HABERLER
Dini Haber

ANTİK YUNAN'IN EŞCİNSEL SAVAŞ BİRLİĞİ

Hazırlayan: A.Kara

THEBAİ'NİN AŞIKLAR BİRLİĞİ

Tebai'nin (Thebai) Kutsal Grubu, yalnızca savaşçı değil aynı zamanda aşık olan 300 Tebaili askerden oluşan seçkin bir savaşçı bölüğüydü. Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Plutarhos'a göre bu birliğin oluşturulması bir askeri lider olan Gorgidas tarafından MÖ 379 ve 378 yılları arasında gerçekleşmişti. Gorgidas, sıradan askerlerden farklı olarak aşıklardan oluşan bir bölüğün birbirlerini hayatta tutmak için daha vahşice ve istekli savaşacağına inanan biriydi.
Daha sonra General Pelopidas ve Epaminondas, aşık askerlerden oluşan bu elit birliği bir savaş gücüne dönüştürerek tüm geç klasik Yunanistan'ın saygısını kazanmıştı. Bu birliğin varlığı MÖ 378'den 338'e kadar kırk yıl boyunca devam etmişti.

Bu birliğin, Spartalı general Phoebidas'ın (Yukarıdaki Pelopidas ile karıştırmayın) General Gorgidas'ın ellerinde can vermesinden kısa bir süre sonra oluşturulduğunu, akabinde generalleri öldürülen Sparta kuvvetleri işgal altındaki Tebai Kalesi'nden dışarı atıldığını (MÖ 378) söyleyen araştırmacılar da vardır.

Tebai'nin Kutsal Grubu'nun rol aldığı en ünlü savaş, MÖ 371'de Spartalılara karşı gerçekleşen Lektra ( Leuctra) Savaşı'ydı. Bu savaşta Spartalıların Yunan Yarımadası üzerindeki kontrolünü yıkarak zaferle çıkmıştılar.

Bir Yunan ordusunun safları geleneksel olarak en iyi ve seçkin savaşçıların sağ kanada yerleştirilmesi ile oluşurdu. Sol kanatta ise subaylar, rütbeli kişiler ve daha zayıf askerlerden oluşurdu. General Pelopidas tarafından yönetilen Kutsal Tebai Grubu, ordu hattının sağ kanadını oluşturuyordu. Savaş anı geldiğinde Kutsal Grup kendini kanıtlama fırsatı yakalamıştı. Thebali süvariler Sparta hatlarında hasara yol açınca Kutsal Grup kontrolü ele geçirdi. Stratejik olarak Spartalıların sağ kanadına saldırdılar ve Kral I. Clembrotus da dahil olmak üzere bin Spartalı askeri öldürdüler.

Tıpkı birçok eski profesyonel birliğe benzer şekilde Tebai'nin Kutsal Grubu'da savaşa her daim hazır olmalıydı. Bu yüzden sürekli egzersiz yapıyor, güreş, kılıç ustalığı, boks ve Falanks** düzeni konularında eğitiliyorlardı. Bunun yanı sıra onlardan tıpkı Atina ordusunda olduğu gibi sanatla uğraşmaları, şiir ve felsefeye de ilgi göstermeleri beklenirdi.

Tabi tutuldukları bu eğitimlerin Yunan birlikleri için daha akıllı, entelektüel ve savaşın doğasına uyumlu askerler yarattığına inanılıyordu. Hatta eğitimlerinin Atinalıların zekasına, Spartalıların gaddarlığına uyacak şekilde tasarlandığı söyleniyordu.

Makedon Kralı II. Filip bu birliğin eğitim ve cinsel birlikteliklerini incelemiş ve uygun gördüklerini kendi savaş gücüne dahil etmişti. Diğer artıların yanında bunun da etkisi ile MÖ 338'de Kutsal Tebai Bölüğü'nü yenerek zafer elde edecekti. 

II. Filip için MÖ 338'de gerçekeşen Heroneya Savaşı tüm orta ve güney Yunanistan eyaletleri üzerinde egemenlik kurması için önemliydi. Her zaman düşman olan iki şehir devleti Tebai ve Atina, Makedon kralına karşı güçlerini birleştirip Yunan ittifakı kurmuşlardı. II. Filip bu çatışmada liderlik deneyimi kazanması için oğlu İskender'i sol kanata süvari komutanı olarak yerleştirmişti.

Filip ya kazanarak tüm Yunanistan'ı ele geçirecek ya da kaybederek egemenliğini, hayatını ve öz oğlunu kaybedecek ya da Tebai'nin Kutsal Gücüyle karşı karşıya gelip yenilecekti.

Filip, Tebaililerin Spartalılarla savaşırken uyguladığı taktiğe başvurarak geri çekiliyor gibi yaptı. Bu sayede kendi hattını güçlendirerek Atina hattının karşısına yerleştirdi. İskender saldırıyı yönetip Kutsal Grup'u alt etti. Atinalı müttefikleri teslim olmaya başladı. Teslim olabilecekleri söylenmesine rağmen Tebaililer savaşmaya devam ederek İskender ve babası önünde teslim olmayı reddetti. Yedikleri onca ok ve mızrak darbesine rağmen yok olana kadar dayandılar. Böylece Kutsal Grup ölümüne savaşarak tarih oldu.

Sevgililerini ve asker arkadaşlarını korumak isterken ölen, üst üste yığılmış Tebai ölülerinin bu görüntüsü ve ölümüne savaşmaları hem II.Filip hem de genç oğlu Büyük İskender'in saygısını kazanmıştı.

Yunan tarihçi Plutarhos, II.Filip'in gördüğü manzara karşısında, Tebai'nin Kutsal Grubu'nun sahip olduğu yoldaşlığı kimsenin baltalayamayacağını anlayarak saygı gözyaşları döktüğünü yazmıştır.

MÖ 300'de Yunan şehri Tebai'de bu bölüğün mezar alanlarını işaretlemek amacıyla onların onuruna taş bir aslan inşa edilmişti. Yunanistan'ın Heroneya köyünde bu alanı görmek mümkündür.

Peki böyle bir birim, eski zamanlarda nasıl var olabilmişti? Bu konu irdelendiğinde Tebai'nin Kutsal Grubu, antik Yunan savaş ve kültürleri hakkında daha fazlasının anlaşılmasına yardımcı olur.

ABD Silahlı Kuvvetleri 1993'ten bu yana askerlerin cinsel kimliği hakkında "sorma ve söyleme" politikasını uyguluyor. Antik Yunan'da ise bu durum bir tabu değildi.

Tarih bilgini Thomas K. Hubbard'a göre, MÖ 4. yüzyıldan beri erkek eşcinsel ilişkileri Yunan felsefi söyleminde tekrar eden bir tema olmuştu.

Bu gerçeği ortaya koyan noktalardan biri de eski Yunan kültüründe yerleşik olan pedagojik oğlancılık, yani yaşlı bir erkek ve genç bir erkek arasındaki cinsel birliktelikti.

Antik Yunandaki yaşama ışık tutacak eserlerden biri Symposion'dur. Platon'un yaklaşık olarak MÖ 385-370 aralığında yazdığı Symposion* adlı eserde tamamı eşcinsel aşıklardan oluşan bir savaşçı birliğine sahip olmanın olumlu yönleri hakkında varsayımsal metinler görülmektedir. Çünkü Platon tıpkı General Gorgidas gibi, her savaşçının sadece kendini kurtarmak için değil, aynı zamanda sevgilisini de korumak için savaşacağına inandığından, eşcinsel aşıklardan oluşan bir ordunun son derece etkili olacağına inanıyordu.

Antik Yunan'a ait çanak çömleklerde bile iki erkek olan Zeus ve Ganimedes'in cinsel birliktelik yaşarken resmedildiği görülür. Yunan mitolojisinde Ganimedes olağanüstü güzelliğe sahiptir, öyle ki ölümlülerin en güzeli olarak nam salmıştır. Güzelliğine dayanamayan Zeus bir kartal göndererek kutsal kahraman Ganimedes'i kendisine şarap sunarak hizmet etmesi için İda, yani Kaz Dağı'ndan, Olimpos'a kaçırmıştır.

Antik Yunan halkı Platon'un ve Gorgidas'ın görüşlerini aynı şekilde benimsememişlerdi. Yazar Goran Blazeski'nin belirttiği gibi Antik Yunanlılar cinsel arzuyu sadece çiftlerin cinsiyetine göre değil, her üyenin ilişkide oynadığı baskın rollere göre ayırmıştı ve cinsel birliktelik genellikle yetişkin bir erkek ile toy bir genç erkek arasında gerçekleşiyordu.

İşte, eşcinsel ilişkilerin bu kültürel kabulü, Platon'un Symposion adlı eserindeki aşk ve bağlılıkla ilgili bir diyaloğa “böyle aşıklardan oluşan herhangi bir ordunun tüm insanlığı fethedebileceği” şeklinde yansımıştı. Bu tür filozofların konuya dair övgüleri tabi ki Tebai'nin aşıklar ordusu gibi birliklerin oluşturulmasına yönelik girişimlerde rol oynamıştır.

Tıpkı Tebai'nin Kutsal Grubu gibi Sparta askeri geleneği de eşcinsel ilişkiyi, birlikler arasındaki duygusal bağları ve morali teşvik edici bir unsur olarak görüyordu. Ancak pek çok asker sadece kendi birlikleri içindeki sevgililere özel değildi, onlardan devlete de bağlı olması beklendiği için durumları biraz farklıydı.

Tebai'nin tarihi Miken zamanlarına kadar uzanıyordu. Beotia bölgesinde ortaya çıkmış ve Beotia Konfederasyonu içinde lider güç haline gelmişti. İşte Tebai'nin Aşık Savaşçıları da Tebai'nin bölgedeki güç ve itibarını korumaktan, güvence altına almaktan bir şekilde sorumluydular.

Başlangıcından itibaren Tebai, Atina'ya karşı düşmanlığını devam ettirmişti. Hatta en iyi bilinen düşmanlık örneklerinden biri, MÖ 480-479'da Ahameniş İmparatorluğu'nun Yunanistan'a düzenlediği İkinci Pers İstilası ile 3.gün devam eden Termopylae Muharebesinden sonra Perslerin yanında yer almalarıydı. Hatta Tebai yalnızca Atinalılara değil, Spartalılara da düşman olan bir şehir devletiydi.  

Tebai savaş sanatı konusunda büyük saygı görüyordu. Askeri güçlerini arttırmak için akıl edip oluşturdukları Aşıklar Bölüğü Tebai'nin itibarını artırıyor, onu güçlü bir şehir devleti yapıyordu.

Gorgidas, Tebai'nin yalnızca seçkin bir savaş gücüne değil aynı zamanda liyakate dayalı, eşit statüdeki sevgililerden oluşan birliklere ev sahipliği yapması gerektiğini düşünmüştü. Aşıklar Grubu'nun üyeleri statü ve sınıflı toplumun etkisinden bağımsız olarak yalnızca erdem ve eylemleri ile belirleniyorlardı. 

Plutarhos'un yazdıklarına göre, bölüğün başındaki "kutsal" terimi, Tebai'nin "Iolaus" Mabedi'nin önünde aşıklarına ölümsüz aşk yemini eden ve sadece birbirlerine değil, kutsal grup içinde hizmet ettikleri yoldaşlarına olan bağlılıklarını pekiştiren Tebaili askeri birliklere atıfta bulunmaktaydı.

Tüm bu bilgiler doğrultusunda anlıyoruz ki Spartacus vb. dizilerdeki eşcinsel sevişme sahneleri, eşcinsel izleyicilerin ilgisini çekmek için çekilmiyor, dönem kültürünün bu yönünü de yansıtmayı amaçlıyordu.

DİPNOTLAR
* "Birlikte içme" anlamına gelen Symposion, Platon'un yazdığı diyaloglardan biridir. Aşk ve aşka övgüler içeren konuşmaları içermektedir. 
** Falanks, genellikle mızrak gibi silahlar kullanan askerlerin birbirinden ayrılmadan art arda saflar halinde savaşmasını esas kabul eden bir savaş düzenidir. Antik Yunan'daki yansıması Hopliteler adlı ağır piyadelerin savaş düzenidir.

MUHAMMED'İN ÜVEY OĞLU ZEYD'İN KARISI ZEYNEB İLE EVLENMESİ

Yazan: A.Kara

MUHAMMED'İN EVLATLIĞI ZEYD'İN KARISI ZEYNEB İLE EVLENMESİ

Artık dini içerikli konuları anlatma şeklimi değiştirdiğimi belirtmiştim. Yine Muhammed'in Zeyd'in eşiyle evlenmesini ele alacağım bu makalede de, benimsediğim, daha mantıklı bulduğum yeni yöntem gereği sizlerle doğrudan İslami kaynaklarda yazanları paylaşacağım. Dolayısı ile bu kaynaklardan neyi anlamanız ya da nasıl bir sonuç çıkarmanız gerektiği de yine size kalacak.

Konuya Zeyd'in Muhammed'in ailesine nasıl dahil olduğuna dair hadis ile başlayalım.

ZEYD'İN AİLEYE DAHİL OLMA SÜRECİ

İbn-i Sad, Tabakat, 1. cilt, Resulullah'ın Hizmetçileri ve Köleleri Bab'ı [1] :

... Hatîce, Zeyd b. Hârise’yi satın almıştı. Hakîm b. Hizâm b. Huveylid, Zeyd’i Ukâz çarşısında 400 dirheme satın almıştı. Resûlullah (sas) Hatîce ile evlendikten sonra Zeyd b. Hârise’yi kendisine vermesini rica etti. Hatîce Zeyd’i Resûlullah’a (sas) hibe etti. Resûlullah (sas) Zeyd b. Hârise’yi ve eşi Bereke’yi azat etti ...

Kütüb-i Sitte'de yazdığına göre Hatice, 8 yaşındaki Zeyd'i Muhammed'e bağışladığında Muhammed'e henüz peygamberlik gelmemişti. [Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte I, 12.cilt, sayfa 324, Prof. Dr. İbrahim Canan]

Daha sonra Muhammed onu oğlu ilan eder [1][2] :

... Kelb kabilesine mensup olan o kişiler gidip babasına durumu bildirdiklerinde o “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki benim oğlum!” dedi. Ona yerini ve kimin yanında olduğunu tarif ettiler. Şerâhîl’in iki oğlu Hârise ve Ka’b, Zeyd’i fidye karşılığında kurtarmak üzere [yola] çıktılar. Mekke’ye gelip Peygamber’i (sas) sordular. Mescitte olduğu söylendi. Hemen huzuruna girip dediler ki: “Ey Abdullah’ın oğlu! Ey Abdülmuttalib’in torunu! Ey İbn Hişâm’ın torunu! Ey Kabile reisinin torunu! Siz Harem’in sahipleri ve komşularısınız.

Allah’ın evi olan Kâbe’nin yanı başındasınız. Köleyi azat eder, esiri doyurursunuz. Yanındaki oğlumuz için sana geldik. Bize ikramda bulun, onun fidye ile azadı konusunda bize bir iyilik yap! Fidyeyi senin için artıracağız.” Peygamber (sas), “Kimdir o?” diye sordu. “Zeyd b. Hârise.” dediler. Allah Resûlü (sas), “Bunun başka bir yolu olmaz mı?” dedi. “Nedir o?” diye sordular. Resûlullah (sas), “Onu çağırın ve tercihinde serbest bırakın. Şayet sizi tercih ederse o fidyesiz olarak sizindir. Şayet beni tercih ederse, vallahi ben, hiçbir kimseyi beni seçen birine asla tercih etmem.” dedi. “Bize daha fazla adalet gösterdin ve iyilik ettin.” dediler. Onu çağırdılar. Peygamber (sas) “Bunları tanıyor musun?” dedi. Zeyd, “Evet!” dedi. Resûlullah (sas), “Kimdir bu iki kişi?” diye sordu. Zeyd, “Bu babam, şu da amcamdır.” dedi. Resûlullah (sas), “Ben senin tanıyıp bildiğin bir kişiyim. Seninle arkadaşlığımı gördün. İstersen beni tercih et, istersen onları!” (dedi). Zeyd, “Hiçbir kimseyi asla sana tercih etmem. Sen benim babam ve annem yerindesin.” dedi. Zeyd’in babası ve amcası, “Yazıklar olsun sana ey Zeyd! Hürriyete, babana, amcana ve ailene karşılık köleliği mi tercih ediyorsun?” dediler. Zeyd, “Evet, ben bu insanda, ona asla hiçbir kimseye tercih edemeyeceğim bir şey gördüm.” dedi. Allah Resûlü (sas) bunu görünce, onu Hıcru’l-Kâbe’ye çıkardı ve buyurdu ki: “Ey burada hazır olanlar! Zeyd benim oğlumdur, ben ona varis olurum, o da bana varis olur.” Bu durumu gören Zeyd’in babasının ve amcasının gönülleri hoşnut oldu ve oradan ayrıldılar. Bundan böyle o; Allah, İslâm dinini gönderinceye kadar “Zeyd b. Muhammed” diye çağrıldı.


Hadisin devamında anlatılanlar gösteriyor ki pagan Araplar arasında üvey ya da öz oğulun eşi ile evlenmek gibi bir gelenek yoktu ve hoş karşılanmamaktaydı. Ahzâb 40, 5. ayetler de bu duruma cevap olarak ortaya çıkmıştı. Hadisin kalan kısmına devam ederek olayları görelim.

Bunların hepsini bize Hişâm b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî babasından, Cemil b. Mersed et-Tâî’den ve başkalarından nakletti. [Hişâm] bu rivayetin bir kısmını, babası, Ebû Sâlih, İbn Abbâs tarikiyle rivayet etti ve İbn Abbâs isnadında şöyle dedi:

“Allah Resûlü (sas) Zeyd’i, Zeyneb bt. Cahş b. Riyâb el-Esediyye ile evlendirdi. Zeyneb’in annesi Ümeyme bt. Abdülmuttalib b. Hâşim’dir. Bir müddet sonra Zeyd onu boşadı, Allah Resûlü (sas) onunla evlendi. Bu olay üzerine münafıklar konuşup durdular, Peygamber’i (sas) ayıpladılar ve dediler ki: Muhammed oğulların eşlerini haram kılıyor ama kendisi oğlu Zeyd’in hanımı ile evleniyor. Bunun üzerine Allah, “Muhammed erkeklerinizden hiçbirisinin babası değildir. Ama o Allah’ın Resûlü ve son peygamberdir.” 
[Ahzab 40] diye başlayıp devam eden ayeti indirdi ve [aynı surenin daha önce gelen bir ayetinde] şöyle buyurdu: “Onları babalarına nispet ederek çağırın!” [Ahzab 5] 
[Ayrıca bkz: Kaynak 3]

O günden sonra Zeyd, “Zeyd b. Hârise” diye çağrıldı ve evlatlıklar da babalarına nispet edilerek çağrıldılar. Mikdâd, Amr’a nispet edilerek çağrıldı. Hâlbuki daha önce ona “el- Mikdâd b. el-Esved” deniyordu. el-Esved b. Abdüyağûs ez-Zührî onu evlatlık edinmişti.

Taberi Tefsiri'nde pagan Araplar arasında evlatlıkların eşiyle evlenmenin yasak olduğu şöyle anlatılır:

Âyette: "Allah, evlatlıklarınızı da öz oğullarınız yapmadı." buyuruluyor.
Ayetin bu bölümü, İslam'dan Önce insanların uyguladıkları "Evlatlık müessesesini ortadan kaldırmaktadır. Bu cahiliye adetine göre kişi, başkasının çocuğunu alıp evlat edinirdi ve evlat edindiği çocuk o adamın öz evladı gibi kabul edilirdi. Evlat edinen kişi, evlatlığı ile evlenemezdi. Birbirlerine mirasçı olurlardı ve bunlar, birbirlerinin mahremi kabul edilirdi. İşte âyet bu adeti kaldırmakta, evlatlığın, öz evlat olmadığım bildirmektedir. [4]

Muhammed, Allah'ın bu evliliğe izin verdiğini belirterek onu ayıplayanlara olay üzerine vahiy olduğu söylenen Ahzab 38-39 ile cevap verir. Şöyle der:

"Allah’ın, kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme hususunda peygamber için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Allah’ın hükmü değişmez kaderdir. Daha önce gelip geçen, Allah’ın vahyini insanlara ulaştıran, O’ndan çekinen, Allah’tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir."
"O Peygamberler ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter"

İslam alimlerince Muhammed'in, evlatlık oğlu Zeyd'in karısı ile evlenmesinin nedeni evlatlığın öz evlat gibi olmadığını göstermekti. Konuyla ilgili Taberi şöyle der:

Peygamber efendimizin yanında büyüyen Zeyd b. Hârise de Peygamberimize nisbet ediliyor ve kendisine "Muhammed'in oğlu." deniyordu. Bu ayet nazil olduktan sonra artık böyle söylenmesi yasaklandı. Daha sonra da izah edileceği gibi Resulullah (s.a.v.) Zeyd b. Hârise’nin boşadığı Zeyneb Bint-i Cahş ile, Allah'ın bu husustaki emri gereği olarak evlendi. Böylece tatbiki olarak, evlatlığın, bir insanın öz evladı gibi olmayacağım gösterdi. [4]

Peki Muhammed'in evlatlığının eşi Zeyneb ile evlenmesi nasıl olmuştu. Süreç nasıl gelişmişti? Buna da yine hadisler ve bağlantılı olan ayetler ile bakalım.

OLAYLARIN GELİŞME SÜRECİ

Muhammed, Zeyd ile Zeyneb'i MS.623'te nikahlamıştır. [5] Çift bir yıl kadar evli kaldıktan sonra boşanmıştır. Bazı hadislerde Zeyneb'in Zeyd ile evlenmek istemediği, Muhammed'in ısrarı üzerine kabul ettiği yazmaktadır. [6]

İbn-i İshak'ın siyerinde Zeyneb'in, Zeyd'den el-Hakem adında bir oğlu olduğu yazar (384.hadis) ve ilgili bölümün devamında yer verilen hadis şöyledir:

385. Zeyd b. Harise hastalandı. Rasulullah (S.A.V.) onu ziyarete gitti. Zeyd'in hanımı Zeyneb binti Cahş, Zeyd'in baş ucunda oturuyordu. Zeyneb, bazı işlerini yapmak üzere ayağa kalktı. Rasulullah (S.A.V.) onu gördü ve başını önüne indirerek: "Kalpleri ve gözleri ters yüz eden Allah, noksanlıklardan uzaktır." buyurdu. Bunu üzerine Zeyd: ''Ya Rasulullah, onu senin için boşuyorum." dedi. Rasulullah: "Olmaz." cevabını verdi. 
Bu olay üzerine Allah şu ayeti [Ahzab 37'yi] indirdi. [7]

Bu olay kısmen farklı anlatımlar ile başka İslam kaynaklarında da yer alır. Bunlardan birine daha bakalım:

Allah Rasûlü onun ailesine karşı gösterdiği bu tutumu değiştirmek için Zeyd’in evine ziyarete gitti. Ancak Zeyd evde yoktu. Bundan dolayı otuz altı yaşında olan ve üzerinde safranlı suda yıkanmış elbisesi içinde çok cazibeli duran Zeyneb bint Cahş, Hz. Peygamber’e kapıyı açtı ve Zeyd’in evde olmadığını söyleyerek içeriye girmesini teklif etti, ancak Allah Rasûlü, Zeyd evde olmadığı için içeriye girmeyi uygun bulmadı. Buna rağmen şöyle demekten de kendini alamadı: سبحان العظیم الله سبحان القلوب مصرف’’ Kalpleri bir halden diğer bir hale çeviren Allah ne yücedir…’’
Daha sonra Zeyd eve gelince Zeyneb, Rasûlüllah’ın geldiğini haber verince Zeyd: ‘‘Rasûlüllah’a niçin içeriye girmesini söylemedin?’’ dedi. Zeyneb: ‘‘İçeriye girmesini söyledim, fakat o, bunu kabul etmedi ve ondan bir şeyler duydum’’ deyince Zeyd: ‘‘Onun ne olduğunu sordu?’’ Zeyneb, söylediği şeyleri anlayamadım, ancak şöyle dediğini işittim: سبحان العظیم الله سبحان القلوب مصرف’’  Kalpleri bir halden diğer bir hale çeviren Allah ne yücedir…’’ Bunun üzerine Zeyd, Hz. Peygamber’e gelerek: ‘‘Senin evime geldiğin haberini aldım. Niçin evime girmedin? Annem babam sana feda olsun. Zeyneb hoşuna gittiyse, onu boşayayım.’’ Bunun üzerine Hz. Peygamber, Zeyd’e: ‘‘Eşini tut’’ dedi. Aradan çok geçmeden Zeyd tekrar Allah Rasûlü’ne gelerek aynı şeyleri söyledi, Hz. Peygamber de aynı şekilde: ‘‘Eşini tut’’ diye karşılık verdi. Zeyneb ile arasındaki şiddetli geçimsizliğe daha fazla dayanamayan Zeyd eşini boşadı. [8]

Gördüğünüz gibi İbn-i İshak Muhammed, Zeyneb'i görüp o sözleri söylediği sırada Zeyd evdeydi derken diğer kaynaklar Zeyneb evde tekti demektedir. Fakat tümünde olayın sıralaması aynıdır. Yani Zeyd'in Zeyneb'i boşamak istemesi, Muhammed Zeyneb'i görüp bu sözleri söylemesinden sonra gerçekleşmektedir.

Kur'an'da söz konusu hadislerle bağlantılı olan bölüm Ahzab 37'dir. Şöyle yazar:

"Hani sen Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye, “Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah’tan sakın” diyordun. İçinde, Allah’ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden çekinmene Allah daha lâyıktı. Zeyd, eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında), evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü’minlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmiştir."

Sünen-i Tirmizi'de yazan hadise bakarak devam edelim:

3212- Enes (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Cahş’ın kızı Zeyneb hakkındaki Ahzab sûresi 37. ayeti indiği zaman Zeyd şikayetçi olarak geldi, boşamadan dolayı üzgündü. Rasûlullah (s.a.v.),
kendisine “Eşini terk etme, Allah’a kendine ve diğer insanlara karşı vazifene dikkat et” diyordu. 
Tirmizî: Bu hadis sahihtir. [9]

MUHAMMED'İN ZEYNEB İLE EVLENMESİ

Muhammed ile Zeyneb hicretin 5. yılında evlenmiştir. Bu sırada Zeyneb 35 yaşındadır. (Kaynaklar Zeyneb'in yaşı konusunda tamamen örtüşmez. Kimileri 35, kimileri 36 yaşında olduğunu söyler.) Evlilikleri konusunda 2 farklı rivayet vardır.

Birinci rivayet şöyledir:

Zeyneb, Zeyd'den boşandıktan sonra bir gün Muhammed, Aişe ile oturmaktadır. Bu sırada Ahzab 37 nazil olur ve Muhammed "Yüce Allah beni onunla evlendirdi. Kim bunu gidip Zeyneb'e müjdeler?" der. Hizmetçilerinden Selma bu haberi ve gümüş ayak bileziklerinden oluşan hediyeyi Zeyneb'e götürür. Daha sonra Zeyneb, Muhammed ile evlenir. [10]

Şimdi de ikinci rivayete bakalım:

Zeyneb'in iddet süresi bittikten sonra Muhammed evlatlık oğlu Zeyd b. Harise'yi göndererek Zeyneb'i kendine istetir. Zeyd evine gittiği sırada Zeyneb hamur yoğurmaktadır. Zeyd o anı şöyle anlatır:
“Onu görünce içim kabardı öyle ki ona bakamayacak duruma geldim. Hz. Peygamber’in Ona talip olduğunu kendisine söyleyemedim. Sırtımı ona döndüm ve geriye dönerek, ‘Ey Zeyneb, sana müjdeler olsun. Allah Resûlü seni kendisine istemem için beni sana gönderdi’ dedim. Zeyneb de, ‘Azîz ve Celîl olan Rabbim bana emretmedikçe ben bir şey yapmam’ dedi. Sonra kalkıp namazgâhına
gitti.” Bu olay üzerine Ahzâb sûresi 37. âyet nâzil oldu. [11]

Bu evlilik sonucu Zeyneb kendini Muhammed'in diğer eşlerinden daha üstün tutuyor, bunu da Allah'ın müdahalesine bağlıyordu.

3213- Enes (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Zeyneb binti Cahş hakkında “… Fakat Zeyd o kadınla beraberliğini sona erdirdiğinde onu seninle evlendirdik…” ayeti indirilince Zeyneb, Peygamberin diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle derdi: “Sizleri kendi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat semanın üstünden Allah evlendirdi.” [12]
Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir.

İKİ SORU

Hiçbir yorum katmadan doğrudan İslami kaynakları paylaştığım bu makalenin sonunda Müslüman arkadaşlara konuyla ilgili olarak 2 soru sormak istiyorum. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki bu soruları sorma amacım görüşlerinizi öğrenmektir. Herhangi bir art niyet taşımamaktadır.

1) Gördüğünüz gibi İslam öncesi pagan Araplar tıpkı bizim kültürümüzdeki gibi evlatlık bile olsa onu öz oğul gibi görmeyi daha doğru bulmakta, dolayısı ile üvey de olsa oğlunun karısı ile evlenmeyi doğru bulmamaktadır. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Evlatlık olduğunuzu varsayın. Bu durumda eşinizden boşansanız ve üvey babanız eski eşinizi kendine eş olarak alsa, yani eski karınız anneniz olsa bundan rahatsız olur muydunuz, olmaz mıydınız?

2) İslam'a göre Muhammed MS. 610 yılında, 40 yaşındayken peygamber olmuştur (Ölümü 8 Haziran 632). Zeyneb ile MS 627'de evlenmiştir. Yani yaşanan bu olaylar, Allah, Muhammed'i "peygamber" olarak görevlendirdikten yaklaşık 17 yıl sonra gerçekleşmiştir. Arapların benimsediği "oğullukların eşleriyle evlenmenin yasak olduğu" yönündeki geleneği geçersiz kılmak böylesine önemli bir konu ise Allah bunu vahiy etmek için neden bu kadar uzun süre beklemiştir?

EBERS TIP PAPİRÜSÜ

Hazırlayan: A.Kara

EBERS PAPİRÜSÜ

Ebers Papirüsü, Mısır tıp tarihinin en eski ve en kapsamlı kayıtlarından biri olarak kabul edilir. Antik Mısır'ın tıp dünyasına bir pencere açarak hem bilimsel (rasyonel yöntemler) hem de büyü içeren dini (irrasyonel yöntemler) metotların karışımını yansıtır. Neredeyse beş kez kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve yeniden çevrilmiştir. Eski Mısır'ın M.Ö.14-16. yüzyıllarının kültürel yapısına dair çok fazla fikir verdiği için önem kazanmıştır.

Ebers papirüsü hastalıklar ve yaralanmalar için 842'den fazla tedavi içeren eski bir tıbbi belgedir. Bu metinler özellikle kalp, solunum sistemi ve diyabet odaklıdır.

Bu papirüs 21 metre uzunluğunda ve 30 cm genişliğindedir. 22 satıra bölünmüştür. Adını ünlü Mısırbilimci Georg Ebers'dan almıştır. Bu papirüsün MÖ 1550-1536 yılları arasında, I. Amenopis döneminde hazırlandığı tahmin edilmektedir. Şu anda Almanya'da Leipzig Üniversite'sinin kütüphanesinde bulunmaktadır.

Ebers Papirüsleri pek çok tıbbi bilgiyi kapsıyor olsa da bu tedavilerin nasıl keşfedildiğine dair sadece bir avuç belge bulunmaktadır. Georg Ebers tarafından satın alınmadan önce Teb'in Tıbbi Assasif Papirüsü olarak biliniyordu. Georg Ebers'in eline nasıl geçtiğinin hikayesi ise, papirüsün bahsettiği tıbbi ve ruhsal tedaviler kadar harikadır.

Efsaneye göre 1872'de Georg Ebers ve zengin yardımcısı Herr Gunther,  Luksor'da (Teb) nadir bulunan bir koleksiyon mağazasına adım attı. Mağaza sahibi Edwin Smith adlı bir koleksiyoncuydu. Mısırbilim camiasında dolaşan söylenti Ebers'in bu papirüsü esrarengiz bir şekilde elde ettiği yönündeydi.

Ebers ve Gunther geldiğinde Smith onlara mumya bezine sarılı tıbbi metinler içeren bir papirüs sundu. Bu papirüsün Nekropolis'in El-Assasif semtinde, bir mumyanın bacakları arasında bulunduğundan bahsetti. Ebers ve Gunther bu papirüsü satın aldı ve ilk olarak 1875'te Faksimile adıyla yayınladı.

Ebers, bu tıbbi bilgiler içeren papirüsleri çoğaltarak hiyerogliflerin İngilizce ve Latince'ye çevirileri de dahil olmak üzere iki farklı cilt renkli fotoğraf ile yayınladı. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra, 1890'da Joachim bunların Almanca çevirisini çıkardı ve ardından 1917'de H. Wreszinski tarafından rahip sınıfına ait metinlerin hiyerogliflere çevirisi yapıldı.

Papirüsler 4 kez daha farklı bilim insanları tarafından İngilizceye çevrildi. İlk çeviriyi 1905'te Carl Von Klein, ikinciyi 1930'da Cyril P. Byron, üçüncüyü 1937'de Bendiz Ebbel, dördüncü ve son çeviriyi doktor ve bilim insanı Paul Ghalioungui'ni yaptı. Tüm bu çeviriler sayesinde antik Mısır'ı anlamak biraz daha kolaylaştı.

Antik Mısır'da tıbbın iki kategoriye ayrıldığını, birinin bilimsel, akılcı yöntemler, diğerinin ise muska, büyü, mısır tanrılarına yazılmış büyülü sözler gibi dini-büyülü inançlara yönelme olduğunu belirtmiştim. Toplumda sihir, din ve tıbbi sağlık yöntemleri arasında güçlü bir ilişki vardı. Bakteri, virüs gibi kavramlar yoktu, bunların boşluğunu tanrıların kin ve öfkesine olan inanç doğuruyordu. Hastalığın temel nedeni bu sayılıyordu.

Ebers Papirüsü MÖ 16. yüzyıla (MÖ 1550-1536) tarihlendirilse de, metnin MÖ 1995-1775 aralığındaki 12. Mısır Hanedanlığı'na tarihlenen daha eski kaynaklardan kopyalandığına dair dil bilgisel kanıtlar bulunmaktadır. Ebers Papirüsü, hiyerogliflerin kısaltılarak el yazısı ile yazıldığı hiyeratik biçiminde yazılmıştır. Kırmızı mürekkeple yazılmış 877 bölüm başlığı bulunur ve kalan kısımları siyah ile yazılmış metinleri içerir.

1 den 110'a kadar numaralandırılmış olan Papirüs 108 sütun içerir. Her sütun ise 20 ila 22 satırlık metin içerir. Papirüs metni I.Amenophis dokuzuncu yılında yazıldığını gösteren bir takvimle sona erdiği için, MÖ 1536'da yazılmış olması da muhtemel.

Papirüs, anatomi, fizyoloji, toksikoloji, büyüler ve diyabetle nasıl başa çıkılacağı hakkında pek çok bilgi barındırır. Ek olarak hayvan kaynaklı hastalıkların, bitki kaynaklı tahrişlerin ve mineral toksinlerin nasıl tedavi edileceğinden de bahseder.

Metinlerden görülen o ki dönem insanları lapa, krem ve çeşitli yollarla hastalıkları tedavi etmeye odaklanmışlar. 842 sayfada bitkisel ilaçlar ve bunların reçeteleri yazılmıştır. Bunlar farklı rahatsızlıklar için kullanılabilecek 328 karışımdan bahseder. Bununla birlikte bu karışımların yönergeleri yazılmadan önce test edilip edilmediğine dair neredeyse hiç kanıt yoktur. Ayrıca söz konusu karışımların tanrılarla ilişkili belirli bileşenlerden oluşmuş olabileceğine dair spekülasyonlar var.

Arkeolojik, tarihsel ve tıbbi kanıtlar antik Mısırlı şifacıların hastalarını bilimsel yöntemlerle tedavi etmek için bilgi ve beceriye sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ancak rasyonel yöntemlerin yanında büyülü-dini uygulamaları dahil etme ihtiyacının da var olduğu görülmektedir. Bu belki de kültürel bir gereklilikti. Bilimsel yöntemler işe yaramadığında şifacıları uyguladıkları tedavinin neden işe yaramadığını açıklamak için dine-maneviyata güveniyorlardı. Soğuk algınlığı için uygulanan, günümüzce oldukça komik olarak algılanacak sözler içeren bir şifa büyüsünün çevirisi buna güzel bir örnektir:

"Dışarı ak, kokuşmuş burun, dışarı ak, burnu kokuşmuşun oğlu! Kemikleri kıran, kafatasını yok eden ve kafanın yedi deliğini hasta eden sizler dışarı akın!" (Ebers Papirüsü, 763.satır)

Mısırlılar, kalp ve kardiyovasküler sisteme de önem veriyorlardı. Çünkü kan, gözyaşı, idrar ve meni gibi vücut sıvılarının düzenlenmesinden ve geçişinden kalbin sorumlu olduğuna inanıyorlardı. Ebers Papirüsü, insan vücudunun her yerine bağlanmış kan sağlayıcıları ve damarları kapsayan “kalpler kitabı” adı verilen tam bir bölüm içerir. Ayrıca kalbi etkileyen depresyon ve bunama gibi zihinsel rahatsızlıkları da listeler.
Şaşırtıcı gelebilir ama Ebers Papirüs'ü ayrıca doğum kontrolü, gebelik teşhisi, jinekoloji, gastrit, parazitler, cilt problemleri, göz problemleri, kanserli tümörlerin cerrahi tedavisi ve kemik yerleşimi gibi konularla ilgili çeşitli bölümleri de içeriyor.

Birçok hastalığı tanımlayan papirüsün bir bölümü akademisyenlere göre diyabetin tespitini anlatmakta. Bendix Ebbell gibi bilim insanları Ebers Papirüsünün 19. başlığındaki semptomların diyabet ile paralellik gösterdiğine inanıyorlar. İlgili Ebers metninin tercümesi şöyledir:

"Varlığının merkezinde hasta olan birini incelerseniz ve bedeni hastalıktan sınırlarına kadar küçülmüşse; Eğer onu muayene etmezseniz ve vücudunda, kaburgalarının yüzeyi dışında hap gibi olan bir hastalık bulursanız o zaman evinizde hastalığa karşı (büyülü sözler) bunu okumalısınız; daha sonra onu tedavi etmek için gerekli malzemeleri de hazırlamalısınız: Elephantine'in kan taşı, toprak, kırmızı tahıl ve keçiboynuzunu yağ ve balda pişirin. Susuzluğunu bastırmak ve ölümcül hastalığını iyileştirmek için dördüncü sabah bunları yemelidir." (Ebers Papirüsü, 197.Başlık, 39.Sütun, 7.Satır)

Papirüsteki metinlerde yazan birkaç tedaviye daha bakalım.

Doğum kontrolünü sağlamak için hurma, akasya ve bal karışımını bir yüne sürerek bunu rahim ağzına yerleştirmek; ki günümüzde benzeri sayılabilecek yöntemler vardır.

Gine kurdu hastalığının tedavisi şöyle yazılmış:
"Solucanın çıkan ucunu bir çubuğun etrafına sarın ve yavaşça dışarı çekin." 3,500 yıl sonra bile bu rahatsızlık aynı şekilde tedavi ediliyor.

Ebers Papirüsünden bazı bölümler bazen bir büyülü şiir olarak okunsa da, modern tıp metinlerine benzeyen ilk teşhis girişimlerini de içerdiği açıktır. Ebers Papirüsü gibi diğer birçok papirüs metni teorik dualar olarak değil eski Mısırlıların kültürü ve zamanıyla ilgili pratik rehberler olarak görülmelidir. Neticede bu metinler insanların acı çekmesine tanrıların neden olduğu düşünülen bir dönemde, hastalık ve yaralanmaların tıbbi tedavileri olarak yazılmıştı.

Bu ve benzeri çeşitli belgeler olmasaydı bilim insanları ve tarihçiler yalnızca mumyalara, sanat eserlerine ve mezar kalıntılarına sahip olacaklardı. Fakat belgeye dair bazı şüpheler de var.

Bu şüphelerden biri hatalı çeviri ihtimalidir. Keşfedildiği günden bu yana Ebers Papirüsünü tercüme etme girişimleri göz önüne alındığında, yazıların çoğunun her çevirmenin önyargısı nedeniyle yanlış yorumlanmış olabileceğinden şüphelenenler de vardır.

Bununla birlikte, antik Mısır şifacılarının çok yetkin olduğuna dair daha fazla kanıt ortaya çıkarmak için Mısır mumyaları üzerinde anatomik ve radyolojik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar antik Mısır cerrahlarının ameliyat ve amputasyona, yani uzuv kesmeye yatkın olduğunu doğrulayan iyileşmiş kırıklar ve uzuvlar ortaya çıkardı. Ayrıca Mısırlıların ayak başparmakları için yaptıkları antik protezler onların bu konuda ile de uğraşmış, kendilerini farklı alanlarda gelişmiş olduklarını ortaya çıkardı. Sandalete benzeyen bu başparmak protezlerinin amacı belliydi, genetik olarak yada bir kaza sonucu ayak parmağı olmayan kişilerin yürümesini sağlamak.

[Üçüncü Ara dönemden (yaklaşık MÖ 1070-664) bir mumyanın dibinde bulunan kartonajdan* yapılmış protez ayak parmağının ahşaptan yapılmış kopyası.]

Mumyalardan alınan doku, kemik, saç ve diş örnekleri, dokubilimi (histoloji), bağışıklık göze kimyası (immünsitokimya) testleri ile incelenmiş, ayrıca antikor-enzim bağlantısını incelemeyi amaçlayan ELISA** testine tabi tutulmuş ve DNA analizleri yapılmıştır. Bu testler, mumyalanmış bireyleri etkileyen bazı hastalıkların belirlenmesine yardımcı oldu. Kısa süre sonra keşfedilen şey şu oldu; Mezardan çıkarılan mumyalarda bulunan bazı hastalıklar, papirüslerin tıbbi metinlerinde listelenen ilaçlarla tedavi edilebilmişti. Bu durum Ebers Papirüsü gibi metinlerde listelenen tüm ilaçların olmasa da en azından bazılarının etkili olabildiğini kanıtlamış oldu.

Böylece Ebers Papirüsü gibi tıbbi papirüsler, Mısır tıp biliminin kökenlerine dair kanıtlar sağlamış oldu. Onların sahip olduğu işe yarayan yada yaradığı zannedilen tüm bu bilgiler nesilden nesile aktarılıyordu.

Ebers Papirüsünün ve var olan diğer birçoklarının daha ileri düzeyde incelenmesi, bilim insanlarının eski Mısırlıların erken tıbbi bilgilerindeki maneviyat ile bilim ilişkisini fark etmelerine, detaylandırmalarına olanak tanıyacağı gibi geçmişte bilinen ve nesiller boyunca aktarılarak devam eden bilgilerin anlaşılmasını sağlar. Neticede her şeyin 21. yüzyılda yaratıldığını ve daha önce benzer alanda hiçbir uğraş verilmediğini varsaymak mantıksız olurdu; ki arkeolojik keşifler de zaten bunu gösteriyor.

Zaten sizlerin de bildiği üzere kocakarı ilacı dediğimiz her tedavi yöntemi tamamen bilimdışı değildir. Bunlar içinde bulunulan dönemin şifa arayışlarının sonucudur. O yüzden bazı istisnalar dışında eski insanların tıbbi ilaçlarını görmezden gelmek pek mantıklı değildir. İçinde bulunduğumuz dönemde en kötü hastalıkların bile birçoğu tedavi edilebiliyor. Ancak tedavi edemediklerimiz de var. Üstelik uyguladığımız bilimsel yöntemler 21. yüzyılda yaşayan insanlar için harika olarak görünse de 45. yüzyılda yaşayacak olanlar muhtemelen geriye dönüp baktığında bizim bugünkü yöntemlerimizi çok basit bulacaktır.

Bir düşünsenize 2000 yıl sonra günümüz tıbbı hakkında şöyle bir açıklama yapılıyor:

"Keşke 21.yy insanları dalak ve apandisin vücudun en önemli parçaları olduğunu bilselerdi. O zaman onları acemi tıpçılar olarak görmezdik."

NOTLAR
*Kartonaj, Mısır'da mumyaların maske ve tabutlarının yapıldığı, tutkallı keten veya papirüsten oluşan malzemedir.
**ELISA, Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay testinin İngilizce kısaltmasıdır. Antijen-antikor ilişkisini, antikora bağlanmış bir enzimin aktivitesini araştırmak temeline dayanan kantitatif ölçüm yöntemidir.

İPEK'İN DİNDEN ÇIKIŞ SÜRECİ ♀


İPEK'İN DİNDEN ÇIKIŞ SÜRECİ ♀

Merhaba ben İpek. Kimliğimin gizli olmasını istediğim için bu yazıyı gerçek ismimi kullanarak yazmıyorum. Keşke inanç gibi kişiye özel olan her şeyi özgürce söyleyebileceğimiz bir topluma sahip olabilseydik... Fakat ne yazık ki toplumumuzda sayıları azımsanamayacak cinste olan bazı insanlar tarafından, Müslüman olmamak vatan haini olmakla eş değer tutuluyor... Ne kadar acı değil mi? Neyse, bugün sizlere dinden ayrılış hikayemden bahsetmek istiyorum. 21 yaşındayım ve aslında kendimi bildim bileli sorgulayan bir insandım. İç Anadolu'da muhafazakar denilebilecek bir şehirde doğdum. Tam beş yaşındayken annem tarafından Kur'an kursuna kaydedildim. Henüz okumayı yazmayı bile bilmezken iki hafta gibi kısa bir sürede Arap alfabesi ve Kur'an'a geçiş aşaması olan cüz dediğimiz eğitimi bitirip Kur'an okumaya başladım. O yaşta bu başarı başta Kur'an hocam olmak üzere ailemi ve akrabalarımı şaşırtmış, gururlandırmıştı. Ben ise benimle gurur duyan ailemin gözüne daha fazla girebilmek için Kur'an kursundan çıktıktan sonra bile arkadaşlarıma ip atlayıp top oynamıyor onun yerine akşama kadar evde kuran okumaya devam ediyordum.

Ailenin en küçük çocuğu bendim diğer kardeşlerimle de aramda epeyce bir yaş farkı vardı. Büyük kardeşlerim din eğitimi almadan büyümüşlerdi, namaz kılmayı Kur'an okumayı bilmezlerdi. Bu yüzden ben ailemin projesiydim. Onların yapamadığı her şeyi ben yapmalı ve kusursuz bir Müslüman olarak yetişmeliydim... Yedi yaşına geldiğimde okula başladığım sıralarda Arapça okumaya alıştığım için ve Arapça sağdan sola okunduğu için alfabemizi öğrenmekte zorlanmasam da harfleri birleştirip okumakta epeyce zorlanmıştım. O günler gerçekten zordu. Okula öğleden sonra gidiyor ve akşam üzeri çıkıyordum. Küçük yaşlarda arkadaşlarımla oyun oynamak yerine Kur'an kursunda vakit geçirdiğim için içten içe pişmanlık duymaya başlamıştım. Çocukluğumu yaşayamadığımı düşünüyordum.

Birinci sınıf bittiğinde, anneme yaz tatilinde Kur'an kursuna gitmek istemediğimi söyledim. Yüzündeki hayal kırıklığını hala hatırlıyorum. O yaz gitmek istemiyor olmamı anlayışla karşılamış olsa da ikinci sınıfa geçtiğimde Kur'an okumayı unuttuğumu fark etmiş ve adeta evde fırtınalar estirmişti. 2.sınıfın yaz tatili döneminde beni apar topar Kur'an kursuna tekrar kaydettirdi ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ki...
Ben Türk'tüm ve Türkçe kitaplar okuyup anlamak istiyor bilmediğim bir dili okuyarak zaman kaybetmek istemiyordum. Düşüncelerim bu yöndeydi. Aynı zamanda aklımda binlerce soru vardı. Hocalar tarafından Hristiyanların cehenneme gideceği bizim ise cennette olacağımız söyleniyor, ne kadar erken tesettüre girersek o kadar hayırlı kul olacağımız vurgulanıyor ve bizden kötü durumda olanlara bakarak şükür etmemiz eğitimleri veriliyordu. Bir gün hocamız dışarıda yalın ayak dolaşarak kağıt toplayan bir çocuğu göstererek şöyle demişti. " Allaha şükredin şuan onun yerinde siz olabilirdiniz ama şuan buradasınız ve Allaha ibadet ediyorsunuz. Ne kadar şanslısınız farkına varın ve Allaha teşekkür edin. "

Bu konu hep aklıma takılmıştı çünkü hoca Hristiyan bir ailede doğmadığımız için, bizden kötü şartlarda yaşayanlar gibi olmadığımız için hep şükür etmemizi istiyordu

Bir başkasına bakarak halimize şükretmek doğru muydu? Bir görme engelliye bakarak iyi ki kör değilim Tanrım demek ve şükretmek ne kadar alçakçaydı. Bunu Tanrı kelamını okuyan ve bizden büyük olan insanlar mı söylüyordu bize? Ya onlar Allah'ı yanlış tanımış ya da ben yanlış tanımıştım. Gel zaman git zaman 15 yaşıma geldiğimde bir karar alıp Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve Kur'an'ı sırayla okudum.

İşte o zaman aydınlanma fırtınaları esiyordu zihnimde. İçimde hala adını koyamadığım bir sevinç yeşermişti. Sanki hapisten çıkmış gibiydim, kuş gibi özgürdüm. Çok mutluydum çünkü ortalama 70 yıl olan insan ömrünün sadece on beş yılını kaybederek yırtmıştım. Durum daha beter olabilirdi, otuzlu, kırklı yaşlarda dinlerin insan ürünü olduğunu fark edebilirdim. Ben şanslıydım. İçimde bir hazine saklıyor gibi dinsiz olmamı sakladım. Çünkü benim hazine dediğim bu birikim ailem, akrabalarım ve arkadaşlarım için bir çöplük hatta bataklık olarak nitelendirilebilir ve onların inandığı, doğru yol dediği çıkmaz sokağa tekrar dönmem için bu birikimim yıkıma uğratılabilirdi. Nasıl derseniz, en basitinden "kafayı yedi" diyerek beni hocalara götürmeye zorlayabilirlerdi...

16 yaşındayken ne kadar gizlesem de dinsiz olduğumu farkında olmadan belli ediyordum ve annem ciddi anlamda şüpheler duyuyor ve endişeleniyordu. Bir gün odamda İncilimi buldu. Dinleri araştırırken Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i, Kur'an'ı, hatta Zerdüştlüğün kitabı olan Avesta'yı bile okumuştum.

Anneme merak ettiğim için okuduğumu söylesem de annem şüphelerinin üzerine İncili de bulmasıyla artık beni Hristiyan olarak damgalamıştı. "Sende bir değişiklik olduğunun farkındayım oruç tutmamandan belli sen Hristiyan olmuşsun" diyerek evde fırtınalar estiriyordu. Bu olayın üzerine kavgalı gürültülü bir sene geçirmiştik. Annem benim içten içe gizli Hristiyan olduğumu düşünüyor ve sonsuza kadar cehennemde yanacağım fikrine kapılıp kendini yıpratıyordu. Onun yıprandığını fark ettiğimde Müslüman gibi yaşamaya devam etmeye karar verdim. Ramazan aylarında oruç tutuyor akşamları da namaz kılıp gözüne batmıyordum. Bir gün İlahiyat okuyan arkadaşlarımdan birine içinde bulunduğum durumu anlattım. Müslüman olmadığımı hiçbir dine inanmadığımı ve bunlara araştırarak karar kıldığımı söyledim.

Bana "haşa olur mu öyle şey" demişti. İsmini bilmediğim bir tarikata gidiyordu kendisi yeterli bilgiye sahip olmadığını söyleyip beni tarikattan bir hocayla görüştürerek aklımdaki bütün sorulara cevaplar verdireceğini ve gerçek İslam'ı öğreneceğimi söyledi. Teklifini kabul edip iki gün müsaade istedim ve aklımdaki bütün soruları, ayetleri, hadisleri kağıtlara yazıp dosya haline getirerek buluşmaya gittim. 

Hazırlıklı gittiğimi gören hocanın yüzü düşmüştü. Ahzab 37 gibi birçok ayeti, hadisleri ve çelişkileri ardı ardına söylüyordum. Tefsir diyerek kestirip atıyor, tefsir önemli diyordu. Onunla aramızda şöyle bir konuşma geçmişti:

+ Kuran-ı Kerimin tefsire ihtiyacı olduğunu mu söylüyorsunuz?
- Evet bunun hakkında hadis de vardır. Fakat tefsirleri ancak müfessirler yaparlar onun şartları vardır.
+Peki bu şartları Tanrı mı belirliyor?
- Eee şey... aslında...
+ Tamam başka bir şey sormak istiyorum. Tanrı kelamı neden tefsire ihtiyaç duyar? Sen bir kitap yazsan ve o kitap yüzlerce yıl sonra "aslında hoca şöyle demek istiyor burada" diyerek bazı insanlar tarafından yorumlansa doğru olur mu? O zaman senin yazdığın kitap değişmez mi? Amacından sapmaz mı? Kur'an Allah tarafından korunuyor ve asla değiştirilemez diyorsunuz. Tefsire ihtiyaç duyduğu için zaten değiştirilmesine lüzum yok ki. Herkes "Allah burada böyle demek istiyor" diyerek yorum yapıyor. Sonra da Kur'an apaçık bir kitaptır diyorsunuz. Arapçada bir kelimenin binlerce anlamı var demiştiniz. Sizin dediğiniz üzere diyorum, bu nasıl bir tanrı ki insanlığa olan mesajını bir kelimenin binlerce anlamı olan Arap dilinde indiriyor, bir de üstüne üstlük değiştirilmeyeceğini vaat edip tefsir yapılmasına göz yumuyor. Bu kargaşayı kendi başlatıyor.

İşte konuşmamız böyle sürüp gitmişti. Birçok ayet hadis tartışmamızın sonunda bana sadece "Sen aklını çok kullanma" , "çok sorgularsan dinden çıkarsın, yanarsın" demişti. "Allaha şirk koşuyorsun, doğru yolu bulasın diye senin için dua edeceğim" gibi kelamlar edip gitmişti.

Şunu demek istiyorum dostlar.
Aklınızı kullanın. Müslümanlar diyor ya hani "inanmazsan yanarsın ama inanmak bir şey kaybettirmez" diye, ben de şöyle söylüyorum ; Eğer bir Tanrı varsa ve sizi ölümden sonra sorguya çekecekse, neden benim adıma uydurulan bunca şeye inandın diyerek te sorguya çekebilir. Şunu sakın unutmayın düşünme yetisini bize veren eğer Tanrıysa, kullanalım diye vermiştir.
SİZDEN GELENLER | Yazan: İpek

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

NEO'NUN DİNİ TERK SÜRECİ ♀


NEO'NUN DİNİ TERK SÜRECİ ♀

Merhabalar. Tanınmamak amacıyla gerçek ismimi ve yaşadığım şehri vermek istemiyorum. Ama kendimi uyanmış gibi hissettiğim için Neo rumuzu ile tanıtabilirim sanırım.

Ben Türkiye’nin en laik ve demokratik şehrinde doğmuş, büyümüş ömrü hayatında 29 yaşına kadar din baskısı nedir bilmemiş bir kadınım. Ailem asla aşırı dindar yahut da yobaz değildi. Annem ve babam özellikle kız çocuklarını okutabilmek için aşırı çaba gösterdiler. Hepimiz güzel üniversitelerde okuduk, iyi meslekler edindik. Bu açıdan çok şanslı olduğumu itiraf etmeliyim. Çevremdeki insanlar o kadar açık görüşlü insanlardı ve bize İslam dini o kadar güzel anlatıldı ki 30'lu yaşlara kadar dini sorgulamak aklımın ucundan bile geçmedi.

Üniversitedeyken evdeki Kur'an mealini okumaya başladığımı ve bitirmeye çok az kala bıraktığımı hatırlıyorum. Çok şaşırmıştım. O zamanki aklımla bile okuduklarım bana hiç de ilahi gelmemişti. Her şeyin efendisi, tüm bilgilerin, ilimlerin sahibi yüce Tanrı’nın kitabı çok çelişkili ve garipti. Aradığım şeyleri bulamamıştım. Tanrı’ya ait bir şey bu kadar alelade olmamalıydı. Eğer kalan kısmını da okursam bir şeylerin kopacağından korkmuştum. Çok az kalmıştı ama okumadım. İnsanda biraz ümit kalmalıydı değil mi?

Sonra çok uzun bir süre Kur'an'ı elime almadım, din muhabbetlerinden kaçındım. Benim bir Tanrım vardı ve sevgi doluydu. Beni sakınırdı, bundan emindim. Zaten asla din baskısı yaşamamıştım ki! Niye dini bu denli acımasızca yargılamalıydım? Ama özel sektörde çalışmaktan yorulup kpss ye girmem hayatımı tamamıyla değiştirdi. Hayatım boyunca yaptığım her şeyde başarılı olmuştum. Kpss de beni zorlamadı, çok yüksek bir puan alıp Karadeniz bölgesinde bulunan küçük bir şehrin daha da küçük bir ilçesine atanmıştım ve bu da işlerin iyiden iyiye sarpa sarmasına neden olacaktı.

Dindar ve yobaz insanların içindeydim artık. Daha işe ilk başladığım günlerde bile rahatsızlık duyuyordum. Çalışma ortamım kötüydü. İş arkadaşlarımın bana söylediği bazı şeyleri aktarmak istiyorum sizlere:

“Bence kadınlar memuriyete aranmamalı. Eğer senin yerine bir erkek atanmış olsaydı, bütün bir aile kurtulmuş olacaktı. Sen şimdi bütün bir ailenin rızkını yiyorsun.” (İyi ama, emek verdim?)

“Biz, siz bilmem nereliler gibi gavur değiliz.” ( Aman sakın bizim gibi olmayın siz, çok meraklı değiliz hani.)

“Bana sakın dışarıdayken selam falan verme. Biz, siz bilmem nereliler gibi kadın-erkek yol ortasında konuşmayız. Bizim bir ahlakımız var!”(Ahlâkınız batsın!)

Eve tesisatçı çağırırsın, evde erkek yok diye gelmez. Gelirse de evin giriş kapısını açık bırakıp evi buz gibi eder. Sanki ona ne yapabilirim ki?

Tüpçüyü arayıp tüp istersin, telefon numaran bütün ilçeye yayılır ve Bütün sözde dindar abazalar gece gündüz arar. Hepsi seninle yatmak istiyordur. Cüret edip de:

“Siz bilmem nerede hepiniz birbirinizle yatıyormuşsunuz. Sen niye benimle yatmıyorsun?”
“Sen bilmem kaç santime nasıl hayır diyorsun?” gibi sözler ederler.

Evli barklı adamların ahlaksız teklifleri de cabası. Eğer bir cehennem varsa artık onun içindeydim. Oysa ben hayatım boyunca hiç böyle şeyler yapmamıştım. Yalnızdım ya, kimsem yoktu ya, yabancıydım ya...

Artık düşündüğüm tek bir şey vardı. Hadi ben ahlaksız bir gavurdum. Peki sizin ahlâkınız neredeydi? Bu insanlar sözde dindar ve benden daha namusluydu. Eee. Bana niçin böyle davranıyorlardı? Demek ki dinin ahlakla bir alakası yoktu!

Biraz zaman geçti beni kabullendiler. Kadınlar zaten beni hiç rahatsız etmiyorlardı. Hatta çok iyi kız arkadaşlar da edinmiştim, onları seviyordum. Ama yaşadıklarım beni yaralamıştı artık. İçime dokunuyordu işte kabullenemiyordum! Kadın olmak çok zordu.

Sorgulamaya başlamıştım. Sorguluyor ve hep aynı cümleyle bitiriyordum. “Bunlar kendini Müslüman zannediyor! Hepsi ahlaksız, hepsi cahil! Müslümanlık böyle bir din değil. Benim Tanrım ile bunlarınki aynı olamaz. Benimki sevgi dolu; onların ki korkunç, zalim...”

Hatta bu küçük yerde geceleri uyumadan dua eder, onları adeta Tanrı’ya şikayet ederdim. Hatta bu Tanrı ile yaptığım gece sohbetlerim vazgeçilmezim olmuştu. Başka kimsem yoktu ki!

Kendimi kitap okumaya vermiştim. Klasikler, mitoloji, tarih... Her türden kitap. Haftada 5 kitap filan okuyordum. Böyle 2 yıl geçti. Yerimi değiştirdiler. Atandığım yer yine küçüktü ama bir nebze de olsa diğerinden daha rahattım. Artık çok profesyonelleşmiştim, insanlar bir iki yoklayıp beni rahat bıraktılar. Aksiydim, öfkeliydim. Yine kimsem yoktu tabi kitaplar dışında.

Sonra garip rüyalar görmeye başladım, garip olaylar, yeni evrenler... Merak etmeyin vahiy filan gelmedi. Farklı bir dünya oluşuyordu kafamda ve ben de tasarladıklarımı yazmaya karar verdim. Kendi kurgularımın bu denli sıra dışı şeyler olabileceğini asla tahmin edemezdim. Ben ve roman yazmak...

Evet roman yazıyordum hem de fantastik tarzda!! Bir haritam vardı, Bir kurgum vardı, yeni kültürler, milletler tasarlamıştım. Onlara tarih bile yazmıştım. Ama bir şeyler eksikti. Dinler!!

Kesinlikle tıkanmıştım. Yeni dini öğretiler karalayıp hemen yok ediyordum. Kutsiyet kavramı kafamı karıştırıyordu. Beynimdeki duvarlar belki çatırdamıştı ama işte yerli yerindeydi. Neyden çekiniyordum.

Yunan mitolojisi ve İskandinav mitolojisine aşinaydım. Diğer mitleri de karıştırmaya başladım. Ama olmuyordu işte beynimdeki örümcekler izin vermiyordu.

Covid virüsü patlak verdi, evlere kapandık. Ramazan ayı geldi. Geçen yıl da her yıl olduğu gibi orucumu tam tuttum. İyice yalnızlaşmıştım. Kitabımı da yazamıyordum. TV deki ağlak din alimleri sinirimi bozuyordu ve Tanrımla daha çok konuşuyordum. Kur'an'ı yeniden okumaya karar verdim. Amacım yıllar önce yarım kalan işimi bitirip, bu sefer daha açık görüşlü olmaktı. Ama yine yıllar önceki gibi olmuştum. "Yahu bu kitap hiç de ilahi değildi. Tövbe, tövbe... Neo, saçmalama kızım. Ama yani şimdi baksana ne yazıyor? Günaha girme canım sende aaa. Töbeee!"

Evet Bazı ayetler beni rahatsız ediyordu. Tanrım kabullenemiyordum. Bana öğretilenler bunlar değildi. Böyle kaprisli, kin dolu, acımasız bir tanrı?

Sonunda yine bitiremeden bıraktım. Kalbim kırılmıştı. Geceleri Tanrımla konuşuyor önce ağlayıp sitem ediyor sonra kendimi affettirmeye çalışıyordum.

Romanımı da yazamıyordum artık kesinlikle. En iyisi mitoloji ile ilgili okumaktı. Ama bu sefer fena sıkılmıştım. Diamond Tema’da beni uyandırmıştı. Kafamda gevelediğim, kendime itiraf edemediğim her şeyi çat çat söylüyordu. Akacak kan damarda durmaz derler. Tüm videolarını art arda izledim diyebilirim. Demek benim gibi buhranlar yaşayan bir sürü insan vardı! Yalnız değildim! İçim rahatlamıştı.

Sonra bir gün malum bildirim: Din ve Mitoloji ile Diamond Tema ortak yayını...Beynimdeki duvarlar yıkılmaya başlamıştı. İkinci dalga şoku beni biraz kötü etmişti. Yıllardır bir yalanla konuşuyordum! Ya da bilemiyorum kim ile konuşuyordum?! Her şey yalanmış. Öyle kötüydüm ki, Din ve Mitoloji kanalına bakmaya uzun zaman cesaret edemedim. Roman yazmayı da bir yana bırakmıştım. Bir fantastik kurgu romanı yazmaya kalkıp dinden çıkan tek kişi bendim galiba. Bir aydan fazla evde, işte her yerde ağladım.

Şu anda büyük bir boşluk içindeyim. Yaşadıklarımı kimseyle paylaşamıyorum. Çünkü dindar bir yerde yaşıyorum. Korkuyorum. Artık konuşup durduğum Tanrım da yok! Çok daha yalnızdım. Artık ateist miyim ? Agnostik miyim ? Bilmiyorum. Ama artık Müslümanların ya da diğer semavi dinlerin Tanrılarına inanmam mümkün değil.

Din ve Mitoloji kanalında bu tür hikayeler görünce paylaşmam gerektiğini düşündüm. En azından beni hiç tanımasalar bile, birileri içimdeki gerçeği bilmeliydi...

SİZDEN GELENLER | Yazan: Neo

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

ANTİK MISIR'DA MUMYALAMA İŞLEMİ

Hazırlayan: A.Kara

ANTİK MISIR'DA MUMYALAMA VE DİNİ İNANÇLAR

Uzun ömürlü ve etkili Eski Mısır medeniyetinin eşsiz özelliklerinin çoğu sanki dünyaya değil de başka bir yere aitmiş gibi görünebilir. Eski Mısır'ın bazı tuhaf inançlara ve ilginç geleneklere ev sahipliği yaptığı gerçeği bir sır değildir. Fakat bunların tümü Mısır halkı için derin anlamlar taşıyordu ve dini öneme sahipti. Bu geleneklerin en eski ve en tuhaflarından biri kesinlikle mumyalama sürecidir. Peki eski Mısır'da ölüler nasıl ve neden mumyalanıyordu?

Yıllar geçtikçe ketenle sarılmış klasik mumya tasviri eski Mısırlıların sembolü haline geldi. Ama gerçek "mumya" kelimesinin bununla hiçbir ilgisi yok! Bu basit kelimenin epey zorlu bir geçmişi var. İngilizce versiyonu, Latince "mumia" kelimesinden türetilmiştir. Latincedeki bu kelime de Farsça "mum" anlamına gelen "mūm" kelimesinin kökünden doğan Arapça mūmiya (مومياء) kelimesinden türetilmişti.

Mumyalanmış bir cesedi ifade eden bu terim nihayetinde İngilizceye girdi ve 1600'lerde doğal yollarla çürümeye karşı korunmuş, kurumuş insan bedenleri için uygulanacak bir kelime olarak kullanıldı. Bu nedenle günümüzdeki mumya kelimesi yalnızca eski Mısır'ın mumyalanmış bedenlerine atıfta bulunmaz. "Mumya" doğal veya yapay süreçlerle korunan her tür vücuttur. Ancak elbette tüm mumyalar eski Mısır'da bulunanlar kadar büyüleyici ve muammalı değildir.

Muhtemelen Mısır'ın keşfedilen en eski mumyaları hanedanlık öncesi Gebeleyn (Gebelein) mumyalarıdır. Önemli bir antik Mısır şehri olan Gebeleyn, eski Mısır'da, Nil nehri üzerinde, Teb'in yaklaşık 40 kilometre güneyinde bulunuyordu. Seyrek mezar eşyalarının yer aldığı sığ mezarlarda bulunan bu altı mumya, hanedanlık öncesi dönem denen eski Mısır uygarlığının en erken evrelerinden gelmektedir. Buradaki altı ceset, içinde bulundukları kuraklık sayesinde doğal yollarla mumyalanabilmişlerdi. Sıcak kumlar ve kuru hava bu bedenlerin nispeten iyi korunmasına yardımcı olmuştu. MÖ 3400 civarlarına tarihlendiklerini akılda tutmak gerek, inanılmaz eskiler. Elde edilen bu mumyalar sayesinde cenaze törenlerinin ve mumyalamanın gelişimine de önemli bir bakış kazandırdılar.

Çünkü mumyalardan üçünün vücudu diğerlerinden farklı malzemelerle kaplanmıştı. Bunlar kamış hasırlar, hayvan derileri ve palmiye lifleriydi. Bu belki de mumyalama süreçlerine yardımcı olmak için erken bir girişimdi. Hanedanlık öncesi dönemde çoğu ceset çıplak gömülürken, bazıları yavaş yavaş daha karmaşık bir defin ve mumyalama biçimine dönüşmüş, bu tür kumaşlarla sarılmış veya örtülmüştü.

Tabi ki bir medeniyet geliştikçe her yönden gelişir. Özellikle önem gösterdikleri yönleri mutlaka gelişme gösterir. Ve elbette ölümün kendisi bir medeniyet için yaşam kadar önemli olabilir. Eski Mısırlılar için ölüm ve öbür dünya Mısır dininin temel taşlarından biriydi. Zaman ilerledikçe artan cenaze törenleri bir dizi kalıp ve gelenekle kültüre tamamen yerleşmişti.

Bu geleneklerden en önemlisi haline gelen uygulama, Mumyalama - bedenin korunması - işlemiydi. Mısırlılar öbür dünyada birinin konumu güvence altına alacaksa bunun yolunun cesedin korunmasından geçtiğine inanıyorlardı. Bunda inanmakta oldukları "Ka" kavramının da etkisi büyüktü.
İnanışa göre kişi ölünce "ka (ruh-bedenin ikizi)" vücudu terk ediyordu ancak beden korunabilirse ruh ona geri dönebilirdi. Böylelikle korunmuş beden öteki dünyada Osiris'in önüne gidebilir, burada ruhuyla yeniden birleşebilir , daha sonra öbür dünyada neşe içinde yaşayabilirdi. Ancak bir beden korunmazsa önemli olan bu yeniden doğuş döngüsü tamamlanamayacaktı.

İnanışa göre korunan ceset ile öteki dünyada kişi sorguya çekiliyordu. Yargılama sırasında kişilerin kalpleri tartılır ve bir Ma'at tüyü ile karşılaştırılırdı. Erdemli bir hayat sürmüş olanlar ahiret tanrısı Osiris'in yönettiği göksel cennet olan Aaru'da karşılanırdı. Aaru ise "sazlık tarlası" anlamına geliyordu.

Eski Mısır'ın cenaze törenleri ve gelenekleri tuhaf görünse de karmaşık mumyalama süreci antik Mısır halkının ölüm ve öbür dünya ile ilgili karmaşık inanışlarının bir parçasıydı.

Öteki hayat inancı bu kadar önemli olunca Mısırlılar mumyalama sürecindeki ustalıklarını kademeli olarak mükemmelleştirdiler. Bu konuda onlara yardımcı olacak temel bileşenlerden biri kuzey Mısır'da çok önemli bir yer olan Natrun Vadisi'nde bulunan ve onlar için kutsal sayılan bir tür doğal tuz olan natron'du. Natron, az miktarda sodyum klorür ve sodyum sülfat ile birlikte doğal olarak oluşan bir sodyum karbonat dekahidrat ve yaklaşık %17 sodyum bikarbonattan oluşur. Bu benzersiz element kombinasyonu vücudu hızlı bir şekilde kurutarak mumyalama sürecine yardımcı olduğu kabul edilen harika bir doğal kurutma malzemesi haline gelmiş, vücudu zaman içinde korumanın önemli bir yönüne zemin hazırlamıştır.

Fakat mumyalama işlemi uzun ve karmaşık bir süreçti. İşe genellikle ölen kişinin beyninin alınmasıyla başlanırdı. Beynin çıkarılması mumyalama işleminin en şaşırtıcı yönlerinden biri olmaya devam ediyor. Bilim insanları bu işlemin genellikle burundan beyin boşluğuna sokulan özel bir kanca ile ya da kafatasına yerleştirilen özel bir çubukla yapıldığı konusunda hemfikirdir.

Her iki durumda da sıvılaştırılmış olan beyin ölen kişinin burnundan dışarı akıyordu. Akabinde sonraki aşamaya geçiyorlardı. Fakat Mısırlılar beyine hiç önem vermiyordu. Onlar tüm düşüncelerden sorumlu olan organın kişinin kalbi olduğuna inanıyorlardı. İşte bu inanış Mısır'dan Yahudilere, onlardan da Muhammed ve çevresindekilere geçmişti. Bu yüzden Kur'an ve İbrahimi dinlerde düşünme eyleminden bahsedilirken hep kalbe vurgu yapılır. Bu yanlışı kurtarmak isteyenler ise "bunlar mecazdır" demekten başka çare bulamazlar.

Mısırlılar boşalttıkları beyin boşluğunu daha sonra özel bir koku ve ağaç reçinesi karışımı ile doldururdu. Bu karışım hem çürüme kokularını en aza indirmeye yarıyor hem de kafatasında kalan herhangi bir beyin artığının-parçasının bozulma sürecini durdurdu.

İşlem daha sonra ölen kişinin karın bölgesine doğru devam ediyordu. Karın kesilerek açılır ve ana organlar çıkarılır, tuz veya natronla kaplandıktan sonra mumyalanmış gövdenin yanına gömülmek üzere özel kanopik kaplara dikkatlice yerleştirilirdi. Bu süreçte çoğu zaman kalp çıkarılmazdı. Boşalan karın bölgesi yine kötü ölüm kokularını engelleyen aromatik karışımlarla doldurulurdu.

Bu işlem bittikten sonra hazırlanan vücut natron ile ovularak tamamen örtülmüş gale getirilirdi. Daha sonra dehidrasyon süreci tamamlanana kadar 30 ila 70 gün arasında değişen bir süre boyunca natronda kalırdı. Bu süre sonunda ölünün bedeni artık mumyalanabilir hale gelirdi.
Yine İbrahimi dinlerde olduğu gibi ölünün vücudu yıkanırdı. Hoş kokulu yağlarla kaplanır* ve ardından birkaç kat reçine ile kaplanırdı. Reçine daha sonra tüm vücudu şerit şerit sarmakta kullanılan keten katmanları için doğal bir yapıştırıcı görevi görüyordu. Son aşamaya gelindiğinde ölünün vücudu cenaze maskeleriyle süslenebiliyordu ancak bu işlem yüksek sınıftan bireyler için uygulanıyordu.

Yani farklı sosyal sınıflardan insanların bedenlerinin mumyalanma süreci de farklıydı. Kahire'deki Mısır Müzesi'nde bulunan I. Amenhotep'in mumyalanmış gövdesi için kullanılan malzemeler daha özenli ve zaman alıcıydı. Ayrıca mezarı maske ile süslenmişti.

Mumyalama süreci üç sınıfa ayrılıyordu: İlki, üst sınıftan soylular için iyi ölçekli, asil, ayrıntılı bir mumyalama işlemiydi. Diğer ikisi ise yoksul ve daha düşük sınıftan vatandaşlar için uygun görülen orta veya düşük ölçekli bir süreçti. Benzer şekilde mumyalama işlemi büyük olasılıkla farklı memur sınıfları tarafından yapılıyordu. Üst düzey mumyalama önemli ve soylu bir geçmişe sahip rahipler tarafından yapılırken, diğer sınıftan mumyalama işlemleri Mısır rahipliğindeki en düşük sınıf tarafından yapılıyordu.

Parasal yada sınıfsal gücünüze bağlı olarak mumyalama işleminde değişiklikler yapılabiliyordu. Bazı yoksul aileler bedeni mumyalanması için vermeden önce çürümesine izin veriyorlardı. Eğer bunu yapmazlarsa yakın zamanda ölen genç kadınların bedenleri cinsel yönden kötüye kullanılacaktı (nekrofili).

Süreçler de sosyal statüye bağlı olarak farklılık gösteriyordu. Orta seviye mumyalama işlemi için uygulanan daha az işlem vardı. Karın boşluğu açılmaz, bunun yerine onları sıvılaştıran sedir yağı ile doldurulup basitçe boşaltılır, susuz kalan ceset aileye verilirdi. En düşük sınıf için uygulanan mumyalama işlemi çok kabaydı. Her zaman mevcut olan nekrofili olasılığının yanı sıra, vücut basit ve hızlı bir şekilde tüm iç organlardan yoksun bırakılır, belirli sayıda gün boyunca natrona yatırılır ve bir kez tamamen kuruduktan sonra aileye bu şekilde cenaze için iade edilirdi.

Mumyalama süreciyle ilgili bu ayrıntılı bilgiler eski Mısır'da var olan sosyal bölünmeler ve kast sistemi hakkında önemli bilgiler sağlar. Sınıflara ayrılsa da mumyalama süreci genellikle zengin ya da fakir her vatandaşın kullanımına açıktı. Bu durum onların ölüme odaklanan önemli inançlardan kaynaklanıyordu.

Ölen kişinin öbür dünyada ihtiyaç duyduğu iç organlarını saklamak için kullanılan kanopik kavanozların her biri çakal, maymun, şahin ve insan başlı farklı tanrıları temsil ediyordu.

Bu kavanozlar genellikle dört taneydi ve iç organların dört koruyucu tanrısını temsil ediyordu. Çünkü bunlar vücudun önemli parçalarıydı ve öbür dünya için korunmaları gerekiyordu. Bu yüzden onları tanrı Horus'un dört oğlu koruyordu.

Bu tanrılar Hapi, Duamutef, Imset ve şahin başlı Kebehsenuef 'di(Qebehsenuef). Her birinin kendi rolü vardı. Hapi, ölen kişinin ciğerlerini koruyan maymun başlı tanrıydı. Mide, çakal başlı tanrı Duamutef tarafından korunuyordu. Kebehsenuef şahin başlıydı, ince ve kalın bağırsakları koruyordu. İnsan başlı tanrı Imset ise karaciğeri koruyordu. Kalp çıkarılmıyor; Yargı Salonundaki bir tüye karşı Tanrıça Maat'ın terazisinde tartılmak üzere** vücudun içinde kalıyordu.

Bu ayrıntılı mumyalama süreci ve onu ilişkilendiren karmaşık inançlar en iyi şekilde birinci sınıf kişilerin, firavunların ve soyluların cenazelerinde gözlemlenir. Buna örnek olarak 18. hanedanlığın ünlü firavunu Tutankamon'u verebiliriz. Onun mumyalanmış bedeni yaklaşık 3.300 yaşında olmasına rağmen yine de bu süreçleri çarpıcı ayrıntılarla sergiliyor.

Kral öbür dünyaya savurganca bir tutumla hazırlanmıştı. Mumyalanmış vücudu üç özel tabutla korunuyordu. İç içe geçen bu tabutlar bir lahit içinde yer almış ve dört bölmeden oluşan odaya yerleştirilmişti. Ancak mumyalanmış beden, mumyalama sürecinin kendisi hakkında önemli bir anlayış sağladığı için araştırmacıların ilgisini özellikle çekiyordu.

Firavunun vücudu çok sayıda keten katmanına sarılmış ve aşırı derecede özel yağlarla kaplanmıştır. Birbirini izleyen her sargı tabakası, firavuna öbür dünyada hizmet edecek değerli eşyaları içerir. Zengin cenaze eşyalarıyla birlikte hazırlanan Tutankamon'un mumyası Mısır'daki en önemli keşiflerden biri olmaya devam ediyor.

Mısırlıların sadece ölen vatandaşlarını değil hayvanları da mumyalıyordu. Bazı hayvanlar sahiplerine eşlik etmeleri için evcil hayvanlar olarak mumyalanırken diğerleri çoğunlukla tanrılara kurban olması yada öte alemde dirilecek olan kişinin yemesi amacıyla mumyalanıyordu.

Mısır tanrılarının büyük çoğunluğunun hayvani tabiat ve tasvirlere sahip olduğundan onları onurlandırmak ve beğenilerini kazanmak için bağlantılı oldukları hayvanlar kullanılırdı. Arkeologlar, şahinler, timsahlar, ibisler, kediler, babunlar, balıklar, firavun fareleri, çakallar, köpekler, böcekler, yılanlar gibi çeşitli hayvan mumyalarının bulunduğu mezarlıklar keşfettiler. Sadece Sakkara mezar alanlarında 500.000'den fazla mumyalanmış aynak (ibis) olduğu tahmin edilmektedir. Aynı şekilde mumyalanmış kedilerin bulunduğu alanlar da keşfedilmiştir.

Günümüz anlayışına göre kötü ve iğrenç görünebilecek bu mumyalama süreçleri eski Mısırlılar için Mısır dininin temeliydi ve kutsaldı.

DİPNOTLAR
* Ölüyü yıkama geleneği İbrahimi dinlerde görülürken, yağlama-tütsüleme-baharatlama gibi işlemler Yahudi-Hristiyan geleneğinde yer almaktadır.
** Kalbin Maat tüyüne karşı tartılması inancında Maat'ın tüyü dengeli yani iyi bir yaşamı, iyi insan olmayı simgeler. Kişinin kalbi, yani kişi terazide bunun karşısına konarak tartılır. Bu durum İbrahimi dinlerde "günah ve sevapların tartılması" olarak görülür.