KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?
Bu yazım sık sık duyduğum ‘’İncil ve Tevrat değiştirilmiştir fakat Kuran koruma
altındadır!’’ sözünden yola çıkarak yazma gereksinimi duymam sonucu ortaya
çıkmıştır ve farkettim ki bu düşünceye sahip kişi sayısı göz ardı edilebilecek
kadar küçükte değil... O zaman elden ne gelir? Bulabildiğimiz kaynaklar
doğrultusunda fikirlerimizi yazalım!
Öncelikle bahsetmemiz gereken
konu başlıklarını bir sıralayalım:
1. Muhammed’in vahiy almaya başladığı
zaman ve vahiy süreci
2. Alınan vahiylerin ne şekilde kayıt edildiği
3.
Kuran’ın derlenişi
1. Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci
40 yaşlarına doğru Muhammed’de yalnızlık çektiği ve toplumdan bunaldığı zamanlar
Nur Dağı’nda bir mağara olan Hira Mağarası’na azığını da alıp gider ve azığı
bitene kadar orada kalıp Allah’a dua ederdi.
Söylenene göre Muhammed vahiy almadan önce 6 ay kadar bir süreyle sık sık
rüyalar görüyormuş ve gördüğü rüyaların hepsi olduğu gibi çıkıyormuş.
Hz.
Aişe’nin bir rivayeti de şöyle:
"Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru
rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen
çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa
çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde
ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp
mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman
için azık tedarik ederdi."
Gelen İlk Vahiy
Muhammed’in yine inzivaya çekildiği günlerden birisinde (610 yılı Ramazan
ayının Kadir Gecesinde) derin düşüncelere dalmışken isminin mağaranın içinde
yankılandığını duydu. Etrafında birilerinin olduğunu düşünüp mağaranın içine
bir göz gezdirdi fakat kimse yoktu. Sonrasında etrafının nur ile çevrildiğini
görmüş ve buna dayanamayıp bayılmıştı.
Kendisine geldiğinde
karşısında Allah’ın mesajını iletmek ile görevli olan Cebrail’i bulmuştur ve
sonrası şu şekildedir:
"Oku" Dedi. Muhammed:
-"Ben okuma
bilmem", diye cevap verdi. Melek, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya
kadar sıktı.
-"Oku" diye emrini tekrarladı. Muhammed yine:
-"Ben okuma
bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed'i
sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.
"Yaratan
Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku,
kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem
sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).
Meleğin arkasından Muhammed de bu
âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken
gök yüzünden bir sesin:
"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben
de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku
içinde evine vardı.
Eşi Hatice'ye:
"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten
sonra gördüklerini Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hatice,
O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.
"Öyle deme. Allah'a yemin
ederim ki, Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı
gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire
yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."
Sonrasında Muhammed şaşkın bir şekilde evine gider ve eşinden kendisine bir
battaniye/örtü getirmesini ister.
Dinlendikten sonra eşine durumu
anlatır ve eşi kendi düşüncelerini açıkladıktan sonra onu bilgili birisi olan
Varaka’ya götürür.
Şimdi burada hazır ilk maddenin sonlarına yaklaşmışken bir ara verip birkaç
şeyden bahsetmek istiyorum:
Üste bıraktığım ayetlere bakacak olursak herkesin ortak düşünceye
varacağı bir nokta var, o da Muhammed’in okuma ve yazma bilmediğidir.
Muhammed’in okuma yazma bilmemesi o zaman ki Arabistan’a çok olağan bir
durumdur çünkü toplumdaki okuma yazma oranı olabilecek en düşük
seviyelerdedir. Şimdi Muhammed’in ve çevresindeki çoğu kişinin okuma yazma
bilmediğine hepimizin karar verdiğini düşünüyorum. Peki okuma yazma bilen
insanların az olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?
Sorunun cevabının basit olduğunu elbette biliyorum fakat ileride
değineceğim bu konuya ve şimdilik aklınızın bir köşesinde bulunmasını
istiyorum.
Devam edecek olursak:
Hatice daha sonra Muhammed’i,
amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka, Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî
dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed’i dinledikten
sonra:
"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsâ'nın
haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Allah'ın Musâ'ya
göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan
çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki,
kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok
geçmeden Varaka öldü.
Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra 3 yıl kadar bir süre boyunca Allah’ın
emri üzerine sadece yakın akrabalarını durumdan haberdar etti. Gizli davet
dediğimiz sürecin 3 yıl kadar sürmesinin sebebi ise bu durumun yavaş yavaş
çevre tarafından duyulmasıdır.
Yapılan ilk açık davetten de kısaca
söz edecek olursak eğer:
Muhammed evinden çıkıp Safâ tepesine varır ve ‘’Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î
Haşim! Yâ Ben-î Fehir!’’ şeklinde Kureyşoğulları, Haşimoğulları ve
Fehiroğulları kabilelerine seslenir. Bir rivayete göre Muhammed’in açık daveti
6 saatlik bir mesafedeki çevreye kadar duyulmuştur.
Uzun uzun
maddeler halinde verip okuyucuyu sıkmak istemiyorum fakat Muhammed’in ne tarz
yollarla vahiy aldığı ve gizli/açık vahiy süreci hakkında hakkında internet
üzerinden detaylı bir okuma yapabilir ve konuya tamamıyla hakim
olabilirsiniz.
Şimdi bunlardan bahsetme sebebim vahiy vb.
kavramları tekrardan gözden geçirmek, bilmeyen varsa olayı Kur'an’da ve hadis
kaynaklarında geçtiği şekliyle göstermekti. Bu sıkıcı kısmı bitirdiğimize göre
herkesin aklında bazı temel şeyler tekrardan oturmuştur.
2. Alınan Vahiyler Nasıl Kaydedildi?
İlk maddemiz olan ‘’Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci’’ni bitirdik ve
şimdi sırada vahiylerin nasıl kaydedildiği var. Şimdi hemen azıcık üstte
aklınızda tutmanızı istediğim şeyi tekrar gündeme getireyim: ‘’Peki aralarında
Muhammed’in de bulunduğu okuma yazma bilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir
toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?’’ Muhammed’in gelen vahiyleri
Allah’ın bir mucizesi olduğu söylenen mükemmel hafızasında tuttuğunu hepimiz
bir yerlerden duymuşuzdur. Elbette vahyin sadece akılda durması pek bir şey
ifade etmiyordu çünkü sürekli yeni vahiy geliyordu ve tebliğ inancı olan
İslam’da vahyin sadece akılda tutulması bu işi zorlaştıracaktı. Bu yüzden
Muhammed’in okuma yazma bilen insanlara ihtiyacı vardı.
Vahyin kaydedilmeye başlanma sebebi Muhammed’in kendi verdiği bir karar mı
yoksa kendi Tanrısı olan Allah’ın bir emri mi bilinmez fakat bir süre sonra
Muhammed üzerine yazılabilecek maddelerin/eşyaların üzerine vahyin
kaydedilmesi emrini vermiştir.
Kur'an ayetleri dağınık bir şekilde inmekteydi ve kayıt esnasında Muhammed
söylüyordu hangi ayetin hangi sırada olduğunu. Aynı şekilde Muhammed’in
söylediği ayetler yazıya aktarılırken (kemik, deri vb. cisimler üzerine)
sahabelerin arasından ayetleri ezberleyen kişiler de oluyordu.
Vahyin kontrolü amacıyla her sene ramazan ayında bir kere olmak üzere (sadece
Muhammed’in öldüğü sene iki kere kontrol edilmiştir) Cebrail ile birlikte
vahiy gözden geçiriliyordu.
Eklemek gerekirse eğer, vahyin kaydedilmeye ne zaman başladığı Kuran’da ya da
başka bir kaynakta belirtilmez fakat eğer ayetler bir an önce kaydedilmeseydi
karışıklık çıkabilirdi. O yüzden ilk vahiy indikten ve Muhammed şaşkınlığını
üzerinden attıktan sonra kayıt işlemi başlamıştır ve de bazı ayetleri ve
rivayetleri göz önünde bulundurarak vahyin ilk dönemlerinden itibaren ‘’vahiy
katipleri’’ dediğimiz kişilerin vahyin kaydedilmesi göreviyle Muhammed’in
çevresinde bulunmuştur diyebiliriz.
Buna ek olarak Ömer’in ilk Müslüman olarak kişilerden birisi olduğunu ve Tâhâ
suresinden bir bölüm okunduğu, Ömer'in onu duyduğu ve çok etkilendiği
anlatılır. Bundan yola çıkarak tahminimizi doğrulayabiliriz. Bunun dışında
Beyyine suresinde geçen ‘’suhuf’’ ve birçok ayette geçen ‘’sûre’’ kelimesinin
yazı yoluyla kaydı işaret ettiği yönünde düşünceler vardır fakat Ömer olayına
kıyaslayacak olursak ben bunların daha zayıf deliller olduğu fikrindeyim. Son
bir şey daha ekleyecek olursak delillerimize: M.M. el-A'zamî de vahyin çok
erken yazılmaya başladığını belirterek; gerçekte âyetlerin İslâm'ın ilk
evrelerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş'in zulmü altında sayısız
sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirildiğini
söyler. (A'zamî, Kur'ân Tarihi, s. 105.)
Birçok kaynak olmasına
rağmen hepsinden bahsetmemiş olmama rağmen -ki bu okuyucuyu sıkmak
istemememden kaynaklıdır- tüm delil olarak gösterilen olayları, ilk vahiyden
kısa bir zaman sonrasında vahyin kaydedildiği fikrine varılabilir.
Şu
ana kadar vahiy sürecini İslami kaynakları kullanarak yazmak durumundaydım
haliyle fakat birazdan işler değişecek diyebilirim yani kısacası asıl
eğlenceli kısma yeni geliyoruz.
3. Kuran’ın Derlenişi (Derlenişleri)
Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine
yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da
yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar,
Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır.
Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak
yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o
nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi
e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran)
Önceki bölümlerde Kuran’ın rivayetlere göre ne zaman yazılmaya başlandığı ve
nasıl kaydedildiğinden yeterince bahsettiğimizi düşünüyorum.
Şimdi konumuz Kuran’ın derlenişi olduğuna göre ilk önce ‘’Kuran’ın
derlenmesine neden gerek duyulmuştur?’’ sorusuna cevap verelim:
Kuran’ın
derlendiği dönem Ebu Bekir Dönemi olduğuna göre öncelikle Ebu Bekir
Dönemi’ndeki Müslümanların durumuna bir göz atalım; Muhammed vefat etmeden
önce Ebu Bekir’e imamlığı devrediyor, ardından Ömer’in önerisiyle ve
Müslümanların kararıyla Ebu Bekir halife oluyor. Ebu Bekir’in halife olduğu bu
dönem 2 yıl kadar sürüyor ve bu dönemde peygamber olduğunu iddia eden kişiler,
dinden ayrılanlar ve elbette savaş oluyor. Savaşta Kuran’ı bilen kişilerin de
kaybedilmesi ve nicelerinin de kaybedilmesi korkusu, yeni ‘’peygamberler’’
tarzı olaylar ve Ömer’in tavsiyesiyle Kuran’ı tek bir kitap haline getirme
kararı alınıyor.
Tek bir cümleyle cevap verecek olursak eğer: Kuran
yitip gitmesin diye Kuran’ın tek bir kitapta toplanmasına Ebu Bekir döneminde
gerek duyuldu ve Kuran bir kitap haline getirildi.
Ömer, Ebu Bekir’e Kuran’ın yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler nedeniyle
toplanması gerektiğini söylüyor. Ebu Bekir karşı çıksa da başta sonunda
Ömer’in önerisini kabul ediyor. Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere
ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için o yüzden bu görev Kuran’ın
kaydedilmesinde görev alanlardan birisi olan Zeyd İbn Sabit’e veriliyor.
Zeyd:
"Ebu
Bekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin
başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi, Tanrıya ant
içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup
verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar."
Sonrasında Zeyd görevi kabul eder ve şöyle açıklar:
"Kuran
(ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve
kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat)
suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında
bulamamıştım bu parçayı"
Zeyd’in söylediklerine bakarsak bir üst paragrafta kullandığım ‘’Kuran’ı
yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için’’
cümlesi doğruluk kazanmış oluyor. Eğer bu Kuran’ı ezbere bilen kişilerin
sayısından bahsedecek olursak 4-10 arasında, en iyimser şekilde Buhari’de
geçen hadislere göre ise 7 kişi olduğunu söyleyebiliriz. Hadisleri verecek
olursak:
-
Amr Ibnu'l-Ass anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın,
Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den"
dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.)
-
Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı
tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit
ve Ebu Zeyd." (Buhari.)
-
Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde,
Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi:
'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn
Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.)
Son olarak ekleyebileceğimiz bir diğer şey ise ‘’iki tanık meselesi’’. Zeyd
normalde ayetleri iki tanık bulunması şartıyla kabul ediyordu fakat yukarıda
verdiğim Zeyd’in söylediğine bakacak olursak Tevbe suresinin son kısmı sadece
Ebu Huzeymetu’l-Ensari’de bulunuyordu ve başka tanık yoktu bu ayet için fakat
yine de ayeti kabul edilmişti.
Ebu Bekir döneminde derlenen nüsha öncesinde Ömer’e sonrasında ise kızı
Hafsa’ya verildi.
Bir üstteki kısımda Ebu Bekir döneminde derlenen
Kuran’dan bahsettik sırada Osman döneminde yapılan derleme var.
Osman
döneminde yapılan derlemeye geçmeden önce Buhari’de bulunan bir hadisi
okumamız gerek:
Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için
savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların
okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu
ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri
birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!"
Ebu Bekir döneminden bahsettiğim son paragrafta nüshanın Ömer’in kızı Hafsa’ya
verildiğini yazmıştım. Aldığı haberden sonra Osman incelemek için Hafsa’dan
nüshayı istiyor. Sonrasında Osman; Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e,
Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a görev veriyor.
Osman: "(Medine'li)
olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma
konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile
inmiştir."
Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas)
sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları
(Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime
gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya
da Mushafı buyurup yaktırdı.(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.)
Şimdi Osman döneminde ‘’yazılan’’ Kuran’ın Kureyş dilinde olduğunu ve diğer
Kuran sayfalarını ya da Mushafları yaktırdığını biliyoruz -ki saklanan
Mushafların olma ihtimali de vardır. Örnek olarak Hindistan’da bulunan Ali
Döneminde yazıldığı iddia edilen Mushaf’ı verebiliriz-. Diğer Mushafların
yakılma sebebini bu konunun ilk paragrafında bir alıntıyla açıklamıştık.
Osman’ın kurduğu ekip önderliğinde hazırlanan ve gerçek olarak kabul edilen
Kuran ise çeşitli bölgelere yollanmıştır.
Şimdi tekrar bahsetmemiz
gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum:
Oysa, asıl kuşkulara yol açan,
esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk
derleme ile, sonraki Osman döneminde oluşturulan ‘’Mushaf’’ ile arasında fark
olmasa idi, ilk derlenen Kuran yakılır mıydı?
Buraya tekrar değinme
sebebim 2. cümlede geçen diğer Mushafların yakılmasının şüphe oluşturmasıydı.
Bu tamamıyla benim kişisel görüşüm olsa da: Yapılan ilk derlemenin yanlış
olması ve sonra tekrar düzenlenen Mushaf’ta eksik ya da fazla ayet olması
Kuran’ın değiştiği fikrini bana benimsetmeye yeterli diyebilirim.
Şimdi gelelim bu “son” nüshanın en büyük problemine. Bu son nüshada noktalama
ve “teşkil” bulunmamaktaydı.
Yani Arap harfleriyle az – çok muhatap
olmuş olanların bileceği gibi, b harfi ile s harfi aynı şekil ile ifade
ediliyordu. Daha sonra bunun okumayla ilgili problemlere yol açacağı
düşünülüp Dört Halife Dönemi’nden sonra harflere nokta eklendi. Bu da yeterli
görülmeyip Arapça’da sesli harfleri temsil eden, bugünkü resmî “yazılı
Arapça”da kullanılmayan “teşkil” eklendi. Böylece anadili Arapça olanların
yanlış yapmasını önlemek için harfler noktalanmış, anadili Arapça olmayanların
yanlış yapmasını önlemek için harekelenmiş bulunuyordu.
Muhammed
Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:
Ibn Ömer diyor ki:
"Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez
ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde
tutuyorum' desin yalnızca." (Suyuti, el İtkan, 2/32.)
Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne
yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde
anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü
söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O
el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.
Bir üstte ara söz olarak bahsettiğim Hindistan’da bulunan Ali’nin Mushaf’ı
gibi birçok Mushaf bulunmakta. Bunlara örnek verecek olursak eğer:
Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak
belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört
kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn
Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı
bunların başlıcaları. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen
mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri
yazılmıştır. Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve
surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik
yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor.
Örneğin,
Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve
Nas sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti,
kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu
aktarıyor. (Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara
285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.
Yine önceki kısımlarda Osman döneminde hazırlanan Mushaf’ın bir kaç yere
yollandığından bahsetmiştim.
Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan
Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. -ki
ben araştırmalarım esnasında net bir şekilde 7 Mushaf bulunduğunu ve derlemeyi
yapan ekipte 12 kişi bulunduğunu savunan kaynaklara rastladım.
Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür
diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye,
Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e
gönderilenlerden de söz ediliyor.
Hatta şu an Topkapı Müzesi’nde bulunan Mushaf’ın Osman döneminden kalma olduğu
söylenmektedir. Aynı şekilde bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok
sayıda kitap vardır. Günümüzdeki Kuran ile tutmayan bir diğer parçadan
bahsedecek olursak San’a el yazmalarını örnek verebiliriz. Yemen
Ulu Camii’de bulunan el yazmalarının günümüzdeki Kuran ile farkları
bulunmakta.
Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek
bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara
1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam
kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:
"Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin
114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu.
Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı.
Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya"ba" ya, öbüründe
de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini
önemsemeyelim.
Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas,
"mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı.
Enes İbn
Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine,
"asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki
"fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5.
Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn
Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes
İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye
okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de
görülebilir.
Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir.
Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek
değildir.
Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi
mushaftakiler bugün elimizdeki "Resmi Kuran" dakileri tutmamaktadır. Kur'an'ın
birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine Müslümanlar eli ile
yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup
çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine
de dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.
Bütün bunlar karşısında, yine ‘’Kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir
harfi bile değişmeden gelmiştir!’’ denebilir mi?
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
-
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
-
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
-
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)