HABERLER
Dini Haber

ZEYTİN !

Yazan: A.Kara

ZEYTİN !

Birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, kültürel geçmişi kadar toprakları da zengin olan yurdumun zeytinlik alanları zamanla katledilirken bir umut belki birileri zeytinin değerini daha iyi kavrar diyerek eski toplumlarda zeytine dair efsanelerden, ona nasıl önem verdiklerinden bahsetmek istiyorum.

Belki böylece kendini eski toplumlardan fazlasıyla gelişmiş, onların ötesinde gören bir kısım insan, konu toprak, doğa, üretim, zeytine verilen değer olduğunda ne kadar geri kaldığını, altın veya betonun zeytin ağacı karşısında değersiz olduğunu fark eder.

ANTİK MISIR

Eski Mısır halkının en meşhur ürünlerinden biri zeytin yağıydı. Mısır sanatında zeytinyağı üretimi tasvirlerini görmek mümkündür. Aynı zamanda mezar eşyaları arasında çok kez zeytin sıkıp yağ üretmeye yarayan aletler, yapraklarından yapılmış çelenk ve gerdanlıklar bulunmuştur. Tasvirlerde Tutankhamun'un zeytin yapraklarından dokunmuş bir taç taktığı, III.Ramses'in bir aydınlanma sembolü olarak güneş tanrısı Ra'ya zeytin dalları sunduğu görülür. [1]

ANTİK YUNAN

ATHENA'NIN AĞACI

Efsaneye göre bilgelik ve savaş tanrıçası Athena ile deniz ve deprem tanrısı Poseidon arasında bir mücadele vardır. İkisi de Atina ve çevresini kapsayan Attika adlı bölgeye sahip olmak isterler. Bir yarışma düzenlenir. Zeus'un karşısında en iyi hediyeyi kim sunarsa bölgenin koruyucusu da o olacaktır.

Poseidon üç başlı çatalı ile yere vurarak bir tuzlu su pınarı yaratır. Efsanenin başka bir varyantına yüce tanrı Zeus'a uzak diyarlara hızlıca gidebilen ve savaşta yenilmez olan bir at sunar. Athena ise ilk zeytin ağacını teklif eder, insanlığa faydalarını açıklar. Dünyanın en uzak diyarlarına gidebilen bir savaş atı mükemmel bir hediye olsa da zeytin ağacı çok daha mükemmeldir. Zeus ve diğer tanrılar zeytin ağacının büyüklüğü ve kutsallığı karşısında donup kalırlar. Kazanma hırsıyla yanıp tutuşan Poseidon bile zeytin ağacından öyle etkilenir ki, üstünlüğünü kabul eder.

Hediyeler oylandığında zeytin ağacının insanlık için üstün bir hediye olduğuna karar verilir ve bölgenin hakimi olan Athena zeytin ağacından bir dal koparıp bunu Poseidon'a verir. Böylece aralarındaki husumet son bulur.

Kentin ve bölgenin koruyucu tanrıçası olan Athena şehre kendi adını (Atina) verir. İlk zeytin ağacını kutsal tapınağının inşa edildiği Akropolis'e diker. Bu yüzden Antik Yunan'da Athena zeytin ile ilişkilendirilmiştir. [2]

Bu efsane Yunan uygarlığı için zeytinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu gösterir. Zaten Mikenliler ve Minoslular da dahil olmak üzere Akdeniz uygarlıkları için zeytin hayati bir gıda olmuştur. Besleyici olmasının yanı sıra ilaç yapımında ve kozmetikte kullanılıyordu. Dinde de önemli bir yere sahipti.

HERAKLES'İN ZEUS'A HEDİYESİ

M.Ö. 518-438 aralığında Antik Yunanistan'da yaşamış Tebai'li (İstefe) bir şair olan Pindaros, babası Zeus'un tapınağına giden Herakles'in burayı ağaçtan yoksun gördüğünü, bu nedenle seyahate çıkarak Hyperboreios* ülkesine gittiğini söyler. Bu efsanevi ulusun topraklarını ziyaret eden Herakles oradaki zeytin ağaçlarını görür, onlardan alıp babası Zeus'un tapınağına dikmek için geri döner.

* Hyperboreios'lar kuzey yelinin ilerisinde yaşayan efsanevi bir ulustur.

Döndüğünde zeytin ağaçları ile yeşillendirdiği alanda babası Zeus'un onuruna olimpiyat oyunlarını düzenler. Zeytin ağaçlarının gölgeleri olimpiyata katılan sporcuların güneşten sığınabileceği bir serinlik alanı olur. [3]

Bu Olimpiyat oyunlarında galip gelen yarışmacılar Zeus tapınağının dışında büyüyen zeytin ağaçlarından ritüel amaçlı kesilerek hazırlanmış zeytin çelenkleri ile taçlandırılırdı. Yani zeytin dalı tanrı Zeus'un kişiyi kutsayıp korumasının sembolü haline gelmişti.

Baş tanrı Zeus genellikle zeytin dallarından yapılmış bir taç takarken ya da zeytinden yapılmış yarım bir çelenk içindeyken tasvir edilirdi.  

ARİSTAEUS'DAN İNSANLIĞA

Zeytinyağı ve zeytin günümüzde olduğu gibi eski Akdeniz beslenme düzeninin temelini oluşturuyordu. Yaprakları şifalı çay olarak tüketiliyor ve çeşitli rahatsızlıklar için kullanılıyordu. Vücut ve saç için nemlendirici olarak kullanılıyordu.

İnanışa göre insanlığa zeytin yetiştirme yöntemlerini, bunun yanında arıcılık ve peynir yapımını öğreten kişi yarı ilahi bir insan olan Aristaeus'du. [4] Aynı zamanda bunların koruyucusuydu.

Efsaneye göre periler Aristaeus'u tanrı Apollo adına yetiştirmiştir. Ona sütten kaymak, tereyağı, yoğurt, peynir yapımını, tavukların nasıl yumurtlayacağını, tanrıçanın arılarını** nasıl evcilleştirilip kovanlarda tutacağını, yabani iğde ağacının zeytin vermesi için nasıl evcilleştirileceğini, bunlardan nasıl zeytin ve yağ elde edilebileceğini öğretmişlerdir.

Dolayısıyla Aristaeus zeytin ağaçlarının ve tarlalarının koruyucusudur. 

** Arıların sahibi arı tanrıça Thriae'dir.

ZEYTİN DALINDAN TANRILARA

Yunanistan'da Ekim ayına denk gelen bağbozumu sırasında her kabileden seçilen oğlanlar ve Atinalı oğlanlar, asma tanrısı Dionysos'un tapınağında toplanırdı. Onlara olgun üzümlerle dolu asma dalları verilir ve onları ellerinde tutarak Athena'nın kutsal alanına koşarlardı. Kazanan kişiye zeytinyağı, şarap, bağbozumu, bal, peynir ve kabuğu çıkarılmış tane arpa karışımı içeren bir kase hediye edilirdi. Bu erkek koşucuların her birinin ebeveynlerinin ikisinin de hayatta olması gerekiyordu. [5]

Aynı festivalde anne ve babası hayatta olan, tören alayı içinde görev alan Atinalı çocuk bayram günü beyaz ve mor yünle kaplanmış, çeşitli meyvelerle süslenmiş bir zeytin dalı taşırdı. Bu sırada bir koro onlara eşlik ederek çocuğun taşıdığı dalda incir, bal, yağ, şarap ve yağlı somunlar olduğunu söylerdi. Apollon tapınağına gittiklerinde çocuk tapınak kapısına kutsal dalı bırakırdı. Atinalıların uyguladığı bu tören kıtlık mevsimi geldiğinde tanrının yardım edeceğini söyleyen bir kehanet ile ortaya çıkmıştı. [6]

Benzer şekilde her Atinalının evinin kapısına meyve ve somunlarla yüklü dallar asılır, bir yıl boyunca asılı kaldıktan sonra yenileriyle değiştirilirlerdi. Dal kapıya asılırken anne ve babası hayatta olan bir çocuk törende okunan, incir, yağlı ekmek, bal, yağ ve şarap bulunan dal hakkındaki aynı sözleri tekrarlardı. Bu gelenek de kıtlığa son vermek amacıyla ortaya çıkmıştı. [7]

SPORCULARIN TEMİZLİK MALZEMESİ

Antik Yunan'da zeytinyağı banyo yaparken temizleyici olarak kullanılıyordu. Bunun örneğini antik Yunan sanatında görmek mümkündür. Sporcular vücutlarını çeşitli yabani otlar ve aromatik bitkilerle tatlandırılmış kaliteli zeytinyağı ile kaplıyor, ardından kiri atabilmek için "strigil" veya "stlegida" adı verilen kavisli bir alet kullanarak vücutlarındaki kir, yağ karışımını sıyırıyorlardı.

Zeytinyağı ayrıca kas gevşetici görevi görüyordu. Sporcular yarışma öncesinde vücutlarını zeytinyağı ile kaplıyor, böylece esnekliklerini korumuş, sakatlıkların önüne geçmiş oluyorlardı. Egzersiz bittikten sonra ise yorgunluk gidermede kullanıyorlardı. Laktik asit birikimini ve kas yorgunluğunu ortadan kaldırmak için zeytinyağı ile masaj yapıyorlardı. [8]

Yarışmayı kazanan kişinin görkemini simgelemek için de zeytin ağacı kullanılıyordu. M.Ö. 776'da Olympia kentinde yapılan Olimpiyat Oyunları'nda kazanan sporcular zeytin dalı ve yapraklarından yapılan çelenkler ile onurlandırılmıştı. Bu çelenkleri M.Ö. 5.yy'da Atina şehrinin koruyucusu Athena'yı onurlandırmak için 4 yılda bir düzenlenen Panathenae Oyunları'nda da kullanıyorlardı. Festivaldeki oyunları kazananlara ödül olarak içi zeytinyağı ile doldurulmuş süslü testiler (amfora) veriliyordu. [9] [10]

ANTİK YUNAN DİNİNDEKİ ROLÜ

Zeytinyağı ile kişinin sağlık, sıhhat üzerine olması insanların zeytin ağacına kutsallık atfetmesine neden olmuştur. Bu yüzden zeytin ağacı özellikle Akdeniz uygarlıklarındaki dini yapılarda merkezi role sahiptir. Minoslular tanrıları için toprağa zeytinyağı ve şarap dökerken Atinalılar zeytin ağaçlarını kutsal kabul edip yasalarla korumuşlardır. Zeytinyağı böyle kutsal yönlere sahip olunca sürüldüğü cismin  tanrılar tarafından korunacağı yönünde inançlar ortaya çıkmıştır. Böylece insanlar kendilerini, tanrılarının heykellerini ve sunaklarını zeytinyağı ile yağlamaya başlamışlardı. Tanrılara verdikleri adakların ana malzemeleri arasında zeytinyağına yer verilirdi.

Zeytin ağacı oldukça ilginç bir şekilde, defin ritüellerinde önemli rol oynamıştır. Tarihçi Plutarhos'un kayıtlarında yazdığına göre büyük Sparta kralı Likurgus ölülerin zeytin ağacı dalları üzerinde gömülmesini zorunlu kılmıştı. [11] Kireneli Kallimakhos'un iddiasına göre bu uygulama o dönemde Yunan topraklarında oldukça yaygındı.

Bu anlatılara göre ölünün altına zeytin ağacı yaprakları ve dalları özenle yerleştirilirken törene katılan ölü yakınları zeytin dallarından yapılan taçlar takarlardı. Zaman zaman kötü ruhlardan korunması amacıyla ölülerin de bu şekilde taçlandırıldığı olurdu.

Defin ritüellerinde zeytin ağacı kullanılmasının yer altı dünyasının sahibi Hades ile ilişkili olduğuna inanılır. Yeraltı alemine uğurlanan kişi yolculuğuna çıkmadan önce zeytin ağacı sayesinde arınmış olacaktır. Definlerde zeytin ağacı kullanımı o kadar büyük öneme sahipti ki onları kutsal gören ve koruma altına alan Atina yasaları bile kutsal zeytin ağaçlarının defin amaçlı kesilmesine karşı çıkmıyordu.

ROMA

Zeytin eski Roma'da da önemli görülen gıdalardandı. Doğa bilimci, filozof ve Roma İmparatorluğu komutanı olan Yaşlı Plinius Roma Forumu'nun ortasına 3 ağaç dikildiğini söyler. Bunlar incir, asma ve zeytin ağacıdır. Zeytin ağacı özellikle gölge sağlaması için dikilmişti. [12]

Basit bir beslenme şekline sahip olduğunu anlatan Romalı şair Horatius şöyle der: "Bana gelirsek, zeytinler, hindibalar ve ebegümeci besleyicidir" [13]

Uzun ömürlü, kuraklığa dayanıklı olan ve az bakım gerektiren zeytin ağacı Romalılar için tercih nedeniydi. Zeytin yetiştiricileri eğer o yıl mahsul alamazlarsa az da olsa gelir elde edebilmek için onları meyve ağaçlarının arasına dikerek hayvan yetiştirir, bu sayede yabani hayvanların içeri girmesini engellemiş olurlardı. Ezilerek elde edilen zeytinyağından kalan artıklar domuzlar için yem olarak kullanılırdı.

Antik dünyanın en büyük zeytin üreticileri Yunanistan, İtalya, Afrika, İspanya ve Suriye idi. MS.1 yy'dan 3.yy'a kadar zeytin yetiştiriciliği Tunus ve Libya gibi alanlara yayılmıştı. İmparatorluk genişledikçe zeytinyağına olan talep artmış, böylece İstanbul en büyük ithalatçılardan biri haline gelmişti. Zeytinyağına olan yoğun talebi karşılamak için Suriye ve Kilikya'da çok sayıda zeytin çiftliği kurulunca 3-5.yy'da bölgesel bir ekonomik patlama yaşanmıştı. Yani zeytinin önemini anlayan Roma ona yatırım yaparak büyük kazanç sağlamıştı.

Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bizler hala zeytin ağacının, tarımın, toprağın değerini anlayabilmiş değiliz. Eğer anlaşılmış olsaydı halkın büyük bir kesimi partizanlık yaparak yıllardır yapılmakta olan yıkıma sessiz kalmaz, çıkar ve koltuk sevdası uğruna yanlışı alkışlayan, susup hesabına yatan maaşına bakan sözde millet vekillerine sahip olmazdık. 

Zeytini koruma altına alan Atinalılardan, ona önem verip üretim alanlarını kat ve kat artırarak refahına refah katan Roma'dan hiçbir şey öğrenilmemiş. Ya da tüm bunlar biliniyor ama kısa zamanda ele geçecek bir miktar maden için binlerce yıl katkı sağlayabilecek ağaçlar katlediliyor. Bu ağaçlar katledilmese ve yaygınlaşsa ülkenin ekonomisine, halkın cebine ve mutfağına, soluduğu havasına öyle bir katkı sağlar ki altının yüzüne bile bakmazsın...

MUSA VE MISIRDAN ÇIKIŞ

Yazan: Sedat Karadayı
MUSA VE MISIRDAN ÇIKIŞ

Yahudilerin kutsal kitapları Tevrat’ta konusu geçen tüm peygamberler içinde en aktivist olanı, İbrani halkını harekete geçiren Musa idi. Tevrat içinde Musa hakkında yazılanlara bakılacak olursa Rab’ın en başından beri koruyup kolladığı ve üzerine titrediği ve kendine elçi yaptığı kişiydi. Fakat Musa’nın hayat hikayesini incelediğimizde hakkında anlatılanların başka tarihsel kahramanların hayat hikayeleri ile büyük benzerlik göstermesi Tevrat’ta yazılanların inandırıcılığını ortadan kaldırmaktadır.
Tevrat’ın “Mısır’dan Çıkış” bölümü Musa önderliğinde İbrani halkının ya da Mısır’da bilinen isimleri ile Habiru insanlarının ülkeden çıkış ve kendilerine vaat edilen topraklarına gidiş hikayesidir. Bu konuda Tevrat’ta yazılanlara bakılırsa Firavun Ramses onlara izin vermeyecekti ve zorlu bir yola çıkış hareketi 40 yıl sonra mutlu sonla Kenan ülkesinde bitiyordu. Oysa gerçeğin böyle olduğunu düşünmüyorum. Tevrat’ın “Yaratılış” ve “Çıkış” bölümlerinin (hatta başka bazı bölümlerinin de) Babil’den esaret dönemi bittikten sonra yeniden topraklarına döndüklerinde yazıldığını düşünüyorum ki içindeki konular ve detayları da bunu gösteriyor.
İbranilerin Mısır’da nüfus olarak aşırı şekilde çoğalmaları, yerli halk arasında sorun oluşturuyordu. Yakup oğlu Yusuf’tan itibaren tüm oğullar ve torunlar aradan geçen onlarca seneden sonra yaklaşık 600-700 bin kişiye ulaşmışlardı. Bu kalabalık ve Mısır halkı tarafından istenmeyen topluluk, ülkede ikinci, üçüncü sınıf insanların çalıştıkları ucuz kerpiç yapımı, duvar örme ve inşaat işlerinde çok düşük ücretlerle çalıştırılıyordu. İsrailoğullarının sayılarının sürekli artması Mısır’da sosyal bir sorun haline gelmişti. Bu yüzden Firavun Ramses’in onların ülkeden ayrılmalarını engellemek istemesinin anlaşılabilir bir mantığı yok. Zaten bu mücadele sırasında Musa ile Ramses arasında yaşanan 10 kadar uyarıcı felaketin anlatımı, yaşanması ve açıklanması da mantık çerçevesinde kabul edilebilir değiller. Oysa akılcı olan, Ramses’in İbranileri Mısır’dan kovduğu ve başlarında bir lider ile 40 yıl boyunca Trakya bölgesi büyüklüğünde bir arazi içinde dolaşıp durmaları ve bu süre içinde hiçbir yerde kabul edilmeden yaşayarak en nihayetinde Kenan ülkesini istila edebilmeleridir. Sahip oldukları erkek nüfus sayısı ve sürgünde geçirdikleri süreç içinde yaptıkları savaşlarda edindikleri deneyim, onları güçlü kılmış ve bir yerleşim yerini istila edebilecek duruma getirmişti.
Tevrat’ta anlatılan Musa ile ilgili olarak kopya bir efsane anlatılmıştır. İlgili dönemde Firavun, İbranilerin aşırı çoğalmalarının önüne geçebilmek için yeni doğan erkek bebeklerin Nil nehrine atılmaları emrini verir. Tevrat yazarının hayal gücü senaryo gereği böyle bir açıklamayı gerektirmiş. Oysa mantığına bakacak olursanız bir topluluğun nüfusunu artması konusunda etkin olan erkekler değil kadınlardır. Erkek çocuklar yerine kız çocukların azaltılması nüfusun artışı için çözüm olabilirdi. Üstelik Nil nehrine atmak yerine Mısır’da en çok yapılan uygulamalardan hadım etme yöntemi erkek bebeklerin nehre atılmasından daha etkin olurdu.
Tevrat yazarının Musa’nın doğumu ile ilgili böyle bir hikâye denemesi yaratıcılığından dolayı değildi. Mitolojik efsanelerden duyduğu bir hikâyeyi aktarmıştı sadece. Hikâye tamamen Akkad kralı Sargon’un doğumu ile ilgili anlatılan bir efsaneden türetilmişti. Efsaneye göre Sargon rahibe olan annesinden doğduktan sonra nehre bırakılmış ve daha sonra bir işçi tarafında kurtarılmış ve yetiştirilmişti. Daha sonra gençliği döneminde de tanrıça İştar tarafından ziyaret edilmişti. Musa’nın hikâyesi de çok farklı değildi; annesi tarafından Nil nehrine bırakılmıştı. Mısır Prensesi tarafından kurtarılması, şans eseri annesinin saraya emzirmesi için süt anne olarak alınması gibi tesadüfler ardı ardına sıralanıyordu. Musa sarayda yetiştikten sonra Rab tarafından gençliğinin ileri yıllarında elçi yapılmıştı.
İbrani halkının Ramses tarafından Mısır’dan kovulması daha uygun bir senaryo olacakken Tevrat yazarı olayı dramatize ederek ülkeden kaçma hikâyesini tercih etmiş. Üstelik ülkede varlığı istenmeyen 500 binden fazla insanın zorla alıkoyulmaya çalışılması kutsal sayılan kitabın inandırıcılığını azaltmakta.
Kitaba göre Musa bir kaza sonucu Mısırlı bir yöneticiyi öldürür ve bu yüzden Mısır’dan kaçarak Midyan isimli bir ülkeye gider. Gittiği yerde karşılaştığı Yetro isimli bir adamın kızı ile evlenir ve ondan 2 çocuğu olur. Bu sırada kendisine çalı olarak görünen Rab, Musa’ya Mısır’daki İbrani halkına onun aracılığı ile yardım edeceğini ve Musa’nın bu halka önderlik yaparak onlara vaat ettiği Kenan ülkesine götürmesi gerektiğini anlatır. Musa Rab’a inanmaz. Hangi akıl ve fikirle davrandığı bilinmez ama konuşan bir çalı ona yeterince normal gelmiş ki yine de Rab’a inanmaz. İlginç bir şekilde Rab Musa’yı ikna etmek için önce asayı yılana dönüştürür sonra tekrar yılanı asa şekline çevirir. Ancak Musa yine de inanmaz. Acaba Musa çok mu akıllıdır yoksa ikna edilmesi çok zor bir insan mıdır? Rab yılmaz ve elini koyununa sokmasını söyler. Koynuna koyduğu elini dışarı çıkarınca elinin bembeyaz kesildiğini görür. Tekrar koynuna sokup yine çıkardığında eli normale dönmüştür. Garip bir Tanrı olmalı ki Rab, kendini Musa’ya ispat edebilmek için sihirbazlık ve hokkabazlık yapması gerekiyordur. Rab tüm gücünü Musa’ya göstermesine rağmen Musa yine de ikna olmaz ve ondan kendisi yerine bir başkasını görevlendirmesini ister. Musa bir türlü ikna olmuyordur ama sonunda Rab sinirlenip Musa’ya fırça atınca artık itiraz edemeyecek hale gelmiştir. Musa Rab’ın ısrarları sonucu Mısır’a gitmek için kayınpederi Yetro’dan izin ister. Neyse ki Yetro izin verir aksi halde bugün Yahudi halkı olmayacaktı.
Tevrat’ta yazılan Rab anlaşılabilir bir Tanrı olmadığı apaçık. Normal koşullarda günümüz zekâ seviyesine göre güçlü bir tanrıdan beklenen, elçisinin ruhuna yapacağı işleri üflemesi ve bu konuda ona cesaret ile yetenek vermesidir. Oysa Musa’dan istenen Ramses’in karşısında asayı yılana çevirmesi ve bundan Firavunun korkmasını sağlamasıdır. Rab, ayrıca bir de şöyle bir açıklama yapmayı da ihmal etmiyor; “Mısır'a döndüğünde, sana verdiğim güçle bütün şaşılası işleri firavunun önünde yapmaya bak. Ama ben onu inatçı yapacağım. Halkı salıvermeyecek” Rab Musa ile dalga mı geçiyor? Hem İbrani halkını Mısır’dan çıkartmasını istiyor hem bunun için sihirbazlık yapmasını söylüyor ama bundan dolayı Ramses’e bunlardan etkilenmemesi için de güç veriyor. Bence sorun Tevrat yazarında olduğu kadar Tevrat’ı okuyan ve ona inananlarda da var. (Mısır’dan Çıkış, Bölüm 1-4)

Musa Mısır’dan halkı ile beraber çıkmak için Firavunla konuşmasına rağmen Firavun gitmelerine izin vermiyordu. Peki arkasında Rab’ın tanrısal gücü olan Musa’nın izin istemesine neden gerek vardı ki?
Rab, Musa ve İbranilerin Mısır’dan çıkmalarına izin vermeyen Firavunun başına bazı belalar sarmıştı. Bu belalar gerçekleşirken İbraniler hala yerlerinde duruyorlardı. Neden?
Tevrat’ta yazılı olan sıralamaya göre ilk bela olan Nil nehrinin ve tüm suların kan rengine dönüşmesi, balıkların ölmesi ve kokmaları gerçekleşirken İbraniler hiç hareket etmeden bekleyip seyrettiler. KurbağalarMısır’ı istila ettiğinde de İbraniler yerlerindeydiler. Sivrisinek ve At sinekleri Mısır’a felaket getirdiğinde dahi İbraniler hiçbir yere hareket etmeden hala Firavundan izin bekliyorlardı. Mısır’da İbranilerin sahip olduklarının dışında tüm hayvanların öldüğü o bela geldiğinde bile İbraniler yerlerinden bir adım öteye kımıldamadılar. Üstelik kendilerini kaçarken taşıyacak atları eşekleri olup da Firavunun ordusunun tek bir hayvanı kalmadığında bile kaçmak akıllarına mı gelmedi? İbranilerin dışında tüm Mısır halkı irinli çıbanlarla uğraşırken İbraniler bir yere ayrılmadılar. Tüm Mısır’da dolu yağışı ile gelen felaket sırasında tek dolu yağmayan Geşom kırsalında, İbraniler beklemeye devam ettiler. Çekirgeler Mısır’da yemedik bitirmedik ne tahıl ne ot ne ağaç bırakmadığı zaman da İbranilerin fırsat bu fırsattır diyerek kaçmaları akıllarına gelmedi mi? Üç gün boyunca yalnızca Mısır halkının başına gelen karanlık belası sırasında bile İbraniler kaçıp gitmediler. Nihayet İlk Doğan Çocukların Ölüm belasısonrasında Firavun İbranilerin gitmelerine izin verdi ve İbraniler Fısıh Bayramı yaparak Mısır’dan ayrılmak için yola çıktılar.
Mısır’dan yola çıkmadan önce Musa ve Harun İbraniler için bunun bayram olduğuna karar verip Fısıh bayramı olarak kutladılar. Bu konu diğer dinlerden 2 açıdan önemlidir. Birincisi Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildiği ve ruhunun yükseldiği zaman da aynı bu Fısıh bayramı gibi değerlendirilerek Paskalya Bayramı olarak kutlanmıştır. Her ikisi de bir oruç süresinin ardından gelen kutlama şeklinde gerçekleşir. Fısıh bayramının İslam’daki yerinin iki farklı şekli vardır. Birincisi Yahudilerin uzun bir yola çıkış öncesinde o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak saymaları ile İslam’daki Hicret olayının benzeşmesidir. Muhammed de Mekke’den Medine’ye kaçarken o günü yılın ilk ayının birinci günü olarak değerlendirip Hicri Takvimi olarak kullanmıştı. İkinci şekli ise ay hareketlerine göre farklı tarihlere denk gelse de İslam’daki oruç tutulan Ramazan Bayramı ve sonrasındaki kutlamalar ile aynı hareketlerdir.
Tevrat yazarı Fısıh bayramı olarak açıklanan bu kutlamanın ritüelini ve uygulama şeklini de açıklar. Üstelik bundan sonra hangi zamanlarda ve ne şekilde uygulanması gerektiğini de anlatır. Artık kalıcı olarak kanun olmuştur.
O gece İbrani halkı Mısır’dan yola çıkmak için Musa ve Harun’dan emir aldılar. Tevrat bu bölümde ufak bir detay vererek gelecekte yaşanacak bir konunun alt zeminini hazırlamaktadır. Daha sonraki bölümlerde İbraniler Musa dağda Rab ile görüşürken onlar aşağıda altından bir inek yaparak ona tapmaya çalışacaklardır. Herkesin aklında Mısır’da fakirlik içinde boğulan İbrani halkı bu kadar altını nereden buldu diye bir soru çıkabilir. Bu yüzden Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış bölümünün 35-36 satırlarında İbranilerin Firavundan altın ve gümüş istediği ve Mısır halkının da onlara istediklerini vererek İbranilerin Mısır halkını soyduğu yazılıdır.
Rab Musa’dan İbranilere ait tüm canlıların ilk doğanlarının kendisine adanmasını istedi. Musa verilen emri halkına iletti. Tüm ilk doğanlar (erkek), çocuklarından hayvanlarına kadar ilk doğanlar Rab’a adanacaktı. İbrani halkı Musa ve Harun önderliğinde “Aviv” (Bahar) ayının bir gecesinde yola çıktılar. Güzergahları Kamış Denizinden geçerek Kenan ülkesine doğru yol almaktı. Yani yaklaşık olarak 100 km yol kat edeceklerdi. Bu da kalabalık ve büyük bir topluluğun günlerce mola vererek yaklaşık 2 ayda yani 60 günde gidebilecekleri bir yoldu.
Musa, halkı ile beraber Geşom’dan ayrılıp güneye Sukot’a doğru yol aldı. Sonra kuzeye dönüp Etam’da mola verdiler. Amaçları Kızıldeniz bataklıklarının en sığ bölgesi olan Kamış Denizi denilen yerden geçmekti. Tevrat yazarına göre Rab intikamcı bir karaktere sahipti. Çünkü 14. Bölümde dediğine göre Rab hala Firavunu inatçı yaparak İbranilerin peşine düşürecekti. Genel manzara şöyleydi; önde telaşla kaçarken düştükleri durumdan ötürü Musa ve Harun’a lanet okuyan İbrani halkı, arkada savaş arabaları ile (Hayvanların öldüğü belada sağ kurtarılan savaş arabası atları başka ilginç bir durum) Firavun Ramses ve ordusu ile halkını sakinleştirmeye çalışan Musa.
İbraniler çoluk çocuk ve hayvanlarla yürümektedirler. Arkalarından gelenler ise at arabaları ile daha hızlı oldukları için devreye giren Rab’ın meleği (Tevrat’ta bu bölüme kadar tüm işlerle, her türlü belalarla Rab ilgilenmesine rağmen bu bölümde ilk kez Melek devreye girer) grupların üzerlerine bir bulut gönderir. Bulut İbraniler üzerinde aydınlık yaratarak yol almalarını sağlarken Ramses’in ordusunun üzerini karanlıkla kaplayarak görmelerini engeller ve hareketlerini kısıtlar. Bu şekilde Kamış Denizine varan Musa, Rab’ın talimatı ile elindeki asayı Kızıdeniz’in üzerine tutar ve deniz ikiye ayrılır. İbraniler içinden geçerek çıkar giderler. Arkalarından gelen Mısır ordusu da aynı kanala girince sular yeniden kapanır ve Mısır ordusu boğularak yok olur.

Artık Kızıldeniz’in öte yanına geçilmiştir. Bundan sonraki yolda Mısır ve Firavun ile ilgili hiçbir pürüz kalmamıştır. Şimdi önlerindeki yolculukta Yahudilik dininin temellerinin atılacağı, emirlerin ve ibadet şekillerinin saptanacağı yeni bir düzen kurulacaktır. Tevrat yazarı bu süreci anlatabilmek için İbrani halkını Kenan ülkesine kadar sürecek yolculukta 40 yol seyyah olarak göstermek zorunda kalmış. Normal koşullarda Trakya büyüklüğündeki bir toprak parçasında 40 yıl boyunca yapılan seyahatte bir dinin temellerinin atılmasını izleyeceğiz.
Yazan: Sedat Karadayı

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 1

Yazan: Sedat Karadayı

DEDE KORKUT’TAN DEDEM KORKUT’A TÜRKÇE YAZILAR - 1

Türkçe dönem olarak 5’e ayrılır:

Antik Türkçe MÖ? – 1 YY
Eski Türkçe 1-13 YY
Orta Türkçe 13-16 YY
Yeni Türkçe 15-20. YY
Modern Türkçe

700’lerde Köktürk’lerden kalan Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk anıtları en eski ve en büyük Türkçe metinleri oluşturmuştur. Tamamı Köktürk alfabesi ile yazılmıştır. O zamanlarda konuşulanlar şimdi konuşulsaydı hemen hemen hiçbir şey anlaşılmayacaktı.

Bu yirde olurup Tabğaç budun birle tüzültüm
Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım
Altun kümüş işgiti Kutay burisuz anca birür
Altını gümüşü ipeği (ipekliyi) sıkıntısız öylece veriyor.
Tabğaç budun sabi süçig ağısı yımsak ermiş
Çin milletinin sözü tatlı ipek kumaşı yumuşak imiş
Süçig sabin yımsak ağın arıp
Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp
Irak budunuğ anca yağutır ermiş
Uzak milleti öylece yaklaştırmış
Yağuru kondukda kirse ariyığ bilig anda öyür ermiş
Yaklaştırdıktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş
Bir kişi yarigılsar, oğuşı budunı bişükinge tegi kıdmaz ermiş
Bir kişi yanılsa kabilesi milleti akrabasına kadar barındırmazmış
Süçig sabıriga yımsak ağısıriga arturup öküş Türk budun öltüg. Türk budun ölsikirig.
Tatlı sözüne yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok Türk milleti öldü. Türk milleti öleceksin


1000’lerde Türkçe’nin durumu

1077 yılında Kaşgarlı Mahmut Dîvan-ı Lûgati’t Türk’ü yazıp zamanın halifesi Muktedî-Biemrillah’ın oğlu Ebu’l Kasım Abdullah’a hediye etmesinin sebeplerinden biri de Araplara Türkçe öğretmek idi. Kaşgarlı’nın kitabından alınan bazı atasözlerine bakacak olursak yine anlaşılması o kadar kolay olmayacak.

Köklüg tonug özkünge, tatlı aşıg adınka, Tutkil konukş agırlıp, yadsun çavıng budunka
(Güzel elbiseyi kendine, tatlı aşı başkasına ayır. Konuğu iyi ağırla yaysın ünün millete.)
Agılda oglak toğsa, arıkta otı öner
(Ağılda oğlak doğsa ırmakta otu biter)
Kız kişi savı yarıglı bolmas
(Pinti kişinin iddiası geçerli olmaz)
Tegirmendi togmış sıçgan kök kökregüge korkmas
(Değirmende doğmuş sıçan gök gürlemesinden korkmaz)
Korkmuş kişige koy başı körünür
(Korkmuş kişiye koyun başı çift görünür)
Koş kılıç kınga sıgmas
(Çift kılıç bir kına sığmaz)
Kaynar öküz keçiksiz bolmas
(Coşkun ırmak geçitsiz olmaz)
Bir tilkü terisin ikile soymas
(Bir tilkinin derisi iki kez soyulmaz)
Teve silkinse eşgekke yük çıkar
(Deve silkinse eşeğe yük çıkar)
Ermegüge bulıt yük bolır
(Üşengece bulut yük olur)
Köp sögütke kuş konar, körlük kişige söz kelir
(Çok söğüde kuş konar, güzel kişiye söz gelir)

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 6

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-6

SULTAN BERKYARUK VE I. KILIÇARSLAN’IN ÖLÜMÜ

Melikşah’ın ölümünden sonra oğulları ve kardeşleri taht kavgasına girmişlerdi. Türklerin ve dolayısıyla Selçukluların geleneğine göre hanedana ait tüm erkekler Tanrıdan Kut almış olduğu varsayılarak mutlaka bir bölgenin yöneticiliği verilmesi gerekirdi. Bazıları sahip oldukları bölgeyi sevip rıza göstermelerine karşın bazıları da kendilerine verilen bölgeden hoşnut kalmayıp daha çok yer istiyor ya da zorla sahip olmaya çalışıyordu. Melikşah’ın üvey kardeşi Arslan Argun bunlardan biriydi. Arslan Argun kendi payına düşen Hemedan’ı yeterli görmediği için istemiyordu. Ağabeyi Melikşah’ın ölümünden sonra Horasan, Belh gibi bazı toprakları ele geçirdikten sonra yeğeni Berkyaruk’tan Nişabur hariç dedesi Çağrı Bey’in sahip olduğu tüm bölgenin kendisine verilmesi karşılığında Berkyaruk’un sultanlığını tanıyacağını haber etmişti. Ancak Berkyaruk başındaki Tutuş sıkıntısı nedeniyle 1094 yılında ona cevap veremedi. Cevabını 1095 yılında diğer amcası Börü Bars’ı ordusuyla Arslan Argun’un üzerine gönderdiğinde vermiş oldu. Börü Bars oğlu Mesud ile beraber yaptıkları savaşta kardeşi Arslan Argun’u yendi. Argun, Belh’e çekilmek zorunda kaldı. Belh’e kardeşi Arslan Argun’un üzerine yürüyen Börü Bars yapılan savaşta yenildi. Arslan Argun, kardeşini 6 ay hapsettikten sonra öldürdü.

1096 YILI

Ağustos’un başında keşiş Pierre L’Ermite idaresindeki Fransız, İtalyan ve Alman işsiz ve serseri takımından oluşan disiplinsiz ilk haçlı ordusu Avrupa’da geçtikleri yerleri yağmalayarak Konstantinopolis’e. Anadolu Selçuklu ordusu Eylül sonunda 6 bin kişilik İtalyan ve Almanlardan oluşan haçlı ordusunun İznik’te ele geçirdiği kaleyi geri aldı. Bu yenilginin intikamını almak için harekete geçen Haçlılar 20 bin kişilik ordu ile İznik üzerine yürüdüler. Ermeni Gabriel’in elindeki Malatya şehrini kuşatan Kılıçarslan meşgul olduğu için onları karşılayan kardeşi Kulan Arslan ve ordusu tüm Haçlıları yok etti. Bu sırada Avrupa’dan yola çıkan asıl ve profesyonel Haçlı ordusu başında Fransız ve Alman şövalyeler komutasında kadınlı çocuklu 600 bin kişilik güçle Konstantinopolis’e yaklaşmaktaydı.

1097 YILI

Arslan Argun’u cezalandırmak isteyen Berkyaruk 12 yaşındaki kardeşi Sencer’i ordusuyla amcasının üzerine gönderdi. Ancak Sencer daha Horasan’a varmadan Arslan Argun kölesi tarafından halka zulmettiği için öldürülmüştü. Sencer Berkyaruk tarafından Horasan Melikliğine atandı. Bu dönemde Muhammed Tapar Gence Meliki, dayısı İsmail’in oğlu Mevdud Azerbaycan Meliki, amcası Tutuş’un oğullarından Rıdvan Halep, Dukak Şam Meliki, babası Melikşah’ın kuzeni (Kavurd’un oğlu) Turan Şah Kirman Meliki unvanları ile Berkyaruk’u Büyük Selçuklu Sultanı olarak tanıyorlardı. Aynı zamanda Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğlu, Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan da batıda Haçlılarla uğraştığı için doğuda bir sorun yaşamamak adına Berkyaruk’un Sultanlığını kabul etmişti. Fakat bu uzun sürmeyecekti.

Konstantinopolis’e gelen Haçlı ordularından haber alan Kılıçarslan Malatya kuşatmasını bırakarak İznik’e doğru yola çıktı. Ancak İznik’e vardığında kale büyük bir haçlı ordusu tarafından kuşatıldığı için savaşmadan kaleyi teslim ettiler. Konstantinopolis’e götürülen eşleri ve çocukları fidye ödenerek sağ olarak kurtarıldı. Kılıçarslan geri çekilmesine rağmen Haçlı ordusunu izlemekteydi. Önceleri vur-kaç taktiği ile haçlı ordusunu yıprattı ancak Eskişehir’de meydana gelen Dorileon Muharebesinde başarı sağlayamadı ve yenildi. Yenilmesine rağmen hiç esir bırakmadan düşmana 4000 zaiyat verip esir alarak yine de etkili olmuştu. Haçlı ordusunun ağır zırhlı askerleri ve Boemondo, Godefroy de Bouillon, Hugue, Saint Gilles, Robert Curthose, Tancred, Blois kontu Stephen gibi güçlü şövalyeleri karşısında vur kaç taktiğine devam etmesi ve gerilla savaşı yürütmesi gerektiğini anlamıştı. Bundan sonraki süreçte haçlı ordusunun geçeceği yerlerde yiyecek ve içecek tedariklerini ortadan kaldırarak ve ufak tefek kayıplar verdirerek yine de başarılı bir süreç sağlayabilmiş bu sırada ordusunun kayıp vermesini engellemişti.

1099 YILI

Muhammed Tapar elindeki toprakların yetersizliğini bahane ederek isyan edip Sultanlığını ilan etti. Tapar ile Berkyaruk arasında uzun süren savaşlardan sonuç alınamadı. Batıdaki Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan ise Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki bu gerginliği fırsat bilerek bir yandan Haçlılarla mücadele ederken diğer yandan güneydoğu Anadolu’da bulunan Büyük Selçukluya bağlı beylerin topraklarını nasıl ele geçireceğinin hesaplarını yapıyordu.

1104 YILI

Bu sıralarda Berkyaruk’un sağlık durumu kötüye gidiyordu. Tapar ile bir türlü yenişemedikleri savaşlara son vermek için aralarında antlaşarak Azerbaycan, Diyarbakır, Bağdat, Isfahan, Rey, Hemedan gibi önemli kentler Muhammed Tapar’a bırakıldı. 1104 yılının sonuna doğru 22 Aralık’ta Berkyaruk 23 yaşında veremden öldü. Vasiyeti gereği yerine veliaht olarak oğlu II. Melikşah geçecekti. 5 yaşındaki II. Melikşah amcaları Muhammed Tapar ve Ahmed Sencer’in kararı ile Sultan olarak tahta oturmuş olsa da kontrol kendilerindeydi. Bu da uzun sürmedi, 1 yıl sonra Tapar yeğenini hepse atarak Selçuklu devletinin başına geçti. Ancak ordu gücü açısından doğuda bulunan Ahmed Sencer daha güçlüydü.

1105 – 1107 YILLARI

Haçlıların hakkından gelen Kılıçarslan, Anadolu’daki zaferleri ve ele geçirdiği yerlerden sonra saygınlığı ve gücü artmıştı. Bir zamanlar topraklarına göz koyduğu Selçuklu Beyleri şimdi ona itaat ettiklerine dair mesajlar gönderiyorlardı. Bunu öğrenen Muhammed Tapar, Emir Çavlı’yı görevlendirip Musul’a gönderdi. Ancak o daha kente giremeden Musul halkı, Kılıçarslan’a haber gönderip şehri teslim almasını istedi. Kılıçarslan Mart 1107’de Emir Çavlı ile Nusaybin’de yapılan savaşı kazanarak Musul’a girdi ve Tapar’a ait olan hutbe yerine kendi adına hutbe okutturdu. Yanında Yinal oğlu İbrahim ile beraberken Musul’da tüm vergileri kaldırarak halkı memnun etti. Kılıçarslan’ın bu yükselişinden rahatsız olan Artuklu Beyi İlgazi ile Halep Meliki Rıdvan, Tapar’ın Emiri Çavlı’ya katıldılar. Bu sırada Kılıçarslan’ın ordusu ikiye bölünmüştü. Ordusunun bir kısmı Bizans ordusu ile beraber ittifak ederek Urfa Kontu Bohemond’a karşı gitmişti. Geri kalanların bir kısmını veliaht oğlu 11 yaşındaki Mesud ve komutanı Bozmış Bey ile bırakarak kendisi de 6 bin kişilik ordusu ile Emir Çavlı, İlgazi ve Rıdvan’ın üzerine yürüdü. Kılıçarslan’ın ordusu daha az olmasına rağmen başlarda başarılı savaş çıkardı. Bir süre sonra kendisine bağlı beyler az sayıda olduklarını göz önüne alarak taraf değiştirdiler. Kılıçarslan, bozguna uğrama endişesi ile Emir Çavlı’ya saldırıp onu yaralamasına rağmen sonuç alamayacağını düşünerek geri çekilmeye çalıştı. Bu sırada Habur Çayını geçerken düşünce zırhlarının ağırlığı sebebiyle 14 Haziran 1107’de boğularak öldü.

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 5

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-5

BÜYÜK SELÇUKLULARIN MİRASYEDİ SULTANLARI

Melikşah İslami geleneklere göre 3 evlilik yapmıştı. Türk geleneklerine göre de eşlerinin hepsi de Türk soyundan geliyordu. Hatta bir tanesi doğrudan amcasının kızıydı.

Melikşah ilk evliliğini Karahanlı Devletin başı Tamgaç Han’ın kızı Terken Hatun ile yaptı. Aslında adı Terken olmamakla beraber tam adı bilinmediği için Türkler ve Moğollar arasında (Tengriken’den türetilmiş olduğu iddia edilir) bir nevi Prenses ya da Kraliçe anlamına da geldiği için kullanılmıştır. (Terken Arapça yazıldığında noktalamalardan dolayı Türkan olarak okunur). Alparslan’ın siyaseti gereği yapılan bu evlilik iki devleti daha uyumlu bir ilişki içine sokmak içindi. Melikşah Terken Hatun ile evlendiğinde Isfahan valisi olup henüz 12 yaşındaydı. Melikşah ikinci evliliğini amcası Emir Yakuti’nin kızı Zübeyde Hatun ile yaptı. Bu evliliğin de bir aşk evliliği olduğunu söylemek güç olur. Yine aile içinde olası isyanlara dur demek açısından yapılmış bir siyasi evlilik gibi görünüyor. Son eşi olan Başulu Hatun sıradan bir Kıpçak Türküydü. Melikşah’ın yaptığı bu evlilik Türk hanedanları içinde cariye ile yapılan ilk evlilik olması açısında önemliydi. Başulu Hatun olan ismi evlilikten sonra Taceddin Seferiyye Hatun olarak değiştirildi. Melikşah’ın eşleri içinde en çok sevdiği, en çok saygı duyduğu eşi olmasının yanında, Başulu Hatun Selçuklu Devleti için en yararlı eşi olmuştu.

Melikşah ilk oğlu Adudüddevle Ahmed’i 10 yaşındayken veliaht olarak tayin etmişti fakat Ahmed 1 yıl sonra 1088 yılında öldü. Diğer oğlu Davut ise 1 yaşındayken ölmüştü. Oğullarından sağ olan en büyüğü Zübeyde Hatun’dan olan Berkyaruk 8 yaşındayken veliaht ilan edildi. Melikşah 1092 yılının sonunda zehirlenerek öldürüldüğünde, Berkyaruk 12, Başulu Hatun’dan olan oğlu Muhammed Tapar 10, Sencer ise 8 yaşındaydı. En küçük oğlu Terken Hatun’dan olan Mahmud, babası öldüğünde 5 yaşındaydı. Melikşah’ın daha başka Tuğrul ve Humar adında 2 oğlu çocuk yaşlarında ölmüştü. Mah Melek Hatun, Gevher Hatun ve Seyyide (Sitara) Hatun isimlerinde 3 de kızı vardı.

1092 yılı;

Melikşah ölünce veliaht olan Berkyaruk tahta geçecekti. Ancak acele davranan Terken Hatun 6 gün içinde gelenekleri bir kenara iterek kendi oğlu 5 yaşındaki Mahmud’u Sultan ilan etti. Ayrıca Emir Kur Boğa’yı İsfahan’daki Berkyaruk’u tutuklaması için görevlendirdi. Ancak daha çabuk davranan Vezir Nizamülmülk Berkyaruk’u Rey şehrine kaçırarak Sultan ilan etti. Aynı yıl Nizamülmülk Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından öldürüldü. Yerine Tacülmülk vezir oldu.

Melikşah’ın sağlığında Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Tutuş ile olan savaşı kaybettiğinde oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan Melikşah tarafında tutuklanıp hapsedilmişti. Melikşah’ın ölümünden sonra Berkyaruk tarafından serbest bırakılan Kılıçarslan ve kardeşi İznik’e geçerek Anadolu Selçuklu Devletini Vali Ebu’l Gazi’den teslim alıp Sultanlığını ilan etti. Kılıçarslan Sultan olduktan sonra bölgede hakimiyetini sağlamış ve denizcilik konusunda başarılar elde etmiş olan Çaka Bey ile ittifak kurmak amacıyla kızı ile evlendi. Karadan Kılıçarslan denizden de Çaka Bey Bizans’a nefes aldırmıyor Bizans’ın sürekli toprak kaybetmesine sebep oluyorlardı. Bizans İmparatoru I. Aleksios bir yandan Çaka Bey ile Kılıçarslan’ın arasını açmaya çalışırken diğer yandan da Avrupa’nın Katolik Papasından yardım istemişti. Çaka Beyin Çanakkale boğazının tam ortasında antik “Abydos” (Bugünkü Kilitbahir’in biraz kuzeyi) kentini kuşatması yüzünden Bizans İmparatoru I. Aleksios, Kılıçarslan’a Çaka Beyin asıl amacının İznik’i ele geçirmek olduğunu söyleyerek onu kışkırttı. Kılıçarslan bu dedikodudan etkilenerek Abydos kuşatmasında Bizans saflarında yer alıp karadan Çaka Bey’e saldırdı. Çaka Bey gelişmelerden habersiz Kılıçarslan ile görüşmek istediğinde verilen ziyafet sırasında Kılıçarslan tuzağa düşürdüğü kayınpederi Çaka Beyi kılıcıyla öldürdü.

1093 yılı;

Terken Hatun ordunun desteğini almak için Emirlere ve askerlere 20 bin altın dinar dağıttı. Oğlunun Sultanlığını kesinleştirmek için Sultan Naibi olarak11 Ocak’ta Berkyaruk’a karşı savaştı. Savaşı kazanan Berkyaruk 6 gün sonra Isfahan’ı kuşatınca Terken Hatun antlaşma önerdi. Buna göre Berkyaruk’a 500 bin Dinar ödeme yapacak, Terken Hatun oğlu adına Sultanlık talebinden vaz geçecek ancak İsfahan ve çevresini elinde tutacak şekilde Mahmud, Melik olarak kalacaktı. Berkyaruk antlaşmayı kabul etti ve ordusunu çekti. Bir ay sonra Terken Hatun yeni planını devreye sokarak Azerbaycan Emiri İsmail’e (Emir İsmail Berkyaruk’un dayısıydı. Melikşah’ın kardeşi Emir Yakuti’nin kızı Zübeyde Hatun, Melikşah’ın eşiydi, oğlu da Azerbaycan Valisi Emir İsmail idi) Berkyaruk karşısında kendisi ile birlik olması şartı karşılığında evlenme teklifinde bulundu. Emir İsmail bu teklifi Selçuklu Sultanı olma şansı olarak görüp kabul etti. Fakat Şubat 1093’deki savaşı Berkyaruk kazandı. Daha sonra Halife tarafından bir kez daha Sultan ilan edildi ve adına hutbe okundu.

1094 yılı;

Melikşah’ın ölümü sonrasında kardeşi Tutuş, Büyük Selçukluya bağlı olan Suriye’de kendini Sultan ilan ederek Suriye Selçuklu Devletini kurmuştu. Yeni Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş, yeğeni Berkyaruk’un çocukluğunu ve toyluğunu dikkate alarak ondan toprak kazanmak amacıyla üzerine yürümeye karar verdi. Ekim 1094’teki savaşı kaybeden Berkyaruk en yakınındaki kardeşi ve İsfahan Meliki Mahmud’a sığındı. Terken Hatun bu durumu fırsat bilerek Berkyaruk’u tutuklattı. Fakat birkaç gün içinde Mahmud hastalık nedeniyle ölünce Emirleri taraf değiştirdi ve Berkyaruk serbest bırakıldı. Birkaç gün sonra da Terken Hatun öldü.

1095 yılı;

Berkyaruk yeni bir ordu hazırlayıp 26 Şubat 1095 tarihinde Tutuş’a saldırdı ve bu kez savaşı kazandı. Amcası Tutuş’un ölümünden sonra bir oğlu Dukak Şam’da diğer oğlu Rıdvan ise Halep’te Melikliğini ilan etti. Her iki Melik de Berkyaruk’a bağlı olarak hüküm sürmeye devam ettiler.

1096 yılı;

Avrupa’da Papa’nın isteği le hazırlanan Haçlı orduları Konstantinopolis’e doğru yola çıktı.

Berkyaruk Büyük Selçuklu Devlet sınırları içinde kontrolü ele geçirebilmişti. Kardeşlerine verdiği Meliklik onları geçici de olsa sakin kalmalarını sağlayacaktı. Bu durum 3 yıl daha bu şekilde sürecekti.

SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 4

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ-4

BÜYÜK SELÇUKLU’NUN SONU

Alp Arslan henüz sağlığında büyük oğlu Melikşah’ı veliaht olarak tayin etmişti. Uzun denilebilecek boyu olan Melikşah biraz da kiloluydu. Çocukluktan itibaren babasının yanında savaşçılığı ve devlet adamlığını öğrenip beraber seferlere çıkıyorlardı. Doğu Anadolu’da Ani ve çevresindeki birçok bölgenin fethini vezir Nizamülmülk ile beraber yapmışlardı. Sadece Malazgirt savaşında bulunmamıştı. Muhtemelen onun sebebi Alp Arslan’ın olası bir ölümü sonrasında Selçuklu devletinin başına geçebilmesi için bir önlemdi. Alp Arslan oğlu Melikşah’ın tam bir devlet adamı olabilmesi için daha 12 yaşındayken ona ikta olarak Isfahan’ı verip yönetmesini sağlamıştı. Aynı yıl Karahanlıların kızı Terken Hatun ile evlendirildi.

Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra ordu komutanları olan Gazileri Anadolu’ya fethe gönderirken kendisi de doğuya Türkistan üzerine sefere çıktı. Emrindeki 200 bin kişilik ordu ile zaferlerine devam ederken bir süre kuşatma altında tuttuğu Barzam Kalesini de ele geçirdi. Kalenin kumandanı olan Yusuf Harizmi’yi gerekli güvenlik önlemlerini almadan huzuruna kabul etmişti. Oysa Yusuf Harizmi çizmesine sakladığı küçük hançerini birden çıkartıp Alp Arslan’a sapladı. Çevresindeki Alpler Yusuf’u yakalayıp etkisiz hale getirmiş olsalar da ağır yaralanan Alp Arslan 4 gün süren tedaviden sonra hayatını kaybetti. Cenazesi Merv’e getirilip defnedilirken oğlu Melikşah 17 yaşında tahta çıktı.

Alp Arslan ölüm döşeğindeyken oğluna karısı ve Melikşah’ın da annesi olan Seferiye Hatun’un kardeşi Kavurd Bey ile evlendirilmesini vasiyet etmişti. Oysa Selçuklu’da sular dinmek bilmiyordu. Alp Arslan oğlu Melikşah tahta çıktığında amcası Kavurd yine isyan ederek Selçuklu tahtında hak iddia etti. Amca-Yeğen’e ait ordular İran’ın Karaç mevkiinde karşılaştılar. Melikşah’ın ordusu içinden birçok Türkmen’in Kavurd’un saflarına geçmesine rağmen Melikşah amcasıyla olan savaşı kazandı. Melikşah amcasını affetmekten yanaydı ancak vezir Nizamülmülk buna engel oldu ve Kavurd Bey idam edildi. Bunun yanında dört çocuğundan yetişkin olan ikisinin de gözlerine mil çekildi.

Melikşah çok uzun olmayan Sultanlık döneminde doğuda büyük zaferler kazanmış ve fetihlerin yanında kendisine boyun eğen devletleri kontrol altında tutmayı başarmıştı. Batıda ise genellikle orta doğu bölgesinde hakimiyetler sağlamış, doğu Anadolu ve Azerbaycan topraklarındaki Ermenilere hamilik yapmıştı. Urfa ve Ani bölgelerinde yaşayan Ermeni halka özellikle de Hristiyan din adamlarına yaptığı yardımlarla büyük saygı kazanmıştı.

Melikşah’ın Selçuklu Sultanı olduğu sıralarda Anadolu’da kuzeni Kutalmışoğlu Süleyman Şah batıya doğru ilerleyip İznik ve İzmit’i fethederek Büyük Selçuklu’dan bağımsız olarak Anadolu Selçuklu devletini kurdu. Alp Arslan’ın danışmanlarından Danişmend Gazi ise Alp Arslan’dan aldığı buyruk ile Sivas ve bölgesinde kendisine ait fakat Selçuklu Sultanı Melikşah’a bağımlı Danişmendli Beyliğini kurmuştu. Saltuk Gazi de aynı şekilde Erzurum’da Melikşah’a bağlı Saltuklu Beyliğini kurdu. Diğer Gazilerden Artuk Bey, Mardin merkezli, Emir Çavuldur Maraş, Mengücek Gazi Erzincan merkezli beyliklerini kurup Melikşah’a bağlılıklarını bildirdiler. İçlerinden Çaka Bey daha da batıya giderek İzmir bölgesinde denize kavuşmuştu. Bunun anlamı Büyük Selçuklu İmparatorluğu doğuda Hazar’dan güneyde Akdeniz, batıda Ege denizine kadar geniş bir alana hükmettikleri anlamına geliyordu.

Melikşah’ın ordusu babası Alp Aslan’dan kalan ordu gibi değildi. Eskiden tamamen atlı Türkmenlerden oluşan ordunun yanına yaya (Piyade) birlikler olarak “Gulam” denilen paralı ya da esir alınmış askerlerden oluşan birlik de vardı. Bu tür askerlerin sayısı sürekli olarak 50 bin civarındaydı. Ancak komutanları tamamen Türkmenlerden seçiliydi. Emir Savtekin, Emir Bozan, Emir Porsuk, Emir Atsız, Emir Yağı-Basan, Emir İsabörü, Emir Yakup, Emir Çabak, Emir Aksungur, Emir Ahmed, Emir Goharayın ve Emir Kumaksürekli merkez orduda komuta eden emirlerdi. Bu emirler devlet için önemli olan kentlerin valisi olarak görevlendirilmişlerdi. Ayrıca Anadolu’da beylik olarak hüküm sürenler de ihtiyaç olduğunda orduları ile desteğe gelirlerdi.

Melikşah döneminde üstesinden gelemediği sorunların en önemlisi Haşhaşiyun tarikatı idi. Etkin eylemlerde bulunan Haşhaşiler, Nizamülmülk’ü ve daha birçok önemli kişileri intihar saldırıları ile öldürmüşlerdi. Hatta Melikşah’ın ölümünde dahi Haşhaşiler ile karısı Terken Hatun’un adları geçmektedir.

Selçuklu Sultanları dönem dönem farklı İran şehirlerinde ikamet etmişlerdi. Melikşah’ın tercih ettiği yer kendisine ikta olarak verilen Isfahan bölgesiydi. Savaşta, seferde olmadığı zamanlarda sürekli Isfahan’da olurdu. Hazinesi ve ordunun depoda bulunması gereken silahları Isfahan’ın 8 km güneyindeki Soffa Dağında bulunan Dezkûh kalesinde saklanıyordu. Son dönemlerinde sarayını Bağdat’a taşıma kararı almıştı.

Melikşah bilime ve ilime önem verirdi. Kendi döneminde Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medreseleri gerektiği gibi yönetilip idare edilebilseydi muhtemelen çok daha başarılı olacaklardı. Medreselerin başına getirilen yöneticilerin (Gazali, Ebû İshak eş-Şîrâzî) pozitif bilimden uzak eğitim sistemleri yüzünden beklenen başarıyı sağlayamadı. Dönemin bilim açısından yüz akı Ömer Hayyam idi. Matematikçi ve astronom olan Ömer Hayyam’ın, Melikşah’a atfettiği Celali Takvimi o döneme kadar yapılmış takvimler içinde en az hatalı olandı.

Selçuklular kısa zamanda Oba’dan Devlet’e, Devlet’ten İmparatorluğu dönüşmesine rağmen yine kısa sürede yeniden birçok küçük devletlere dönüşmek zorunda kaldı. Bunun en büyük sebebi, Selçuklularda yakın akrabalara Melik unvanı ile yönetmeleri için verilen beylikler olmuştu. Sultan’ın gücü ne olursa olsun kardeşi gibi en yakını dahi isyan edebiliyor, Sultan’ın tahtına göz koyabiliyordu. Melikşah döneminde Afganistan’ın Kunduz Vilayetinin sorumluluğu amcası Osman’a, Toharistan kardeşi Ayaz’a ve sonra da onun oğlu ve torununa, Herat kardeşi Börübars’a, Kirman isyan eden amcası Kavurt’un oğulları Sultanşah ile Turanşah’a, Azerbaycan amcası Emir Yakuti’nin oğlu İsmail’e, Hemedan kardeşi Arslan Argun’a, Belh kardeşi Tekiş’e, Suriye kardeşi Tutuş’a verilmişti.

Melikşah’ın ölümünden önce Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Büyük Selçuklulara ait olup Tutuş’un sorumluluğu altındaki Suriye’yi ele geçirmek için kuzeni Tutuş’a saldırdı. Tutuş ise Artuk Bey’den destek alarak Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile çarpıştı. Savaşı kaybeden Süleyman Şah nehirde attan düşerek (Babası Kutalmış da Alp Arslan’a isyan ettiğinde kayalıklarda attan düşüp ölmüştü) öldü. Suriye’yi tamamen ele geçiren Tutuş Büyük Selçuklunun valisi olmak yerine bu toprakları kendi malı olması için isyan ettiğinde Melikşah Tutuş üzerine yürüyerek bu planını bozdu.

Melikşah 1092 yılının sonuna doğru zehirlenerek öldüğünde kendisinden sonra Selçuklu’nun artık Büyük’lüğü kalmayacaktı. Kardeşler, kuzenler, amcalar birbirine girip tek bir imparatorluk yerinde birçok güçsüz ve zayıf devletler olarak ortaya çıkacaktı.