HABERLER
Dini Haber
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ANUBİS, KALBİN TARTILMASI İNANCI VE İSLAM'A ETKİLERİ

Yazan: A.Kara

ÇAKAL BAŞLI ANUBİS

Anubis; Batılıların İlki, Kutsal Toprakların Efendisi, Kutsal Dağının Üzerinde Olan, Dokuz Yayın Hükümdarı, Milyonları Yutan Köpek, Köpeklerin Efendisi, Sırların Efendisi, Mumyalama Yerinde Olan, İlahi Mahfazanın En Başı ![10][11]

Antik Mısırda Anpu veya Inpu adıyla bilinen tanrının Yunancası Anubis'tir. [8][9] Anpu adının kökü eski Mısır dilinde "Kraliyet çocuğu" iken Inpu'nun kökü olan "inp" çürümek anlamına gelmektedir.

Antik dönem insanlarının doğayı, hayvanları gözlemleme sonucu oluşmuş tanrılardan biridir. Eski Mısır'da çakalların ölüler ve mezarları etrafında dolaştığı, insan cesetlerini çıkarıp yedikleri görüldüğünden ölüm ve ölü bedenler çakal ile ilişkilendirilmiştir.[18] Böylece Antik Mısır'da tamamen çakal ya da çakal başlı insan biçimindeki ölüm, cenaze, ahiret, yeraltı dünyası, mezarlıklar ve mumlayama ile bağlantılı olan Anubis var olmuştur.

Kutsal hayvanı Mısır köpeklerinden biri olan altın Afrika kurdudur. Bu hayvanın eski* ismi "altın Afrika çakalıdır". [2][3][4]

Mezarların başında dolaşan çakalın ölüleri koruduğu düşünülmüş ve bu bağlamda Anubis de ölüleri koruyan, kollayan yücelten bir tanrı halini almış, hatta tanrı Osiris'i bile mumyaladığına dair inanç türemiştir.

Mezarları kazarak ölüleri çıkaran, parçalayıp yiyen çakal nasıl olur da onları koruyan bir figür haline dönüştü diyebilirsiniz. Buradaki mantık şöyle işliyordu. Cesetlerinin bir çakal ya da civardaki köpek türleri tarafından parçalanacağından endişe eden insanlar ölülerinin ya da öldüklerinde kendi bedenlerinin korunması umuduyla kendi türleri ile savaşarak insanları koruyacak bir çakal seçmişlerdi. Yani endişe duydukları çakallardan onları koruyacak olan yine bir çakaldı.

Özellikle Erken Hanedanlık döneminde, Hor-Aha, Djer ve diğer 1. Hanedanlık firavunlarının taş yazıtlarında tamamen hayvan görünümüyle yani büsbütün bir çakal olarak tasvir edilmiştir. [12][17]

Karısı yine kendisi gibi çakal olan Anput, kızı ise yılan tanrıça Kebeçet'tir. Fakat Anubis'in soyu konusunda farklılıklar mevcuttur. Örneğin erken mitolojide Ra'nın oğlu iken [14] 1.Ara Dönem'e (MÖ 2181-2055) ait tabut metinlerinde inek tanrıça Hesat ya da kedi başlı tanrıça Bastet'in oğludur. [23] Başka bir gelenek onu Ra ve Neftis'in oğlu olarak tasvir ederken [14] Yunan tarihçi Plutarhos, O'nun Neftis ve Osiris'in gayri meşru oğlu olduğunu fakat Osiris'in karısı Isis tarafından evlat edinildiğini belirtmiş ve şöyle yazmıştır: [24]

Isis, Osiris'in kız kardeşini sevdiğini ve onunla ilişki içinde olduğunu öğrenip, bunun kanıtı olarak Osiris'in Neftis'e bıraktığı bir yonca çelengini gördüğünde etrafta bir bebek arıyordu. Çünkü Set'ten korkan Neftis bebek doğduktan sonra onu terk etmişti. Köpekler büyük zorluklar içinde Isis'e yardım ederek bebeği bulmasını sağlamışlardı. Isis onu bulunca bebeği büyüttü, [büyüyen bebek] Anubis adıyla onun koruyucusu ve müttefiki oldu.

Köpek başlı ya da tamamen köpek şeklinde tasvir edilen ve Anubis'ten farklı olarak gri ya da beyaz kürklü olan Vepvavet, Anubis'in erkek kardeşiydi. Tarihçiler zamanla bu iki figürün birleştiğini varsaymaktadırlar. [7]

Her toplumda tanrıların zaman zaman farklı roller üstlendiği ya da rollerinin tamamen değiştiği görülür. Anubis'e de farklı roller yüklenmiştir. Örneğin; 1. Hanedanlık döneminde (MÖ 3100-2890) mezarların koruyucusu ve kralların mumyacısı olan çakal başlı Anubis, Orta Krallık döneminde (MÖ 2055-1650) yer altı dünyasının efendisi olan Osiris'in rolünü devralınca Anubis'in görevleri arasına ruhları öbür dünyaya yönlendirmek eklenmişti. [32]

Benzer görev bazen inek başlı tanrıça Hathor tarafından uygulanmış olsa da bu görevi yerine getiren kişi olarak daha çok Anubis tercih edilmiştir. Firavun döneminin sonlarına doğru (MÖ 664-332) Anubis genellikle insanları canlılar dünyasından öteki dünyaya yönlendirirken tasvir edilmiştir. [20][33]

Böylece Anubis diğer tanrılarla birlikte bir ruhun öteki aleme gitmeye uygun olup olmadığının test edildiği "Kalbin Tartılması" adlı uygulamada yer alır hale gelmişti. Ahirete kimin gideceği konusunda Osiris'e yardım ediyor ve ölülere rehberlik yapıyordu [5][11]

İnanışa göre "İki Gerçeğin Salonu" adlı yerde, ölüp yer altına gelen ruhun kalbi terazide tartılırdı. [11] Anubis terazinin dilini kontrol ettikten sonra teraziye konan ölünün kalbi iyi, adaletli ve dengeli bir yaşamı simgeleyen Ma'at tüyüne veya gerçeğe karşı tartılırdı; ki Ma'at denge ve adalet tanrıçasıydı. Anubis'in genellikle ayakta ya da diz çökmüş vaziyette altın bir terazi tutarken tasvir edilmesinin sebebi bu inanıştı. [10]

Ma'at tüyü karşısında tartılan kalp eşit ya da hafif gelirse kişinin "Ka" sı yani ruhu tekrar doğması için Duat adlı ölüler aleminden cennete yani Aaru'ya gönderilirdi. Eğer kalp ağır gelirse, kişinin kötülük yaptığı, dengeli, adaletli bir yaşam sürmediği anlamına gelirdi ve kalbi, "ölü yiyici", "kalplerin yiyicisi", "insan yiyen" sıfatları ile anılan bir yaratık olan timsah başlı Ammit tarafından yenerek yok edilir ve kalbin sahibi Duat'ta kalmaya mahkum edilirdi. Tanrıların katibi Thoth ise tartma işleminin sonucunu yazardı. [6][23][24][25]

Bir diğer geleneğe göre Anubis, ruhu kalbini tartacak olan Osiris'in önüne getirir. Kalp tartıldıktan sonra, merhumun Maat'ın Müfettişleri ona bakarken Ani papirüsünde yazanları diğer adıyla 42 Saflık Beyanı, 42 Olumsuz İtirafı okuması gerekir. [6][5] 

Antik Mısır dinindeki "Kalbin Tartılması" uygulaması ilerleyen süreçte İbrahimi dinlere "günah ve sevapların tartılması" şeklinde geçmiştir. Dönem insanının düşünme ve duygusal eylemlerin yöneticisi yani akıl etmeyi sağlayan organ olarak inandığı kalp aynı şekilde İslam'a geçmiş ve ayetlerde düşünme eylemini yapan organ olarak yer almıştır.

Antik Mısır'da sıvılaştırılarak kafatasından dışarı akıtılan beyin önemsiz görülürken, önemli görülen organlar çıkarılıp kanopik kaplarda saklanırdı. Ruhun parçası olarak görülen kalp öyle önemliydi ki asla bedenden çıkarılmazdı. Yani kalp en önemli organ iken beyin değersiz bir çöptü.

Fakat bazen önemli görülen kalp ve bağırsaklar çıkarıldıktan sonra ölüleri koruduğuna inanılan 4 tanrının balmumundan yapılmış kapları içine konarak mumyanın bedenine geri yerleştirilirdi. [21][22] 

Mumyalama süreci nasıl işler? Merak ediyorsanız okuyunuz: Antik Mısır'da Mumyalama


Eski Mısır'dan İslam'a geçen bu inanışın izlerini ve bilimsel yanlışının üzerini örtmek isteyenler ise "kalp" kelimesini meal ve tefsirlerde ısrarla beyin olarak çevirmiş ve hiçbir ispatı olmamasına rağmen "kalp burada mecaz olarak kullanılmıştır" açıklamasını getirmişlerdir.

"Kur'an bir biyoloji kitabı olmadığından tüm organları ve işlevlerini açıklamak zorunda değildir. Kur'an'da defalarca akıldan, akıl etmekten bahsedilmiştir." diyenler olsa da bu bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü akıl etmekten, düşünmekten yani beynin sorumlu olduğu işlerden bahsederken sürekli kalpten bahsedilmekte ve bir tanecik ayette bile beyin kelimesi geçmemektedir. Bu durum tıpkı eski Mısır'da olduğu gibi İslam'da da beynin işlevlerini yerine getiren organın kalp olduğuna inanıldığının ispatıdır. Duygusal davranmak ya da saldırgan bir tavır almak bu gerçeği değiştirmeyecektir.

Anubis özellikle hanedanlık dönemi başlarından siyah bir köpek olarak tasvir ediliyordu. [12] Fakat onun siyah rengi sembolik anlamlar taşıyordu; Mumyalamadan önce natron tuzunda günlerce bekletilip suyu iyice çekilen insan cesetleri kararıyor, rengi değişiyor ve mumyalama işlemi sırasında kullanılan sargılar reçineden yapılan maddeye bulaşıyordu. [14]

Ayrıca Mısır için oldukça önemli olan ve ilahlaştırılan Nil nehrinin bereketli alüvyonları siyahtı. Tüm bu nedenlerden dolayı siyah renk doğurganlığı ve öbür dünyada yeniden doğma olasılığını simgeliyordu. [28]

Mumyalama ile olan ilişkisinden dolayı ölen kişiyi mumyalamakla görevli olan kişiler yüzlerine ölüler kentinin efendisi ve ölülerin koruyucusu Anubis'in maskesi takarlardı.[1]

Özellikle terazi başında diğer tanrılarla birlikte görev aldığı Orta Krallık döneminde çakal başlı bir adam olarak tasvir edilmeye başlanmış olan Anubis'in tamamen insan formuyla ortaya çıktığı nadir bir yer vardır; ki bu da Abidos'ta bulunan II.Ramses'in mezarıdır. [14][9]

Genellikle kolunda şerit, elinde bir harman döveni tutarken tasvir edilen Anubis'in özelliklerinden biri, onun mumyalayıcı rolünü belirten Imiut fetişiydi (jmy-vt). [29]

Eski Mısır'ın dini nesnelerinden biri olan Imiut fetişi doldurulmuş, kafasız bir hayvan derisiydi. Bu hayvan genellikle kedi ya da boğa olurdu. Bu fetişler kuyruk kısımlarından bir direğe bağlanır, bir nilüfer tomurcuğu ile son bulur ve ayakta duran bir direk üzerine yerleştirilirdi. Kökeni ve amacı tam olarak bilinmeyen bu dinin nesnenin varlığı 1. Hanedanlığa kadar uzanmaktadır. 

Cenaze ile ilgili konularda ölünün mumyası ile ilgilenen ya da mezarının tepesinde oturup onu korur şekilde tasvir edilen Anubis'in Yeni Krallık müdürlerinde düşmanları üzerindeki egemenliği simgeleyen dokuz yayın üzerinde oturduğu görülmektedir. [30]

Orta Krallık döneminde (MÖ 2000-1700) Osiris rolünü devralan Anubis, MÖ 30'larda başlayan Roma dönemindeki mezar resimlerinde ölen kişinin elini tutarak Osiris'e gitmesi için rehberlik ederken tasvir edilmiştir. [20][13]

Anubis'in sıfatlarından biri olan "Kenti-Amentu" (Khenty-Amentiu) Batılıların İlki ya da Önde Geleni anlamına geldiği gibi aynı zamanda başka bir köpek cenaze tanrısının adıydı. Bu sıfata sahip olmasının nedeni koruduğuna inanılan ölülerin genellikle Nil'in batı yakasına gömülüyor olmasıydı. [14]

"Dağının Üzerinde Olan" (Tepy-djuef (tpy-ḏv.f)) sıfatı onun ölüleri koruduğunu gösteren bir başka sıfattı ve O'nun mezarları yukarıdan koruduğunu anlatırken "Kutsal Toprakların Efendisi" (Neb-ta-djeser (nb-t3-ḏsr)) sıfatı Anubis'i Nekropolis çölünün tanrısı olarak tanımlıyordu. [31][17] 

Bu yönlerinden dolayı çoğu antik mezar üzerinde Anubis'e edilen dualar yazılmıştı.

Bir Papirüs metninde yazanlar Anubis'in, Osiris'in cesedini Set'ten koruduğunu anlatır. Bu efsaneye göre Set bir leopara dönüşerek Osiris'in vücuduna saldırmaya çalışır. Anubis, Set'i durdurur, boyun eğdirir ve Set'in derisini kızgın demir buçukla dağlar. Daha sonra Set'i n derisini yüzer ve ölülerin mezarına saygısızlık edecek, kötülük yapacak olanlara karşı bir uyarı mesajı olması için bu deriyi giyer. [18]

Yani çakal olan Anubis'in düşmanı leopar olan Set'ti.

İşte bu yüzden ölülerle ilgilenen rahipler Anubis'in Set'e karşı kazandığı zaferin simgesi olarak leopar derisi giyerlerdi. Leoparların derisindeki siyah beneklerin varlığı, Anubis'in onu (Set'i) dağladığını anlatan bu efsaneye bağlanıyordu. [19] 

"Mumyalama Yerinde Olan" sıfatı Anubis'in bir Imiut ya da Imiut fetişi olarak mumyalama ile olan ilişkisini vurguluyordu. Aynı zamanda "tanrının kabinini yöneten kişi" olarak da anılıyordu; ki buradaki "kabin" muhtemelen mumyalamanın yapıldığı yer ya da firavunun mezar odası anlamlarına geliyordu. [31][17]

Osiris efsanesinde Anubis, Isis'in Osiris'i mumyalamasına yardım eder. [20] Nitekim Osiris efsanesi ortaya çıktığında Osiris, Set tarafından öldürüldükten sonra organlarının Anubis'e hediye edildiği söylenmiştir. Bu efsaneden dolayı Anubis mumyalayıcıların da koruyucu tanrısı haline gelmiştir. Ölüler Kitabı'nda Mumyalama ayinleri sırasında genellikle dik duran mumyayı tutan çakal maskeli bir rahip olarak yer almıştır.

Ölüler Kitabı, 151. bölümde Mumyalama odasında Anubis, Isis, Neftis ve Horus'un 4 çocuğu bulunur. Her biri kendi sözlerini söylerler. Bunlardan Anubis'in sözleri şöyledir:

İlahi çadırın önde gelenlerinden Anubis tarafından konuşulan sözler [şunlardır]
O ellerini hayatın efendisinin (tabutun) üzerine koyduğu zaman
Şu sözler söylendi:
Selam sana güzel yüzlü, görüşün efendisi, Ptah-Sokar'a bağlı, Anubis tarafından büyütülen
Tanrılarda olan güzel yüz, kime Şu'nun (Shu)*** sütunları verildi
Sağ gözün Akşam Teknesi, sol gözün Sabah Teknesi
Kaşların Dokuz Tanrı, kaşın Anubis
Kaşın Horus, parmakların Thoth
Saçların Ptah-Sokar
Osiris N'nin önündesin, seni görebilir
Onu doğru yola ilet ki Set'in çetesini senin için cezalandırsın
Iunu'daki büyük tapınaktaki Ennead'ın** önünde düşmanlarını senin için düşürsün
ve soyluların efendisi Horus'un önünde Büyük [Beyaz] Tacı al

Aynı bölümde yer alan Anubis'in figürü şöyle der:

Uyan, izle, ey dağ olan
Anın def edildi
Saldırgan anını geri püskürttüm
Ben Osiris N'nin koruyucusuyum 

ANUBİS + HERMES = HERMANUBİS

MÖ 350-30'da Ptolemaios döneminde Mısır, Yunan firavunlar tarafından yönetilen Helenistik bir krallık haline gelmişti. Bu etkileşim sonucu antik Mısır tanrısı Anubis, Yunan tanrısı Hermes ile birleşmiş ve ortaya Hermanubis adlı tanrı çıkmıştı. [26][27] Bu birleşimin en büyük nedeni iki tanrının da ruhları öbür dünyaya yönlendirdiğine olan inanışa yani benzer olmalarına dayanıyordu. [13]

Döneme ait, cenaze sanatında Anubis, Yunan kıyafeti giymiş erkek veya kadınları, o zamana kadar çoktan yeraltı dünyasının hükümdarı konumuna gelmiş olan Osiris'in huzuruna götürürken temsil ediyordu.

Mısırdaki Roma döneminde Yunan tarihçiler Anubis'in ruhlara yol gösteren bu yönünü Yunan dininde de aynı rolü oynayan kendi tanrıları Hermes'e atıfta bulunmak için kullandıkları "ruhların rehberi" anlamına gelen bir Yunan terimi olan "psychopomp" olarak tanımlamışlardı. [13]

Yunanlılar ve Romalılar, Mısır'ın hayvan başlı tanrılarını tuhaf buluyor, ilkel olduklarını söyleyerek küçümsüyorlardı. Hatta Anubis'e taktıkları alaycı bir isim vardı : "Havlayan".

Fakat Hermes ile birleşmesine rağmen çakal yönü ağır basmış olmalıydı çünkü bu tanrının tapınma merkezi, Yunanca adı "köpekler şehri" anlamına gelen Cynopolis'ti (uten-ha / Sa-ka) ve çakal başına sahipti. Gökteki Sirius ve yeraltı alemindeki Cerberus ve Hades ile ilişkilendirildiği olmuştu. [15]

İki tanrının birleşmesi ile oluşan yeni tanrı Mısırlı değil de Yunanlı gibi giyiniyordu. Roma'da bu tanrıya tapınma 2. yy boyunca devam ettiğinden Hermanubis'in adı Rönesans'ın simya ve hermetik literatüründe de yer almaktaydı.

Platon yazdığı Diyaloglar adlı eserinde "köpek adına", "köpek hakkı için", "Mısırlıların tanrısı olan köpek adına" gibi sözlerle hem ettiği yeminlerini güçlendiriyor hem de yeraltı dünyasının hakemi olan Anubis'e başvuruyordu [16]:

Sokrates'in Savunması:
22a: ... Atinalılar, köpek hakkı için size doğruyu söylemek boynumun borcu, aşağı yukarı şöyle bir
durumla karşılaştım.

Gorgias:
c: Sokrates - Köpek aşkı için Polos, bana bir soru mu soruyorsun, yoksa bir düşünceni mi söylüyorsun, anlamıyorum.

482a: Yoksa Mısırlıların tanrısı köpek hakkı için Kallikles, derim ki, Kallikles hiçbir zaman
kendisiyle bağdaşamayacak, yaşadığınca çelişik bir durumda kalacak.

Kratylos:
b: Sokrates - Köpek hakkı için! Adları kuran en eski çağ kişilerinin, günümüz bilgelerinin çoğunun yaptığı gibi davranışlarının kökten bir olduğunu düşünerek, biraz önce gösterdiğim biliciliği hiç de kötü bulmuyorum... 

DİPNOTLAR
* 2015 yılında yapılan genetik çalışmalar sonrası taksonomi güncellemesi yapılınca kurt sınıflandırmasında yer almıştır.

** Ennead, Heliopolis'te tapılan 9 tanrının oluşturduğu gruptur.
*** Şu, antik Mısır'da kuru hava tanrısıdır ve gökyüzünün dayanağıdır.


ZEYTİN !

Yazan: A.Kara

ZEYTİN !

Birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, kültürel geçmişi kadar toprakları da zengin olan yurdumun zeytinlik alanları zamanla katledilirken bir umut belki birileri zeytinin değerini daha iyi kavrar diyerek eski toplumlarda zeytine dair efsanelerden, ona nasıl önem verdiklerinden bahsetmek istiyorum.

Belki böylece kendini eski toplumlardan fazlasıyla gelişmiş, onların ötesinde gören bir kısım insan, konu toprak, doğa, üretim, zeytine verilen değer olduğunda ne kadar geri kaldığını, altın veya betonun zeytin ağacı karşısında değersiz olduğunu fark eder.

ANTİK MISIR

Eski Mısır halkının en meşhur ürünlerinden biri zeytin yağıydı. Mısır sanatında zeytinyağı üretimi tasvirlerini görmek mümkündür. Aynı zamanda mezar eşyaları arasında çok kez zeytin sıkıp yağ üretmeye yarayan aletler, yapraklarından yapılmış çelenk ve gerdanlıklar bulunmuştur. Tasvirlerde Tutankhamun'un zeytin yapraklarından dokunmuş bir taç taktığı, III.Ramses'in bir aydınlanma sembolü olarak güneş tanrısı Ra'ya zeytin dalları sunduğu görülür. [1]

ANTİK YUNAN

ATHENA'NIN AĞACI

Efsaneye göre bilgelik ve savaş tanrıçası Athena ile deniz ve deprem tanrısı Poseidon arasında bir mücadele vardır. İkisi de Atina ve çevresini kapsayan Attika adlı bölgeye sahip olmak isterler. Bir yarışma düzenlenir. Zeus'un karşısında en iyi hediyeyi kim sunarsa bölgenin koruyucusu da o olacaktır.

Poseidon üç başlı çatalı ile yere vurarak bir tuzlu su pınarı yaratır. Efsanenin başka bir varyantına yüce tanrı Zeus'a uzak diyarlara hızlıca gidebilen ve savaşta yenilmez olan bir at sunar. Athena ise ilk zeytin ağacını teklif eder, insanlığa faydalarını açıklar. Dünyanın en uzak diyarlarına gidebilen bir savaş atı mükemmel bir hediye olsa da zeytin ağacı çok daha mükemmeldir. Zeus ve diğer tanrılar zeytin ağacının büyüklüğü ve kutsallığı karşısında donup kalırlar. Kazanma hırsıyla yanıp tutuşan Poseidon bile zeytin ağacından öyle etkilenir ki, üstünlüğünü kabul eder.

Hediyeler oylandığında zeytin ağacının insanlık için üstün bir hediye olduğuna karar verilir ve bölgenin hakimi olan Athena zeytin ağacından bir dal koparıp bunu Poseidon'a verir. Böylece aralarındaki husumet son bulur.

Kentin ve bölgenin koruyucu tanrıçası olan Athena şehre kendi adını (Atina) verir. İlk zeytin ağacını kutsal tapınağının inşa edildiği Akropolis'e diker. Bu yüzden Antik Yunan'da Athena zeytin ile ilişkilendirilmiştir. [2]

Bu efsane Yunan uygarlığı için zeytinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu gösterir. Zaten Mikenliler ve Minoslular da dahil olmak üzere Akdeniz uygarlıkları için zeytin hayati bir gıda olmuştur. Besleyici olmasının yanı sıra ilaç yapımında ve kozmetikte kullanılıyordu. Dinde de önemli bir yere sahipti.

HERAKLES'İN ZEUS'A HEDİYESİ

M.Ö. 518-438 aralığında Antik Yunanistan'da yaşamış Tebai'li (İstefe) bir şair olan Pindaros, babası Zeus'un tapınağına giden Herakles'in burayı ağaçtan yoksun gördüğünü, bu nedenle seyahate çıkarak Hyperboreios* ülkesine gittiğini söyler. Bu efsanevi ulusun topraklarını ziyaret eden Herakles oradaki zeytin ağaçlarını görür, onlardan alıp babası Zeus'un tapınağına dikmek için geri döner.

* Hyperboreios'lar kuzey yelinin ilerisinde yaşayan efsanevi bir ulustur.

Döndüğünde zeytin ağaçları ile yeşillendirdiği alanda babası Zeus'un onuruna olimpiyat oyunlarını düzenler. Zeytin ağaçlarının gölgeleri olimpiyata katılan sporcuların güneşten sığınabileceği bir serinlik alanı olur. [3]

Bu Olimpiyat oyunlarında galip gelen yarışmacılar Zeus tapınağının dışında büyüyen zeytin ağaçlarından ritüel amaçlı kesilerek hazırlanmış zeytin çelenkleri ile taçlandırılırdı. Yani zeytin dalı tanrı Zeus'un kişiyi kutsayıp korumasının sembolü haline gelmişti.

Baş tanrı Zeus genellikle zeytin dallarından yapılmış bir taç takarken ya da zeytinden yapılmış yarım bir çelenk içindeyken tasvir edilirdi.  

ARİSTAEUS'DAN İNSANLIĞA

Zeytinyağı ve zeytin günümüzde olduğu gibi eski Akdeniz beslenme düzeninin temelini oluşturuyordu. Yaprakları şifalı çay olarak tüketiliyor ve çeşitli rahatsızlıklar için kullanılıyordu. Vücut ve saç için nemlendirici olarak kullanılıyordu.

İnanışa göre insanlığa zeytin yetiştirme yöntemlerini, bunun yanında arıcılık ve peynir yapımını öğreten kişi yarı ilahi bir insan olan Aristaeus'du. [4] Aynı zamanda bunların koruyucusuydu.

Efsaneye göre periler Aristaeus'u tanrı Apollo adına yetiştirmiştir. Ona sütten kaymak, tereyağı, yoğurt, peynir yapımını, tavukların nasıl yumurtlayacağını, tanrıçanın arılarını** nasıl evcilleştirilip kovanlarda tutacağını, yabani iğde ağacının zeytin vermesi için nasıl evcilleştirileceğini, bunlardan nasıl zeytin ve yağ elde edilebileceğini öğretmişlerdir.

Dolayısıyla Aristaeus zeytin ağaçlarının ve tarlalarının koruyucusudur. 

** Arıların sahibi arı tanrıça Thriae'dir.

ZEYTİN DALINDAN TANRILARA

Yunanistan'da Ekim ayına denk gelen bağbozumu sırasında her kabileden seçilen oğlanlar ve Atinalı oğlanlar, asma tanrısı Dionysos'un tapınağında toplanırdı. Onlara olgun üzümlerle dolu asma dalları verilir ve onları ellerinde tutarak Athena'nın kutsal alanına koşarlardı. Kazanan kişiye zeytinyağı, şarap, bağbozumu, bal, peynir ve kabuğu çıkarılmış tane arpa karışımı içeren bir kase hediye edilirdi. Bu erkek koşucuların her birinin ebeveynlerinin ikisinin de hayatta olması gerekiyordu. [5]

Aynı festivalde anne ve babası hayatta olan, tören alayı içinde görev alan Atinalı çocuk bayram günü beyaz ve mor yünle kaplanmış, çeşitli meyvelerle süslenmiş bir zeytin dalı taşırdı. Bu sırada bir koro onlara eşlik ederek çocuğun taşıdığı dalda incir, bal, yağ, şarap ve yağlı somunlar olduğunu söylerdi. Apollon tapınağına gittiklerinde çocuk tapınak kapısına kutsal dalı bırakırdı. Atinalıların uyguladığı bu tören kıtlık mevsimi geldiğinde tanrının yardım edeceğini söyleyen bir kehanet ile ortaya çıkmıştı. [6]

Benzer şekilde her Atinalının evinin kapısına meyve ve somunlarla yüklü dallar asılır, bir yıl boyunca asılı kaldıktan sonra yenileriyle değiştirilirlerdi. Dal kapıya asılırken anne ve babası hayatta olan bir çocuk törende okunan, incir, yağlı ekmek, bal, yağ ve şarap bulunan dal hakkındaki aynı sözleri tekrarlardı. Bu gelenek de kıtlığa son vermek amacıyla ortaya çıkmıştı. [7]

SPORCULARIN TEMİZLİK MALZEMESİ

Antik Yunan'da zeytinyağı banyo yaparken temizleyici olarak kullanılıyordu. Bunun örneğini antik Yunan sanatında görmek mümkündür. Sporcular vücutlarını çeşitli yabani otlar ve aromatik bitkilerle tatlandırılmış kaliteli zeytinyağı ile kaplıyor, ardından kiri atabilmek için "strigil" veya "stlegida" adı verilen kavisli bir alet kullanarak vücutlarındaki kir, yağ karışımını sıyırıyorlardı.

Zeytinyağı ayrıca kas gevşetici görevi görüyordu. Sporcular yarışma öncesinde vücutlarını zeytinyağı ile kaplıyor, böylece esnekliklerini korumuş, sakatlıkların önüne geçmiş oluyorlardı. Egzersiz bittikten sonra ise yorgunluk gidermede kullanıyorlardı. Laktik asit birikimini ve kas yorgunluğunu ortadan kaldırmak için zeytinyağı ile masaj yapıyorlardı. [8]

Yarışmayı kazanan kişinin görkemini simgelemek için de zeytin ağacı kullanılıyordu. M.Ö. 776'da Olympia kentinde yapılan Olimpiyat Oyunları'nda kazanan sporcular zeytin dalı ve yapraklarından yapılan çelenkler ile onurlandırılmıştı. Bu çelenkleri M.Ö. 5.yy'da Atina şehrinin koruyucusu Athena'yı onurlandırmak için 4 yılda bir düzenlenen Panathenae Oyunları'nda da kullanıyorlardı. Festivaldeki oyunları kazananlara ödül olarak içi zeytinyağı ile doldurulmuş süslü testiler (amfora) veriliyordu. [9] [10]

ANTİK YUNAN DİNİNDEKİ ROLÜ

Zeytinyağı ile kişinin sağlık, sıhhat üzerine olması insanların zeytin ağacına kutsallık atfetmesine neden olmuştur. Bu yüzden zeytin ağacı özellikle Akdeniz uygarlıklarındaki dini yapılarda merkezi role sahiptir. Minoslular tanrıları için toprağa zeytinyağı ve şarap dökerken Atinalılar zeytin ağaçlarını kutsal kabul edip yasalarla korumuşlardır. Zeytinyağı böyle kutsal yönlere sahip olunca sürüldüğü cismin  tanrılar tarafından korunacağı yönünde inançlar ortaya çıkmıştır. Böylece insanlar kendilerini, tanrılarının heykellerini ve sunaklarını zeytinyağı ile yağlamaya başlamışlardı. Tanrılara verdikleri adakların ana malzemeleri arasında zeytinyağına yer verilirdi.

Zeytin ağacı oldukça ilginç bir şekilde, defin ritüellerinde önemli rol oynamıştır. Tarihçi Plutarhos'un kayıtlarında yazdığına göre büyük Sparta kralı Likurgus ölülerin zeytin ağacı dalları üzerinde gömülmesini zorunlu kılmıştı. [11] Kireneli Kallimakhos'un iddiasına göre bu uygulama o dönemde Yunan topraklarında oldukça yaygındı.

Bu anlatılara göre ölünün altına zeytin ağacı yaprakları ve dalları özenle yerleştirilirken törene katılan ölü yakınları zeytin dallarından yapılan taçlar takarlardı. Zaman zaman kötü ruhlardan korunması amacıyla ölülerin de bu şekilde taçlandırıldığı olurdu.

Defin ritüellerinde zeytin ağacı kullanılmasının yer altı dünyasının sahibi Hades ile ilişkili olduğuna inanılır. Yeraltı alemine uğurlanan kişi yolculuğuna çıkmadan önce zeytin ağacı sayesinde arınmış olacaktır. Definlerde zeytin ağacı kullanımı o kadar büyük öneme sahipti ki onları kutsal gören ve koruma altına alan Atina yasaları bile kutsal zeytin ağaçlarının defin amaçlı kesilmesine karşı çıkmıyordu.

ROMA

Zeytin eski Roma'da da önemli görülen gıdalardandı. Doğa bilimci, filozof ve Roma İmparatorluğu komutanı olan Yaşlı Plinius Roma Forumu'nun ortasına 3 ağaç dikildiğini söyler. Bunlar incir, asma ve zeytin ağacıdır. Zeytin ağacı özellikle gölge sağlaması için dikilmişti. [12]

Basit bir beslenme şekline sahip olduğunu anlatan Romalı şair Horatius şöyle der: "Bana gelirsek, zeytinler, hindibalar ve ebegümeci besleyicidir" [13]

Uzun ömürlü, kuraklığa dayanıklı olan ve az bakım gerektiren zeytin ağacı Romalılar için tercih nedeniydi. Zeytin yetiştiricileri eğer o yıl mahsul alamazlarsa az da olsa gelir elde edebilmek için onları meyve ağaçlarının arasına dikerek hayvan yetiştirir, bu sayede yabani hayvanların içeri girmesini engellemiş olurlardı. Ezilerek elde edilen zeytinyağından kalan artıklar domuzlar için yem olarak kullanılırdı.

Antik dünyanın en büyük zeytin üreticileri Yunanistan, İtalya, Afrika, İspanya ve Suriye idi. MS.1 yy'dan 3.yy'a kadar zeytin yetiştiriciliği Tunus ve Libya gibi alanlara yayılmıştı. İmparatorluk genişledikçe zeytinyağına olan talep artmış, böylece İstanbul en büyük ithalatçılardan biri haline gelmişti. Zeytinyağına olan yoğun talebi karşılamak için Suriye ve Kilikya'da çok sayıda zeytin çiftliği kurulunca 3-5.yy'da bölgesel bir ekonomik patlama yaşanmıştı. Yani zeytinin önemini anlayan Roma ona yatırım yaparak büyük kazanç sağlamıştı.

Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bizler hala zeytin ağacının, tarımın, toprağın değerini anlayabilmiş değiliz. Eğer anlaşılmış olsaydı halkın büyük bir kesimi partizanlık yaparak yıllardır yapılmakta olan yıkıma sessiz kalmaz, çıkar ve koltuk sevdası uğruna yanlışı alkışlayan, susup hesabına yatan maaşına bakan sözde millet vekillerine sahip olmazdık. 

Zeytini koruma altına alan Atinalılardan, ona önem verip üretim alanlarını kat ve kat artırarak refahına refah katan Roma'dan hiçbir şey öğrenilmemiş. Ya da tüm bunlar biliniyor ama kısa zamanda ele geçecek bir miktar maden için binlerce yıl katkı sağlayabilecek ağaçlar katlediliyor. Bu ağaçlar katledilmese ve yaygınlaşsa ülkenin ekonomisine, halkın cebine ve mutfağına, soluduğu havasına öyle bir katkı sağlar ki altının yüzüne bile bakmazsın...

ANTİK MEDENİYETLERDEN GÜNÜMÜZE "DEPRESYON"

Yazan: A.Kara

ESKİ TOPLUMLAR DEPRESYONU NASIL ALGILIYORDU?

Depresyon ciddi bir ruhsal bozukluktur ve tüm dünyada birçok insanı rahatsız eden bir haldir. Hafife alınacak bir durum değildir. İnsanı aşırı derecede ağırlaştırır, isteksiz birine dönüştürür hatta can bile alabilir. Kişinin yavaş yavaş ve kontrolsüzce içine battığı bir bataklık gibidir. Bu durumdan çıkmak bazen çok zor olabilir. Ama en azından üstesinden gelinebilecek bir zorluktur. Peki sizce antik dönem insanları ve eski medeniyetler depresyonu nasıl anlıyor, yorumluyor ve nasıl tedavi ediyorlardı?

Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.

ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI

İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere, sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının göstergesidir. [1]

Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi. Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.

MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)

Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak “korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]

Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar vardır. [5]

Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:

Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın. Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak, birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat, kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]

Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]

Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla dikkat çekicidir. [8]

Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak yorumlanmıştır. [9]

Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.

Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8] Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine bakalım:

Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun, köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir "zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un üzerinedir.

Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:

(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın. Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş yünden bir kuşak bağlayacaksın.

Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.

Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):

Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile parantez içinde belirtilmiştir.

(Büyü)

Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]

ANTİK YUNAN & ROMA

Bazı mitolojik anlatı ve resimlendirmelerin de depresyonu ifade ettiği düşünülür. Örneğin MÖ 400'den kalma bir vazo üzerinde ezilmiş ve kasvetli bir Yunan kahramanı olan Orestes'in durumu resmedilmiştir. Annesini öldükten sonra peşini bırakmayan Erinyelerden yani adaletsizliğin intikamını almak isteyen ruhlardan kurtulmak için bir arınma törenine katıldığı resmedilmiştir. Şair Euripides, trajedinin kahramanı Orestes'i depresyonun birçok belirtisine sahip olarak tasvir eder. Bunlar iştahsızlık, aşırı uyku, banyo yapmak için bile isteksiz olma, sürekli ağlama, kronik yorgunluk ve çaresizlik hissidir. [10]

Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]

Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım istemekti.

Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.

MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]

Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti. “Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13] sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.

Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu. Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.

Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.

Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet, boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren bir ilaç kullanıyorlardı. [14]

Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı: Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna varmıştı. Şöyle diyordu: “Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir. Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir. Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”

İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna inanıyordu. [15]

Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.

Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.

Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos (thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16] İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.

HİNDİSTAN

Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri, insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli semptomlara neden olabiliyordu. [17]

ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ

Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler önerdiği görülür. [18]

Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti. Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.

Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.

Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.

Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan “iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon için etkili bir tedavi değildi.

Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.

17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]

Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı. Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar 91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı. Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler yapmalarını tavsiye etmişti.

Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.

Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde derin etkileri oluyordu.

Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.

Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir keşişi şu şekilde tanımlıyordu:

"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor. Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi ele geçirir." [20]

14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir. Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş bir günah sayılır. 

Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı. Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.

16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.

Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif  kişiler boşluk, anlam yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.

O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı “Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye” tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku, sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]

Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli” kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik çalışmalar ortaya çıktı.

Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon, kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye başlamıştılar. [22]

Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli olduğunu öne sürüyorlardı.

Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi geliştirmişti. [23]

Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı alt gruplara ayırmaya başladı.

Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan ilk kişiydi. [24]

Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]

20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler varoluşçu felsefe ekolleriydi.

Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı. Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması gerektiğini öne sürüyordu.

Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den (1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu. Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.

Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki  modern dönemde topluma çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda buluyorlar.

Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.

1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]

19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti. Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]

Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin (ECT) de kullanıldığı oluyordu.

1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri geliştirilmeye başlamıştı. [28]

ANTİK YUNAN’DA TANRI DÜŞÜNCESİ

Yazan: A.Kara

ANTİK YUNAN’DA TANRI DÜŞÜNCESİ

Greklerin tanrı ve tanrıçaları eski Anadolu uygarlıklarında ve Arap coğrafyası gibi yayıldığı birçok bölgede ciddi derecede etkili olmuştur. Kadim Anadolu’da tanrı Zeus’a olan inanış oldukça baskın gelmiş, farklı isimlerle tapınılmış Zeus figürünün etkilerinden dolayı insanlar uzun bir süre tanrıyı koruyucu baba gibi görmüş [1] hatta Allah’tan bahsederken bile “Allah baba” demişlerdir. Benzer durum Kubaba, Gaia, Kibele gibi tanrıçalara olan inanışın etkisi ile doğa ya da topraktan bahsederken “ana” denmesiyle öne çıkar.

Anne, baba demek tuhaf görünse de Antik Yunanlılar için tanrılar insanlara oldukça benzerlerdir. Bu benzerlik görünüşleri konusunda da aynıdır fakat onları ayıran şey benzedikleri insanlardan daha uzun, güzel, güçlü ve estetik olmalarıdır. Güzel bir dış görünüş aynı zamanda güzel düşüncenin, zihniyetin dışa vurumu sayılmıştır. Uzun boy önemlidir çünkü Greklere göre kişiyi güzel olarak tanımlayabilmenin en önemli şartı boyunun uzun olup olmamasında yatıyordu. Bu yüzden Hint toplumlarındaki ciddi derecede kilolu veya kısa tanrı ya da tanrıça figürlerini Yunan mitoslarında görmek oldukça zordur.

Görünümleri ile ölümlü kulları olan insanlara benzemeleri dışında yaşantıları ve duyguları yönüyle de oldukça benzeşiyor, tıpkı insanlar gibi evleniyor, çocuk sahibi oluyor, aldatıyor, öldürüyor, çalıyor, kıskanıyor, intikam alıyor ve hileye başvuruyorlardı. Özellikle tanrıçalar söz konusu olduğunda duygusal olarak en çok öne çıkan yönleri kıskançlık iken erkeklerde genellikle bu özellik şiddet ve intikam oluyordu. İroniktir ki inanışa göre bu tanrılar kötü işler yapanları cezalandırıyorlardı.

Yunanlılar ufak istisnalar dışında genellikle bir tanrıyı bilmeleser, tanımasalar bile onlara saygı duyardı. Onların geleneğinde yabancı da olsa her tanrıya saygı göstermek vardı. Bu yüzden onların hayal dünyasını, efsanelerini ve tanrılarını etkileyen, tanrılarının daha zalim, cezalandırıcı ve sert olmasına neden olan en büyük faktör ilkel Keltler olmuştu. Çünkü Yunanlılar İtalya’ya yerleştiklerinde bu topraklarda Keltlere ait inanış ve efsaneler varlığını sürdürmekteydi. Yunanlılar gelenekleri gereği onlara saygısızlık yapmamış ve kendi tanrılarına en çok benzettiklerini benimsemişlerdi. Bu yüzden daha barbarca bir yaşantıya sahip olan Keltlerin tanrı ve inanışları Greklerin dini inanışlarını etkilemişti.

Birçok eski kültürde olduğu gibi Grek inancında da tanrılar insan kılığında dünyaya geliyor, faniler arasında yaşıyorlardı. Dilediğinde insanların arasında gezinebilen bu tanrılar zamandan münezzehtir ve uzay-zamandan bağımsızdır. Tanrı olmanın sonucu olarak görünmez olma, düşündükleri yere anında gidebilme, hayvan şekline girebilme gibi doğa üstü güçleri vardır.

Örneğin şarap tanrısı Dionysos genç bir adam şekline girerek yeryüzünde dolaşırken korsanlar tarafından kaçırılır. Gemi kaptanı Acoetes dışında hiç kimse kaçırdıkları adamda bir gariplik olduğunu hissetmez. Kaçırdıkları ve köle olarak satmak istedikleri adamın aslında bir tanrı olduğunu anlayan ve tayfasını vazgeçirmek isteyen kaptanın tüm çabaları boşadır, korsanlar Dionysos’u serbest bırakma fikrini kabul etmezler. Bunun üzerine Dionysos geminin içini sarmaşık ve hayvanlarla doldurur, korkuya kapılan korsanlar denize atladıkça yunus balığına dönüşürken kurtulan tek kişi kaptan Acoetes olur. [2]

Söz konusu şekil değiştirme olduğunda öne çıkan tanrılardan biri Zeustur.

Kral Thestius’un kızı Leda, Tyndareus ile evlendiği gün baba tanrı Zeus’un ilgisini çeker. Zeus bir kuğu şekline girerek Leda’yı baştan çıkarır. [3]

Başka bir efsanede Zeus, ölümlü bir kadın olan Europa’yı (Avrupa) kaçırmak için boğa şeklini alır. Tyre Kralı Agenor’un sarayında kendini beyaz bir boğaya dönüştüren Zeus, su perisi Io’nun soyundan gelen Europa’yı elde etmek için plan yapar ve boğa kılığında diğer hayvanların arasına katılır. Europa boğayı okşayıp sırtına bindiği an Zeus yakaladığı fırsat ile kadını Girit adasına kaçırır. Europa burada kraliçe olur ve Zeus günümüzde Avrupa olarak bilinen kıtaya onun adını verir. [4]

Zeus’un insan veya hayvandan çok daha farklı şekle bürünebildiği efsaneler de vardır. Kendini altından yağmur damlalarına dönüştürerek Danae’nin hapsolduğu zindana sızmayı başarır ve çatıdan Danae’nin kucağına dökülen altın damlacıkları şeklinde onunla ilişkiye girer. [5]

Tanrıların insan şekline girerek dünyada gezinmeleri hem tehlikeli hem de mutluluk verici sonuçlar doğurabiliyordu. İnsan kılığında dünyaya inen tanrı bir Yunanlının evinde misafir olabiliyor ve karşısındaki kişi ona iyi davranmaz, düzgün ağırlamazsa cezalandırılıyor, aksi durumlarda ise ödüllendiriliyordu.

Örneğin bir efsaneye göre Zeus ile Hermes Frikya boyunca yaptıkları yolculuk sonucunda yorgun düşer ve dinlenip kalacakları bir yer ararlar. Kimse onları iyi karşılamaz ve misafir etmez. Fakat Filemon ve Baukis isimli yaşlı çiftin mütevazi kulübesine gidip kapılarını çaldıklarında, çift Zeus ile Hermes’i misafir olarak eve buyur eder. İmkanları dahilinde en iyi sofrayı sunmaya çalışır ve tanrıları içtenlikle ağırlarlar. Bunun sonucunda aldıkları ödül ise hayatları olmuştur. Çünkü Zeus ile Hermes yaşlı çifte yaşadıkları yerdeki kötü insanlar yüzünden bir tufan felaketi gönderip orayı yıkacağını bu yüzden köylerine bakan karşı tepeye tırmanmalarını söyler. [6]

Bunun aksi yönünde misafir olan tanrıları iyi karşılamadığı için cezalandırılan insanların olduğu yönünde çokça efsane olduğundan tıpkı bizim toplumumuzdaki gibi Yunanlarda da kapıya gelen kişiyi misafir etmek, iyi ağırlamak, kendin yemeyip yedirmek adet olmuştur.

Söz konusu tanrıçalar olduğunda kıskançlık ve “en güzel olan” olma hırsı öne çıkar; ki bu durum Grek kadınlar için de güzel olmanın, beğenilmenin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir.

Örneğin Zeus’un esas eşi olan ve hava üzerinde egemenliğe sahip olan kibirli tanrıça Hera’nın da katıldığı bir düğünde en güzel olanın kim olduğu konusunda anlaşmazlık yaşanır. Hera, Afrodit ve Athena en güzelin kim olduğu konusunda bilgeliği ile ünlü çoban Paris’e danışırlar. Paris en güzel olarak Hera değil de Afrodit’i seçince öfkelenen Hera Paris’e işkence eder. [7]

Efsanelere en çok konu olan bir diğer duygu aşktır. Tanrıların kendi aralarındaki aşk ve tutkularına ek olarak aynı zamanda insanlara da aşık oldukları, hatta aşık olup karşılık alamadıkları, elde edemedikleri insanları cezalandırıp öldürdükleri, işkence çektirdikleri düzinelerce efsane vardır. Söz konusu aşk olduğunda adı en çok duyulan tanrılardan biri Apollon’dur çünkü bu konuda oldukça kısmetsizdir. Ya aşık olduğu kadınlar ona bakmaz ya da ölür-öldürülürler.

Örneğin Apollon’un ilk aşkı nehir tanrısının kızı Daphne’dir. Daphne asla evlenmek istemeyen, hayatı boyunca avcılıkla meşgul olmak isteyen bir kadındır. Apollon bir gün ok atacağı sırada aşk tanrısı Eros’a rastlar ve kendisi henüz Python’u yeni öldürdüğünden egosu kabarmış şekilde Eros’un yaptığı işi küçümser. Eros’un elindeki yayın Eros’a değil de korkunç yılanı öldürmeyi başarmış bir kahramana ait olması gerektiğini söylerek kendini işaret eder. Öfkelenen Eros iki ok çeker, altın olan ok atılan kişide aşk, kurşundan yapılmış ok ise nefret uyandıracaktır. Eros altın oku Apollon’un göğsüne, kurşun oku ise Daphne’nin göğsüne atar. Apollon Daphne’ye aşık olmuştur ama Daphne vurulduğu oktan dolayı Apollan’dan nefret etmekte, onu görür görmez kaçmakta, bayılana kadar koşmaktadır. Daphne korku içinde tanrılardan yardım isterken kolları uyuşmaya başlar. Bu sırada Apollon’un kendine sarıldığını görünce defne ağacına dönüşür. [8]

Tanrıların insanlarla olan ilişkilerinden dünyaya gelen çocuklar kahramanlar ya da yarı tanrılardır. Onları öne çıkaran yanları taşıdıkları güç ve sahip oldukları cesarettir. Yarı tanrı olarak isimlendirilmelerinin nedeni tanrısal olduğu kadar fani yani ölümlü olmalarıdır.

Yarı tanrıların insanlardan üstün, tanrısallığa yakın yönleri olduğunun bir örneği Chiron’dur. Kronos ve Philyra'nın çocuğu olan Kheiron (Chiron) bir Kentor'dur. Vahşi ve barbar olan diğer kentorların aksine, bilgeliği ve büyük tıp bilgisi ile ünlüdür. Herkül, Aşil, Jason gibi tanrı çocuklarına savaş eğitimi vermiştir. [9]

İbadet ve ayinler halk için oldukça önemli yer tutuyordu çünkü insanlar eğer onlara ibadet etmez ya da ayinlerini aksatırlarsa tanrıların kendilerini cezalandıracağına inanıyorlardı. Cezalandırma veya ödüllendirmeleri oldukça farklı şekilde olabiliyordu. Örneğin ceza olarak insanı taşa veya hayvana çevirebiliyor, ödül olarak ise onu ölümsüz bir ağaca dönüştürebiliyorlardı. Tapınma bu kadar önemli olunca tanrıları memnun etmek için onların şerefine görkemli tapınaklar inşa ediliyor, tapınağa gelen insanlar tanrılara değerli hediyeler ve hayvan kurbanları sunuyorlardı. Bazen insan kurban ettikleri de söylense de konuya dair kesin kanıtlar olmaması şuan için bu iddiayı ihtilaflı yapmaktadır.

Kurban önemli bir uygulama olduğundan bu konuda birçok efsane türetilmiştir. Bunlardan en meşhuru Minotor efsanesidir. Bu efsaneye göre Girit Kralı Minos güç ve ihtişamının göstergesi olması için tanrı Poseidon’dan onun adına kurban etmek üzere bir boğa ister. Poseidon’un krala verdiği boğa kralın öyle hoşuna gider ki kurban edilsin diye verilen boğa yerine başka bir boğayı kurban eder. Bunu fark eden Poseidon öfkelenerek kral Minos’u cezalandırır. Ceza kralın karısının boğaya aşık edilmesidir. Poseidon bu cezayı uygulayabilmesi için Eros’tan yardım ister. Eros’un oklarının etkisiyle kralın karısı boğaya aşık olarak onunla çiftleşir ve bunun sonucunda yarı insan yarı boğa olan bir çocuk doğar. Çocuğa Minos’un Boğası anlamına gelen Minotor adını verirler. Kötü tabiata sahip olan bu karakter labirente hapsedilir. [10]

Tanrıların kıyafetleri ve kullandıkları bazı silahlar insanların kullandıklarına oldukça benzer olsa da kalite ve güçleri bakımından ölümlülerden ayrılırlar. Kıyafetleri en kaliteli malzemeden iken kullandıkları silahlar genellikle sihirli güçler barındırmakta ya da inanılmaz dayanıklılığa sahip olmaktadır.

Örneğin Zeus’un yıldırımları bile aslında bir silahtır. Zeus Kronos’u yenip tepegözleri serbest bıraktıktan sonra tepegözlerin Zeus’a verdiği özel bir silahtır. [11]

Poseidon’un Yunan balıkçıların balık yakalarken kullandıkları 3 başlı mızrak üzerinden modellenmiş sihirli silahı vardır. Poseidon, demirci tanrı Hepaistos’un kendisi için dövdüğü bu sihirli silahı yere vurduğunda gemileri batırabilecek, tüm adaları sular altında bırakacabilecek dev tsunamiler üretebilir veya depremler yaratabilir. [12]

Tanrılar seyahat ederken Çariot benzeri arabalara biner ve bu arabaları kendi soylarından gelen atlar çekmektedir. Tanrıların büyük kısmının yaşadığı kutsal dağ Olimpos’a gidip gelme yöntemleri budur. Olimpos tanrıların yaşadığı yer olduğu kadar aynı zamanda onların toplanma, meclis kurma alanıdır. Bazen ziyafetler düzenlenir ve bu ziyafetlere tanrı Apollon’un lirinden çıkan tatlı melodiler ile periler eşlik eder. Tanrıların katı olan Olimpos’da her tanrının kendine ait bir evi vardır. Yani tanrılar için düşünülen yaşam biçimi insanlarınkine oldukça yakındır.

Yunan mitolojisinin hayal gücünü zorlayan renkli yapısının kökenini oluşturan şey Greklerin doğa olaylarını anlamlandırma çabasıydı. Bizler depremlerin nasıl ve neden oluştuğunu, yıldırımın neden düştüğünü, sellerin neden meydana geldiğini, heyelanları ve yer batmalarını bilimsel olarak biliyor ve anladığımız için bunlara mistik anlamlar yüklemiyoruz. Fakat kendinizi antik dönemde hayal eder ve bunların hiçbiri hakkında bilginiz olmadığını düşünürseniz sizin için doğa olaylarını tanrı ve yaratıklarla ilişkilendirmekten başka çıkar yol olmayacaktır. İşte bu yüzden Yunan efsanelerinde dev kayaları kopararak fırlatan devler, öfkelenip denizde dev dalgalar çıkaran, insanları uzun süren yağmurlar ya da gönderdiği depremler ile harap eden öfkeli tanrılar vardır. Kara bulutlar ve gök gürültüleri eşliğinde sık yağan yağmurlar, bu sırada gördükleri şimşek ve yıldırım ışıkları ya da denizde birden oluşmaya başlayan dev dalgalar Grekler için ilgili tanrının kızdığı anlamına gelirdi. Yani Grekler için tüm evren nefes alıp veriyordu. Doğayı anlama çabalarından dolayı her yerde bir tanrı görüyorlardı. Ağaçlar, ırmaklar, güneş, her şey onlar için tanrısal birer varlıktı.

Fakat tabi ki tüm tanrı ve tanrıçalar doğa güçleri üzerinden var edilmiş değildi. Bunlardan bazıları muhtemelen dönem içinde yaşadıkları toplumda zeka ve yetenekleri ile öne çıkan, zamanla ozanlar tarafından anlatılan ve dilden dile gezinirken tanrısallaştırılan karakterlerdi. Bunu anlamak için efsanelerdeki bazı tanrıları o dönem yaşayan biriymiş gibi düşünmek, hayal etmek gerekir. Böyle düşünüldüğünde Apollon’un oğlu olduğu söylenen Orpheus’un diğer müzisyenlerden çok daha başarılı, etkileyici biri olduğu, olağanüstü silahlar döven topal tanrı Hepaistos’un gerçekten de çok iyi silah ve zırhlar yapan bir demirci olduğu fakat şairlerin süslü anlatımlarının da etkisi ile zamanla tanrısallaştırıldığı güçlü bir ihtimaldir.