Öncelikle kendi hikayemi paylaşmama beni teşvik eden diğer paylaşımcılara
teşekkür etmek istiyorum. Onları dinlerken ne kadar benzer hikayeler olduğuna
şaşırıyorum.
Ben büyük aile bireyleri ile birlikte yaşanan bir evde
büyüdüm. Bahsettiğim kişiler babaannem ve dedem. Annem ve babam aslında modern
insanlardı ama babaannem ve dedem son derece muhafazakarlardı. Babam işi sebebi
ile sürekli yurt dışında yada şehir dışında olurdu. Biz de annemle babaannem ve
dedemle kalırdık. Annem kendisini babamın ailesine kabul ettirebilmek için
kendinden bazı tavizler vermiş, evlenmeden önce yaşadığı hayatı değiştirmişti.
Babaannemle ev sohbetlerine ,çeşitli dini konuların abartılı ve gerçek dışı
şekilde konuşulduğu kadın toplantılarına katılıyor, tabı bu sırada beni de
götürüyordu.
Ben baş örtülü olmayı bir mecburiyet olarak görüyor,
açık olan yada biraz rahat giyinen kişilerin cayır cayır yanacağına inanıyordum.
Büyüyünce en çok istediğim şey kapanmak ve anne olmaktı. Dini baskı ve hurafeler
ile çocukluk yaşadım. Cinlerin beni gece aynaya baktım diye çarpabileceğine,
saçlarımın görünmesi sebebi ile cehennemde saçlarımdan asılacağıma ,iç
çamaşırımın bir erkek tarafından görünmesi sebebi ile çocuğumun onun bunun
çocuğu olacağına falan inanıyordum.
Her sene mahalledeki caminin Kur'an kursuna katılıyordum. Dini olan her şeyi
sorgu ve sualsiz doğru kabul ediyordum. Hatta çocuk yaşlarımda bile akranlarımın
din konusundaki bilgi eksiklikleri beni rahatsız ediyordu. Kardeşim doğana kadar
evin şımarık tek çocuğu olarak bu süreç böyle devam etti. Bir erkek
kardeşim oldu ve onun büyümesi ile bazı şeyler gözüme batmaya başladı. Mesela
benim akşam ezanından sonra dışarıda olamazken kardeşimin benden küçük olmasına
rağmen dışarıda kalabilmesi. Ya da bana sürekli oranı buranı kapat baskısı
yapılırken kardeşimin istediğini giyebilmesi gibi. Bu tip sorular ile kendimi
karıştıramazdım ,çünkü herkesin bildiği üzere dini çok sorgularsak delirirdik.
Yani din ile ilgili insanı bir şeyler rahatsız etse bile bunu kendine itiraf
etmesi çok kolay olmuyor.
Lise çağlarımda arkadaşlarıma dini konularda bilgiler veriyor hayatımı dine göre
yaşayabildiğim kadarı ile yaşıyordum. Arkadaşlarıma kadınların yüksek sesle
konuşup gülmesinin günah olduğunu söylüyordum. Felsefe öğretmeninin din
konusundaki sözlerini içten içe hırçınlıkla dinliyordum ve dine inanmayan
herkesten nefret ediyordum. Fakat bir süre sonra felsefe öğretmenim benim
senelerdir kendime bir sorup bir caydığım kadın erkek eşitliği konusuna değindi.
O gün içimde bir sevinç oluştu çünkü beni senelerdir kemiren bu konunun başka
biri tarafından da dile getirildiğini görmüştüm. Bu andan sonra biraz daha
düşündüklerimi dile getirebilir olmuştum. Tabi öyle her ortamda konuşamazdınız,
uygun koşulların ve kişilerin olması gerekiyordu. Ailemizin çevresindeki kolu
komşu yada akrabalar benim bu düşüncelerimi asla bilmemeliydi. Onlar kızlarını
hafız olsun diye yatılı kurslara gönderiyor, hatta babamı beni pozitif bilimler
okumaya zorladığı için kınıyorlardı. Bir de benim din ile ilgili soru
işaretlerimin olduğunu öğrenirlerse anne ve babamı zor duruma düşürürdüm.
Derken üniversiteye başladım ve biyoloji bölümünü seçtim. Üniversitenin ilk
yıllarında da okulda misyonerlik yaptım maalesef. Üniversitede bazı
arkadaşlarıma Kur'an okumayı öğretmişliğim bile vardı. Bazı arkadaşlarımla din
ve bilim arasında seviyeli tartışmalar yapardık ve ben dini daha iyi
savunabilmek için mealler ve tefsirler okumaya başlamıştım. Sürekli yanma
korkusuyla görmezden geldiğim sorularım daha beter bir şekilde gözüme batmaya
başlamıştı. Çünkü Kur'an'ın doğru düzgün kadınlara hitap etmediğini görmüştüm.
Kabullenemediğim ve ağlayarak diğer meallerde nasıl yazıldığını araştırdığım
ayetler oldu. Dinimin bana biçtiği rol çocuk bakıp iffetimi korumaktı, bu kadar.
Evlenme yaşı ,çoklu evlilik, örtünme, miras hakkı, şahitlik gibi konulardaki
adaletsizlik alenen yazıyordu ve bunlar adaletli olduğu söylenen bir tanrı
tarafından yazılmıştı.
Zaten biyoloji gibi bir bölümde okuyup da din ile bilimi aynı anda yorumlamaya
çalışmak çok zor bir süreç. Bir taraf sana doğanın düzenini ve gerçekliğini
tüm açıklığı ile anlatıyor diğer taraf ise sorgulamaman gerektiğini, asla
varlığından emin olamayacağın kavramlara inanmanı bekliyor. Bir de meallerde
kadınlar hakkında yazan sürekli itaate ve acizliğe yönelik ayetler beni iyiden
iyiye dinden soğutmaya başlamıştı. Bilimde kadın ve erkek bir düzenin iki eşit
parçasıydı, din ise erkeklerin kadınlardan üstün kılındığını söylüyordu, tıpkı
Nisa 34'deki gibi. Bu ikilem içinde içimde yavaş yavaş bilim gerçeklikleri
daha ağır basmaya başladı. Arkadaş ortamımda her dinden her etnik kökenden
insan olması ile daha farklı bakış açıları ve dine yönelik daha başka sorular
gördüm. Sadece kendi aklıma takılan sorulardan sıyrılıp onların paylaştığı
sorular üzerine de kafa yormaya başladım ve dinler ile ilişkim tamamen koptu
diyebilirim.
Velhasıl ben şu an 28 yaşındayım, babaannem hala ne zaman başımı
kapatacağımı soruyor.Evlendim, eşim özgür düşünceli ve kadını sindirerek
kendini yücelttiğine inanmayacak kadar akıllı biri. Kardeşimi ben büyüttüm
sayılır, ona kadın erkek eşitliği ve bu düzenin oluşması için onun nasıl bir
adam olması gerektiğini anlattım. Şimdi benden çok daha eşitlikçi, kadınların
fikirsiz ve eğitimsiz bırakılmamaları ve sosyal hayattan soyutlanmamaları
gerektiğine inanıyor. Benden yaşça küçük kadınlarla bu konuyu özellikle
konuşuyorum. Dine inanmak isteyen inansın ama o sadece bir inanç ve biz gerçek
bir dünyada yaşıyoruz diyorum. Sen hayatının kalanında eşine, babana ya da
herhangi bir erkeğe fikren ,fiilen yada maddi olarak bağımlı yaşamayı ya da
onlardan aşağıda görülmeyi kendi insanlık onuruna açıklayabilecek misin diye
soruyorum. Burada demek istediğim şey kadınların erkeklerin arkalarından
yürümeleri gerektiği, yetişkin bir kadının bile bir erkekten izin almadan bir
yere gidemeyeceği, cinsel anlamda erkek her istediğinde ona karşılık vermek
zorunda olurken erkeğin kadına karşı aynı mecburiyette olmaması ,kadının
erkeğe itaat etmek zorunda olması gibi konulardır.
Diyeceğim şu ki bir insanın aydınlanması ve gözünü açması aslında neleri
beraberinde getiriyor. Bir çok insanın dini sebeplerle kendini ifade etmekten
geri durduğunu görebiliriz. Bu kadın ya da erkek fark etmez. Dinin
hayatlarımızda bir çok şeyi yaşamamıza engel olduğu çok açık. Din insanlara
iyiliği güzelliği öğretmiyor, sadece yüzyıllar önceki toplumsal anlayış
içindeki rolleri günümüzde de sürdürmemizi istiyor. İnsanlar sadece dindar
olunarak ahlaklı ve iyi bir insan olunabileceğini düşünüyor. Çünkü onlara göre
dinin temeli iyi insan olmak. Ben insanların iyi, vicdanlı ve adil olabilmek
için bir dine inanmak zorunda olduklarını düşünmüyorum. Aklın ve özgür
düşüncenin toplumları daha yaşanabilir kılacağına inanıyorum ve dinler özgür
düşüncenin karşısında birer engel.
Bana fikirlerimi ve hikayemi
paylaşabilmem için imkan sağladığınız için çok teşekkür ederim. Yaptığınız işe
ve dönüşümünü anlatan herkese çok saygı duyuyorum. Güzel günlerimiz olsun,
hoşça kalın..
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
BABİL KULESİ MİTİ VE PARALELLİK GÖSTEREN PİRAMİT-ZİGGURATLAR
Mezopotamya efsanelerinin Meksika Volkanik Vadisi'ne kadar uzandığı görülür. Birbirlerinden, engin okyanuslar ve çöller ile ayrılmış olan bu dağınık kültürlerin mitolojilerinde birbirine benzeyen hikayeler görülür. Tıpkı Babil
Kulesi veya Cholula Piramidi gibi. Bunlar dünyanın farklı bölgelerinde yer alsalar
da çarpıcı biçimde birbirine benzeyen yapılardır.
Farklı kültürler tarafından inşa edilen zigguratlara dair çokça hikaye
bulunur. Bu masalların ortak birkaç bileşeni vardır: Öfkeli tanrılar, dillerin çoğaltılması, küresel bir tufan felaketi ve antik
yapılar. Bu yönleriyle hepsi sanki deşifre edilmeyi bekleyen büyük bir küresel
bulmacanın parçaları gibi iç içe geçmiş durumdadırlar.
Mitoloji göründüğü haliyle körü körüne kabul edilmemelidir ancak öte yandan
onu tamamen reddetmek de tutarsız bir davranış olacaktır.
Karşılaştırmalı mitoloji konusunda en ünlü bilim insanlarından Carl Jung ve Joseph Campbell gibi isimler, farklı kültürler arasında yaygın görülen
mitolojik benzerliklerin, insan bilinçaltının ortak (kolektif) birikiminden türetilen
temel arketiplerin oluşumuyla açıklanabileceğini söylüyorlar.
Tanrılarla ilişkili ve birbirine benzeyen anlatılara sahip yapılara Babil Kulesi ile başlayalım.
Babil Kulesi, Yaratılış Kitabı'nın 11. babında anlatılır. Bu anlatı küresel
bir tufan felaketini izleyen nesillerin tek bir dil altında birleştiğini
belirtir. Bu metinlere göre insanlar batıya, Şinar bölgesine (Sümer veya
günümüz Irak'ı) göç ettiler ve heybetli kulesi olan büyük bir şehir inşa
etmeye başladılar.
Bu kulenin bir şekilde onları güçlendireceğine ve gelecekte herhangi bir
imhayı-felaketi önleyeceğine dair ilginç bir görüş taşıyorlar. Dahası bu
proje tanrıya hakaret olarak görülüyor. Bu çabaya karşı koymak için, tanrı
onları birleştiren dili birden fazla dil haline getirerek duruma müdahale
eder, aynı dili konuşamayan insanlar birbirleri ile anlaşamaz, iletişime
geçemez hale gelirler. Yani tanrı Babil kulesi projesinin altını oyar. Daha
sonra bu insanları gezegene dağıtır.
Yaratılış Kitabı, 11.Bab:
Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri
kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya
yerleştiler.
Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine
tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım”
dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne
dağılmayız.”
RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek içinaşağıya indi.“Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre,
düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi,“Gelin, aşağı inip*
dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.”Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu
nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada
karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. [1]
Antik çağlardan günümüze kadar çeşitli yazar, akademisyen ve araştırmacı bu metinle
ilgili çeşitli yorumlar yapmışlardır. Örneğin Josephus, bu hikayenin önemli noktasının, kulenin dikilmesini emreden ve İncil'in Nemrut olarak bahsettiği zalim
hükümdarın küstahlığı olduğunu yazmıştır. Başka bir yoruma göre ise bu anlatı, farklı dillerin ve kültürlerin kökenine açıklama getiren etiyolojik**
bir efsanedir.
Yapılan bilimsel gözlemler, söz konusu yapıyı eski Babil ve Sümer'in
gizemli zigguratlarıyla ilişkilendirerek tanımlamaya çalışmış olabilir. Ancak metinlerde
adı geçen şehirlerin tarihsel bir temele sahip olması, söz konusu hükümdar tarafından kurulduğu söylenmesi ve bir kule ya da kule benzeri yapı inşa edildiğinin anlatılması gibi yönlere bakılırsa bu ilişkilendirme mantıklı
sayılabilir.
Neticede dinlerin kutsal olduğuna inanılan kitaplar insan ürünü
olduğundan onları yazanlar çevreden duyup ekledikleri hikayelere ek olarak gördüğü şeyleri de yazmış olabilirler.
Modern bilim insanlarının bir kısmının ortak kanısına göre bu kule II.
Nebukadnezar tarafından restore edilen ve daha sonra Büyük İskender tarafından
gerçekleştirilen restorasyon girişiminde yıkılan, Babil'deki Etemenanki
Ziggurat'ı olduğu yönündedir.
Büyük İskender MÖ 331'de Babil'i ele geçirdiğinde Etemenanki'nin onarılmasını emretmişti. Yıllar sonra, MÖ 323'te antik kente döndüğünde onarım konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini fark edince, son kez yapılacak yenileme çalışması için ordusuna tüm yapıyı yıkmasını emretti. [7] Ancak İskender ölünce yeniden yapılanma da durmuş oldu. [8]
Zigguratlar toplu ibadet için kullanılmıyordu çünkü adandığı tanrının mesken yeri
olduğuna inanılıyordu. O yüzden buralarda sadece seçkin rahipler, küçük bir
silahlı muhafız birliği bulunurdu.
Herodot'a göre zigguratın en tepesinde,
içinde küçük bir türbenin olduğu tapınak bulunuyordu. Bu tapınakta baş rahipler gizli ayinler yaparak özel adaklar sunuyordu.
1880'lerde keşfedilen Neo-Babil temel silindirlerindeki yazıtlarda Kral'ın
restorasyon çabalarının anlatıldığı görülür. Şöyle yazar:
"O sırada efendim Marduk bana, Babil'in zigguratı Etemenanki ile ilgili
olarak, benden önce (zaten) çok zayıf kalmış ve kötü bir şekilde bükülmüş
[olan zigguratın] altının cehennem aleminin göğsüne dayanmasını, tepesinin
göklerle rekabet etmesini emretti. Fildişi, abanoz ve musukkannu ağacından
maşalar, kürekler ve tuğla kalıplar yaptım ve onları toprağımdan toplanan
geniş bir işgücünün eline verdim. Onlara sayısız kerpiç tuğla ve yağmur
damlası sayısınca pişirilmiş tuğla şekillendirdim. Arahtu Nehri'nin tıpkı
muazzam bir sel gibi asfalt ve zift taşımasını sağladım.
Ea'nın anlayışıyla,
Marduk'un zekasıyla, Nabû ve Nissaba'nın bilgeliğiyle, beni yaratan tanrının
sahip olmama izin verdiği engin akıl aracılığıyla, büyük aklımla düşündüm, en
bilge uzmanlar ve bilir kişiler ile [yapının] boyutları on iki arşınlık kural ile
belirledi. Usta yapımcılar ölçüm iplerini gerdiler, sınırları belirlediler.
Şamaş, Adad ve Marduk'a danışarak onaylarını aradım ve ne zaman zihnim [yapı] üzerinde tartışsa (ve) boyutları düşünüp (emin olamasam) büyük tanrılar onaylama yöntemi (kehanet) ile bana [gerçeği] bildirdiler. Şeytan çıkarma
zanaatıyla, Ea ve Marduk'un bilgeliğiyle orayı arındırdım ve ana platformu
eski temel üzerinde sağlamlaştırdım. Temellerine dağdan ve denizden, altın,
gümüş, değerli taşlar yerleştirdim. Tuğla işçiliğinin altına ışıltılı sapsu,
tatlı kokulu yağ, aromatikler ve kırmızı toprak yığınları koydum. Kraliyet resmimin toprak sepeti taşıyan tasvirlerini yaptım ve (onları)
çeşitli şekillerde yapının temeline yerleştirdim. Onu
eski zamanlarda olduğu gibi Efendim Marduk için merak uyandıran bir nesne yaptım." [2]
Bu kraliyet yazıtının 1880'lerde keşfedilmiştir. Daha eski tarihte bu zigguratın açıklamasını yapan tek isim MÖ 5. yüzyılın ortalarından kalma yazılarında
onu tanımlayan Herodot'tur. Heredot'un yazdıkları şöyledir:
"Kasabanın her bölümü merkezi bir kale tarafından işgal edildi. Birinde
kralların sarayı [vardı], büyük sağlamlık ve büyüklükteki bir duvarla çevriliydi:
diğeri Jüpiter Belus'un [Zeus] kutsal bölgesiydi. Sağlam pirinçten kapıları
olan, her iki yana uzanan 402 metrelik kare şeklinde bir mahfazaydı; bu da
benim zamanımda kaldı. Bölgenin ortasında, üzerinde ikinci bir kule
yükselen, 201 metre uzunluğunda ve genişliğinde sağlam duvarlı bir kule
var ve bunun üzerinde üçüncüsü, onun üzerinde dördüncüsü şeklinde sekize
kadar [kat kat] devam ediyor. Zirveye tüm kulenin etrafını saran dışarıdaki bir patika yol ile çıkılır. Biri yarı yolda kaldığında, zirveye giderken
yolda bir süre oturabilmesi için oturaklar ve bir dinlenme yeri bulunur. En
üstteki kulede geniş bir tapınak var ve tapınağın içinde, yanında altın bir
masa olan, zengin bir şekilde süslenmiş, alışılmadık büyüklükte bir kanepe
durur. Buraya dikilmiş herhangi bir heykel bulunmaz. Tanrının rahipleri olan
Keldanilerin [Babilliler] de onayladığı gibi, geceleri [burada] ülkedeki tüm
kadınlar arasından tanrı tarafından kendisi için seçilen bir kadın
bulunur." [3]
Tevrat'taki anlatılardan uzun zaman önce yazılmış çok sayıda Sümer efsanesi vardır. Dolayısı ile bu mitlerin Tevrat'ta yer alan metinlerin öncülleri olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Bu mitlerden biri "Enmerkar ve Aratta Efendisi"dir. Uruk kralı Enmerkar şehrini dağların arkasında yatan zengin şehir Aratta'da bulunan değerli
metal ve taşlarla süslemek ister. Aratta'nın tanrıçası İnanna, Enmerkar'a
yardım eder ve ona Aratta'ya meydan okuyan bir haberci göndermesini öğütler.
Karşılığında kraldan bir şey ister ve bu isteğin onun lehine
olduğunu belirterek iddiasını güçlendirir.
Daha sonra Enmerkar, Nudimmud büyüsünü yaparak, krallar aralarında tartışabilsin
diye Enlil'in tüm dilleri bir araya getirip tek bir dil yapmasını sağlar. Zamanında insanların konuştuğu tek dili çoğaltan ise tanrı Enki'dir.
İlgili tablet metni şöyledir:
Ona kutsal şarkıyı, odalarında söylenen büyülü sözü söyleyin - Nudimmud'un
büyüsü: "Yılanın olmadığı, akrebin olmadığı, sırtlanın olmadığı, aslanın
olmadığı, ne kurt ne de köpeğin olmadığı o gün, ne korku ne de titreme
olduğunda insanın rakibi yoktur! Böyle bir zamanda çok dilli Cubur ve Hamazi
toprakları ve benim muhteşem dağım Sümer ve uygun olan her şeye sahip olan
Akad ve güvenlik içinde dinlenen Martu toprağı - tüm evren, iyi korunan
insanlar - hepsi Enlil'e tek bir dilde hitap etsinler! O günlerde hırslı
bey, hırslı prens, hırslı kral Enki, Enki, hırslı bey, hırslı prens, hırslı
kral, hırslı bey, hırslı prens, hırslı kral, Enki, bereketin beyi, doğru
söyleyen bey, Yurdun bilge, anlayışlı beyi, tanrıların
uzmanı, anlayışıyla anılan Eridug’un beyi, yerleştikleri sürece [insanların] ağızlarındaki dili değiştirdi ve bu yüzden insanlığın konuşması gerçekten
birdir."
[4][5]
Yani bu Sümer efsanesinde Tevrat'a geçen tema vardır, bir olan dillerin
bozulması. Tek fark İbrahimi dinlerde bu dilleri bozarak çoğaltan tanrı iken,
Sümer metinlerinde bu karakter tanrı değil Enki yani şeytandır.
Çerokiler de (Amerikan
yerlileri) bu Sümer efsanesine benzeyen unsurlar içeren sözlü geleneğe sahiptir. Bir Kızılderili efsanesine bakarak bunu görelim:
Büyük suların ötesinde yaşadığımızda Çeroki kabilesine ait 12 klan vardı.
Yaşadığımız eski memlekette ülke büyük sellere maruz kaldı. Bu yüzden bir konsey yaptık ve cennete kadar yükselen bir ambar inşa etmeye karar
verdik. Ambar inşa edildikten sonra, tekrar seller geldiğinde
kabilemiz dünyayı terk edip cennete (göğe) gidecekti. Büyük bir
yapı inşa etmeye başladık ve en yüksek göklerden birine yükselirken büyük
güçler tepeyi yok ederek yapının yüksekliğinin yaklaşık yarısına kadarını kestiler.
Ancak kabile, can güvenlikleri için cennete uzanan yapıyı inşa etmeye
tamamen kararlı olduğundan cesaretleri kırılmadı, tanrıların verdiği zararı
onarmaya başladılar. Sonunda yüksek yapıyı tamamladılar ve kendilerini
sellere karşı güvende gördüler. Ancak tamamlandıktan sonra tanrılar yüksek
kısmı tekrar yok ettiler. Çerokiler hasarı [tekrar] onarmaya karar verdiğinde kabilenin dilinin karıştırıldığını veya yok edildiğini gördüler. [6]
Greko-Romen anlatısında Tartarus ve Gaia'nın birleşmesi sonucunda yaratılan, yılan ayaklı ölümsüz devler olan Gigant efsanesi bu öykü ile neredeyse
aynıdır. Ancak objektif olarak kabul edilmelidir ki bu kültürlerin yakın
teması söz konusu olduğundan duydukları efsaneyi Mezopotamya'dan Akdeniz'e
aktarmış olmaları çok güçlü ihtimaldir.
Dünyanın en uzak köşelerinde bulunan paralel mitoslar ve esrarengiz yapılardan biri de Meksika'daki
Büyük Cholula Piramidi'nin meşhur ikiz kulesidir.
Günümüze kadar keşfedilenler içinde hacim olarak en büyük piramit
Meksika Vadisi'nde bulunur. Büyük Cholula Piramidi olarak bilinen bu muazzam
piramit, Mezoamerikan tanrısı Tüylü Yılan, diğer adıyla Kuş-Yılan (Quetzalcoatl) ve yakınlarındaki
esrarengiz Teotihuacan bölgesi ile yakından ilişkilidir. Bu yapı ve daha
önce hakkında konuştuğum ziggurat, tasarımları açısından benzer olmasalar da
mitolojik gelenekleri ve gizemli işlevleri açısından oldukça benzerdir.
Aztekler için Cholula Piramidi ve Teotihuacan kutsal hac yerleriydi. Aztek mitolojisine göre Quinametzin, önceki “Yağmur Güneşi” döneminde bölgede yaşayan
devlerin bir ırkıydı. 3,7 metre uzunluğundaydılar ve hem Teotihuacan'ın hem
de Cholula Piramidi'ni inşa edenler onlardı.
MS 16. yüzyıl Dominik rahiplerinden Diego Duran, eski bir Cholula rahibi
tarafından kendisine iletilenler hakkında bir rapor yazmıştı. Yazdıklarına göre, güneş
ilk doğduğunda karada devler vardı ve onları Güneş'e götürecek bir kule
inşa etmeye karar vermişlerdi. Yaratıcı tanrı buna öfkelendi ve
gökyüzü sakinlerini kuleyi yıkmaya ve devlerin ırkını dağıtmaya çağırdı.
Aztek mitolojisinde buna benzer başka bir efsane daha vardır. 7 dev, dehşet verici bir tufandan sağ
kurtularak vadiye gelir ve tekrar böyle bir felaket olursa diye devasa bir piramit inşa etmeye
çalışırlar. (aralarında Xelhua'nın da bulunur) Tanrılar buna
öfkelenerek piramidin üzerine ateş topları fırlatır, birçoğunu öldürür ve böylece piramitin inşası da son bulur.
Tabi bu Mezo-Amerikan mitlerinin Tevrat-İncil metinlerini yansıtması, bunlarla
paralellik göstermesi, onları ilk kaydedenlerin keşişler, katolik rahipleri ve
misyonerler olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Yani Aztek efsanelerini kaydeden Musevi ya da Hristiyan din adamlarının bu efsanelere eklemeler yapmış olabileceği çoğu kez tartışılmış bir
konudur.
Bu Aztek efsanesine farklı bir bakış açısı kazandırabilmek için onunla paralellik
gösteren yerlerle ilişkili isimlerin köken ve anlamlarına bakmak gerekir.
Cholula kelimesini Nahua*** dilinde "sığınak yeri" anlamına gelen Cholollan'dır kelimesinden gelmektedir.
Teotihuacan kelimesi ise "İnsanların Tanrı Olduğu Yer" demektir.
Chimalpopoca metinlerinde, Teotihuacan ve Cholula ile ilişkilendirilen tanrı Tüylü Yılan'ın bir süre Dünya'da yaşadıktan sonra kız kardeşi olan
bekâr rahibe ile birlikte içerek sarhoş olduğu, onunla çiftleştiği ve kutsal
yükümlülüklerini ihmal ettiği anlatılır. Ertesi gün o ve ona tabi olanlar
muazzam bir taş sandık dikerler. Tüylü Yılan bu sandığın içine uzanır,
her yeri yeşim taşı ile kaplanır ve ateşe verilir. Külleri ve yüreği göklere
yükselince sabah yıldızına yani Venüs'e dönüşür.
Antik Yunan'ın Gigant anlatısı, devlerin dağların tepesine devasa kayaları
yığarak Olimpos'u yani gökyüzünü kuşatmaya çalıştıklarını anlatır.
Tüm bu benzerliklerin nasıl var olduğunun cevabı insanoğlunun göğe yüklediği kutsallıkta yatar. Gökyüzünün tanrıların ya da cennetin mekanı olduğu düşünüldüğünden bu kutsal alana erişme çabalarına yönelik hikayeler türetilmiş, yüksek yapılar inşa edilmiştir. Yani benzerliklerin asıl nedeni kolektif bilinçtir. Kimilerine göre ise bu benzerliklerin
çok daha gizemli nedenleri vardır...
DİPNOTLAR
* Kur'an'da arşa istiva eden
Allah gibi Yahve'de göktedir. Bu İbrahimi dinlerin geleneksel
inancıdır.
** Bilinmeyen bir şeyin
kökenini açıklayan bir mit türüdür.
*** Nahuatl, Meksika'da ve El Salvador'da Nahualar tarafından
konuşulan bir dildir.
KAYNAKLAR
[1] Yaratılış 11:1-9
[2] George, Andrew (2007) "The Tower of Babel: Archaeology, history
and cuneiform texts" Archiv für Orientforschung, 51 (2005/2006). pp. 75–95
Tebai'nin (Thebai) Kutsal Grubu, yalnızca savaşçı değil aynı zamanda aşık olan
300 Tebaili askerden oluşan seçkin bir savaşçı bölüğüydü. Yunan tarihçi,
biyografi ve deneme yazarı Plutarhos'a göre bu birliğin oluşturulması bir askeri
lider olan Gorgidas tarafından MÖ 379 ve 378 yılları arasında gerçekleşmişti.
Gorgidas, sıradan askerlerden farklı olarak aşıklardan oluşan bir bölüğün
birbirlerini hayatta tutmak için daha vahşice ve istekli savaşacağına inanan
biriydi.
Daha sonra General Pelopidas ve Epaminondas, aşık askerlerden oluşan bu elit
birliği bir savaş gücüne dönüştürerek tüm geç klasik Yunanistan'ın saygısını
kazanmıştı. Bu birliğin varlığı MÖ 378'den 338'e kadar kırk yıl boyunca devam
etmişti.
Bu birliğin, Spartalı general Phoebidas'ın (Yukarıdaki Pelopidas ile
karıştırmayın) General Gorgidas'ın ellerinde can vermesinden kısa bir süre
sonra oluşturulduğunu, akabinde generalleri öldürülen Sparta kuvvetleri işgal
altındaki Tebai Kalesi'nden dışarı atıldığını (MÖ 378) söyleyen araştırmacılar
da vardır.
Tebai'nin Kutsal Grubu'nun rol aldığı en ünlü savaş, MÖ 371'de Spartalılara
karşı gerçekleşen Lektra ( Leuctra) Savaşı'ydı. Bu savaşta Spartalıların Yunan
Yarımadası üzerindeki kontrolünü yıkarak zaferle çıkmıştılar.
Bir Yunan ordusunun safları geleneksel olarak en iyi ve seçkin savaşçıların
sağ kanada yerleştirilmesi ile oluşurdu. Sol kanatta ise subaylar, rütbeli
kişiler ve daha zayıf askerlerden oluşurdu. General Pelopidas tarafından
yönetilen Kutsal Tebai Grubu, ordu hattının sağ kanadını oluşturuyordu.
Savaş anı geldiğinde Kutsal Grup kendini kanıtlama fırsatı yakalamıştı.
Thebali süvariler Sparta hatlarında hasara yol açınca Kutsal Grup kontrolü ele
geçirdi. Stratejik olarak Spartalıların sağ kanadına saldırdılar ve Kral
I. Clembrotus da dahil olmak üzere bin Spartalı askeri öldürdüler.
Tıpkı birçok eski profesyonel birliğe benzer şekilde Tebai'nin Kutsal Grubu'da
savaşa her daim hazır olmalıydı. Bu yüzden sürekli egzersiz yapıyor, güreş,
kılıç ustalığı, boks ve Falanks** düzeni konularında eğitiliyorlardı. Bunun yanı sıra onlardan tıpkı
Atina ordusunda olduğu gibi sanatla uğraşmaları, şiir ve felsefeye de ilgi
göstermeleri beklenirdi.
Tabi tutuldukları bu eğitimlerin Yunan birlikleri için daha akıllı,
entelektüel ve savaşın doğasına uyumlu askerler yarattığına inanılıyordu.
Hatta eğitimlerinin Atinalıların zekasına, Spartalıların gaddarlığına uyacak
şekilde tasarlandığı söyleniyordu.
Makedon Kralı II. Filip bu birliğin eğitim ve cinsel birlikteliklerini
incelemiş ve uygun gördüklerini kendi savaş gücüne dahil etmişti. Diğer
artıların yanında bunun da etkisi ile MÖ 338'de Kutsal Tebai Bölüğü'nü yenerek
zafer elde edecekti.
II. Filip için MÖ 338'de gerçekeşen Heroneya Savaşı tüm orta ve güney
Yunanistan eyaletleri üzerinde egemenlik kurması için önemliydi. Her zaman
düşman olan iki şehir devleti Tebai ve Atina, Makedon kralına karşı güçlerini
birleştirip Yunan ittifakı kurmuşlardı. II. Filip bu çatışmada liderlik
deneyimi kazanması için oğlu İskender'i sol kanata süvari komutanı olarak
yerleştirmişti.
Filip ya kazanarak tüm Yunanistan'ı ele geçirecek ya da kaybederek
egemenliğini, hayatını ve öz oğlunu kaybedecek ya da Tebai'nin Kutsal Gücüyle
karşı karşıya gelip yenilecekti.
Filip, Tebaililerin Spartalılarla
savaşırken uyguladığı taktiğe başvurarak geri çekiliyor gibi yaptı. Bu sayede
kendi hattını güçlendirerek Atina hattının karşısına yerleştirdi. İskender
saldırıyı yönetip Kutsal Grup'u alt etti. Atinalı müttefikleri teslim olmaya
başladı. Teslim olabilecekleri söylenmesine rağmen Tebaililer savaşmaya devam
ederek İskender ve babası önünde teslim olmayı reddetti. Yedikleri onca ok ve
mızrak darbesine rağmen yok olana kadar dayandılar. Böylece Kutsal Grup
ölümüne savaşarak tarih oldu.
Sevgililerini ve asker arkadaşlarını korumak isterken ölen, üst üste
yığılmış Tebai ölülerinin bu görüntüsü ve ölümüne savaşmaları hem II.Filip
hem de genç oğlu Büyük İskender'in saygısını kazanmıştı.
Yunan
tarihçi Plutarhos, II.Filip'in gördüğü manzara karşısında, Tebai'nin Kutsal
Grubu'nun sahip olduğu yoldaşlığı kimsenin baltalayamayacağını anlayarak
saygı gözyaşları döktüğünü yazmıştır.
MÖ 300'de Yunan şehri
Tebai'de bu bölüğün mezar alanlarını işaretlemek amacıyla onların onuruna
taş bir aslan inşa edilmişti. Yunanistan'ın Heroneya köyünde bu alanı görmek
mümkündür.
Peki böyle bir birim, eski zamanlarda nasıl var olabilmişti? Bu konu
irdelendiğinde Tebai'nin Kutsal Grubu, antik Yunan savaş ve kültürleri
hakkında daha fazlasının anlaşılmasına yardımcı olur.
ABD Silahlı Kuvvetleri 1993'ten bu yana askerlerin cinsel kimliği hakkında
"sorma ve söyleme" politikasını uyguluyor. Antik Yunan'da ise bu durum bir
tabu değildi.
Tarih bilgini Thomas K. Hubbard'a göre, MÖ 4. yüzyıldan beri erkek eşcinsel
ilişkileri Yunan felsefi söyleminde tekrar eden bir tema olmuştu.
Bu gerçeği ortaya koyan noktalardan biri de eski Yunan kültüründe yerleşik
olan pedagojik oğlancılık, yani yaşlı bir erkek ve genç bir erkek arasındaki
cinsel birliktelikti.
Antik Yunandaki yaşama ışık tutacak eserlerden biri Symposion'dur. Platon'un
yaklaşık olarak MÖ 385-370 aralığında yazdığı Symposion* adlı eserde tamamı eşcinsel aşıklardan oluşan bir savaşçı birliğine
sahip olmanın olumlu yönleri hakkında varsayımsal metinler görülmektedir.
Çünkü Platon tıpkı General Gorgidas gibi, her savaşçının sadece kendini
kurtarmak için değil, aynı zamanda sevgilisini de korumak için savaşacağına
inandığından, eşcinsel aşıklardan oluşan bir ordunun son derece etkili
olacağına inanıyordu.
Antik Yunan'a ait çanak çömleklerde bile iki erkek olan Zeus ve Ganimedes'in
cinsel birliktelik yaşarken resmedildiği görülür. Yunan mitolojisinde
Ganimedes olağanüstü güzelliğe sahiptir, öyle ki ölümlülerin en güzeli olarak
nam salmıştır. Güzelliğine dayanamayan Zeus bir kartal göndererek kutsal
kahraman Ganimedes'i kendisine şarap sunarak hizmet etmesi için İda, yani Kaz
Dağı'ndan, Olimpos'a kaçırmıştır.
Antik Yunan halkı Platon'un ve
Gorgidas'ın görüşlerini aynı şekilde benimsememişlerdi. Yazar Goran
Blazeski'nin belirttiği gibi Antik Yunanlılar cinsel arzuyu sadece çiftlerin
cinsiyetine göre değil, her üyenin ilişkide oynadığı baskın rollere göre
ayırmıştı ve cinsel birliktelik genellikle yetişkin bir erkek ile toy bir genç
erkek arasında gerçekleşiyordu.
İşte, eşcinsel ilişkilerin bu
kültürel kabulü, Platon'un Symposion adlı eserindeki aşk ve bağlılıkla ilgili
bir diyaloğa “böyle aşıklardan oluşan herhangi bir ordunun tüm insanlığı
fethedebileceği” şeklinde yansımıştı. Bu tür filozofların konuya dair övgüleri
tabi ki Tebai'nin aşıklar ordusu gibi birliklerin oluşturulmasına yönelik
girişimlerde rol oynamıştır.
Tıpkı Tebai'nin Kutsal Grubu gibi Sparta askeri geleneği de eşcinsel
ilişkiyi, birlikler arasındaki duygusal bağları ve morali teşvik edici bir
unsur olarak görüyordu. Ancak pek çok asker sadece kendi birlikleri içindeki
sevgililere özel değildi, onlardan devlete de bağlı olması beklendiği için
durumları biraz farklıydı.
Tebai'nin tarihi Miken zamanlarına kadar
uzanıyordu. Beotia bölgesinde ortaya çıkmış ve Beotia Konfederasyonu içinde
lider güç haline gelmişti. İşte Tebai'nin Aşık Savaşçıları da Tebai'nin
bölgedeki güç ve itibarını korumaktan, güvence altına almaktan bir şekilde
sorumluydular.
Başlangıcından itibaren Tebai, Atina'ya karşı düşmanlığını devam ettirmişti.
Hatta en iyi bilinen düşmanlık örneklerinden biri, MÖ 480-479'da Ahameniş
İmparatorluğu'nun Yunanistan'a düzenlediği İkinci Pers İstilası ile 3.gün
devam eden Termopylae Muharebesinden sonra Perslerin yanında yer almalarıydı.
Hatta Tebai yalnızca Atinalılara değil, Spartalılara da düşman olan bir şehir
devletiydi.
Tebai savaş sanatı konusunda büyük saygı
görüyordu. Askeri güçlerini arttırmak için akıl edip oluşturdukları Aşıklar
Bölüğü Tebai'nin itibarını artırıyor, onu güçlü bir şehir devleti yapıyordu.
Gorgidas, Tebai'nin yalnızca seçkin bir savaş gücüne değil aynı zamanda
liyakate dayalı, eşit statüdeki sevgililerden oluşan birliklere ev sahipliği
yapması gerektiğini düşünmüştü. Aşıklar Grubu'nun üyeleri statü ve sınıflı
toplumun etkisinden bağımsız olarak yalnızca erdem ve eylemleri ile
belirleniyorlardı.
Plutarhos'un yazdıklarına göre, bölüğün başındaki "kutsal" terimi, Tebai'nin
"Iolaus" Mabedi'nin önünde aşıklarına ölümsüz aşk yemini eden ve sadece
birbirlerine değil, kutsal grup içinde hizmet ettikleri yoldaşlarına olan
bağlılıklarını pekiştiren Tebaili askeri birliklere atıfta bulunmaktaydı.
Tüm bu bilgiler doğrultusunda anlıyoruz ki Spartacus vb. dizilerdeki eşcinsel sevişme sahneleri, eşcinsel izleyicilerin ilgisini çekmek için çekilmiyor, dönem kültürünün bu yönünü de yansıtmayı amaçlıyordu.
DİPNOTLAR
* "Birlikte içme" anlamına
gelen Symposion, Platon'un yazdığı diyaloglardan biridir. Aşk ve aşka
övgüler içeren konuşmaları içermektedir. ** Falanks, genellikle mızrak gibi silahlar kullanan askerlerin
birbirinden ayrılmadan art arda saflar halinde savaşmasını esas kabul eden
bir savaş düzenidir. Antik Yunan'daki yansıması Hopliteler adlı ağır
piyadelerin savaş düzenidir.
Artık dini içerikli konuları anlatma şeklimi değiştirdiğimi belirtmiştim. Yine Muhammed'in Zeyd'in eşiyle evlenmesini
ele alacağım bu makalede de, benimsediğim, daha mantıklı bulduğum yeni yöntem
gereği sizlerle doğrudan İslami kaynaklarda yazanları paylaşacağım. Dolayısı ile
bu kaynaklardan neyi anlamanız ya da nasıl bir sonuç çıkarmanız gerektiği de
yine size kalacak.
Konuya Zeyd'in Muhammed'in ailesine nasıl dahil olduğuna dair hadis ile
başlayalım.
ZEYD'İN AİLEYE DAHİL OLMA SÜRECİ
İbn-i Sad, Tabakat, 1. cilt, Resulullah'ın Hizmetçileri ve Köleleri Bab'ı [1]
:
... Hatîce, Zeyd b. Hârise’yi satın almıştı. Hakîm b. Hizâm b.
Huveylid, Zeyd’i Ukâz çarşısında 400 dirheme satın almıştı. Resûlullah
(sas) Hatîce ile evlendikten sonra Zeyd b. Hârise’yi kendisine vermesini
rica etti. Hatîce Zeyd’i Resûlullah’a (sas) hibe etti. Resûlullah (sas)
Zeyd b. Hârise’yi ve eşi Bereke’yi azat etti ...
Kütüb-i Sitte'de yazdığına göre Hatice, 8 yaşındaki Zeyd'i Muhammed'e
bağışladığında Muhammed'e henüz peygamberlik gelmemişti. [Hadis Ansiklopedisi
Kütüb-i Sitte I, 12.cilt, sayfa 324, Prof. Dr. İbrahim Canan]
Daha sonra Muhammed onu oğlu ilan eder [1][2] :
... Kelb kabilesine mensup olan o kişiler gidip babasına durumu
bildirdiklerinde o “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki benim oğlum!” dedi. Ona
yerini ve kimin yanında olduğunu tarif ettiler. Şerâhîl’in iki oğlu Hârise
ve Ka’b, Zeyd’i fidye karşılığında kurtarmak üzere [yola] çıktılar. Mekke’ye
gelip Peygamber’i (sas) sordular. Mescitte olduğu söylendi. Hemen huzuruna
girip dediler ki: “Ey Abdullah’ın oğlu! Ey Abdülmuttalib’in torunu! Ey İbn
Hişâm’ın torunu! Ey Kabile reisinin torunu! Siz Harem’in sahipleri ve
komşularısınız.
Allah’ın evi olan Kâbe’nin yanı başındasınız. Köleyi azat eder, esiri
doyurursunuz. Yanındaki oğlumuz için sana geldik. Bize ikramda bulun, onun
fidye ile azadı konusunda bize bir iyilik yap! Fidyeyi senin için
artıracağız.” Peygamber (sas), “Kimdir o?” diye sordu. “Zeyd b. Hârise.”
dediler. Allah Resûlü (sas), “Bunun başka bir yolu olmaz mı?” dedi. “Nedir
o?” diye sordular. Resûlullah (sas), “Onu çağırın ve tercihinde serbest
bırakın. Şayet sizi tercih ederse o fidyesiz olarak sizindir. Şayet beni
tercih ederse, vallahi ben, hiçbir kimseyi beni seçen birine asla tercih
etmem.” dedi. “Bize daha fazla adalet gösterdin ve iyilik ettin.” dediler.
Onu çağırdılar. Peygamber (sas) “Bunları tanıyor musun?” dedi. Zeyd, “Evet!”
dedi. Resûlullah (sas), “Kimdir bu iki kişi?” diye sordu. Zeyd, “Bu babam,
şu da amcamdır.” dedi. Resûlullah (sas), “Ben senin tanıyıp bildiğin bir
kişiyim. Seninle arkadaşlığımı gördün. İstersen beni tercih et, istersen
onları!” (dedi). Zeyd, “Hiçbir kimseyi asla sana tercih etmem. Sen benim babam ve
annem yerindesin.” dedi. Zeyd’in babası ve amcası, “Yazıklar olsun sana ey
Zeyd! Hürriyete, babana, amcana ve ailene karşılık köleliği mi tercih
ediyorsun?” dediler. Zeyd, “Evet, ben bu insanda, ona asla hiçbir kimseye
tercih edemeyeceğim bir şey gördüm.” dedi. Allah Resûlü (sas) bunu görünce,
onu Hıcru’l-Kâbe’ye çıkardı ve buyurdu ki: “Ey burada hazır olanlar! Zeyd benim oğlumdur, ben ona varis olurum, o da
bana varis olur.”
Bu durumu gören Zeyd’in babasının ve amcasının gönülleri hoşnut oldu ve
oradan ayrıldılar. Bundan böyle o; Allah, İslâm dinini gönderinceye kadar “Zeyd b. Muhammed” diye çağrıldı.
Hadisin devamında anlatılanlar gösteriyor ki pagan Araplar arasında
üvey ya da öz oğulun eşi ile evlenmek gibi bir gelenek yoktu ve hoş
karşılanmamaktaydı. Ahzâb 40, 5. ayetler de bu duruma cevap olarak ortaya
çıkmıştı. Hadisin kalan kısmına devam ederek olayları görelim.
Bunların hepsini bize Hişâm b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî babasından, Cemil b. Mersed et-Tâî’den ve başkalarından nakletti. [Hişâm] bu rivayetin bir kısmını, babası, Ebû Sâlih, İbn Abbâs tarikiyle rivayet etti ve İbn Abbâs isnadında şöyle dedi:
“Allah Resûlü (sas) Zeyd’i, Zeyneb bt. Cahş b. Riyâb
el-Esediyye ile evlendirdi. Zeyneb’in annesi Ümeyme bt. Abdülmuttalib
b. Hâşim’dir. Bir müddet sonra Zeyd onu boşadı, Allah Resûlü (sas)
onunla evlendi. Bu olay üzerine münafıklar konuşup durdular,
Peygamber’i (sas) ayıpladılar ve dediler ki: Muhammed oğulların
eşlerini haram kılıyor ama kendisi oğlu Zeyd’in hanımı ile evleniyor.
Bunun üzerine Allah,
“Muhammed erkeklerinizden hiçbirisinin babası değildir. Ama o
Allah’ın Resûlü ve son peygamberdir.”[Ahzab 40]
diye başlayıp devam eden ayeti indirdi ve [aynı surenin daha önce
gelen bir ayetinde] şöyle buyurdu: “Onları babalarına nispet ederek çağırın!” [Ahzab 5] [Ayrıca bkz: Kaynak 3]
O günden sonra Zeyd, “Zeyd b. Hârise” diye çağrıldı ve evlatlıklar da
babalarına nispet edilerek çağrıldılar. Mikdâd, Amr’a nispet edilerek
çağrıldı. Hâlbuki daha önce ona “el- Mikdâd b. el-Esved” deniyordu.
el-Esved b. Abdüyağûs ez-Zührî onu evlatlık edinmişti.
Taberi Tefsiri'nde pagan Araplar arasında evlatlıkların eşiyle evlenmenin
yasak olduğu şöyle anlatılır:
Âyette: "Allah, evlatlıklarınızı da öz oğullarınız yapmadı."
buyuruluyor.
Ayetin bu bölümü, İslam'dan Önce insanların uyguladıkları "Evlatlık
müessesesini ortadan kaldırmaktadır. Bu cahiliye adetine göre kişi,
başkasının çocuğunu alıp evlat edinirdi ve evlat edindiği çocuk o
adamın öz evladı gibi kabul edilirdi. Evlat edinen kişi, evlatlığı
ile evlenemezdi. Birbirlerine mirasçı olurlardı ve bunlar,
birbirlerinin mahremi kabul edilirdi. İşte âyet bu adeti
kaldırmakta, evlatlığın, öz evlat olmadığım
bildirmektedir. [4]
Muhammed, Allah'ın bu evliliğe izin verdiğini belirterek onu ayıplayanlara
olay üzerine vahiy olduğu söylenen Ahzab 38-39 ile cevap verir. Şöyle der:
"Allah’ın, kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme
hususunda peygamber için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Allah’ın hükmü
değişmez kaderdir. Daha önce gelip geçen, Allah’ın vahyini insanlara
ulaştıran, O’ndan çekinen, Allah’tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen
peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak
Allah kâfidir."
"O Peygamberler ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan
korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah
(herkese) yeter"
İslam alimlerince Muhammed'in, evlatlık oğlu Zeyd'in karısı ile
evlenmesinin nedeni evlatlığın öz evlat gibi olmadığını göstermekti.
Konuyla ilgili Taberi şöyle der:
Peygamber efendimizin yanında büyüyen Zeyd b. Hârise de
Peygamberimize nisbet ediliyor ve kendisine "Muhammed'in oğlu."
deniyordu. Bu ayet nazil olduktan sonra artık böyle söylenmesi
yasaklandı. Daha sonra da izah edileceği gibi Resulullah (s.a.v.)
Zeyd b. Hârise’nin boşadığı Zeyneb Bint-i Cahş ile, Allah'ın bu
husustaki emri gereği olarak evlendi. Böylece tatbiki olarak,
evlatlığın, bir insanın öz evladı gibi olmayacağım
gösterdi. [4]
Peki Muhammed'in evlatlığının eşi Zeyneb ile evlenmesi nasıl olmuştu. Süreç nasıl gelişmişti? Buna
da yine hadisler ve bağlantılı olan ayetler ile bakalım.
OLAYLARIN GELİŞME SÜRECİ
Muhammed, Zeyd ile Zeyneb'i MS.623'te nikahlamıştır. [5] Çift bir yıl
kadar evli kaldıktan sonra boşanmıştır. Bazı hadislerde Zeyneb'in Zeyd ile
evlenmek istemediği, Muhammed'in ısrarı üzerine kabul ettiği yazmaktadır.
[6]
İbn-i İshak'ın siyerinde Zeyneb'in, Zeyd'den el-Hakem adında bir oğlu
olduğu yazar (384.hadis) ve ilgili bölümün devamında yer verilen hadis
şöyledir:
385. Zeyd b. Harise hastalandı. Rasulullah (S.A.V.) onu ziyarete
gitti. Zeyd'in hanımı Zeyneb binti Cahş, Zeyd'in baş ucunda
oturuyordu.
Zeyneb, bazı işlerini yapmak üzere ayağa kalktı. Rasulullah (S.A.V.)
onu gördü ve başını önüne indirerek: "Kalpleri ve gözleri ters yüz
eden Allah, noksanlıklardan uzaktır." buyurdu. Bunu üzerine Zeyd:
''Ya Rasulullah, onu senin için boşuyorum." dedi. Rasulullah:
"Olmaz." cevabını verdi.
Bu olay üzerine Allah şu ayeti [Ahzab 37'yi] indirdi. [7]
Bu olay kısmen farklı anlatımlar ile başka İslam kaynaklarında da yer alır.
Bunlardan birine daha bakalım:
Allah Rasûlü onun ailesine karşı gösterdiği bu tutumu değiştirmek için
Zeyd’in evine ziyarete gitti. Ancak Zeyd evde yoktu.
Bundan dolayı otuz altı yaşında olan ve üzerinde safranlı suda yıkanmış
elbisesi içinde çok cazibeli duran Zeyneb bint Cahş, Hz. Peygamber’e
kapıyı açtı ve Zeyd’in evde olmadığını söyleyerek içeriye girmesini
teklif etti, ancak Allah Rasûlü, Zeyd evde olmadığı için içeriye girmeyi
uygun bulmadı. Buna rağmen şöyle demekten de kendini alamadı: سبحان
العظیم الله سبحان القلوب مصرف’’ Kalpleri bir halden diğer bir hale
çeviren Allah ne yücedir…’’
Daha sonra Zeyd eve gelince Zeyneb, Rasûlüllah’ın geldiğini haber
verince Zeyd: ‘‘Rasûlüllah’a niçin içeriye girmesini söylemedin?’’ dedi.
Zeyneb: ‘‘İçeriye girmesini söyledim, fakat o, bunu kabul etmedi ve
ondan bir şeyler duydum’’ deyince Zeyd: ‘‘Onun ne olduğunu sordu?’’
Zeyneb, söylediği şeyleri anlayamadım, ancak şöyle dediğini işittim:سبحان العظیم الله سبحان القلوب مصرف’’ Kalpleri bir halden diğer bir hale
çeviren Allah ne yücedir…’’ Bunun üzerine Zeyd, Hz. Peygamber’e gelerek: ‘‘Senin evime geldiğin
haberini aldım. Niçin evime girmedin? Annem babam sana feda olsun.
Zeyneb hoşuna gittiyse, onu boşayayım.’’ Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Zeyd’e: ‘‘Eşini tut’’ dedi. Aradan çok geçmeden Zeyd tekrar Allah
Rasûlü’ne gelerek aynı şeyleri söyledi, Hz. Peygamber de aynı şekilde:
‘‘Eşini tut’’ diye karşılık verdi. Zeyneb ile arasındaki şiddetli
geçimsizliğe daha fazla dayanamayan Zeyd eşini boşadı. [8]
Gördüğünüz gibi İbn-i İshak Muhammed, Zeyneb'i görüp o sözleri söylediği
sırada Zeyd evdeydi derken diğer kaynaklar Zeyneb evde tekti demektedir.
Fakat tümünde olayın sıralaması aynıdır. Yani Zeyd'in Zeyneb'i boşamak
istemesi, Muhammed Zeyneb'i görüp bu sözleri söylemesinden sonra
gerçekleşmektedir.
Kur'an'da söz konusu hadislerle bağlantılı olan bölüm Ahzab 37'dir. Şöyle
yazar:
"Hani sen Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye, “Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah’tan sakın” diyordun. İçinde, Allah’ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden çekinmene Allah daha lâyıktı. Zeyd, eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında), evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü’minlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmiştir."
Sünen-i Tirmizi'de yazan hadise bakarak devam edelim:
3212- Enes (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Cahş’ın kızı
Zeyneb hakkındaki Ahzab sûresi 37. ayeti indiği zaman Zeyd şikayetçi olarak
geldi,
boşamadan dolayı üzgündü.
Rasûlullah (s.a.v.),
kendisine
“Eşini terk etme, Allah’a kendine ve diğer insanlara karşı vazifene
dikkat et”
diyordu.
Tirmizî: Bu hadis sahihtir. [9]
MUHAMMED'İN ZEYNEB İLE EVLENMESİ
Muhammed ile Zeyneb hicretin 5. yılında evlenmiştir. Bu sırada Zeyneb 35
yaşındadır. (Kaynaklar Zeyneb'in yaşı konusunda tamamen örtüşmez. Kimileri 35, kimileri 36 yaşında olduğunu söyler.) Evlilikleri konusunda 2 farklı rivayet vardır.
Birinci rivayet şöyledir:
Zeyneb, Zeyd'den boşandıktan sonra bir gün Muhammed, Aişe ile oturmaktadır. Bu
sırada Ahzab 37 nazil olur ve Muhammed "Yüce Allah beni onunla evlendirdi. Kim
bunu gidip Zeyneb'e müjdeler?" der. Hizmetçilerinden Selma bu haberi ve gümüş
ayak bileziklerinden oluşan hediyeyi Zeyneb'e götürür. Daha sonra Zeyneb,
Muhammed ile evlenir. [10]
Şimdi de ikinci rivayete bakalım:
Zeyneb'in iddet süresi bittikten sonra Muhammed evlatlık oğlu Zeyd b.
Harise'yi göndererek Zeyneb'i kendine istetir. Zeyd evine gittiği sırada
Zeyneb hamur yoğurmaktadır. Zeyd o anı şöyle anlatır:
“Onu görünce içim kabardı öyle ki ona bakamayacak duruma geldim. Hz.
Peygamber’in Ona talip olduğunu kendisine söyleyemedim. Sırtımı ona döndüm
ve geriye dönerek, ‘Ey Zeyneb, sana müjdeler olsun. Allah Resûlü seni
kendisine istemem için beni sana gönderdi’ dedim. Zeyneb de, ‘Azîz
veCelîl olan Rabbim bana emretmedikçe ben bir şey yapmam’ dedi. Sonra
kalkıp namazgâhına
gitti.” Bu olay üzerine Ahzâb
sûresi 37. âyet nâzil oldu. [11]
Bu evlilik sonucu Zeyneb kendini Muhammed'in diğer eşlerinden daha üstün
tutuyor, bunu da Allah'ın müdahalesine bağlıyordu.
3213- Enes (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Zeyneb
binti Cahş hakkında “… Fakat Zeyd okadınla beraberliğini sona erdirdiğinde onu seninle evlendirdik…”
ayeti indirilince Zeyneb, Peygamberin diğer hanımlarına karşı övünür ve
şöyle derdi:
“Sizleri kendi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat semanın
üstünden Allah evlendirdi.” [12]
Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir.
İKİ SORU
Hiçbir yorum katmadan doğrudan İslami kaynakları paylaştığım bu makalenin
sonunda Müslüman arkadaşlara konuyla ilgili olarak 2 soru sormak istiyorum.
Tüm samimiyetimle söylüyorum ki bu soruları sorma amacım görüşlerinizi
öğrenmektir. Herhangi bir art niyet taşımamaktadır.
1) Gördüğünüz gibi İslam öncesi
pagan Araplar tıpkı bizim kültürümüzdeki gibi evlatlık bile olsa onu öz oğul
gibi görmeyi daha doğru bulmakta, dolayısı ile üvey de olsa oğlunun karısı ile
evlenmeyi doğru bulmamaktadır. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Evlatlık
olduğunuzu varsayın. Bu durumda eşinizden boşansanız ve üvey babanız eski
eşinizi kendine eş olarak alsa, yani eski karınız anneniz olsa bundan rahatsız olur muydunuz, olmaz mıydınız?
2) İslam'a göre Muhammed MS. 610 yılında, 40 yaşındayken peygamber
olmuştur (Ölümü 8 Haziran 632). Zeyneb ile MS 627'de evlenmiştir. Yani
yaşanan bu olaylar, Allah, Muhammed'i "peygamber" olarak görevlendirdikten
yaklaşık 17 yıl sonra gerçekleşmiştir. Arapların benimsediği "oğullukların
eşleriyle evlenmenin yasak olduğu" yönündeki geleneği geçersiz kılmak
böylesine önemli bir konu ise Allah bunu vahiy etmek için neden bu kadar
uzun süre beklemiştir?
KAYNAKLAR
İbn-i Sad, Tabakat, 1. cilt, Resulullah'ın Hizmetçileri ve Köleleri Bab'ı,
Siyer Yayınları, ISBN978-605-9283-31-1
İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir,
Tefsir, c. 3, s. 491
Siyer-i ibn İshak, Peygamberin Cahş Kızı Zeynep'le Evlenmesi babı,
385.hadis, çeviren: Sezai Özel, yayına hazırlayan Prof. Dr. Muhammed
Hamidullah, Akabe
İbn Sa’d, 1990, VIII, 80-81; Hamidullah, 1993, II, 682; Ayrıca bkz:
Tefsir-i Taberi, cilt: 6, cüz: 22, sure: 33, sayfa 499, tercüme: Kerim
Aytekin, Hasan Karakaya, Hisar Yayınevi
İbn Sa’d, c. VIII, s. 72; Taberî, Târîh, c. II, s. 563; İbnü’l-Cevzî, c.
III, s. 226
İbn Sa’d, c. VIII, s. 73; İbn Abdilberr, c. IV, s. 1851; İbn Kesîr,
Bidâye, c. IV, s. 250; İbn Kesîr, Tefsir, c. XII, s. 6545; Bu rivâyetin
farklı bir şekli için ayrıca bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, c. VII, s.
126; Nüveyrî, c. XVIII, s. 119; Zehebî, c. II, s. 217
Buhârî, Tefsir-ül Kur’ân: 27; Müslim, Cuma: 17; Sünen-i Tirmizi, 3213; İbn
Sa’d, c. VIII, s. 73; İbn Abdilberr, c. IV, s. 1850; İbn Kesîr, Tefsir, c.
XII, s. 6546
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Ebers Papirüsü, Mısır tıp tarihinin en eski ve en kapsamlı kayıtlarından biri
olarak kabul edilir. Antik Mısır'ın tıp dünyasına bir pencere açarak hem
bilimsel (rasyonel yöntemler) hem de büyü içeren dini (irrasyonel yöntemler)
metotların karışımını yansıtır. Neredeyse beş kez kapsamlı bir şekilde
incelenmiş ve yeniden çevrilmiştir. Eski Mısır'ın M.Ö.14-16. yüzyıllarının
kültürel yapısına dair çok fazla fikir verdiği için önem kazanmıştır.
Ebers papirüsü hastalıklar ve yaralanmalar için 842'den fazla tedavi içeren
eski bir tıbbi belgedir. Bu metinler özellikle kalp, solunum sistemi ve
diyabet odaklıdır.
Bu papirüs 21 metre uzunluğunda ve 30 cm genişliğindedir. 22 satıra
bölünmüştür. Adını ünlü Mısırbilimci Georg Ebers'dan almıştır. Bu papirüsün
MÖ 1550-1536 yılları arasında, I. Amenopis döneminde hazırlandığı tahmin
edilmektedir. Şu anda Almanya'da Leipzig Üniversite'sinin kütüphanesinde
bulunmaktadır.
Ebers Papirüsleri pek çok tıbbi bilgiyi kapsıyor olsa da bu tedavilerin nasıl
keşfedildiğine dair sadece bir avuç belge bulunmaktadır. Georg Ebers
tarafından satın alınmadan önce Teb'in Tıbbi Assasif Papirüsü olarak
biliniyordu. Georg Ebers'in eline nasıl geçtiğinin hikayesi ise, papirüsün
bahsettiği tıbbi ve ruhsal tedaviler kadar harikadır.
Efsaneye göre 1872'de Georg Ebers ve zengin yardımcısı Herr
Gunther, Luksor'da (Teb) nadir bulunan bir koleksiyon mağazasına
adım attı. Mağaza sahibi Edwin Smith adlı bir koleksiyoncuydu. Mısırbilim
camiasında dolaşan söylenti Ebers'in bu papirüsü esrarengiz bir şekilde elde
ettiği yönündeydi.
Ebers ve Gunther geldiğinde Smith onlara mumya bezine sarılı tıbbi metinler
içeren bir papirüs sundu. Bu papirüsün Nekropolis'in El-Assasif semtinde, bir
mumyanın bacakları arasında bulunduğundan bahsetti. Ebers ve Gunther bu
papirüsü satın aldı ve ilk olarak 1875'te Faksimile adıyla yayınladı.
Ebers, bu tıbbi bilgiler içeren papirüsleri çoğaltarak hiyerogliflerin
İngilizce ve Latince'ye çevirileri de dahil olmak üzere iki farklı cilt renkli
fotoğraf ile yayınladı. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra, 1890'da Joachim
bunların Almanca çevirisini çıkardı ve ardından 1917'de H. Wreszinski
tarafından rahip sınıfına ait metinlerin hiyerogliflere çevirisi yapıldı.
Papirüsler 4 kez daha farklı bilim insanları tarafından
İngilizceye çevrildi. İlk çeviriyi 1905'te Carl Von Klein, ikinciyi
1930'da Cyril P. Byron, üçüncüyü 1937'de Bendiz Ebbel, dördüncü ve son
çeviriyi doktor ve bilim insanı Paul Ghalioungui'ni yaptı. Tüm bu çeviriler
sayesinde antik Mısır'ı anlamak biraz daha kolaylaştı.
Antik Mısır'da tıbbın iki kategoriye ayrıldığını, birinin bilimsel, akılcı
yöntemler, diğerinin ise muska, büyü, mısır tanrılarına yazılmış büyülü sözler
gibi dini-büyülü inançlara yönelme olduğunu belirtmiştim. Toplumda sihir, din
ve tıbbi sağlık yöntemleri arasında güçlü bir ilişki vardı. Bakteri, virüs
gibi kavramlar yoktu, bunların boşluğunu tanrıların kin ve öfkesine olan inanç
doğuruyordu. Hastalığın temel nedeni bu sayılıyordu.
Ebers Papirüsü MÖ 16. yüzyıla (MÖ 1550-1536) tarihlendirilse de, metnin MÖ
1995-1775 aralığındaki 12. Mısır Hanedanlığı'na tarihlenen daha eski
kaynaklardan kopyalandığına dair dil bilgisel kanıtlar bulunmaktadır. Ebers
Papirüsü, hiyerogliflerin kısaltılarak el yazısı ile yazıldığı hiyeratik
biçiminde yazılmıştır. Kırmızı mürekkeple yazılmış 877 bölüm başlığı bulunur
ve kalan kısımları siyah ile yazılmış metinleri içerir.
1 den 110'a kadar numaralandırılmış olan Papirüs 108 sütun içerir. Her sütun
ise 20 ila 22 satırlık metin içerir. Papirüs metni I.Amenophis dokuzuncu
yılında yazıldığını gösteren bir takvimle sona erdiği için, MÖ 1536'da
yazılmış olması da muhtemel.
Papirüs, anatomi, fizyoloji, toksikoloji, büyüler ve diyabetle nasıl başa
çıkılacağı hakkında pek çok bilgi barındırır. Ek olarak hayvan kaynaklı
hastalıkların, bitki kaynaklı tahrişlerin ve mineral toksinlerin nasıl tedavi
edileceğinden de bahseder.
Metinlerden görülen o ki dönem insanları lapa, krem ve çeşitli yollarla
hastalıkları tedavi etmeye odaklanmışlar. 842 sayfada bitkisel ilaçlar ve
bunların reçeteleri yazılmıştır. Bunlar farklı rahatsızlıklar için
kullanılabilecek 328 karışımdan bahseder. Bununla birlikte bu karışımların
yönergeleri yazılmadan önce test edilip edilmediğine dair neredeyse hiç kanıt
yoktur. Ayrıca söz konusu karışımların tanrılarla ilişkili belirli
bileşenlerden oluşmuş olabileceğine dair spekülasyonlar var.
Arkeolojik, tarihsel ve tıbbi kanıtlar antik Mısırlı şifacıların hastalarını
bilimsel yöntemlerle tedavi etmek için bilgi ve beceriye sahip olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Ancak rasyonel yöntemlerin yanında büyülü-dini uygulamaları dahil
etme ihtiyacının da var olduğu görülmektedir. Bu belki de kültürel bir
gereklilikti. Bilimsel yöntemler işe yaramadığında şifacıları uyguladıkları
tedavinin neden işe yaramadığını açıklamak için dine-maneviyata
güveniyorlardı. Soğuk algınlığı için uygulanan, günümüzce oldukça komik olarak
algılanacak sözler içeren bir şifa büyüsünün çevirisi buna güzel bir örnektir:
"Dışarı ak, kokuşmuş burun, dışarı ak, burnu kokuşmuşun oğlu! Kemikleri kıran,
kafatasını yok eden ve kafanın yedi deliğini hasta eden sizler dışarı akın!"
(Ebers Papirüsü, 763.satır)
Mısırlılar, kalp ve kardiyovasküler sisteme de önem veriyorlardı. Çünkü kan,
gözyaşı, idrar ve meni gibi vücut sıvılarının düzenlenmesinden ve geçişinden
kalbin sorumlu olduğuna inanıyorlardı. Ebers Papirüsü, insan vücudunun her
yerine bağlanmış kan sağlayıcıları ve damarları kapsayan “kalpler kitabı” adı
verilen tam bir bölüm içerir. Ayrıca kalbi etkileyen depresyon ve bunama gibi
zihinsel rahatsızlıkları da listeler.
Şaşırtıcı gelebilir ama Ebers Papirüs'ü ayrıca doğum kontrolü, gebelik
teşhisi, jinekoloji, gastrit, parazitler, cilt problemleri, göz problemleri,
kanserli tümörlerin cerrahi tedavisi ve kemik yerleşimi gibi konularla ilgili
çeşitli bölümleri de içeriyor.
Birçok hastalığı tanımlayan papirüsün bir bölümü akademisyenlere göre
diyabetin tespitini anlatmakta. Bendix Ebbell gibi bilim insanları Ebers
Papirüsünün 19. başlığındaki semptomların diyabet ile paralellik gösterdiğine
inanıyorlar. İlgili Ebers metninin tercümesi şöyledir:
"Varlığının merkezinde hasta olan birini incelerseniz ve bedeni hastalıktan
sınırlarına kadar küçülmüşse; Eğer onu muayene etmezseniz ve vücudunda,
kaburgalarının yüzeyi dışında hap gibi olan bir hastalık bulursanız o zaman
evinizde hastalığa karşı (büyülü sözler) bunu okumalısınız; daha sonra onu tedavi
etmek için gerekli malzemeleri de hazırlamalısınız: Elephantine'in kan taşı,
toprak, kırmızı tahıl ve keçiboynuzunu yağ ve balda pişirin. Susuzluğunu
bastırmak ve ölümcül hastalığını iyileştirmek için dördüncü sabah bunları
yemelidir." (Ebers Papirüsü, 197.Başlık, 39.Sütun, 7.Satır)
Papirüsteki metinlerde yazan birkaç tedaviye daha bakalım.
Doğum kontrolünü sağlamak için hurma, akasya ve bal karışımını bir yüne
sürerek bunu rahim ağzına yerleştirmek; ki günümüzde benzeri sayılabilecek
yöntemler vardır.
Gine kurdu hastalığının tedavisi şöyle yazılmış:
"Solucanın çıkan ucunu bir çubuğun etrafına sarın ve yavaşça dışarı
çekin."
3,500 yıl sonra bile bu rahatsızlık aynı şekilde tedavi ediliyor.
Ebers Papirüsünden bazı bölümler bazen bir büyülü şiir olarak okunsa da,
modern tıp metinlerine benzeyen ilk teşhis girişimlerini de içerdiği açıktır.
Ebers Papirüsü gibi diğer birçok papirüs metni teorik dualar olarak değil eski
Mısırlıların kültürü ve zamanıyla ilgili pratik rehberler olarak görülmelidir.
Neticede bu metinler insanların acı çekmesine tanrıların neden olduğu
düşünülen bir dönemde, hastalık ve yaralanmaların tıbbi tedavileri olarak
yazılmıştı.
Bu ve benzeri çeşitli belgeler olmasaydı bilim insanları ve tarihçiler
yalnızca mumyalara, sanat eserlerine ve mezar kalıntılarına sahip olacaklardı.
Fakat belgeye dair bazı şüpheler de var.
Bu şüphelerden biri hatalı çeviri ihtimalidir. Keşfedildiği günden bu yana
Ebers Papirüsünü tercüme etme girişimleri göz önüne alındığında, yazıların
çoğunun her çevirmenin önyargısı nedeniyle yanlış yorumlanmış olabileceğinden
şüphelenenler de vardır.
Bununla birlikte, antik Mısır şifacılarının çok yetkin olduğuna dair daha
fazla kanıt ortaya çıkarmak için Mısır mumyaları üzerinde anatomik ve
radyolojik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar antik Mısır cerrahlarının
ameliyat ve amputasyona, yani uzuv kesmeye yatkın olduğunu doğrulayan
iyileşmiş kırıklar ve uzuvlar ortaya çıkardı. Ayrıca Mısırlıların ayak
başparmakları için yaptıkları antik protezler onların bu konuda ile de
uğraşmış, kendilerini farklı alanlarda gelişmiş olduklarını ortaya çıkardı.
Sandalete benzeyen bu başparmak protezlerinin amacı belliydi, genetik olarak
yada bir kaza sonucu ayak parmağı olmayan kişilerin yürümesini sağlamak.
[Üçüncü Ara dönemden (yaklaşık MÖ 1070-664) bir mumyanın dibinde bulunan
kartonajdan* yapılmış protez ayak parmağının ahşaptan yapılmış kopyası.]
Mumyalardan alınan doku, kemik, saç ve diş örnekleri, dokubilimi (histoloji),
bağışıklık göze kimyası (immünsitokimya) testleri ile incelenmiş, ayrıca
antikor-enzim bağlantısını incelemeyi amaçlayan ELISA**
testine tabi tutulmuş ve DNA analizleri yapılmıştır. Bu testler, mumyalanmış
bireyleri etkileyen bazı hastalıkların belirlenmesine yardımcı oldu. Kısa süre
sonra keşfedilen şey şu oldu; Mezardan çıkarılan mumyalarda bulunan bazı
hastalıklar, papirüslerin tıbbi metinlerinde listelenen ilaçlarla tedavi
edilebilmişti. Bu durum Ebers Papirüsü gibi metinlerde listelenen tüm
ilaçların olmasa da en azından bazılarının etkili olabildiğini kanıtlamış
oldu.
Böylece Ebers Papirüsü gibi tıbbi papirüsler, Mısır tıp biliminin kökenlerine
dair kanıtlar sağlamış oldu. Onların sahip olduğu işe yarayan yada yaradığı
zannedilen tüm bu bilgiler nesilden nesile aktarılıyordu.
Ebers Papirüsünün ve var olan diğer birçoklarının daha ileri düzeyde
incelenmesi, bilim insanlarının eski Mısırlıların erken tıbbi bilgilerindeki
maneviyat ile bilim ilişkisini fark etmelerine, detaylandırmalarına olanak
tanıyacağı gibi geçmişte bilinen ve nesiller boyunca aktarılarak devam eden
bilgilerin anlaşılmasını sağlar. Neticede her şeyin 21. yüzyılda yaratıldığını
ve daha önce benzer alanda hiçbir uğraş verilmediğini varsaymak mantıksız
olurdu; ki arkeolojik keşifler de zaten bunu gösteriyor.
Zaten sizlerin de bildiği üzere kocakarı ilacı dediğimiz her tedavi yöntemi
tamamen bilimdışı değildir. Bunlar içinde bulunulan dönemin şifa arayışlarının
sonucudur. O yüzden bazı istisnalar dışında eski insanların tıbbi ilaçlarını
görmezden gelmek pek mantıklı değildir. İçinde bulunduğumuz dönemde en kötü
hastalıkların bile birçoğu tedavi edilebiliyor. Ancak tedavi edemediklerimiz
de var. Üstelik uyguladığımız bilimsel yöntemler 21. yüzyılda yaşayan insanlar
için harika olarak görünse de 45. yüzyılda yaşayacak olanlar muhtemelen geriye
dönüp baktığında bizim bugünkü yöntemlerimizi çok basit bulacaktır.
Bir düşünsenize 2000 yıl sonra günümüz tıbbı hakkında şöyle bir açıklama
yapılıyor:
"Keşke 21.yy insanları dalak ve apandisin vücudun en önemli parçaları
olduğunu bilselerdi. O zaman onları acemi tıpçılar olarak görmezdik."
NOTLAR
*Kartonaj, Mısır'da mumyaların maske ve tabutlarının yapıldığı, tutkallı
keten veya papirüsten oluşan malzemedir.
**ELISA, Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay testinin İngilizce kısaltmasıdır.
Antijen-antikor ilişkisini, antikora bağlanmış bir enzimin aktivitesini
araştırmak temeline dayanan kantitatif ölçüm yöntemidir.
KAYNAKLAR
David, Rosalie. The art of healing in ancient Egypt: a scientific
reappraisal. The Lancet. Vol. 372, Issue 9652. PP. 22-28
David, Rosalie. Religion and Magic in Ancient Egypt. PP. 30, 286-287.
Carpenter, Stephen. Et al. An Interlinear Transliteration and English
Translation of Portion of The Ebers Papyrus possibly having to do with
Diabetes Mellitus. Based on the hieratic to hieroglyphic transcription by
Walter Wreszinski Leipzig, 1913. (1998) Bard College
Annandale-on-Hudson NY. PP. 1-22
Ebers, Georg. A Thorny Path. Vol 11, No. 101
Hassan, Esmat A. Folk Medicine in Egypt: Past and present. Vol 3. Issue 3.
P. 127
Kushner, Burton J. M.D. The 100 th Monkey phenomenon and medical research.
Journal of AAPOS. Vol.3, No. 2
Medow, Norman. Ancient Egyptian records provide clues to ophthalmic care.
Ophthalmology times, vol. 31, no. 4. PP. 55-56
Pagan, Veronica M. The birth of Medical Literature. World Neurosurgery.
Vol 76, Issue 1-2.
Rawlson. George- Transkation. Herodotus. The Histories. 1997.
Guerini, Vincenzo. A History of Dentistry from the Most Ancient Times
Until the End of the Eighteenth Century. p. 19
Sciences, Kara Rogers Senior Editor, Biomedical. Medicine and Healers
Through History
Roberts, Jacob (2015). "Sickening sweet". Distillations. 1 (4): 12–15.
Palmer, Philip E.S.; Reeder, Maurice M. (2008). "Chapter 27: Guinea Worm
Infection (Dracunculiasis)". The Imaging of Tropical Diseases: With
Epidemiological, Pathological and Clinical Correlation.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Merhaba ben İpek. Kimliğimin gizli olmasını istediğim için bu yazıyı gerçek ismimi
kullanarak yazmıyorum. Keşke inanç gibi kişiye özel olan her şeyi
özgürce söyleyebileceğimiz bir topluma sahip olabilseydik... Fakat ne yazık ki toplumumuzda sayıları azımsanamayacak cinste olan bazı insanlar tarafından,
Müslüman olmamak vatan haini olmakla eş değer tutuluyor... Ne kadar acı değil
mi? Neyse, bugün sizlere dinden ayrılış hikayemden bahsetmek istiyorum. 21
yaşındayım ve aslında kendimi bildim bileli sorgulayan bir insandım. İç
Anadolu'da muhafazakar denilebilecek bir şehirde doğdum. Tam beş yaşındayken
annem tarafından Kur'an kursuna kaydedildim. Henüz okumayı yazmayı bile bilmezken
iki hafta gibi kısa bir sürede Arap alfabesi ve Kur'an'a geçiş aşaması olan cüz
dediğimiz eğitimi bitirip Kur'an okumaya başladım. O yaşta bu başarı başta Kur'an
hocam olmak üzere ailemi ve akrabalarımı şaşırtmış, gururlandırmıştı. Ben ise
benimle gurur duyan ailemin gözüne daha fazla girebilmek için Kur'an
kursundan çıktıktan sonra bile arkadaşlarıma ip atlayıp top oynamıyor onun
yerine akşama kadar evde kuran okumaya devam ediyordum.
Ailenin en küçük çocuğu
bendim diğer kardeşlerimle de aramda epeyce bir yaş farkı vardı. Büyük
kardeşlerim din eğitimi almadan büyümüşlerdi, namaz kılmayı Kur'an okumayı
bilmezlerdi. Bu yüzden ben ailemin projesiydim. Onların yapamadığı her şeyi ben
yapmalı ve kusursuz bir Müslüman olarak yetişmeliydim... Yedi yaşına geldiğimde
okula başladığım sıralarda Arapça okumaya alıştığım için ve Arapça sağdan sola
okunduğu için alfabemizi öğrenmekte zorlanmasam da harfleri birleştirip okumakta
epeyce zorlanmıştım. O günler gerçekten zordu. Okula öğleden sonra gidiyor ve akşam üzeri
çıkıyordum. Küçük yaşlarda arkadaşlarımla oyun oynamak yerine Kur'an kursunda
vakit geçirdiğim için içten içe pişmanlık duymaya başlamıştım. Çocukluğumu
yaşayamadığımı düşünüyordum.
Birinci sınıf bittiğinde, anneme yaz tatilinde Kur'an kursuna gitmek istemediğimi söyledim. Yüzündeki hayal kırıklığını
hala hatırlıyorum. O yaz gitmek istemiyor olmamı anlayışla karşılamış olsa da
ikinci sınıfa geçtiğimde Kur'an okumayı unuttuğumu fark etmiş ve adeta evde
fırtınalar estirmişti. 2.sınıfın yaz tatili döneminde beni apar topar Kur'an kursuna tekrar kaydettirdi ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ki...
Ben
Türk'tüm ve Türkçe kitaplar okuyup anlamak istiyor bilmediğim bir dili okuyarak
zaman kaybetmek istemiyordum. Düşüncelerim bu yöndeydi. Aynı zamanda aklımda
binlerce soru vardı. Hocalar tarafından Hristiyanların cehenneme gideceği bizim
ise cennette olacağımız söyleniyor, ne kadar erken tesettüre girersek o kadar
hayırlı kul olacağımız vurgulanıyor ve bizden kötü durumda olanlara bakarak
şükür etmemiz eğitimleri veriliyordu. Bir gün hocamız dışarıda yalın ayak dolaşarak
kağıt toplayan bir çocuğu göstererek şöyle demişti. " Allaha şükredin
şuan onun yerinde siz olabilirdiniz ama şuan buradasınız ve Allaha
ibadet ediyorsunuz. Ne kadar şanslısınız farkına varın ve Allaha teşekkür edin.
"
Bu konu hep aklıma takılmıştı çünkü hoca Hristiyan bir ailede
doğmadığımız için, bizden kötü şartlarda yaşayanlar gibi olmadığımız için hep
şükür etmemizi istiyordu
Bir başkasına bakarak halimize şükretmek
doğru muydu? Bir görme engelliye bakarak iyi ki kör değilim Tanrım demek ve
şükretmek ne kadar alçakçaydı. Bunu Tanrı kelamını okuyan ve bizden büyük olan
insanlar mı söylüyordu bize? Ya onlar Allah'ı yanlış tanımış ya da ben yanlış
tanımıştım. Gel zaman git zaman 15 yaşıma geldiğimde bir karar alıp Tevrat'ı,
Zebur'u, İncil'i ve Kur'an'ı sırayla okudum.
İşte o zaman aydınlanma
fırtınaları esiyordu zihnimde. İçimde hala adını koyamadığım bir sevinç
yeşermişti. Sanki hapisten çıkmış gibiydim, kuş gibi özgürdüm. Çok mutluydum çünkü
ortalama 70 yıl olan insan ömrünün sadece on beş yılını kaybederek yırtmıştım. Durum daha beter olabilirdi, otuzlu, kırklı yaşlarda dinlerin insan ürünü olduğunu
fark edebilirdim. Ben şanslıydım. İçimde bir hazine saklıyor gibi dinsiz olmamı
sakladım. Çünkü benim hazine dediğim bu birikim ailem, akrabalarım ve
arkadaşlarım için bir çöplük hatta bataklık olarak nitelendirilebilir ve onların
inandığı, doğru yol dediği çıkmaz sokağa tekrar dönmem için bu birikimim yıkıma
uğratılabilirdi. Nasıl derseniz, en basitinden "kafayı yedi" diyerek beni hocalara götürmeye
zorlayabilirlerdi...
16 yaşındayken ne kadar gizlesem de dinsiz olduğumu farkında
olmadan belli ediyordum ve annem ciddi anlamda şüpheler duyuyor ve
endişeleniyordu. Bir gün odamda İncilimi buldu. Dinleri araştırırken Tevrat'ı,
Zebur'u, İncil'i, Kur'an'ı, hatta Zerdüştlüğün kitabı olan Avesta'yı bile
okumuştum.
Anneme merak ettiğim için okuduğumu söylesem de annem
şüphelerinin üzerine İncili de bulmasıyla artık beni Hristiyan olarak
damgalamıştı. "Sende bir değişiklik olduğunun farkındayım oruç tutmamandan belli
sen Hristiyan olmuşsun" diyerek evde fırtınalar estiriyordu. Bu olayın üzerine
kavgalı gürültülü bir sene geçirmiştik. Annem benim içten içe gizli Hristiyan
olduğumu düşünüyor ve sonsuza kadar cehennemde yanacağım fikrine kapılıp kendini
yıpratıyordu. Onun yıprandığını fark ettiğimde Müslüman gibi yaşamaya devam
etmeye karar verdim. Ramazan aylarında oruç tutuyor akşamları da namaz kılıp
gözüne batmıyordum. Bir gün İlahiyat okuyan arkadaşlarımdan birine içinde
bulunduğum durumu anlattım. Müslüman olmadığımı hiçbir dine inanmadığımı ve
bunlara araştırarak karar kıldığımı söyledim.
Bana "haşa olur mu öyle
şey" demişti. İsmini bilmediğim bir tarikata gidiyordu kendisi yeterli bilgiye
sahip olmadığını söyleyip beni tarikattan bir hocayla görüştürerek aklımdaki
bütün sorulara cevaplar verdireceğini ve gerçek İslam'ı öğreneceğimi söyledi.
Teklifini kabul edip iki gün müsaade istedim ve aklımdaki bütün soruları,
ayetleri, hadisleri kağıtlara yazıp dosya haline getirerek buluşmaya gittim.
Hazırlıklı gittiğimi gören hocanın yüzü düşmüştü. Ahzab 37 gibi birçok
ayeti, hadisleri ve çelişkileri ardı ardına söylüyordum. Tefsir diyerek kestirip
atıyor, tefsir önemli diyordu. Onunla aramızda şöyle bir konuşma geçmişti:
+
Kuran-ı Kerimin tefsire ihtiyacı olduğunu mu söylüyorsunuz? - Evet bunun
hakkında hadis de vardır. Fakat tefsirleri ancak müfessirler yaparlar onun
şartları vardır. +Peki bu şartları Tanrı mı belirliyor? - Eee şey...
aslında... + Tamam başka bir şey sormak istiyorum. Tanrı kelamı neden
tefsire ihtiyaç duyar? Sen bir kitap yazsan ve o kitap yüzlerce yıl sonra
"aslında hoca şöyle demek istiyor burada" diyerek bazı insanlar tarafından
yorumlansa doğru olur mu? O zaman senin yazdığın kitap değişmez mi? Amacından
sapmaz mı? Kur'an Allah tarafından korunuyor ve asla değiştirilemez diyorsunuz.
Tefsire ihtiyaç duyduğu için zaten değiştirilmesine lüzum yok ki. Herkes "Allah
burada böyle demek istiyor" diyerek yorum yapıyor. Sonra da Kur'an apaçık bir
kitaptır diyorsunuz. Arapçada bir kelimenin binlerce anlamı var demiştiniz.
Sizin dediğiniz üzere diyorum, bu nasıl bir tanrı ki insanlığa olan mesajını bir
kelimenin binlerce anlamı olan Arap dilinde indiriyor, bir de üstüne üstlük
değiştirilmeyeceğini vaat edip tefsir yapılmasına göz yumuyor. Bu kargaşayı
kendi başlatıyor.
İşte konuşmamız böyle sürüp gitmişti. Birçok ayet
hadis tartışmamızın sonunda bana sadece "Sen aklını çok kullanma" , "çok
sorgularsan dinden çıkarsın, yanarsın" demişti. "Allaha şirk koşuyorsun, doğru yolu bulasın diye senin
için dua edeceğim" gibi kelamlar edip gitmişti.
Şunu
demek istiyorum dostlar. Aklınızı kullanın. Müslümanlar diyor ya hani
"inanmazsan yanarsın ama inanmak bir şey kaybettirmez" diye, ben de şöyle
söylüyorum ; Eğer bir Tanrı varsa ve sizi ölümden sonra sorguya çekecekse, neden
benim adıma uydurulan bunca şeye inandın diyerek te sorguya çekebilir. Şunu
sakın unutmayın düşünme yetisini bize veren eğer Tanrıysa, kullanalım diye
vermiştir.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)