HABERLER
Dini Haber
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

DIHYE-İ KELBİ VE CEBRAİL

Yazan: A.Kara

DIHYE'T-UL KELBİ [دحية الكلبي]

Dihye't-ul Kelbi, Dıhye-i Kelbi yada diğer adıyla Dihye bin Halife, Kelb kabilesinin önde gelenlerinden biridir. Sık sık ticaret seferlerine çıkan zengin bir adamdır. Muhammed'den 5 hadis rivayet etmiştir. Muhammed'in çevresindekiler Cebrail'in çok güzel yüzlü, endamlı, yakışıklı olduğu rivayet edilen Dıhye kılığında gezindiğine inandırılmışlardır. Önemli nokta burası olduğundan Dıhye-Cebrail ilişkisini ele alarak, konuya dair hadislere bakmaya başlayayım.

CEBRAİL, DİHYE İLİŞKİSİ

Cebrâil’in Dihye sûretine girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği ve ashaptan birçoğunun onu Dihye zannettiği hususu, kaynakların ittifakla vermiş olduğu bilgiler arasındadır. Enes b. Mâlik’in ifadesine göre Dihye ashâbın en güzeli olup iri cüsseli ve beyaz tenli idi. [6]

Muhammed'in Cibrîl'i kendi yaratılış şekli ve suretinde yalnız iki defa gördüğü belirtilir:
İlki: 'Hemen doğruldu. O en yüksek ufukta idi (Necm: 6-7) ayeti üzere, en yüksek ufukta görmesidir.
İkincisi: "And olsun ki Onu diğer bir defa da Sidretu'l-Müntehâ'nın yanında gördü" (Necm: 13-14) âyetleri gereğince, Mi'râc'dan dönerken Sidre'de görmesidir.

Diğer görülerinde ise Cebrail'i müritlerinden olağanüstü yakışıklılığı ile bilinen ve pek sevdiği bir sahabe olan Dıhye-i Kelbi şeklinde görmüştür. 

Konuya dair hemen hemen aynı şeyleri anlatan çokça hadis vardır. Buhari'de konuya Muhammed'in eşi Ümmü Seleme'nin tanık olduğu olayı bildiren rivayet yer alır. Bunu inceleyelim:

Bize Ebû Usmân Abdurrahmân en-Nehdî tahdîs edip şöyle dedi: Bana haber verildi ki, Cibrîl aleyhi's-selâm (bir insan güzeli olan Dihyetu'l-Kelbî suretinde) Peygamber'in yanına gelmişti.
Bu sırada Peygamber'in yanında (kadınlarından) Ümmü Seleme bulunuyordu. Cibrîl, Peygamber'le konuşmaya başladı. Sonra kalkıp gitti.
Peygamber (S), Ümmü Seleme'ye: -"Bu kimdir?" diye sordu, yâhud buna benzer bir soru söyledi.
Ümmü Seleme:
-Bu, Dihye'dir, dedi.
Ümmü Seleme dedi ki: Allah'a yemîn ediyorum, Peygamber'in Cibril'den (aldığı vahyi sahâbîlere) haber vermek üzere yaptığı hutbesini işitinceye kadar ben Cibril'i hiç şüphesiz Dihye sandım.
Râvî: Ümmü Seleme böyle veyâhud buna benzer bir söz söyledi, dedi.

Süleyman ibn Tarhân dedi ki: Ben, Ebû Usmân'a: -Sen bu hadîsi kimden işittin? diye sordum.
Ebu Usman: -Usametu'bnu Zeyd'den işittim, dedi. [2][4]

Dihye'nin Cebrail'e olan benzerliğinden İbn-i Sad'ın Tabakatında, Hendek savaşını anlatan bir rivayette şu şekilde bahsedilir.

... Daha sonra Cibrîl (a) dişleri tozlanmış bir vaziyette gelerek Resûlullah’a, “Silahını indirdin mi? Yemin ederim ki, melekler henüz silahlarını bırakmamışlardır. Benî Kurayza’nın üzerine yürü ve onlarla savaş!” dedi. Âişe dedi ki: “Resûlullah (sas) tekrar silah ve teçhizatını kuşandı ve sefere çıkmak üzere halka duyuru yaptı.” Âişe dedi ki: “Resûlullah (sas) kuşanarak Mescidin komşusu bulunan Benî Ganm kabilesine uğrayarak onlara,“Bu gün size kim uğradı?” diye sordu. Onlar da; “Dihye el-Kelbî bize uğradı.” dediler. Dihye’nin sakal ve yüz biçimi Cibrîl’e benziyordu... [7]

Hadiste ruhani bir varlık olan Cebrail'in insan kılığına girdiği yetmezmiş gibi dişleri tozlanmış bir vaziyette geldiği yazıyor. Kimseye çaktırmadan Muhammed'in dibine ışınlanıp orada insan kılığında görünmek varken nedense Cebrail ağzı yüzü toprak içinde geliveriyor. Dihye Bedir hariç tüm gazvelerde Muhammed'e eşlik etmiştir. Bu gelen kişi gerçekten de Dıhye'nin kedisi olmasın?

Dihye'nin Cebrail şeklinde dolaştığına, ona benzediğine dair başka rivayetlere bakalım:

Bize Muhammed b. Zeyd el-Vâsıtî haber verdi; dedi ki:
Bize Mücâlid b. Sa’îd haber verdi. O Âmir eş-Şa’bî’den, o da Mesrûk’tan şöyle dediğini rivayet etti: Âişe bana şöyle dedi:
Cibrîl’i şu hücremde at üzerinde durmuş vaziyette gördüm. Resûlullah (sas) onunla konuşuyordu. Resûlullah (sas) içeri girince ona “Ya Resûlullah! O konuştuğun kimdi?” diye sordum. Bana “Onu gördün mü?” diye sorunca “Evet!” dedim. Kime benzediğini sorunca da “Dihye el-Kelbî’ye!” dedim. Bunun üzerine bana “Sen çok hayırlı bir şey gördün. O, Cibrîl idi.” dedi. Çok geçmemişti ki Resûlullah (sas), “Ey Âişe, işte Cibrîl sana selam söylüyor.” dedi. Ben de “Ona da selam olsun ve kendisini ziyareti sebebiyle hayırla mükafatlandırsın.” dedim. [9]

Sünen-i Tirmizi'den bir hadise bakalım:

حَدَّثَنَا قُتَيْبَةُ، حَدَّثَنَا اللَّيْثُ، عَنْ أَبِي الزُّبَيْرِ، عَنْ جَابِرٍ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏ "‏ عُرِضَ عَلَىَّ الأَنْبِيَاءُ فَإِذَا مُوسَى ضَرْبٌ مِنَ الرِّجَالِ كَأَنَّهُ مِنْ رِجَالِ شَنُوءَةَ وَرَأَيْتُ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ فَإِذَا أَقْرَبُ النَّاسِ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا عُرْوَةُ بْنُ مَسْعُودٍ وَرَأَيْتُ إِبْرَاهِيمَ فَإِذَا أَقْرَبُ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا صَاحِبُكُمْ نَفْسَهُ وَرَأَيْتُ جِبْرِيلَ فَإِذَا أَقْرَبُ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا دِحْيَةُ ‏"‏ ‏.‏ هُوَ ابْنُ خَلِيفَةَ الْكَلْبِيُّ ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ صَحِيحٌ غَرِيبٌ ‏.‏

3649- Câbir (r.a.)’den rivâyete göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Peygamberler bana gösterildi; Musa’yı, Yemenli Şenûe kabilesinin insanlarına benzer olarak gördüm. Meryem oğlu İsa’yı gördüm, insanlardan O’na en yakın benzeyen Urve b. Mes’ûd’tur. İbrahim’i gördüm O’na benzeyen kişi benim. Cibril’i de insan şeklinde gördüm, Dıhye İbn halife el Kelbî’ye benzerdi.” [10]
Derecesi: Sahih (Dârüsselâm)

Son olarak İslam Alimleri Ansiklopedisi'nde yazan 2 rivayete bakıp daha sonra analize geçelim:

Eshâb-ı kirâmdan Dıhye (r.a.) devamlı ticâret için sefere gider gelirdi. Çok güzel yüzlü idi. Cebrâil (a.s.) çok defa Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna Dıhye (r.a.) şeklinde gelirdi. Bir gün Cebrâil (a.s.) Fahri âlem (s.a.v.) hazretlerinin huzurunda bulunuyordu. O zaman henüz küçük olan Hasan ve Hüseyin (r.a.)’dan biri Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Hemen kardeşinin yanına koşarak: “Dıhye (r.a.) dedemizin yanında oturuyor, haydi gidelim” dedi. Koşup mescide girdiler. Cebrâil aleyhisselâmın dizlerine oturdular. Ellerini Cebrâil aleyhisselâmın koynuna soktular. Resûlullah (s.a.v.) torunlarının bu hareketini görünce hicâb edip, mani olmak istedi. Cebrâil (as), Resûlullahın mahcûb olduğunu görünce dedi ki: “Ya Resûlallah! Niçin sıkılıyorsunuz? Fâtıma (r.a.) teheccüd namazını kılarken Hak teâlâ beni gönderir, bunların beşiklerini sallardım. Fâtıma (r.a.) rahatça namazını kılardı. Çocukların bu hareketini bana karşı edepsizlik saymayın. Bazan da bunların anneleri namazdan sonra uyurken, bunlar ağlardı. Hak teâlâ yine beni gönderir, anneleri uyanmasın diye beşiklerini sallardım, ağlamazlardı. Bunların yanıma gelip, ellerini koynuma sokmalarında bir mahzur yoktur.” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) “Ey kardeşim Cebrâil! Şimdi bir şey yapmadılar. Daha ileri giderler endişesiyle mâni oldum. Çünkü, Eshâbımdan Dıhye (r.a.) isminde birisi vardır. Çok kere sefere çıkar. Her dönüşünde bunlara hediye getirir. Sizi Dıhye (r.a.) zannedip, ellerini koynunuza soktular” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm: 

“Yâ Rabbi! Beni Habîbinin (s.a.v.) yanında utandırma” diye duâ etti. “Oturduğun yerde gözlerini kapa, elini Cennete sok, eline ne gelirse al.” diye hitap geldi. Cebrâil (a.s.) ellerini Cennete saldı. Bir yeşil salkım üzüm, bir kırmızı nar eline geldi...” [1]

"Hicretin beşinci senesi Resûlullah (s.a.v.), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâate rastladı ve şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalplerine korku atsın diye...” [11]

Gördüğünüz gibi bu hadislerde de diğerleri gibi Cebrail'in Dihye kılığında görünmesi anlatıları vardı.

Dihye'nin sık sık ticaret seferlerine çıkan zengin biri olduğunu söylemiştim. Kendisi aynı zamanda iyi derece Rumca biliyor. Hatta bu yüzden Muhammed Roma İmparatorunu İslam'a çağırma görevini Dihye'ye veriyor. [8]

Anlıyoruz ki Muhammed ile Dıhye arasındaki ilişkiler onun Müslüman olmasından çok daha eskilere dayanıyor. Çünkü rivayetlerde onun İslam'a geçmeden önce bile Muhammed'i sevdiği, ticaret seferlerinden her döndüğünde Muhammed'i ziyaret edip hediyeler getirdiği yer alır. Yani hem İslam'a geçmeden önce hem de geçtikten sonra Muhammed ile sık sık görüşmektedir.

Bunun yanı sıra Cebrail'in Muhammed'e Dihye kılığında geldiğine dair hadislere dikkat etmek gerek. Tüm hadislerden anlıyoruz ki Muhammed çevresindeki insanları Cebrail'in Dihye kılığında gezindiğine inandırmıştır. Öyle ki rivayetlere göre Dıhye Medine'de sokakta dahi gezerken bile Muhammed emrettiği için yüzünü örtüyordu. Aksi halde kimse ondan gözünü alamıyor ve onu görenler gördüklerinin Dıhye mi yoksa Cebrail mi olduğunu anlayamıyorlardı. [12]

Ruhani bir varlık olan Cebrail eğer gerçekten varsa ve gerçekten vahiy getiriyorsa bunu gözle görülebilir olmadan, insan kılığına girmeden de yapamaz mıydı? Vahiyleri iletmesi için insan kılığına girip Muhammed'e anlatması şart mıydı? Neticede Cebrail nurdan yaratılmış ruhani bir varlık değil mi? Zihnine girip fısıldayabilir ya da kimseye görünmeden aldığı ilahi mesajları Muhammed'in kulağına fısıldayabilirdi.

Cebrail neden Dihye'nin kılığına girerek vahiy getirsin ki? Düşünün, İslam inancına göre Muhammed'e kim vahiy getiriyor? Cebrail. Cebrail tüm Kur'an ayetlerini kimin kılığında getiriyor? Dıhye. Yani insanlar Muhammed'in civarında sürekli Dıhye'yi görüyor. Dıhye gelince vahiy geliyor.

Şimdi bu durumu, ortamdaki atmosferi hayal etmeye çalışın. Muhammed devamlı Dıhye ile görüşüyor ve o yanından ayrıldığında Allah "vahiy gönderdi" deyip ayet okuyor. [3] Tüm bunlar dikkate alındığında Arap müşriklerin Kur'an ayetleri için "insan sözü" demesi gayet normal değil midir?

Sürekli ticaret seferlerine çıkan, Arapça dışında diller bilen Dihye'nin farklı kültür ve inanıştan insanlarla tanışmış, onların efsanelerini, dinlerini, kutsallarını duyup öğrenmiş olması kaçınılmazdır. Peki ya ticaret seferlerinde duyduklarını, öğrendiklerini Muhammed'e anlatıp öğretiyorsa? Akla yatmıyor değil. Neticede Kur'an'ın içinde yer alan sözler hep çevre uygarlıkların din ve inanışlarına ait. Mucize olduğu iddia edilen metinler bile zaten Kur'an'dan önce başka uygarlıklar tarafından bilinen ya da iddia edilen görüşler. Kur'an'ın kolektif bir kitap olduğu gayet açık.

Muhammed'in çevresinde başka uygarlıkların inanışlarını, efsanelerini öğrenmesini sağlayacak çokça insan vardı ve Dihye de bunlardan biriydi. Çok gezip gören, farklı diller bilen biri olan Dihye'nin Kur'an'ın yazılmasına büyük katkıları olmuş olmalıydı. Muhtemelen onunla sık görüştüğü, bilgi alıp sohbet ettiği için Cebrail'in Dihye kılığına girerek vahiy getirdiğini söylemişti. Kendine öğretenin bir insan değil de Cebrail olduğunu ancak bu şekilde iddia edebilirdi.

SAFİYYE'Yİ MUHAMMED'E VERMESİ

Ayrıca gazvelerinde Muhammed'in yanında bulunmuş olan Dihye savaş ganimeti olarak elde ettiği Safiyye'yi Muhammed'e satmıştır.

Muhammed'in Safiyye'yi satın alması şöyle rivayet edilir:

Bize Yezîd b. Hârûn ve Hişâm Ebü’l-Velîd et-Tayâlisî haber verdiler; dediler ki: Bize Hammâd b.  Seleme anlattı. O Sâbit el-Bünânî’den, o da Enes b. Mâlik’ten şunu rivayet etti:
Safiyye bt. Huyey, Dihye el-Kelbî’nin payına düşmüştü. Resûlullah’a (sas), “Dihye el-Kelbî’nin payına güzel bir cariye düştü.” şeklinde haber verilince Resûlullah (sas) onu satın aldı ve gerdeğe hazırlaması için Ümmü Süleyme’ye gönderdi. [5]

Bize Amr b. Âsım el-Kilâbî haber verdi; dedi ki: Bize Süleyman b. el-Muğîre anlattı; dedi ki: Bize Sâbit anlattı. O da Enes b. Mâlik’ten şöyle dediğini rivayet etti:
Savaş esirlerinin dağıtımı sırasında Safiyye, Dihye’nin payına düşmüştü. İnsanlar onu Resûlullah’ın (sas) yanında överek, “Esirler arasında daha önce benzerini görmediğimiz bir kadın var.” dediler. Resûlullah (sas) onun karşlığında Dihye’ye razı olacağı miktarda bir şeyler gönderdi ve sonra Safiyye’yi anneme gönderip, “Ona gerekli bakımı yaparsın.” dedi. Resûlullah (sas) Hayber’den ayrıldı. Safiyye’yi arkasına almıştı ve konakladıkları yerde ona bir çadır kurdu. [5]

DIHYE'NİN ÖLÜMÜ

Rivayetlere göre Muhammed'in gazvelerine, Yermük Savaşına ve Suriye seferlerine katılan Dihye katıldığı Şam seferinden sonra Şam’a yerleşmiş ve burada vefat etmiştir.

İÇİNDEKİ CİNİ ÇIKARALIM DERKEN ÖLDÜRDÜLER!

Yazan: A.Kara

İÇİNDEKİ CİNİ ÇIKARALIM DERKEN İŞKENCE EDİP ÖLDÜRDÜLER!

Ankara Keçiören’de bir olay yaşandı. Bir yandan bu olayı kısaca anlatıp diğer yandan konuyla ilgili söylemek istediklerimi paylaşmak istiyorum.

Henüz 8 aylık evli olan Özge Nur Tekin adlı kadının eşi evliliklerinin 6. ayından itibaren sorun yaşadıklarını anlattı. Söylenene göre kadının psikolojik sorunları vardı, cinci hocadan yardım istediler.

Kocasının aradığı Erdal adlı cinci hoca “Eşine cinler musallat olmuş, dediklerimi yaparsanız eşini kurtarırım” demiş, telefondan dua okumuş. Güya adam telefondan duayı okuyunca eşi rahatlamış. Ancak kocasının anlattığına göre bir süre sonra kadın tekrar rahatsızlanınca tekrar hocayı aramış. Hoca “Önce eşine bir kurban keseceksin” demiş. Sonra da sırtına hafif şekilde 100 sefer oklava ile vuracaksın, ardından vücudundaki pis kanın temizlenmesi için hacamat yaptırmanız gerekecek” demiş. Adamdan da 23 gün boyunca kefaret orucu tutmasını istemiş, neyin kefareti ise...

Adam cinci hocayı dinliyor, itibar gören tıbbi makam cinci hocalar ya hani ülkede, ona güveniyor, dediklerini yapmaya başlıyor. Eşinin sırtına, baldır kısmına hafifçe fakat hissedilebilecek bir şekilde yüz kez vurduğunu bu sırada bir yandan da dua okuduğunu söylüyor. Tabi adamın hissedilebilecek sertlikteki vuruşu kadına göre oldukça sert olabilir. Yavaş vurduğunu zanneder ama aslında eziyordur. Üstelik bunlar yaşanırken eşinin ailesi ve kendi ailesi de aynı ortamda, hepsi odadalar. Hiçbiri “yahu biz ne yapıyoruz” demiyor çünkü inanıyorlar. Çünkü din insana anormal şeyleri normal gösteriyor.

Aklınıza Kemal Sunal filmi gelecek biliyorum ama kadını sopalarken bir yandan da hep beraber “cin çık cin çık” diye tekrarlamışlar. Bu yetmemiş, cinci hoca dedi diye kadına hacamat yaptırmışlar. Tabi hacamat sırasında odada başka kadınlar da varmış.

Hacamatcı kadın ayrı bir alem. Hacamat yapmaya bir tanıdığının ısrarı ile gitmiş. Yerde yüz üstü yatan, sırtı ve kolları morluk içinde olan kadını görünce neler olduğunu sormuş. “İçine 3 harfliler kaçmış, Kayseri’de bulduğumuz bir hocanın talimatıyla sopa ile vurduk. Bu şekilde cini öldürmeye çalıştık” diyorlar. Hacamatcı kadın bunu hiç sorgulamıyor bile, tam görev kadını, bir nevi “he tamam o zaman” diyerek hacamatını yapıp evden ayrılıyor. Polis aramak mı? İhbar etmek mi? Ambulans çağırmak mı? Yok canım ne gerek var. Neticede çok olağan bir durum bu. Hepimiz her gün çevremizde içindeki cin çıkarılsın diye sopa atılmış, yüzüstü yatan insanlar görmüyor muyuz? Yapmayın yani sizde, sanki çok tuhaf bir durummuş gibi...(!)

Neyse, hacamat bitince kadın rahat bir şekilde uyumuş. Adam öyle diyor. Kadına 100 sopa vurmuş, akabinde hacamat yapıp vücut direncini yerle bir etmişler, doğal olarak kadın ölü gibi uyumuş, adam bunu uygulama işe yaradı diye görüyor. Eşim rahat bir şekilde uyudu diyor.

Tabi kadının psikolojik sorunu olduğu için sopaydı, hacamattı işe yaramaz. Öyle de olmuş, ertesi sabah eşi tekrar rahatsızlanmış. Başvurulacak güvenilir merci kim? Psikolog ya da hastane diye düşünmeyin, başvurulacak, akıl danışılacak, çare aranacak kişi tabi ki cinci hoca Erdal. Adam cinci hocayı tekrar arayınca, hoca “kurban kesersen eşin rahatlar” demiş. Bunun üzerine eşi, eşinin anne ve babası, kendi annesi, kardeşi ve bir akrabalarını alarak kurban kesmeye gidiyorlar. Üstelik eşi kurban kesmeye giderken oruçluymuş. Yani kadın 100 sopa yemiş, hacamat yapılmış, bunlar da yetmemiş oruç tutturuluyor.

Kurban kesilirken kadın rahatsızlanarak bayılıyor. Durun, şaşırmayın. Adam tekrar cinci hocayı arıyor. Hoca ne dese beğenirsiniz? “Bir kurban daha keserseniz eşin kendine gelir”.

Dediğini yapıp ikinci kurbanı da kesiyorlar ama eşi kendine gelmiyor. İkinci kurbanı kesmelerine rağmen karısı kendine gelmeyen adam Odin’in tek gözüne, Poseidon’un balıkçı değneğine, Kukulkan’ın kuyruğuna, Erlik’in pos bıyıklarına, İnanna’nın kalçasına, Ninsaki’nin birasına şükürler olsun ki hastaneye götürmeyi düşünebiliyor.

Kadını hastaneye götürüyorlar fakat gittiklerinde sağlık görevlileri kadının öldüğünü belirtiyor...

Tabi olay patlak verince cinci hocayı sorguya çekiyorlar. O da haliyle işten nasıl yırtarım derdinde. Cinci hoca “Ayette aslında vurun demiyor, yavaşça dürtün diyor” diyerek dini kurtarmayan çalışan modernistlerle benzerlik gösterecek şekilde “ben oklava ile vurmalarını, hacamat yaptırmalarını falan söylemedim” diyor. Üstelik kendisi kendi çapında dini bilgileri olan, bunlara dayanarak insanlara tavsiyeler veren ve karşılığında para almayan biriymiş. Ne hikmetse kendi çapında bilgisi olan adam büyük bir özgüvenle tonla talimat verebiliyor.

Tüm bunların sonucunda olan, hayatını kaybeden Özge Nur Tekin’e oldu. Eğer bilinçli bir çevreye sahip olsaydı, onu hastaneye götürmeyi akıl edebilecek, dine değil de tıbba başvurmayı, etrafında şifayı dinde değil de tıpta arayan insanlar olsaydı şuan yaşıyor olacaktı. Üstelik tedavi göreceği için muhtemelen iyileşecekti.

Hanginiz bir sağlık sorununun dua ile çözüldüğünü gördünüz? Ben 26 yıl boyunca Müslümandım, kendim, annem, babam, akrabalarım için defalarca Allah’tan yardım istemişimdir. Keza çevremde gördüğüm insanlar da bunu yapmıştır. Ne yaptı inandığınız tanrı, iyileştirdi mi? Şifa mı yolladı? Yahu anlayın artık şunu, çare bilimde. İstersen 100 yıl boyunca Allah’a dua et, bilime başvurmadığın, bir sağlık kuruluşuna gitmediğin sürece i-yi-le-şe-mez-sinnn.

Şimdi bazı değişikler çıkar der ki “Doktor da Allah’ın izni ile iyileştiriyor”. Hadi oradan! Doktor kılını kımıldatmasa, bilimsel uğraşlar olmasa kimse hastaları iyileştiremez. Sizin var olduğuna inandığınız Allah’ınızın istemesine değil doktorun tedavi etmesine, bilgi ve becerisine bir de hastanın rahatsızlığının seviyesine bağlıdır iyileşmesi. Şu dua şuna iyi geliyor diye kitap satan ama rahatsızlanınca hastanedeki doktorun koluna sarılan Cübbeli Ahmet gibi kıvırıp durmayın. Sizin için zor da olsa gerçeği kabul edin.

Tabi çevresi bilinçli olsaydı bile hayatını kaybeden kadın inançlı biri olduğundan belki de hiçbirini dinlemeyecek, kendisi de cinci hocalarda keramet arayacaktı. Bu da bir ihtimal. İşte din bu kadar tehlikeli. İnsanı gözle görülmeyen doğaüstü varlıklar tarafından ele geçirildiğine inandırabilecek kadar etkili bir olgu. Dinin ağırlıklı olduğu aileler de doktor veya bilime duyulan saygı maalesef bir cinci hocaya duyulan saygının yarısına bile denk gelmiyor.

Cinci hoca denen şahsın yapmalarını söylediği işlemlere geleyim. Güzel kardeşim sopa vurarak cin çıkarmak nedir? Neyin kafasıdır bu? Yahu hadi cin gibi bir varlığa inanıyorsun, iyi tamam, senin tercihin. Ama fiziksel olmayan bir varlığı sopa ile vurarak öldürmeye veya kovmaya çalışmak neyin kafasıdır gözünüzü seveyim. Soyut-somut kavramlarından bu kadar mı uzaksınız?

Sopalarken cin çık, cin çık demek nedir? İçine bir varlık girdi ve Türkçe biliyor öyle mi? Diyelim ki biliyor, bu varlık siz kadının bedenini dövüyorsunuz ve ona çık diyorsunuz diye çıkacak öyle mi? Neden? Ben olsam çıkmam. “Banane ölürse çıkar başkasına girerim” derim olur biter.

Kaldı ki mistik bir varlık varsa niye sizi ele geçirmekle uğraşıp dursun. Bırakın şu ortadoğu masallarına takılıp kalmayı. Zihinsel olarak rahatsız olmayan, içine gerçekten cin girdiği elle tutulur şekilde, bilimsel testlerle tespit edilen kaç insan gördünüz ki bu cin masallarına inanmaktan vazgeçmiyorsunuz?

Nerede bu 3 harfliler. Yaptığım birkaç canlı yayında “bana cin musallat edin, bekliyorum” diye kaç kez tekrarladım. Üstelik musallat etmek için birine danışacağını söyleyen bile olmuştu. Hani, nerede bu cinler? Hayatım boyunca akşam vakti tırnak kesip dışarı da döktüm, camdan çay demi de attım, envai çeşit ağacın dibine de işedim, mezar yanından geçerken ıslık ta çaldım, hiçbir şey olmadı. Nerede arkadaş bu cinler? Var diyorsanız, teklifimi yeniliyorum, gönderin bana cinleri. Hadi bakalım hodri meydan.

Diyelim ki cin var, içine de girdi. Cin çıkarırken hacamat yapmak nedir? Bu nasıl bir absürtlük. Hacamat deriden vakumlayarak kan alınmasıdır. Yani vücuttan kan alıyorsun. Bu cinin çıkışına nasıl fayda sağlasın? Hoca “vücuttaki pis kanın çıkması için” demiş. Vay be, mistik bir konu üzerine ne kadar realistik ve bilimsel bir yaklaşım. Tabi canım, zaten cin kana karışıyor ya, kan çekip temizleyeceksin (!)

Kurban kısmı ayrı bir olay. Hoca kurban kes dedi diye iki kez hayvan kesiyorsunuz. Neden? Kadın iyileşecekmiş. Mezopotamya’da, Babil’de var olan gelenek aradan binlerce yıl geçmesine rağmen hala devam ediyor ya pes. Birçok Mezopotamya toplumu tanrılarının öfkesi dinsin diye veya kendini ya da bir sevdiğini iyileştirsin diye kurban kesip kan akıtıyordu. Yani tanrıya rüşvet veriyorlardı rüşvet. Günümüzdeki kurban, adak uygulamalarının büyük kısmı da bu uygulamalara dayanır. Nedir adak? İnandığınız tanrı sizi iyileştirmek veya korumak için sizden neden bir hayvanı kesip kanını akıtmanızı istesin? Neye yarayacak ki bu? Hiçbir şeye di mi? Eski toplumlar tanrıların kurban etine ve kanına geldiğini, hatta onlardan yiyip içtiğini, ziyafet çektiklerini düşünüyor, neredeyse her sorunun çözümü için kurban kesiyorlardı. Aradan bunca yıl geçmiş, onların dine dönüştürülen bu uygulamalarını hiç sorgulamadan devam ettiriyorsunuz. Aklınız var, başkasının aklına danışmadan oturup etraflıca bir düşünün. Zor değil.

Üzücü bir ülkem manzarası. Cemaat ve tarikatlara, tvdeki din şovlarına yapılan yatırımın sonucunda gelinen nokta. Bir kadını iyileştirmeye çalışırken öldürmek ve çevredeki insanların buna ortak olması. Sebebi ise inandıkları din ve barındırdığı hurafeler...

Haber Tarihi: 13.01.2022

HABER KAYNAKLARI

BOYNUZLU MUSA - Bölüm 1

Yazan: A.Kara

[HZ] MUSA'YI NEDEN BOYNUZLU TASVİR ETTİLER ?

Belki bazılarınız Musa'nın boynuzlu heykelini görmüşsünüzdür. Latin İncili Vulgata'ya göre Musa, Sina Dağı'nın tepesinde Tanrı'dan 10 emri aldıktan sonra İsraillilere 'keren' yani 'boynuzlar' eşliğinde geri döner. Teistler açısından bu şaşırtıcı, hatta rahatsız edici göründüğünden İbranice İncil'in hemen hemen tüm modern çevirileri "boynuzlar" kelimesini hariç tutar ve ilgili satırı "Musa'nın yüzünün parladığını izah ediyor" şeklinde açıklar.

Peki tüm bu çağrışımlara rağmen neden boynuzlarla gösterilmiştir? Bunun nedeni pek çok kişinin ileri sürdüğü gibi yanlış yapılan bir çeviri midir, yoksa Michelangelo'nun "Musa" heykelinde tasvir ettiği gibi Musa'nın boynuzları mı vardı?

TEORİLER - İHTİMALLER

Orta Çağ'dan önce İbranice İncil'in ve diğer dini metinlerin yanlış tercümeleri bugün hala mevcut olan Yahudi klişelerine neden oldu. Bazıları masum hatalar yaparken, bazıları sırf İsa'nın Mesih olarak gelişi konusunda “kanıt” yaratmak için İbranice İncil'in dilini değiştirmeye yönelik Hristiyan çabalarının kasıtlı bir parçasıydı. Orta Çağ'da çok az Hristiyan İbranice bildiğinden çevirideki herhangi bir değişiklik fark edilmemiş ve tercüme edilen versiyonlar Tanrı'nın sözü olarak kabul edilmişti.

Yakın anlamlara sahip kelimelerin oluşu hatalı çevirilere zemin hazırlamıştır. Örneğin İbranicede “bakire” ve “genç kadın”ın anlamı neredeyse aynıdır. Bu da birçok benzetmenin çevirilerinin bilim adamları arasında tartışılmasına neden olmuştu. Hatta "baba", "erkek kardeş" ve "kız kardeş" terimleri başlangıçta akrabalık bağları için değil de toplum hiyerarşisini tanımlamak için kullanılıyordu. Bu nedenle deneyimli ve bilgili bir çevirmen bile metinleri kolaylıkla yanlış yorumlayabilir.

Boynuzlu Musa fikri, MS 4. yüzyılın sonlarında Hieronymus tarafından yazılmış olan ve 1979'a kadar Katolik Kilisesi'nin resmi Latince İncil'i olmaya devam eden ve İbranice İncil'in Latince bir çevirisi olan Vulgata İncil'i ile Hristiyan alemine giriş yapar. [8]

Hieronymus'un** İbranice İncil'i Latince'ye çevirirken "yüceltilmiş" veya "ışık huzmeleri" anlamına gelen alternatif yorumlarını bilmesine rağmen İbranice "kāran pnei Moshe" ifadesini "Musa'nın yüzünün etrafındaki boynuzlar" olarak tercüme etmişti. Yani "ışıldayan", "ışık saçan" anlamına gelen "karan (קָרַן)" terimini "boynuz" anlamına gelen "keren (קֶרֶן)" olarak ele alınca Latince yazılmış olan Vulgata'da “quod cornuta esset facies sua,” yani "çünkü O'nun (Musa'nın) suratı boynuzluydu" ifadesi ortaya çıkmıştı.
Bu gerçekten onun bir yanlış yorumu mu yoksa Eski Ahit'in lideri olan Musa'yı şeytanlaştırmanın bir yolu mu olduğu tartışmalıdır. Çünkü dönem Hristiyanlardan bir kısmının bakış açısıyla Musa Yahudilerin "modası geçmiş" dininin bir simgesiydi. 

Hieronymus'un bunu kasıtlı yaptığını akla getiren bir diğer durum, onun Yahudiler hakkındaki düşünceleridir. Yahudilerin "vicdanlarını “Mesih'in kanıyla lekelenmiş” ve İsa'nın Mesih olduğunu reddeden küstahlar" olduğunu söylemiştir.

Bazılarına göre ortada bir karışıklık yoktur ve güneş ışınları boynuz şeklinde düşünülmüştür. Örneğin Roma'da, Colonna dell’Immacolata'daki ve Litvanya'daki Vilnius Katedralindeki Musa heykellerinin başındaki boynuzlar ışık huzmeleri şeklinde detaylandırılmıştır.

Kasıtlı ya da kasıtsız, doğru ya da yanlış yapılan bu çeviri sonucu Musa 10 emiri aldıktan sonra dağdan aşağı kafasındaki iki boynuz ile inmiş biri haline gelmiştir.

Latin Hristiyanlığında yaygın olan ikonografik geleneği takip eden heykelin başında iki boynuz vardır [1][3][5][6][7]. Ortaçağ Hristiyan sanatında Musa hem boynuzlu hem de boynuzsuz olarak tasvir edilmiştir. Boynuzlu tasvir ilk olarak 11. yüzyıl İngiltere'sinde bulunmuştur. Mellinkoff, Musa'nın boynuzlarının kökeninin hiçbir şekilde Şeytan'la ilişkili olmamasına rağmen, boynuzların erken dönemde Yahudi karşıtı duyguların gelişimi ile olumsuz bir çağrışım geliştirmiş olabileceğini öne sürmüştür [1].

Musa heykelindeki "ilahi gücün" göstergesi olan iki boynuz onu "Zülkarneyn Musa" yapar.

"İki boynuzlu" anlamına gelen Zülkarneyn, Kehf suresinin 83-101. ayetlerinde Allah'ın yetkisiyle insanlar ile kaosu temsil eden Ye'cüc - Me'cüc arasına duvar ören bir figür olarak öne çıkar. İslam eskatolojisine* göre Yecüc ve Mecüc hapsedildiği duvarın arkasından salıverildikten sonra Allah tarafından bir gecede yok edilir ve bu yaşananlar kıyamet gününün habercisi olur.
Zülkarneyn bazı bilginler tarafından Büyük İskender olarak tanımlanır, bunun nedeni olarak benzer maceralara sahip olmaları öne sürülür.

Siefker'a göre "iki boynuz" M.Ö. 4.binyıldan itibaren Mısır tanrılarının simgesi olmuştur. Bu boynuzlu tanrı geleneği Yahudilikte de korunmuş ve bunun sonucu olarak Musa boynuzlu olarak gösterilmiştir. [2] Çünkü Yahudiler Mısır tanrılarının boynuzlarından haberdarlardı ve esaretten kurtulur kurtulmaz peygamberlerinin tanrısal olduğunu düşünmüşlerdi. Boynuzlar da tanrısallığın işaretiydi. Hatta Musa'nın iki boynuzla tasvir edildiğinin ve Orta Çağ'da insanların bu boynuzlu Musa'ya inandıklarına dair oldukça fazla kaynak vardır. [2] 

Eski Mısır'dan günümüze ulaşan Zülkarneyn olgusu aynı aileden iki dil olan Arapça ve İbranice'de ifade edilmektedir. Bu yüzden Michelangelo da dahil olmak üzere Avrupalıların bakış açısından Rönesans dönemine kadar Musa'nın parıldayan bir yüz ya da ışık huzmeleri ile birlikte tasvir edilmesinin yerine iki boynuz ile görselleştirilmiş olması olağan bir durumdur. Önemli olan nokta bu boynuzlu Musa heykelinin Rab'bin gücünün ve Musa'nın peygamberliğinin sembolü olarak kabul edilmiş olmasıdır. 

Konuya dair yayınlanan bir çalışma Michelangelo'nun heykelindeki boynuzların görülmemesi gerektiğini, onları boynuz olarak yorumlamanın yanlış olduğu görüşünü ortaya koymuştur. [3]

Fakat meşhur boynuzlu Musa heykelinde gözden kaçırılmaması gereken önemli detaylar vardır; ki bunlar "olağanüstü bedensel güç" ve "yücelik" simgeleridir. Bu ikisinin birleşimi gücün mükemmelliğini işaret eder. Bedensel güç, bedenin büyüklüğünde ve iri kaslarda gizlidir. Çift boynuz ve sakaldaki işaret parmağına ek olarak sahip olduğu kalın ve uzun sakallar onun tanrısallığın, yüceliğinin simgesidir. [4]

Dinler, doğası gereği geleneğe dayanır ve değişmeden önce yüzlerce yıl büyük ölçüde durağan kalır. Hieronymus ve bizim zamanımızda boynuzların kötülüğü, şeytanı simgelediği yaygın bir görüş olsa da Hieronymus zamanındaki inanış bu kadar net değildi. Hieronymus'un tercüme ettiği Eski Ahit, Şeytan'ın bir tanımını içermediği gibi kötülükle açıkça bağlantılı olan tek hayvan yılandı. Boynuzların şeytanlaştırılması daha sonraları Hristiyanlığın yayılması ve Pagan dinleriyle çatışmaya girilmesiyle ortaya çıkmıştı. Çünkü paganların tanrılarının çoğu boynuzluydu. Bu boynuzlar bedensel ve cinsel gücü, bereketi, gökselliği, büyülü güçleri ve tanrısallığı işaret ediyordu. Tarih boyunca var olmuş eski inanışlarda düzinelerce boynuzlu tanrıya ibadet edilmişti.

Hıristiyanlık bazen bu varlıkları meleklerin ve iblislerin temsillerinde birleştirmiş bazen ise bu dinlerin geleneklerini kendi amaçları doğrultusunda benimsemişti. Çünkü genellikle bir din diğerinin temelleri üzerine inşa edilir. Tıpkı Yeni Ahit Eski Ahit'i takip etmesi gibi.

Yani "boynuzlar" ifadesi İncil'de yer aldığında "boynuz" herhangi olumsuz çağrışım içermiyordu. Dolayısıyla yazarlar İncil'de boynuzlar yazarken çeviri hatası falan yapmayarak gerçekten de boynuzları kastetmiş olabilirler. İsrailoğullarının gücün sembolü olarak bildikleri boynuzlar onlar için yabancı değildi. Muhtemelen Musa ve Tanrılarını daha önce var olmuş olan eski tanrıların temelleri üzerine inşa etmişlerdi.

Zaten birçok Yahudi tarafından yapılmış çok sayıda teolojik ve edebi eser de Musa'yı boynuzlu olarak tasvir etmiştir. Birçok insan için bu durum Musa'nın gerçekten de boynuzlu olduğunun başka bir kanıtıdır.

İbranice metnin yorumunun ilk olarak İngiltere'de ortaya çıktığını belirtmiştim. Ortaya çıktığı bu eser 11. Yüzyıl İngiltere'sinde yazılmış olan "Aelfric Yorumu'dur".*** Bu belge Tevrat'ın ve Yeşu Kitabı'nın resimli bir yerel baskısı olarak kullanılmıştı ve bu kitap Musa'yı o bölgeye aşina olunan Viking miğferlerinden farklı olmayan boynuzlu bir başlık takmış olarak tasvir etmişti. [1]

Bu şekilde Musa'yı boynuzlu başlıklarla tasvir etme modeli İngilizce ve Fransızca el yazmalarında 12. ve 13. yüzyıllar boyunca devam etti. Musa'nın boynuzları ilk kez 1200'de gerçek boynuzlar olarak tasvir edilmişti. Uygulama popülerlik kazanınca Michelangelo'nun Musa heykelinde olduğu gibi birçok heykelde Musa'nın başında boynuzlar yer almıştı. Fransa'nın Dijon şehrindeki Musa Kuyusu adlı sanat eserinde de başında 2 adet boynuz yer alır.

Hieronymus'un İbranice İncil'i kasıtlı şekilde yanlış çevirdiği iddiasına benzer şekilde Michelangelo'nun da Musa'yı kasıtlı olarak boynuzlu tasvir ettiği, çünkü onun dönemindeki Hristiyan sanatında boynuzların özellikle şeytan ve iblisleri çizerken kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Çünkü Hristiyanlıkta boynuzlar kötülükle ilişkilendirilmiştir. Bunun en net örnekleri Vahiy Kitabı Bölüm 13'de Deccal'in gelişini anlatırken bahsettiği yaratık ve hayvanların boynuzlarına vurgu yapıyor olunmasıdır. Bazıları bunların gücü simgelemek için yazılmış olduğunu iddia etse de boynuzların Hristiyan geleneğinde kötülükle ilişkilendirildiği net bilinen bir gerçektir. Musa'nın boynuzlarla tasvir edilmesi Hristiyanların Yahudiler hakkında yürüttüğü karalama kampanyalarına katkı sağlamıştı. Yahudiler için "onlar şeytana bağlıdır" diyor, hatta onları boynuzlu şeytanlar olarak tasvir ederek doğrudan kötülükle ilişkilendiriyorlardı. Fakat detaylıca ele alacağım bu olaylar başka bir araştırma makalemin konusu.

Tabi Michelangelo'nun çeviri hatası nedeniyle değil de Tanrı'nın ihtişamını, gücünü, tanrısallığını yansıtmak için Musa'yı boynuzlu tasvir etmiş olabileceği de bir başka ihtimaldir.

Fakat çeviri ister yanlış olsun ister doğru, aslında iki şekilde de ortada boynuz gerçeği var. Çünkü ışık huzmeleri şeklindeki betimlemelerde de bu ışık huzmelerinin Musa'nın başında tıpkı bir çift boynuz gibi yer aldığı görünür. Halbuki istense ışık huzmeleri karışıklık yaratmayacak ve boynuzla benzeşmeyecek bir biçimde tasvir edilebilirdi.

DİPNOTLAR
* Eskatoloji dünyanın sonunu, hayatın bitişini konu edinen kıyamet efsaneleridir. 
** Latince adı Eusebius Sophronius Hieronymus, diğer bilinen adı Aziz Jerome'dur.
*** Aelfric Paraphrase

DİNSİZLERE SIKÇA SORULAN SORULAR VE YANITLARI

Yazan: Agnosteist

DİNSİZLERE SIKÇA SORULAN SORULAR VE YANITLARI

Buradaki sorular ve yanıtlar, ülkemizdeki bireylerin çoğunluğunun Müslümanlardan oluşması nedeni ile İslamiyet inancına göre derlenmiştir. Sorulara yanıtlar, ülkemizde en çok tercih edilen felsefi görüşler temel alınarak verilmiştir. Nasıl ki İslamiyet inancında farklı görüşler varsa (örneğin mezhepler), aynı şekilde bir felsefi görüşte de alt dallar bulunmaktadır. Bu yüzden yanıtlar, genel geçer olarak verilmiş, dinsiz bireyler hakkında bilgi edinilmesi amaçlanmıştır. Soruların tam yanıtları birkaç tümce ile özetlenemez. Daha fazla bilgi gerekiyorsa, o felsefi görüşün derinlemesine araştırılması gerekir. Yanıtlar oldukça içten verilmiştir. Hiçbir şekilde alay edilmesi söz konusu değildir.

Neden dinden çıktınız-inanmıyorsunuz?
Birçoğumuz ailemizden, çevremizden ve okulumuzdan aldığımız dini eğitimler ile büyüdük. Birçok inançlı gibi biz de dinimizi araştırmadık. Herhangi bir nedenden dolayı dini araştırdık ve bizlere uygun olmadığını düşünerek dini terk ettik. Bazılarımız ise doğuştan dini öğreti görmedik. Hiçbir dine mensup olmadık.

İbadetler zor geldiği için mi dini terk ettiniz?
Hayır. Dini terk edersek cehennemden, sorgudan, yanmaktan kurtuluruz mantığı yanlıştır. Basit bir örnek verelim. Herhangi bir nedenden dolayı bir babanın evladını evlatlıktan reddettiğini varsayalım. Bu durum, o evladın fiziksel olarak yok olması anlamı taşımaz. Biz o babanın hiç evladı olmadı diyoruz. Olmayan çocuk için sorumluluk almak anlamsızdır.

Ateist misiniz?
En çok karşılaştığımız sorulardan biridir. Dinciler (din üzerinden maddi ya da manevi gelir elde eden bireyler) dinsizlerin hepsinin ateist olmadığını çok iyi bilirler. İnançlı insanlara farklı felsefeleri tek tek anlatmazlar. Hepsini tek bir çatı altında toplayıp, inançlı bireylere bizi öcü gibi gösterirler. Böylesi daha kolaydır. Dinsizlerin tamamı ateist değildir. Aramızda birçok farklı felsefi görüşü benimseyenler vardır. En çok tercih edilenler; ateizm, deizm, agnostisizm ve panteizmdir.

Öldükten sonra ne olacak?
Birçoğumuz ölümden sonrasının olmadığını düşünürüz. Yani öldükten sonra hiçbir şey olmayacak. Bunun yanında Tanrı inancı olan bazı dinsiz bireyler (örneğin deistlerin bir kısmı) cennet, cehennem, sorgu gibi metafizik içeren olaylara inanırlar.

İçten içe inanıyor musunuz?
Hayır. İçten içe inanan birey dinsiz değil, inançlıdır. Üstelik ülkemizde dinsiz olduğunu söyleyip, bundan herhangi bir fayda gören, yok denecek kadar azdır. Tam tersine zarar gören çoktur. İnanıyorsak, neden risk alıp dinsiziz diyelim ki?

Popüler olmak için mi inanmıyorum diyorsunuz?
Hayır. Özellikle gençler arasında popüler olmak için bunu kullananları duyuyoruz. İnançlı bir bireyin popüler olmak için inançsızım demesi, cehenneme doğrudan gitmesinin en kısa yolu olabilir.

Kendinizi boşlukta hissediyor musunuz?
Özellikle dini yeni terk eden bireyler bir süre boşlukta kalabiliyor. Bir süre sonra alışıyorlar ve kalan hayatları normal şekilde devam ediyor. Felsefi görüşe tamamen adapte olan birey boşlukta değildir.

Hayatın bir anlamı yoksa neden intihar etmiyorsunuz?
Neden edelim ki? Nasıl olsa öleceğiz. Bir tane hayatımız var. Hayatımızı en güzel şekilde yaşayacağız ve zamanı geldiğinde öleceğiz.

Ölmekten korkmuyor musunuz?
Hayır. Ölmekten korkmuyoruz ama ölürken çekeceğimiz acıdan korkan bireylerimiz var.

Boy abdesti-gusül alıyor musunuz?
Hayır. Bu soruyu biraz daha açabiliriz. Oruç tutmuyoruz. Meleklere, şeytana, cinlere vb. varlıklara inanmıyoruz. Tabii ki abdest de almıyoruz. Bu temizlik yapmıyoruz demek değildir. Bizler de duş alıyoruz, dişlerimizi fırçalıyoruz, kişisel bakımlarımızı yapıyoruz.

Sünnet oldunuz mu?
Özellikle dini sonradan terk eden bireylerin birçoğu sünnet olmuştur. Toplum tarafından dışlanmamak içinse inançsız birey oğlunu sünnet ettirebiliyor. Üzülerek söylüyorum ki; ülkemizde sünnet olmayan bir erkeğin evlenme olasılığı çok düşüktür. Evlenecek damatta namaz kılma, oruç tutma gibi ibadetler çok aranmaz. Fakat sünnet olmadığı biliniyorsa vay haline. Oysaki namaz, oruç gibi ibadetler Allah için, sünnet peygamber içindir. Yani ibadet zorunlu, sünnet zorunlu olmadığı halde toplum tarafından aranan bir özelliktir. Toplum baskısı olmasa, hiçbir inançsız birey sünnet olmaz, oğlunu sünnet ettirmez.

Nasıl kız isteyeceksiniz?
Paragraflarca açıklama yapılabilir. En yalın haliyle anlatalım. Bir çift kendi arasında anlaşmışsa evlenmeleri için kız isteme töreni yapmaya gerek yoktur.

Neden suç işlemiyorsunuz?
Suç işlememek için dini bir öğretiye ihtiyacımız yoktur. Suç tanımının ne olduğunu biliyorsak, inançsız olmamız sorun değildir. İnsanın içinde suç işleme potansiyeli varsa işler. Din buna çok az engeldir. Suçun işlenmesi, ahlak ve korku parametreleri ile engellenir. Bazı inançlı bireyler Allah’tan korkmaz ama kanunlardan ve hapiste başına geleceklerden korkar. Ayrıca bazı inançlı bireylerde olduğu gibi bazı inançsız bireylerin suç işlememesi caydırıcı kanunlar tarafından sağlanır.

Kuran’ı okudunuz mu?
Evet. Arapçasını değil ama Türkçesini farklı kaynaklardan defalarca okuduk. İhtiyaç duyulma anlarında ise okumaya devam ediyoruz. Kuran’a bir inançlıdan çok daha fazla hâkimiz. Zaten birçok inançsız birey Kuran’ı okuyarak dinden çıkmıştır. Yalnızca Kuran değil Zebur, Tevrat, İncil, Tripitaka gibi kutsal kitapları da okuduk.

Kuran’ı anlamamış olabilir misiniz?
Mark Twain’in çok güzel bir sözü var. “Beni İncil’in anlamadığım yerleri değil, anladığım yerleri rahatsız ediyor.” Bu söz diğer kutsal kitaplar için de kullanılabilir. Tanrı kullarının anlamasını istemediği bir kitap yollamazdı sanırım. (Ayrıca Bkz. Ali İmran Suresi 7. Ayet)

Ya Allah Varsa? O zaman ne yapacaksınız? (Yalnızca ateistlere yöneltilen soru)
Ya Allah varsa teorisi için “Pascal Kumarı” ve karşıt görüşleri okumanızı tavsiye ederiz. Allah varsa diğer 5000 tanrının da var olma olasılığı vardır. Bu olasılık üzerinden gidersek, gerçek olan tanrının hangisi olduğunu bilmek imkânsızdır. Yalnızca ateistleri ödüllendirecek bir tanrı da olabilir.

Allah’a, Peygambere, Dine, Kitaba vs. Düşman mısınız?
Hayır. Bu soruya oldukça samimi bir yanıt verelim. Aslında bizi kısıtlamadığı sürece, kimin neye inandığı bizi hiç ilgilendirmiyor. Düşman değiliz ancak rahatsız olduğumuz yerler var. Birkaç örnek verelim.

*Özellikle sabah ezanının hoparlör patlatacak kadar sesli okunmasından rahatsız oluyoruz.
*Bir vatandaş olarak ödediğimiz vergilerin din kuruluşlarına gitmesini istemiyoruz.
*Zorunlu din dersi ve sözde seçmeli din derslerinden muaf olunmasını istiyoruz. İsteyen öğrenci din dersinden muaf olabiliyor. Fakat muaf olan öğrenciler, din dersine alınmadığında onları oyalayabilecek hiçbir etkinlik yapılmıyor. Hatta dışlanıyorlar.
*Dinsiz olduğumuzu açıkladığımızda, maddi ya da manevi zarara uğramaktan endişe duyuyoruz.
*Size duyulmasını istediğiniz saygıdan fazlasını istemiyoruz.

Din konusunda neden saldırgan davranıyorsunuz?
Genelde saldırıyı inançlı bireyler başlatıyor. Din ile ilgili bizi kısıtlayacak herhangi bir olaya itiraz ettiğimizde, inançlı bireyler tarafından “inanmıyorsan da saygı duy…” diye başlayan ve ağıza alınmayacak hakaret ve küfürlere maruz kalıyoruz. Dinsiziz diye manevi değerlerimiz yok değil. Ailemize, kişiliğimize, düşüncemize vs. gelen saldırılara karşı tepki gösteriyoruz.

Ayrıca doğrudan dine saldıran bireylerimiz yok değil. Bunun temelinde, etik olmasa da dinin yanlış olduğunun misyonerliğini yaparak, dinsiz bireylerin sayısını arttırmak yatıyor. Bizler azınlık olduğumuz için pek sözümüz geçmiyor. Fakat sayımız artarsa, sözümüzün daha çok dinleneceği açıktır.
Yazan: Agnosteist

MARİYE, MUHAMMED VE TAHRİM SURESİ


Hazırlayan: A.Kara
HADİS VE BAĞLANTILI AYETLERLE 'MUHAMMED VE MARİYE'
(CARİYE MARİYE, BAL ŞERBETİ OLAYI VE TAHRİM SURESİ)

Bu makalede tamamen İslami kaynaklarda yer aldığı şekliyle Mariye hakkında yazanlara bakacağız. Tümünü okuduktan ve üzerinde düşündükten sonra herkes kendince bir sonuca ulaşacaktır. Yorum katmadan, doğrudan kaynakları aktaracağım bu makalenin sonunda ise Müslüman arkadaşlara birkaç sorum olacak.

Belirtmekte fayda var ki hadislere bakmadan Tahrim suresinin ilk 5 ayetini net şekilde anlamak imkansızdır. Zaten bu yüzden meal ve tefsirlerde de bu makalede sizlerle paylaşacağım hadislere başvurulmakta, yani ayetlerde yazanların anlam ve ortaya çıkış sebepleri bu hadisler doğrultusunda açıklanmaktadır.

Şimdi konuya Mariye'nin kim olduğu ve Muhammed'in hayatına nasıl girdiğini anlatan hadislere bakarak başlayalım.

KIPTİ MARİYE KİMDİR? MUHAMMED'İN HAYATINA NASIL GİRMİŞTİR?

Muhammed b. Ömer dedi ki: Ayrıca ilim ehlinden olan Ebû Sa’îd bana haber verdi; dedi ki:
Mâriye, Ensina  vilayetine bağlı Hafn kasabasındandı.

Bize Muhammed b. Ömer b. Vâkıd el-Eslemî haber verdi; dedi ki:
Bize Abdülhamîd b. Ca’fer haber verdi. O da babasından nakletti; dedi ki:
Resûlullah (sas), Hicretin 6. senesinde Zilkâde ayında Hudeybiye’den dönünce Hâtıb b. Ebû Belte'a’yı, Kıptîlerden İskenderiye hâkimi el-Mukavkıs’a gönderdi. Onunla birlikte, Mukavkıs’ı İslâm’a davet eden bir mektup da gönderdi. Mukavkıs, “Hayırdır!” dedi ve mektubu aldı. Mektup mühürlüydü. Mukavkıs onu fildişinden yapılmış bir kutuya koydu, üzerini mühürledi ve bir cariyesine teslim etti. Ayrıca Peygamber’e (sas) cevabî bir mektup yazdı. İslâm’a girmedi, ancak Mâriye el-Kıbtiyye ve kız kardeşi Sîrîn’i, eşeği Ya’fûr ve katırı Düldül’ü de hediye olarak Resûlullah’a (sas) gönderdi. Düldül boz renkliydi. O zaman Araplarda ondan başka boz katır yoktu.

Resûlullah (sas) Mâriye el-Kıbtiyye’yi beğeniyordu. Kendisi beyaz tenli, güzel bir kadındı. Resûlullah (sas) onu ve kız kardeşini Ümmü Süleym bt. Milhân’ın evinde ağırladı. Resûlullah (sas) onların yanına girdi ve onlara İslâm’ı anlattı. İkisi de Müslüman oldu. Resûlullah (sas), Mâriye’yi mülk-i yeminle (cariye statüsünde) nikâhladı. Sonra onu, Benî en-Nadîr’den kalma, el-Âliye’de kendisine ait bir eve gönderdi. Yazın ve hurma toplama zamanında burada kalırdı. Resûlullah (sas) bu evde Mâriye’nin yanına gelirdi. Mâriye’nin dini yaşayışı çok güzeldi. Kız kardeşi Sîrîn’i de şair Hassân b. Sâbit’e hediye etti...

Mâriye, Resûlullah (sas) için bir çocuk dünyaya getirdi; Resûlullah ona İbrahim ismini koydu. [1]

Mariye, Muhammed'in hayatına girdikten sonra ne oluyor da Tahrim suresinin ilk 5 ayeti ortaya çıkıyor. Bunun cevabına tüm İslam camiasının meal ve tefsirlerde kullandığı hadisler üzerinden bakalım.

TAHRİM SURESİ 1-5.AYETLER
NEDEN VAHİY OLUNMUŞ ?

1169- Hazreti Aişe der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri pâk zevcelerinden Cahş kızı Zeyneb'in evinde bal şerbeti içer ve yanında fazla kalırdı. (Buna kıskandığımızdan) Hazreti Ömer'in kızı Hafsa ile şöyle anlaştık: Hazreti Peygamber, hangimizin evine gelirse, ya Re-sûlallah! Sen meğâfir (tatlı fakat kokusu hoş olmayan bir bitki usaresi) mi yedin? Senden meğâfîr kokusu alıyorum, desin. Sonra Hazreti Peygamber, zevcesi Hafsa'nm yanına gidince, Hafsa konuştuğumuz şekilde Hazreti Peygambere hitab etti. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
«Hayır, meğafîr yemedim. Fakat Cahş kızı Zeyneb'in evinde bal şerbeti içerdim. Yemin ettim, bir daha
içmeyeceğim ve bunu da hiç kimseye söyleme.» 
Mütercim
Hazreti Hafsa, Peygamber'in sırrını (bal şerbeti içmeyeceğine dair yemin edişini) Hazreti Aişe'ye anlatıp haber verdi. Bunun üzerine: «Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi neden haram kılıyorsun» mealindeki ayet nazil oldu. [Tahrîm, 1]

Bu ayetin nüzul sebebi hakkında bir rivayet de şudur: Peygamber (sav), zevcesi Hafsa'yı nöbetlerinde ziyaret ettikleri bir günde, Hazreti Hafsa peygamberin izniyle babasına gitmişti. Hazreti Peygamber de kendisine hizmet için cariyesi Mariye'yi çağırmış ve ona hizmet ettirmişti. Hazreti Hafsa bunu öğrenince çok üzüldü. Bunun üzerine Hazreti peygamber ona şöyle buyurdu: «Mariye'yi kendime haram edersem razı olur musun?» Hafsa: - Evet, razı olurum deyince, Hazreti Peygamber: «İşte haram ettim. Fakat bunu sakın hiç kimseye söyleme.» buyurdu. Sonra Hafsa, Peygamberin bu sırrını Aişe'ye söyledi. 

Fethu'1-Barî (İbn Hacer el-Askalanî'nin eseridir) şerhinde ayetin nüzul sebebi olarak bu olayı (Mariye hadisesi) tercihli gösteriliyor. Fakat Buhari şerhinde açıklandığı üzere, bal şerbetinin haram kılınması hususu tercih edilmiştir. [2]

Gördüğünüz gibi hadiste "Hafsa, Peygamberin bu sırrını Aişe'ye söyledi" denmektedir. Kur'an'da nasıl yer bulduğunu görebilmek için Tahrim suresi 3.ayete bakalım:

3. Hani peygamber, eşlerinden birine gizli bir şey söylemişti. Eşi bunu başkalarına aktarıp Allah da durumu peygambere açıklayınca peygamber bunun bir kısmını anlattı, bir kısmından vazgeçti. Eşine konuyu anlatınca o, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu. “Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana bildirdi” diye cevap verdi. 

Muhammed'in Mariye'yi kendine haram kılması olayı Tirmizi'de şöyle yer alır:

1201- Âişe (r.anha)’dan rivâyete göre, şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) hanımlarına dört ay
süreyle yaklaşmamaya yemin etmişti (Bal yemeyi veya Mariye’nin yanına yaklaşmayı kendisine
haram kılmıştı) sonra haram kıldığı bu şeyi helal kılarak yani yeminini bozarak yemin için kefâret
koymuştu.” (Tirmîzî rivâyet etmiştir.) [3]

Şimdi, Buhari ve Tirmizi'de yer alan bu konuya bir de Ebu Davud'un Sünen'inde yazanlar ile bakalım.

2283....Ömer (b. el-Hattab r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Nebî (s.a.) Hafsâ (r.anha)'yı boşamış, sonra da (iddet süresi içinde) ona dönmüştür. [4]

Bu hadisin alt kısmında ve Buhari'de konuya açıklama getirmek için paylaşılmış olan diğer hadislere bakalım:

1l70- Hazreti Ömer (Ra) der ki:
«Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi neden haram kılıyorsun?» mealindeki ayet nazil olunca,
Peygamber (sav) pâk zevcelerinden ayrılarak, «bir ay, onların yanlarına varmayacağım» diye yemin etmiş ve çardağına çekilmişti... [2]

Rasûl-i Ekrem'in, Hz. Hafsa'yı boşaması şöyle olmuştur; Hz. Peygamber günlerini, hanımları arasında taksim eder, adalet ölçüleri içerisinde her gün birinin yanında kalırdı. Nöbet sırası Hz. Hafsa'ya geldiği gün Hz. Hafsa anne ve babasını ziyaret etmek üzere izin istedi. Rasûl-i Ekrem ona izin verdikten sonra cariyesi Mariye'yi Hz. Hafsa'nın odasına çağırıp onunla başbaşa kalmıştı. Bu esnada Hz. Hafsa, ziyaretini tamamlayıp dönmüş ve odasında Rasûl-i Ekrem'le Hz. Mâriye'nin bulunduklarını ve odanın kilitli olduğunu görmüştü. Bunun üzerine Hafsa kapının önüne oturup ağlamaya başladı. Rasûl-i Ekrem alnından terler dökülerek dışarı çıktı. Hafsa, Mâriye ile başbaşa kalmak maksadıyla kendisine izin verildiğini iddia ediyordu. Rasûl-i Ekrem aslında Hz. Mariye ile kalmasının Allah'ın kendine tanımış olduğu bir hak olduğunu ifâde ettikten sonra, Hz. Hafsa'yı memnun etmek için bir daha Hz. Mariye ile 
başbaşa kalmayacağına söz verdi ve bunun aralarında kalmasını istedi.  Hz. Hafsa ise, Rasûl-i Ekrem gider-gitmez Hz. Aişe'nin odası ile kendi odası arasındaki duvara vurup Hz. Aişe'yi çağırdı, olanları ona anlattı. Daha sonra bunu öğrenen Hz. Peygamber Hz. Hafsa'nın yaptıklarına öfkelenip onu boşadı. [5]

Tahrim Sûresinin şu ayeti bu hadiseye işaret etmektedir. ''Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi o sözü haber verip, Allah da onun bu davranışını o (peygamberi)ne açıklayınca (peygamber hanımına) bu (söyledikleri)nin bir kısmım bildirmiş (şunları filâna söyledin demiş) bir kısmından da vaz geçmişti. (Peygamber) bunu O'na haber verince eşi, "bunu sana kim söyledi?" dedi (Peygamber): (her şeyi) bilen, haber alan (Allah) bana söyledi" dedi." [Tahrim, 3]

Kays b. Zeyd'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber Hz.- Hafsa'yı boşayınca dayıları Kudâme b. Mazûn ile Osman b. Mazûn Hz. Hafsa'nın yanına gelmişler. Hz. Hafsa ağlamış ve, "Allah'a yemîn ederim ki o beni bana ihtiyacı olmadığından dolayı boşamış değildir" demiş tam bu esnada Hz. Peygamber oraya gelip "Cibril bana "Hafsa'ya dön. Çünkü o çok oruç tutar ve geceleri namaza çok kalkar o cennette senin  zevcen olacaktır" dedi," buyurmuş. [6]

Tahrim suresi 3.ayet ve onunla ilişkili hadislerde, Muhammed'in eşlerinden Hafsa'nın sır tutmayıp Aişe'ye anlattığı yazıyordu. Peki devamındaki 4 ve 5. ayetlerde neler yazıyor, okuyalım:

Tahrim suresi 4.ayet:
(Ey peygamber’in eşleri!) Eğer siz ikiniz Allah’a tövbe ederseniz, ne iyi. Çünkü kalpleriniz kaydı. Eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka çıkarsanız bilin ki Allah, Cebrail ve salih müminler onun yardımcısıdır. Bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar.

Tahrim suresi 5. ayet:
Eğer sizi boşayacak olursa rabbi ona, sizin yerinize sizden daha iyi olan, Allah’a teslimiyet gösteren, yürekten inanan, içtenlikle itaat eden, tövbe eden, kulluk eden, dünyada yolcu gibi yaşayan, dul ve bâkire eşler verebilir.

Sahih-i Buhari ve Muslim'de Tahrim suresi 1-5. ayetlerin nasıl ortaya çıktığı anlatılmakta, Muhammed'in Hafsa ve Aişe'den dolayı tüm eşlerini boşamayı düşündüğü yazmaktadır. İlgili hadise bakalım:

İbnu Şihab şöyle demiştir: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Ebi Sevr, Abdullah ibn Abbas'tan haber verdi. O şöyle demiştir: Allah'ın haklarında 'Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalpleri eğrildi' (Tahrim, 4) buyurduğu kişilerin Peygamber'in zevcelerinden hangi ikisi olduğunu Ömer'den sormaya hırslanır dururdum. Nihayet onun beraberinde hac yaptım. Dönerken yolun bir yerinde Ömer saptı. Ben de deriden bir su kabı ile onun beraberinde yoldan saptım. Ömer doğanın çağrısına cevap vermeye gitti, nihayet geri dönüp benim yanıma geldi. Ben de ellerine o su kabından döktüm, o da abdest aldı.

Ben: 'Ey müminlerin emiri! Peygamber'in zevcelerinden o iki kadın kimdir ki, Allah onlar için 'Eğer ikiniz de Allah'a tövbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalpleriniz eğrildi...' buyurmuştur?' diye sordum.

Ömer bana:
'Hayret ederim sana ey Abbas oğlu! Onlar Hafsa ile Aişe'dir' dedi.

Sonra Ömer şöyle devam etti:
Ben Ensar'dan bir komşum ile beraber Benu Umeyye ibn Zeyd yurdunda (oturuyor) idim. Bu yurt Medine'nin Avali denilen semtindedir. Bir şey öğrenmek ümidiyle peygamberin yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve diğer şeylere dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı. Ve biz Kureyş topluluğu, kadınlara galebe ediyorduk. Medine'ye Ensar üzerine geldiğimizde bir de gördük ki onlar, kadınları erkeklerine galebe eder bir kavim (yani kadınlar erkekleri üzerinde üstünlük sağlıyorlar). Derken bizim kadınlarımız, Ensar kadınlarının edebinden almaya başladılar. Bir gün ben karıma karşı bağırdım; o da bana cevap verdi. Ben onun bana söz döndürüp cevap vermesinden hoşlanmadım; azarladım. Bunun üzerine o, şunları söyledi:
'Benim sana karşı mırıldanmamı niçin münasip görmüyorsun? Vallahi peygamberin zevceleri bile ona karşı mırıldanıyorlar ve birisi o gün geceye kadar peygamberin yanına uğramıyor!' dedi.

Karımın bu sözleri beni ürküttü.
Ben: 'Onlardan kim bunu yaparsa perişan olur; büyük günah işlemiş olur' dedim.

Sonra elbisemi giyindim ve Hafsa'nın yanına girdim. Ve ona:
'Ey Hafsa! Sizlerden herhangi biriniz bütün gün ta geceye kadar Allah Elçisi'ne dargınlık ediyor musunuz?' dedim.

O: 'Evet' dedi.

Ben: 'O kadın perişan olmuş ve zarar etmiştir. Her biriniz Allah'ın Resulünün öfkesinden dolayı Allah'ın sizi harap etmesinden korkmuyor musunuz? Bu yüzden helak olursunuz. Sen Allah'ın Resulüne karşı çok istekte bulunma, O'na karşı herhangi bir şey hususunda söz döndürme yarışına girişme, O'na darılıp O'ndan ayrı durma. Bir ihtiyacın meydana çıkarsa O'nu benden iste. Ve sakın arkadaşının, Resulullah'a senden daha güzel ve daha sevgili olması da seni aldatmasın (Ömer, burada Aişe'yi kastediyor).

Ve biz o sırada: 'Gassaniler (Şam'da yaşayan bir kabile) bize karşı gaza etmek için atlarını nallatıyorlarmış' diye havadis alıyorduk. Arkadaşım kendi nöbetinde peygamberin yanına indi ve yatsı vaktinde döndü. Kapıma şiddetli bir vuruşla vurdu, ve:
'O uyuyor mu?' dedi.
'Ben korktum ve hemen onun yanına çıktım'.
O: 'Büyük bir iş meydana geldi' dedi.
Ben: 'Nedir o; Gassaniler mi geldi?' dedim.

Hayır, fakat ondan daha büyük ve daha uzun: Resulullah (s.a.v) kadınlarını boşamış, dedi.

Ömer dedi ki: Hafsa isteğine ulaşmadı ve ziyana uğradı. Ben bunun yakında olacağını zannediyordum. Elbisemi üzerime topladım ve Peygamber'le beraber sabah namazını kıldım. Peygamber, birkaç basamak çıkıp kendisine ait bir odaya (meşrube) girdi ve orada yalnız kaldı.

Ben Hafsa'nın yanına girdim, gördüm ki ağlıyordu.
Ben: 'Seni ağlatan nedir? Ben seni uyarmış değil miydim? Resulullah sizleri boşadı mı? dedim.

Hafsa: 'Bilmiyorum. O, işte ta şu odada' dedi.

Bunun üzerine mescide çıktım ve minberin yanına geldim. Gördüm ki, minber etrafında bir takım kimseler var; bazıları ağlıyorlar. Yanlarında biraz oturdum. Sonra vicdanımdaki duygum bana galebe etti. Peygamber'in içinde bulunduğu o odaya geldim. Ve Peygamber'in siyah kölesine:

Ömer için izin iste! dedim.
İçeriye girdi, peygamberle konuştu. Sonra çıktı ve:
Seni peygambere söyledim; bir şey demedi, dedi.

Oradan ayrıldım, nihayet mescitte minberin yanındaki topluluğun beraberinde oturdum. Sonra yine vicdanımda hissettiğim şey bana galebe etti. Tekrar kölenin yanına geldim. O evvelki gibi söyledi. Ben yine minberin yanındaki topluluğun beraberinde oturdum. Sonra yine vicdanımda hissettiğim şey bana galebe etti. Tekrar kölenin yanına gittim. Ve:
Ömer için izin iste! dedim.

Köle bir öncekinin benzerini söyledi. Ben de döndüm, giderken baktım, uşak beni çağırıyor:
Resulullah sana izin verdi, dedi.

Bunun üzerine huzuruna girdim. Baktım ki, Resulullah bir hasırın kumları üzerine yan yatmış, kendisiyle hasır arasında bir döşek yok, kumlar vücudunun yan tarafında iz yapmış; kendisi, içi hurma lifi doldurulmuş deriden bir yastığa dayanmış idi. Kendisine selam verdi. Sonra ayakta dikelerek:
Kadınlarını boşadın mi? dedim. Gözünü bana doğru yükseltti ve:
'Hayır', dedi.

Sonra ben yine ayakta dikelerek, şöyle dedim:

Ya Resulullah! Eğer beni düşünürsen, bilirsin ki, biz Kureyş topluluğu kadınlara galebe ediyor idik. Sonra bir kavim üzerine geldik ki, kadınları onlara galebe ediyorlar.

Ömer bu sözü söyleyince, Peygamber gülümsedi. Sonra ben şöyle dedim:

Eğer beni düşünürsen bilirsin. Ben Hafsa'nın yanına girdiğim de: 'Sakın arkadaşının peygambere senden daha güzel ve daha sevgili olması seni aldatmasın' dedim.

Peygamber bir daha gülümsedi. Ben O'nun gülümsediğini gördüğüm zaman hemen oturdum ve gözümü kaldırıp evinin içine baktım. Vallahi evin içinde tabaklanmamış üç hayvan derisinden başka gözü döndürecek hiçbir eşya görmedim. Bunun üzerine ben:

(Ya Resulallah!) Allah'a dua et, ümmetine genişlik (zenginlik, refah) versin.
Çünkü Farslar ve Romalılara genişlik verilmiş ve onlara dünya ihsan olunmuş; halbuki onlar Allah'a ibadet etmiyorlar, dedim. Bunu söyleyince yaslandığı yerden doğruldu ve:

'Sen bir kuşku içinde misin? Ey Hattab oğlu! Onlar hoşlukları dünya hayatında peşin verilip geçiştirilen birer kavimdir' buyurdu.

Ben de: 'Ya Resulallah, benim için istiğfar ediver' dedim.

İşte Peygamber, Hafsa'nın Aişe'ye anlatıp ifşa ettiği sır yüzünden ayrılıp inzivaya çekilmiş ve kadınlarına küsmüş olduğundan ötürü, [Bkz: Kastallani'nin açıklaması] bir ay kadınların yanına girmeyeceğim, demişti. Bu zaman içinde Allah, peygamberini azarladı (Bkz. Mariye'ye yaklaşmama yemini: Tahrim 1-4). Yirmi dokuz gece geçince Resulullah hepsinden önce Aişe'nin yanına girdi ve Aişe O'na:

(Ya Resulallah!) Sen bizim yanımıza bir ay girmemeye yemin etmiştin. Halbuki biz 29. gecenin sabahında olduk; ben bu geceleri hakkıyla sayıyorum, dedi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):
'Yemin ettiğim ay yirmi dokuz çekmektedir; işte bu ay 29 günden oluşuyor' buyurdu.

Aişe dedi ki: Müteakiben muhayyer kılma ayeti (Ahzab: 28-29) indirildi. Peygamber ilk kadın olarak benimle başladı ve şöyle dedi:

'Ben sana bir emir anlatacağım. Cevap hususunda acele etmemenden dolayı sana bir serzeniş yoktur, ta ki ebeveynine danışasın'.

Aişe dedi ki: 'Kat'i biliyorum ki, ebeveynlerim bana senden ayrılmamı emretmezler'.

Sonra Peygamber şöyle dedi:
'Allah şöyle buyurdu: Ey Peygamber! Zevcelerine şunu söyle: Eğer siz dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız gelin size boşama bedellerini vereyim de, hepinizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allah'ı ve Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki Allah içinizden güzel hareket edenlere pek büyük bir mükafat hazırlamıştır' (Ahzab: 28-29).

Ben de: 'Ben bunun hakkında mı ebeveynime danışacağım? Ben elbette Allah'ı ve Resulü'nü ve ahiret yurdunu isterim' dedim.

Sonra Resulullah bütün kadınlarını böyle muhayyer kıldı; onlar da hep Aişe'nin dediği gibi söylediler. 
[7][8][9]

Kastallânî, söz konusu hadisle ilgili şöyle der: Hafsa'nın açıkladığı söz şudur: Peygamber, Âişe'nin gününde Mâriye ile yalnız kalmış, Hafsa da bunu bilmiş; Peygamber, Hafsa'ya: Şunu gizli tut,ben Mâri-ye'yi kendime haram kıldım, demiş. Hafsa da bunu Aise'ye açıklamış, Âişe de öfkelenmiş. Nihayet Peygamber, kadınlarına bir ay yaklaşmamaya yemîn etmiştir. İşte müteâkib cümlenin ma'nâsı budur.

Gördüğünüz gibi tüm hadisler kısmen küçük farklar içeriyor olsa da anlattıkları olaylar aynı.

Hiçbir yorum yapmadan, tamamen kaynaklarda yazanları sizlere okuduktan sonra konuya dair birkaç soru sorarak konuyla ilgili ne düşündüğünüzü, görüşlerinizi öğrenmek istiyorum.

SORULAR

1) Mukavkıs, Muhammed'e hediyeler gönderdiğinde neden bu hediyeler geri çevrilmiyor?

2) Muhammed'in kendine gönderilen hediyeler arasından Sirin adlı kadını arkadaşına hediye ettiği yazıyor. Empati yaptığınızda, kendinizi hediye edilen kadının yerine koyduğunuzda nasıl hissederdiniz?

3) Muhammed neden tıpkı Sirin'e yaptığı gibi Mariye'yi de çevresindeki erkeklerden birine vermemiş, hediye etmemiştir?

4) Kur'an insanlara öğüt alması için gönderilmiş evrensel bir kitap ise, Tahrim suresinin ilk 5 ayetinden çıkarmamız gereken temel ders nedir?

5) Her şeyi yaratan yüce bir ilah varsa, onun böyle konularla ilgileniyor ve bunlara dair mesajlar gönderip Kur'an'a eklettiriyor olmasını mantıklı buluyor musunuz?

6) İnsanları doğru yola sokmak üzere gönderildiği söylenen kitapta Tahrim ve benzer ayetlerde Muhammed'in eşleri ile arasında yaşananlar anlatılıyor. Söz konusu ayetler insanlığa ne yönden yol gösterecek, iyi kişiler olmalarını nasıl sağlayacak, insanlığa ne kazandıracak?

7) Bu konunun anlatıldığı, Buhari ve Müslim gibi birçok hadis toplayıcısının yer verdiği bu olaylarda Mariye'den "cariye" olarak bahsedilmekte, Zübdetü’l-Buhari'de "Peygamber kendisine hizmet için cariyesi Mariye'yi çağırmış ve hizmet ettirmişti" denirken, İbn-i Sad'ın Tabakat'ında Mariye'yi "mülk-i yeminle (cariye statüsünde)" nikahladı yazmaktadır.

Bu kaynaklara ek olarak, Muhammed Hamidullah'ın "İslam Peygamberi Muhammed" adlı çalışmasında şöyle yazar: "Efendisinden bir çocuk doğuran câriye, onun ölümünden sonra başka bir muameleye gerek olmaksızın hürriyetini elde eder. Hz. Peygamber’in câriyesi Mâriye, İbrâhim’i dünyaya getirmesi üzerine ümmüveled statüsüne geçirilmiş ve bu olay müslümanlara örnek teşkil etmiştir. İslâm ülkelerinde ümmüveled haline gelerek hürriyetine kavuşan birçok câriyenin bulunması, bu usulün kölelerin azaltılması bakımından geçerli bir yol olduğunu göstermektedir. Böyle bir câriyeden doğan çocuk hür sayılır, onunla baba arasında normal bir nesep bağı kurulur ve her bakımdan normal evlilikten doğan çocukların statüsüne sahip olur". [10]

Görüldüğü üzere kaynaklarda Mariye'nin statüsü için cariye denmektedir. Bu durumda Mariye, tıpkı Ayşe ve Hafsa gibi Muhammed'in gerçekten eşi midir, yoksa sadece İslam cinsel birliktelik öncesi nikahı şart koştuğu için mecburen nikah yapılmış bir kadın mıdır?

DİPNOTLAR
● Ensinâ, Nil’in doğusunda Saîd bölgesindeki şehirlerdendir.
●● Tahrim 3: "Hani peygamber, eşlerinden birine gizli bir şey söylemişti..."
Hazırlayan: A.Kara

PANTEİZM VE PANTEİZME YÖNELİK İTİRAZLAR

Yazan: A.Kara

PANTEİZM VE PANTEİZME YÖNELİK İTİRAZLAR

"Tanrı'nın bu dünyayı nasıl yarattığını bilmek istiyorum. Şu ya da bu olguyla, şu ya da bu öğenin görüntüsüyle ilgilenmiyorum. Düşüncelerini bilmek istiyorum, gerisi sadece detaylar." A. Einstein
[1]

Bu makalede çeşitli noktalar üzerinde durarak Panteizm ya da Pandeizm'in teizm hipotezinden daha olası olduğunu anlatmaya odaklanacağım.

İsmi fizikçi Ludwig Boltzmann'a atfedilen bir görüş vardır; Boltzmann beyni. Bu hipoteze göre evren kaos halindeki rastgele dalgalanmalar sonucu ortaya çıkmış bir varlıktır. Panteizme göre ortaya çıkan bu evren daha sonra farkındalığa erişmiştir yani bilinçlidir. Pandeistik bakışta ise evren müdahale etmez, plan yapmaz. [9]

Kavram karmaşası yaşamamak ve konuyu daha iyi kavrayabilmek adına önce Panteizmin tanımını yapmak gerekir.

Panteizm Tanrı'nın her yerde ve her şeyde olduğunu yani onun aşkın olmadığını, her yere nüfuz ettiğini, dolayısıyla içkin olduğunu söyleyen felsefi görüştür. Tanrı evrende ve her şeydedir ve her şey Tanrı'nın parçasıdır. [7][8]

Schopenhauer, Panteizmin hiçbir etiğe sahip olmadığını iddia etse de Panteizm oldukça etik bir bakış açısına sahiptir: "Başkasına verilen herhangi bir zarar, canlılığa ve herkese zarar verir."

Panteizm kavramı Thales, Parmenides ve Heraklitos da dahil olmak üzere birçok antik Yunan filozofunun yanı sıra Kabalistik Yahudiliğin eski dönemlerinde de ele alınıp tartışılmıştır. Bu tartışmaların doğurduğu Panteistik hareketler 17. yüzyılda Spinoza'nın doğalcı panteizm inancının da çıkışını sağlamıştır.

Tabi Spinoza'dan bahsetmişken onun görüşlerine kısa da olsa değinmemek olmaz.

Spinoza'ya göre tanrı, evrendir. O bunu "töz" olarak tanımlar. Bu töz, özü gereği var olmak zorundadır, kendiliğinden kendinde var olandır, var olmak zorunda olduğundan var olmuştur ve dolayısı ile yaratılmaya ihtiyacı yoktur.

Baruch Spinoza şöyle der: "Töz sözcüğünden, kendiliğinden ve kendisi için var olanı anlıyorum. Bu kavramın [tözün] meydana gelmesi için başka bir kavrama ihtiyaç yoktur."

Spinoza için tanrı ve doğa aynı şeydir. Bu yüzden Panteizm ya da Pandeizm'den bahsederken bağlamdan kopmamak ve anlam karmaşası yaşamamak için tanrı yerine doğa kelimesini kullanmak daha doğrudur.

Spinoza'nın tanrı/doğası, doğanın aşkın değil içkin nedenidir. Ol deyince oldurmaz çünkü varlık var olmak için aşkın bir güce ihtiyaç duymaz, zaten varlık doğası gereği var olur, var olma, var kalma eğilimindedir. Dolayısı ile Panteizmin doğatanrısı İbrahimi dinlerin insani özellikler taşıyan, cezalandırıcı, ödüllendirici ve müdahaleci Tanrısından oldukça farklıdır.

Spinoza'dan birkaç alıntı daha yaparak görüşlerine bakalım.

1.14 : Tanrı birdir, yani evrende yalnızca bir madde vardır.
1.15 : Her ne olursa olsun Tanrı'nın içindedir ve Tanrı olmadan hiçbir şey tasarlanamaz.
1.17 : Tanrı dışında hiçbir madde olamaz ve Tanrı'nın dışında hiçbir şey kendi başına var olamaz.
I. 25 : Bireysel şeyler Tanrının sıfatlarının değiştirilmesinden veya onun sıfatlarının sabit veya keskin şekilde ifade edilişinden başka bir şey değildir.
II. 47 : İnsan zihni Tanrı'nın sonsuz özü hakkında yeterli bilgiye sahiptir.
V. 24 : Belirli şeyleri (varlıkları) ne kadar çok anlarsak Tanrı'yı da o kadar çok anlarız.
V. 17 : Tanrı tutkusuzdur, herhangi bir zevk ya da acı duygusundan etkilenmez. Açıkçası [bu yüzden] Tanrı kimseyi de sevmez. [6]

Spinoza'nın tüm bu açıklamalarına bakıldığında O'nun panteizm tanımlamasında şunu görürüz. Evren Tanrı'nın içinde var olmanın, daha doğrusu Tanrı ile birlikte var olmanın bir biçimidir. Spinoza'ya göre evrenimiz Tanrı'nın düşüncelerindeki varoluş tarzıdır ve Tanrı'nın uzantısıdır. Yalnızca bu ikisi insanoğlunun Tanrı hakkında bildiği sıfatlardır. [2]

Filozof Karl Jaspers bu konu hakkında şöyle der:

Tanrı'yı bir kişi olarak hayal etmek başlı başına bir sınırlamadır. Tanrının ne anlayışı ne iradesi vardır. O'nun sadece anlayışın ve iradenin bir biçim olarak ortaya çıktığı düşünce özelliği vardır. Hareket etmez ya da durmaz fakat hareket ve durma biçimlerini ortaya çıkaran uzatma-genişletme özelliği vardır. Anlayış ve irade tıpkı hareket ve dinlenme gibi doğada yaratılır, onlar Tanrı'nın kendisi değil sonuçlarıdır. [3]

Panteizm görüşü her yerde birden bulunan ve her şeyi bilen evren-tanrı görüşüne sahiptir. Dolayısıyla eğer Tanrı her yerdeyse ve her şeyi biliyorsa bu durum her şeyin Tanrı'nın zihninde olduğu ve O'nun her şeyle eş süreli olduğu anlamına gelir.

Yani eğer yaratıklar Tanrı'dan ayrı olsalardı bu durumda Tanrı sonsuz olamazdı. Tanrı sonsuz olduğu için her şey Tanrı'dadır. [4]

Dolayısıyla Panteizm'in sürekli yaratılışa uyduğu, bunu takip ettiği açıktır. Tanrı sürekli olarak yaratıyorsa bu O'nun yaratılışının süreklilik arz ettiğinin göstergesidir çünkü O'ndan ve zihninden bağımsız gerçekleşecek bir yaratılış mümkün değildir.

Alman filozof Friedrich Albert Lange, Panteizm'in (her şey bir olduğundan) birleşik bir varoluşu ve ruhsal olanın doğallaştırılmasını sağladığını söyler. [5]

Teizm yaygın olarak Tanrı'yı her şeyden aşkın ve uzay-zaman dışında olarak nitelendiriyor olsa da aynı zamanda dinlerdeki bu Teist Tanrı figürü her yerdedir, sürekli olarak yaratır ve bu devinimi devam ettirir. O halde bu Tanrı figürü üst düzeyde bir içkinliğe sahiptir. (A.g.e.)

Dinlerdeki Tanrı ile tezat oluşturacak şekilde Panteizm Tanrı'yı uzay-zamana getirir. Bu onu bilim insanları ya da bilim meraklıları için ilgi çekici hale getirir. Ayrıca doğanın ve kozmosun ihtişamına duyduğumuz saygı ile de uyumludur.

Panteizmi çekici yapan bir diğer konu "kötülük" problemidir. Dinlerdeki hayali, yanıltıcı kötülüğün ya da Tanrı'ya zıtlık içeren kötülük kavramının aksine "kötülük" olgusunun evrenin işlemlerinin sonucu olduğunu söyler. Ancak bunun da kendi içinde sorunlu yönleri var tabi ki, yine de dinlerdeki kötülük probleminden çok daha iyi bir görüşe sahip olduğu açık.

Panteizme karşı pek çok itiraz var, bunlardan bazıları başarılı, bazıları başarısız. Bunlara kısaca değinelim.

1) Biz sadece dünyayı "Tanrı" olarak yeniden adlandırıyoruz. Onu dünya ile eşitlemeden önce Tanrı kavramına odaklanmalıyız". Dolayısıyla teizm Tanrı kavramının temel anlayışıdır, Panteizm bunun bir türevidir.

Yanıt: Panteizmin iki kavramı eşitlediği doğru olabilir ancak bunun nedeni Tanrı'yı ortadan kaldırmak değildir. Nasıl ki fizikten önce hatalı bir şekilde su yalnızca ıslak ve şeffaf bir madde olarak ele alınıyor ve element olduğu zannediliyorsa Panteizm Tanrı'nın da yanlış anlaşıldığını düşünür ve tıpkı evreni yeniden ve daha iyi anladığımız gibi Tanrı'yı da yeniden ve daha iyi anladığını söyler.

2) Panteist Tanrı, evren ile tamamen aynı mıdır yoksa kısmen ortak mıdır? Yoksa bütün yani Tanrı, parçalarının yani evrenin toplamından daha mı büyüktür? Kısacası kavramlar örtüşüyor mu yoksa aynı mı?

Yanıt: İkisi kavramsal olarak farklı olsalar da eş sürelidir. Yani Tanrı'nın en azından maksimum ölçüde bilinçli olan bir varlık olduğunu anlıyoruz. Evren maksimum kapsamdadır ancak evrenin bilinçli olduğunu anlamıyoruz.

Konusu açılmışken evrenin neden bilinçli olabileceğine dair argümanlar da yok değil. Bu konuya da değinelim.

Eğer evren bilinçli ve maksimum kapsamdaysa ve Tanrı da öyle ise o zaman bu iki kavram kavramsal olarak özdeş olmasalar bile birlikte kapsayıcıdırlar. Metafiziksel olarak konuşursak, bu ikisinin de aynı varlık olmayabileceği ihtimali de var. Yani Panteistik tanrı yalnızca evreni izleyen ve denetleyen bilinçli durumlar da olabilir.

3) Panteistler fiziksellik, fikircilik veya her ikisinin de doğru olduğunu mu savunuyor? O halde doğaüstü ile doğal olan arasındaki ayrım nedir?

Yanıt: Geleneksel panteistler bir ruh olarak Tanrı'nın mükemmel doğasını koruma çabasıyla ona fiziksel bir varlıktan ziyade kusursuz bir varlık olacak şekilde bazı özellikler atfetmek isteyebilirler. Fakat bunun ne kadar tutarlı olduğu tartışılır.

Tanrı ya ruhsal ve üstündür ya da yakın ve fizikseldir; ki bu makalede ikincisini savunuyorum. Zaten panteizmin güçlü yanlarından biri Tanrı'yı fiziksel kılıyor olmasıdır ve fiziksel bir tanrıyı fiziksel etkilerle ilişkilendirmek daha tutarlıdır.

Eğer bir şey manevi ise bu dünyanın bir parçası değildir, aşkındır ve nedensel olarak etkili olabileceğini söylemek zorlaşır. Dahası, maneviyat nedensel olarak etkili olsaydı, fiziksel olmadığı için etkili olduğunu söylemek zor olurdu. Bu yüzden bu makalede Tanrı'nın aşkın ve kusursuz olmadığı üzerinde duruyorum.

4) Panteizmin Tanrı'sı kişisel mi değil mi?

Yanıt: Panteizmde kişisel olmayan bir Tanrı görüşü vardır. Bunu Spinoza'nın Etiğinde (V.17) görmek mümkündür. Ancak kozmosun zihin benzeri doğası, doğanın doğadan fazlası olduğunu düşünmek için iyi bir nedendir.

5) Panteizm ve Pandeizm "Tanrı evrendir" diyor fakat birden fazla evren olduğu söyleniyor. Bu sorun teşkil etmiyor mu?

Yanıt: Spinoza'nın tanrı/doğası çoklu evrenlerin ve kozmik oluşun kendisidir, içinde kaç evren olduğunun önemi yoktur.

6) Doğa/tanrı nasıl kendi kendinin nedeni olabilir?

Yanıt: Bu soruyu yöneltenlere şunu sormak gerekir: "İnandığınız tanrı nasıl kendi kendinin nedeni olabiliyor?" Yani sizin yaratılmamış ama yaratmış dediğiniz tanrı fikri evrenin kendisi için neden uygulanabilir olmasın? Tıpkı sizin bahsettiğiniz Tanrı'ya benzer şekilde evren de yaratmış ama yaratılmamış olabilir. Yaratıcı gücün illa gökyüzünde oturan, ödül ve ceza veren, cennet ya da huri vaat eden insani özellikler taşıyan bir ilah mı olması gerekiyor?

Konuya dair bir sonraki makalede Panteizm ve Pandeizm'in bilimsel dayanak noktaları üzerinde duracak, konuya farklı açılardan bakmaya devam edecek ve önemli bölümleri detaylandıracağım.