HABERLER
Dini Haber
Bilimsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilimsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Müslümanlar hiç bıkmadan ve usanmadan Kur'an'dan mucizeler üretmeye çalışıyorlar. Ben de hiç bıkmadan bu mucizeleri çürütmeye devam edeceğim. Bu yazımda Kur'an'da fotosentezi anlattığı iddia edilen ayetleri ele alarak bu sözde mucizenin aslında Allah'ın gelecekten haberinin olmadığının kanıtı olduğunu göstereceğim. Öncelikle ayete bir göz atalım:

Tekvîr Suresi 17-18. Ayetler:
17 وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ  Andolsun kararmaya başlayan geceye
18  وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ  Ve nefes almağa başlayan sabaha

Modernist Müslümanlar 18. Ayette kullanılan تَنَفَّسَۙ teneffes(e) kelimesinin fotosentezi anlattığını ve Kur'an'ın 1400 yıl önceden Güneş ışınlarının bir nefes verdiğini haber verdiğini iddia ediyorlar. Öncelikle Kur'an meali yapan insanların çoğu (%90) bu kelimeyi  “aydınlandığı zaman sabaha” olarak çevirmişler. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki ayetin doğru çevirisi  “nefes almaya başlayan sabaha” şeklindedir.  Yani modernist Müslümanlar bu ayeti geleneksel Müslümanlara kıyasla daha doğru bir şekilde çevirmişlerdir. Lakin ayetin tefsirini geleneksel Müslümanlar daha doğru şekilde, Kur'an'ın tamamını göz önünde bulundurarak yapmışlardır.
Örneyin El-Mu'cem El-Müfehres'de تَنَفَّسَۙ teneffes kelimesinin Kur'an'da cümle içindeki yapısına göre aynı formda (aynı kökten) fakat farklı harekeli (Kur'an'da harekeleme ve noktalama işlemi çok daha sonraları yapılmıştır. Orjinal metinde böyle bir uygulama yoktur) şekilde kullanıldığı ayetlere baktığımızda bunun günümüzdeki "nefes alma" fiiliyle uzaktan yakından alakası olmadığını görüyoruz. En yaygın işlenme şekliyse نَفْسٍ nefsin şeklindedir ve nefis (can) anlamına gelir. Örneğin Tarık suresi 4 ayette bunu görebilirsiniz.

Şimdi Diyanet İşlerinin bahsi geçen sureyle ilgili açıklamalarına bakalım:
Kıyametin kopmasını ve Kur’an’ın vahiy ürünü oluşunu konu alan Tekvîr sûresinde Allah tarafından konulan tabiat kanunlarının değiştirilerek güneşin, yıldızların, dağların, denizlerin, vahşi hayvanların tersine çevrileceğine temas edilir; ardından büyük hesap gününün kısa tasviri yapılır ve o gün kişinin ebedî hayat için önceden neler hazırladığının bilincinde olacağı belirtilir (âyet 1-14). Tabiatın işleyişine dair birçok âyette görüldüğü üzere yıldızların çeşitli görünümlerdeki seyrine, kararmaya yüz tutan geceye ve ağarmaya başlayan sabah vaktine yemin edilerek Kur’an’ın vahiy eseri olduğu ifade edilir, onun değerli ve itibarlı bir elçi (Cebrâil) tarafından Resûlullah’a getirildiği bildirilir. Ardından “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Muhammed’in inatçı inkârcıların iddia ettiği gibi bir mecnun olmadığı, gayb âlemine ait gerçekleri gizlemediği, bildirdiği tebliğin şeytandan gelmediği vurgulanır (âyet 15-25). Sûrenin son dört âyeti, “Bu açık gerçeklere rağmen siz nereye gidiyorsunuz?” sorusuyla başlar ve Kur’an’ın doğru yola girmek isteyen herkes için bir uyarıcı ve öğütçü olduğu vurgulanır; ancak doğru yola girme talebinin ilâhî irade doğrultusunda yapılmasının şart koşulduğu belirtilir. Rivayete göre, sûrenin son âyetlerinde dileyen kimsenin doğru yola girebileceğinin ifade edilmesi üzerine Ebû Cehil, “Bu husus kendi isteğimize bağlıdır, uygun görürsek bu yola gireriz, görmezsek girmeyiz” demiş, bundan dolayı sûrenin ilâhî iradeyle ilgili âyeti inmiştir (Taberî, XXX, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, VII, 230)

Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri de sureyi tefsir ederken 18. ayeti "ağarmaya başlayan sabah" olarak tanımlamıştır. Şimdi ayetin nefes alma şeklindeki çevirisine dönelim. Bir grup Müslüman 18. ayetin fotosentezle alakalı olduğunu iddia ediyor. Bu ne kadar doğru hep birlikte göreceğiz.

Fakat ilk olarak fotosentez nedir onu inceleyelim.

FOTOSENTEZ

Fotosentez basit tabirle bitkilerin ve diğer organizmaların ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürme eylemlerine verilen isimdir. Fotosentez kelimesi, Yunanca phōs (ışık) ve sentez (bir araya getirmek) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.

Fotosentez yapan organizmalara fotoototroflar denilir. Fotosentez zamanı oksijen bir yan ürün olarak salınır. Farklı türlerde farklı şekillerde yapılıyor olmasına rağmen fotosentez genellikle ışıktan gelen enerjiyi yeşil klorofil pigmentleri içeren reaksiyon merkezleri olarak adlandırılan proteinler yardımıyla emildiğinde başlar. Bitkilerde bu proteinler yaprak hücrelerinde bulunan kloroplast adı verilen organellerde bulunurken, bakterilerde plazma zarına gömülürler. Bu ışığa bağımlı reaksiyonlarda su gibi uygun maddelerden elektronları almak için bir miktar enerji kullanılır. Sudan elektron alınmasının sonucu olarak su oksijen ve hidrojene parçalanmış olur. Suyun bölünmesiyle salınan hidrojen kısa süreli enerji kaynağı olarak hizmet veren iki başka bileşiğin oluşturulmasında kullanılır; indirgenmiş nikotinamid adenin dinükleotid fosfat (NADPH) ve adenosin trifosfat (ATP-hücrelerin "enerji para birimi"). Kabaca söylemek gerekirse Fotosentez yapabilen her canlı bu yolla kendi yaşamı için gereken besini ve dolayısıyla enerjiyi sağlıyor.

Şimdi farkındaysanız fotosentezi tarif ederken hiç bir yerde güneş kelimesi kullanmadım. Bunun nedeni fotosentezin doğrudan güneşe değil ışığa bağlı olması. Peki bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor ki fotosentez güneş olmadan bile yapılabiliyor. Eğer siz su, karbondioksit ve mor yada kırmızı ışık sağlayan bir alete sahipseniz güneş olmadığı zaman bile bitkilerin fotosentez yapmasını sağlayabilirsiniz. Günümüzde artık bu üç etkeni bir araya getirerek yerin 30 metre altında kurulan seralarda sebze ve meyve yetiştirebiliyoruz.



Peki güneş olmadan fotosentez nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlamak için Kalvin döngüsü, Aydınlık Evre Reaksiyonları, Karanlık evre reaksiyonları gibi kavramları anlamamız gerek.
Fotosentez tek kademede gerçekleşen büyük bir reaksiyon değildir. Bazıları ışığa doğrudan bağımlı olan, bazıları da  ışığa bağımlı olmadan iki kademede gerçekleşir. Bu kademelerden 1.si aydınlık evre, 2.si ise karanlık evredir.
Işık enerjisinin soğurulmasıyla başlayan fotosentezde iki önemli olay vardır. Bunlardan birincisi aydınlık evrede gerçekleşen ışık enerjisinin kimyasal enerjiye çevrilmesi, ikincisi de karanlık evrede gerçekleşen CO2 nin organik bileşiklere dönüşmesidir.

Aydınlık Evre Reaksiyonları

Fotosentezin aydınlık evre reaksiyonları ışık varlığında gerçekleşir. Kloroplastın granasında ışık enerjisi yardımıyla ATP sentezlenir. Bu olaya fotofosforilasyon denir. Aydınlık evrede görev alan enzimler ferrodoksin, plastokinon,sitokrom ve NADP dir. Aydınlık evre reaksiyonları devirli ve devirsiz fotofosforilasyon olmakla  iki kısımda incelenir. Kısacası aydınlık evre  reaksiyonları doğrudan ışıkla etkileşime bağlıdır. 

Karanlık  Evre Reaksiyonları

Karanlık evre reaksiyonlar ise fotosentezde ışığa ihtiyaç duymadığı halde ışıklı devre reaksiyonlarının ürünlerine ihtiyaç duyan kimyasal reaksiyonlardır. Işık direkt olarak kullanılmadığı için bu evreye “karanlık” denmiştir. Bu evre sıcaklık değişimlerinden etkilenir. Aydınlık evrede sentezlenen ATP, NADPH2 ler ve H2O ların bir kısmı karanlık evrede tüketilir.
Bu aşama kloroplast stromasında gerçekleşir. Tepkimeleri için ışığın enerjisine ihtiyaç duyulmaz, bu nedenle sadece ışıkta değil karanlıkta da meydana gelirler. Karanlık faz reaksiyonları, glikoz ve diğer organik maddelerin oluşumuna yol açan (havadan gelen) ardışık karbondioksit dönüşümleri zinciridir. Bu zincirdeki ilk reaksiyon karbondioksit fiksasyonudur. Akseptör karbon beş karbonlu şeker ribuloz bifosfattır ve ribuloz bifosfat karboksilaz enzimi tarafından katalize edilir. Ribuloz bifosfatın karboksilasyonunun bir sonucu olarak, hemen iki fosfogliserik asit (FHA) molekülü  halinde ayrışan kararsız altı karbonlu bir bileşik oluşur. Daha sonra, fosfogliserik asidin bir dizi ara ürün yoluyla glikoza dönüştürüldüğü bir reaksiyon döngüsü gerçekleşir. Bu reaksiyonlar, hafif fazda oluşan ATP ve NADPH2 enerjilerini kullanır. İşte bu reaksiyonların döngüsüne "Kalvin döngüsü" denir. (6CO2 + 24H + + ATP → C6H12O6 + 6H2O.)
Glikoza ek olarak, fotosentez sürecinde amino asitler, gliserol, yağ asitleri ve çeşitli karmaşık organik bileşiklerin diğer monomerleri oluşur.
 
Karanlık evrede gerçekleşen olaylar;
  • CO2 kloroplasta girince 5 C lu ribulozdifosfatla (RDP) birleşir ve 6 C lu kararsız ara bileşik oluşur.
  • Bu bileşik H2O yardımıyla hemen ikiye ayrılır ve iki molekül 3 C lu fosfogliserik asite (PGA) dönüşür.
  • PGA lerin her birine aydınlık evrede oluşan ATP lerden birer tanesinin fosfatı bağlanır ve 3 C lu difosfogliserik asit (DPGA) oluşur.
  • Aydınlık evrede oluşan NADPH + H+ lerin hidrojenleri DPGA ya bağlanır ve 3 C lu fosfogliseraldehit (PGAL) oluşur.
  • PGAL lerin bir kısmı 6 C lu bir şeker olan fruktoza dönüşür.
  • Fruktoz daha sonra izomeri olan glikoza dönüşür.
  • PGAL lerin bir kısmı da aydınlık evrede oluşan ATP lerin geri kalanlarının fosfatlarını alarak ribuloz difosfata (RDP) dönüşür.
  • RDP molekülleri yeni bir karanlık evreyi başlatır.
  • Karanlık evredeki dönüşümler için gerekli enerji  aydınlık evre reaksiyonlarında fotofosforilasyonla sentezlenen ATP den, hidrojenler ise devirsiz fotofosforilasyonda fotoliz olan H2O nun hidrojenlerini taşıyan NADP H2 den sağlanır.  Özetleyecek olursak karanlık evre reaksiyonlarında direk işığa gerek duyulmaz.

Kalvin döngüsüyse fotosentez sırasında kloroplast'ta gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar kümesidir. Bu döngü karanlık evre reaksiyonları içindedir çünkü Güneş ışığından enerji sağlandıktan sonraki bölgede yer alıyor. Kelvin döngüsünü en etkili kullanan bitkiler Crassulaceae familyası üyesi olan bitkilerdir. Bunlara CAM bitkilerde deniliyor. CAM- Crassulacean Asit Metabolizması. Bu bitkilere genellikle kurak bölgelerde yetişen sukkulent (su depolayan) türlerini örnek verebiliriz (kaktüs gibi). Bu bitkiler stomalarını gece açar ve gündüz kapatır. Gece boyunca açılan stomalar karbonu solarak depolar. Gündüzleri stomaların kapanması su kaybını önler, aynı zamanda karbon solumunu da önlemiş olur. Bu tür bitkiler geceleri açık stomalardan CO2 alırlar ve onu bir dizi organik aside dönüştürürler. Organik asitler sabah saatlerine kadar vakuollerde biriktirilirler. Gündüz Kalvin döngüsü için ATP ve NADPH üretilince bir gece önceden oluşturulan organik asitlerden CO2 serbest bırakılır. Onun için doktorlar yatak odalarında kaktüs gibi bitkilerin bulundurulmasını şiddetle tavsiye ederler zira geceleri karbonla nefes alan bu bitkiler bir nevi  fotosentez yapmış oluyorlar.  
Doğru diye bilinen başka bir yanlışta insanların dünyamızın oksijen kaynağının ağaçlar olduğunu zannetmesidir. Genellikle dünyanın akciğerleri ormanlardır deniliyor. Oysa bu doğru değildir.  Dünyanın oksijen kaynaklarının oranları şu şekildedir:
  • Fitoplanktonlar ve Denizel Bitkiler: %70
  • Ağaçlar/Ormanlar, Otlar, Çimler ve Diğer Karasal Bitkiler: %28
  • Diğer Kaynaklar: %2

Görüldüğü üzere dünyamızın oksijen üretiminin büyük çoğunluğunu sularda yaşayan canlılar karşılıyor.  Karasal bitkilerin oksijen üretme oranındaki düşük rakamlara sahip olma nedenlerinin başındaysa karasal bitkilerin bütün hücrelerinin fonksiyonlarını sürdürebilmesi için kendi ürettikleri oksijeninin önemli bir kısmını solumak zorunda kalmaları geliyor. İşte bu nedenle sürekli atmosfere oksijen pompalanmasına rağmen aşırı oksitlenme dediğimiz (gereğinden çok fazla oksijen üretme) şey yaşanmıyor. Zira bitkiler kendi ürettikleri oksijenin büyük bir kısmını yine kendileri tüketiyorlar. Yapılan bazı bilgisayar simülasyonlarının verileri gösteriyor ki tüm, ama tüm, aklınıza gelebilecek karasal bitkileri organizmaları yok etsek dahi dünyanın oksijen seviyesinde keskin inişler yaşanmaz ve bizler yani insanlar hiç bir solunum problemi (havasızlık) yaşamayız.

Wisconsin Üniversitesi jeologu Shanan Peters şöyle diyor:
Tüm canlılık yok olsaydı bile neredeyse hiçbir değişim yaşanmazdı. Geriye sadece insanlar kalsaydı, solunum konusunda hiçbir problem yaşamadan varlığımızı sürdürmeye devam ederdik. Muhtemelen besin kaynağı bulmakta zorlanırdık; ancak hava bulmakta zorlanmazdık.

Pennsylvania Üniversitesi'nde misafir akademisyen olan jeokimyacı Dick Holland şöyle diyor:
"Öyle görünüyor ki, oksijen ilk olarak 2,7 ila 2,8 milyar yıl önce üretildi. Yaklaşık 2,45 milyar yıl önce atmosferde ikamet etmeye başladı. Oksijen üreten organizmaların ortaya çıkışı ile atmosferin gerçek oksijenlenmesi arasında önemli bir zaman aralığı varmış gibi görünüyor."

Peki aşırı sıcak ve süper yoğun kitlelerin çekirdeğinde ortaya çıkan oksijen dünyamızda nasıl oluştu? Cevap, fotosentez yapabilen siyanobakteriler veya mavi-yeşil algler olarak bilinen küçük organizmalardır. Peki Pennsylvania Eyalet Üniversitesi'nden yerbilimci James Kastingin dediği gibi "Neden yüzde 10 veya 40 yerine yüzde 21'de dengelendi?” Aslında bunu anlamak için birazda oksijenin dünyamızdaki oluşum sürecine bakmamız gerek.
 
Büyük Oksijenlenme Olayı öncesinde yani günümüzden 3.85 ila 2.45 milyar yıl önce tüm canlılık anaerobikti. Bu anaerob canlılık içinde yalnızca oksijene tolerans gösterebilen türler yaşayabildi. 2.4 milyar yıl önce hiç oksijen yoktu. 2.4 milyar yıl sonrasından kalma kayaçlara baktığımızda ise, artan oksitlenme olayını görebilmekteyiz. Sadece 500 milyon yılda atmosferik oksijen oranları %5 dolaylarına çıktı. Günümüzden 500 milyon yıl kadar önce %19 seviyesine, 350 milyon yıl kadar önce %32 seviyesine ulaştı. Bu dönemden kalma canlılar %32 oksijen bulunması nedeniyle devasa boyutlara ulaşabilmeyi başardılar. Çünkü dokularının  bol miktarda oksijene erişimleri vardı. Ancak bu iri canlıların sayısının hızla artması ve ekolojik değişimlere bağlı olarak bu seviyeler inmeye başladı ve o gün bugündür azalma sürüyor. Şu anda atmosferimizdeki oksijen oranı %21 dolaylarındadır. Yani anlayacağınız dünyamızdaki oksijen düzeyi sabit değildir, aksine azalmaya doğru ilerlemektedir. Tabi bunun en büyük nedenlerinden biri de bizleriz, yani insanlar. Kısacası İklim, volkanlar, levha tektoniği, canlılığın farklı boyutlarda fazla oksijen tüketimi gibi çeşitli etkenler uzun zaman dilimlerinde oksijen seviyesinin düzenlenmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Fakat yine de hiç kimse, jeolojik kayıttan herhangi bir zamanda atmosferin kesin oksijen içeriğini belirlemek için kaya gibi sağlam bir test yapmış değildir.

Sonuç olarak bitkiler ve organizmaların fotosentez yapabilmesi için direk olarak güneşe değil ışığa gerek duyar. Zira güneş olmadan da yerin metrelerce altında yapılan ışıklandırma yardımıyla bitkiler fotosentez yapabiliyor. Bu nedenle Tekbir suresinin 17 ve 18. ayelerinde sabahın (dolayısıyla güneş ışınlarının) nefes getirmesi fikri fotosenteze bağlanamaz zira güneş ışınlarına (sabaha) gerek duymadan da fotosentez yapılabileceğini artık biliyoruz. Demek ki Kur'an'ın Allah'ı 1400 yıl önce ayet gönderirken günümüzde güneşe gerek duymadan fotosentez yapılabileceğini bilmiyordu. Boşuna demiyoruz bilim ve teknoloji geliştikçe Tanrılar gücünü kaybediyor diye..

KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


KUR'AN'IN SİRİUS YILDIZI MUCİZESİ (!)

Modernist Müslümanlar Kur'an'ın insan  tarafından yazılamayacağını kanıtlayabilmek için her zaman türlü türlü mucizeler üretmişlerdir. Bu makale belki de üretilen onca mucize iddiasından en kötüsü hakkında. Önceki yazılarımda denizlerin karışmaması, evrenin genişlemesi gibi farklı konuları da işlemiştim. Fakat bu Sirius mucizesi tam anlamıyla bir saçmalık.

Öncelikle Müslümanların mucize iddiasına göz atalım.
Müslümanlar Kur'an'ın 53. suresi olan Necm (yıldız) suresinin 49 ve 9. ayetlerinde bir mucize olduğunu ve bu mucizenin Sirius yıldızının yörünge periyoduyla alakalı olduğunu iddia ediyorlar. Surenin ismi yıldız olduğu için 49. ayette bahsi geçen Si'râ'nın Sirius yıldızı olduğunu söylüyorlar.

53/Necm suresi
49: وَاَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرٰىۙ  Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur. 
9: فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ   Mesafe iki yay kadar veya daha yakın oldu.

Bu meal Diyanet İşlerinin eski mealidir. Öncelikle belirtelim ki 49 ayette yıldız diye bir ifade yok. Bu yıldız kelimesi parantez içinde yazılması gerektiği halde öyle yazılmamış. Neyse ki Diyanet eski mealindeki hatayı düzelterek yeni mealinde “Şüphesiz O, Si’râ’nın Rabbidir.” şeklinde çeviri yapmıştır.  

Diyanet işlerinin sırayla ilgili konuda ne söylediğine göz atalım:
Gerek sözlüklerde gerekse tefsirlerde şi‘rânın bir adının da mirzem olduğu, Cevzâ’dan (İkizler burcu) sonra doğduğu ve doğuşu sırasında yüksek bir hararet taşıdığı belirtilir. Hurmaların olgunlaşması için fazla sıcaklık beklendiğinden Araplar arasında, “Şi‘râ doğunca onu hurmalık sahibine sor” sözü yaygındır. Bazı Araplar şi‘râ kelimesinden büyük köpek takım yıldızını, bazıları da Cevzâ burcunda yer alan mirzemi anlardı. Aslında şi‘râ bir çift yıldız olup bunlardan güneye düşene şi‘râ-yı Yemâniyye, kuzeye düşene şi‘râ-yı Şâmiyye denirdi. Asıl şi‘râ samanyolunun ve büyük köpek (orions dog, canis major / avcı köpeği) takım yıldızının en parlak yıldızı olan şi‘râ-yı Yemâniyye’dir. Nitekim Batlamyusçu Grek astronomisinde şi‘râ büyük bir köpek resminin ağzında gösterilmiştir. Şi‘râ-yı Şâmiyye ise küçük köpek (canis minor) takım yıldızı içinde yer alır. Şi‘râ-yı Yemâniyye’ye abûr, şi‘râ-yı Şâmiyye’ye gumeysâ adı da verilmiştir. Câhiliye dönemi inancına göre bunlar Süheyl (Orion) yıldızının kız kardeşleridir. Diğer yıldızların aksine şi‘râ-yı Yemâniyye semayı enine kateder (ubûr) ve bu sebeple ona abûr denir. Diğer bir inanca göre şi‘râ Süheyl’in eşi olup onunla bitişikti. Süheyl şi‘râdan ayrılıp Yemen tarafına doğru aşağıya inmiş, bunun üzerine şi‘râ da samanyolunu geçip Süheyl’in peşinden gitmiş ve bundan dolayı abûr ismini almış, yalnız kalan şi‘râ-yı Şâmiyye ağlamaktan gözleri çapaklandığından ona da gumeysâ (gözleri çapaklı) adı verilmiştir.
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Diyanet işleri ansiklopedisinde Şira'nın bugün astronomideki ismiyle Sirius b yıldızı olduğunu iddia ettiğini görüyoruz. İddialarına delil olarak ta cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasını gösteriyorlar:
Câhiliye Arapları genellikle şi‘râya büyük önem verir, dünya üzerinde etkili olduğuna inanır, bazı kabileler ona tapardı. Araplar içinde ona ilk tapanın Ebû Kebşe el-Huzâî olduğu söylenir (Âlûsî, XXVII, 69-70). Bir rivayete göre müşrikler, Hz. Peygamber’in kendi dinlerini reddedip yeni bir din tebliğ etmesini Ebû Kebşe’nin şi‘râya tapmasına benzetip ona “Ebû Kebşe’nin oğlu” demişlerdir. Şi‘râya hangi kabilelerin taptığıyla ilgili kesin bilgi yoksa da bu konuda Lahm, Kureyş, Huzâa, Kays Aylân, Gassân, Gatafân ve Himyer kabilelerinin adları geçmektedir. Ancak ağırlıklı görüş Huzâa’dan başkasının ona tapmadığı yönündedir (M. Tâhir İbn Âşûr, XXVII, 151)
[https://islamansiklopedisi.org.tr/sira]

Müslümanlar bu iki ayette bahsi geçen Şira'nın Sirius yıldızı olduğunu ve Necm 49-9. ayetlerinin numarasının Sirius'un yörünge periyodunun zamanına işaret ettiğini iddia ediyorlar. Şimdi bu iddianın neden hatalı olduğuna bakalım.
Öncelikle Necm suresinde bahsi geçen Şira'nın yıldız dahi olduğu muammadır. Zira dediğim gibi ayette yıldız diye bir ifade geçmiyor. Sadece Şira deniliyor. Ve bu Şira'nın Sirius olması da yalnızca Müslümanların iddiası. Genellikle Müslümanlar Şira'nın Arapçada Sirius anlamına geldiğini söylüyorlar fakat sözlüğe baktığımızda Sirius'un Arapça yazılışıyla Şira'nın yazılışı tamamen farklı:
Şira: الشِّعْرٰىۙ ≠ Sirius: سيريوس

Arap dil bilimciler Kur'an'da kullanılan Şira kelimesinin “saç” anlamındaki Şa‘r kökünden türediğini söylüyor. Parlak bir yıldız olarak ta tanımlayanlar var fakat genellikle Şi‘râ'yı “saçlı” mânasında kullanılan Arapça asıllı bir kelime olarak kabul ediyorlar. Yalnızca şarkiyyatçılar kelimenin Grekçedeki Sirius isminin Arap versiyonu olduğunu iddia ediyorlar. [1]

Kur'an'da cins isim olarak yıldızlar için Necm kelimesi kullanılmış fakat 49. ayette özel isim olarak Şira kullanılmış iddiası da yine Müslümanlarca ortaya atılıyor. Sahih hadis kaynaklarında bu isme rastlanmamaktadır.
Hani Müslümanlar "bir kelimeyi anlamak için Kur'an'ın diğer ayetlerini de hesaba katarak bakmak gerek" derler ya, bizlerde şimdi aynı kelimenin cümle içindeki yapısına göre aynı formda fakat farklı harekeli olanları için El-Mu'cem El-Müfehres'e bakacağız. [2]

Bakara / 9 يَشْعُرُونَۜ: yeş’urûn(e)- farkında  -Fiil + Zamir
Bakara / 12  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlayanlardan -Fiil + Zamir
Bakara / 154 تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e)-siz farkında -Fiil + Zamir
Bakara / 158 شَعَٓائِرِ: şe’âiri -nişanları- İsim
Bakara / 198  الْمَشْعَرِ: l-meş’ari -Meş\ar-i-  İsim
Âl-i İmrân / 69 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değiller -Fil+ Zamir
Mâide / 2 شَعَٓائِرَ: şe’â-ira  işaretlerine  -İsim 
En’âm / 26  يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında- Fiil + Zamir
En’âm / 109 يُشْعِرُكُمْۙ: yuş’irukum-şuurunda -Fiil + Zamir
En’âm / 123 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ama farkında değillerdir -Fiil + Zamir
A’râf / 95 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında Fiil + Zamir
Yûsuf / 15 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) –farkında -Fiil + Zamir
Yûsuf / 107 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Nahl / 21 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûne -bilmezler -Fiil + Zamir
Nahl / 26 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-ummadıkları Fiil + Zamir
Nahl / 45 يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)ummadıkları -Fiil + Zamir
Nahl / 80 وَاَشْعَارِهَٓا: ve eş’ârihâ-ve kıllarından-Bağlaç + İsim + Zamir
Kehf / 19 يُشْعِرَنَّ: yuş’iranne -sezdirmesin -Fiil + Nûn-u Te'kid
Enbiyâ / 5 شَاعِرٌۚ: şâ’irun -şa\irdir-İsim
Hac / 32 شَعَٓائِرَ: şe’âira- nişanlarına İsim 
Hac / 36 شَعَٓائِرِ: şe’âiri-işaretleri- İsim 
Mü’minûn / 56 يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-onlar farkında Fiil + Zamir
Şu’arâ / 113 تَشْعُرُونَۚ: teş’urûn(e)-düşünürseniz Fiil + Zamir
Şu’arâ / 202يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkında olmazlar Fiil + Zamir
Şu’arâ / 224وَالشُّعَرَٓاءُ: ve-şşu’arâuve -Şa\irler Bağlaç + İsim
Neml / 18يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)- farkında olmayarak Fiil + Zamir
Neml / 50يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerdi Fiil + Zamir
Neml / 65يَشْعُرُونَ: yeş’urûne- bilmezler Fiil + Zamir
Kasas / 9يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-anlamıyorlar Fiil + Zamir
Kasas / 11يَشْعُرُونَۙ: yeş’urûn(e)-farkına varmadan Fiil + Zamir
Ankebût / 53يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-farkında değillerken Fiil + Zamir
Yâsîn / 69الشِّعْرَ: şşi’ra-  şiir  -İsim
Sâffât / 36لِشَاعِرٍ: li-şâ’irin- bir şair için Harf-i Cer + İsim
Zümer / 25يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e)-hiç farkına varmadıkları Fiil + Zamir
Zümer / 55تَشْعُرُونَۙ: teş’urûn(e)- farkına varmadan Fiil + Zamir
Zuhruf / 66يَشْعُرُونَ: yeş’urûn(e) -farkında değillerken Fiil + Zamir
Hucurât / 2تَشْعُرُونَ: teş’urûn(e) farkında olmazsınız Fiil + Zamir
Tûr / 30شَاعِرٌ: şâ’irun   - bir şa\irdir    -İsim
Necm / 49الشِّعْرٰىۙ: şşi’râ  - Şi\ra\nın  Sirius -Özel İsim
Hâkka / 41شَاعِرٍۜ: şâ’ir(in) -bir şa\irin -İsim

Gördüğünüz gibi bir tek Necm suresinde özel isim olarak kullanılmış, diğer tüm ayetlerde aşağı yukarı “farkında değiller” “şair” gibi manalarda kullanılmış. Necm süresinde bu kelimeye özel isim denilerek Sirius'a atfedilmesi yalnızca cahiliye Araplarının bu yıldıza tapmasıyla ilgili kesin olmayan rivayetlere dayandırılmıştır.

Gelelim Necm suresindeki ayetlerin rakamlarıyla Sirius yıldızının yörünge periyodunun anlatıldığı mucizesine (!).

Öncelikle eğer ilgili ayette Sirius yıldızından bahsediliyorsa bile, bahsi geçen yıldızın (Şira'nın) yörünge periyodu "49 yıl 9 aydır" diye bir ifade yok.  Müslümanlar Necm süresinin 49 ve 9. ayetlerinin rakamlarından sondakini (49) öne öndekini de (9) sona koyarak Sirius yıldızının yörünge periyodu olan 49 yıl 9 ayı simgelediğini ve bunun bir mucize olduğunu iddia ediyorlar. Eğer bu ayetlerin numaraları vasıtasıyla bir zaman dilimi anlatılmak istenseydi bunun ardıcıllık prensibi üzerinden olması gerekirdi. Rakamların yerlerini değiştirmek zorlayarak mucize yaratma çabası içine girildiğinin bir göstergesidir.

Meselenin komik tarafıysa Sirius yıldızının yörünge periyodu aslında 49 yıl 9 ay değildir. Bunun nedeni kasıtlı olan bir yanıltmadır. Şimdi dikkatlice izleyin. Google'da Sirius yazdığımızda Wikipedia'da bu yıldız hakkında detaylı bilgi çıkıyor. Fakat Türkçe Wikipedia sayfası İngilizceden çevrilirken kasıtlı bir hata (!) yapılmıştır.

Sirius | Wikipedia İngilizce [a]
Sirius is a binary star system consisting of two white stars orbiting each other with a separation of about 20 AU[e] (roughly the distance between the Sun and Uranus) and a period of 50.1 years. The brighter component, termed Sirius A, is a main-sequence star of spectral type early A, with an estimated surface temperature of 9,940 K. Its companion, Sirius B, is a star that has already evolved off the main sequence and become a white dwarf. Currently 10,000 times less luminous in the visual spectrum, Sirius B was once the more massive of the two.

Sirius | Wikipedia Türkçe [b]
Sirius birbirlerinden 20 astronomik birim uzaklığında (yaklaşık Güneş ile Uranus arasındaki uzaklıkta), birbirleri çevresinde tam olarak 49.9 yılda dönen iki beyaz yıldızdan oluşan bir çift yıldızdır. Sirius-A adı verilen, parlak olan bileşen, tayf türlerine göre yapılan yıldız sınıflandırma sisteminde A1V sınıfında bulunan yüzey ısısı tahminen 9.940 Kelvin olan bir anakol yıldızıdır. Yoldaşı Sirius-B ise yıldızsal evrimini tamamlayarak beyaz cüce haline gelmiş bir anakol yıldızıdır. Kütlesi bir zamanlar Sirius-A’dan daha büyük olan Sirius-B görsel tayfta 10.000 kez daha az parlaktır.

Tüm yabancı dillerde (Rusça, İtalyanca, İspanyolca) 50 veya 50.09 gibi rakamlar aktarılırken Türkçe çeviride bu süre 49 yıl 9 ay olarak çevrilmiştir. Sirius ile ilgili Türkçe Wikipedia sayfasının sonuna “kutsal metinlerde Sirius”  isimli bölüm ilave edilerek Kur'an'daki bahsi geçen sahte Sirius yıldızı mucizesini yerleştirmişler. İşte bu yüzden Kur'an'ı eleştirilerden kurtarmak için İngilizce orjinal metinde yazan 50.1 yıllık zamanı 49.9 yıl olarak yazmışlardır. Gerçi bunu çok göze çarpmasın diye açıkça görülen yere değil, sözlerin arasına sıkıştırmışlar. Zira altta vereceğim veriler de Türkçe çeviri sayfasından alınmıştır. Şimdi orada Sirius'un yörünge perioduyla ilgili verilen zamana bakalım:

Sirius [b]

Sirius yada diğer adıyla Beyaz yıldız, Büyük Köpek Takımyıldızı içerisinde bulunan Sirius a ve Sirius b olarak isimlendirilen bir çift yıldızdır. Şimdi Sirius yıldızı hakkındaki verilere bakalım. [3]

Gözlem verileri
Takım Yıldızı Büyük Köpek Takımyıldızı
Sağ Açıklığı 06 h 45 m 08.9 s
Dik Açıklığı 16° 42′ 58.017″
Görünür Kadiri (V) Sirius-A:−1.47 / Sirius-B: 8.44
Karakteristik Özellikleri
Tayf Türü (Yıldız sınıflandırma) Sirius-A: A1V / Sirius-B: DA2
U-B Renk Ölçeği Sirius-A:−0.05 / Sirius-B: −1.04
B-V Renk Ölçeği Sirius-A:0.01 / Sirius-B: −0.03
V-I Renk Ölçeği ?
Değişkenlik Hiçbir
Astrometrik Nitelikleri
Tayf Dikeyhız −7.6 km/s
Özdevim RA: −546.05 mas/yıl
Aralık: −1223.14 mas/yıl
Iraklık Açısı 379.21 ± 1.58 mas
Uzaklığı 8,6 ışık yılı
Mutlak Kadiri (MV) Sirius-A: 1.42 / Sirius-B: 11.33
Görsel Çift Yörüngesi
Yoldaşı α CMa B
Yörünge Periyodu (Dönüş Süresi) (p) 50.09 yıl

Gördüğünüz gibi Sirius yıldızının yörünge periyodu Türkçe kaynaklarda 49. 9 yıl değil 50. 09 yıldır.
İngilizcede bu zaman dilimi 50.1284 ± 0.0043 şeklindedir. Bu da yuvarlak rakam yapmamız gerekirse aşağı yukarı 50.1 yıla denk geliyor. Kur'an'da bahsi geçen Şira, Sirius yıldızı olsa dahi yörünge periyodu (dönüş süresi) türlü zorlamalarla Kur'an'dan çıkarılan zaman dilimine uymuyor. Ayrıca Kur'an'da net bir zaman verilmiyor, sadece Müslümanlar Necm suresindeki ayetlerin rakamlarının yerlerini değiştirerek kendilerince bir zaman dilimi ortaya çıkarıyorlar. Bu da ortaya çıkarılan zamanın Kur'an'ın (Allah'ın) değil de Müslümanların iddiası olduğu anlamına geliyor.

Meselenin bir başka tutarsız tarafıysa "Necm suresi 49. ve 9. ayetlerin numaraları Sirius yıldızının yörünge periyoduna bir işarettir" diyebilmemiz için bu ayetlerin bir biriyle ilişkisi olmak zorundadır. Fakat ayetlerin nüzul sıralarına ve tefsirlerine baktığımızda Necm suresi 9. ayetin yıldızla hiçbir alakasının olmadığını görüyoruz. İslam alimleri bu ayeti tefsir ederken genellikle burada anlatılan “Kabe kavseyn” ifadesini Muhammed'in Cebrail'den vahiy alma ve Miraç olayıyla ilişkilendiriyorlar.  

Diyanet işlerinin Necm suresi 9. ayetinin tefsirinde neler söylediğine göz atalım:
“Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır: a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. 

“O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye çevrilen 9. âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c) Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, –mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında gerçekleşmiştir.

“O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil, Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.
[Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 195-165]

SONUÇ

Necm suresi 49. ayette bahsi geçen Şira, Sirius olsa bile bu ayette cahiliye Araplarına bir cevap vardır. Nitekim cahiliye Araplarının yücelik olarak taptıkları Şira yıldızının dahi sahibinin Allah olduğu belirtilmiş olabilir. Fakat Necm suresi 9.ayetinin yıldızla, onun yörüngesiyle veyahut yörünge periyoduyla bir ilişkisi yoktur. Necm 49. ve 9. ayetlerinde tamamen farklı şeyler anlatılıyor. Nitekim 9. ayetin önüne ve arkasına baktığımızda Diyanet İşlerinin tefsiri daha mantıklıdır. Yani anlayacağınız bu tamamen saçma ve zorlama olarak ortaya atılan bir mucize iddiasıdır ve hiçbir tutarlılığı yoktur. Sadece birilerinin çeviri yaparken kasıtlı olarak sayılarla oynaması ve Müslümanlarında bunu teyit etmeden doğru diye insanlara sunması hem Müslümanları hem de dini komik duruma sokuyor. Bu sahte mucize örneğinde bir daha şahit oluyoruz ki Müslümanlar konu mucize olduğu vakit her türlü bilgiyi doğru diye kabul edip teyit etme zahmetinde dahi bulunmuyorlar.

BAKTERİLERİ ALLAH YARATMADI MI?

Yazan: Kirpi


BAKTERİLERİ ALLAH YARATMADI MI?

Evrende var olan her şeyin yaratıcısı olarak Kur'an'da Allah ifade edilir. Oysa bunun gerçekten böyle olduğunu kimse ispat edemez. Örneğin biri size atomu ben parçaladım derse ona soracağınız ilk soru nasıl parçaladın olurdu değil mi? Zira bir şeyi senin yaptığını ve yahut yapmadığını teyit etmenin en kısa yolu nasıl yaptığını bilmek. Bu kural neredeyse her yerde geçerli. En basitinden bir suç işleyen dahi o suçu nasıl işlediğini anlatmayınca ve anlattığın şekil gerçekten ispatlanmadığı sürece suçu işleyen kişi olarak kabul edilmezsin. Kur'an'da da aynı mantığın işlemesi gerek. Allah her şeyi kendisi yarattığını iddia ediyorsa nasıl yarattığını izah etmek zorunda. İzah ettiği yer ise kendi kitabı olan Kur'an olmak zorunda. Çoğu Müslüman bu eleştiriye "işte bilim Allah'ın nasıl yarattığını anlatıyor" gibi ütopik cevaplar veriyorlar.

Bilim göreceli bir kavramdır ve sürekli değişir. Bilimde bir şeyin yaranma şekli bu gün doğru olarak kabul edilse dahi yarın bunun yanlışlanamayacağının garantisi yok. Fakat Kur'an'a baktığımızda Allah'ın yasalarında (sünnetullah) hiç bir değişimin olamayacağını görüyoruz.

“...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın.”(17.İsra’: 77)
“...Sünnetullâh’ta asla değişme bulamazsın!” (48.Fetih: 23)
“...Sünnetullâh için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın!” (35.Fâtır: 43)

Göreceli ve sürekli değişen bilimin değişmeyen sünnetullah'ı (Allah'ın yasasını) açıkladığını iddia etmek mantık hatasıdır. Bu yüzden bizler Allah kendi yarattıklarını nasıl yarattığını Kur'an'da açıklamak zorunda, zira iddia sahibi kendi olduğu için iddianın ispatıyla yükümlü olan da kendisidir. Meselenin bir başka tarafıysa bilim Allah'ın her şeyi nasıl yarattığını açıklıyor diyen Müslümanlar bilimin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmiyorlar.  Allah'ın insanları yer yüzünde tutması için yer çekimini yarattığına inanıyorlar ama her ne hikmetse bilimin de kabul ettiği evrim teorisini kabul etmiyorlar. İşte bu çifte standarttır. Ya bilimin tamamına (şu an elimizde olan veriler üzerine kurulu olan kanunlara) inanacaksın yada tamamını reddedeceksin, bunun orta yolu yok. Kur'an'a baktığımızda Allah'ın yaratılış şeklinin temel görseli şu şekildedir:

kün feyekün = ol der, o da hemen oluverir (Bakara 117, Enam 73, Nahl 40) 
Fakat bu kavramın kendisinde bile sorun var. Örneğin Hadid suresinde göklerin ve yerin yaratılış şekli anlatılırken şöyle diyor: 
“O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadid 4)

Bu yalnız Hadid suresinde geçmiyor. Araf 54, Yunus 3, Hud 7, Furkan 59, Secde 4, Kaf 38 gibi ayetlerde de altı gün ibaresi geçiyor. Şimdi Ol deyince olduran Allah neden altı gün zaman sarf etmiş ki?  Bu eleştiriye Müslümanlar genellikle şöyle cevap veriyorlar:

Hikmeti bildirilmese bile, biz anlamasak bile olduğu gibi inanmak lazım. Müslümanın yapması gereken de, Müslümana yakışan da budur. (http://www.dinimizislam.com)

İşte Müslümanların temel inancı şu şekildedir. Hikmetini anlamasak bile inanmak zorundayız. Af buyurun ama ben anlamadığım şeye inanmam.
Neyse konumuzu fazla uzatmadan esas meseleye geçelim.
Zariyat suresi 49. ayete baktığımızda her şeyin çift yaratıldığı gibi bir iddiayla karşılaşıyoruz.

Zâriyât Suresi 49. Ayet (Diyanet İşleri Meali (Yeni))
وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.

Ayetin önünde (كُلِّ شَيْءٍ) külli şey-in – diye bir kelime kullanılmış. Bu her şeyden anlamına geliyor ki evrende var olan ve Allah tarafından yaratılan her şeyi içinde barındıyor. Ayetin devamında (زَوْجَيْنِ) zevceyni diye bir ifade daha kullanılmış ki asıl tartışma konusu olan bölüm burası. Bu kelime Arapçada ÇİFT anlamına geliyor. Ve yine Arapçada  bu kelime cinsiyet içinde kullanılıyor. Peki bu ayette kullanılan zevc kelimesi hangi manada kullanılmış? Müslümanlar genellikle şöyle bir şey söylüyorlar: Bir kelimenin Kur'an'da hangi anlamda kullanıldığını bilmemiz için Kur'an'ın başka ayetlerinde o "kelimenin hangi manalarda kullanıldığına bakmamız gerek."     Şimdi bizde aynısını yaparak zevc kelimesinin Kur'an'ın başka hangi ayetlerde ve hangi manalarda kullanıldığına göz atalım.
Zariyat suresini saymazsak bu kelime Kur'an'da 3 yerde daha kullanılmıştır.

Hûd Suresi 40. Ayet
حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ قُلْنَا احْمِلْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ اٰمَنَۜ وَمَٓا اٰمَنَ مَعَهُٓ اِلَّا قَل۪يلٌ
Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (sular coşup taşınca) Nûh’a dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift,( اثْنَيْنِ زَوْجَيْنِ min kullin zevceyni-śneyni) bir de kendileri hakkında daha önce hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen ile iman edenleri ona yükle.” Ama, onunla beraber sadece pek az kimse iman etmişti.

Mü’minûn Suresi 27. Ayet
فَاَوْحَيْنَٓا اِلَيْهِ اَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَاِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ فَاسْلُكْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْۚ وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ
Bunun üzerine Nûh’a, “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre o gemiyi yap” diye vahyettik. “Bizim emrimiz gelip de tandır kaynamaya başlayınca, (sular coşup taştığında Nûh’a) dedik ki: “Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift,( مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ min kullin zevceyni-śneyni) bir de kendileri aleyhinde daha önce hüküm verilmiş olanlardan başka aileni gemiye al ve zulmeden kimseler hakkında bana hiç yalvarma! Şüphesiz onlar suda boğulacaklardır.”

Ra’d Suresi 3. Ayet
وَهُوَ الَّذ۪ي مَدَّ الْاَرْضَ وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ وَاَنْهَارًاۜ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ ف۪يهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır.( زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ fîhâ zevceyni-śneyn) O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.

Gördüğünüz gibi kelimelerin geçtiği her yerde Diyanet İşleri cins kavramı üzerinden çeviri yapmış nitekim doğru olanda bu zaten. Örneğin Nuh Allah'ın emriyle büyük selden önce gemiye hayvanlardan ve bitkilerden türler (çiftler) aldığında erkeklik ve dışılık kavramı üzerinden çiftler almış. Çünkü sel çekildikten sonra bu hayvanlar ve bitkiler yeniden karaya çıkarılacak ve yaşam tekrardan başlayacaktı. Onun için Diyanet İşleri de mantıklı olanı yaparak ilk 3 ayeti göz önünde bulundurup Zariyat 49 ayetindeki zevc kelimesini erkek ve dışı çiftler olarak çevirmiştir.

Şimdi Diyanet İşlerinin Zariyat suresinin 49. ayetinin tefsiriyle ilgili neler söylediğine bakalım:

Müfessirler “her şeyden çift çift yaratma”nın anlamını açıklarken daha çok “gece-gündüz, erkek-dişi, yer-gök, insan-cin, iman-küfür, ay-güneş” gibi karşıtlık örnekleri üzerinde durmuşlardır. Taberî bunu “Cenâb-ı Allah’ın her yarattığının yanı sıra amaç ve işlevi itibariyle ondan farklı bir ikincisini yaratması” şeklinde anlamanın uygun olacağı kanaatindedir. Yine Taberî’nin izahına göre burada esas amaç Allah’ın yaratma sıfatına dikkat çekmektir. O’nun yaratmasını –meselâ ateşin yakma özelliği gibi– tek sonuçlu olarak algılamamak gerekir, O dilediği her şeyi dilediği biçimde yaratma gücüne sahiptir (XXVII, 8-9). Elmalılı, bu konudaki görüşleri özetledikten sonra, Beyzâvî’nin “her cinsten iki nevi bulunduğu” tarzındaki yorumunu öncekileri de içine alması itibariyle daha kapsamlı bulur. (Kaynak- Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 133-135)

Diyanet işleri tefsirinde zevc kelimesini her şey ibaresiyle yan yana işlendiği için bir tek erkek ve dışı olarak değil hemde zıtlık teşkil eden çiftler (gece-gündüz, iman-küfür) içinde  geçerli olduğunu söylüyor. Amenna. Bunda bir sorun yok. Fakat bizim sorumuz  kavram ve işlevsel olarak zıtlık teşkil eden çiftlerle bağlı değil cinsiyet içeren erkek ve dışı çiftleriyle alakalı. Fakat burada bir not düşelim.

Not: Diyanet İşlerinin belirttiği gece-gündüz, iman- küfür gibi misaller de tam olarak doğru değil. Peki neden? Eğer Zariyat suresi 49. ayette her şey denildiğinde bunun içerisine hem cinsiyet hemde zıtlıklar dahil oluyorsa o halde zamanın zıttı nedir? Zamanı Allah yaratmadı mı? Zamanda yaratılan her şeyden biriyse o zaman ayete göre onunda bir zıt kavramı olması gerek.
Taberi'nin söylediği “Cenâb-i Allah’ın her yarattığının yanı sıra amaç ve işlevi itibariyle ondan farklı bir ikincisini yaratması”  tefsirine göre de bildiğimiz zamanın yanı sıra amaç ve işlevi itibarıyla bildiğimiz zamandan farklı olan çiftini yaratması gerek değil mi? Böyle bir zıtlık olmadığı için ayetin tam olarak cinsiyet (erkek dışı) olarak çiftlerden bahsettiği aşikar.
Şimdi Kuranın başka ayetlerinde de zevc kelimesinin kullanma şeklini göz önünde bulundurarak ve yine Diyanetin tefsirini esas alarak  Zariyat suresi 49. ayette kullanılan zevc kelimesinin erkek ve dışı olarak anlamamızda hiç bir sakınca olmadığını görüyoruz. Sorumuza geçmeden önce birazda bakterilerin ne olduğuna kısa bir şekilde göz atalım.

BAKTERİLER

Öncelikle biyolojide bakterilerin nasıl tanımlandığına bakalım:

Bakteri- toprakta, suda, canlılarda bulunan, mayalanmaya, çürümeye ya da hastalıklara yol açan, küresel, silindirimsi ya da kıvrık biçimde olan, çok basit yapılı, bölünme yoluyla çoğalan, klorofilsiz, tekgözeli canlılardır.

Bakteriler ilk kez 1976 yılında Antonie van Leeuwenhoek [1-2] tarafından kendi tasarımı olan tek mercekli mikroskop yardımıyla keşfedilmiştir. Onlara "animalcules" (hayvancık) adını takmış, gözlemlerini Kraliyet Derneği'ne (Royal Society'ye) yazılmış bir dizi mektupla yayımlamıştır. [3][4][5] Bacterium adı çok daha sonra, 1838'de Christian Gottfried Ehrenberg tarafından kullanıma sokulmuş, Antik Yunanca "küçük asa" anlamına gelen βακτήριον -α (bacterion -a)'dan türetilmiştir. [6] Latince kullanımıyla Bacteria, bakteri sözcüğünün çoğulu, bacterium ise tekilidir. Bakterilerin cinsiyeti (erkek-disi) yoktur ve eşeysiz üreme yoluyla çoğalırlar. [7]

Peki nedir eşeysiz üreme? Eşeysiz üreme [8] tek bir organizmadan yalnızca bu organizmanın genlerini alarak yeni bir canlı üremesidir. Bu üreme yönteminde ploitlik [a] görülmez. Yani eşeysiz üremelerde Otomiksis [b] haricinde herhangi bir kromozom birleşmesi ve yeni bir canlı yaratılması gerçekleşmez. Ortaya çıkan canlı ana canlının genetik olarak birebir kopyalanmış halidir. Eşeysiz üreme arkea, bakteri ve protistler gibi tek hücreli organizmalar için ana üreme yoludur. Birçok bitki ve mantar eşeysiz ürer.

Müslümanlara bakterilerin erkek ve dişilerinin bulunmadığını söylediğinizde genellikle bakterilerdeki F-faktörünü delil olarak sunarlar. Bunun sebebi de bilim çevrelerinde F-faktörüne daha iyi anlaşılması için erkeklik dişilik faktörü denmesidir. Peki nedir F-faktörü?

Bazı bakterilerde F faktörü [8] (fertilite=döllenme) faktörü bulunur. Bu F faktörü bakterilere vericilik özelliği sağlar ve bu nedenle F faktörü taşıyan bu bakterilere erkek, F faktörü taşımayanlara ise dişi bakteri denir. Bu erkek ve dişi ayrımı alıcı ve verici olan bakterileri daha iyi algılamak için kullanılır. Aslında bir plazmit olan F faktörünün bir hücreden diğerine geçişi sex pilusları aracılığı ile olur. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için plazmitin ne olduğunu anlamamız gerek.
Plazmit 9-kendi kendini eşleyebilen, kromozomdan ayrı bir DNA parçasıdır. Tipik olarak dairesel ve çift sarmallıdır. Genelde bakterilerde, bazen ökaryotlarda da bulunur.

1: Kromozomal DNA , 2: Plazmidler

Plazmidler öyle sandığınız gibi X ve Y (erkek dışı) kromozomları değil. Her plazmid kromozomdan bağımsız olarak kopyalanmasını sağlayan bir DNA dizinine sahiptir. İşte bazen bakterilere selektif (antibiyotiğe karşı direnç) avantajlar sağlaması da plazmidlerin kromozomdan bağımsız olan DNA yapısına sahip olmalarıdır. Dolayısıyla plazmidler Bakteri kromozomundan (DNA’sında) ayrı olarak replike (bölünüp çoğalma, yenilenme) olurlar. Ve bunun erkeklik ve dişilik sağlayan kromozomlarla herhangi bir ilişkisi yok.

Aslında bu yanlış anlamanın bir diğer nedeni de Bakteriyel konjugasyondur. Bakteriyel konjugasyon çoğu zaman hatalı olarak cinsel birleşmenin ve üremenin bir benzeri olarak gösteriliyor. Bunun nedeni de Bakteriyel Konjugasyon zamanı DNA aktarımının doğrudan hücresel bir temas yoluyla aktarılıyor olmasıdır. Oysa bu süreç cinsel değildir zira eşey hücreler [c] birleşerek bir zigot [d] oluşturmaz. Olay sadece verici bir hücreden (f-faktörü taşıyan erkek) alıcı bir hücreye (f-faktörü taşımayan dişi) genetik malzeme aktarımından ibarettir ve bu aktarım zamanı hücresel yani fiziki bir temasta bulunmasıdır.[10] Ayrıca Konjugasyon olabilmesi için verici bakterinin konjugatif, yani hareket ettirilebilir bir genetik unsura sahip olması gerekir, bu çoğu zaman bir konjugatif plazmittir. Yani bakterilerde f-faktörü bildiğimiz anlamıyla erkeklik ve dışılık ayrımı oluşturmaz. F-faktörü bakterinin bulundurduğu plazmidlere göre hangisinin alıcı hangisinin verici olduğunu teyit etmek için kullanılan bir terimdir. Cinsellikle uzaktan yakından bir alakası yoktur.

Özetleyecek olursak Zariyat 49'da çift diye kullanılan genel mananın içinde bulunan erkeklik ve dişilik ayrımı bakterilere uymuyor. Zira bakteriler erkek ve dişi olarak ayrılmıyorlar.

Müslümanlar Zariyat 49'u eleştirilerden kurtarmak için bir teori daha üretmişler. Teori şöyle.
Evrende maddenin bir karşıtı yani anti-maddesi vardır. Bu durumda maddeden yaratılan her şeyin (bakteriler de dahil) anti maddesi (karşıtı, eşi, çifti) vardır. Bu teorilerine ünlü fizikçi Stephen Hawking'in [11] şu sözlerini kanıt olarak sunuyorlar:

“Zamanın daha kısa tarihi” kitabında şöyle der: “Karşıt parçacıklardan yapılmış karşıt Dünyalar ve Karşıt insanlar olabilir. Yani eğer karşıt benliğinizle karşılaşırsanız, el sıkışmayın, büyük bir ışık patlaması içinde ikinizde kaybolabilirsiniz.”

Teorinin anti madde kısmı doğru. Zira Paul Dirac [12] denklemiyle maddenin karşıtı bir anti-maddenin var olduğu ortaya çıktı. Fakat Hawking'in sözleri bir teoridir, yani ispatlanmış bir şey değildir. Nitekim Hawking kitabında "olmalıdır" yahut "vardır" demiyor "OLABİLİR"  diyor. Bugüne kadar antimaddeden oluşan dünyalar, insanlar, bakteriler hakkında herhangi elle tutulur bir kanıt bulamadık. Bunlar daha çok teorik düzeyde var olan şeyler. Yani dünyamızda maddeden oluşan bir bakterinin evrenin başka bir yerinde antimaddeden oluşan bir çiftinin olduğu henüz ispat edilmiş bir şey değildir. Onun için bahsi geçen teorinin hiçbir bilimsel tutarlılığı yoktur.

SONUÇ: Konumuzu kısaca özetleyecek olursak:
1: Evrendeki her şeyi Allah'ın yarattığını söylememiz için o şeylerin nasıl yaratıldığını Kur'an'ın detaylarıyla izah etmesi gerek. Bilim Allah'ın yaratma şeklini açıklayacak bir araç olamaz. Zira sürekli değişkendir. Bilim yalnızca Kur'an'da anlatılan yaratılış şeklinin doğru olup olmadığını test etmek için kullanabileceğimiz bir araçtır.
2: Hikmetini bilmesek bile inanmalıyız tezi yanlıştır. Zira İsra 36'ya göre bir şeye inanmak için onun hakkında kesin bilgiye sahip olmamız gerek.
3: Zariyat 49'da kullanılan zevc kelimesini Kur'an'ın bütünüyle ele aldığımızda bir tek zıtlıkların çifti değil cinsiyet anlamında, erkek ve dişi olarak da çift manası taşıdığı görülüyor. Bizim sorguladığımız yönü tam olarak erkek ve dişi olarak yaratılan çiftlerdir. Nitekim ayetin önünde kullanılan (كُلِّ شَيْءٍ) külli şey-in ibaresi Allah'ın yarattıklarından sadece biri olan bakterileri de kapsıyor. O zaman bakterilerin erkek ve dişi olanlarını göstermek zorundasınız.
4: Evrende maddedinin bir karşıtı yani anti maddesi mevcuttur, Zariyat 49 bunu anlatıyor tezi de yanlıştır. Bu tezi savunmak için evrenin her hangi bir yerinde anti-maddeden oluşan bir bakteri türü göstermeniz gerek. Kısacası Zariyat 49'da her şeyi yaratmış olan Allah'ın kendi yarattıkları içinde bakterilerden habersiz olduğu görülüyor.

EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 2

Yazan: Evrim Işığı


EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 2


Zihin Karmaşası

Geçmişten bu günümüze ulaşan ve geleceğe de el atan evrimsel zihin karmaşası. Evrimsel süreci bir topluluğa kabul ettirmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bunun nedeni evrimi ütopik bir olay olarak anlatmaktır. Aynı zamanda yer çekimine inanmayan bir insana bunu ispatlamak cebindeki bozuk parayı havaya atmak kadar kolaydır. Evrimi ispatlamak için bilimsel çalışmalara başvurulmalıdır. Örneğin bakterilerin antibiyotik karşısında nasıl direnç gösterdiklerini, günümüz hastalığı olan COVİD-19 virüsünün nasıl kolayca engellenemediğini, nasıl üreyebildiklerini ve ciddi şekilde evrimleştiklerini gösteren, kanıtlayan bilgiler sunmak gerekir.

COVİD-19

Az önce de belirttiğim gibi evrimin en güncel örneğidir. Virüsler yakın tarihte keşfedilmişlerdir. Yapısal olarak incelendiğinde ise hem canlı hem de cansız özellikler göstermektedir. Bunun yanımda kendilerinde DNA RNA gibi bazı yapıların dışında bir şey bulunmaz. Virüsler çok hızlı mutasyon geçiren varlıklardır. Kendi başlarına aktif değillerdir. Ancak bakteri gibi bazı hücrelere hücum ederek içlerine girer ve aktifleşirler. İnsan vücudun da ortalama 1.5 kg bakteri bakteri bulunur. Bu da virüsler için bulunmaz nimettir elbette. Korona virüsü havada asılı kalabilen virüs çeşitlerindendir. Bu nedenle her daim maske takmak korunmak açısından şarttır. Yapılan çalışmalar gösterdi ki virüsün yayılmaya başladığı noktada yaşayan insanlarda(yarasaların yaşadığı mağara etrafındaki yerleşimler) bu virüse karşı bağışıklık sistemi gelişmiştir. Aslında bu da evrimin en büyük örneklerindendir. Evrim olayları karmaşık ancak hepsi birbirini takip eden mekanizmalardır.

Evrimsel Aile Kavramı

Doğada yalnızca yaşayan canlıların evrimi yoktur. Duyguların, düşüncelerin ve daha birçok şeyin evrimi mevcuttur. Örnek verecek olursak aile içi hiyerarşik düzeni ele alabiliriz. Baba-anne-çocuklar olmak üzere bir düzen mevcuttur. Bu durum toplumdan topluma değişiklik gösterse de bu hiyerarşik düzene uyulmaması aile içi geçimsizliği doğurur. Evrimsel süreçte uyum çok önemlidir. Doğada bu hiyerarşik sıralamayı görmek oldukça kolaydır.

İnsan Hayvan Değildir

Bunun cevabı aslında nettir. İnsanı doğadan ayıramayız. Taksonomi sınıflandırmasında memeli hayvanlar içinde bulunuruz. Doğada zeka gibi bazı unsurlarca en gelişmiş canlı olsak bile neticede “Sapiens” bir hayvandır.

Bebeklikten Yaşlılığa Evrim

Az önce de dediğim gibi evrim yalnızca biyolojik olarak ilerlemez. Örneğin sosyolojik, psikolojik gibi birçok dalda da ilerler.
 Bebeklerde doğumdan önce ve sonra psikolojik evrim gözlenir. Örneğin geçimsizlik yaşanan bir evde büyüyen bireyin gençlik zamanındaki davranışları normaliteden farklı olabilecektir. Halk arasında “çocuktur anlamaz” klişe lafı tamamen yanlıştır. Aslında tam tersi insanlar özellikle 0-7 yaş arasında gördüğü, duyduğu ve öğrendiklerini bilinçaltına kazır ve büyüdükçe bu bilinçaltı sonuçları neticesinde psikolojik evrim gözlenir. Psikolojiye etki edenler yalnızca bunlar da değildir. Genetik faktörleri de unutmamak lazım. Ancak genetiği ev ortamında ayarlayamayacağımız için diğer faktörlere oldukça dikkat etmek gerekir. Bu nedenle benim görüşüm birey yetiştirilirken psikologlardan destek alınmalıdır.

Evrim Değil Adaptasyon

Başlıktan da anlaşılacağı üzere adaptasyon, modifikasyon, mutasyon gibi olayları kabul eden insanlar evrimi kabul edemiyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden birincisi evrimi ütopik bir olay gibi anlatmaktır. Bir diğeri ise eğitim sisteminde evrimin açıklayıcı anlatımı oldukça azdır. Okullarda kitap, makale okuma alışkanlığı, sorgulama ve yorum yeteneği gibi önemli değerlerin kazandırılması lazımdır. Aksi takdirde adaptasyona inanıp evrime inanmayanlar bitmeyeceklerdir. Aslında bu saydığım olaylar evrimin bir parçasıdır.

Kitlesel Evrim

Kitlesel evrim bir nevi adaptasyondur. Örneğin avcı-toplayıcı kitlesi yerleşik hayata geçince  birçok özelliği de bununla beraber keşfetmiş, yani evrimleşmişlerdir. Hayatta kalmak için ekilen buğday, ısınmak için yakılan ateş, kolay avlanmak için geliştirilen tuzaklar..... Hepsi birer birer evrime neden olmuştur. Örneğin ateş bulununca etleri çiğ olarak tüketen kitle pişirerek yemeye başlamıştır. Bu da çene kemiği ve dişler gibi birçok yapıyı değiştirmiştir. Kısacası evrimi tetikleyen olaylar illa ki doğadan gelecek diye bir kaide yok. Bizim buluşlarımız da evrimi tetikler ve yön verir.

Maymunlar Neden İnsan Olmuyor?

Bu sorunun yanıtı defalarca kez verildi ancak en sık sorulan sorulardan birisi olduğundan tekrardan ele almak istedim. Darwin evrim ağacı tek atadan kollara ayrılan türleri simgeler. Maymunlar ve insanlar bir koldan ayrılan iki türdür. Yani ataları ortaktır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki bu ortak ata genomu maymun genomundan çok insan genomuna benzerlik gösteriyor. Bunun gibi benzerlik yakalanması genom haritalarının çıkartılıp karşılaştırılması ile olur. Evrimsel süreç bizlere bağlı olduğu gibi doğaya da bağlıdır. Hatta doğaya bağlılık oranı bizlerin icatlarına bağlılık oranından çok daha yüksektir. Bu nedenle şuan ki maymunlar neden insan olsun ? Herhangi bir Doğal Afet yok. Gök taşı yağmuru, buzul çağı, dünyanın oluşması... Bunlar gibi birçok ciddi sebep yok. Aynı zamanda bölüm birde de bahsettiğim gibi makro ve mikro evrimler vardır. Yani şuan ki herhangi bir canlıda mikro bir evrim gözlense dahi bunu çıplak gözle görebilmek çokta mümkün değildir. Makro evrim ise mikro evrimsel süreçlerin birleşmesi ile oluşur. Örneğin dişinizin birisi düşmek üzere. Dişinizdeki bir kan damarının ve bir sinirin o dokuyu besleyememesi ya da beslememesi mikro bir evrimdir. O dokuyu besleyen bütün damarların ve sinirlerin kopması sonrasında düşen diş ise makro bir evrimdir. Mikro bir evrimde dişiniz olduğu yerde duruyordur. Ancak doktora gittiğinizde belirli tetkikler sonucu ne olduğunu söyleyebilir. Oysa ki mikro evrimde siz dişin düşeceğini tahmin edemediniz. Ancak makro evrimde bütün besleyici damarlar ve sinirlerin işlevi bittiğinde dişiniz düştü ve siz rahatça çıplak gözle bunu görebildiniz. İşte evrimsel süreçlere güzel bir örnek.

Bilim Güvenilirse Bilgiler Neden Değişiyor?

Bilimsel bilgiyi güvenli kılan en büyük sebep tam da budur aslında. Aynı zamanda bilimsel bir bilgi deney ve gözlemlere dayanır. Popular Science gibi akademik makale dergilerinde ya da bazı akademik internet sitelerinde yapılan deneylerin sonuçlarını, fotoğraflarını hatta videolarını bile görmek mümkündür. Bilim, canlı bir mekanizmadır. Sürekli olarak hareket halinde, değişir ve gelişir. İnsanın hayatı anlama çabasıdır aslında. Çok uzun zamandan beri sorgulayan insan, yaşadığı coğrafyanın nasıl oluştuğunu, nelerin izlerini taşıdığını, hangi zamanlardan geçtiğini ve üzerinde neler bulundurduğunu anlamlandırmaya çalışır. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte bilimsel alanda yapılan çalışmalar daha güvenilir ve daha detaylıdır.

“Bilimin güzel tarafı ona insansanız da inanmasanız da gerçek olmasıdır.”
“Neil DeGrasse Tyson”

Bilimsel makaleler ve yapılan çalışmalar her zaman tartışmaya açıktır. Bu da doğruluğunun göstergesidir.

Evrimi Anlamanın Kısa Yolları

Aslında böyle bir durum mümkün değildir. Evrimi anlamakta kısa yollara başvurulursa bazı bilgiler eksik ve yetersiz kalacaktır. Bu da evrimi tam anlamı ile anlamayı zorlaştıracaktır. Makalelerimi takip ederek evrimsel olayları ve sonuçlarını açıklayıcı biçimde öğrenebilirsiniz. Bunun yanında Charles Darwin “Türlerin Kökeni”,”Sapiens” gibi önemli evrimsel süreç kitaplarını da okuyabilirsiniz. BBC News gibi akademik makale sitelerinden yapılan çalışmalara ulaşabilir ve sorularınızın yanıtını bulabilirsiniz. Belgeselleri takip edip doğayı anlayabilirsiniz. Bunların hiçbiri size evrimi kısa yoldan öğretmez ancak daha net biçimde anlamanızı sağlar. Makalemi okuyan siz değerli bilimsever insanlar, sorularınıza yanıt bulmak için yorum kısmına sorularınızı yazıp bana ulaştırabilirsiniz. Böylelikle aklınızdaki evrim sorularının yanıtlarını bulabilirsiniz.

“Believing in science is understanding life...”

Özetle toparlayacak olursak evrim mekanizmaları biyolojik, kültürel, psikolojik dalların yanı sıra birçok farklı durumda da hayatımızın tam ortasındadır. Milyonlarca yıldır süregelen ve rayından hiç çıkmayan evrim mekanizmaları bu gün olduğu gibi yarında, insanlar inansalar da inanmasalar da devam edecektir....

Bölüm 1 için tıklayınız.

EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 1

Yazan: Evrim Işığı


EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 1


Okudukça düşünmeye başladığım, düşündükçe daha çok öğrenme arzusu uyandıran bir konu: Evrim...

Üzerine sayısız teori söylense de bu gün en kabul görülen teori sahibi Charles Darwin dir. Darwinizm düşünce yapısı var olmuş, var olan ve var olacak bütün canlıların evrimsel süreçten  geçtiğini ortaya koyar. Kimi insanlar bu teoriyi yok saysa da (büyük bir kesimi dini bütün olanlar) bu teorinin doğruluğu bilim camiasında çoktan kabul görmüştür. Aynı zamanda Darwinizm bir felsefe, evrenimizi anlama çabasıdır. Nitekim “Bilim” diye adlandırdığımız ve çoğu insan tarafından elindeki cep telefonu kadar bilinen bir konunun kökenleri oldukça eskiye dayanır. Felsefe ve sorgulamak “Bilim” dediğimiz olguyu doğurmuştur.

Darwinizm düşünce yapısı bilime muazzam katkıları olan bir düşünce yapısıdır. Tabii ki daha önce değindiğim gibi Darwin den başka evrim teorileri ortaya atan olmuştur. Bunların içinde elbette yaratılış teorileri de vardır. Ancak beni genel olarak etkileyen, Darwin den başka bir teori ortaya koyan kişi ise Lamarck'dır.
Lamarck düşünce savunucularının en çok değindiği ve temel biyoloji kitaplarında da yer alan “Kuyruk Sokumu” teorisidir. Durup bir an düşününce insana oldukça doğru gelse de yine en iyi ve en ayrıntılı açıklayan Charles Darwin dir.

“Kuyruk Sokumu” diye tabir ettiğim teoriden biraz bahsedelim. Bu teoride Lamarck “Kullanılan organ işler ve evrimleşirken kullanılmayan organ çürür” demiştir. Bunun üzerine tabi ki kanıt olabilecek “Kuyruk Sokumu” durumu ortaya atılmıştır. Eskiden atalarımız yırtıcı düşmanlardan korunmak, meyve toplayıp karınlarını doyurabilme gibi sebeplerden dolayı ağaçları sık tercih ederlerdi. Bu sebeplerden dolayı tıpkı şu anki maymunlarda görülen kuyruklara sahiplerdi. Çünkü bu organ hayatlarını kolaylaştırıyor ve hatta canlarını kurtarıyordu.

Zamanla yerleşik hayata geçiş, korunma beslenme gibi alışkanlıkların başka yollarla yapılması ve yırtıcılara karşı farklı savunma sistemleri geliştirmeleri ile “Kuyruk” diye adlandırılan organ çürüdü. Bu çürüme şu an zannedilen gibi bir çürüme değildir. Bu çürüme zamanla (oldukça uzun bir zaman) İşlevsiz kalan organ yapısındaki DNA'lardan bilgi aktarımı ile oluşan bir yok oluştur. Kim bilir belki de onlarca yıl sonra şu anki sahip olduğumuz “Kuyruk Sokumu” tamamen yok olacak veya başka bir şeye evrimleşecek...

Aslında tüm evrim olayını anlamak budur: “Doğal Seçilim”.

Evrim üzerine atılan sayısız teorilerin yanı sıra elbette ki onlarca soru da ortaya çıkmıştır. Özellikle de halk arasında, din adamları arasında ve bazı sosyal medyada dolaşan ünlü insanlarca iddia edilen “evrim çürütüldü”, “evrim yoktur” gibi söylemleri ve sorulan soruların bazılarını bu bölümde detaylıca inceleyip açıklığa kavuşturmaya çalışacağız...

1-Evrim Çürütüldü İddiası:
Bu iddiayı genel olarak daha çok din adamlarından duymaktayız. Lakin evrim teorisi Charles Darwin den 1000 yıl önce Müslüman bilim adamı olan “Basralı El Cahiz” tarafından da ortaya atılmıştır. Bunun yanı sıra evrim teorisinde sürekli olarak incelemeler yapılmıştır. Ve hala Charles Darwin evrim teorisini destekleyen onlarca bulgu bulunmaya devam ediyor. Yani şu anda laboratuvar ortamında açık bir şekilde evrim olayını gözlemliyoruz. Hatta yapılan deneylerin bazıları araştırma sitelerinde halka açık şekilde paylaşılıyor. Hal böyle iken evrimi çürütme ihtimali çok düşük bir ihtimal oluyor. Ancak bilim insanları Charles Darwin doğru bir teori ortaya attı deyip körü körüne inanmaz! Bu gün yapılan deneyler ve gözlemler neticesinde farklı bir durum söz konusu olursa, yeni hipotezler elbette ki ortaya atılır. Bilim ve bilim insanları asla yeniliğe kapalı değildir. Bu nedenle körü körüne bir durumu savunmazlar.

2-Evrim Yoktur:
Evrimin olmadığını bilimsel açıdan açıklayamayanlar biyoloji bilgisi iyi olmayan insanlardır. Aksi takdirde ciddi bir bilim insanının onlarca deneyler ve gözlemlerle ispatı sağlanmış evrimi yok sayması nadir görülür. Evrim her an, her dakika işlemektedir...

Evrim belirli bir zaman işlemiş sonra da durmuş bir mekanizma değildir. Evrim şu anda senin, benim ve çevrende gördüğün tüm canlılığın devamlılığını sağlayan bir mekanizmadır. Bu gün seni ortaya çıkaran durum tamamen evrimsel sürecin bir parçasıdır. Evrim doğruluğu kabul görülen muazzam bir sistemdir.

3-Genlerin Aklı Var Mıdır ?
Evrimsel süreci yalanlayanların en büyük dayanak noktası sandıkları bir durumdur. Aksine bir bilim insanı “Bu genin aklı yok nasıl davranır” diye bir durumu çok ta düşünmez. Çünkü sebebi doğal seçilimdedir. Ve bilimsel bir bilgi ne böyle düşünülerek oluşturulur ne de böyle çürütülür.

Genlerin bir aklının olmasına gerek yoktur. “Baksana ne güzel 2 kolum var” diye söylenilen durumları bolca duyarsınız. Aslında bu olay tamamen insanın kendi psikolojisi ile alakalıdır. Evrimsel süreç sana “Al iki kolun olsun” demez. Bu olay tamamen yaşanılan yere ve şartlara göre değişkendir. Aslında sen iki kolun var sanıyorsun. Lakin bu iki kol mutlak değil değişkendir. Çevresel faktörler ve bazı şartlar altında ileri süreçte belki başka bir kol daha oluşumunu tamamlayacak ya da iki kolumuzdan birisi oluşumunu yitirecek.(Bu süreç tahmini olamayacak kadar uzundur.) Burada daha anlaşılır olması için bir örnek üzerinden inceledim. Çevrenizde gördüğünüz bütün canlılıkta bu durum geçerlidir.

4-Üstün Irk Ve Üstün Canlı: İNSAN
Herhangi bir ırk genom haritası çıkarıldığı zaman net bir şekilde gözlemleniyor ki hiçbir ırk %100 oranda o ırka ait genomlar taşımaz. Irk kavramı tamamen insan işidir. Biyolojide buna yer yoktur. Canlılığın sınıflandırılmasında belirgin ve seçici özelliklere bakılır. Sapiens üstün bir canlı olarak kabul görülse de özüne baktığımızda pek bir anlamı kalmıyor. Az önce de belirttiğim gibi evrim mutlak bir rayda ilerlemez. Evrimin tek hedefi “Hayatta kalma ve üreme olayıdır.” Bu durumun penis-vajina ile mi yoksa A-B organlarıyla mı olacağını umursamaz. Aynı şekilde evrim farklı bir rayda ilerleyip sapiens yerine x canlısını da şu anki bulunduğumuz konuma getirebilirdi. Evrimsel sürecin işleyiş tarzına yavaş yavaş değinmeye başladım. İlerileyen bölümlerde de inceleyeceğiz. Şimdi bir başka soru ile devam edelim.

5-İnsanlar Nasıl Maymundan Geldi?
Bu soru defalarca açıklanmış olsa da hala soruyu soranlar olduğu için ben de değinmek istedim.
Evrim teorisi sanıldığının aksine yalnızca insan ve maymunlar için işlemez. Örneğin hiçbir insan şu anki kuşların atasının geçmişte yaşamış kanatlı dinozorlar olduğunu sormuyor. Hatta o dinozorların da atalarının karadaki dinozor olduğunu sorgulamıyorlar. Neden kuşların atalarını da sorgulamak yerine yalnızca kendi atalarının sorusunu soruyorlar? Bu sorunun cevabı çok basit: “Ego”

Genel itibariyle insanlar ara türleri görmeden ve geniş çaplı incelemeden kendisine ve maymuna bakıp bir yargıya varıyor. Ancak bu durum tamamıyla yanlıştır. Hal böyle olunca bir yaratılışı kabul etmek ve evrimi tamamen hiçe saymak daha iyi oluyor. Aynı zamanda daha da kolaydır. İnsanımızın çoğu araştırmayı, okumayı ve öğrenmeyi sevmeyerek yetiştiriliyor. Çocuklarımıza okumayı ve her şeyi sorgulamayı öğretmeliyiz. Aksi taktirde evrimi yalnızca maymundan gelmek sanıp, at gözlüğü ile hayata bakmaya devam edecektir...

6-Evrim Her An İşliyorsa Neden Aynıyız ?
Az önce de değindiğim gibi evrim sürekli olarak devam eden bir mekanizmadır. Bu arada şunu da belirtmek isterim ki bazı konuları ve durumları daha iyi anlaşılır kılabilmek ve akılda kalıcılığı sağlayabilme adına birçok yerde değineceğim. Evrimsel süreçte  direk olarak başka bir şeye dönüşme mümkün değildir. Evrim bir araç gibidir. Yavaş ilerleyen ama tam ve emin adımlarla ilerleyen bir araç. Çok yavaş ilerlese bile net ve muazzam sonuçları gözlemleniyor. Bu nedenledir ki görülemeyen ufak değişikliklerin(Bunlar yaşam tarzına çevreye vs bağlıdır) bir araya gelmesiyle ciddi değişimler gözleniyor.
Ufak çaplı değişimler olduğunda ise bunlar “Ara Tür” olarak adlandırılıyor. Bu olayın daha iyi canlanması için resmini çizecek olursak şu şekilde düşünebiliriz:

Örneğin saçınızı uzatıyorsunuz. Her gün aynaya bakıp duruyorsunuz. Günlük ortalama 0.5 cm uzadığını varsayarsak sizin bunu gözle görme ihtimaliniz oldukça düşük hatta yok denilecek kadardır. Ancak bu 0.2 cm'ler 1 yıl sonunda ciddi ve gözle görülür değişiklik yaratır. Aynı zamanda direk olarak bir yıl sonunda ki halini almadığı için yadırganacak bir durum da olmaz. Bu şekilde evrimi ne her gün aynada görürüz ne de ciddi değişiklikler olduğunda yadırgarız.

Ancak bir yıl önceki resimlere baktığınız zaman çok ciddi değişiklik olduğunu ve saçınızın oldukça çok uzadığını daha net görürsünüz. Yapılan arkeolojik kazılarda bulunanlar ise sizin fotoğraflarınız ile aynı görevi üstlenir. “Geçmişi Görmek” Belki de bundan yüzlerce yıl sonra arkeologlar kazılarda bizleri bulacak ve “Biz bu insanlardan evrimleşmişiz” diyecekler...

Evrim Teorisini bölüm bölüm açık ve en doğru biçimde anlatmama katkı sağlayan “Din Ve Mitoloji” ye saygılarımla..

Bölüm 2 için tıklayınız.

AVUSTRALYA'DAKİ YANGINLAR ALLAH'IN CEZASI MI?

Yazan: Kirpi


AVUSTRALYA'DAKİ YANGINLAR ALLAH'IN FELAKETİ Mİ?


BBC'de yer alan habere göre, yerli Aborjin halkının yaşadığı Anangu Pitjantjatjara Yankunytjatjara (APY) bölgesinin yerel idaresi, pazar günü başlatılan deve itlafının beş gün sürdüğünü ve 5 bin yabani devenin öldürüldüğünü açıkladı.
APY yerel yönetimi, hayvan hakları savunucularının tepkilerine karşın bölgede yaşanan kuraklığı gerekçe göstererek develeri itlaf etme kararı almıştı.
Müslüman hayvan severler hemen Kurandaki deve ayetini delil getirerek Avustralya'nın başına gelen yangının Allah'tan gelen bir bela olduğunu konuşmaya başladılar.

Hud Suresi, 64. ayet: "Ey kavmim, size işte bir ayet olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük vermek niyetiyle dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir."
A'raf Suresi, 77. ayet: Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Salih'e de şöyle) dediler: "Ey Salih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vadettiğin şeyi getir, bakalım.

Ayette Allah delil olarak bir deve veriyor ve insanlardan ona dokunmamalarını istiyor. Fakat insanlar bu emre itaatsizlik yaparak deveyi öldürüyorlar.  Bundan sonra Allah Semud kavmine üç gün mühlet verip ardından onları topyekun helak ediyor.
(Kaynaklar: Neml suresi 49-83 ayetler. Taberi, Camiul-Beyan, Mısır 1968, VIII, 224 vd.; İbn Kesir, a.g.e., III, 434 vd.; İbnu'l-Esir, a.g.e., İ, 89)

Müslümanlar bu hadisleri ve ayetleri delil getirerek Avustralya'daki yangınların Allah'ın gönderdiği bir felaket olduğunu iddia ediyorlar.  İşin garip tarafı bu mantığa göre Allah 5 bin deve için gönderdiği belada milyonlarca hayvanı öldürüyor.

DÜNYA DOĞAYI KORUMA VAKFI (WWF)

Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) Avustralya, yaptığı en son açıklamada 1,25 milyar hayvanın hayatını kaybettiğini tahmin ettiklerini belirtti.

Yani Allah 5 bin devenin kısasını 1.25 milyar hayvan öldürmekle almış oldu, ki onların içerisine develerde dahil. Belayı veren Allah insanları cezalandırayım derken milyonlarca hayvanı ve ağacı cezalandırıyor. Belli ki hayvanlara kızmış neden deve kardeşleriniz korumadınız diye. Tabi ki bu bir şaka, asıl meselemize dönecek olursak geçenlerde bir Müslümanla tartışmam esnasında bana "develeri öldürmek gerekmiyordu en azından başka türlü değerlendirebilirlerdi" dedi. Farklı değerlendirmeye örnek vermesini istediğimde "mesela keserek etlerini deve eti tüketen Müslüman ülkelere satabilirlerdi" dedi. Fakat benim “sen kafir devletin kestiği eti yer misin,” sorumun üzerine bana “Müslüman devletlere verseydiler onlar kesip etini değerlendirebilirdiler” diye cevap verdi.  Şimdi komik olan şu. Su kaynaklarını korumak ve kontrolsüz çoğalmasını kontrol altına almak için develerin avlanacağını bir ay önceden duyurmuştular. Hangi Müslüman devlet develeri bize verin biz en iyi şekilde değerlendirelim dedi? Avustralya hükumetine  böyle bir talepte bulunan bir tane Müslüman devleti oldu mu? Tabi ki HAYIR. Şimdi siz talepte bulunmadığınız halde neden develeri öldürdünüz diyemezsiniz? Avustralya da yaşayan insanların deve eti yeme kültürü olmadığı için onları kesip etini satmak diye bir seçenek olamaz ortada. Ayrıca develerin avlanmasına yaygara koparan aktivistler yarın o develer yüzünden azalan su kaynakları için yaygara koparacaktı. Beni yanlış anlamayın ben hayvan katliamını hoş gören biri değilim. Fakat eğer bariz bir sorun varsa ve onun çözüm yolu hayvanların kontrolsüz çoğalmasının önlemini almaktan geçiyorsa buna karşı çıkmam.

Zaten APY Yönetim Kurulu üyelerinden Marita Baker, "İnanılmaz bir sıcak altında sıkışıp kalmıştık. Dışarı dahi çıkamıyorduk. Develer her yeri işgal etmişti. Klimalardan dahi su içiyorlardı. Sokaklar develerle dolmuştu. Çocuklarımızın güvenliği için endişeliydik" derken Avustralya hükumeti "İtlafa son seçenek olarak başvuruldu. Operasyon sırasında hayvanların acı çekmemesi sağlandı" diyor. Yani tamamen zorunlu bir olay, bir çiftçinin ürünleri korumak için tarlayı basan bazı canlıları itlaf etmesi gibi.

Avustralya'da orman yangınları neredeyse her yıl görülen bir şey. Fakat bu yangının büyük bir coğrafyayı etkilediği ve önceki yangınlardan büyük olduğu doğru. Peki yangınların sebebi ne? Bu konuda bir kaç teori var. Kuraklık, rüzgarlar , şimşekler, kundakçılık, kazalar ve HOD. Kundakçılık ve kazalar konusunda her hangi bir bulguya rastlanmadığı için bu örnekler içinde en doğrusu benim fikrimce HOD.

HOD NEDİR?



Hint Okyanusu Dipolü veya Hint Okyanusu çift kutupluluğu (HOD)  deniz suyu sıcaklıklarındaki değişime bağlı olarak bir kesimin daha çok yağmur almasına, bir kesimin de daha az yağmur almasına neden olan bir hava olayıdır. Pozitif Hint Okyanusu Dipolü ve Negatif Hint Okyanusu Dipolü olmak üzere iki şekilde görülür.
Daha basit anlamıyla söylemek gerekirse Hint okyanusunda Afrika ve Avustralya kıt'aları arasında bir tahterevalli düşünün. Bu tahterevallinin bir ucunda soğuk su (Pozitif Hint Okyanusu Dipolü) diğer ucunda sıcak şu kütlesi (Negatif Hint Okyanusu Dipolü) var.  Üç beş senede bir bu döngü rüzgarlar nedeniyle yer değiştiriyor. Sıcak su Avustralya kıyılarına geldiğinde buharlaşma oluyor ve kıta bolca yağmur aldığında Afrika'da kuraklık oluyor. Soğuk su kütlesi Avustralya'ya geldiğinde ise buharlaşma olmadığı için  kuraklık dediğimiz dönem başlıyor ve Afrika, Hint okyanusu boyunca olan kıyı şeridi bolca yağmur alıyor.  Bu tamamen doğal bir olaydır ve milyonlarca senedir böyle devam ediyor. Fakat son yıllarda bilim insanlarının çokça konuştuğu Küresel Isınma nedeniyle bu doğal döngüde öz dengesini kaybetmeye başlamış ve soğuk su kütleleri Avustralya kıyılarında gerekenden fazla kaldığı için yağmur almayan kıt'ada kuraklık hala devam ediyor. Bunun sonucunda da yangınlar her zamankinden daha önce başlamış ve kurak havanın devam etmesi yüzünden gerekenden fazla sürünce şiddeti ve yayılma alanı her zamankinden daha fazla olmuştur. Avustralya'da kuraklığa neden olan bu doğal döngünün bozulması Afrika'nın gereğinden fazla yağmur almasına, bu yüzden de sel ve taşkınlar yaşamasına neden olmuştur. Zaten Avustralya'da bir "yangın mevsimi" kavramı vardır. Yangınlar yılın belli dönemlerinde başladığı gibi yine yılın belli dönemlerine kadar devam ediyordu. Oysa şimdi doğal sürecin dengesinin değişmesi sonucunda yangınların zamanı da uzamış oluyor.



Yangınların artmasının bir diğer nedeni yangın zamanı ortaya çıkan dumanın Güney Amerika üzerinden dolaşarak yeniden Avustralya üzerinde toplanması ve devam eden yangından çıkan dumanlarında ona katılarak "Pyro Cumulonimbus" ismi verilen bulutların oluşmasıdır. Bu bulutlardan çıkan şimşekler yeni bölgelerde yeni yangınların çıkmasının başlıca sebeplerinden biridir. Bu bulutların bir diğer özelliği ise sağanak yağışlardır ki oda kıt'anın farklı bölgelerinde taşkınlara ve sellere neden olabiliyor.

Sonuç olarak Avustralya'da ortaya çıkan yangınlar ve seller Allah'ın bir cezalandırması değil insanların yüzyıllardır tabiata verdiği hasarın sonucu olarak başımıza bela olan Küresel Isınma faktörüdür. Fakat bunlar daha iyi günlerimiz. Eğer doğaya saygı duymayı öğrenemezsek ve kendimizi doğadan üstün görmeyi bir kenara bırakmazsak çok daha ağır doğal afetler bizleri bekliyor.
Gezegenimiz bizim bazı eylemler sonucu bozduğumuz doğal dengeyi bir şekilde düzeltecek fakat korkarım ki düzeltmeye başladığı zaman insan ırkı toptan ortadan kalkacaktır. Zira doğanın kendini koruma mekanizması devreye girdiğinde onun ne kadar agresif olduğunu tarihteki olaylardan biliyoruz.

"Tabiatın isteklerini anlamazlıktan gelen, cezasını görür."
-Honore de Balzac