HABERLER
Dini Haber
Alevilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alevilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MUHAMMED’İN HAS ADAMI ALİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Hz Ali, din, Alevilik, Muhammed'in celladı Ali, Cellat Ali, Allah'ın aslanı, Ali'nin katliamları, islamiyet, Uhud savaşı, Hendek savaşı, Kureyza kuşatması, Bedir savaşı, Ali, MWG,

MUHAMMED’İN HAS ADAMI ALİ


Allah’ın aslanı olarak tanıtılan, Muhammed’in amca oğlu ve damadı Ali; Muhammed’in kolaylıkla kullanabildiği tek yakınıdır. Muhammed’in cellatlığını yaptığı için kendisine Allah’ın aslanı lakabı verilmiştir. İslam kaynaklarında anlatılan olaylara bakıldığında Ali’nin siyasetten anlamadığı, tek hünerinin kılıç kullanmak olduğu görülür. Muhammed’in ölümünden sonra güçlülerin karşısında tırsmış, daha sonra çevresinin gaza getirmesiyle iktidar mücadelesi yapabilmiştir. Dostunu düşmanını bile yeterince ayırt edemeyen Ali, bunu bile başaramamış Hariciler ve Muaviye ile baş edememiştir. Bildiğimiz kadarıyla kişisel bir cinayeti olmamıştır ama Muhammed için toplu kıyımlar yapmaktan da çekinmemiştir. Toplu kıyımlar kutsal savaş kılıfına sokularak ya da savunma bahanesiyle hadis ve din kitaplarında ayrıntılı olarak anlatılır. Tebük kuşatması dışında bütün savaşlara katılarak çok can almıştır. Bazı kaynaklarda şöyle bir yazıyla karşılaştım: “Ali'nin öldürdüğü Arapların yakınları, yakınlarının Ali tarafından öldürülmesinden gurur duyarlardı.”

Bedir Savaşı olarak bilinen savaş aslında bir kervan baskınıdır. Bedir’deki bu kervan baskınında öldürülenlerin yarıdan fazlasını Ali öldürmüştür. Yazılı kaynaklar böyle yazar. Şeyh Müflid’in El- İrşat isimli kitabında Ali’nin öldürdüğü 36 kişinin adları yazılıdır ve öteki kaynaklar da bu 36 kişiyi Ali’nin öldürdüğü kayıtları vardır. Sonuç olarak Mekkelilerden 70’i tutsak edildi ötekiler öldürüldü deniliyor.  Bir başka kaynak olan İbni Ebi’l Hadid “Bu savaşta müşriklerden 70 kişi öldürülmüştür. Bunların yarısı Hz.Ali tarafından öldürülmüş, diğer yarısı da meleklerin yardımıyla diğer Müslümanlar tarafından öldürülmüştür” diyor. Şimdi diyeceksiniz ki “bu bir savaştır ve savaşın ana kuralı öldürmektir, bunda Ali’nin ne suçu var?” Savaşta düşman öldürülür bu doğru. Birbirlerine düşman olanların hepsi birbirleriyle yakından uzaktan akrabalar. Bu düşmanlığın nedeni ne? Muhammed’in kervan soyup ganimet elde etmesi ve güya dine davet zorlamasının savaşa dönüşmesi. (Bkz. Mücadele suresi- 22, Enfal suresi- 41, Tevbe suresi başlangıç ayetleri) Savaşanların alıp veremedikleri nedir? Mekkeliler kervanlarını kurtarmak istiyorlar. Muhammed ayetler getirip “Mekkeliler mallarınızı yağmaladı” diyerek yandaşlarını çatışmaya zorluyor. İşte böyle bir çatışma sonucu diyet ödeyebilecekler tutsak ediliyor. Teslim olan ötekiler öldürülüp cesetleri kuyuya atılıyor. Muhammed ve ganimet için en çok kılıç sallayıp kelle uçuran da Ali… Daha sonraları Ali, Muaviye’ye yazdığı mektuba “deden Utbe’ye, dayın Velid’e, kardeşin Hanzele’ye indirdiğim kılıç yanımdadır” yazarak gözdağı vermek istemiştir. Daha ayrıntılı bilgi isteyenler Bedir Savaşı ve Ganimetleri başlıklı yazımıza bakabilirler.

Uhud Savaşı’nda da Ali’nin kılıç hünerleri sayılmayacak kadar çoktur. Efsanevimsi anlatılanlara bakılırsa Ali’nin kılıç hünerleri saymakla bitmez. Uhud Savaşı’nın nedeni Mekkeli müşriklerin intikam almak için Müslümanlara saldırması. Asıl neden; çoğu zaman olduğu gibi her iki kesimin de ganimet peşinde olmasıdır. Mekkeliler Bedir Savaşı’nda kaybettikleri kervan mallarının peşindedir. Medineliler yeni bir ganimet beklemektedirler. Muhammed bin kişilik bir ordu hazırlarsa da üç yüzü yoldan geri döner. Muhammed yedi yüz kişilik ordusuyla Uhud dağının uygun bir çevresinde Mekkelileri karşılar. İki taraf savaşa tutuşurlar. İmam Cafer Sadık, İbni Esir, Şeyh Sadık’ın dediklerine göre; Ali, Mekkelilerin dokuz bayraktarını peş peşe öldürmüştür. Müslümanlar savaş üstünlüğünü kazanmak üzereyken ganimet peşine düştüler. Halid Bin Velid arkadan saldırıya geçince Muhammed’in ordusu kaçarak dağılmaya başladı. Bu arada Muhammed’i öldürmek için gelenleri öldüren Ali, Muhammed’in “saldır” dediği topluluklara saldırıp onları da öldürdü. “Bu arada vahiy meleği peygambere Bu Ali’nin gösterdiği fedakarlıkların en üstünüdür deyince, resulullah ben ondanım, o da benden buyurdu. O anda gökten Ali gibi kahraman Zülfikar gibi kılıç yoktur nidası duyuluyordu. (İbni Esir Tarihi) “… Ama bunu söyleyen görünmüyordu. Bunu kimin söylediği peygamberden sorulduğunda o Cebrail’dir buyurdu.” (İbn-i Ebi’l-Hadid) Yine savaş meydanı, yine öldürmek meşru, yine Muhammed’in buyrukları ve çoğu zaman olduğu gibi cellât yine Ali.

Hendek Savaşı sırasında Mekkelilerin en savaşçı ve bedenen güçlü adamlarını da teke tek çatışmalarda öldüren Ali’dir. Yine Muhammed için kan dökmüştür. “Savaş sırasında böyle şeyler olabilir” denilebilirse de; Mekke halkına çomak sokan, ikilik çıkaran, huzuru bozan ve kervan baskınları yapan Muhammed’dir. Üstelik Mekke’nin işgal edilmesi tehlikesi de vardır. Bu savaşlarda Mekkelilerin kendilerine göre haklı nedenlerini de görmeli. Onların din adına değil, Muhammed’den kurtulmak için savaştıkları ortada. Muhammed’in savaşları ise din yayma bahanesiyle yağmacılık yapmak. Mekkeliler ya da diğer müşrikler yüzde yüz haklıdırlar diye bir şey demek istemiyorum. Ama Ortamı bu hallere getiren de Muhammed ve yandaşlarıdır.

Kureyza kuşatması ise başlı başına bir vahşettir, toplu kıyımdır ve Muhammed’in has cellâdı yine Ali’dir. Medine’nin dışında yaşayan Yahudilerin İki büyük kabilesi zor kullanılarak sürgün edilir. Canlarını kurtardığına sevinen kabilelerin malları mülkleri Medinelilere kalır. Üçüncü kabile olan Kureyza kabilesine canlarını kurtarmak hakkı bile tanınmaz ve eli kılıç tutan herkes kılıçtan geçirilir. Cellât yine Ali’dir. Eşlerinin, yakınlarının ve çocuklarının gözleri önünde 450 ile 900 arası Kurayzalı elleri kolları bağlıyken Ali tarafından öldürülür. Oysa öteki iki kabile gibi Kureyzalılar da malk mülk bırakarak sürgün edilebilirdi. Bütün yalvarmalara karşın Muhammed eli silah tutan herkesi öldürttü, kadın ve çocuklar cariye ve köle yapıldı. Rüşvetle Müslüman olan Yahudi Sad’ın Kureyzalılar için verdiği hükmün Muhammed tarafından onaylanmasıyla bu vahşet ortaya çıktı. Eski Yahudi Sad, Kuran’ın Maide suresi 33 ve 34. Ayetleriyle Tevrat’ın Tesniye 20. Bölümündeki metinlere dayanarak bu vahşi hükmü verdi.

Lütfen bu iki kaynağa bakarak kimin haklı kimin haksız olduğuna kendiniz karar veriniz. Bu konuyu kısa anlattığımız için olayların nedenlerini çözemeyenler Kureyza’da İslamın Toplu Kıyımı başlıklı yazımızı okuyabilirler.

Maide 33-34:
(33) Allah’a ve peygamberine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri veya asılmaları yahut el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların dünyada uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.
(34) Ancak onları yenip ele geçirmenizden önce tövbe edenler müstesna! Biliniz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

Tesniye 20: 14-18:
14) Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız RAB'bin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz.
15) Yakınınızdaki uluslara ait olmayan sizden çok uzak kentlerin tümüne böyle davranacaksınız.
16) “Ancak Tanrınız RAB'bin miras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız.
17) Tanrınız RAB'bin size buyurduğu gibi, onları –Hitit, Amor, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını– tümüyle yok edeceksiniz.
18) Öyle ki, ilahlarına taparken yaptıkları iğrençliklere uymayı size öğretemesinler, siz de Tanrınız RAB'be karşı günah işlemeyesiniz.

Bir örnek de Hayber’in yağmalanmasından verelim. Hayber’in bütün arazilerini ele geçiren Müslümanlar çok kan döktüler. Cellât yine Ali’dir. Hayber Savaşı için tek gerçek neden; yağmalama, ganimet, cariye ve köle edinmek. Öteki nedenlerin hepsi bahane, yağmaya kılıf uydurmadan başka bir şey değil. Bu çatışmada 90- 100 kadar Yahudi öldürüldü kalanların hepsi kadın ve çocuklarla birlikte tutsak edildi. Bu çatışmada da Ali başrol oynamaktaydı.

Ayşe ve yandaşlarıyla yapılan deve olayı denilen çatışmada her iki tarafın iktidar hırsı çok Müslümanın kanını döktü. Araya makam ve çıkar bekleyen fırıldak bozguncular girmeseydi Müslüman Müslümanın kanını dökmeyecekti. İktidar yüzünden birbirlerine düşürülen Ali ve Ayşe bu oyunu anlayabilselerdi boş yere savaşılmayacaktı.

Her zaman olduğu gibi İslam yazarları işi yine uçtu kaçtıya bağlıyorlar. “Allame İbn-i Ebi Cumhur el- İhsai şöyle naklediyor:  Basra’da (Cemel Savaşında) Hz. Ali’yle (a.s) birlikte idim. Yetmiş bin kişi bir kadınla (Aişe ile) toplanmışlardı, savaştan kaçan her insanın; “Ali beni hezimete uğrattı”, yaralanan her şahsın; “Ali beni yaraladı”, can veren herkesin; “Ali beni öldürdü” dediklerini gördüm. Ordunun sağ kolunda olduğumda Hz. Ali’nin sesini duyuyordum; sol kolunda olduğumda yine onun sesini duyuyordum. Talha’nın can verdiği an onun yanından geçerken; “rivayet etmiştir Kim bu oku sana attı” dediğimde; “Ali bin Ebi Talib attı” dedi. Bunu duyunca; “Ey Bilkıys ve İblis hizbi! Ali ok atmamıştır, onun elinde sadece kılıç vardır” dedim. Talha dedi ki: “Ey Cabir! Ali’nin göğe çıktığını, yere indiğini, doğudan ve batıdan geldiğini görmüyor musun? Doğu ile batıyı bir şey yapmıştır, süvariye yetiştiğinde onu mızrak vs. şeyle dürtüyor; biriyle karşılaştığında onu öldürüyor, yaralıyor ve yüzüstü yere seriyor veya “Ey Allah’ın düşmanı öl” dediğin de o adam ölüyor, ondan hiç kimse kurtulamıyor.” (El- Mecla, s.410.) Uçtu kaçtı masalında bile Ali’nin eli kanlı. Birbirleriyle savaşanlar kim ki melekler Ali’ye yardım ediyor? Her iki taraf da Müslüman, her iki taraf da iktidar peşinde.

Daha sonra Hariciler ayrı bir baş çekip başkaldırmaya kalkınca ve Ali yalnız başına kalmaya başlamışken, çıkan çatışmalarda; Hariciler kadar Ali’nin sorumluluğu da var. Ali ne yapabilirdi? Örneğin ayaklananlarla anlaşmış görünüp, ele başlarını birer ikişer yok edebilirdi. Onlara bir şeyler vaat edip, ilk fırsatta tepelerine binebilirdi. Örneğin; Muaviye ve Yezit kurnazlık yaparak bu formülü çok iyi kullanabilmişlerdir. En azından onca kişinin öldürülmesi yerine birkaç kişi öldürülüp bu işler kökten çözülebilirdi. Muhammed, kurnazlığı ve Ebu Sufyan’a verdiği rüşvet ile Mekke’yi savaşsız işgal ettikten sonra kılıcı gösterip herkesi Müslüman yapmıştı. Ali’nin tek hüneri Muhammed’in cellatlığını yapmak olduğu için, bu ince siyasetlerden hiç ders almamıştır.

Özetle Ali, Muhammed için kullanışlı, onun dilediklerini yapan, onun için kılıç sallayan bir müttefiktir. Öyle ki Muhammed, Ali'den zina ettiği söylenen cariyeyi cezalandırmasını bile isteyebilmektedir:
Ali ibn Ebu Talib naklediyor: Allah'ın elçisinin evine ait bir köle kız zina etti. O (Peygamber) şöyle dedi: Kalk Ali ve ona öngörülen cezayı ver. Sonra acele ile gittim ve ondan kan aktığını, akan kanın durmadığını gördüm. Ben de peygamberin yanına geldim ve bana şöyle dedi: Cezasını vermeyi bitirdin mi? "Hala ondan kan akarken ona gittim" dedim. Dedi ki: Kanaması durana kadar onu rahat bırak, sonra da ona öngörülen cezayı ver. Ve sağ elinizin sahip olduklarına (yani köleler, savaşta ele geçirilen cariyeler) öngörülen cezaları verin. [Sünen-i Ebu Davud, Kitap 38, Hadis 4458]

ALEVİLİKTE VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ MEVCUD

Alevilik, din, N.Kara, Alevilikte vahdet-i vücud, Vahdet-i vücud nedir?,vahdet-i mevcud,Alevilikte tanrı, Alevilikte tasavvuf, Aevi inancı, Vahdet-i vücut ve panteizm
Vahdet-i Vücud 'Varlığın Birliği” anlamına gelir bir başka haliyle alemde var olan her şey Allah'ın bir yansıması ve insan “varlığın” bir parçası demektir. Alevi inancına göre Tanrı çoklukta teklik arz eden Bir’in kendisidir ve bu inanış vahdeti vücut ve vahdeti mevcut inancına dayanır. İnanışa  göre Tanrı bütün var olanların tümüdür ve bütün var olanların dışına çıkıp dışarıdan bakabilseydik tek bir varlık görecektik ki, o da Tanrı’dır.

Bunu daha iyi açıklayacak bir örnek verilirse. Bildiğimiz meyve olan narı düşünün.Küçülüp narın içine girebilme imkanımız olsaydı ; içeride binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca şey görecektik ama dıştan bakıldığında o tek bir cisimdir.

Başka bir örnekle;
Bir insanı ele alalım. İçine girebilsek milyarlarca şey görünür. Hatta organlarımızın iradeleri bile vardır. Mesela kalbimiz bizim irademizle değil kendi iradesiyle çalışır. Biz istemesekte o çalışır ve kan pompalar. ama bu milyarlarca şeyin dışından baktığımızda tek bir cisimdir.. Bu sebepledir ki Tanrı çoklukta teklik arz eden birin kendisidir. İnsan Tanrı’nın bir cüzzü yani parçasıdır.
İslamiyete göre bu inanış şu şekilde anlatılır. ‘Allah Adem'i yaratır ve ona kendinden üfler. Böylece Adem Tanrıdan bir parça olur ve ardından Allah'a halife olur. Bu sebeple melekler ona secde eder, meleklerin bilemediği isimleri bilir ve meleklerden üstün olur. O’na dağın taşın yüklenemediği emanet yüklenir. İçinde potansiyel Tanrı vardır çünkü. Bu sebepten dolayı Aleviler kabeye değil insana dönerler. Çünkü asıl beytullah (Allah'ın evi) insan bedenidir.

Alevilerin önemli deyişlerinden biri de bunu tasdikleyecek derecededir.
"Secde ettik yüzümüzü Allah'a çevirdik, ki nereye baksak gördüğümüz odur. Aynayı tuttum yüzüme Ali göründü gözüme."

Yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür Vahdet-i Vücud. Tasavvuf inancına göre de açıklaması vardır.

Künt'ü Kenz inancına göre "Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim" der. Künt-ü Kenzin anlamı: Tanrı'nın ilk durumu anlamında gizli hazinedir. Tanrı, küntü kenz durumundayken kendi güzelliğini görmek istedi ardından evreni ve insanı yarattı . Yol Kapısı inancında da evren, tanrısal sevgi ve aşk nedeniyle yaratıldı ve dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır.
Alevilikte bu düşünce insanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleridir. Nefsini terbiye eden insan oğlu Hukuk, Yol, Marifet ve Hakikat kapılarından geçer ve en sonunda Hak ile Hak olur. Bilindiği üzere Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi'nin kendilerini ölüme götüren "En-el Hak" sözü, bu inancın yansımasıdır. Bu inanışı benimseyen ve anlatmaya çalışan o dönemin Evliyaları dinden çıkmakla ,sapkınlıkla ve şirkle suçlanmıştır. Hallac-ı Mansur, ölüm anında şu sözleri söylemiş ve Allah'tan katillerini bağışlamasını dilemiştir: Ya Rabbi canımı alan bu kullarını bağışla; çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlarından haberdar değiller, senin bana gösterdiklerini onlar göremezler bilemezler.’ Bu inancın en büyük temsilcileri Hallac-ı Mansur ,Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Bayazid Bestami, Niyâzî-i Mısrî gibi düşünürlerdir. Alevi toplumunca saygı ile anılan değerli önderler vardır. Bu düşüncenin Aleviliğin oluşmasında çok büyük etkisi olmuştur.


Ayrıca bir diğer tartışılan konu da şudur: Aralarında sufi ve selefilerin (dini hareket savunucuları) de bulunduğu bazı Müslümanlar vahdet-i vücud ve panteizm arasında karşılaştırmalar yaparak ikisi arasındaki benzerliklere dikkat çekmişlerdir. Diğer bazı Müslüman bilgin ve sufiler ise her iki kavramın birbirlerinden tümüyle ayrı anlamlar taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Yunus Emre için de vahdet-i vücud konusu, İslam topraklarında tarafların kimi zaman birbirlerini mülhidlik ,cahillik, sapkınlık, zındıklık ve dinden çıkmakla suçladıkları çok tartışmalı konulardan biri olmuştur.
İsmail Fenni Ertuğrul Vahdet-i Vücud ile ilgili önemli bir eser sahibidir. Eserinde vahdet-i vücutta, panteizmin aksine, Tanrı'nın evrenin bütünü ve toplamı olmadığını ileri sürer. Evrenin Hak’kın vücuduyla ayakta durduğu (mevcudiyeti) ayrı bir varlığa sahip olmadığı ve evrenin varlık (vücud) itibariyle Hak'kın aynı ise de eşyanın hususiyet ve belirtileri itibariyle Hakkın eşyadan ayrı olduğunu söyler. Tanrı'nın dışındaki her şey yani eşya, varlığını Hak’kın varlığına borçludur ve bir an bile ona muhtaç olmaktan azade değildir. Yani evren panteizmde olduğu gibi kesin mutlaklık taşımamakta ve Hak'kın varlığı aleme ihtiyaç duymamaktadır.

Evren Haktan var olmuşların tümüdür. Bir ulu çınarda da O vardır, bir taş parçasında da O vardır. Her yerde olan bu Hak terimi İslamiyetin Allah kavramıyla bir değildir. Alevilikte Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Mevcud kavramında “Hak” (Tanrı) başlangıçtır. O her şeyin “başlangıcı, özü ve varoluş noktasıdır”. Yıldızlar, galaksiler,gezegenler, uzay, boşluk ve bu boşluktaki bütün canlılar bu nedenle Hakkın farklı görünüşlerinden başka bir şey değildir.

Aşağıda aktaracağım İbn-i Arabiye ait olan eserdeki Hak terimi ile İslamiyetteki Allah kavramı arasındaki farkların ve çelişkilerin ayrımını okuyucuya bırakıyorum.

Mansur; “Ben Hakkım, Hak bendedir”
Hasan Sabbah; “İnsan Hakkın bir parçasıdır”
Ünlü bir sufi olan Ferîdüddîn-i Attâr; “İnsan Hak ile özdeştir”
Hâcı Bektâş-ı Velî ise; “Ne ararsan kendinde ara” demiştir.

Bazı düşüncelere göre de bütün bu tanımlar salt bir tasavvufi görüş veya sufist bir duruş değil, günümüz biliminin öne sürdüğü tek gerçektir ve onlara göre kuantum fiziği “Vahdeti Vücudun” bilimsel olarak kanıtlanmış halidir. Binlerce yıllık “Vahdeti Vücud” gerçeği bir kaç yıllık “Kuantum fiziği” biliminin ta kendisidir.
CERN’de calışan profesör Gökhan Ünel evrenin kronolojik sıralamaya göre oluşumunu bu noktayı baz alarak şöyle anlatıyor;

  • 0 saniye: Büyük Patlama, enerji yoğunluğu sonsuz, çünkü evren nokta kadar.
  • 0, (25 tane sıfır) 1 saniye, yani saniyenin trilyonda birinin trilyonda biri: BHÇ’nin ulaşabileceği en yüksek yoğunluk, nokta halindeki evren yaklaşık 300 milyon km’ye genişlemiş.
  • 0,00001 saniye: Proton ve nötronlar oluşuyor.
  • 3 dakika = 180 saniye: Hidrojen ve helyum gibi hafif çekirdekler oluşuyor.
  • 380 000 yıl: Elektronlarla birleşen hafif çekirdekler hidrojen ve helyum atomlarını oluşturuyor.
  • 200 milyon yıl: Yıldızlar ve gökadalar oluşuyor.
  • 9.2 milyar yıl: Güneş sistemi oluşuyor.
  • 10 milyar yıl: Dünya’da hayat başlıyor.
  • 13.7 milyar yıl: Bugün…

Bugünün bilim dünyası bu konu hakkında her ne kadar hemfikir değilse de en azından evrenin sürekli genişlediği konusunda hemfikirler. Evren sürekli genişleyen bir yapıya sahip ise bu demek oluyor ki bir başlangıç noktası vardı. Bir başlangıç noktası olmasaydı sürekli genişlemesi de imkansız olurdu.
Bir Alevi deyişinde şöyle der:

'Lâ mekân elinden bir nişan iken
Meni zuhur etti ol kan içinde
Üç yüz altmış altı şehirden gelip
Özüm katre oldu umman içinde'


Evren sürekli büyüyen, genişleyen fakat hiçbir yere sığmayan bir yapıdadır. Bu yapıya Alevi literatüründe “lâ mekân” deniyor. Peki dünyanın varoluşunu düşünecek olursak nedir eni ve boyu olmayıp mekana sığmayan? Tabi ki evren ve uzay.
Deyiş şu dörtlük ile devam etmekte;

Bir zaman ummanda cansız yatırdı
Cana ceset verip vücut yetirdi
Gıda verip kalp içinde oturttu
Rızkımı yarattı ol kan içinde
Noksanî

Bütün evrenin bir noktadan oluştuğunu,
Evrendeki bütün varlıkların birbirleri ya da kendi eksenleri etrafında dönduklerini,
Dünyayı oluşturacak koşulları, yaşamın güneşten geldiğini,
İlk canlıların okyanustan çıktığını,
Evrenin en küçük zerresinde bütüne ait olan bilgilerin tümünün bulunduğunu,
Tüm canlıların evrimleştiklerini,
İnsan bedeninin dört elementten oluştuğunu,
Uzayın eni ve boyu (lamekân) olmadığını…
Alevî pirleri, ozanları bunca derin bilgileri günümüzden yüzlerce yıl evvel nereden oğrenmişlerdi?
Bunun cevabını da size bırakıyorum.

VAHDET-İ MEVCUD
Tanrı ile evrenin birliğini savunan maddeci düşüncedir. Vücudiye de denilen vahdet-i mevcud, Batı felsefesindeki materyalist panteizmin İslam dünyasındaki karşılığıdır. Görülen dünya lehine Allah'ın varlığını reddettiği için İslam bilginleri tarafından dinsizlerin, zındıkların yolu olarak tanımlanır. Zaman zaman vahdet-i vücud anlayışı ile karıştırıldığı da görülür.
Vahdet-i mevcud düşüncesine göre dışta bağımsız bir varlık ile var olan ruhlar ve cisimler evreni dışında bir Allah yoktur. Allah denilen varlık, evreni oluşturan varlıklar toplamından başka birşey değildir. Panteizme göre Tanrı evrendir. Var olan her şey, bu evrenden ibarettir.
Vahdet-i mevcud ile ilgili Panteizmle de ilişkili olan itirazlar arasında evrenin ezeliliği (mevcudiyeti) bahsi geçmektedir. Vahdet-i Vücudu savunanlar (hadis) yönünde bu konuya da savunma getirmişlerdir. Onlara göre ‘Alemin Allah'ın ezeli ilminde bulunması sebebiyle ezeli olduğu ancak harici varlığı itibariyle ezeli olmadığı ‘ düşüncesi vardır.

Vahdet-i mevcud düşüncesi, İslam tasavvufundaki vahdet-i vücud anlayışının tam karşısında yer alır. Birincisi, Allah'ı yok sayarak varlığı evrenle sınırlandırırken, ikincisi mutlak varlığın Allah olduğunu, evrenin ise kendi başına bir varlığı ve gerçekliği olmadığını savunur. Vahdet-i mevcuda göre evren sonsuz ve zorunludur . Vahdet-i vücuda göre ise evren, sonlu ve mümkün bir varlıktır.
Bu yazıdan sonra Alevilikte aslında sorgulayabilen,insana,yaratıcıya,vicdana yönelik ibadetlerinin kalben yapıldığının farkına varacaksınız. Alevilik eğer dinden gelen ibadetleri kapsamasa çok  daha güzel bir felsefeye sahip olacaktı.

Yazan: N.Kara

ALEVİLİKTE 4 PİR, 4 KAPI VE 40 MAKAM

Alevilik genel olarak bir dine dayandırılsa da dine tamamiyle bağlı olmadan yaşayan ve yaşatılan bir felsefedir. Kimileri İslam’ın doğuş koşullarından başlatır ve bunu İslam heterodoksisi ( yani İslam muhalefeti ) biçiminde algılar. Kimileri Aleviliği İslam’i bir cilaya bürünmüş Zedüştlü’ğün bir güncellemesi olarak algılarlar. Kimileri ise yine İslam’i bir örtü altında Şamanizm’in güncel bir olgusu olarak algılar. Bazıları İslam’dan önce Luviler-Aluviler Işık insanlarından geldiğini düşünmektedir. Toplum içerisinde Alevilik İslam içinde bir mezhep veya bir gruptur. Kimine göre doğaya ve insana dayanan antik bir inanç yada kimine göre tamamen kendine özgü kuralları ve felsefesi olan bir tasavvufi inanç sitemidir.

İslamdan sonra temeli kaynaklara ve hikayelere bakılacak olursa dine dayalı olsa da aslında daha sonradan bir felsefeye dönüşmüştür. Peygamber öğretilerinden çok okullu bir geleneğe sahiptir. Örneğin Hacı Bektaş ilçesinde ki Pir Dergahı ana üniversitedir, Elmalı’da ki Abdal Musa Dergahı bir ünversitedir, geçmişte Mısır’da Kahire’de Mukaddem Tepesi’nde ki Kaygusuz Abdal Dergahı bir ünversitedir, Kerbela’daki Kerbela bir üniversitedir. Bugün Yunanistan içerisinde bulunan Kızıl Deli Dergahı bir üniversitedir. Bu ve buna benzer belki kaynaklara geçmeyen daha çok okul vardır.

Bu konuya dayanarak Alevilikte önem arz eden 4 Pir'i anlatacağım.

4 PİR

Alevilik, din, N.Kara, 4 Pir 4 Kapı ve 40 Makam, 4 Pir, Hallac-ı Mansur, Fazlullah Hurufi, Seyyid İmameddin Nesimi, Hz Hüseyin, Alevilik makamları, Kızılbaşlılık, Alevilikte tasavvuf, 40 makam,
HALLAC-I MANSUR (Ölüm-MS 26 Mart 922) 
1.Hallac-ı Mansur toplu bir ibadet sırasında Allah aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak" dedi. Bu sözün anlamı (Ben Hakkım ve Haktan başka hiç kimse yok) demekti. Bu sözü için katline fetva verdiler. Halife, onun bir yıl zindana atılmasını emretti. Mansur özgün adı ile Kızılbaş, Sünnilerin nefretle andığı birinci Pir olarak seçilmiştir. MS 922 yılında o dönemin Halifesi , "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya Enel-Hak sözünden dönene kadar dövün" emrini verdi. Ona önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardığımı sanmayın. Kan kaybetmekten sararıyorum" dedi... Darağacında "Tasavvuf nedir?"diye sordular. "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye tahammülünüz olmaz" dedi.

Hallac idam edilmeden önce halk O’na taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hatta tebessüm ediyordu. Ardından bir dostu, gül attı. O zaman inlemeye başladı. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni tanımaz. Halden anlayanların bir gülü beni incitti" dedi. Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. Hallac kendini katledenlerden İzin isteyip; "Allah’ım, bana senin için bu işkenceyi reva görenleri affet!" diye yalvardı. Mansur En-el Hak (Ben tanrıyım) dediği için muhabbet edilen bir ibadet eyrinin ortasında bulunan dar ağacına asılmış ve vücudu parçalara ayrılıp sonra yakılarak külleri Dicle’ye atılarak ortadan kaldırılmıştır. Hallac-ı Mansur’un asıldığı dar ağacı ve dar ağacında asılı bir bedenin duruş biçiminden esinlenilerek bir dar duruşu tanımlanmıştır. Alevililikte kızıl başlılıkta ki anlamı olarak da tevsir edilir. Kollar önde çapraz, baş yana hafif kesik biçimde duruş, ayakları mühürlü duruş Hallac-ı Mansur duruşudur ve bu yola teslim olunduğunu, can vermeye hazırım demeyi ifade eder.

Kısa bir sözü : "Hakka olan aşk, hakka götürür, Bir’e olan aşk, Bir’e götürür!"

Alevilik, din, N.Kara, 4 Pir 4 Kapı ve 40 Makam, 4 Pir, Hallac-ı Mansur, Fazlullah Hurufi, Seyyid İmameddin Nesimi, Hz Hüseyin, Alevilik makamları, Kızılbaşlılık, Alevilikte tasavvuf, 40 makam,
FAZLULLAH ESTERABADİ (Ölüm- 1394)
2.Fazlullah Hurufi’dir. 1339-40 yılında Hazar Denizinin güneydoğusunda bulunan Esrerabat şehrinde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Fazlullah Naim Tabrizi Astarabadi’dır. Yaşamaının büyük bir bölümünü Azerbaycan’da geçirmiştir. 7 imamcılığın kanadı olarak tanımlayabileceğimiz bugün ki Azarbeycan toprakları üzerinde Hasan Sabbah hareketi iklimi üzerinde gelişmiş olan egemenleri ürküten ve korkutan çok cüretli bir felsefecidir. Ayrıca Fazlullah Hurufi bu inanç ve öğretinin kurucusudur. Sırtından bıçaklanarak öldürüldüğü (1394 yılında 56 yaşında düşüncelerinden dolayı öldürülmüştür) genel kabul gördüğü için bir Kızılbaş yere kapandığında yani yere eğildiğinde (dara durmuş) Fazlullah gibi yolum için, felsefem için, inancım için bıçaklanmaya hazırım demek ister.

Hurufi öğreticisinin kurucusu olan Fazlullah Hurufi , inanç ve kültür tarihimiz açsından önemli bir yer tutar. Onun asıl amacı çok fazla etkisi altında kaldığı Batıni fikirlerinin İran’da ve Türk memleketlerinde hakim kılınmasıdır. Ayrıca Arap kültürüne karşılık Fars kültürünün hakim kılınması için harflerle ifadeyi öne çekmesinin nedenlerinden biri de budur. Hurufi dini hükümleri 28 ve 32 sayısına tatbik edip bu harflerin insanda bulunduğunu kabul etmiştir. O ‘İlahi ışığa ancak rüya yoluyla ulaşılabilir. Beni gören hakkı görmüş olur” sözü ile feyz kapısının açık olduğunu göstermektedir.

Fazlullah 32 harfin her birinde evrenin kendisinin görüldüğünü ısrarla belirtmektedir. Harflerin içerdikleri toprak,insan,su,ateş(4 kapı) her birisi küçük bir evrendir.

Kısaca bir şiiri :
Ömrüm boyunca şîrvân’da bir tek dostum olmadı.
Dost nerede? hangi dost? keşke bir tanıdık olsaydı.
Bu çağın hüseyin’iyim; düşmanlarım, yezîd ve şemir’im,
Bütün günlerim aşure benim ve şîrvân da, kerbelâ...
Varlığım olmadığı zamanlarda,
Allah’tan başkası var değildi.
Varlık mısr’ına geldiğimde,
Züleyha yusuf’la birlikte değildi
Meleğin bana secde ettiği gün,
Baksana; havva, ademle birlikte değildi.
Ben yaşamaktan söz ettiğimde,
Mesîh meryem’in teninde değildi.
Musa’mız allah’la konuştuğunda,
Ortalıkta konuşan mevcut değildi.

Alevilik, din, N.Kara, 4 Pir 4 Kapı ve 40 Makam, 4 Pir, Hallac-ı Mansur, Fazlullah Hurufi, Seyyid İmameddin Nesimi, Hz Hüseyin, Alevilik makamları, Kızılbaşlılık, Alevilikte tasavvuf, 40 makam,
SEYYİD İMAMEDDİN NESİMİ ( Ölüm- 1417 )
3.Halep’te derisi yüzülerek öldürülen Seyyid İmadeddin Nesimi’dir .1369 veya 1370 yılında Azerbaycan'ın Şamahı şehrinde doğmuştur. İdamının da 1417 yılında olduğu düşünülmektedir. Türkçe ve Farsça divanları vardır. Şiirleri dönemin bir çok şairini etkilemiştir. Şiirlerinde Hallac-ı Mansur'u andıran ifadeler kullanmasıyla idarecilerin tepkilerini üzerine çok çekmiştir.

Nesîmî bir Türkmen'dir ve Şeyh Şiblî'nin dervişlerindendir. Nesimi İran'da Hurufîliğin önderi olan Fazlullah-ı Hurûfî'ye intisap etmiş, daha sonra onun halifesi olmuştur. Sonrasında Hacı Bayram-ı Velî'ye intisap etmek istemiş ancak bu isteği kabul edilmemiştir.

Nesimi Alevilik ve bölge Şiiliğinde Yedi Ulu Ozan'dan biri kabul edilmiştir. Toplumda genellikle Kul Nesimî adlı Alevi ozanla karıştırılır. Aslında bu iki kişi farklı yerlerde yaşamış farklı insanlardır. Kul Nesimî şiirlerini saf Anadolu Türkçesi ile yazarken , Azerbaycanlı Nesimî'nin şiirlerinde bolca Arapça ve Farsça kelimeler bulunur.

Kısaca bir şiiri:
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem

Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren hüda'dır, kula minnet eylemem

Oy Nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

Alevilik, din, N.Kara, 4 Pir 4 Kapı ve 40 Makam, 4 Pir, Hallac-ı Mansur, Fazlullah Hurufi, Seyyid İmameddin Nesimi, Hz Hüseyin, Alevilik makamları, Kızılbaşlılık, Alevilikte tasavvuf, 40 makam,
HZ.HÜSEYİN (  Ölüm -MS.10 ekim 680 )
4.Kerbela direnişinin simge adı Hz. Hüseyin’dir. Aleviler (Kızılbaşlar) Hz.Hüseyin’i baş Pirleri olarak görmektedir.Hüseyin içn dar duruş ayak mühürleme duruşu ile temsil edilir. Ayak mühürleme sağ ayağın sol ayağın baş parmağı üzerine bastırma şeklinde uygulanır. Kaynak Zerdüştlük’tür. Zerdüştlük’te Avesta’yı (Zerdüştlüğün kutsal metinlerinin derlendiği kitabı) incelediğimizde orada vücudu olumsuz güçlerden özellikle şeytandan arındırma erkanı vardır. Bu uygulama alevilikte genelde öldükten sonra yapılır ama yaşarken de yapılabilir. Burada su ile şeytan düşmandır, daha doğrusu şeytan sudan hoşlanmaz. Başına su serpildiği zaman başından şeytan kaçar sağ omuza, sağ omuza su serpilir sol omuza derken en sonra sol ayağın baş parmağın ucuna kadar şeytan kovalanır. Şeytan görür ki başka kaçacak yer yok, bedeni terk etmek istemez ve geri döner. Onun geri dönüşünü engellemek için sağ ayağın baş parmağı sol ayağın baş parmağı ucu serbest bırakılacak biçimde bastırılır.Bu uygulama çeşitli kültürler içinden gelmiş Kızılbaşlara yansımıştır fakat daha sonra bunu silmiş daha doğrusu unutmuşlar ve yerine kutsal gerekçe tasarımlamışlardır. Bu kutsal tasarıma göre Ali yada Muhammed torunlarından yada  çocuklarından su istemiş onlarda koşmuşlardır. Hüseyin’in ayağı taşa takılmıştır. Sol ayağının baş parmağı kanamaktadır. Babası yada dedesi görmesin diye sağ ayağı ile sol ayağının kanamakta olan baş parmağının üzerine bastırır. Bu yaptığı uygulama üzerinden bir kutsal gerekçe üretilmiştir.

Kısaca bir sözü:
'İnsanların en cömerti istemeden veren, en asili de intikama gücü yeterken bağışlayandır.'

ALEVİLİKTE 4 KAPI VE 40 MAKAM
Dört kapı kırk makam Kızılbaş’lılığın, Alevi’liğin, Bektaşi’liliğin eğitim programıdır.Alevi/Kızılbaş inancına göre; her canlı doğuştan olgunlaşmamış ham bir kişiliğe sahiptir. İnsan ise kendi iradesinin dışında herhangi bir toplumda doğar ve o toplumun kültürel, ulusal, manevi, özelliklerini devralırlar. O toplumun gelenek ve göreneklerine göre şekillenirler. İnsan evladı gelişimi, yaşam biçimi, fiziksel açıdan olgunluğa erişebilmesi için çeşitli evrelerden geçer. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik gibi evreleri aştıktan sonra yeni bir dönem başlar: olgunlaşma. Tabii ki burada toplumsal olgular önemli bir rol oynar.

Alevi , Kızılbaş öğretisinde bir talibin eğitim gördüğü ve el aldığı, icazet aldığı kademelere “Kapı” denir. Orada geçilen aşamalara ise “Makam” denir. Alevi inancında 4 Kapı ve her kapının 10 Makamı vardır. Bu inanışta yerin altını, üstünü, evreni çevreleyen toprak, su, hava ve ateştir. Kızılbaş , Alevi inancına göre insanın olgunlaşabilmesi için yani İnsanı Kâmil olabilmesi için “4 Kapı” da uygulama olarak belli aşamalardan geçtikten sonra olgunlaşır. 4 Kapı ve 40 makam öğretisiyle eğitilen toplum gereken koşullarda olgunlaşır ve kâmil insanlar topluluğunu oluştururlar. Bir insan bu kapıyla, makamlardan geçerek benliğini yıkar, arı ve duru olur. Alevi ,Kızılbaş erkânında her kapı simgesel elementle tanımlanır ve her kapının simgesel bir anlamı vardır. Hava, su, toprak ve ateş bu kapıların simgeleridirler. İnanışlarına göre milliyet, ırk, cins, dil, din ayırımı yapılamaz. Çünkü onlara göre insan evladının yaşayabilmesi için hava, su, toprak ve ateş bu doğada yaşayan bütün canlı varlıklara Hakk’tır.

4 KAPI

1. Hukuk Kapısı:
Hukuk Kapısının evrensel simgesi Hava’dır. Alevi, Kızılbaş inancına göre Hukuk Kapısında talipler ve öğrenciler Alevi inancıyla Hukuk Kapısında yüzleşirler. Bu vesile ile de Hakk’a inanırlar.
Hukuk Kapısında taliplere öğretilen 10 Makam öğretisi:
Hakk’a inanmak
Pirlere inanmak,
İlim yolundan gitmek,
Çevreye uyum sağlamak,
Çevreye ve doğaya zarar vermemek,
Hak yememek,
Adil ve şefkatli davranmak,
Toplumsal değerlere sahip çıkmak
Toplumsal değerlerle bağdaşmayan işlerden uzak durmak,
Temiz olmak
Ailesine faydalı olmak öğretilir.

2. Yol Kapısı:
Yol Kapısının evrensel simgesi Ateş’tir. Alevi Kızılbaş inancında Yol Kapısı ikrar kapısıdır. Bir talip bir can bu kapıda mürşide ikrar vermiş talip olmuştur. İkrar töreni – erkânı bu kapıda yapılır. Bu kapıda Meydan’a (cem evine) girmiştir. Meydan’a her can kendi arzusuyla gelir. Ama yalnız değildir. Yanında “Yol” arkadaşı, yani “Musahibi” vardır.Meydan (Cem) ateşten gömlektir. “Yol“a meydana gelen talip ateşten gömlek giymiş, ateşten sınanmıştır artık. Alevi yaşamında her daim yeninin kültürü ateş olmuştur. Ateş kötülüğü, cahilliği, kini, kasaveti yakmıştır.
Yol Kapısında taliplere öğretilen 10 Makam öğretisi
Mürşidin öğütlerine uymak,
Arınmak,
Cem’e girmek,
Yol Arkadaşı (Musahib)lik
Hizmeti görev olarak kabul etmek,
Özüne sadık kalmak (özünü fakir görmek),
İyilik için çaba harcamak,
Haksızlık yapmamak
Ümitsizliğe kapılmamak,
Bilgiçlik tasarlamamak.

3. Marifet Kapısı:
Marifet Kapısının evrensel simgesi Su’dur. Su arıdır,durudur. İlham verir. Çünkü insan bilir ki yaşam su ile başlar. Alevilikte gönül verme, kabul etme evrensel olarak suyun uzantısıdır. Alevi Kızılbaş inancında Marifet Kapısı kendini bilme, kendini tanımadır. Semavi dinlerde kendini bilen Hakk’ı da bilir, kendini bilmeyen Hakk’ı bilmez. Kendini bilen bir talip evrenin sırlarını da bilir.
Marifet Kapısında taliplere öğretilen 10 makam öğretisi
Kendini bilme,
Su gibi duru olmak,
İlim irfan sahibi olmak,
Güzel ahlaklı olmak,
Sabırlı olmak,
Hoşgörülü olmak,
Bencil olmamak,
Kin ve garezden uzak durmak,
Özüne sadık olmak,
Cömert ve yiğit olmak.

4. Hakikat Kapısı: 
Hakikat Kapısının evrensel simgesi Toprak’tır. Hakk bu kapıda kendini bu aşamaya ulaşmış olanla birleştirmiştir. O yüzden Alevi , Kızılbaş inancında bir talibin ulaştığı en üstün aşama Hakikat Kapısıdır. Bu kapıda “Gerçeği gerçekle izlemek” vardır ve bu kapıya ulaşmış , Hakk yolunda buluşmuş olan talibin “Gerçeği gerçekle gördüğü” kişi kendisinden başkası değildir. Hakk kendi suretindedir.
Hakikat Kapısında taliplere öğretilen 10 makam öğretisi
Hakk’ın varlığına ulaşmak,
Hakk’ın sırını öğrenmek,
Gerçeği bilmek gerçeği gizlememek,
Birlik ve beraberliğe yönelmek,
İnsanı sevmek,
bir görmek İyilik yapmak,
Mütevazı olmak,
Kimseyi hor görmemek,
Kimsenin ayıbını görmemek,
Eğitici ve öğretici olmak

Alevi Kızılbaş inancına göre Toprak, aynı zamanda yeraltındaki iyiliklerin, güzelliklerin, kötülüklerin temsilcisi, bereketin bolluğun, tarlaların, ürünlerin, doğumun, ölümün, aşkın kontrolü onun simgesidir.Pirlerimiz “Hızır, cenneti toprağın altına değil, üzerine kurmuştur” demişler. Hakikat Kapısının sevgisi insan sevgisidir. Aleviler Hakikat Kapısının simgesi olan toprağı, bir bilge olarak görmüş onu yer ve gökle birleştirmiştir. Onlara göre “yer ana ,gök gerçeğin babasıdır” bu yüzden insan sevgisini gökyüzünün direği olarak kabul edilmiştir.

Önemli Not: Osmanlılar Alevi,Kızılbaşları asimile etmek ve İslam’ın içine çekmek için 1600 yıllarından sonra Alevi,Kızılbaşlıkta var olan 4 Kapı’dan Hukuk Kapı’sını Şeriat Kapısı olarak, Yol Kapısını ise Tarikat Kapısı olarak değiştirmeye çalışmışlar. Oysaki Alevi,Kızılbaşlar İslam’ın doğuşundan bu yana şeriatı reddetmişler. Şuan birçok yerde Şeriat ve Tarikat Kapısı olarak geçse de ben ilk ve öz haliyle yazmaya çalıştım.

Bu yazımın ardından Vahdeti Vücut ve Vahdeti Mevcud nedir? Alevilik ile Mevlevilik arasında bağ var mı? Alevilik Felsefesi ve Alevilikte Cem Nedir? ‘Alevilikte Benimsenen Şahıslar’ gibi yazılarımla sizlerle olacağım. Görüşmek üzere.

Yazan: N.Kara

ALEVİLİK VE DOĞUŞU

Alevilik Hz. Muhammed'in vefatının sonrasındaki gelişmelere dayanmaktadır. Muhammed'in ölümünden sonra kimin halife olacağı sorunu aleviliğin çıkmasındaki ilk neden olarak görülür. Çünkü Alevi-Sünni tohumlarının atılmasına sebep olmuştur. Hz. Muhammed yaşadığı yıllarda birçok kez Hz. Ali’nin halefi olacağını vurgulamıştı. Hz. Muhammed’in soyu, kızı Hz. Fatıma’yı eş olarak verdiği Hz. Ali’den devam etmişti. Yani Hz. Ali damadı olmuştu. Hz. Muhammed Mekke’ye Hicret ettiği zaman da ailesine ve işlerine bakmak üzere Hz. Ali’yi yerine bırakmıştı. Üstelik Peygamber Hz. Ali’nin katıldığı hemen hemen bütün savaşlarda onu komutan olarak atamıştır. Hz. Muhammed Veda Haccı dönüşünde (632) Gadiru Hum adlı yerde beraberindeki Müslümanlarla konaklayarak bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında kendisinden sonra amcaoğlu ve damadı Hz. Ali’nin Müslümanlara önder yani halife tayin olduğunu ifade etmişti. Orada aralarında İkinci Halife Ömer’in de bulunduğu Müslümanlar bundan dolayı Hz. Ali’yi kutlamışlardı.

Daha sonra Hz. Muhammed ölmeden önce bir kalem ve kağıt istemiş bir vasiyet bırakacağını söylemiş, ancak yanında bulunanlar tarafından bu isteği yerine getirilmemiş ve vasiyetini yazamadan vefat etmiştir. Bir süre sonra Hz. Ali ve yakınları Muhammed'in defin işleri ile uğraşırken, Ebu Bekir ve Ömer’in de aralarında bulunduğu muhacirlerin ileri gelenleri ile iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir’in halife olması ile sonuçlanmış, daha sonra sırası ile Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Sonuç olarak bu üç kişinin halifelikleri, deyim yerindeyse Peygamberin Ehli Beytine rağmen gerçekleşmiş, bu nedenle yüzyıllardır tartışılagelmiştir. Hz. Ali ve Hz. Fatıma bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan da kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir. Kısaca Alevi -Sünni çatışmasının temelini oluşturan bu halifelik meselesini özetlemiş olduk.

Ehli Beytin başına gelenler ve bunlardan en önemlisi Kerbela Olayı ise Aleviliğin siyasal ve düşünsel bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Araplar dışındaki diğer uluslar arasında da yayılmasına neden olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Suriye’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yol açmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir (656). Bunun ardından Osman'ın ölümünden sonra halifeliği devralması için Hz. Ali'ye gidilmiş ve uzun ısrarcı uğraşların sonunda halifeliği kabul ettirmişlerdir. Hz.Ali Osman'ın çocuklarının başlattığı Cemel savaşına ehlibeyti için katılmış ve kazanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam’da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye sorununun çözümüne girişti. Muaviye, Hz. Ali’yi Osman’ın ölümünden sorumlu tutuyor ve Şam’da bunun propagandasını yapıyordu. Hz. Ali’nin uyarıları sonuçsuz kalınca Hz. Ali ve Muaviye Orduları arasında Sıffin Savaşı (657) başlamış oldu. Hz. Ali’nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye’nin yakın adamı Amr İbn-ül As’ın, askerlerin mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını bağlatarak “Allah'ın kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun.” diye bağırtması sonucu Hz. Ali’nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu esnada Muaviye ordusunun yaptığı hile işe yaramış Hz. Ali'nin yanında olan askerler grup grup bölünmüş. Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüş oluyorlardı. Hz. Ali vefatından önce Haricilere yönelik askeri bir harekat düzenlemiş, önemli bir bölümünü yok etmişti. 24 Ocak 661’de ise Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından uğradığı saldırı sonucunda şehit olmuştur. Mülcem adındaki kişinin Hz. Ali'yi savaş dönüşü namazdayken öldürdüğü bilinmektedir.

Bilindiği gibi Hz. Ali'nin iki tane oğlu vardı. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin. Emeviler Hz. Ali'nin ölümünden sonra iç işlerini karıştırmak için onlara yakınlaşmaya başladılar. Hz. Ali’nin vefatı ile Emevi saltanatını kurma amacına ulaşmıştır. Hz. Ali’nin vefatı sonrası Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler Hz. Hasan’a biat etmişlerdi. Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan’ı zehirletmekten de çekinmedi. Muaviye, Ehli Beyte ve Hz. Ali yandaşlarına her türlü eziyeti yaptırmış, camilerde Hz. Ali’ye lanet okutmuş ve kendisinden sonra oğlu Yezid’in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. Hz. Hasan’ın zehirletilmesiyle Yezid’in önünde en büyük engel olarak Hz. Hüseyin bulunmaktaydı. Yezid ilk iş olarak Medine Valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak, özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. Bu durumda Hz. Hüseyin'in Yezid gibi bir düzenbaza biat etmeyeceği herkes tarafından biliniyordu. Daha sonra Hz. Hüseyin 4 Mayıs 680 gecesi, bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye gitti. Hile ile pusuya düşürülmüşlerdi. Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Küfe valisi Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya İslam sınırlarından birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Aslında onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek, yani Hz. Hüseyin’i öldürmekti. Çünkü biliyordu ki Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu. Sözde Müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu iktidar uğruna kendi dinlerini kuran Peygamberin torununu ve ailesini katletmeye kararlıydı.

10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitap etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan savaşçıları öğleden sonraya gelindiğinde gittikçe azalmış bulunuyordu. Hz. Hüseyin de bu az sayıda insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehit edildi. Sonra çadırlar yağma edildi, hasta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendiyse de engellendi. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin tarafında şehit olanlar yetmiş iki kişi idi. Bu savaş Şiilik tarihindeki önemli olaylardan biridir. İmam Hüseyin'in ölümü, Şiilerce her sene Aşura Günü'nde yad edilir. Rivayete göre Yezid, Hz. Hüseyin'in ve şehit olanların kafalarıyla top oynamıştır.

Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Bu olay o zamanki Müslüman memleketleri halklarını o kadar etkiledi ki Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Kerbela Olayı İran ve Hicaz’da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin oluştu ve isyan hareketleri baş gösterdi. Yezid’in Mekke ve Medine’ye saldırması ise bardağı taşıran son damla oldu. Özet olarak , camilerde Hz. Ali’ye küfür ettirilmesi, önce Hz Hasan’ın daha sonra da Hz. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamberin soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanına karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yol açtı. Bu harekete Hz. Ali yandaşlığı veya Alevilik demek mümkündür.


Yazan: N.Kara