Dinleri (Ülkemiz bazında İslam’ı) neden eleştiriyorsunuz diyorlar.
Dinler, o dinlere tabi olanlar tarafından, o dine inanmayanlara
Tebliğ (Davet) ediliyor. (Davetin kabulü özünde, davet edilen kişinin isteğine
ve iradesine bağlıdır.) Yani davet eden, karşısındaki kişiye dinini anlatıyor ve
onun da davet ettiği dine tabi olmasını ve dininin gereklerini yerine
getirmesini istiyor. Böyle bir durumda dine davet edilen kişi, kendisine
anlatılanlara AKIL, VİCDAN, SEVGİ, BİLİM, AHLAK süzgecinden geçirip, bunlarla
uyuşuyorsa o dini kabul etme veya reddetme hakkı vardır.
Dine davet
edilen kişi, davet edilen dine ait anlatılan konularda şüpheye düşüyorsa, aklına
yatmıyorsa, vicdanına sığmıyorsa, bilimle çelişiyorsa davet eden kişiye çeşitli
sorular sorma gereği duyacaktır. Bu sorular davet edilen kişi ikna oluncaya
kadar devam edecektir. İkna olmadığı konularda ise soru üstüne soru soracaktır.
İlle davete katılmasını istiyorsanız, ikna etmek davet edene düşer. Bu aklın
gereğidir. İnsan olmanın gereğidir.
Kişi daveti kabul etmeyip daveti
reddettiğinde ise davet edenin “Dinimiz akıl dini değildir, düşünme ve sorgulama
dini değildir, teslimiyet dinidir, kabul etmeye mecbursun” deme hakkına sahip
değildir. Kişinin aklı kenara bırakıp sorgusuz davete teslim olmasını istemek
ise DAVET DEĞİL ZORLAMADIR, DAYATMADIR. Dayatma ise ÇATIŞMA GETİRİR. Çatışmada
ise haklı ve doğru olan değil GÜÇLÜ OLAN KAZANIR. Dayatma ve Çatışma davetin
amacını ortadan kaldırır.
Davet edilen kişi, sizin davet ettiğiniz
dinin, sadece kitabına ve elçisine değil aynı zamanda sizin dininizi uygulama
şeklinize de bakacaktır. DİNİN TEORİSİ (KİTABI) İLE PRATİĞİNİ (UYGULAMASINI)
BİRBİRİNDEN KOPARAMAZSINIZ! Örneğin İslam dininin teorisi Kur’an ise pratiği de
hadislerdir, sünnetlerdir, o dinin uygulayıcıları olan Müslümanlardır. Yani
İslam’a davet ettiğiniz kişi hem Kur’an’a bakacak hem hadislere bakacak hem
sünnetlere bakacak hem Diyanetin uygulamalarına bakacak hem diğer ülkelerin
uygulamalarına bakacak hem tarikat şeyhlerinin söylem ve eylemlerine bakacak,
hem hocaların söylem ve eylemlerine bakacak hem Müslümanların söylem ve
eylemlerine bakacak, hem de yaşanmış olan İslam tarihine bakacaktır.
Tıpkı kanunları, yasaları, kararnameleri, yönetmelikleri,
içtihatları, yasa uygulayıcılarını, hakimleri, savcıları, avukatları ANAYASADAN
KOPARAMAYACAĞINIZ GİBİ... Hakkınızda hüküm veren bir hâkim; bu hükmü savunan bir
avukat, bu hükmü uygulayan kolluk kuvvetleri için “sen onlara bakma istediğini
yap/yapma” diyebilir mi?
İnsan uzuvları ile bütündür. İnsan; elinin
alıp-verdiğiyle, ayağının gidip-geldiğiyle, gözünün görüp-görmediğiyle, dilinin
söyleyip-söylemedikleriyle bir bütündür. Sen söylediklerime bak yaptıklarıma
değil Dİ-YE-MEZ-Sİ-NİZ!
Kur'an’ı, İslam’ın tek kaynağı olarak
gösteremezsiniz!
Hadisleri yok sayıp, sadece Kur'an’a bakarak davete
tabi olunacaksa eğer, Kur'an’a davet ettiğiniz kişi "Bu Kur'an’ın uygulaması,
örneği, pratiği, yaşanmışlığı nedir? Bana bir uygulama örneği gösterin"
dediğinde ne diyecek, kimleri gösterecek hangi örnekleri göstereceksiniz? Hem
hadisleri reddedecek hem de Kur'an’ı ve İslam’ı anlatabilmek için
peygamberinizin hayatından, uygulamalarından, sözlerinden örnekler
vereceksiniz.
Kur’an’ın sözde iniş süreci olan 23 yılda yaşananları,
Kur’an’ın temsilcisi ve elçisi olan peygamberin hayatını, 1400 yıllık İslam
uygulamalarını YOK SA-YA-MAZ-SI-NIZ! Böyle bir durumda İslam’a davet ettiğiniz
kişiye “Sen sadece Kur’an’a bak, diğerlerini boş ver.” DİYEMEZSİNİZ! Çünkü bir
dini bu saydıklarımın tamamı oluşturur. Davet ettiğiniz kişi size eğer bu dini
oluşturan unsurlar içinde ve ya birbirleri ile aralarında bir çelişki, akla
uymayan, vicdana sığmayan, bilimle, zamanla ters bir konuyu ortaya koyduğunda
cevap veremiyorsanız, “O gerçek İslam değil, Onlar gerçek İslam’ı temsil
etmiyorlar, onlar yobaz” DİYEMEZSİNİZ!
YOBAZ DEDİKLERİN GÖKTEN İNMEDİ. İNANDIKLARI KİTABI, ÖNDERLERİNİ VE HADİSLERİ
UYGULUYORLAR.
Ayetleri, Tefsirleri, Hadisleri, kelimeleri,
olayları, kişiye, zamana, mekâna göre EĞİP BÜ-KE-MEZ-Sİ-NİZ! Eğerseniz,
bükerseniz, ayetten farklı bir şey derseniz eğer, gerçek İslam’ı, gerçek
Müslümanı ortaya koymak zorundasınız! Koyamıyorsanız bu da, Müslüman sayısınca
İslam var demektir. Bu durumda bir buçuk milyar Müslüman’ın hangisinin
davetine uyacaksınız? Düşünen, sorgulayan ve aklını kullanan bir insan,
herkesin farklı anlayıp farklı uyguladığı, AKLI YOK SAYAN böyle bir dinin
davetine, neden uysun ki?
HER KİTAP DİĞER KİTABI, HER DİN DİĞER
DİNİ, HER İNANAN DİĞER İNANANI YALANLIYORSA, İNANANLAR İNANDIKLARI YARATICIYI
ANLAMAMIŞ YADA YARATICI ANLATAMAMIŞ DEMEKTİR.
AKLIN SORGULAMASINA
AÇIK OLMAYAN HİÇBİR DİN TANRISAL OLAMAZ.
İnsanın yarattığı tanrı değil, insanlığı yaratan gerçek Yaratıcı
varsa eğer insanı yaratıp boş bırakmamıştır. Doğumundan ölümüne kadar her insana
“Elçi” olarak Akıl vermiştir. Her insan aynı zamanda Yaratıcı’nın elçisidir.
Yaratıcı’yı yeryüzünde temsil eder.
Yaratıcı, Kitap ve Ayet olarak
da insanlığa kâinatı, dünyayı ve doğayı vermiştir. Kâinat, dünya ve doğa
ayetlerdir. Yeter ki insan olarak okumasını bilelim. Her canlı başlı başına bir
ayettir. Elçi olan insan aynı zamanda ayettir.
Erich Fromm (Almanya
doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur.) der ki;
“Artık Tanrı’ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden kişi ve topluluğa
tapınılmaktadır.’’
Çok doğru ve yerinde bir tespit. Yaratıcı adına konuşanlar, kendi
Tanrılarını yaratıp, sözlerinin (uydurdukları) vahiy olduğunu söyleyerek,
aslında kutsal bir zırh, dokunulmazlık ve sorgulanmazlık kazanmaktadırlar.
Böylece etkiledikleri tüm kişi ve toplumların kendi akıl ve sorgulamalarını
devre dışı bırakmaktadır. Yani Akıl, düşünme ve sorgulama şalteri
indirilmektedir. Bu sağlandıktan sonra artık vahiycinin işi çok kolaydır.
Kişiler ve toplumlar istedikleri gibi yönlendirilebilir, kullanılabilir ve
sömürülebilir hale getirilmiştir.
Eski İslamcı yazar Levent
Gültekin “Onurlu Çıkış” adlı kitabında bizzat yaşadıklarına, sorgulamalarına
dayanarak şöyle diyor. Daha doğrusu dürüstçe itiraf ediyor:
“Dinin, siyasi, ticari, toplumsal ortak bir payda haline getirilmesindeki
sakıncayı net göremiyordum. Siyasi, toplumsal ve ticari ilişkilerde
inancın sömürüldüğünü görüyor, fakat bu sömürünün kaçınılmaz olduğunu
idrak edemiyordum.” “Din adına biz İslamcıları kandıranlar, uyutanlar,
sömürenler gemilerini yüzdürmeye devam ediyorlar.” “Biz dini değerlerin
siyasi, toplumsal ve ekonomik çözümler getireceğini sanıyorduk.”
Bazı insanlar, vahye inananlar, dindarlar, siyasal İslamcılar
hayatta karşılaştıkları sorunları, olayları din terazisi ile tartıyor ve din
gözlüğü ile bakıyorlar. Dini, dinin hükümlerini, o hükümleri açıklayan
insanların sözlerini ölçü olarak alıyorlar. Olaylara onların inançları,
gözleri ve gözlükleri ile bakıyorlar. Sürekli değişim ve gelişim içinde olan
insanlık, 3300, 2000 ve 1400 yıl önceki teraziler ile yapılan tartım ve
ölçümler ile hayatını şekillendiriyor, o yılların değerleri ile günümüzü
yaşıyor, şimdiki ve gelecekteki hayata, geçmişin gözlükleri ile bakıyor,
yönlendiriyorlar. İnsanlık ne yazık ki geçmişten gelen din terazisinin
yanlış değer ve ölçüler gösterdiğinin, gözlüğün ayarının zamanımıza ve
insanlığa uymadığının, karanlık gösterdiğinin farkında değil. Din
gözlüğünden baktığı dünyanın ve hayatın, gerçek hayat olduğuna inanmış. O
terazinin ölçümünü doğru kabul etmiş. Hâlbuki insanlığın var oluşundan
günümüze ve gelecekte asla ayarı bozulmayacak, yanlış tartmayacak bir terazi
var elinde. AKIL Terazisi, AKIL Gözlüğü.
Bu terazi ve gözlük bünyesinde Vicdanı, Adaleti ve Sevgiyi barındırır.
Bunlar, terazinin dengesini, gözlüğün ayarını koruyan ve sağlayan
değerlerdir. Akıl gözlüğü ile hayata bakmak ve tartmak aslında insanın
doğasında, fıtratında vardır. Ne yazık ki doğasından gelen bu değeri,
vahiyciler yüzünden kullanamamaktadır. Bu değerin asla yanlış tartması söz
konusu değildir. Bireysel akıl, toplumsal akıl ve evrensel akıl her zaman
diliminde, her ortam ve koşul altında, kullanılabilir olması insanlığın en
büyük değeri, ölçüsü ve göstergesidir.
Bugün insanlık aklı,
vahiyciler ve dinler tarafından esir alınmıştır. Akıl terazisi ile
tartamayan, akıl gözlüğü ile göremeyen insanlık, kendisini, aklını,
dünyasını sınırlandırmış ve etrafına aşılması çok zor düşünce kaleleri
örmüştür. Kendisini vahyin hapishanesine hapsetmiş, vahiycileri de kendi
başına gardiyan dikmiştir. Akıl terazisi yerine din terazisini, akıl gözlüğü
yerine din gözlüğünü kullananlar hem kendilerine hem insanlığa hem de diğer
varlıklara haksızlık etmiş, zulmetmiş olurlar. İnsanlık, hayata akıl gözlüğü
ile bakıp, akıl terazisi ile tarttığında, Aklı vahiycilerin ve dinlerin
esaretinden kurtarabildiğimizde dünya daha yaşanabilir gerçek bir cennet
haline gelecektir.
Uydurma elçi ve kitaplar peşinde koşan
insanlık, cennet olacak dünyasını kendi eliyle cehenneme çevirmektedir.
» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara
Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise
"getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci"
demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı
Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.
Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.
Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan
sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah
hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın
da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!
İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned
5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)
Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık
olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında
ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir
peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi
bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir.
Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya
ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir
kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer
etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye
devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…
İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u,
Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir
peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar
da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak
görmüşlerdir.
Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda
bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri
isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde
etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre
Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine
göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da
mevcuttur.
Nuh Türk’tür İddiası
“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet
haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre
derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının
Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını
söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz.
İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’
diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):
“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den
çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.
Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların
romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh.
1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına
sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine
rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan
geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu
düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.
Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası
Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve
iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin
oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de
kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim,
Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde
ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un
oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş
ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak
bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan
gelmektedir.
Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh
aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu.
Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes,
nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini
tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi
Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya
yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni
bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar
bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet
ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]
İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir
uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:
Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası
Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı
yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından
dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz
Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve
Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile
dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik
taşımaktadır.
Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün
ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece,
altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana
bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı
Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)
Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu
seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir.
Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi
olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde
yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi
geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.
“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken;
“Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş.
Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok
atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz
khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine
muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman
avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri.
S.224)
Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara
Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre
Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min)
idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)
Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu
görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi.
Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif
Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.
Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki
bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama
ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan
bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız
hala Şaman gelenekleri ile dolu.
İbrahim’in Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu
öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in
M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da
ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda
Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu
söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında
bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim Türk
demektir.
Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami
ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir
kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk
edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog
Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne
çıkıyor.
İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı
yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında
İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.
İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu
öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu
savı üzerinde de durulur.
D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne
sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler.
Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular
Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who
Was Abraham?]
Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin
kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları,
Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.
Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları
Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir
ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa
ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir
imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan
kapı dışarı ettiler.
Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm
yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması
epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük
putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi
oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika
altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir.
Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize
anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin
dışında krallıklar kurmamıştır.
Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran
ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in
Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar
yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını
da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki,
Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta
tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye
gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke
için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?
Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir
ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya
varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona,
kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek
istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.
Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir
olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le
Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç
bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra
girişilmiş acaip geziler.
Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki
çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için
güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız
kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa
daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral
genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve
dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok
güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis
krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel
armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu
olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.
Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe
karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün
hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların
babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi
gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu
İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular
İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı
düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara
başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar,
kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.
Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok
bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu
ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de
ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey
varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların
Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi,
Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi
ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda
yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi
Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da
onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet
verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden
aldıklarını biliyoruz.
Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü
Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim,
miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar
bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne
hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş
gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun
zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların
aptallığına eşsiz bir örnektir.
İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının
kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir
dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları
kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir
törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman
sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli
ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.
Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler
üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne
Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti.
Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir
bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.
Muhammed Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in
oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk
olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş
oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara
şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.
Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e
ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk
kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından
olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir
kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu
kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan
geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç
etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı,
akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne
sürülebiliyor.
Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın
ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek
kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de
tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.
Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla
Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu
saçmalığı sürdürmekteler.
Nahl suresi 36.ayet
Müsned 5/265-266
İbn Hibbân, 2/77
Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000
https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html
Kaşgarlı Mahmut, Cilt 1. Sayfa 111-113
E.Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224
A.Bulut, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni
D.Matlock, Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396
Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?
M.İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber
Heller, B.; Rippin, A. (2012) [1993]. "Yāfith". In Bearman, P. J.;
Bianquis, Th.; Bosworth, C. E.; van Donzel, E. J.; Heinrichs, W. P.
(eds.). Encyclopaedia of Islam (2nd ed.). Leiden: Brill Publishers.
doi:10.1163/1573-3912_islam_SIM_7941. ISBN 978-90-04-16121-4
Hunt, Harry B., Jr. (1990). "Japheth". In Mills, Watson E.; Bullard, Roger
Aubrey (eds.). Mercer Dictionary of the Bible. Mercer University Press.
ISBN 9780865543737
Araştırmacı yazar Oktan Keleş'in makalesi
Wheeler, Brannon M.; Wheeler, Associate Professor of Islamic Studies and
Chair of Comparative Religion Brannon M. (2002). Moses in the Quran and
Islamic Exegesis (İngilizce). Psychology Press. ISBN 9780700716036
Shirazi, Naser Makarem. Tafseer-e-Namoona
Ibn Taymiyyah. الفرقان - بین اولیاء الرحمٰن و اولیاء الشیطٰن [The
Criterion - Between Allies of the Merciful & The Allies of the Devil]
(PDF). Ibn Morgan, Salim Adballah tarafından çevrildi. Idara
Ahya-us-Sunnah s. 14
Seoharwi, Muhammad Hifzur Rahman. Qasas-ul-Qur'an (PDF)
Pirzada, Shams. Dawat ul Quran. s. 985.
[Genesis 12:14–17]
[Genesis 12:18–20]
[Genesis 12:10–13]
[Genesis 15:1–21]
[Genesis 17:17-27]
[Genesis 20:11–14]
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Mukaddes Çevreler ve Eski Hilafet Ülkelerinde
Türk Hatunları
Remzi Murat, Telfiku’l –Ahbar, İ.Danişmend, Türklük ve Müslümanlık
Ebu Davud, Mehalim 10, (4306)
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal
denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir
zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski
bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden
inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma
argümanlar getirmeyin.
Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi
olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?
Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.
Bu teoriye Müslümanlar
genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği
zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim
oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa
düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.
Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar
bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve
hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva
gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"
Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için
kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir
şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların
yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların
birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın
erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat
Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep
birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa
evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.
Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.
Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için
genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek. Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve
bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba
bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin
ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki
meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için
melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce
sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi
yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin
verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve
mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da
sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve
yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.
Bu teorinin olasılık payını görmek
için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak
Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.
Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik.
İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece)
kafirlerden oldu.
Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan
kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını
inceleyelim.
Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde
ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.
Ayetlerin devamına bakalım.
A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana
emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha
üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından
yarattın.'"
“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak
senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu. “'Öyle
ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları
gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra
onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından
sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini
şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.
Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene
engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten,
onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'" “Çabuk in oradan,
buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin
haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi.
Allah" Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de
onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup
oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh
sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım,
siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini
değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun
aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden
tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın
doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.
Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:
1- Kur'an'ı kim gönderdi?
Bu teoride Kur'an yine
Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru
yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve
kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan
imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a
baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli
tehditler ediyor (cehennem korkusu).
Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz... Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah
edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.” İsrâ 22:
Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız
bırakılmış olarak kalakalırsın. Şuarâ 213: Öyle ise sakın
Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan
olursun!
Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece
kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem
kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.
Nisâ Suresi 78: Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu
Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler.
"Hepsi Allah’tandır" de.
Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok.
Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın
kendisidir.
Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi
göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı
ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı
şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele
geçiriyor.
Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların
yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek
için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak
kamufle ediyor.
2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?
Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış
anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de
doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için
vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu
teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir
yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına,
derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden
üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir
Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.
Bu teori
aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki
Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan
şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu
çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan
ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana
cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan
şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı
“İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da
suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan
etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler
sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin"
diyoruz.
Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce
görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel
kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor?
Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik
ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana
kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye
sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve
kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir
şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.
Tüm gayrimüslimler Müslümanlarla tartışmalarında eminim bu cümleyi duymuştur. “Ölünce cehennemde görürsün. “ Bende sayısız tartışmalarımda binlerce defa bu cümleyi duymuşumdur. Korkutmak için söylenen bu cümle beni her seferinde sadece güldürmüştür. Peki neden? Çünkü mantığı, aklı olan bir yaratıcı beni Kur'an'a inanmadığım için yakamaz. Nedenini tek tek maddeler halinde Kur'an'ın kendi ayetleriyle sizlere ispatlayacağım.
Hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine karşı şahit tutarak: "Rabbiniz değil miyim?" diye şahit gösterdiği zaman "Evet Rabbimizsin, şahidiz !" dediler. Kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu!" demeyesiniz,
Ayette insanların doğmadan veya doğduğu zaman Allah'ın onların yaratıcısı olduğu hakkında şahitlik ettiği söyleniyor. Fakat ben böyle bir şahitlik yaptığımı hatırlamıyorum. Siz hatırlıyor musunuz? Muhtemelen hayır. O zaman hatırlamadığım bir şahitlikten sorumlu tutulamam. Sizlerde öyle.
2. Madde
Ben bir ateist olarak Allah'ı görmedim, duymadım ve hissetmedim. O yüzden kesin bilgi sahibi değilim ve inanmıyorum dediğimde Müslümanlar komik argümanlar getiriyorlar. Örneğin sevgiyi gördün mü? Beynini gördün mü? gibi. Fakat unuttukları bir şey var. Görmediğim duymadığım ve hissetmediğim bir şeye inanmamayı ve onun peşine düşmemeyi zaten sizin kitabınız da emrediyor.
Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.
Zaten ben de Allah'ı duymadım (kulaklarım şahit), görmedim (gözlerim şahit), hissetmedim (kalbim şahit İslam'da hissetme organı kalptir) ve kesin olarak bilgi sahibi olmadığım için Allah adında bir yaratıcının peşine düşemem.
3. Madde
Müslümanlar tartışmalarda sıkça "inanırsan bir şey kaybetmezsin ama inanmazsan cehennemde yanma ihtimalin var" diyor. Yanmam kardeşim. İnanmadığım doğru. Ama bu benim değil senin Allah'ının da isteği.
Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse inanamaz. O, aklını kullanmayanlara kötü bir azab verir.
Ben inanmıyorsam, bu Allah'ın izni olmadığı içindir. Şimdi kendisi inanmam için izin vermediği halde beni inanmadığım için cehennemde yakabilir mi? Mantıklı bir Tanrıysa yakmaz. Bir düşünün; Polis banka soymana izin vermiyor ama seni neden banka soymadın diye tutukluyor. Bu ne kadar mantık dışıysa Allah'ın kendisi izin vermediği halde iman etmeyenleri iman etmediği için cehenneme atması da o kadar mantık dışı. Müslümanlar şimdi de "ayetin sonunda aklını kullanmayanlar ifadesi var sen aklını kullansan Allah izin verecek" derler. Öyle bir şey yok kardeşim.
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.
Allah'ın kalplerini ve kulaklarını mühürlediği birisi aklını kullanarak iman edebilir mi? Eğer iman edebilirse demek ki Allah yeterince kudretli değil. Ayrıca ayetin sonunda onlar için büyük azap vardır ifadesi de aklını kullanarak iman edemeyeceğini gösteriyor. Celal Şengör'ün bu argümana iyi bir cevabı var: “Ben yanmaya razıyım yeter ki doğruları bileyim”
Evet bende yanmaya razıyım yeter ki doğruları bileyim.
4. Madde
“Allah adildir herkesi imtihan ettikten sonra cennet ve cehenneme sokacak” diye klişe bir ifade vardır. Bu cümleyi söyleyen Müslümanlar kendilerinin Kur'an'ı inkar ettiklerini ve cehennemlik olduklarını anlamıyorlar bile.
Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmış olduk. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.
Ayet açık bir şekilde Allah'ın daha en başta insanların büyük bir kısmını cehenneme atmak için yarattığını anlatıyor. Cehennem için yarattığı birinin imtihan edilmesinin anlamı yok. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Hoca sizi yapacağı sınavdan zaten bırakacak ama kamuoyuna adil bir sınav olduğunu göstermek için sizi yinede sınava sokuyor. E buna da ancak ikiyüzlülük denilebilir.
5. Madde
Özellikle modernist Müslümanların söylediği bir laf vardır: "İyi insan olursan dini kimliğinin bir önemi yok, Allah seni ödüllendirir." Bunu söylerken sıklıkla şu ayeti örnek olarak gösteriyorlar:
6. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُۜ
7. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
8. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.
Fakat bu ayet Müslüman olarak ölenler için geçerli, gayri Müslimler için değil. Peki bunu nereden anlıyoruz? Modernist Müslümanların dediği gibi Kur'an'ın tamamını ele alarak.
Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.
Ayet açık bir şekilde Allah katında yegane dinin İslam olduğunu söylüyor ve İslam dışında hiç bir dinin kabul edilmeyeceğini söylüyor.
Kim İslam'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir.
Gördüğünüz gibi İslam dışında farklı dine mensup insanların kaybedenlerden olacağı yani ahirette hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde "mecaza gerek duymadan" söylüyor Ku'ran. Şimdi birilerinin kalkıp "Müslüman olmasan bile cennete gidebilirsin" demesi tamamen saçmalıktır.
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.
Yani tüm hayatını iyilik yapmaya adamış bir Hristiyan, Musevi yada Hindu sırf Muhammed'e ve Kur'an'a inanmıyor diye cehenneme atılacak ama çocuklara tecavüz eden imam sırf kalbinde biraz iman var diye bir vakitten sonra cehennemden çıkarılıp cennete sokulacak. O zaman ben hiç inanmadığım için hiç şansım da yok. Tüm hayatım boyunca iyilik yapsam bile Allah'ı kabul etmediğim için yerim cehennem olacak.
İnkâr edenlerin yapıp ettikleri, susamış kimsenin geniş düzlüklerde görüp su zannettiği serap gibidir; sonunda gelip ona ulaşınca orada bir şey bulamaz, ama Allah’ı yanında bulur, O da eksiksiz olarak hesabını görüverir. Allah’ın hesabı pek çabuktur.
Bizim gibi insanların yaptığı iyiliklerin boşa olduğunu söyleyen Allah, çocuk tecavüzcüsü imamların sırf imanlılar diye yaptıkları iyiliklerin karşılığını alacaklarını söylüyorsa o zaman bir daha düşünün derim. Eğer binlerce ihtimal arasından yalnızca Allah ve onun gönderdiği din gerçekse bile ben cehennemde yanmaya razıyım çünkü doğru bildiğim işi yapacağım ve elimden geldiği sürece insanlara iyilik yapmaya devam edeceğim.
İslamı yaymak için cihat ederek birilerinin kafasını kesip toprağını işgal etmediğim için belki cehennemde yanacağım ama olsun ben yinede razıyım. Sonuçta ben iyiliği birilerinin hoşuna gitmesi için veya cennette göğüsleri yeni tomurcuklanmış huriler için değil kendim için yapıyorum. Emin olun öldükten sonra ismim duyulunca birilerinin “o iyi bir insandı bana iyiliği dokundu” demesi yada demese bile onun gönlünde yerimin olması bin tane cennetten daha üstündür benim için. İyi insan olmak, binlerce yıl önce yaşamış ve kendine peygamber demiş kişilerinin kitaplarına inanıp kendi gibi düşünmeyenleri fişlemek değildir. Bunu anladığınız zaman dünya daha güzel bir yer olacak bundan emin olabilirsiniz.
NEDEN? Bu soru hem makro hemde mikro evrende temel sorudur ve bilimde bu
sorunun üzerine kurulmuştu diyebiliriz. Nedensellik terimi her sonucun bir
nedene ya da her nedenin bir sonuca bağlanarak açıklanabilir olacağı anlamına
gelir. Müslümanlarla tartışmalarımızda Allah'ın varlığının bilimsel kanıtları
diye bize sunulan şeylerin nedenlerini açıkladığımızda konu hep Allah'a kadar
varıyor. Fakat her şeyde neden arayan Müslümanlar her ne hikmetse Allah'ın
nedensiz olduğunu düşünüyorlar. Nedenselliği daha iyi kavraya bilmek için bunu
Determinizm kavramı içerisinde ele almamız gerek.
Determinizim
Hem dini inançlarda hemde bilim felsefesinde dogma diyebileceğimiz
düzeye gelmiş bazı şeyler var. Bilim felsefesinde genellikle bu dogmalar
determinizm, naturalizm olarak isimlendirilir ve inançlı insanlar hep
kendi dogmalarını görmek yerine bilimin determine olmuş yönlerini sorgulamaya
çalışırlar. Aslında maddesel bir evrende yaşadığımızı düşünürsek naturalizme
şaşmamak gerek ancak bu konuyu başka bir yazımda detaylı olarak ele alacağım.
Bilimin dogmaları aşılabilir bir şey fakat inancın dogmaları yanlışlansa dahi
bunlar terk edilmez ve inançlı insanlar kendi dogmaları uğruna bir insanı
gözlerini kırpmadan öldürebilirler. Peki nedir determinizm?
Determizim
yahut diğer ismiyle belirlenircilik kabaca şu şekilde izah edilebilir. Evrenin
işleyişi çeşitli bilimsel yasalarla belirlenmiş durumda ve bu yasalar asla
değişemez. Yani mevcut yasalar olayların gerçekleşmesini zorunlu kılıyor.
Determinizmde mevcut yasaları koyan birisi yok. Çünkü neden-sonuç ilişkisini
sorgulamaya başladığımızda bu bizi sonsuz bir döngüye sokar. Sanılanın aksine
determinizmde neden ve sonuç ilişkisi rastgele, başı boş bir şekilde
ilerlemez. Bir sonucu oluşturan neden kendi içinde sonsuz denilebilecek kadar
çok nedenlere sahiptir. Örneğin siz suyun ateşte kaynadığını biliyorsunuz.
Suyun ateşte kaynaması her türlü gözlemle sabittir. Şimdi 10 ton suyla dolu
olan bir tankın altına bir kibrit yakarak tutmamız ve o tanktaki suyun
kaynamasını beklememiz saçmalık olur değil mi? Zira 10 tonluk suyu kaynatmak
için ona denk olacak ateş gücüne ulaşmamız gerek. İşte determinizm de belli
yasalardan doğan sonuçların mutlak olduğunu iddia etmesine rağmen süreci
oluşturan şartların makul oranlarda olması gerektiği gerçeğini de göz ardı
etmez.
İnançlı insanlar, özellikle de Müslümanlar determinizme
karşı çıkarlar. Genel olarak dine en yakın felsefi düşüncelerden biri olan
determinizmden inançlı kişilerin nefret etmelerinin en önemli sebebi
zorunluluk ve irade kavramlarıdır. İnançlı insanlar evrendeki tüm şeylerin
Allah'ın iradesi ile oluştuğunu iddia ediyorlar fakat determinizm evrende olan
her şeyin oluşum sebebinin zorunluluk olduğunu iddia ediyor. Yani ortada iki
hidrojen bir oksijen molekülü varsa onlar eninde sonunda birleşerek suyu
oluşturmak zorunda. Determinizm kavramı sonuca bakarak o sonucu ortaya çıkaran
nedene ZORUNLU NEDENLER(mutlak yasalar) diyor. Bunu derken de yasaların
önceden her hangi bir bilinçli varlık tarafından belirlenmediğini iddia
ediyor. Bu yasaların aslında oluşum sürecinde maddenin doğal karakteristiğini
açıklayabilmemiz için verdiğimiz özel isimler olduğunu söylüyor..
Aslında Müslümanlar Kuranda anlatılan düzenin kendisinin dahi
determinist olduğunun farkında değiller. Kurana baktığımızda her şeyin önceden
planlanmış bir şekilde sebep-sonuç ilişkisi üzerinden yaratıldığını ve
yaratılan şeylerin belli düzen (yasa, kader) üzerinden hareket ettiğini
görüyoruz. Ve Kur'an bizlere bu yasaların determinizmde olduğu gibi mutlak ve
değişmez olduğunu söylüyor.
Hadîd Suresi, 22: Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir
musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın.
Kuşkusuz bu Allah’a göre kolaydır.
“...Bizim sünnetimizde
değişiklik bulamazsın.” (17.İsra’: 77)
“...Sünnetullâh’ta asla
değişme bulamazsın!” (48.Feth: 23)
“...Sünnetullâh için bir
alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın!”
(35.Fâtır: 43)
Not: Sünnetullah, Allah’ın yaratma kudretinin belli bir düzen ve
yasa içinde olmasıdır. Bu de Allah’ın takdiri ve muradı ile gerçekleşir.
Fakat başta Said Nursi talebeleri (buna Osman Bulut da dahil) olmakla
birlikte birçok Müslüman nedenlerin aslında bir süreç olduğunu ve nedenin
asla kesin olarak bilinemeyeceğini, sadece inana bileceğimizi iddia
ediyorlar. Dolayısıyla biliminde aslında bir inanç olduğunu söylüyorlar.
Gazali gibi insanlar da bu hipotezi benimsemişler. Gazali sebep-sonuç
ilişkisinde Eşari doktirinini benimsemiş ve mevcut bütün realiteyi (ahlaki
ifadelerin anlamını bile) Tanrı kavramıyla bağdaştırmış ve neden sonuç
ilişkisinde tek nedenin Tanrı olduğunu, geri kalan her şeyin sonucu
oluşturan süreçler olduğunu iddia etmiştir. Eşariliğin kurucusu olan
Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'de aklın hiç bir zaman gerçeğe ulaşamayacağını,
kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceğini savunuyordu.
Fakat sebep-sonuç ilişkisinde mutlak ve tek nedenin Tanrı olması geri
kalanın yalnızca sonucu oluşturan süreç olması fikri kendi içinde tutarsız
kalıyor. Peki nasıl?
Bunu basit bir örnekle anlata biliriz. Örneğin bir kadın ve bir erkek cinsel
birliktelik yaşıyor ve Allah kadının karnında bir bebek oluşturuyor. Burada
kadın ve erkek bebeğin oluşmasındaki süreçtir fakat bebeğin yaratılma nedeni
Allah'tır. Şimdi farz edelim ki kadın kürtaj yaptırarak çocuğu aldırdı. O
zaman çocuğun var olup olamayacağına neden olan şey Allah değil kadın oluyor.
Yani yine süreci oluşturan şey nedenin önüne geçiyor. Burada o kürtaja izin
verende Allah'ın kendisi diyip itiraz edebilirsiniz. O zaman kürtaj günah
olarak düşünülemez zira ona izin veren neden ilkesi de Allah'ın ta kendisi
oluyor ve Kur'an'ın kader kavramını da işin içine sokarsak o çocuğun kürtajla
daha doğmadan öldürüleceğini kadına ve çocuğa kader olarak yazan da Allah'ın
kendisi olmuş oluyor. O zaman yaptığımız tüm günahlardan biz sorumlu değiliz.
Zira bizler Allah denilen nedenin her hangi bir sonuç için kullandığı süreciz
sadece. Bunu daha iyi anlamak için Ömer Hayyam'ın bir rubaisine
bakalım.
Öldürmek de, yaşatmak da senin işin; Bu dünyayı gönlünce düzenleyen
sensin. Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat? Beni böyle yaratan
sen değil misin?
Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, Cennet-i
âlâ meyhane midir? Her mü’minine iki huri vereceğim diyorsun Cennet-i
âlâ kerhane midir?
Bilim, sonucu ortaya çıkaran sürecin her birine farklı nedenler olarak
yaklaşıyor. Doğru olanda bu zaten. Bilimin bu yaklaşımı aslında Kur'an'a da
uyuyor diyebiliriz. Sonucu oluşturan şeylerin neden olarak kabul edilmesi o
sonucun sorumluluğunu da süreci yaşayan nesnelere yüklemiş oluyor. Bu
şekilde düşünürsek Kur'an'ın imtihan kavramı doğrulanmış olur zira bizler
hem süreç hemde neden olduğumuz için sonuçtan sorumlu tutulabiliriz.
Fakat dindeki sebep-sonuç ilişkisinde tek sebebin Allah olması bazı
sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor. Örneğin düzeni (yasayı) koyan biri
(bir neden) varsa ve o biri (Allah) her şeyi önceden kader olarak yazmışsa o
zaman özgür irade yoktur demektir. Yani benim beynimi yaratan ve ona işleme
şeklini tayin eden Allah ise o zaman benim özgür iradem olamaz. Aslına
bakarsak bunu tasdik eden bazı bilimsel gözlemler dahi yapıldı. Örnek olarak
Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptığı deneyi gösterebiliriz.
Deneyi kabaca şöyle aktara biliriz. Bir insanın eline havayı fişekleri
patlatacak buton veriliyor ve bir kronometre tutuluyor. Kronometreyle
eşleştirilen Elektroensefalogram (EEG) cihazı yardımıyla deneye tabi tutulan
insanın butona basmaya karar verdiği ve bastığı anda beyninde oluşan
elektriksel beyin potansiyelleri dalgalanmalarını gözlemliyorlar ve
kronometrede bu süreçlerin başlama zamanlarını kayıt ediyorlar. Deneyin
sonunda karşılarına çıkan tablo şu şekilde oluyor.
İlk bakışta her hangi bir sorun gözükmüyor gibi. Sonuçta butona basma
niyetinin edinmenin hazırlık potensiyelini öncelemesi gerekiyor. Ama Libert
deneyde tuhaf bir şeyle karşılaştı ve niyetin eylemden sonra geldiğini
gözlemledi. Yani deneye tabi tutulan insan butona basmadan önce artan
elektriksel aktiviteler ile artık karar verenin onun bilinç altı olduğunu
fakat butona basma anının yarım saniye sonra gerçekleştiğini görüyoruz. Buda
tuşa basmaya bilincimizin değil bilinç altımızın karar verdiği anlamına
geliyor. Yani siz kronometrede beşinci saniyede butona basıyorsanız
bilinçaltınız o beşinci saniyeden önce artık bunu planlamış oluyor. Buna
Bereitschaftspotential deniliyor. Tabi bunu ilk olarak 1964 yılında Hans
Helmut Kornhuber ve Luder Deecke keşfetmişler. İkisi beraber 'Gasthaus zum
Schwanen'e öğle yemeğine giderken pasif beyin araştırmalarından duydukları
hayal kırıklığı üzerine tartışırken sonuç olarak istemli eylemlerle ilgili
olarak insanda serebral potansiyeller aramaya ve araştırma için gönüllü almaya
karar veriyorlar. Yaptıkları deney ve gözlemler sonucu bilinçli irade deneyimi
ile BP (Bereitschaftspotensial) arasındaki ilişkiyi incelediler ve BP'nin
deneğin bildirdiği bilinçli farkındalığından yaklaşık 0,35 saniye önce
başladığını buldular.
Yani kısacası biz bir şeyi yapmaya karar vermeden önce o şeyin yapılacağı
artık bilinçaltımız tarafından kararlaştırılmış oluyor. Bu doğruysa
bizim özgür irademizin olmadığı anlamına geliyor. Bizlerin gelecek dediği
şey aslında önceden belirlenmiş ve bizler doğanın (yahut Tanrının) bize
çizdiği senaryoyu yaşıyor oluyoruz. Bu evren, yaşam bir simülasyondur
teorimini bir daha gündeme getiriyor fakat bu konuyu başka bir yazımda
detaylı bir şekilde inceleyeceğim.
Tabi bu deney ahlak kavramı bakımından ciddi sorunlara da neden oluyor. En
basitinden bizim ahlaksız hareketler dediğimiz şeylerin aslında istemsizce
bilinçaltı tarafından dayatılan şeyler olduğu ve dolayısıyla hem hukuk hemde
din yönünden herhangi bir sorumluluk ve cezai durum arz etmediği anlamına
geliyor. O zaman bir çocuk tecavüzcüsü yarın çıkıp “ ben sorumlu değilim ben
sadece bilinçaltım tarafından bana dayatılan bir şeyi yaptım” diyebilir.
İşte burada bizim yıllardır ısrarlı bir şekilde anlattığımız “ahlakın temeli
din olamaz” tezi kendini doğruluyor. Biz ahlakın zamana ve mekana bağlı
olarak toplumlar tarafından oluşturulduğunu söylüyoruz. Bunu söylememizin
nedeni de insanların kendi ahlaksızlıklarına hak kazandırmak
için metafizik bir kavram olan Tanrıyı sorumlu tutmalarını önlemektir.
Kur'an'a baktığımızda zaten özgür iradenin olmadığını açık bir şekilde
görüyoruz:
Nisâ Suresi, 78: Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam
kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan"
derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi
Allah’tandır" de. Ne oldu bu adamlara ki bir türlü sözü anlayamıyorlar!
Hadîd
Suresi, 22. Ayet: Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi
bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış
olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.
Yûnus Suresi, 100.
Ayet: Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez…
Tekvîr
Suresi, 29. Ayet: Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz.
Şimdi burada Müslümanlar bir eleştiri yapıyor ve Kur'an'daki
kadercilik kavramını şu şekilde anlatıyorlar. Allah geçmişi, şimdiyi ve
geleceği bildiği için ve insanın ne yapacağını da önceden bildiği için
yapacağı şeyleri önceden yazmıştır. Hiç bir şekilde insanların özgür iradesine
müdahale etmez. Örneğin öğretmen talebenin yıl boyu nasıl çalıştığını, bilgi
düzeyindeki birikimini bildiği halde onu imtihan ediyor. Bu imtihanda
öğrencinin sonda aldığı notu hak ettiğini kendi gözleriyle görmesini sağlıyor
ve dolayısıyla ona karşı haksızlık edildiğini düşünmüyor.
Şimdi
ilk bakışta bu teori insana mantıklı geliyor. Fakat 2 önemli nokta var ki
bunlar özgür iradeyi ve dolayısıyla imtihan kavramını şüphe altına sokuyor.
1-
Kehf suresindeki Musa kıssası özgür iradeyi ve imtihan kavramlarını
çürütüyor.
Kehf suresi 74,80 ayetler: 74. Yine yola koyuldular. Nihayet
bir erkek çocukla karşılaştıklarında, adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, "Bir
cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir
iş yaptın!" dedi. 80. "Çocuğa gelince, anası babası mü'min
insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk."
Ayetteki KORKTUK ifadesi her şeyi bilen Allah kavramına uymuyor.
Üstelik imtihan için dünyaya getirilen o çocuğun günah işleme özgürlüğüne
müdahale ediliyor.
2-Düzen ve mutlak yasalar üzerine kurulu olan
evrende doğru bilgilere sahip olan her bir varlık gaybı bilen Tanrı olabilir.
Örneğin Laplace Şeytanı.
Laplace Şeytanı
İslamda Allah'a atfedilen her şeyi bilen ve sınırsız güç sahibi
gibi sıfatlar tanrı (yaratıcı) sıfatı taşıyan her hangi başka ait de olabilir.
Örneğin Panteistler evrendeki her şeyin (buna enerjide dahil) birer Tanrı
olduğunu düşünüyorlar. Allah evreni yarattı-Enerji evreni yarattı örneğinde
hem Allah hemde enerji neden olarak kabul edilebilir. Siz enerjinin nedenini
sorgulamaya başladığınızda doğal olarak Allah'ın nedenini de sorgulamanız
gerekiyor. Yani sonucu oluşturan nedenler kendi başlarına birer Tanrıdırlar.
Birini sorgulayıp diğerini sorgulamama gibi bir şansın yok. Bu süreçte sonucu
oluşturan nedenlerin bilinçli olup olmaması çokta önem arz etmiyor. Örneğin
elmanın yetişmesi sonucunu otaya çıkaran tohum, toprak, güneş, su bilinçsiz
olsa dahi kendi başlarına birer nedendir. Ve onlar olmazsa elmada olamaz
gerçeği onları Tanrı mertebesine çıkarıyor. Bunun aksini ispat etmesi için
Tanrının yokluktan (hiç bir süreç gerekmeden) bir elma göndermesi gerekir.
Laplace Şeytanı teorisi de bu bağlamda Panteizmle ilişkilidir. Bu teoriyi
Fransız fizikçi Marquis Pierre Simon de Laplace “Olasılık Hakkında Denemeler”
kitabında anlatmıştır ve daha sonra bu Laplace Şeytanı olarak tanınmıştır.
Tabi bu teorinin ortaya çıkmasının nedenlerinin başında 1700'lerde yaşamış ve
istatistik biliminin kurucusu olan Abraham De Moivre'nin fikirleri geliyor.
Kendisi determinizmden baya bir etkilenmiş olan Moivre bunun üzerine dayanan
bir istatistik bilimi oluşturmuştur. Şans diye bir şeyin olmadığını, bunun
sadece bir yanılsama olduğunu, şans eseri oluştu dediğimiz şeylerin aslında
bildiğimiz fizik kuralları sayesinde olduğunu iddia etmiştir. Kelebek etkisi
teorisi de bu bağlamda şans denilen şeyin olmadığını iddia eder.
Örneğin bir demir parayı havaya attığımızda yazı yahut tura gelme oranı
%50-%50'dir. Moivre paranın yazımı yoksa turamı geleceğini önceden bilmemizin
mümkün olduğunu söylüyor. Örneğin hava akımı, elin açısı, elin yüksekliği,
paraya uygulanan kuvvet, paranın alaşımı ve yerin şekli (paranın yere düştüğü
kabul edilirse) dünyanın dönüş hızı gibi fiziksel faktörleri hesaplarsak yazı
mı tura mı geleceğini kolayca hesaplayabiliriz. İlk bakışta bunu hesaplamamız
imkansız gibi görünse de bu hesaplanamayacağı anlamına gelmez.
Örneğin Moivre bu hesaplamalar sonucu kendisinin ne zaman öleceğini bulmuş ve
bulduğu tarihte şaşırtıcı bir şekilde doğru çıkmıştır. Hayatının son
dönemlerinde her gece uyuduğu zaman dilimini kayıt yapmış ve her gece bir
önceki geceden 15 dakika fazla uyuduğunu tespit etmiş. Bu süre 24 saate
ulaştığında öleceğini düşündüğünü ve o 24 saatin 27 Kasım 1754 tarihine
tamamlanacağını söylemiştir. Nitekim 27 Kasım 1754 tarihinde hayatını
kaybeder.
Bu, teorisini tam olarak kanıtlamasada aslında doğru ölçümler yapıldığı zaman
her şeyin tahmin edilebileceğini gösteriyor. De Moivre'in “Şansın Doktrinleri”
isimli 52 sayfalık eseri Laplace'in çalışmalarına temel oluşturmuştur.
Laplace'in önemi, olasılık teorisini matematikte kullanan ilk kişi olmasıdır.
Ayrıca çan eğrisi diye adlandırdığımız sistemi de işlevsel olarak kullanan ilk
kişidir. Laplace kendi teorisini şöyle tanımlıyor:
“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele
alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerini ve bunu oluşturan tüm
varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve
bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki
en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak
bir hesap yaparsa hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynı geçmiş
gibi onun gözlerinin önündedir.”
Teori özetle şunu anlatıyor: Her olay kendinden önceki bir olayın sonucu,
sonraki bir olayın sebebidir. Bu teorinin şeytanla bağdaştırılmasının
nedeniyse şudur: Şeytanın ışıktan bile hızlı olduğunu düşünürsek şeytan bir
an içinde tüm olasılıkları hesaplayabilir ve gelecekte olacak şeyler
geçmişte olan şeylerin sonucu olduğu için kolay bir şekilde geleceği kendi
istediği tarzda oluşturabilir.
Tabi bu teoriye karşı çıkan insanların başında inançlı insanlar geliyordu
fakat buna karşı olan bilim insanları da az değildi. Zira bu teori özgür
iradeyi ve kaotik evren teorisini yok sayıyordu. İnançlı insanların “tanrı
evreni yarattı ve biz aktörlere bu sınırlı senaryonun dışına çıkmadan oyunda
kalma iznini verdi.” teorisine karşı Laplace şu teoriyi ileri sürdü: “Eğer
böyle bir araç olsaydı bu aracın benim özgür irademin sonucu olarak
nitelendirdiğim gelecekteki hareketlerimi tahmin etmesini ve geleceğimi
şekillendirmesini ne durdururdu?” Bu soruya ilk cevap veren insanlardan biri
Werner Heisenberg'dir. 1926 yılında yayınladığı makalesinde “Belirsizlik
İlkesi” diye bir teoriyi ortaya çıkarır ve Laplace teorisini çürütür.
Heisenberg'in ulaştığı sonuç şuydu: Doğada hiçbir partikülün kesin olarak
konumu ya da hızı bilinemez. Çünkü bilim adamı bir partikülün yerini bulmak
için üzerine ışık tutuyor ve partikül ile ışık dalgası kesiştiği zaman
parçacığın konumunu belirleyebiliyordu. Ama bu sırada istenmedik bir sonuç
da ortaya çıkıyordu, ışık ve partikül kesişinceye kadar partikülün hızı
bilinemeyeceği için partikülün hızı belirsiz bir şekilde değiştirilmiş
oluyordu. Bu da partikülün hem hızının hem konumunun aynı anda
bilinemeyeceğini gösteriyordu, yani fiziksel dünyada her zaman bir
belirsizlik vardı.
Erwin Schrödinger Heisenberg'in teorisini şu felsefi soruyla açıklamaya
çalışıyor:
“Bir kediyi, radyoaktif bir atomla, bir şişe içinde siyanür gazı ve
enerji aldığı anda çalışmaya başlayan bir çekiçle aynı kutuya koyarsan ne
olur? Eğer radyoaktif madde hareketlenirse enerji üretecek çekiç
çalışacak, şişeyi kıracak ve şişenin içindeki siyanür gazından dolayı kedi
ölecektir. Ama eğer radyoaktif madde hareketlenmezse kedi yaşayacaktır.
Ama bilim adamı kutuyu açana kadar atom ne hareketli ne de hareketsizdir,
iki olasılığın da birleşimidir. O zaman kutu kapalıyken kediye ne
olur?”
Schrödinger'in Kedisi olarak ta bilinen bu teoriye göre biz
kutuyu açıncaya kadar kedi hem ölü hemde diridir. Fakat kutuyu açtıktan sonra
kedi bu iki durumdan sadece birini yaşamak zorunda. Bu da partikülün, biz
konumunu tespit edene kadar nasıl belirsiz yada aynı anda iki yerde
olabileceğini açıklıyor. Bu durumda Laplace şeytanı çürütülmüş diyebiliriz.
Heisenberg gibi James Clerk Maxwell de mutlak yasalara inanmıyordu
ve sürekli termodinamiğin ikinci yasası olan “Enerji çok yoğun olan yerden az
yoğun olan yere kendiliğinden akmak eğilimindedir” kanununun mutlak değil
göreceli olduğunu iddia etmiş hatta bu konuda bazı çalışmalar da yürütmüştür.
Dolayısıyla evrende düzenden ziyade kaosun (mutlak yasaların
olmadığı bir ortam) olduğunu söyleyen bilim insanları bu kaos nedeniyle
Laplace'in Şeytanının öngörülere sahip olamayacağını ve dolayısıyla geleceği
tahmin edemeyeceğini ve şekillendiremeyeceğini savunuyorlardı.
Fakat Laplace'in tam olarak anlatmak istediği şey gerçekten bir
Şeytan'ın var olması ya da var olma ihtimali değildi, bu sadece durumu basitçe
anlatmak için kullandığı bir benzetmeydi. Aslında o andaki tüm bilgiye sahip
olan ve bilgileri aynı anda işleme sokarak fizik kurallarıyla sistemin
devamını sağlayan şeytan, başlı başına evrenin ta kendisidir. Nitekim bu
evrenin işleyişine ters bir şey değil. Sonuçta evrende her şeyin varlığı
kendinden önceki sonuca ve kendinden sonraki sebebe dayanıyor. Sonuçta her şey
şans sayesinde değil, belirli olasılıklar dâhilinde gerçekleşmektedir. Bu
olasılıklar çok düşük olsa dahi hep vardır. Sonuç olarak ünlü Kırmızı Asa
video serisinin yaratıcısı Osman Bulut gibi Müslümanların da iddia ettiği gibi
evrende mutlak düzen (mutlak ve değişmez yasalar) mevcutsa o zaman o düzeni
yaratan Allah değil Laplace'in Şeytanı da olabilir. Zira kaosun aksine düzen
olan evrende her şey değişmez ve belli yasalara göre hareket ettiği için
Laplace Şeytanı teorisine göre geleceği tahmin etmek ve şekillendirmek çokta
zor değil. Ve bu geleceği tahmin edip şekillendiren sadece Allah değil tanrı
sıfatı taşıyan binlerce varlıktan herhangi biri olabilir. Fakat bu her şeyi
bilen ve geleceği şekillendiren Tanrı kavramı özgür iradeyi yok ediyor, buda
biz insanların yaptıkları hiç bir şeyden sorumlu tutulamayacağı anlamına
geliyor.
Ünlü Türk filozof Alev Alatlı durumu şöyle özetliyor:
“İnsanlar, insan toplulukları gözlemlendikleri süreçlerde belirli
nitelikler sergileyebilirler ancak bu nitelikleri kalıcı değildir. Zaman
ve mekânın mutlaklığı Newtonsal bir illüzyondan ibaretti, bunu Einstein ve
görecelik yıktı. Kuantum Teorisi, ölçümleme sonuçlarının kesinliğine
ilişkin rüyalardan uyandırdı. Laplace'çıların geleceğin
öngörülebilineceğine dair fantazilerini de kaos bilimi ortadan kaldırdı.
Bu nedenledir ki, İkinci Aydınlanma Çağı'nın anlayışı “Dünyaya dair olup
da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu
yoktur.” doğrultusunda; ve buna insanların kendi ve başkaları hakkında
verdikleri hükümler dâhil.”
Özetleyecek olursak ünlü bilim insanlarından olan Celal Şengörün
de dediği gibi “Hiç kimse her şeyi bilemez” Çünkü kaotik bir evrende her zaman
öngörülemez bir şeylerin olma olasılığı vardır. Düzenli bir evrende geleceği
(gaybı) bir tek Allah bilmez ve bir tek kendisi düzenleyemez. Zira mevcut
yasaları bilen ve analiz eden, yahut bilinçsizce yapılan her şey geleceği
şekillendirebilir. Edward N. Lorenz'in dediği gibi: "Amazon Ormanları'nda bir
kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir."
Sonuç
Konumuzu 4 ana başlık altında özetle şöyle sıralayabiliriz.
1)
Determinizm dinlerin iddia ettiği kader kavramının felsefi yansımasıdır ve
kendi içinde bir sıra tutarsızlıklar mevcut. Örneğin ahlaki kavramlarda
determinizm pek de iç açıcı sonuçlar vermiyor. Kuantum mekaniğinin
ortaya çıkması determinist sanılan fizik yasalarının aslında indeterminist
olduğunu ispatladı.
2) Kur'an'da anlatılan Allah'ın sonsuz
kudret sahibi ve yasa koyucu sıfatları aslında bizlerin özgür iradeye sahip
olmadığını ve başkası tarafından determine edildiğimizi gösteriyor. Buda kendi
içinde imtihan için yaratılma teorisini çürütmüş oluyor. Hatta insanları
işlediği günahlardan ve suçlardan sorumsuz hale getiriyor, zira her şey
önceden belirlenmiş oluyor.
3) Düzenli ve değişmeyen yasalara
sahip evreni anlatan Kur'an'ın yaratıcı diye bahsettiği Allah, Laplace'in
Şeytanı da olabilir. Sonuçta gaybın sahibi Allah geleceği sonsuz kudret ve
bilgi sıfatıyla düzenliyorsa Laplace'ın Şeytanı da Kur'an'ın da söylediği
düzenli evrendeki mevcut olan mutlak yasaları kullanarak geleceği (ğaybı)
tahmin edebilir hatta şekillendirebilir.
4) Kur'an'da fıtraf (Rum
suresi 30. ayet) diye geçen aslında Determinist bir ahlak sistemi olan önceden
belirlenen ahlak sistemi asla doğru olamaz. Bunu doğru sandığımız an hiç bir
şeyden sorumlu olmuyoruz ve yaptığımız her şeyin sorumlusu Tanrı oluyor. Bu
yüzden "orta yolu bul" prensibi üzerinden hareket ederek ahlaki konuda
benimsediğim bir felsefi görüş vardır. Otodeterminizm. Otodeterminizm,
determinizm ve indeterminizm isimli iki uç görüşün kesişme noktasıdır
diyebiliriz. Bu görüşe göre insanlar belli sınırlar içinde kendi ahlaki
düzenlerini kurabilirler. Bu sınırları tayin eden de Tanrı yahut bir başkası
değildir. İnsanların kendisi, yaşadıkları zamanın ve coğrafyanın onların
sunduğu yaşam standartlarıdır.
Stephen Hawking-Özgür irademiz var mı?-
https://www.youtube.com/watch?v=STpwwe7SXa8
Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin
büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır.
İndeterminizm determinizmi reddeder. Determinizmin karşısında olan bir
görüştür. Bu görüşe göre insanlar ahlaki eylemlerinde özgürdür, ahlaki
eylemlerini hiç kimse kısıtlayamaz, sorgulayamaz. Kişi kendi
davranışlarından sorumludur.
Naturalizm Tabiatı tek gerçeklik, bilgi ve değer kaynağı olarak kabul eden
ve insan zihnini doğal kavramlarla izah eden sistemlerin genel adıdır.
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
●►UYARI: Diğer makalelerde zaten defalarca savaş konulu sure ve ayetleri önceki ve sonrakilerle birlikte tüm olarak defalarca ele aldım. Bu makalede surelerin sadece kelimesinin geçtiği ayetlere yer verilmiştir. Amaç; "Herkesi yaratan" bir Allah var ise onun "ne şartlar altında olursa olsun, gerekçesi ne olursa olsun" kendi yarattıklarını birbirine düşürmesinin ve sürekli savaşmaktan bahsetmesinin absürt olduğunu göstermektir. Taraf tutan ve sürekli taraf değiştiren, her kitabında savaştan bahseden "merhametli" bir ilah olamaz. İyi okumalar.
Diyorlar ki neden dinleri, dinbazları ve dincileri bu kadar
eleştiriyorsun? Bu kadar eleştirmen onlardan korktuğunu göstermez mi?
Evet, itiraf ediyorum. Onlardan çoook korkuyorum.
3300-2000 ve
1400 yıldır dünyaya hâkimler. Hangi taşı kaldırsanız altından Teistler,
dinciler, Dinbazlar ve siyasal İslamcılar çıkıyor.
Bunca yıldır zihniyetleri uğruna dünyada yüzlerce, binlerce savaş
çıkarmışlar. Milyonlarca insan öldürülmüş. Ne için? Benim inandığım
Yaratıcı’ya inanmıyorsun diye! Ne için? Benim Peygamberime inanmıyor,
saygı duymuyorsun, benim gibi düşünmüyor ve inanmıyorsun diye! Ne için
benim gibi ibadet etmiyorsun diye!
Peki, sizler gibi
düşünmeyenlere, inanmayanlara ne yaptınız? Öldürdünüz, yaktınız,
kestiniz, taşladınız, tecavüz ettiniz!
Nasıl korkmayayım ki?
İnandığınız Yaratıcınız bile sözde gönderdiği kitaplarında:
KUR'AN'DA;
Bakara 191: “Onları bulduğunuz yerde ÖLDÜRÜN.”
Bakara 193: “Fitne ortadan kalkıp Allah’ın dini tamamı ile egemen
oluncaya kadar onlarla SAVAŞIN!”
Bakara 216: “SAVAŞ size farz kılındı.”
Nisa 89: “Onlar kendileri inkar ettikleri gibi, keşke siz de inkar
etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan
dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde
ÖLDÜRÜN. onlardan dost ve yardımcı edinmeyin.”
Maide 33: “Allah ve peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde
bozgunculuğa uğraşanların cezası ÖLDÜRÜLMEK veya ASILMAK yahut çapraz
olarak EL VE AYAKLARI KESİLMEK ya da YERLERİNDEN SÜRÜLMEKTİR. Bu onlara
dünyada bir rezilliktir.”
Maide 35: Ey inananlar! Allah’tan sakının, O’na ulaşmaya yol
arayın, yolunda CİHAD edin ki kurtulasınız.”
Maide 38: Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü
allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ELLERİNİ KESİN.”
Enfâl 5: “Nitekim Rabbin seni, hak uğruna SAVAŞMAK için evinden
çıkarmıştı.”
Enfal 12: “Rabbin meleklere, “ben sizinleyim, inananları
destekleyin” diye vahyetti. “Ben inkar edenlerin kalblerine KORKU
SALACAĞIM, artık VURUN ONLARIN BOYUNLARI ÜSTÜNE VURUN HER PARMAĞINA”
dedi.”
Enfâl 39: “Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah’ın dini
oluncaya kadar onlarla SAVAŞIN.”
Enfâl 58: “Eğer bir kavmin, sözleşmeye aykırı bir hainlik
yapmasından KORKARSAN, SAVAŞTAN önce aynı şekilde ANTLAŞMAYI BOZDUĞUNU
kendilerine bildir.”
Tevbe 5: “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde
ÖLDÜRÜN; onları yakalayıp HAPSEDİN; her gözetleme yerinde onları
bekleyin.”
Tevbe 14: “Onlarla SAVAŞIN ki Allah, SİZİN ELLERİNİZLE onların
CEZASINI versin ve … onları rezil ve rüsvay etsin...”
Tevbe 29: “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne
Allah’a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını
haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere ALÇALMIŞ oldukları
halde elden CİZYE verecekleri hale gelinceye kadar SAVAŞ yapın.”
Tevbe 73: “Ey Peygamber! KAFİRLERLE CİHAT ET; onlara karşı SERT
DAVRAN. Varacakları yer cehennemdir.”
Nur 2: “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun.
Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, allah’ın dini konusunda o ikisine
ACIMAYIN. Onların ceza görmesine, inananlardan bir topluluk da ŞAHİT
olsun.”
Muhammed 4: “Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda BOYUNLARINI
VURUN; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona
erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin; allah dilemiş
olsaydı, onlardan başka türlü ÖÇ alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi
kiminizle denemek içindir.”
Tahrim 9: “Ey Peygamber! Kâfirlerle CİHAT et; onlara karşı SERT
davran. Onların varacakları yer cehennemdir.” DİYORSA!
TEVRAT’TA;
Samuel 15:3: “Şimdi git Amekliler’e SALDIR. Onlara ait her şeyi
tümüyle YOK ET. Hiçbir şeyi ESİRGEME. Kadın, erkek, çoluk, çocuk, öküz,
koyun, deve, eşek hepsini ÖLDÜR!”
Yeşeya 13:15-18: “Yakalananın bedeni DELİK DEŞİK EDİLECEK, ele
geçen KILIÇTAN GEÇİRİLECEK. Yavruları gözleri önünde PARÇALANACAK, evleri
YAĞMALANACAK, kadınlarının IRZINA GEÇİLECEK!” DİYORSA!
Luka 12:49: “Ben dünyaya ATEŞ YAĞDIRMAYA GELDİM. Keşke bu ateş daha
şimdiden alevlenmiş olsaydı. Yeryüzüne barış getirmeye mi geldiğimi
sanıyorsunuz? Size HAYIR diyorum, AYRILIK GETİRMEYE GELDİM.” DİYORSA!
EĞER BİR DİN ÖLDÜRMEYİ EMREDİYORSA ÖLDÜRÜLMESİ GEREKEN O DİNİN
KENDİSİDİR!
Nasıl korkmayalım?! Önce Ahlak, Adalet ve her türlü
güzelliği dininize bağladınız. Sonra dininiz adına öldürmekten, yakmaktan,
taşlamaktan, tecavüz etmekten, hırsızlıktan, adaletsizlikten, ahlaksızlıktan
ve her türlü pisliği yapmaktan çekinmediniz!
Nasıl korkmayalım?!
Dinimiz “Oku”, “Düşün”, “Akletmez misiniz?” diyor. Dediniz ama sözde
âlimleriniz çıktı “İslam vallahi de billahi de akıl dini değildir”, “Her şeyi
sorma” dediniz! Aklı yok saydınız.
Nasıl korkmayalım?! Hem
“İlim Çin’de de olsa gidip alınız, İlim Müslümanın yitik malıdır” dediniz!
Ardından “Uzayda ne var? Niye gidiyorsun? O kadar masraf edeceğine
ver bana yüzbin dolar ben sana söyleyeyim.” dediniz. Tübitak’a yapılan onlarca
bilimsel başvuruyu reddettiniz! Ledli ekmek dolabına ödül verdiniz. Hiçbir
bilimsel faaliyette yer almadınız. Bilimi reddettiniz!
Nasıl
korkmayalım?! Bizler, emredilen şey ne olursa olsun akıl, vicdan, ahlak
ve bilimin dediği, doğru olanı yapın derken; sizler, emredilen şey istediği
kadar doğru, akli, ahlaki, vicdani ve bilimsel olursa olsun, dinimiz,
peygamberimiz ne diyorsa onu yapın dediniz!
Akıl, Vicdan, Ahlak ve
Bilimi yok sayıp yerine dinlerinizi tercih ettiniz!
Nasıl
korkmayalım?! Dincileriniz, dinbazlarınız, siyasal İslamcılarınız,
bizlere bu dünyada şükrettirip, cehennem ile korkuturken, öbür dünyada cenneti
vadettiler. Kendileri, “haram helal ver Allah’ım, aciz kulun yer Allah’ım”
deyip, her türlü mala sahip olup ,dünyada cenneti yaşıyorlar!
Nasıl
korkmayalım?! Şeytan bile sizleri görünce, kendisine gerek kalmadığını
düşünüp İslam dünyasını terk etmiş!
Nasıl korkmayalım?! O
kadar cahil bir nesil yetiştirdiniz ki düşünemiyor, sorgulamıyor, eğri ile
doğruyu ayırt edemiyor. İletişim bile kuramıyoruz.
Nasıl
korkmayalım?! İnandığınız bir kitap var ve onu kendi dilinizde bile
okumuyorsunuz. Okuyan bizler, bakın söylediğin yanlış, kitabınızda böyle
yazıyor dediğimizde, bizleri yalancılıkla suçlayıp, kitabınızı açıp okumaya
tenezzül bile etmiyor, körü körüne inanmaya devam ediyorsunuz.
Nasıl korkmayalım?! “İnanmıyorsan saygı duy” deyip
öldürmeye, vurmaya, kırmaya kalktığınız için korkuyoruz.
Bizler,
iyi insan olmaya çalışırken sizler ille de “inanan insan” diye direttiğiniz
için korkuyoruz.
Bizler, kölelik ve cariyelik insanlığa yakışmaz dedikçe dininiz ve sizler
kölelik hak, cariyelik helal dediğiniz için korkuyoruz.
Bizler, “tek eşlilik, kadın hakları, kadın erkek eşit” dedikçe sizler “dört
ver Allah’ım dört de yetmez üstüne sayısız cariye ver Allah’ım” dediğiniz için
korkuyoruz.
Bizler, evlilik için en az 18 yaş derken sizler bir yaşında ki bebeklerle bile
evlenilebilir dediğiniz için korkuyoruz.
Bizlere “eşlerinizi bizden nasıl koruyacaksınız?” dediğiniz için korkuyoruz.
“Kafirlerin eşleri Müslümanlara helaldir” dediğiniz için korkuyoruz.
Bizler,
dinler dünya nimetlerinin haksız bölüşümünü insanların kolay kabul etmelerini
sağlayacak, psikolojik bir kontrol mekanizmasıdır, kutsal sandığınız dinler
emperyalizmin ilahi versiyonlarıdır dedikçe, sizler başınızı dinlere gömüp
sömürmeyi ve sömürülmeyi seçtiğiniz için korkuyoruz.
Bizler akıl,
bilim, vicdan, ahlak dedikçe, sizlerin “cahilliği, aptallığı” yüzünden
insanlarımız ve ülkemiz mahvolduğu için, aynı nüfusa sahip medeni ülkelerden
bile on kat fazla camiye ve on kat fazla din personeline sahip olmamıza
rağmen, gelişmişlik ve medeniyette yüz kat geri olduğumuz için korkuyoruz.
Yüz binlerce atanamayan öğretmenler açıkta beklerken, her kurum ve
kuruluşa din personeli atamanızdan, din adamlarınız günde bir saat çalışıp,
kalan zamanda siyasal İslamcı partilerinizin militanlığını yaptığı için
korkuyoruz.
Diyanetin bütçesi son on beş yılda on kat arttığı ve
çoğu bakanlıktan yüksek olduğu içi, akıl ve bilim ile kalkınacakken din,
dinci, dinbaz ve Siyasal İslamcılarınız ile hem duyarsız hem ahlaksız
olduğunuz için korkuyoruz.
Düşünmek ve sorgulamak yerine kendi
ellerinizle yönetimi ve kontrolü dinci, dinbaz ve siyasal İslamcılara
verdiğiniz ve onlara inanıp peşinden gittiğiniz için korkuyoruz.
Binlerce yıl önceki kralları ve yöneticileri peygamber diye
dayattığınız, inancınız ve dinleriniz adına aklın, vicdanın, bilimin kabul
edeceği bir delili binlerce yıldır ortaya koyamadığınız için korkuyoruz.
İnancınız, akıl, vicdan, bilim ve sevgi üzerine değil “ganimet ve
seks” üzerine kurulu olduğu için korkuyoruz.
Zayıfken hoşgörülü,
güçlenince zalimleştiğiniz için korkuyoruz.
Her Müslüman Kur’an’ı
ve dini kendine göre farklı anlayıp farklı uyguladığı için korkuyoruz.
Gerçek
Şeytan’ın bu dünyada size din ve ahlak dersi vermeye kalkan yobazdan başkası
olmadığını göremediniz, toplum olarak sizlere Allah, din, peygamber denilip
Kur’an sallandığında, aklınızı ve vicdanınızı kaybettiğiniz için korkuyoruz.
Dünya bilgi çağını yaşarken sizlerin hala geleceğe 1400 yıl önceki
gözlük ve akılla baktığınız için korkuyoruz.
Sözde dinciler,
Dinbazlar, siyasal İslamcılar, hocalar kadın ve çocuklara camilerde,
vakıflarda tecavüz ederken sustuğunuz için korkuyoruz.
Tübitak’ın
başına hayvanat bahçesi müdürünü atadığınız, sözde profesörlerinizin “cahilin
ferasetine güveniyorum” dediği için korkuyoruz.
İlkokul ve İmam
Hatiplilerin, iki liralık tespih sallayarak, Boğaziçi, Bilkent ve ODTÜ lülere
“biz Osmanlı torunuyuz” deyip ayar vermeye kalktığınız için korkuyoruz.
Çarşaf giyenlere “saygı beklerken”, etek giyenlere “cehennemlik”
deyip saldırdığınız, her türlü pisliği ve günahı işleyip kendinizin mahşer
günü sorgusuz cennete gideceğinizi söylerken bizleri cehennemlik deyip
aşağıladığınız için korkuyoruz.
Kadınları aklen ve dinen eksik,
erkekleri kadınlardan üstün ve hâkim, mirasta ve şahitlikte iki kadın bir
erkeğe eşit, kadınları köpek, eşek, domuz gibi fitne ve uğursuz, satılan bir
mal gibi gördüğünüz, itiraz eden kadını dövün dediğiniz için korkuyoruz.
Bu gün ben peygamberim diyen birini akıl hastanesine kapatırken,
binlerce yıl önce “ben peygamberim ve Allah oğlumu kurban etmemi istedi”
diyenleri peygamber kabul edip peşinden gittiğiniz için korkuyoruz.
Cenneti bu dünyada hep beraber yaşamak ve dünyamızı cennete
çevirmek varken, bu dünyayı cehenneme çevirip, cenneti bilinmeyen öbür dünyada
yaşamaya ötelediğiniz, güneşin balçığa battığı, dünyanın evrenin merkezi ve
dünyayı düz olarak gördüğünüz gerçek dışı fikirlerinizden korkuyoruz.
Dinlerle yetinmeyip, tarikatlara bölündüğünüz ve aynı dinden ama
farklı tarikattan olanları bile cehennemlik ilan ettiğiniz için korkuyoruz.
Bu dünyada seks yapıp içki içenleri cehennemlik görürken, cennette
seks ve içkiyi ödül yapmanızdan korkuyoruz.
Aklınızı ve
vicdanınızı esir alan inançlarınızdan düşünme, sorgulama ve araştırma ile
kurtulabilecekken aklınızı ve vicdanınızı özgür bırakmadığınız için
korkuyoruz.
İnandığınız Yaratıcı bile kendisine inanmayanlara
hayat hakkı verip rızıklandırırken sizler, sizin gibi düşünmeyip inanmayanlara
hayat hakkı tanımadığınız için korkuyoruz.
Dinleri terör unsuru
haline getirdiğiniz, ne göründüğünüz gibi ne de olduğunuz gibi görünmediğiniz
için korkuyoruz.
Dua ile her şeyi halledebileceğinizi sanıyorsunuz
ama bir aspirinin verdiği faydayı milyonlarca dindarın duasının veremeyeceğini
göremediğiniz için korkuyoruz.
Demokrasi, Cumhuriyet ve Laikliğin
insan onuruna en yakışan değerler olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.
İşinize gelmeyen ayetleri bile zamana, mekâna, kişiye göre işinize
geldiği gibi eğip bükmenizden, kendi öz dilimiz Türkçe yerine Arapça’ya sahip
çıktığınız için korkuyoruz.
Aç insanları sofranıza çağırmayıp
gözyaşlarını seyrederken, insanları cennete çağırmanızdan korkuyoruz.
Dindar ama ahlaksız, akıllı ama vicdansız, güçlü ama adaletsiz,
ibadetinde ama hırsız durumuna geldiğiniz için korkuyoruz.
Dinlerin sermayesi yalan olan en karlı ticaret ve insanlık için en
büyük toplumsal hastalık olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.
Toplumsal en büyük silah olan dininizi ve inancınızı,
siyasetçilerin eline verdiğiniz için korkuyoruz.
Ticari kuruluşlar
olan tarikat ve cemaatlerin müşterisi haline geldiğiniz için korkuyoruz.
Başörtüsünün, kadının saçını değil beynini ve fikirlerini örtmek
olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.
Binlerce yıldır dinlerin
insanlığı, inananlarını mükemmelleştiremediğini göremediğiniz için korkuyoruz.
Dinlerin bilim değil cehalet ve cahil ürettiğini göremediğiniz
için korkuyoruz.
Dinlerin tedavi edilebilen bir akıl hastalığı
olduğunu, tedavisinin de düşünme, sorgulama, bilimsel eğitim olduğunu
göremediğiniz için korkuyoruz.
Bilmenin inanmaktan üstün olduğunu,
bilirseniz kandırılamayacağınızı, inanç ile gerçekleri görüp bilemeyeceğinizi
anlayamadığınız için korkuyoruz.
Bir dinin birden çok Tanrısının
olması ne kadar saçma ise, bir Tanrının birçok dininin olmasının da o kadar
saçma olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.
Domuzu haram diye
yemeyip haramları domuz gibi yediğiniz, yaratıcının ve dinlerin değil insanların korunmasına ihtiyaç
olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.
Hukukta, adalette,
suçlarda bilimsel delil ararken, dinlerde bilimsel delil aramadığınız, din
beyne girince aklın beyni, vicdanın kalbi, ahlakın dili terk ettiğini
göremediğiniz için korkuyoruz.
İnsanların dinlerini seçemediğini
ana, baba ve çevrenin baskısı ile dindar olduğunuz için korkuyoruz.
Yapılan zulümler karşısında “gerçek İslam bu değil” deyip İslam
adına yapılan zulümleri görmezden geldiğiniz için korkuyoruz.
Siyasal
İslamcı liderlerinize, “peygamber”, “Allah seviyesine çıkardığınız”, “g-tünün
gılıyık”, “anamın üstünde görsem or-spuluk anamdadır”, “istesin cariyesi
olurum”, “b-ku bile mis gibi kokar” deyip, tapındığınız için korkuyoruz.
Dünyayı
kan gölüne çevirdiğiniz, kadın-erkek-bebek öldürdüğünüz, yaktığınız,
taşladığınız, kol bacak kestiğiniz için korkuyoruz.
“İslam
mükemmeldir” dediniz ama ne dininizi ne kendinizi mükemmel yapamadığınız için
korkuyoruz.
Aslında senin inanmana, tapınmana itirazım yok ama
inancınızı insanlara dayattığınız için korkuyoruz.
Yaratıcının
elçisinin peygamberler değil Akıl ve Vicdan olduğunu göremediğiniz, öldürmeyi
Allah’a yakıştırdığınız, dininiz korkutma dini olduğu için korkuyoruz!
Allah
var diyorsunuz ama Allah yokmuş gibi yaşadığınız için korkuyoruz.
Onlar, İNANDIKLARI ALLAH’TAN KORKMAZKEN benim onlardan korkmam
normal değil mi?