırıyor. Tabi olay yatışmış gibi görünse de öğretmeni öldürme planı kuran birinin olduğunu kimse bilemiyor.

Bir gün okul civarında elinde bıçak bulunan şüpheli bir şahısın dolaştığına dair ihbar gelince polis olay yerine gidiyor. Elindeki bıçağı bırakmasını söylüyor fakat tehditler savuran genç elindeki bıçakla Allahüekber diye bağırarak polisin üzerine yürüyünce vurulup öldürülüyor.

Üzerinden patlayıcı madde de çıkınca bir de bomba imha çağrılıyor falan. Sonra bir bakıyorlar saldırganın yanında başı kesilmiş bir ceset var, karikatür gösteren, ifade özgürlüğünü anlatmaya çalışırken hoşgörü ve barış dini olan, Allah’ın verdiği canı başka kimsenin alamayacağı masallarının anlatıldığı İslam dininin insanlara aşıladığı hisler yüzünden canından olan tarih öğretmeninin cesedi.

Düşünün, 18 yaşında, Moskova doğumlu Çeçen kökenli bir genç, inandığı peygamberinin karikatürü gösterildi diye hiç çekinmeden kafa kesebiliyor.

Ne yalan söyleyeyim ben şaşırmadım. Çünkü birçoğumuz anne-babasına yada yakınlarına bırak Muhammed karikatürü göstermeyi, artık İslam’a inanmadığını söylediğimizde bile dayak yiyor, tehdit ediliyoruz. Abi dediği 10 yıllık arkadaşına dine inanmadığını söylediği için otobüs durağında öldüresiye dayak yiyen, ağzı burnu kan içinde kalan kadın bile var.

Yani ifade özgürlüğü Müslüman alemi için yok hükmündedir. Sabah akşam hoşgörüden bahseden Müslümanlar sizin İslam’a inanmamanıza bile sinir yapar, kafaya takarlar. Sanırım itiraf edemedikleri bazı şeyler var.

İçten içe “ulan ben namaz kılıyorsam, oruç tutuyorsam, içki içmiyorsam sizde yapmayacaksınız, kızlı erkekli bir araya gelip sohbet edip eğlenmeyeceksiniz. Enayi miyim lan ben, ha enayi mi? Yok öyle yağma, ben inanıp bunlardan uzak duruyorsam sizde duracaksınız arkadaş, ben yaşayamıyorum diye zoruma gidiyor.” diye düşünüyor ve aslında sizi kıskanıp içinde bulundukları durumu üstü kapalı yeriyorlar.

Şimdi gel de bu kafalara ifade özgürlüğünü anlat. Çünkü onlara göre inandıkları şeye asla laf edilemez. Kutsal denen şeyin kişinin kendi kutsalı olduğunu, kendi kutsalının başkası için kutsal sayılmadığını, dolayısı ile şakasının yapılabileceğini, eleştirilebileceğini kavrayamıyorlar ama bunu kavrayamayan bu sakalı kibirliler Hindulardan bahsederken “hahahahahah geri zekalılar ya, ineğe tapıyorlar ----na koyayım” demekten, bunu derken çoğu dökülmüş, sararmış dişlerini sergilemekten de geri kalmıyorlar.

Muhammed’in resmedilmesinin yasak olduğu Suudi Arabistan’daki vahabilerin ürettiği bir propaganda. Çünkü modern öncesi dönemde bırakın hadisi, Muhammed’in resminin çizilmesinin yasak olduğunu anlatan bir fetva bile yok. Enteresan olan şeylerden biri de şu ki Muhammed’in günümüze kadar ulaşmış, bir resmi yok. Yani çizilmiş bazı minyatürler var ama doğrudan onun döneminde onu gören biri tarafından çizilmiş bir resmi yok. Dolayısı ile biri “bak Muhammed çizdim” dediğinde kızmanız bile anlamsız çünkü kimse tam olarak nasıl göründüğünü bilmiyor dolayısı ile günümüzde çizilen karikatür yada resimlerin birebir onu yansıtması, birebir benzemesi imkansız.

Tam olarak nasıl göründüğünün bile bilinmediği Muhammed’i çizdiği veya çizilmiş resmini gösterdiği için birini öldürmek saçmalığın daniskası değilse nedir? Kaldı ki Muhammed’in nasıl göründüğünü bilip çiziyor olsa bile bu size kişiyi öldürme, cezalandırma hakkı vermez. Kutsal olanın sizin kutsalınız olduğunu anlamıyor yada anlamak istemiyorsunuz. Üstelik kutsalım dediğiniz şeyleri savunmak için kan dökerken “her şeye kadirdir” dediğiniz ilahınızın da gönderdiği dini korumaktan aciz olduğunu, onu yalnız sizin koruyabileceğinizi göstermiş, dolaylı yoldan kendi ilahınızı kendi eylemlerinizle çürütmüş oluyorsunuz.

Sabah akşam dua ettiğiniz Allah’ın dinine inanmayanlara bir şey yapamıyor olması öyle zorunuza gitti ki kendizini onun can alma elçisi bilerek aciz duruma düştünüz, kan dökmekten korkmadınız. Turan Dursun, Bahriye Üçok, Ali Günday, Muammer Aksoy, İhsan Güven, Andrea Santoro gibi nice insanın akıttığınız kanı kurumuş olsa da zihinlerdeki lekesi üzerinizden asla silinmeyecek.

DEVLET İÇİNDE MENZİL VE İSLAM'IN KADINA BAKIŞI

Hazırlayan: A.Kara


MENZİLCİ DOKTOR ALİ EDİZER VE İSLAM'IN KADINA BAKIŞI


Ali Edizer; Cübbeli Ahmet’e ve menzil tarikatına methiyeler düzen bir doktor. Enteresan bir şekilde 2005’te bir sağlık ocağında doktor iken 2012’de Sağlık Bakanlığı’nda özel kalem müdürü olmuş.

13 yıl sağlık bakanlığı yapan Recep Akdağ için “Recep Abimle yakın çalıştım” diyor, yani o makama nasıl geldiği belli. Zaten Recep Akdağ döneminde sağlık bakanlığı için Menzil Bakanlığı tabiri kullanılıyordu, araştıranlar nedenini anlar.

Menzil tarikatının şeyhi Muhammed Raşid Erol öldükten sonra cemaat ikiye bölündü. Kardeşi ve yeğeni Menzildeki tarikatın başına geçerken oğlu Feyzeddin Erol Eskişehir'de kendi dergahını kurdu.

Gazeteci Saygı Öztürk’ün daha önce yaptığı röportajda Menzil’in başındaki bu kişilerin sözleri hayli enteresan.

Menzil’in Eskişehir'deki kolunun önderi Feyzeddin Erol “Enerji Bakanı Taner Yıldız da Sağlık Bakanı Recep Akdağ da bizim evimizde büyüdüler”. diyor.

Peki Menzil tarikatının diğer kolunun başına geçen oğul ne diyor:
“Doğru, Recep Akdağ’ı tanıyorum. Buraya (Menzil’e) gelmiş gitmiş. Sağlık Bakanlığı, Menzil cemaatine bağlı diye liyakatsiz bir insanı almışsa vallahi o doğru değildir.”

Yani devlet kademeleri bile tarikatların elinde olunca böyle enteresan tiplerin sağlık bakanlığı özel kalem müdürü olarak atanmasının önünün nasıl açıldığı anlaşılmış oluyor.

Ali Edizer diyor ki "dün gördüm, kocası aldattı diye bir yuva yıkılmış, ayıptır, günahtır! Oğlum niye aldatıyosunuz lan!"

Deyince, insan “herhalde devamında aldatanı ayıplayacak, niye yapıyorsun oğlum” falan diyecek diye beklerken sözüne şöyle devam ediyor:
Allah sana ruhsat vermiş. Aldınız, bir başkasını sevdiniz, onu da alın.
He gözünüz yiyo yemiyo ayrı bir şey, insan yuvasını yıkar mı? Yapmayın ya.
Medeni kanunla zaten mücadele ediyoruz. Bizi bacılara mahcup etmeyin, yuvanızı niye yıkıyorsunuz ya?
Diyor.

Bir başka videosunda da alay ederek “Eeeeey benim laik halkım” diyor. Devamında halkın hayata dair birçok konuya Allah’ı dahil ettiğini ama sıra devlet işlerine geldiğinde niye Allah’ı karıştırma dendiğini söyleyerek, “niçin, siz nasıl bir Allah’a inanıyorsunuz” diyor. Yani laiklik konusunda ciddi kuyruk acısı var.

İşin daha da üzücü yanı sosyal medyada yorum atarak bu adamın sözlerine destek olanlar, kahrolsun laik düzen diye çığırtkanlık yapanlar da var. Şu uçkur sevdası bir bitmedi.

Adam da haksız değil çünkü İslam kadına değer vermez.

Zaten kadına değer vermediği gibi bir de kadını Müslüman olan olmayan şeklinde ayırarak kafir kadını daha da ayaklar altına alır.

En basit örneği Bakara 228 ve 234 de eşi ölen-öldürülen Müslüman kadınların 4 ay 10 gün veya 3 ay hali adet görünceye kadar beklemesi gerektiği yazılıdır.

Bakara 228: Boşanan kadınların kendileri üç âdet görünceye kadar beklerler. Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer taraflar arayı düzeltmeyi istiyorlarsa kocaları, onları kendilerine geri çevirme hususunda başkalarından daha ziyade hak sahibidirler. Kadınların, mâkul ve meşrû ölçülerde ödevlerine denk hakları vardır; erkeklerin ise onların üzerinde bir dereceleri mevcuttur. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Bakara 234: İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına (evlenmeksizin) dört ay on gün beklerler. Bekleme sürelerinin sonuna geldiklerinde kendileri hakkında, normal ölçülerde yapıp ettiklerinden size bir sorumluluk yoktur. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

Fakat savaş esiri cariyeler için bu kadar uzun bir iddet süresi geçerli değildir, sebebi de tahmin ettiğiniz üzere bellidir. Ayetlere bakalım:

Nisa 24: Elinizin altında bulunan câriyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı; Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir ile) istemeniz size helâl kılındı. Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

Nisa 25 ile cariyeler konusunda Müslümanlara daha da geniş yetki tanınmıştır:
İçinizden mümin ve hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan mümin câriye kızlarınızdan alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Birbirinizden türeyip gelmektesiniz. Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla ve ailelerinin de izniyle onları nikâhlayıp alın, mehirlerini de âdete uygun olarak verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı gerekir. Bu, içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir; sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

İslam’ın kadını nereden nereye getirdiğini söylemeye gerek var mı?
Buhara Melikesi Kabac Hatunla veya Tomris ile İslamın dönüştürdüğü kadın modeli kıyaslanabilir mi?

Birçok hadiste cariyelerin satın alınırken veya satılırken hangi muamelelere maruz kaldığı da açıktır.
Ama bu yayında cariye konusuna çok girmeyeceğim, daha çok İslamın kadını getirdiği konuma odaklanmak istiyorum.

İslama göre kadın tıpkı günümüz aşırı dindar yada cemaat ailelerinde gördüğümüz gibi itaatkar olmalıdır, bir nevi nikahlı köle gibi.

Bir hadisten bahsetmek istiyorum fakat çok uzun olduğundan size dikkat çekmek istediğim bölümünü göstereceğim:

Bakın bir hadiste Ömer ne diyor:
...Ben Ensar'dan bir komşum ile beraber Benu Umeyye ibn Zeyd yurdunda (oturuyor) idim. Bu yurt Medine'nin Avali denilen semtindedir. Bir şey öğrenmek ümidiyle peygamberin yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve diğer şeylere dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı. Ve biz Kureyş topluluğu, kadınlara galebe ediyorduk. Medine'ye Ensar üzerine geldiğimizde bir de gördük ki onlar, kadınları erkeklerine galebe eder bir kavim (yani kadınlar erkekleri üzerinde üstünlük sağlıyorlar). Derken bizim kadınlarımız, Ensar kadınlarının edebinden almaya başladılar. Bir gün ben karıma karşı bağırdım; o da bana cevap verdi. Ben onun bana söz döndürüp cevap vermesinden hoşlanmadım; azarladım.
[Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 2468; Kitap içi kaynak: Buhari 46.Kitap, 29. hadis]
[Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 5191; Kitap içi kaynak: Buhari 67.Kitap, 125.hadis]

Zaten Nisa 34’deki sözler de bu hadisten farksız değil, bakın ne diyor:
Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Bildiğiniz gibi Allah mesajlarını net şekilde anlatmayı başaramadığından onun kulları parantez içleri ile "aslında Allah burada şöyle demek istedi diyerek" apaçık ve kusursuzdur dedikleri Kur'an'ı güncelemeye çalışıyorlar. Tıpkı yukarıda, Nisa 34'deki parantez içi gibi. Ne yazıyor parantez içinde "(Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..." Halbuki ayette orada Evlilik hukukuna diye bir ibare yoktur. Birçok mealde de yoktu, fakat insanlar Kur'an'ı didik didik etmeye başlayınca Allah'ın kulları da insanlar İslam'dan kaçmasın diye kutsal parantez içlerine başvurdular. Bol bol o kutsal parantez içleri ile "Allah bunu ima etti" diyorlar. Nisa 34'de bahsettiği şey evlilik hukuku değil erkektir. Allah o ayette her zaman olduğu gibi erkek kuluna seslenmektedir ve erkek kuluna şöyle der: "Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..."

Yani tıpkı hadisteki gibi kadın erkeğe karşı gelemez, cevap veremez, aksi taktirde dayağı yer.

Kadın her daim, her konuda itaatkar olmalıdır, tıpkı şimdi okuyacağım hadislerdeki gibi:
  • "Erkek hanımını yatağa çağırdığı zaman, kadın gelmekten imtina ederse, sabaha kadar melekler lânet okur."
  • "Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler."
  • "Erkek, kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar (bir rivayette yatağa gelinceye kadar) kadına lânet okurlar."
  • "Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lanetler."
[Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141)]

Yani İslamda kadın, eşine cevap veremez, karşı gelemez, başım ağrıyor deyip diğer yana dönemez. Bunları yaparsa ya günaha girer yada lanet okunmaya uğrar. Hani az daha zorlasalarmış “kadın erkeğin kölesidir” diyeceklermiş ama dilleri varmamış.

O yüzden birkaç ay önce tv de bir haber gördüğümde hem üzülmüş hem de gülmüştüm. Haber şöyleydi: TRT’deki Kur’an okuma yarışması birincisi Fatih Akçay eşine şiddetten yargılanıyor.

Üzücü bir olay, fakat neden güldüm? Çünkü bunu ayıplayan, yorumlarıyla adamı gömen bir sürü Müslüman kadın vardı, saymakla bitmez. Hiçbiri bilmiyor ki dini zaten kadına “erkeğine itaat et” diyor ve erkeğe "kadını dövmek de dahil olmak üzere" türlü ruhsatlar verip üstünlükler tanıyor.
Yani bir kadının İslama inanması insanın celladını savunması gibi bir şey..