HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ANTİK YUNAN'IN EŞCİNSEL SAVAŞ BİRLİĞİ

Hazırlayan: A.Kara

THEBAİ'NİN AŞIKLAR BİRLİĞİ

Tebai'nin (Thebai) Kutsal Grubu, yalnızca savaşçı değil aynı zamanda aşık olan 300 Tebaili askerden oluşan seçkin bir savaşçı bölüğüydü. Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Plutarhos'a göre bu birliğin oluşturulması bir askeri lider olan Gorgidas tarafından MÖ 379 ve 378 yılları arasında gerçekleşmişti. Gorgidas, sıradan askerlerden farklı olarak aşıklardan oluşan bir bölüğün birbirlerini hayatta tutmak için daha vahşice ve istekli savaşacağına inanan biriydi.
Daha sonra General Pelopidas ve Epaminondas, aşık askerlerden oluşan bu elit birliği bir savaş gücüne dönüştürerek tüm geç klasik Yunanistan'ın saygısını kazanmıştı. Bu birliğin varlığı MÖ 378'den 338'e kadar kırk yıl boyunca devam etmişti.

Bu birliğin, Spartalı general Phoebidas'ın (Yukarıdaki Pelopidas ile karıştırmayın) General Gorgidas'ın ellerinde can vermesinden kısa bir süre sonra oluşturulduğunu, akabinde generalleri öldürülen Sparta kuvvetleri işgal altındaki Tebai Kalesi'nden dışarı atıldığını (MÖ 378) söyleyen araştırmacılar da vardır.

Tebai'nin Kutsal Grubu'nun rol aldığı en ünlü savaş, MÖ 371'de Spartalılara karşı gerçekleşen Lektra ( Leuctra) Savaşı'ydı. Bu savaşta Spartalıların Yunan Yarımadası üzerindeki kontrolünü yıkarak zaferle çıkmıştılar.

Bir Yunan ordusunun safları geleneksel olarak en iyi ve seçkin savaşçıların sağ kanada yerleştirilmesi ile oluşurdu. Sol kanatta ise subaylar, rütbeli kişiler ve daha zayıf askerlerden oluşurdu. General Pelopidas tarafından yönetilen Kutsal Tebai Grubu, ordu hattının sağ kanadını oluşturuyordu. Savaş anı geldiğinde Kutsal Grup kendini kanıtlama fırsatı yakalamıştı. Thebali süvariler Sparta hatlarında hasara yol açınca Kutsal Grup kontrolü ele geçirdi. Stratejik olarak Spartalıların sağ kanadına saldırdılar ve Kral I. Clembrotus da dahil olmak üzere bin Spartalı askeri öldürdüler.

Tıpkı birçok eski profesyonel birliğe benzer şekilde Tebai'nin Kutsal Grubu'da savaşa her daim hazır olmalıydı. Bu yüzden sürekli egzersiz yapıyor, güreş, kılıç ustalığı, boks ve Falanks** düzeni konularında eğitiliyorlardı. Bunun yanı sıra onlardan tıpkı Atina ordusunda olduğu gibi sanatla uğraşmaları, şiir ve felsefeye de ilgi göstermeleri beklenirdi.

Tabi tutuldukları bu eğitimlerin Yunan birlikleri için daha akıllı, entelektüel ve savaşın doğasına uyumlu askerler yarattığına inanılıyordu. Hatta eğitimlerinin Atinalıların zekasına, Spartalıların gaddarlığına uyacak şekilde tasarlandığı söyleniyordu.

Makedon Kralı II. Filip bu birliğin eğitim ve cinsel birlikteliklerini incelemiş ve uygun gördüklerini kendi savaş gücüne dahil etmişti. Diğer artıların yanında bunun da etkisi ile MÖ 338'de Kutsal Tebai Bölüğü'nü yenerek zafer elde edecekti. 

II. Filip için MÖ 338'de gerçekeşen Heroneya Savaşı tüm orta ve güney Yunanistan eyaletleri üzerinde egemenlik kurması için önemliydi. Her zaman düşman olan iki şehir devleti Tebai ve Atina, Makedon kralına karşı güçlerini birleştirip Yunan ittifakı kurmuşlardı. II. Filip bu çatışmada liderlik deneyimi kazanması için oğlu İskender'i sol kanata süvari komutanı olarak yerleştirmişti.

Filip ya kazanarak tüm Yunanistan'ı ele geçirecek ya da kaybederek egemenliğini, hayatını ve öz oğlunu kaybedecek ya da Tebai'nin Kutsal Gücüyle karşı karşıya gelip yenilecekti.

Filip, Tebaililerin Spartalılarla savaşırken uyguladığı taktiğe başvurarak geri çekiliyor gibi yaptı. Bu sayede kendi hattını güçlendirerek Atina hattının karşısına yerleştirdi. İskender saldırıyı yönetip Kutsal Grup'u alt etti. Atinalı müttefikleri teslim olmaya başladı. Teslim olabilecekleri söylenmesine rağmen Tebaililer savaşmaya devam ederek İskender ve babası önünde teslim olmayı reddetti. Yedikleri onca ok ve mızrak darbesine rağmen yok olana kadar dayandılar. Böylece Kutsal Grup ölümüne savaşarak tarih oldu.

Sevgililerini ve asker arkadaşlarını korumak isterken ölen, üst üste yığılmış Tebai ölülerinin bu görüntüsü ve ölümüne savaşmaları hem II.Filip hem de genç oğlu Büyük İskender'in saygısını kazanmıştı.

Yunan tarihçi Plutarhos, II.Filip'in gördüğü manzara karşısında, Tebai'nin Kutsal Grubu'nun sahip olduğu yoldaşlığı kimsenin baltalayamayacağını anlayarak saygı gözyaşları döktüğünü yazmıştır.

MÖ 300'de Yunan şehri Tebai'de bu bölüğün mezar alanlarını işaretlemek amacıyla onların onuruna taş bir aslan inşa edilmişti. Yunanistan'ın Heroneya köyünde bu alanı görmek mümkündür.

Peki böyle bir birim, eski zamanlarda nasıl var olabilmişti? Bu konu irdelendiğinde Tebai'nin Kutsal Grubu, antik Yunan savaş ve kültürleri hakkında daha fazlasının anlaşılmasına yardımcı olur.

ABD Silahlı Kuvvetleri 1993'ten bu yana askerlerin cinsel kimliği hakkında "sorma ve söyleme" politikasını uyguluyor. Antik Yunan'da ise bu durum bir tabu değildi.

Tarih bilgini Thomas K. Hubbard'a göre, MÖ 4. yüzyıldan beri erkek eşcinsel ilişkileri Yunan felsefi söyleminde tekrar eden bir tema olmuştu.

Bu gerçeği ortaya koyan noktalardan biri de eski Yunan kültüründe yerleşik olan pedagojik oğlancılık, yani yaşlı bir erkek ve genç bir erkek arasındaki cinsel birliktelikti.

Antik Yunandaki yaşama ışık tutacak eserlerden biri Symposion'dur. Platon'un yaklaşık olarak MÖ 385-370 aralığında yazdığı Symposion* adlı eserde tamamı eşcinsel aşıklardan oluşan bir savaşçı birliğine sahip olmanın olumlu yönleri hakkında varsayımsal metinler görülmektedir. Çünkü Platon tıpkı General Gorgidas gibi, her savaşçının sadece kendini kurtarmak için değil, aynı zamanda sevgilisini de korumak için savaşacağına inandığından, eşcinsel aşıklardan oluşan bir ordunun son derece etkili olacağına inanıyordu.

Antik Yunan'a ait çanak çömleklerde bile iki erkek olan Zeus ve Ganimedes'in cinsel birliktelik yaşarken resmedildiği görülür. Yunan mitolojisinde Ganimedes olağanüstü güzelliğe sahiptir, öyle ki ölümlülerin en güzeli olarak nam salmıştır. Güzelliğine dayanamayan Zeus bir kartal göndererek kutsal kahraman Ganimedes'i kendisine şarap sunarak hizmet etmesi için İda, yani Kaz Dağı'ndan, Olimpos'a kaçırmıştır.

Antik Yunan halkı Platon'un ve Gorgidas'ın görüşlerini aynı şekilde benimsememişlerdi. Yazar Goran Blazeski'nin belirttiği gibi Antik Yunanlılar cinsel arzuyu sadece çiftlerin cinsiyetine göre değil, her üyenin ilişkide oynadığı baskın rollere göre ayırmıştı ve cinsel birliktelik genellikle yetişkin bir erkek ile toy bir genç erkek arasında gerçekleşiyordu.

İşte, eşcinsel ilişkilerin bu kültürel kabulü, Platon'un Symposion adlı eserindeki aşk ve bağlılıkla ilgili bir diyaloğa “böyle aşıklardan oluşan herhangi bir ordunun tüm insanlığı fethedebileceği” şeklinde yansımıştı. Bu tür filozofların konuya dair övgüleri tabi ki Tebai'nin aşıklar ordusu gibi birliklerin oluşturulmasına yönelik girişimlerde rol oynamıştır.

Tıpkı Tebai'nin Kutsal Grubu gibi Sparta askeri geleneği de eşcinsel ilişkiyi, birlikler arasındaki duygusal bağları ve morali teşvik edici bir unsur olarak görüyordu. Ancak pek çok asker sadece kendi birlikleri içindeki sevgililere özel değildi, onlardan devlete de bağlı olması beklendiği için durumları biraz farklıydı.

Tebai'nin tarihi Miken zamanlarına kadar uzanıyordu. Beotia bölgesinde ortaya çıkmış ve Beotia Konfederasyonu içinde lider güç haline gelmişti. İşte Tebai'nin Aşık Savaşçıları da Tebai'nin bölgedeki güç ve itibarını korumaktan, güvence altına almaktan bir şekilde sorumluydular.

Başlangıcından itibaren Tebai, Atina'ya karşı düşmanlığını devam ettirmişti. Hatta en iyi bilinen düşmanlık örneklerinden biri, MÖ 480-479'da Ahameniş İmparatorluğu'nun Yunanistan'a düzenlediği İkinci Pers İstilası ile 3.gün devam eden Termopylae Muharebesinden sonra Perslerin yanında yer almalarıydı. Hatta Tebai yalnızca Atinalılara değil, Spartalılara da düşman olan bir şehir devletiydi.  

Tebai savaş sanatı konusunda büyük saygı görüyordu. Askeri güçlerini arttırmak için akıl edip oluşturdukları Aşıklar Bölüğü Tebai'nin itibarını artırıyor, onu güçlü bir şehir devleti yapıyordu.

Gorgidas, Tebai'nin yalnızca seçkin bir savaş gücüne değil aynı zamanda liyakate dayalı, eşit statüdeki sevgililerden oluşan birliklere ev sahipliği yapması gerektiğini düşünmüştü. Aşıklar Grubu'nun üyeleri statü ve sınıflı toplumun etkisinden bağımsız olarak yalnızca erdem ve eylemleri ile belirleniyorlardı. 

Plutarhos'un yazdıklarına göre, bölüğün başındaki "kutsal" terimi, Tebai'nin "Iolaus" Mabedi'nin önünde aşıklarına ölümsüz aşk yemini eden ve sadece birbirlerine değil, kutsal grup içinde hizmet ettikleri yoldaşlarına olan bağlılıklarını pekiştiren Tebaili askeri birliklere atıfta bulunmaktaydı.

Tüm bu bilgiler doğrultusunda anlıyoruz ki Spartacus vb. dizilerdeki eşcinsel sevişme sahneleri, eşcinsel izleyicilerin ilgisini çekmek için çekilmiyor, dönem kültürünün bu yönünü de yansıtmayı amaçlıyordu.

DİPNOTLAR
* "Birlikte içme" anlamına gelen Symposion, Platon'un yazdığı diyaloglardan biridir. Aşk ve aşka övgüler içeren konuşmaları içermektedir. 
** Falanks, genellikle mızrak gibi silahlar kullanan askerlerin birbirinden ayrılmadan art arda saflar halinde savaşmasını esas kabul eden bir savaş düzenidir. Antik Yunan'daki yansıması Hopliteler adlı ağır piyadelerin savaş düzenidir.

İSKİTLER GÖÇEBE MİYDİ? (MİLLER VE ARAŞTIRMALARI)

Hazırlayan: A.Kara
İSKİTLER GÖÇEBE MİYDİ?
(Prof. Alicia R. Vestresca Miller'ın Araştırma ve Görüşleri)

Bozkırlarda yaşayan İskitler (Sakalar) için bunların bir kısmının yeni topraklar ve yaşam alanları için at sırtında yol alarak çok uzaklara seyahat ettikleri anlatılır. Fakat görülüyor ki bir çoğu göç etmeyerek doğup büyüdükleri, hazırda bulundukları topraklara yerleşmişlerdi. Hep göçebe, at sırtında çadır kurarak gezen savaşçılar olarak görülüyorlardı. 

İskitler MÖ 700 ila 200 civarında antik Pontus bozkırından yani güney Sibirya'dan yola çıktılar ve Karadeniz ile Çin arasındaki bölgelere hakim oldular.
MÖ 5. yüzyılda yaşamış Yunan tarihçi Herodot, İskitler için şöyle diyordu: "İskitler Herakles'in oğlundan ve melez bir yılan-kadından türemiştir."

Michigan Üniversitesi'nden Profesör Alicia R. Vetresca Miller'ın, PLOS ONE adlı akademik dergide bir makalesi yayınlandı. Bu makalede İskit halkının sanıldığından daha karmaşık ve yerleşik hayat sürdüğünü öne sürüyor.

Bu çalışmasının amacı İskitlerin "beslenme düzeni ve hareketliliği" ile ilgili sırları ortaya çıkarmaktı. Bu makalede, bir araştırma ekibinin Ukrayna'daki İskit mezarlarından çıkarılan insan dişleri ve kemiklerinden karbon, nitrojen, oksijen ve stronsiyumun karmaşık izotopik analizi yapmasını sağladı. Çalışmanın sonuçları İskitlerin at binen, uzun mesafeler kat eden göçebe savaşçılar olduğu şeklindeki yaygın görüşü doğruluyor olsa da diğer yandan çoğunun "yaşamları boyunca uzun mesafeler kat etmediğini" söylüyor. 

İskitlerin Ukrayna ve çevresindeki kalıntılarının konumunu gösteren harita. (Miller / PLOS ONE)

Hayatın pek çok alanında olduğu gibi herhangi bir gerçek ortaya çıktığında yada buna dair senaryolar öne sürüldüğünde insanlar o konuya hazırdaki algılarıyla bakar, görmek istemezler.

İskitlerin popülasyonları için geçerli olan durum da aynen böyledir. İskitlerin büyük ölçüde göçebe bir savaşçı kültür olduğuna inanılıyor olsa da yapılan kazıların bulguları İskitlerin kültürel açıdan çok daha çeşitli bir grup olduğu, çoğunlukla "tarıma bağlı, sabit yaşamlar sürdüğünü" gösteriyor.

Bu konuya dair çalışmanın yazarları, arkeologların yeni bulgularının, çoğu toplumun yada toplumun tamamının uzun mesafeler kat etmediğini ve bu durumun İskit tarihini değiştirebileceğini söylüyorlar. Ayrıca araştırmacılara göre Saka'ların gıda maddelerinin çoğunluğu yerleşim yerlerinde kurdukları düzenden geliyordu. Karma ekonomik sistemde yaşıyor, darı yetiştiriyor ve  hayvancılık yapıyorlardı.

Tabi yaygın şekilde "savaşçı" olarak tanımlanan bir kültürün çiftçi olarak tanımlanması, onların daha az savaştığı, at binip kılıç-yay kuşanmadığı anlamına gelmez. Onlar sert insanlardı. Tarımsal yaşam tarzının antik dünyadaki savaş kültüründen daha kolay olduğunu zannetmeyin sakın. Her gün ve gece, genellikle haftalarca dinlenmeden çalışan İskitlerin aynı zamanda birkaç cephede düşmanla savaşması gerekiyordu. Çünkü rakip boylar-kabileler geceleri birbirlerinin çiftliklerine saldır düzenliyorlardı; ki çiftliğin yok olması birçok insan için ölümün habercisiydi.

BEYAZ KÖLELER VE BERBERİ KORSANLAR

Yazan: A.Kara

BERBERİLERİN BEYAZ KÖLE TİCARETİ

16 ve 19. yüzyıllar arasında gerçekleşen Afrika köle ticareti trajedisi hakkında büyük kınamalar yapılır. Bu süreçte gerek Avrupa gerek İslam ülkeleri Afrikalıları köle olarak satmış, harem, hizmetli ve cinsel haz gibi türlü konularda kullanmıştır. Fakat aynı zamanda, Akdeniz'de eşit derecede Berberi köle ticareti yapılıyordu. 1,25 milyon kadar Avrupalının Berberi korsanlar tarafından köleleştirildiği ve hayatlarının aynı kaderi paylaştıkları Afrikalı köleler kadar acınası olduğu tahmin edilir. Öyle ki bir dönem Berberlerin beyaz köleleri olarak biliniyorlardı.

Kölelik insanoğlunun bildiği en eski ticaretlerden biridir. Bunun kayıtları ilk olarak MÖ 18. yüzyıl Babil'inde, Hammurabi Kanunlarında görülür. Geçmişte neredeyse her kültürden, medeniyetten ve dinden topluluk, diğer insanları kendi kölelerini yapmış veya satmıştır. Bununla birlikte şu anda Fas, Cezayir, Tunus olarak bilinen yerde dönem Avrupalılarının Berberi kıyısı olarak adlandırdığı kıyı boyunca korsanlar tarafından Berberi köle ticareti yapılıyordu fakat nispeten az ilgi görüyordu. MS 1600'lerden itibaren Akdeniz'de seyahat eden herkesin korsanlar tarafından yakalanma, Berberi Sahil kentlerine götürülme ve köle olarak satılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını unutmamak gerek.

Gemilere ve denizcilere saldırmakla yetinmeyen korsanlar bazen İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, İngiltere, İrlanda hatta Hollanda ve İzlanda kadar uzaktaki kıyı yerleşimlerine baskın düzenlerdi. Kurbanlarını yakalamak için karanlıkta sürünerek köylere, korunmasız kıyılara inerlerdi. İrlanda'nın Baltimore köyünün hemen hemen tüm sakinleri 1631'de bu şekilde ele geçirildi. Bu tehdit sonucunda halk korktu, kendini ve ailesini korumak istedi. Böylece Akdeniz'deki çok sayıda kıyı kenti 19. yüzyıla kadar sakinleri tarafından neredeyse tamamen terk edildi.

İrlanda’nın güneybatı kıyısındaki Baltimore sahil köyüne yapılan baskın, Berberi korsanları tarafından gerçekleştirilen en korkunç eylemlerden biridir. 20 Haziran 1631 günü saat 02:00'de tüfekler, demir çubuklar ve yanan odun sopalarıyla silahlanmış 200'den fazla korsan sessizce Baltimore kıyısına dağılır, ana köydeki kulübelerin ön kapılarında ve içerideki evlerde bekler. Sinyal verilince eş zamanlı olarak evlere hücum eder, uyuyanları yataklarında yakalayarak çekip çıkarırlar. Toplam 107 erkek, kadın ve çocuk gemilere sürüklenir ve Cezayir'e geri dönüş yolculuğu başlar.

Cezayir'e varınca yakalanan Baltimore halkı zincirlenmiş ve neredeyse tamamen çıplak şekilde potansiyel alıcılarına sergilenmeden önce köle bölmelerine götürülür. Yaygın olarak erkekler işçi, kadınlar cariye olarak kullanılırken, çocuklar genellikle Müslüman olarak yetiştirilir ve sonunda Osmanlı ordusu içindeki köle birliklerinin bir parçasını oluştururdu.

Şimdi lütfen bunu duyunca yine "Sen Osmanlı düşmanısın" diye çığırtkanlık yapmayın. Gereği yok. Çoğu padişahın hareminde siyahi cariyeler vardı, herhalde bunlar bahçede yetişmedi değil mi?
Osmanlı hepimizin geçmişidir fakat ben onları ilahlaştırmak yerine hataları ne ise anlatıyorum. Hiçbir imparatorluğa tanrısal kimlik yüklenmemesi gerektiğini biliyorum, bazılarınız bu mantıktan çok uzak.

Konumuza devam edelim. 13 ve 14. yüzyıllarda denizlere hakim olan ve Berber köle tüccarları için tehdit oluşturanlar başta Katalonya ve Sicilyalı Hristiyan korsanlardı. Fakat ironik olan şu ki Hristiyan korsanlar da köle ticareti yapıyorlardı.

Avrupalı korsanlar MS 1600 civarında gelişmiş yelken ve gemi inşa tekniklerini Berber kıyılarına getirince Berber korsanların faaliyetlerini Atlantik Okyanusu'na doğru genişletmelerine olanak tanımış oldular. Böylece Berberlerin köle toplama amaçlı baskınları 17. yüzyılın başlarından ortalarına kadar zirveye ulaştı.

Berberi köle tacirleri genellikle beyaz Hristiyanları yakalayan Müslüman korsanlar olarak tasvir edilse de bu her zaman doğru değildir. Çünkü istisnalar dışında korsanlar yakaladıkları kişilerin ırkı veya dini yönelimleri ile ilgilenmiyorlardı. Bu yüzden Berberlerin sattığı köleler siyahi veya beyaz, Katolik, Protestan, Ortodoks, Yahudi veya Müslüman da bulunabilir. Zaten sadece Müslümanlar korsan değildi. İngiliz korsanlar ve Hollandalı kaptanlar dostların bir kalem darbesiyle düşman olabileceği bir çağda yaşıyorlardı ve bağlılıklarını istismar ediyorlardı.

"Hıristiyan Köleler, Müslüman Sahipler: Akdeniz'de, Berber Kıyısı ve İtalya'da Beyaz Köleliği" kitabının yazarı, tarihçi Robert Davis şöyle der:
"Hem halkın hem de birçok akademisyenin kabul etme eğiliminde olduğu şeylerden biri köleliğin doğası gereği her zaman ırksal olduğudur. Ancak bu doğru değildir."

Davis ayrıca beyaz köle ticaretinin en aza indirildiğini veya göz ardı edildiğini çünkü akademisyenlerin Avrupalıları kurban olarak değil de kötü sömürgeciler olarak görmeyi tercih ettiğini söyler.

Peki Berberi korsanlar tarafından ele geçirilen kölelere ne oluyordu? Korkunç bir gelecekle karşı karşıya kalıyorlardı. Birçoğu Kuzey Afrika'ya gerçekleştirilen uzun yolculuklar sırasında hastalık ya da yiyecek ve su eksikliği nedeniyle ölüyordu. Hayatta kalanlar saatlerce ayakta bekleyecekleri köle pazarlarına götürülürken, alıcılar onları müzayedede satılmadan önce kontrolden geçirirdi. Geceleri ise genellikle sıcak ve aşırı kalabalık olan bagnios adı verilen hapishanelere konurlardı.

Bununla birlikte bir Berberi kölesi için en kötü kader muhtemelen gemi kürekleri görevine verilmesiydi. Kürekçiler oturdukları yerde zincirlenir ve asla ayrılmalarına izin verilmezdi. Yani oracıkta uyur, yemek yer, tuvaletlerini yaparlardı. Gözetmenler ise yeterince sıkı çalışmadıkları düşünülen kölelerin çıplak sırtlarını kırbaçlarlardı. Yani filmlerde gördüğümüz bu sahneler aslında gerçek tarihin ta kendisidir.

Gelişmiş Berberi gemilerinden daha güçlü Avrupalı donanmalar bu korsanlar üzerinde baskı kurdukça 17. yüzyılın ikinci yarısında korsanlık faaliyetleri azalmaya başladı. Bununla birlikte 19. yüzyılın ilk yıllarına kadar Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkeleri Berberi korsanlarına karşı daha hararetli bir şekilde savaşmaya başladı.

Cezayir 19. yüzyılın başlarında Fransızlar, İspanyollar ve Amerikalılar tarafından sık sık bombalandı. Sonunda 1816'da Cezayir'e yapılan bir Anglo-Hollandalı baskının ardından korsanlar Avrupalı olmayanların köle ticaretinin devam etmesine izin verilen fakat Hristiyanların köleleştirilmesini hariç tutan şartları kabul etmek zorunda kaldılar. Yani bu anlaşma ile Berber korsanlara "Hristiyanları köleleştirmeyin de ne yaparsanız yapın" dediler.

1824'te Cezayir'e başka bir İngiliz saldırısı gerçekleşene ve 1830'da Cezayir'i sömürge yönetimi altına alan Fransız işgaline kadar ara-ara benzer olaylar yaşanmaya devam etti. Benzer şekilde Tunus 1881'de Fransa tarafından işgal edildi. İlerleyen süreçte Avrupa hükümetleri köle ticaretini yasaklayınca Berberi kıyılarındaki bu durum nihayet son bulmuş oldu.

KUTSAL BAKİRE : JAN DARK

Yazan: Hermes Trismegistos

KUTSAL BAKİRE : JEANNE D'ARC

Jan Dark, Yüzyıl Savaşları süresince İngiltere’ye karşı ülkesi Fransa’ya memleketi Lorraine’deki cephelerden başlayarak ruhani manada büyük destek olan ve sonradan ünü Fransa’nın dört bir yanına yayılmış bir Fransız Katolik azizesidir. Jeanne D’arc , Joan of Arc veya Jan Dark da denir.

Fransa’nın yüzyıllar boyunca sembolü olmuştur. Hatta bir rivayette, ülkeyi kurtarmak için Tanrı tarafından görevlendirilmiş güzel çoban Jeanne d’Arc efsanesinin, geçmişte İngilizler karşısında zor durumda bulunan Fransız sarayı tarafından uydurulmuş bir “psikolojik silah“ olduğu ileri sürülür. Zira günümüzde bile bu hikaye efsaneleşmiştir , döneminde de bakire ve bir kurtarıcı olarak ütopik bir figürdür.

Jan Dark’ı 10 yılı aşkın süredir araştıran ve “L’affaire Jeanne d’Arc” (Jan Dark Davası) adlı eserin yazarları gazeteci Marcel Gay ve Roger Senzig, Fransız kahramanın isminin dahi bir “sapkınlık” olduğunu belirterek, Jeanne d’Arc’ın asıl isminin Jeanne d’Orleans olduğunu öne sürdüler.

YAŞAMI

Jeanne d’Arc,1412 yılında, Fransa’nın doğusundaki Maaş (Meuse) Irmağı üzerinde bulunan Domremy köyünde dünyaya geldi. Babası, köyün en önde gelen çiftlik sahiplerinden biriydi. Jeanne, okuma yazma bilmezdi; ama çok dindar bir kızdı ve küçük yaşlardan beri yaşadığı bölgedeki yoksulluk ve bitmişliği görmüştü.

12-13 yaşındayken St. Catherine, St. Margaret ve St. Micheal’in ruhları ile önsezi yoluyla iletişime geçmeye başladığı söylenir. Hristiyan teolojisine göre çok büyük olan bu azizlerin biri ile iletişime geçmesine nadir rastlanır. İletişime geçilen kişi ise özeldir. Jeanne Tanrı’nın onunla konuştuğunu, saraya giderek veliaht Prens Charles’ın Fransa kralı olarak taç giymesine yardımcı olmasını istediklerini, kutsal bir kaderi olacağını söylemeye başlamıştı. Yaşı arttıkça duyduğu gelecekten gelen sesler görümler ve vizyonlar da çoğaldı.

Birçok şeyin sonunda ise ülkesini İngiliz belasından kurtarma görevinin ona emanet edildiği ve ülkenin gerçek yöneticisine Rheims Katedrali’nde taç giydirilmesi gerektiği yolundaki inancı gittikçe kuvvetlendi. Bu, ona Tanrı tarafından verilen kutsal bir görevdi, en azından o böyle inanıyordu.

İçinde bulunduğu topluluk ve ailesi Jeanne’nin bu fikirlerini oldukça çılgınca buluyorlardı. Çünkü henüz dediğimiz gibi azizlerle konuştuğunu, gaipten sesler duyduğunu iddia ediyordu. Basit bir köylü olan babası onu bu amaçtan döndürmeyi denediyse de başarılı olamadı ve Jeanne on altı yaşına geldiğinde, bölgelerini yöneten Robert de Baudricourt’un şatosuna giderek kendisine Chinon’a kadar eşlik edecek birinin verilmesini istedi. Robert, basit bir askerdi, böyle kutsal hikayelere ve bir takım aziz ve azizelerin ülkeyi kurtarma görevini küçük bir köylü kızına verebileceklerine inanacak biri değildi. Alay eder şekilde böyle uçarı ve saçma şeyler üzerine kafa yormamasını söyleyerek Jeanne’yi köyüne geri gönderdi. Fakat Jeanne ilhamının gerçekliğine yürekten inanıyordu ve dileğini kabul ettirmek için inatla çalıştı. En sonunda ise Robert Jeanne’ın ısrarlarına dayanamayarak istediği muhafızları ona verdi.

Zorlu bir yolculuktan sonra Jeanne kafilesi ile beraber saraya vardı.
Jeanne , başlangıçta kendisini saraya alıp almayacağından emin olmayan Charles'ın kalesine gitti. Kralın danışmanları ona çelişkili tavsiyeler verdi ama iki gün sonra ona bir şans verdiler. Bir test olarak Charles kendisini saray mensuplarının arasına sakladı ama Joan onu çabucak fark etti ve İngilizlere karşı savaşmak istediğini söyleyerek, onu Reims şehri ile taçlandıracağını vaat etti.
Charles’ın emri üzerine kilise yetkilileri tarafından, gözlemcilerin huzurunda sorguya çekildi. Charles'ın bir akrabası, ona iyi niyetli olduğunu gösterdi. Daha sonra üç hafta boyunca Poitiers'e götürüldü ve burada kralın davasına gönül vermiş olan seçkin ilahiyatçılar tarafından daha fazla sorgulandı. Kaydı günümüze ulaşamayan bu incelemeler, Batı Bölünmesinin sona ermesinin ardından her zaman var olan sapkınlık korkusuyla ortaya çıktı.
Joan, kilise görevlilerine Poitiers'de değil, Orléans'ta kendini kanıtlayacağını söyledi ve hemen 22 Mart'ta İngilizlere meydan okuyan mektuplar yazdırdı. Raporlarında kilise mensupları, aylardır İngiliz kuşatması altında olan Orléans'ın çaresiz durumu göz önüne alındığında, kralın Jeanne’dan yararlanmasının iyi olacağını karar verdiler.

Jeanne Chinon'a döndü. Atları hazırlattı, Nisan ayında erkeklerden oluşan bir birlik edindi. Jean d'Aulon, Jeanne d’arcın yaveri oldu ve kardeşleri Jean ve Pierre, Jeanne’a katıldı. Flamasını apocalypsete İsa simgesi ile boyattı ve İsa'nın adını taşıyan bir pankart yaptı. Kılıç sorusu gündeme geldiğinde, onun Sainte-Catherine-de-Fierbois kilisesinde bulunacağını açıkladı ve bir tanesi orada keşfedildi.

ORLEANS KUŞATMASI

27 Nisan 1429 tarihinde, Jeanne ve askerleri Orléans'ın için yola çıktı. 12 Ekim 1428'den beri kuşatılan şehir, neredeyse tamamen bir İngiliz kalesi halkasıyla çevriliydi. Jeanne ve Fransız komutanlardan biri olan La Hire, 29 Nisan'da malzemelerle geldiklerinde, daha fazla takviye getirilene kadar eylemin ertelenmesi gerektiği söylediler.

4 Mayıs akşamı, Jeanne dinlenirken azizlerden biri aniden ortaya çıktı, görünüşe göre ona ilham verdi ve gidip İngilizlere saldırması gerektiğini duyurdu. Kendini silahlandırarak aceleyle şehrin doğusundaki bir İngiliz kalesine gitti ve burada bir nişan yapıldığını keşfetti. Onun gelişi Fransızları uyandırdı ve kaleyi aldılar. Ertesi gün Jeanne, İngilizlere karşı koyduğu bir başka mektubuna daha yolladı. 6 Mayıs sabahı nehrin güney kıyısına geçti ve başka bir kaleye doğru ilerledi; İngilizler, yakınlardaki daha güçlü bir konumu savunmak için derhal tahliye edildi.

Ancak Jeanne ve La Hire de boş durmadı ve İngilizlere saldırdı .O sırada iki tarafta kötü hava şartlarından dolayı fırtınaya yakalandı. 7 Mayıs'ın erken saatlerinde Fransızlar, Les Tourelles kalesine karşı ilerledi. Jeanne yaralandı ama çabucak savaşa döndü. Ertesi gün İngilizler geri çekilirken görüldü, ancak Jeanne Pazar günü olduğu için herhangi bir takibe izin vermeyi reddetti.

Jeanne 9 Mayıs'ta Orléans'tan ayrıldı ve veliaht Charles ile Tours'da buluştu. taç giymesi için acele etmesini istedi. Daha ihtiyatlı danışmanlarından bazıları ona Normandiya'yı fethetmesini tavsiye ettiği için tereddüt etse de , Jeanne’ın ilk hedefi İngilizleri Loire Nehri kıyısındaki diğer kasabalardan temizlemekti . Jeanne Fransız ordularının korgenerali olan arkadaşı Duc d'Alençon ile tanıştı ve birlikte bir kasaba ve önemli bir köprüyü ele geçirdiler.

Daha sonra Beaugency'ye saldırdılar ve bunun üzerine İngilizler kaleye çekildi. Sonra Charles ve Jeanne ,Fransız mahkemesinde şüpheli olan Constable de Richemont . Jeanne’a sadakat yemini ettikten sonra yardımını kabul etti ve kısa bir süre sonra Beaugency kalesi teslim oldu.

Fransız ve İngiliz orduları karşı karşıya geldi 18 Haziran 1429'da Patay. Jeanne, Charles'a o gün şimdiye kadar kazandığı zaferden daha büyük bir zafer kazanacağını söyleyerek Fransızlara başarı sözü verdi. Zafer gerçekten de tamamlanmıştı; İngiliz ordusu bozguna uğradı ve nihayet bununla birlikte yenilmezlik şanı arttı.

Jeanne ve Fransız komutanlar, Paris'e cesur bir saldırıda bulundular Sully-sur-Loire'da La Trémoille ile birlikte kalanlar Charles’a yeniden katılmak için geri döndüler. Jeanne yine, Charles'a taç giyme töreni için hızlıca Reims'e gitmesi gerektiğini söyledi. Bununla birlikte, Loire boyunca kasabalarda dolanırken, Jeanne ona eşlik etti ve tereddüdünü yenmeyi ve taarruzda yavaşlamayı tavsiye eden danışmanlara karşı çıktı. Jeanne tehlikelerin ve zorlukların farkındaydı, ancak bunlardan çekinilmemesi gerektiğini söyledi ve sonunda Charles ile Jeanne aynı düşüncede bir oldular

Ordunun toplanmaya başladığı Gien'den dauphin, geleneksel çağrı mektuplarını taç giyme törenine gönderdi. Jeanne iki mektup yazdı: Biri her zaman Charles'a sadık olan Tournai halkına bir öğüt, diğeri ise Burgundy Dükü Philip the Good için bir meydan okumaydı.

Kasaba halkı Anglo-Burgundia rejimine sadık kalmaya karar verdi. Charles’ın konseyi, Joan'ın şehre bir saldırı düzenlemesi gerektiğine karar verdi ve vatandaşlar hemen ertesi sabahki saldırıya boyun eğdi. Kraliyet ordusu daha sonra Châlons'a yürüdü ve burada daha önce direnme kararına rağmen piskopos kasabanın anahtarlarını Charles'a verdi. 16 Temmuz'da kraliyet ordusu kapılarını açan Reims'e ulaştı. Taç giyme töreni 17 Temmuz 1429'da gerçekleşti. Jeanne, sunaktan çok uzak olmayan bir yerde bayrağıyla ayakta duruyordu. Törenden sonra Charles'ın önünde diz çökerek onu ilk kez kral olarak adlandırdı. Jeanne, Paris’e yapılacak cesur bir saldırıyı da içeren yeni bir askeri harekatı üstlendi. Ne var ki Orleans’ı kurtarmada gösterdiği başarıyı Compiegne seferinde tekrarlayamayacak ve 24 Mayıs 1430’da Paris’in 80 km. kadar kuzeyinde Burgonya Dükü’ne esir düşecektir

JEANNE'IN SONU

Jeanne’ın yakalanma haberi 25 Mayıs 1430'da Paris'e ulaşmıştı.
Jeanne d’Arc dük tarafından on bin frank karşılığında İngilizlere teslim edilir ve engizisyon mahkemesinde Beauves piskoposu Pierre Cauchon ve engizitör JeGeç Ortaçağ Avrupası’nda yaşanan cadı avı çılgınlığının hemen öncesinde engizisyon mahkemesi tarafından görülen bu dava içerdiği politik unsurlar nedeniyle klasik büyücü/cadı davalarından ayrılmakla birlikte, suç istinadı (kilisenin kutsal varlığına ve Katolik inancına karşı suç işlemek), sorgulama (fiziki işkence dışında, kanıtlanamayan suçlamalar, yalancı tanıklıklar, sorularla tehdit ve psikolojik işkence), yargılama ve infaz sürecinin bütünlüğü davanın tipik bir engizisyon davası olduğunu göstermektedir.a

Engizisyon mahkemesi, sorgulanması sonrasında Jeanne d’Arc’ı on iki maddede sıralanan eylemlerden ötürü dolayı suçlu bulur. lk dört maddede duyduğu seslere ilişkin suçlamalar yer alır: Katolik kilisesinin kutsal varlığını hiçe sayarak Aziz Mikail, Azize Katharina ve Azize Margareta’nın sözde buyruklarıyla kralın ve ülkenin geleceğine ilişkin kehanette bulunmak (falcılık/medyumluk).

Diğer maddeler ise ;
  • Erkek giysileriyle dolaşarak Tanrı’nın yarattığı bedende başka bir cinsiyeti aramak,
  • Ailesinin itirazına karşın evini terk ederek ailesinin onurunu zedelemek,
  • Burgonya Dükü’ne esir düştüğünde tutulduğu kuleden kaçma, yani intihar girişiminde bulunarak, Tanrı’nın verdiği ve zamanı gelince yine sadece Tanrı’nın alabileceği yaşama bilerek ve isteyerek son verme girişiminde bulunmak,
  • Azize Katharina ve Azize Margareta’mn Burgonyalıları artık sevmedikleri, İngilizlerin tarafını tutmadıkları için İngilizce değil, Fransızca konuştukları iddiasında bulunmak,
  • Tanrının varlığını yadsıyan bir tavır içinde nereden ve kimden geldiği belli olmayan seslere ibadet etmek,
  • Azize Katharina ve Azize Margareta’nın, bakireliğini korursa kendisini cennete göndereceklerine dair söz verdikleri iddiasında bulunmak,
  • Putperestlik,
  • Düştüğü kötülüklerde inatla ısrar ederek kâfirlik yapmak.

Jeanne d’Arc 1431 yılının 24 Mayıs günü cellatları tarafından Rouen mezarlığına getirilir. Uzun ve yorucu sorgulama günlerinin sonunda bitap düşmüş durumdadır. Uğruna savaştığı ve hayatını ortaya koyduğu kralı VII. Charles’ın onu kâfir olarak tanımladığı kendisine söylenince, Jeanne d’Arc, “Kralım aleyhinde değil, benim hakkımda konuşun; o iyi bir Hıristiyan” diye yanıt verir.

1431 yılının 30 Mayıs günü Rouen kenti Saint-Sauveur Kilisesi’nin civarında eski pazar meydanında (Vieux Marche) yapılacak infaz için üç platform kurulmuştur. Bunlardan birinde İngiltere kardinali, kraliyet ve başpiskoposluk üyeleri, diğerinde bu korkunç dramın mimarları olan, davanın hâkimi, rahipler ve askerler yerlerini almışlardır. Son platformda sanık Jeanne d’Arc bulunmaktadır. Platformdan alınarak, meydanın ortasında kendisi için hazırlanmış odun yığınının üzerine dikilmiş direğe bağlanan Jeanne d’Arc’a, engizisyon mahkemesinin kararı okunur: bir kâfir olması nedeniyle yakılarak öldürülecektir. Cellatları ayakları altındaki odunları tutuşturmaya başladığında henüz 19 yaşındadır. Alevler yükselirken Jeanne d’Arc’ın ağzından defalarca aynı sözcük yükselir: "İsa…"
Elinde ise yakılmadan önce bir askerden istediği iki tahta parçasından yaptığı haçı tutmaktadır.

Jeanne D’Arc’ın yakılması çok ilgi uyandırmıştır. Avrupa tarihinin üzerinde en çok tartışılan kimliklerinden birini yaratmıştır. Jeanne d’Arc’ın suçsuzluğu, Katolik Kilisesi tarafından değer geç de olsa anlaşılmış, 1909 yılında itibarı iade edilmiş, yakıldıktan tam 490 yıl sonra 1920’de azize ilan edilmiştir.

Jeanne sinema filmlerine, oyunlara, baladlara bestelere ve nice sanat eserlerine ilham kaynağı olmuş bir figürdür başta bahsettiğimiz gibi gerçekten yaşadı mı yoksa Fransızların bir akıl oyunu muydu bilemeyiz fakat Jeanne hayatını İsa'ya adamış son sözleri de İsa olan saygıdeğer tarihi bir kişiliktir.

KAYNAKLAR
https://nafidurmus.com/jan-dark-fransanin-tarih-sahnesinden-silinmesini-engelleyen-kiz/
https://fr.wikipedia.org/wiki/Jeanne_d%27Arc
https://en.wikipedia.org/wiki/Joan_of_Arc#Biography
https://bilgeseli.com/jan-dark-kimdir/
https://www.britannica.com/biography/Saint-Joan-of-Arc/Capture-trial-and-execution
https://tr.wikipedia.org/wiki/Jeanne_d%27Arc#:~:text=Jeanne%20d'Arc%20(%5B%CA%92an%CB%88da%CA%81k,%C3%BCn%C3%BC%20Fransa'n%C4%B1n%20d%C3%B6rt%20bir

HAŞHAŞİLER

Yazan: Hermes Trismegistos


ALAMUT FEDAİLERİ: HAŞHAŞİLER

Etimolojisi ve Kökeni
Haşhaşiler 1090 yılınd Hasan bin Sabah yada popüler adı ile Hasan Sabbah tarafından kurulmuştur , tarikatın resmiyete dökülmesi ile Elemut (Alamut) kalesinin alınması ile olmuştur. Haşhaşi" kelimesinin kökeni ve anlamı 19. yüzyıla kadar Batı dünyasında tartışma konusu olmuştur. 19 Mayıs 1809 tarihinde Silvestre de Sacy'nin Institut de France'da yayınladığı bildiride kelimenin etimolojisine getirdiği açıklama kabul görmüştür. Sacy'e göre Batı dillerinde "suikastçı, kiralık katil" gibi anlamlara gelen ve en erken Haçlı Seferleri kayıtlarında rastlanan "assasini, assissini, heyssisini" gibi kelimelerin kökeni Arapçadaki "haşhaş" kelimesidir. Bu kelimenin çoğulu ise "haşhaşiyyun, haşhaşin" gibi kelimelerdir.

"Haşhaş" kelimesi Arapçada "kuru ot" ve "hayvan yemi" anlamına gelir. Sonraları kelimenin anlamı uyuşturucu etkisiyle bilinen hint keneviri ile özdeşleştirilmiştir. Silvestre de Sacy, Haşhaşiler'e bu adın haşhaş kullanma alışkanlıklarının fazlalığı ve kendilerini uyuşturmaları yüzünden verildiği kanısını benimsememekle beraber bu adın, şeyhin fedailerine vadettiği cenneti tattırabilmek için onlara gizlice haşhaş içirmesiyle ilgili olabileceğini düşünmüştür. Zira birçok eski kaynakta da görebileceğimiz üzre gerçeklikten kopmaya neden olan ve ne olduğundan emin olunamayan bir ottan bahsedilir. Mevlana’nın Mesnevi'yi bunu kullanıp görüler görerek yazdığı ileri sürülür. Ve de Sabbah’ın havarilerini zevk yolunda bir araçmışçasına haşhaşla uyuşturup cenneti vaat etmesine örnek olarak Marco Polo'nun seyahatnâmelerinde geçen cennet bahçeleri hikâyesiyle temellendirmiştir. 1273 yılında İran'dan geçmiş olan Marco Polo'nun seyahatnâmesindeki hikâye özetle şöyledir:

Kendi dillerinde şeyhlerine "dinin büyüğü" anlamına gelen Alaeddin diyorlardı. Şeyh iki dağ arasındaki vadiyi kapatmış ve burayı sütten, baldan ve şaraptan akan sular, güzel huriler ve çeşitli meyve bahçeleriyle donatmıştı.(Burada dikkat çekilen nokta süt ve bal akan vadinin ütopikliği değildir zira Şeyh yani Hasan Sabbah'ın müritleri Alamut'u bir yuva, vadinin ortasını da süt,bal,huri,bolluk bereket diyarı gibi görmeleridir.) Dağın şeyhi müritlerinin gerçekten cennette olduklarını zannetmeleri için burayı Muhammed'in cennet tasvirine benzetmişti. (Hadislerde cennetin çokça tasviri bulunmaktadır örnek verilecek olursa en başta şehvet unsuru olup müminlerin iştahını kabartan huriler yada iktidarsızlığın olmaması yada bolluk bereket içinde döneme göre bir ütopya olarak nitelenmiştir.) Bizim yaşlı adam dediğimiz bu efendi fedailerine iksirinden içirerek onları dörderli, altışarlı gruplar halinde bahçeye taşıtıyordu. (İksirden kasıt büyük ihtimalle demin bahsettiğimiz damıtılmış haşhaştan yapılan uyuşturucu veya ona benzer esrikleştirici etkisi olan bir ottur) Gerçekten cennete gittiklerini zanneden müritlerini bir göreve göndereceği zaman şeyh "Gidip şunu şunu öldüresin. (Haşhaşilerin bu kadar gözü kara ve dillere destan katiller olmalarının başlıca sebebi de budur zaten ) Meleklerim seni cennete götürecektir." diyordu. Şeyh'in cennetine geri dönebilme arzusuyla fedailerin göze almayacağı hiçbir tehlike yoktu. Kullanılan maddenin esrikleştirici etkisi bir yana Hasan Sabbah’ın zihin yönlendirme konusunda fazlasıyla yetenekli olduğu da aşikardır.

Kuruluşu ve Yükselişi
Tarikat 11.yy'da İsmaililik mezhebi esaslarına dayanan Fatımiler devleti içindeki dinsel bir zıtlaşma sonucu ortaya çıktı. Bu zıtlaşma sonucunda ortaya çıkan iki mezhep de diyebileceğimiz koldan biri olan Nizarilik kolunun temsilcisi olan Haşhaşin Tarikatı ilk olarak İran daha sonra da Suriye'ye doğru yayıldı. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşin Tarikatı önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan etkili bir askeri strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli ve farklı bir güç olarak ortaya çıktı. Haşhaşin Tarikatı ideolojik açıdan dönemin Sünni siyasi ve dini çevrelerini düşman olarak gördü.Bu açıdan Haşhaşilerin, İsmaililerin bir kolu olarak başlayıp kendi terör unsurları üzerinden yeni bir mezhep kurduğunu da söyleyebiliriz. Özel olarak da Abbasi Halifeliği ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti esas düşmanları oldu. Bu tarih kitaplarına da tarihin ilk terör örgütü denilerek girmiştir zaten. Toplu, suikastleriyle tanınırken, yukarıda da değindiğimiz gibi şeyh Sabbah müritlerini uyuşturdu ve onları savaşa yolladı. Topluluğun, Büyük Selçuklu Devleti zamanında terör estirip, birçok üst düzey devlet adamını ve Abbasi soyunu öldürdüğü de bilinir.

Nizamiye medreselerinin kurucusu Selçuklu veziri Nizamül mülk, Melikşah zamanında, Alamut Kalesi’nin hakimiyetini ele geçiren Hasan Sabbah’ın üstüne yürüdü ve kaleyi kuşattı. Hasan Sabbah, Nizamülmülk’e bu işten vazgeçmezse öldürüleceğini haber saldı. Ama Nizamülmülk kararından vazgeçmedi. Bir gün Hasan Sabbah’ın fedailerinden Ebu Tahir, Nizamülmülk’ü bir suikast sonucu öldürdü.Bu çok önemli bir olayıdır çünkü Selçuklu vezirinin sadece bir fedai tarafından öldürülmesi ciddiye dahi alınamayacak kadar imkansızdı. Artık vezirleri ölen Selçuklu askerleri kuşatmadan vazgeçmek zorunda kaldılar.

Hasan Sabahın artan şanı ile birlikte yeni bir unvan ortaya çıktı: Şeyh-ül Cebel. ”Dağların kartalı” anlamına gelen bu unvan Hasan Sabbah ve ondan sonra gelenlere verilen unvan oldu. Hasan Sabbah 33 yıl hüküm sürdükten sonra, 1124’te ölünce o bölgedeki insanlar büyük bir beladan kurtulmuş oldu çünkü oranın halkına hem bir derebey zulmü yaşatmış hemde müritleri sayesinde korkulan bir insan olmuştu.

Hasan Sabbah ekolünün başındaki isim Şeyh-ül Cebel Sinan, yok edilmesi için fedailerini Selahaddin Eyyubi’nin üzerine gönderdi.Aynı dinden olan iki grubun zıtlaşıp savaşmasıdır bu da İsmailiye Devleti’ni yok eden Eyyubi’den intikam almak, Sinan’ın en büyük amacı olmuştu. Kudüs Muhasarası planlarını yapan Eyyubi, kumandanlarından birisinin odasındayken, Haşhaşi fedailerinden biri suikast girişiminde bulundu ama Selahaddin Eyyubi başındaki miğfer sayesinde ölümden kurtuldu. En azından kaynaklarda böyle yazar, Kudüs’ün fethinden bir ay sonra on bin kişilik ordu, Sinan’ın kalesi Masyaf’a doğru yola çıktılar. Bütün bunlar olurken Baş Dai Tavus, Şeyh-ül Cebel Sinan’ı öldürür ve Tavus, Eyyubi Ordusu ile çarpışır ama savaştan yenilgi ile ayrılırlar.

Fakat bu olay Haşhaşilerin sonu olmadı. İsmaililik akımı, 1256 yılına kadar çeşitli bölgelerde varlığını sürdürdü.Bu açıdan tapınak şövalyelerini ve Haşhaşileri varlığını sürdürdüğü zamanlar açısından benzetebiliriz

İlhanlılar Devleti hükümdarı Hülagu Han, 1256 yılında Haşhaşileri acımasız şekilde kılıçtan geçirmiştir. Günümüzde bu akımın değişik bir kolu, yine aynı bölgede, özellikle Lübnan’da Dürziler adıyla etnik bir grup anlayışına varlığını sürdürmektedir.Birçok açıdan işin içine din ve tarikatlar girince hep bir terör unsuru oluşturan şeyler çıkar Haşhaşiler'de öyleydi,zihinlerini haşhaşla bulandırıp etrafa vandalca zarar vermekten daha derin amaçları vardı belkide bunu bilemeyiz. Fakat Haşhaşiler Hasan Sabbah’ın müritleri tarihteki ilk terör örgütü olmaları ile tabiri caizse dünyaya terörizmi tanıtmıştır.Modern zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, “kendini feda etme”nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına “feda savaşçılarını” örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdı.

Böyle de oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara, suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı.Canlı bomba olayları yada benzerleri eskiden kurtulamamış cihat adı altına yapılan terörizm vs. Tüm dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18′i Türkiye’de gerçekleşti) binlerce kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki “19 sessiz adam” hayal bile edilemeyeni gerçeğe döktüler. Kendileri ve masum yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp “hedef”leri ikiz kulelere dalış yaptılar.

Kaynaklar:
  • https://tr.wikipedia.org/wiki/Ha%C5%9Fha%C5%9F%C3%AEler#Tarih%C3%A7e
  • Haşhaşiler ve Tapınakçılar, Tarih ve Uluslararası İlişkiler, Rehber Ansiklopedisi.
  • https://www.milliyet.com.tr/siyaset/hashasiler-kimdir-hashasi-ne-demek-1821968
  • https://onedio.com/haber/kim-bu-hashasiler--235415
  • https://en.wikipedia.org/wiki/Order_of_Assassins

NAPOLYON BONAPART

Yazan: Hermes Trismegistos


İMPARATOR NAPOLYON

Napolyon Bonapart büyük bir komutan olmasının yanında çok sansasyon yaratan bir liderdi.

Napolyon Bonapart, 1769 yılında Korsika’nın Ajaccio şehrinde dünyaya geldi. Carlo Buanopart ve Marie Letizia Ramolino’nun ikinci çocuğudur. Öğrenimini Brienne’de bir mektepte yaptı, sonra Paris’teki Askeri Akademiye yazıldı. 1785’te Valence’daki topçu alayına katıldı. 1794’te İtalya’daki topçu birliklerinin komutanlığına atandı. Paris’teyken Jakoben yani Dominikçi çevrelerle ilişki kurmuş olduğu anlaşıldığından, La Vendee’ye gönderilmek istendi, bunu kabul etmeyince görevinden alındı. Paris’e geri döndükten sonra Konvansiyona karşı hareketi bastırmak için Paul François Barras ile Lazare Carnot’un kuvvetlerine katıldı. Olaylar kısa zamanda gelişerek yeni bir anayasanın ve Direktuvarlığın doğmasına yol açtı.

Napolyon aslen az öncede değinildiği gibi Korsika'lıdır. Yani bir İtalyan babası Carlo zamanında Fransız hükumetine dalkavukluk yaparak Korsika'da saygınlık kazandı ve Bonapart soyadını aldı. Napolyon'un asıl ismi Napoleon di Buonaparte'dir. Oldukça parlak bir genç olan Napolyon genç yaşında Fransız ordular generali oldu. Bunun bir sebebi de devrimi saptırarak anarşiye sürükleyen Robbespierre'nin ölümüdür.

General olduktan sonra Direktuvarlık tarafından İngiltere’yi ele geçirmekle görevlendirildi. Direk İngiltere’ye saldıracağına, İngiliz etki alanının en önemli noktasına saldırmayı uygun gören Napolyon Mısır seferine çıktı. Akdeniz’deki İngiliz donanmasını mağlup etti, Malta’yı ele geçirdi. 1798 Temmuz ayında da İskenderiye’ye giriş yaptı. Piramitler Savaşı’nda Memlüklere karşı zafer kazandı. Ancak Horatio Nelson yönetimindeki İngiliz donanması, Fransız donanmasına saldırarak gemilerini batırdı. Nelson’un başarısı üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti, Avusturya ve Rusya, Fransa’ya karşı birleştiler. Bu dönemde yapılan savaşlara Napolyon savaşları denildi. Birleşik ordu, Rus generali Alexander Suvorov’un komutasında Napolyon’un aldığı toprakları geri aldı. Napolyon, 1799 yılında Suriye’ye saldırdı fakat Akka’nın Cezzar Ahmed Paşa tarafından başarıyla savunulması ve ordusunda beliren salgın hastalıklar yüzünden Mısır’a çekildi. Ordusunu burada bırakarak gemi ile Fransa’ya döndü.

9 temmuz 1799 senesinde geri çekilmek zorunda kalan Napolyon Fransa'da hükumet darbesi ile aktif Direktuvarlığı devirince bunun sonucunda ülke üç konsülün eline kaldı. Konsüllerden ilki olan Napolyon ülkenin mutlak hakimi oldu.

Bazı reformlar yapmayı denedi. Devletin dağıttığı kredileri belli bir düzene soktu; 1802 senesinde Fransa Bankasını açtı, idari alanda bazı reformlar uygulayarak valilerin ve belediye başkanlarının siviller arasından seçilmelerini ve kendilerini seçen tek merkeze karşı sorumlu olmalarını sağladı, mahkemeleri ve emniyet örgütünü yeniden düzenledi.

Kısa zamanda Fransa'ya dinamik bir düzen verdi. Fakat bu düzeni ve hamlesine devama vakit bulamadan yine savaşlara sürüklendi. Savaş yapmaktan zevk alıyordu, zaten kendinden emin ve başarılı bir komutandı. Fransa'nın komşuları ile yaptığı savaşların çoğundan ülkesine toprak kazandırarak şan ve şerefle Paris'e döndü. Halk onu çılgınca alkışlıyordu. Bu sevgiden de faydalanmayı başaran Bonapart, Millî Meclis kararı ile 3 Mayıs 1804 tarihinde veraset sureti ile 1. Napolyon Unvanı İle imparator ilân edildi.
Es geçilmemesi gereken bir nokta şudur ki; devrimden sonra Napolyon'un onca zaferine rağmen kral taraftarları ve cumhuriyetçiler arasındaki gerilim soluksuz devam etmekteydi. Bonapart Hristiyan âlemini kazanmak amacıyla - istilâ ettiği İtalya'dan - Papayı Parise getirterek imparator olduğunu takdis ettirdi. Bunu eski zamanlardaki İsrail kralları gibi yönetime bir kutsallık katmak gibi düşünebiliriz. Eski İsrail kralları da kral olmadan mesh edilirdi.

Ayrıca Fransa'nın dünyadaki mevkisini şereflerle yükselttiği gibi içerideki düzenlemelerinde de başarı kazanan Bonapart yeni kanunlar, yeni kurumlar getirdi. Bugünkü medenî kanunun öncüsü oldu. Savaştaki başarıları ile değil Fransa'ya getirdiği inkilaplarla iftihar eden Napolyon bu hizmetine kazandığı 40 savaşın üstünde bir değer verdi. Kurduğu hukuk, kanun ve ekonomik kurumları savunurken «Hükümet adamının kalbi daima başında olmak gerektir» derdi.

NAPOLYON'UN DÜŞÜŞÜ

I. Aleksandr’la yapılan antlaşma, Rusya’ya İngiltere’ye karşı askeri harekata kadar varacak yaptırımlar uygulama yükümlülüğünü getirmektedir ama I. Aleksandr bu tür politikalardan uzak durmuştur. Bunun üzerine Napolyon 1812 senesinin ortasında 800 bin kişilik ordusuyla Rusya Seferi'ne girişmiştir. Borodino Muharebesi’nde General Kutuzov yönetimindeki Rus ordusunu yenilgiye uğratan Fransız ordusu Moskova’ya girmiştir. Ancak Rusların bu mağlubiyetten sonra Rusya içlerine çekilmeleri, giderken de Moskova'yı yakmaları ve kışın da bastırması sonucunda Napolyon, ordusunu barındıracağı bir yer olmadığını anlamış ve Çar'ı antlaşma yapmaya davet etmiştir. Ancak I. Aleksandr bu teklifi kabul etmez. Napolyon ise tek çareyi orduyu Fransa'ya geri götürmekte bulur. Ama sert kış şartları geri dönüşü neredeyse imkânsız hale getirir ve Fransız ordusunun yaklaşık olarak dörtte üçünün yok olmasına sebep olur. Küçük bir bilgi vermek gerekirse Hitler yada Napolyon gibi tarihte büyük etkisi olan adamların ikisi de Rusya'nın kışına dayanamamış ve bu durum sonlarını hazırlamıştır.

Ordusunun büyük bir bölümünü Rusya Seferi sırasında kaybeden Napolyon yeni bir ordu oluşturmanın zorluklarına katlanmaya mecbur olmuştur. Üretimden çekilen iş gücü ve artırılan vergiler, halkı Napolyon’a karşı bir tutuma itmiştir.

Napolyon bu dönemde kendisine karşı düzenlenen hükûmet darbesini bastırdı ve yeni bir ordu kurdu. Ancak 1813 ve 1814'te baskılar arttı ve halkın desteği düştü.

1813 de Ekim ayında Leipzig muharebesini de kaybetmesi onu iktidarın sonuna iyice yaklaştırdı.
1814'te düşman orduları Paris kapılarına dayandı. Napolyon imparatorluk tahtını bırakarak Elba Adası’na sürgüne gönderildi.

Napolyon 100 gün sonra Elba adasından kaçtı zira Napolyon'un sürülmesi de Fransa'nın durumunu düzeltmemişti. 7 mart 1815 de Napoleon hiçbir zorluk görmeden Fransa kıyılarına çıktı, hatta halk eski imparatoru coşku ve sevinç ile karşıladı. Fakat Napolyon’un geri dönmesi mukadderatı değiştirmeyecekti.

1815'de geri dönen Bonapart'ı gören koalisyon güçleri, yani Prusya, İngiltere ve Belçika, Fransa'ya savaş ilan eder çünkü Napolyon’un eski gücünü toplamasını istemezler.

Belçika'daki Waterloo kasabası yakınlarında yapılan savaşta Wellington dükü komutasındaki Koalisyon ordusu Fransız ordusunun içlerine doğru ilerliyordu. Fransız ordusunun süvari birliklerinin hatası orduya büyük kayıplar veriyordu. Koalisyon ordusu topçu atışları ile Fransız ordusuna kayıplar verdirmeye devam etti.

Bu sırada bazı Fransız ordusu askerleri de geri çekiliyor bir bölükte kaçmaya devam ediyordu. Geri çekilen Fransız ordusu savaşı kaybetti. Ardından Fransız ordusu komutanı Napolyon İngiliz ordusuna teslim oldu. İngiliz ordusu tarafından Aziz Helen adasına sürgüne gönderildi ve Napolyon sürgüne gönderildiği bu adada hayatını kaybetti.

Waterloo savaşını kısa geçmemize rağmen dünya tarihi açısından çok büyük bir öneme sahiptir. O genç yaşlarında ülkeler fetheden Napolyon aynı sürat ile devam edecekken Waterloo buna engel olan en büyük etkendir.

Napolyon Fransız İmparatoru olmasına rağmen hiçbir zaman kökenini unutmamış ve Korsika'lı kimliğini muhafaza etmiştir. Genç yaşındayken Korsika'nın Fransa boyunduruğu altında olmasına daima karşı çıkmış ve ondan kurtulmayı dahi ummuştur. Yine genç yaşta Fransa'ya yerleşmesine karşın Korsika aksanından hiçbir zaman vazgeçmemiştir

Napolyon edebiyata sanata çok büyük bir ilgi duyuyordu. Karısı Josephine ile tanışmadan önce bir aşk romanı yazmıştı. Ayrıca büyük komutan "din özgürlüğünü" savunuyordu. Hatta Mısır seferinde insanlara isminin Ali Bonapart olduğunu ve bir Müslüman olduğunu söyleyerek sempati kazanmıştır. Onun şu sözü durumu açıklar aslında "Ben hiç kimseyim. Mısır'da Müslüman, burada ise Katoliğim."

Napolyon o kadar etkili ve büyük bir lidermiş ki İngiliz kralı George’a yazdığı mektupta İngiltere'de tutsaklık sürecini tamamlamayı talep etmiş fakat bu isteği gerçekleştirilmemiş zira İngiliz halkını da etkisi altına alıp halkı isyana sürükleyeceğinden korkulmuştur.

Konservenin keşfine sebep olan da Bonapart'dır. Mucitlerinden savaş sırasında beslenmenin etkili bir yöntemini bulmalarını ister ve onun vasıtasıyla konserve keşfedilir.

KUTSAL SUÇLULUAR: TAPINAK ŞÖVALYELERİ

Yazan: HERMES Trismegistos
Tapınağın son Büyük Üstadı Jacques de Molay

TAPINAK ŞÖVALYELERİNİN KISA TARİHİ


9 kişilik gruptan oluşan Tapınak Şövalyeleri Fransız Hugues de Paynes liderliğinde Godfrey de Saint-Omer, André de Montbard, Payen de Montdidier, Archambaud de Saint-Aignan, Geoffroy Bisol, Hughes Rigaud, Rossal ve Gondemare tarafından 1118 yılında Fransa’da oluşturulur. İlk Büyük Üstat, Hugues de Paynes’tir.

Tapınakçıların en baştaki amacı Kudüs’ü ziyaret eden hacıları koruyup kollamaktı ama bundan daha büyük ve her ne kadar hem rahip hem şövalye olsalar da daha tatmin edici amaçlara sahiplerdi.

Tapınak şövalyelerinin varlığı resmi olarak haçlı seferlerinin bitişi ile sonlanmıştır. Beyaz üzerine kırmızı haç motifli giyimleriyle zamanının hem nüfuz hemde savaşçılık olarak korkulan birliklerindendir

TAPINAKÇILARIN YÜKSELİŞİ

1118 yılında Fransız Hugues de Payens ve arkadaşı Godfrey de Saint-Omer hacıları korumak amacı ile kuracakları tarikata destek sağlamak için Kudüs Kralı II. Baudouin'e başvurdular Kral onlara Müslümanlarca Zeytin Dağı olarak adlandırılan Tapınak Tepesi’nde bir yer verdi. Süleyman Mabedi’nin kalıntılarının burada bulunması sebebi ile de Süleyman Tapınağının Şövalyeleri (Templars,Templiers) adını aldı.

Tapınak Şövalyelerinin bilinen ilk ambleminde aynı ata binmiş olan Hugues de Payens ve Godfrey de Saint Omar resmedilmiş bu hem Tapınak Şövalyeleri’nin kardeşliğini hemde kuruluşunun ilk yıllarında sadece bağışlarla varlığını sürdürmesini ve sadeliğini simgeliyor.

Fakat tarikatın bu yoksulluğu fazla sürmedi. Bernard de Clairvaux (Aziz Bernard) kurucu şövalyelerden birinin yeğeniydi, Troyes kentinde toplanan konseyde tarikatı Papa'ya anlattı ve Papa tarafından resmî olarak onaylandılar. Bundan sonra Papa II. İnnocentius tarafından yayınlanan özel bir fermanla tarikat mensupları bütün ülke sınırlarından serbestçe geçme, vergi ödememe ve Papa dışında hiçbir otoriteye karşı hesap vermeme gibi geniş haklara sahip oldu. Papa'dan gördükleri bu destek sonrasında Avrupa genelinde soylulardan para, arazi ve askerî destek gördüler.

En güçlü dönemlerinde askerî varlıkları 20 bini bulan Tapınakçılar¸ sahip oldukları silahlı gücün ötesinde¸ ülkelerin ve imparatorlukların geleceğini belirleyecek ölçüde caydırıcı bir güce erişmişlerdir. Öylesine zenginleşip güçlendiler ki¸ Avrupalı kralları¸ borç para bulmak umuduyla kendilerinin kapısını çalmak¸ yüksek faizlerle büyük borçlar altına girmek zorunda bırakmışlardır. Sonuçta bu da kendilerine¸ krallar üzerinde söz sahibi olma ve onları yönlendirme imkânı sundu.

Tapınak Şövalyeleri aynı zamanda o dönemde Müslüman dünyasına karşı gerçekleştirilen Haçlı seferlerine de katıldı. Yapılan bu seferler barış içinde yaşayan Müslümanlara karşı barbar bir saldırıydı. Bu olay binlerce masum sivilin yaşamını yitirmesine yol açtı Bu yüzden¸ Selahaddin Eyyûbî 1187'deki Hıttin Zaferi'nden sonra¸ Hristiyanların büyük bir bölümünü bağışlamasına rağmen¸ Tapınakçıları affetmemiş; işledikleri katliamlardan ötürü onları idamla cezalandırmıştır. Hıttin'den sonra Kudüs'teki merkezlerini kaybetmelerine ve pek çok kayıp vermelerine rağmen Tapınakçılar yine de varlıklarını korudular.

Hristiyanlar 1229 yılında Kudüs'ü geri aldılarsa da 1244 yılında şehri bu kez Memlükler aldı. Akka'ya taşıdıkları karargâhlarını da 1291 yılında kaybeden tarikat, merkezini Kıbrıs'taki Limasol'a taşımak zorunda kaldılar.Bu hezimetlerden sonra Tapınakçılar güçlerini kaybetmiş olsalar da vatanları Fransa'ya çekilip Hospitalier Şövalyelerinin ve Töton Şövalyelerinin yaptığı gibi devlet içinde devlet mantığı ile varlıklarını sürdürme çabaları sonlarını hazırladı.

TAPINAKÇILARIN DÜŞÜŞÜ

Haçlı Seferleri'nin hezimetle sonuçlanması üzerine misyonları bitmesi gerekirken¸ onlar siyasi güçlerini¸ servet ve üyelerini artırmaya devam ettirmişlerdir. Bir müddet sonra Papalık ve Fransa Kralı 4. Filip (IV. Philippe)¸ Tapınakçıların¸ giriştikleri politik oyunlar ve karanlık amaçlarla kontrol edilemez bir kuvvete erişmelerinden tedirginlik duymuş ve güçlerinin azaltılması gerektiğine karar vermiştir.

1307'de ise Papa V. Clemens'in emriyle bazı şövalyeler geri çağrılmıştır. Dinden sapma¸ eşcinsellik¸ şeytana tapma ve büyücülükle suçlanarak işkence edilmek ve yakılmak suretiyle öldürülmüşlerdir. 1314'de Tapınak Şövalyeleri'nin büyük üstadı Jacques de Molay ve 34 üyesi¸ Paris'te kazığa çakılarak yakılmıştır.


TAPINAKÇILARIN İSA HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Tarih boyunca süregelen rivayetlere göre Tapınakçıların İsa hakkındaki görüşleri Hristiyanlıktan çok daha farklıdır. Yaygın olan bir rivayete göre Tapınakçı şövalyeler Johannit mezhebe mensupturlar.
Bilindiği gibi, Hristiyanlık tarihine baktığımızda İsa’nın gelişinden önce Vaftizci Yahya’nın kişiliğinin öne çıktığını görürüz. Ancak Yahya , kabul edilen İncillerde İsa’nın geleceğini müjdeleyip onun vaftiz olmasını sağlayan bir kişidir sadece . Hatta Matta İncilinde Yahya şöyle der : «Gerçi ben sizi tövbe için suyla vaftiz ediyorum, ama benden sonra gelen benden daha güçlüdür. Ben O’nun çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh ve ateşle vaftiz edecek.» Ancak zaman içinde bazı topluluklar Yahya’yı İsa’dan daha önemli tutmuşlar hatta bu düşüncelerini çağlar boyu, İsa betimlemelerinde aslında Yahya’yı resmederek sürdürmüşlerdir.
Aslında Tapınakçıların Johannit olduklarına dair çok da somut deliller yoktur , ancak kendilerine yöneltilen birtakım suçlamalarda Johannit mezhebe yöneltilen suçlamalara benzer suçlamalar vardır. Son yıllarda yapılan araştırmalar ise , biraz zorlamalı da olsa, bazı Tapınakçı sembollerinde Johannit mezhebine ait izler bulmaktadırlar.
Tapınakçılara atfedilen başka bir inanışa göre ise Tapınakçılar Mecdelli Meryem’in İsa’nın karısı olduğuna ve Mecdelliden bir çocuğu olduğuna inanırlar.

Anlattığım gibi Tapınakçılar seks ayinleri,kadın veya küçük çocuk kurban etme,keçi kurban etme,haça ve Hristiyanların kutsal saydıkları ikonalara işeme, eşcinsel ilişki,kaba at öpme gibi pis şeylerle suçlanarak kağıt üzerinde ortadan kaldırılmıştır ama daha sonraki yüzyıllarda farklı örgütler adı altında¸ yer altına indiler Avrupa'da (Sadece Fransa'da 9 bin temsilcilikleri vardı ve çeşitli ülkelere yayılmış binlerce şato ve merkezleri bulunuyordu.) varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bunların en önemlisi "Rose Croix" (Gül Haç) örgütüdür.

Tapınakçılığın¸ İllüminati ve masonluk gibi örgütler aracılığıyla sürdürüldüğü ve hatta masonluğun etkisiyle gelişen Fransız Devrimi ve Amerika'nın bağımsızlığı gibi topyekûn Batı'nın siyasi geleceğini belirleyen pek çok mühim hadisenin bunun bir sonucu olduğu kimi tarihçiler ve yazarlar tarafından savunulmaktadır.

Tapınak şövalyeleri tanrı adına kurulmuş bir tarikattı kilisenin söylediği suçları işlemişler mi kesin kanıt olmadığı için tam olarak bilmiyoruz fakat farklı bir bilgiye göre tapınakçıların büyük üstadı Jacques de Molay idam edilirken itiraz etmemiş hatta kılı bile kıpırdamamış. Bundan kimileri tarikatın yer altındaki nüfuzuna ve ebedi olacağına güvendiği için tepki göstermediği yorumunu yapar.

OSMANLI'DA OĞLANCILIK

Yazan: Kirpi


OSMANLI'DA OĞLANCILIK


“OSMANLI’DA OĞLANCILIK” Kitabının yazarı Rıza Zelyut’a 2018 yılında dava açılmış ve kitaplarının toplatılması istenmişti. Fakat Ankara 11. İdare Mahkemesi, kitaptaki bilgilerin Osmanlı dönemine ait belgelere dayanmasını gerekçe göstererek kitabın satılmasında bir sorun olmadığında karar kıldı. 

Her toplum kendinden önceki neslini yani atalarını hoş yönleriyle anlatmaya çalışır. Hatta bazıları bu yolda tarihi çarpıtmaktan bile kaçınmaz. Osmanlı'nın Türkiye sınırları içerisinde yaşayan insanların atası olduğu tartışılır fakat büyük çoğunluğun bunu böyle kabul etmesi sebebiyle bende bu yazımda Osmanlı'yı Türklerin ataları olarak ele alıp ve eleştireceğim. "Osmanlı şeriatla yönetildi her şey güllük gülistanlıktı" diye naralar atan insanlara sorsanız çoğu Osmanlının kaç senesinde kurulduğunu dahi bilmez. Gerçi onların da bir suçu yok. Tarih öğretildiği kadar bilinir derler. Bu yazımda tarihçilerin Osmanlı'yı anlatırken değinmekten kaçındıkları bir konuyu, eşcinselliği, diğer adıyla oğlancılığı ele alacağım.


Osmanlıda oğlancılığın erken dönemde yani Orhan Gazi zamanında başladığı sanılmaktadır. [1]  Osmanlıya esir düşen Bizans İmparatorluğunun Selanik Baş Psikoposu Gregory Palamas Osmanlı'da eşcinselliğin çok yaygın olduğunu özellikle de esir alınan Hristiyan çocuklara karşı tecavüzlerin fazla olduğunu anlatıyor. [2] Osmanlı'da askerlik yaşı gelen eşcinsellerden cinsel yönelimine dair gerekçe ispatlaması istenmiyor, askerlik yapmaları için eşcinsellik bir engel olarak görülmüyordu. [3] Orduda eşcinseller Yeniçerilere hizmet eden "civelek"ler olarak tanımlanmış, savaşlarda ihtiyacı karşılamak üzere civelekler taburu oluşturulmuş, Civelek taburunda yer alan askerlerin her birini bir yeniçeri sahiplenmiştir. [4] Osmanlı'da kadınlardan hoşlanmadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep konusunu işlemiş eşcinsel şairlerden biri Enderûnlu Fâzıl olmuştur.  Hatta LGBT temalı "Güzel Oğlanlar Kitabı" vardır.

Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Ali 1541'de Gelibolu'da doğdu. Küçük yaşta eğitime başlayıp 20 yasında medreseden mezun oldu. Mihr-ü Mah isimli eserini şehzade İkinci Selim'e takdim ederek divan katipliği vazifesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşa'nın divan katibi olarak atandı ve onunla beraber Mısır'a gitti.
Sonrasında Bosna beylerbeyi Ferhat Paşa'nın divan katipliğini yaptı. Sultan Üçüncü Murad Han döneminde Gürcistan beylerbeyi oldu. Sultan Üçüncü Mehmet dönemindeyse mir-i miran rütbesiyle Şam valiliğine tayin edildi. Son olarak Cidde valiliği görevine atandıktan sonra ise 1600 senesinde orada vefat etti.

İyi bir şair olmasının yanı sıra şerh edebiyatında da iyi bir yer edinmiş. Sultan üçüncü Murad'ın şiirlerinin şerhini yapmış ve Nefi gibi bazı şairlere mahlas vermiştir. ‘Kunh-ül-Ahbar, Heft Meclis, Nadir-ül-Maharıb, Menâkib-İ Hünerverân, Âdab, Hulâsâtu’l-Ahvâ der-Letâfet  gibi eserleri vardır.

Osmanlı ve Padişahlar üzerine derin tecrübe sahibi olan Mustafa Ali ‘’Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları’’  isimli 2 ciltlik bir kitap yayınladı. Kitabın sekizinci bölüm başlığı aynen şu şekildedir: "Bıyığı terlememiş ve sakalı çıkmamış olanlar takımını anlatır"
Bu bölümde dönemin oğlancılık kavramını tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Kitabın 59 ve 60. sayfalarında şunları anlatıyor:

“Çünkü sevilen kadın bölüğünün namahremleri avan korkusundan gizli tutulur. Şimdi ise civanlarla arkadaşlık onlarla düşüp kalkma yolunda bir kapıdır ki bu kapı gizli, aşikâr hep açıktır.
Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez.
Niceleri otuz yaşına varıncaya kadar güzel yüzünde gönlünde üzüntü olacak kıl görmez. Türk çocukları Arabistan’daki ele avuca sığmaz civelek çocuklar güzellik yönünden hepsinden kısa ömürlü olurlar.

20 yaşlarına vardıkları gibi rağbetten düşerler ve aşıkların işinden kalırlar. Ama İçel civarları Edirne, Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir.

Güzelliği ve cazibesi eksik olanların ise çeke çevire tazelikleri ve tatlı kılan naz ve cilve ile sevimli gösterir. Ama Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal imişler ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olurmuş. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerlermiş.

Özellikle Çoğu ince belli ve uzun boylu olurlar. Kendilerini teslim ettikleri sırada her uzvuyla birlikte yumuşaklık gösterirlermiş. Sözün kısası görünüşte yumuşak davranmakta, aslında karşı durmakta İçel güzellerinin  çoğu inat ederlermiş.

Buna göre bunların vuslat nimeti bu- yükler için vardır. Yanlarında gezen aşıklarını bahtsız ettikleri ve parasız pulsuz bıraktıkları meydandadır, derler. Ve iki gencin fırsat vaktinde birbirinden yararlanması, yahut birisi ötekini sarhoş edip üstüne çıkması, değmede mümkün olmayacak bir iştir, diye anlatıp söylerler.

Sözün kısası, ün almış güzel yüzlülere rağbet edip karşısında gümüş servi endamlı, uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler. 

Gerçi İçel mahbuplarında da nazeninler olur lakin çoğu vefasız insanı üzmek isteyen cefacı güzellerdir. Onlara sahip olanların huzuru ve rahatı az bulunur. Ama Arnavut cinsi de gerçi âşıkların gönüllerini alırlar, bu kadar var ki gayet inatçı olurlar.
Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır.

Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür. Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış.” 

Mustafa Ali'nin ağzından Osmanlı'da oğlancılığın ne boyutta olduğunu hatta çoğu zaman kadınlardan fazla erkeklerin tercih edildiğini öğrenmiş oluyoruz.

Muhteşem Yüzyıldaki aşk sahnelerine tepki gösteren İslamcılar Osmanlı'nın resmi tarihçilerinden olan Mustafa Ali'nin yazdıklarına nasıl tepki verecekler doğrusu merak ediyorum.

Gazeteci yazar Rıza Zelyut'un yeni araştırma kitabı "Osmanlı'da Oğlancılık"ta şunları aktarıyor:

Bu işin temelinin Yıldırım Bayezid zamanında atıldığı söylenmektedir. Vezir Çandarlı Ali Paşa'nın mahbub oğlanları, içoğlanı biçiminde saraya soktuğu, bu işe padişahı da alıştırdığı suçlaması hemen hemen bütün Osmanlı vakayinamelerinde yer alır. Manzum Tevârıh-i Âl-i Osman'daki şu anlatım, devletin dönüştürülmesine ilişkin ilginç ipuçları vermektedir:

"Heman ki (ne zaman ki) Kara Halil oğlu Ali Paşa vezir oldu, fısk ü fücur (eğlence ve zina) ziyade oldu. Mahbub oğlanları yanına aldı, adını içoğlanı kodu. (…) İç oğlanına itten beter rağbet ederlerdi. İçoğlanına rağbet etmek Ali Paşa'dan kaldı. Heman Ali Paşa vezir oldu, onun zamanında danişmentler (din âlimleri) çoğaldı, begler kapısına geldiler. Her biri bir begin yanına geldiler. Her biri onlara yarayalım deyü tabiatlarına münasip cevap verdiler. Allah buyruğun peygamber kavlin terk ettiler."

Sorunu, 1387-1406 yılları arasında baş vezirlik (veziriazam) yapan Ali Paşa'yla sınırlamak yanıltıcıdır çünkü bu süreçte içoğlanı sisteminin padişahlar tarafından kuvvetle benimsendiğini görüyoruz. Bu dönem ayrıca sarayın haremlik ve selamlık diye ikiye ayrıldığı, kadınların harem kısmına sürgün edilerek oğlanların kadın saltanatına ortak edildiği bir dönemdir.

Oğlancılık 15 yüzyılda Osmanlı'da fazlasıyla yaygın bir hale gelmişti. Devlet bunu engellememiş aksine Kâbusnâme olarak  devlet protokolüne sokmuştur. “Kâbusnâme adlı protokol kitabı, Ziyaroğulları’ndan Keykavus tarafından oğlu Giylanşah’a öğüt kitabı olarak yazılmıştır. Bu kitap, 15.yüzyılın ilk yarısında Sultan ll. Murad’ın isteği üzerine Mercimek Ahmet tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilmiştir. Kitabın “Cimada Faidelisi ve Ziyanlısı Kangısıdır (Hangisidir) Anı (Onu) Beyan Eder” başlıklı bölümünde oğlan ve kadın kullanmak şöyle anlatılmaktadır:

“Yaz olacak avretlere meyket ve kışın oğlanlara; ta ki tendürüst (sağlıklı) olasın. Zira ki oğlan teni ıssıdır (sıcaktır); yazın iki ıssı bir yere gelse teni azıdur ve avrat teni soğuktur; kışın iki sığuk bir yere gelse teni kurudur, vesselam.”  [5]

Ünlü Osmanlı tarihçilerinden Halil İnalcık Ayş u Tarab adlı eserinin 275 sayfasında Gelibolulu Mustafa Ali'den şunları aktarıyor. [6]

Ekabirin (devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler.) evlerinde güzel cariye ve içoğlanları cinsel ilişki için tutulmaktadır. Onlar efendilerinden başkasının yüzüne bakmamalıdır. Padişahın nedimelerinden biri bu kuralı gözetmediği için gözden düşmüştür. İçoğlanı şerbet ve kahve sunarken, “diz çöküp domalıp” başka anlamlara gelecek durumlara kalkışmamalı.

Ünlü tarihçi, kitabın devamında Meyhaneler bölümünde şunları aktarıyor:

Âli’ye göre, meyhanelere gidenler iki zümredir. Birincisi: “nev-civânlar, zenpâre ve mahbub-dost”lardır; ikincisi, “gece ve gündüz şürb-i hamr” ile ömrünü meyhanede geçiren takımdır. Bunların
kanunları: Cuma gecelerini kadınla, Sebt (Cumartesi) gününü cüvânân ile Cuma akşamını gılman (oğlanlar) ve sade-rûyân (sakalı çıkmamış gençler) ile geçirmektir. Bu gibiler, Cuma günü namazdan hemen sonra meyhaneye giderler. Aynı biçimde çarşıda sanat sahipleri (esnaf) eve gitmeden dışarıda “seyr ü sülûk yollarında serseri” olduktan sonra hanelerine gelirler. Halktan olan ayyaşlar, haftada bir tenkiye ve şarapla kalplerini tasfiye ederler. [İnalcık, a.g.e, s. 266-267.]

OĞLANCILIK YAPAN PADİŞAHLAR[7]

FATİH SULTAN MEHMET
Avni mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet'in güzel erkek çocuklara şiirler yazdığı bilinen bir durumdur. Örnek vermek gerekirse.

"Karalar geymiş meh-i taban gibi ol serv-i nâz
Mülk-i Efrengün meğer kim hüsn içinde şâhıdur"
(Rahibeler gibi karalar giyinmiş bir dolunay gibi nazlı nazlı salınan o selvi boylu sevgili, tıpkı Frenk ülkesinin güzellikler içindeki padişahı gibidir).

"Ukde-i Zünnarına her kimse kim dil bağlamaz
Ehl-i iman olmaz ol âşıkların gümrahıdur"
(O Hristiyan güzelinin belindeki zünnarın düğümüne gönlünü bağlamayanlar, iman ehli olamazlar. O kişiler âşıkların yoldan çıkmış olanlarıdır).

"Gamzesi öldürdüğine lebleri cânlarvirür
Var ise olrûh-bahşun din-i İsa râhıdur"
(Onun hışımlı yan bakışının öldürdüğüne, dudakları can vermektedir. O ruh veren güzelin dini Hz. İsa'nın yoludur).

"Avniya kılma gümân kim sana râm ola nigâr
Sen Sitanbulşâhısun ol da Kalataşâhıdur"
(Ey Avni, gönül verdiğin o Hristiyan güzelin sana râm olacağını umma! Zira sen, nihayetinde İstanbul'un şâhısın; o ise, Galata'nın padişahıdır) [Prof. Dr. Muhammed N. Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, s. 171-174, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2104; Millet Genel Kütüphanesi, A. E. Manzum, 305, varak 5b]

Yukarıdaki şiirde anlatılan sevgili, Galata'da yaşayan Hristiyan bir oğlandır. Fatih, o oğlan için dininden bile vazgeçmeye hazır olduğunu yazabilmiştir. Bu dinden geçmeyi bir mecaz olarak yorumlasak bile, anlatılanın kara giysili bir erkek olduğu açıktır. Çünkü Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimler sokakta kim oldukları anlaşılsın diye genelde siyah elbiseyle dolaşmak zorundaydılar.

II. BAYEZİD
Fatih Sultan Mehmet'ten sonra tahta geçen oğlu II. Bayezid daha şehzadelik dönemindeyken ayyaş ve ahlaksız olmakla suçlanmıştır. Onun içoğlanı, güzel Sırp çocuğu "Mustafa" tarihimizde "Koca Mustafa Paşa" olarak bilinmektedir.

YAVUZ SULTAN SELİM
II. Bayezid'in oğlu Selim (Yavuz), oğlancı şairleri korumuştur. En sert oğlancılık kitabının yazarı, şair Gazalî, Yavuz döneminde işini sürdürmeye devam etmiştir. Daha da önemlisi Yavuz Sultan Selim dönemin şeyhülislamı Kemalpaşazade'ye (İbn-i Kemal, 1468-1536), Rücûu'ş-Şeyh ilâ Sibâhü fi'l Kuvvet-i Ale'l-Bah adlı meşhur cinsellik kitabını (Bahnameyi) yazdırtmıştır.
Bu kitapta oğlancılık ilişkileri de anlatılmaktadır. Sonraki yüzyıllarda bu kitabın farklı adlarda yapılan baskılarının başka padişahlara da sunulması Yavuz Sultan Selim'in sarayda oğlancı ilişkileri devam ettirdiğini göstermektedir.

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Oğlan satıcılığının (oğlan pezevenkliğinin) devlet memurları tarafından bile yapılır hale geldiği görülmektedir. Padişah Kanuni de şiirlerinde oğlancı bir ruh hali içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Onun binlerce şiiri içinden seçilerek kendi hattıyla (yazısıyla) yazılmış "Muhibbi Divanı"nda bunun ipuçlarını görmekteyiz.

"İy Muhibbi içüben mest-i harabat olub
Topdolu eyleyelim nara ile afakı"
(Ey gönül öyle içelim ki meyhane sarhoşuna dönelim ve attığımız naralarla dört yanı çınlatalım.)

Böyle sarhoş olduğu ortamdaki güzel, mahbub diye anılan bir oğlandır. Bunu şu beyitleri açıkça göstermektedir:

"Ol Hıta mahbubı gör kim turresin çîn gösterir
Nokta-i hali ile gül üzre pür çîn gösterir
Deyr içinde zülfini zünnar edip ol muğbeçe
Bana sundukda kadeh üstünde haçın gösterir"

(O Hıta dilberleri kadar güzel olan hub [oğlan], güle benzeyen yanağındaki beniyle daha da çekicileşip alnına dökülen kıvırcık saçlarını [kâkülünü] bize gösterir. O meyhane oğlanı [saki] manastır keşişleri gibi saçını beline kuşak ederek bana kadeh sunduğunda sanki haçını göstermiş gibi olur.)

Birçok imgeyi ve sembolü iç içe geçiren Şair Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), burada meyhaneci çırağı diye anlattığı bir Hristiyan oğlana tutulduğunu dile getirmektedir. Bu oğlan aslında Padişah'a sakilik yapan içoğlanından başkası değildir.

IV. MURAT
O dönemde yaşayan ve Enderun'da yetiştirilmiş olan Ali Ufki de şu bilgiyi aktarmakta:
"IV. Murat, Büyükoda'da içoğlanı olan Ermeni Musa'ya böyle âşık oldu ve ona öylesine tutuldu ki kimi zaman çıldıracak hale geliyordu. Ayrıca genç bir silahtar paşaya da (halk içine çıktığında padişahın kılıcını ve silahlarını taşıyan ve baş hadımağaların ardından sarayda neredeyse en üst mevkide bulunan içoğlanına) âşık oldu. Bu içoğlanı güzelliği uğruna Galatasaray kışlasından alınmış, önce Padişah'ın lütfuyla Hasoda'ya kabul edilmiş, çok kısa bir sürede de silahdar paşa olmuştu."

Ali Ufki Bey, kendi döneminin padişahı olan IV. Mehmet'in de Ermeni kökenli bir oğlana olan tutkusunu şu ifadelerle dile getirmiştir:

"Şu anda hüküm süren Padişah, Güloğlu adında İstanbullu genç bir oğlana âşıktır. Padişah'ın musiki içoğlanı olan bu kişi şimdi onun gözdesidir ve kendisine imparatorluğun en önde gelen mevkilerinden, neredeyse divan reisliğine denk kubbe veziri rütbesi verilmiştir."

Sonuç olarak eşcinselliğin Osmanlı'nın bir yaşam tarzı olduğunu söyleyebiliriz. "Laiklik insanları bozuyor, eşcinsellik artıyor" diye iftira atanlar şeriatla yönetilen Osmanlı'da eşcinselliğin bu denli yaygın olmasının sebebini bizlere açıklamak zorundadır.
Şeriatla yönetilen, dünyaya adalet dağıtan Osmanlı dizilerini izleyenlerin madalyonun diğer yüzünden haberleri dahi yok. Haberleri olanlar da bilinçli bir şekilde bunu saklamaya çalışıyor.