HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

FATİH SULTAN MEHMET NE KADAR İYİ BİR DEVLET ADAMIYDI?

Yazan: Sedat Hakkı Karadayı

FATİH SULTAN MEHMET NE KADAR İYİ BİR DEVLET ADAMIYDI?

Fatih Sultan Mehmet’in ne denli iyi bir padişah olduğu üzerine yazılar yazılmış methiyeler düzülmüştür. Özellikle pozitif bilimlere olan düşkünlüğü, birçok lisanı ana dili gibi konuşabilmesi, muzaffer bir komutan olması açısından bakıldığında hakkında olumsuz bir şey söylemenin olanaksız olduğunu düşünüyorum.

Osmanlı Devleti’nin geleceğini düşünerek evlat ve kardeş katlinin meşrulaştırılmasını kabul edecek olursak, aynı dikkati ve özeni kendisinden sonra tahta oturacak evladının seçimi konusunda dikkat etmemesine ne cevap vermemiz gerekir?

Bir başka dikkatimi çeken nokta da seçtiği Vezirler konusudur. Bu konudaki olumsuz gidişin şansızlığından mı yoksa seçimdeki basiretsizliğinden midir çözemedim. Çalıştığı o kadar vezirden biri de mi iyi çıkmaz?

İlk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa aslında Çandarlı sülalesinden gelme ve o zamana kadar son derece başarılı devlet adamlığı yapmış bir yöneticiydi. Oysa Fatih’in İstanbul fethi sırasında suçlanarak önce hapse atıldı, sonra gözlerine mil çekildi ve daha sonra tüm mallarına devlet adına el konularak idam edildi. Fatih’in vefatı ve II. Bayezit’in tahta oturmasından sonra devlet tarafından el konulan tüm malları çocuklarına iade edildi. Peki gerçekten Çandarlı Halil Paşa suçlu muydu?

Çandarlı Halil Paşa’nın hapse girmesinde en büyük sebeplerden birisi eski Lalası yeni Veziri Zağanos Mehmet Paşa olmuştu. Fakat Zağanos Mehmet Paşa da 2 kez azledilmişti. Hatta kızı ile evlenmiş olmasına rağmen Zağanos’un kızı olan eşi Hatice Hatun’u sırf Vezire olan kızgınlığı sebebiyle boşamıştı.

Zağanos Mehmet Paşa’dan sonra Sadrazam olan Veli Mahmut Paşa’yı da bir kez azledip sonra yeniden göreve çağırmıştı. İkinci sadrazamlığı sırasında ise oğlu Şehzade Mustafa ile husumet yaşayan Veli Mahmut Paşa fatih tarafından önce hapse atılmış sonra idam edilmişti.

Veli Mahmut Paşa ile beraber vezirlik yapan Rum Mehmed Paşa’yı da iki kez azletmek zorunda kaldı. Üstelik Rum Mehmed Paşa, son azlinden sonra başarısızlıklarından dolayı boğularak öldürüldü.

Fatih Sultan Mehmet’in ölümle cezalandırmadığı iki veziri vardı. Bu vezirlerini sadece azletmekle yetindi. Bu vezirlerden biri İshak Paşa idi ki o da iki kez azledildi. Birinci azil Fatih Sultan Mehmet tarafından, ikinci azil ise kendisini desteklemesine rağmen II. Bayezit tarafından yapılmıştı. Diğer veziri ise Gedik Ahmet Paşa idi. O da bir kez Fatih tarafından azledildi. Vefatından sonra II. Bayezit tarafından önce azledilip hapse atıldı daha sonra ise boğdurularak idam edildi.

Sanıyorum eğer kendinden sonra veliaht olarak güçlü bir şehzadeyi tahta varis bıraksaydı ve kendine uygun akıllı, zeki vezirleri seçebilmiş olsaydı, Osmanlı’nın geleceği çok daha güzel olabilecekti.

GÜLEN HAREKETİ

Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-15
GÜLEN HAREKETİ

Edirne’de görevi biten Fethullah Gülen 10 Kasım 1961 tarihinde Ankara, Mamak’taki askeri birliğine teslim oldu. Askere 6 gün geç gitmişti. Bu 6 gün boyunca Ankara’da Salih Özcan ile görüşmekteydi. Salih Özcan, Saidi Nursi’nin bilinen 5 öğrencisinden biriydi. Görüşmeler daha sonra da devam edecekti. Gülen’in askeri birliğe teslim eden kişi Üsteğmen Mehmet Mutlu idi. Mehmet Mutlu Gülen’e hamilik yaparak birliğine teslim edip, konumunu ve önemini belirterek hem 6 günlük gecikmeden dolayı ceza almasını önledi hem de İstihbarat bölüğünde telsizci olarak görevlendirilmesini sağladı.

Fethullah Gülen bir süre sonra İskenderun’a gönderildi. Buradaki görevi sırasında sarılık olduğu gerekçesiyle 3 ay hava değişimi alıp Erzurum’a gitti. Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde camilerde vaaz verdi. Süresi yetmeyince 1 ay daha uzattığı izin ile vaaz vermeye devam etti. Yine 7 gün gecikerek geldiği birliğinden 1963 yılında terhis olup yeniden Erzurum’a döndü.

Türkiye’de görev yapan CIA, her türlü fikir ve düşünce yapısına sahip gruplarla iş birliği içindeydi. Hatta bu amaçla yapılanmaları organize ediyordu. Bir taraftan Milliyetçi (Ülkücü) gruplarla yapılanma sağlarken diğer taraftan Radikal dinci grupları da kontrol edebiliyordu. Bunların yanında demokrat liberallerle ya da sol görüşlü demokratlarla da ilişkisini kesmiyordu. Hem de tüm bu grupları birbirine düşman yaparak amacına ulaşabiliyordu.

27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra Komünizmle Mücadele Derneği’nin 7 şubesi kapatılmıştı. Darbeden sonra aynı dernek bu kez Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği olarak yeniden kuruldu. Derneğin yönetiminde aydın ve liberal demokratlar bulunuyordu. Ancak şubelerde radikal dincilere de görev verilmekteydi. 1963 yılına kadar faaliyete geçirilen 20’den fazla şubenin bazılarında radikal dinciler de bulunmaktaydı. Erzurum’da kurulan şubenin kurucu üyeleri arasında Fethullah Gülen, Diyarbakır şubesinin kurucu üyeleri arasında ise Recai Kutan vardı. Bu çalışmalara CIA “Yeşil Kuşak Projesi” adını vermişti.

Erzurum’da işi biten Gülen ailesinin evlendirme isteklerine karşı gelerek yeniden görev yeri Edirne’ye döndü. Bu kez 3 Şerefeli Cami yerine Dar’ül Hadis caminde kuran kursu öğretmenliği ve fahri imamlık görevine başladı. Bu arada Eski Camide konuşmalarına devam ediyordu. Bu konuşmalarından dolayı birkaç kez karakola çağrılıp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Konuşmalarına devam edince karakoldan uyarılarak serbest bırakıldı. Hala konuşmalarına devam edince mahkemeye sevk edildi ancak ceza almadan yine serbest bırakıldı. En büyük arzusu İzmir’e gitmekti bu yüzden İzmir’e tayinini istedi ancak başaramadı. İzmir’e gidemeyince, Edirne’de de faaliyetlerini sürdüremeyeceğinden dolayı Kırklareli’ne tayinini istedi. Edirne’deki faaliyetlerini Kırklareli’nde sürdürdü. En büyük arzusu olan İzmir tayini ise Mart 1966’da gerçekleşti.
Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin son dönemlerdeki fahri başkanlığını askeri darbenin lideri Cemal Gürsel yapmaktaydı. Ancak 16 Temmuz 1965 tarihinde Türkiye İşçi Partisinin düzenlediği Bursa mitinginde yapılan saldırıdan sonra başkanlıktan ayrıldı. Bu tarihten itibaren başkanlığına İhsan Egemen Darendelioğlu’nun geçmesiyle dernek faaliyetleri yaygınlaştı. Bu tarihlerde 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıktı. Derneğin bir alt grubu olarak kurulan gençlik örgütüne Milli Türk Talebe Birliği adı verilmişti. Birliğin genç ve sağcı üyeleri sahada yani sokaklarda, meydanlarda aktif görev yapmaktaydı. Görevleri karşıt fikirlere saldırmak, halkı kışkırtmak ve olay çıkartarak anarşi yaratmaktı.

Kasım Gülek 1967 yılında yapılan Genel Sekreterlik seçimlerinde rakibi olan Bülent Ecevit’e kaybedince CHP’den istifa ederek ayrıldı. Artık Kasım Gülek için yeni bir dönem başlıyordu. 1968 yılında NATO Parlamenter Asamblesi Başkanlığına seçildi. Bu görevi sırasında Vatikan’a giderek Papa 6. Paul’u ziyaret etti. Bu yöntem CIA’in yöntemiydi. Yıllar önce Opus Dei, Papa’nın rızasını almış ve onu yeryüzündeki her şeyden üstün tutmuştu. Daha sonra Moon Tarikatı lideri Sun Myung Moon da Papa’nın onayını almıştı. Şimdi sıra Kasım Gülek’teydi. Yıllar sonra da bu yola Fethullah Gülen gelecekti. Papa 6. Paul ile yaklaşık 1,5 saat görüşen Gülek, Türkiye’ye döndükten sonra Tarsus’ta (Aziz Paulus’un doğduğu kent) Saint Paul Cemiyetinin kurulmasını gerçekleştirdi. Amaç her zamanki gibi “Dinler arası Diyalog” olarak geçiyordu. Yine her zaman olduğu gibi Papa, Kasım Gülek’e diyalog çalışmasından dolayı Nişan verecekti ancak ömrü yetmeyince nişan, kızı Tayyibe Gülek’e verildi.
İzmir’in ABD ve CIA için ayrı bir önemi vardı. NATO’nun Müttefik Kara Komutanlığı İzmir Buca’daydı. O güne kadar yalnızca camilerde vaaz veren Fathullah Gülen, İzmir’de ilk kez Opus Dei’de ya da Moon tarikatında olduğu gibi gençlere yönelmişti. 1968 yılında oluşturmak istediği Gençlik Kampı için ihtiyacı olan parayı kendisine inanan müritleri tüccarlardan topladığı 3000 liralık senetlerle sağladı. Bu senetleri kırdırarak nakde çevirip ilk kampını oluşturmayı başardı. Kamplarda gençlere yaptığı öğretilerde din dersi vermiyordu. Gençleri komünizme karşı savaşacak duruma getirmeye çalışmaktaydı. Yani amacı İslam’a hizmet değil CIA’e hizmetti.

İzmir Kestanepazarı’ndaki faaliyetlerine bölgede bulunan İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerini de dahil etti. Ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de doğrudan ilişki kurmaktaydı. Bu süre içinde İzmir’de kendisine yakın hissettiği öğrencileri ile “Diriliş Derneği” isimli bir dernek kurup, çalışmalar yaptı. Ancak dernek çalışmaları istediği gibi ilerlemeyince İzmir’de yeni hücre evler (Buca, Bornova, Hatay semtlerinde) oluşturup buralara yoğunlaşarak faaliyetlerini hücre evlerde sürdürdü. Fethullah Gülen’in Mason Locası ile ilişkileri ilk kez 1969 yılında başladı. Bu dönemde yaptığı çalışmalar karşısında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası tarafından Taltif Madalyası ile ödüllendirildi.

2,5 senelik çalışmalarından sonra Fethullah Gülen İzmir’deki resmi memur olarak devam ettirdiği çalışmalarını bırakmıştı. Ancak CIA adına yaptığı çalışmalarına devam ediyordu. 1971 yılında gerçekleşen 12 Mart muhtırası sonrasında hakkında tutuklama kararı çıkarılan Gülen hapse atıldı.

JAPON YELPAZESİ : BİR ZAMANLAR SERİNLETMEK İÇİN VARDIM

Hazırlayan: A.Kara

JAPON YELPAZESİ : YELPAZEDEN SİLAHA

Uyarı : Bu makale çektiğim bir videoda anlatıklarımın metine dökülmüş halidir. Dilerseniz videoyu Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.

Uzakdoğu film ve dizilerinde elindeki yelpaze ile düşmanlarını öldüren, sağa sola kan püskürten karakterler görmüşsünüzdür. Hatta çocukluğumuzda başından kalkmadığımız meşhur oyun Mortal Kombat da yelpazesi ile kasaplık yapan, çok saygıdeğer, heykeli dikilesi, tapınılası, Kitana adlı bir kadın karakter vardır. Hem filmlerde hem de oyunlarda yelpaze kullanan savaşçıları gördüğümüzde genelde "hahahaha yelpaze ne lan, yelpaze ile adam mı öldürülür" diye alay etmişizdir.
Peki bu olayın kökeni ne, yani neden insanlar elde yelpaze ile dövüşen karakterler yarattı? Gerçeklik payı var mı?

Şimdi işin o kısmına geleyim. Özellikle Japon kültürünü merak edenler, toplayın bakayım yamacıma :)

Temeli sağlam atabilmek adına konuya Samuraylardan gireyim.
Samuraylar kılıç, yay ve mızrak dışında birçok silah kullanıyorlardı. Bu silahlar kılıçların taşınmasına izin verilmeyen yerlerde, kılıç kullanımının uygun olmadığı durumlarda veya mecbur kalınca nefsi müdafaa amacıyla kullanılırdı. İşte yelpazeye karşımıza tam da burada çıkar. Özünde bir silah olmasa bile zamanla silaha evrilmiş eşyalardan biri Japonların katlanır yelpazesi Sensu'dur.

Yelpaze Japonya'da özellikle Samuraylar ve sosyal hiyerarşide savaşçı sınıfına bağlı kabul edilen Chonin yani "kasabalılar" (町人) arasında yaygın görülen bir moda aksesuarıydı.

Katlanabilir yelpazeler Japonya'da icat edilmiş ve 6.yy'ın başlarında Japon aristokratlar tarafından kullanılmıştı. Bu katlanan yelpazeler yani Sensu'lar sıcak ve nemli havalarda ferahlamak için kullanılan pratik birer nesne olsalar da lüks bir eşya olarak kabul edildiğinden yalnızca aristokratlar, zengin tüccarlar ve Samuraylar satın alıp kullanabilirdi. Yani o zamanlar bu yelpazeler bir statü sembolüydü.

Sensu adlı yelpazenin en eski hali Hinoki yelpazesiydi. Japonlar bunları uzun, ince Hinoki ağaçlarından yapıyorlardı. Tabi yıllar sonra katlanır yelpazeler gelişerek daha zarif hale geldi. Zanaatkarlar bu yelpazeleri gümüş ve altın folyo ile süslemeye, üzerlerine boya serpmeye başladı. Şiirler, resimler ve dini yazılarla süslenen yelpazeler dönemin unutulmaz ve değerli hediyelerinden olmuştu. O dönemi düşününce gerçekten de harika bir hediye. Şuan bile biri bana kültürel motifli bir yelpaze hediye etse mutlu olabilirim sanırım :)

7.yy'da Sensu adlı yelpazeler, saray görgü krallarının önemli unsurları haline geldi. Samurayların, özellikle yüksek rütbeli olanların Sensu'yu nasıl taşıyacaklarını ve tutacaklarını bilmeleri gerekiyordu. Yani öyle kafalarına göre "canım öyle istedi, kuşağımın köşesine tutturdum" diyemezlerdi. Ayrıca yelpazelerini toplantılara katılırken yanlarında getiriyorlardı.

13.yy'da Japonlar Çin'e katlanır yelpaze ihraç etmeye başlayınca bu moda akımı Avrupa'ya ulaşmış oldu. Fransa'nın Bourbon (okuşunu: buubun) hanedanının saray mensupları bile o zamanlar Kyo Sensu'yu çok değerli bir eşya olarak görüyorlardı.

14.yy'da Kyoto şehrinin zanaatkarları müzikal drama, klasik Japon dansı ve çay merasimi tarzında daha sanatsal yelpazeler yapmaya başlayınca yelpaze akımı daha da büyüyüp hızla dünyaya yayılmıştı.

PEKİ JAPON ERKEKLER YELPAZE KULLANMAYA NASIL BAŞLAMIŞTI ?

Japon kadınlar kaba ifadeleri gizlemek için Sensu yelpazesi kullanırdı. Bunu bir flört aracı olarak da kullanıyorlardı. Osmanlıda mendili flört aracı olarak kullanan kadınlar gibi :)
Sosyal yönden kötü, iğrenç, saldırgan kabul edilen davranışları gizlemek için de yelpaze kullanıyorlardı. Diğer yandan yiyecekleri çiğnerken veya gülerken ağzı kapamak için de kullanılıyordu çünkü bunlar hoş karşılanmayan durumlardı.

Diğer yandan Japon erkekler yelpazelerini ellerinde veya kuşaklarında takılı olarak taşıyorlardı. Tören kıyafeti giyerken kuşaklarına tutturuyorlardı. Katlanır yelpaze özellikle resmi etkinlikler sırasında öne çıkıyordu. Hatta Edo döneminde yelpazesi bulunmayan bir hizmetli bile eksik görülüyor, Daisho taşımayan samuraylara benzetiliyordu.

Daisho nedir derseniz, Samurayların taşıdığı, birine katana, diğerine Vakizaşi denen iki samuray kılıcına verilen isimdir. Bir kişinin gerçek bir Samuray olduğunun işareti bunları taşıyor olmasıydı.

Peki katlanır yelpaze gibi zarif ve lüks bir eşya nasıl oldu da ölümcül bir silah olabildi?

Samurayların çift kılıçlarına ek olarak kendilerini savunması için farklı silahlar taşımasını gerektiren durumlar oluyordu. Japon tarihinde büyük yeri olan Sensu yelpazelerinin birkaç değişiklik ile uygun birer silaha dönüşebileceği düşünülmüştü.

İşte burada karşımıza Japon savaş yelpazesi Tessen çıkar. Feodal Japonya'da zararsız, sıradan bir aksesuar gibi taşınan eşyalardandı. Yani aslında gizli bir silahtı. Demirden yapılıyordu. Zaten "Tessen" kelime anlamı olarak "demir yelpaze" demek.

Samuraylar silahsız oldukları durumlarda demirden yapılan Tessen yelpazelerini taşımaya başlamışlardı. 
Silahsız kalmalarının birkaç nedeni vardı. Örneğin bir üstleri ile tanışırken, ev işi yaparken veya kendilerine ayırdıkları boş zamanlarında Samuray kılıçlarını üzerlerinde taşımazlardı. Başkalarının evine ziyarete gittiklerinde de çift kılıçlarını girişteki görevliye teslim ederlerdi. İşte Samuraylar bu gibi durumlardan dolayı ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı kendilerini korumak için Tessen taşıyorlardı. Aksi halde, üzerinde hiçbir silah olmasa, öldürmek isteyen biri elinde bıçak veya kılıçla üzerine doğru koşsa hiçbir şansı kalmazdı.

Katlanamayan, düz bir Tessen'in kapalı bir yelpaze gibi görünmesi sağlanıyor, sert ağaçtan yapılıyor ya da demirden dövülüyordu. Sadece dayanıklı değil aynı zamanda üretimi de ucuzdu. Birçok kişi katlanamayan, kapalı haldeki yelpaze gibi görünen Tessen'i katlanabilen varyantından daha etkili bir savaş aleti olarak görmüştü. Bir saldırı olduğunda ellerine alıp bıçak gibi kullanabiliyor, rakiplerine saplayabiliyorlardı.

Bu katlanamayan Tessenler Samuray ve Yakuzalar gibi birçok sınıf arasında popüler olmuştu. Küçük, katlanabilir veya düz Tessen yaygın kullanılan bir savunma silahı haline gelmişken katlanabilir büyük Tessen otoritenin simgesi olmuştu.

Tessen adlı yelpaze silahların kullanımı yaygınlaşınca buna özel bir dövüş sanatı bile gelişmişti : Tessen-jutsu.
Tessen-jutsu, klasik Japon silah sanatlarının bir parçası olarak kabul edilse de esas olarak kendini koruma amaçlıydı. Bu yüzden teknikler saldırıdan ziyade kendini korumaya odaklıydı. Tekniklerin çoğu yaralanma ve ölüme neden olmak yerine rakibini dizginleme amacıyla tasarlanmıştı.

Yüksek rütbeli samuray ve generaller demir yelpazeleri işaret ve emir vermek için kullanıyor, Tessen-jutsu'yu çok yönlü bir dövüş sanatı olarak görüyorlardı. Onlar için Tessen-jutsu kullanmak kılıçlarla duello yapmaktan daha merhametliydi.
Belki küçümseyenler olabilir ama bu demir yelpazeleri kullanarak daha ölümcül silahlara, kılıçlara karşı mücadele edip kazanılan çok fazla düello vardı. Aynı zamanda Japon kayıtlarında Tessen'den kaynaklanan darbe ile ölenlerin olduğu listeler de mevcut.

Demem o ki, televizyon, oyun veya dergilerde iç yüzünü, tarihini, nedenini asla bilmediğimiz şeyleri görünce gülüyor veya alay ediyoruz ama iç yüzünü öğrendiğinde bir çoğu "hmmmm" dedirtiyor.

İşte dostlar, yelpazeli savaş ve dövüş sahnelerinin hikayesi böyle. Sağlıcakla kalın.

TARİHİN İLK BİYOLOJİK VE KİMYASAL SAVAŞLARI

Yazan: Sedat Karadayı

TARİHİN İLK BİYOLOJİK VE KİMYASAL SAVAŞLARI

Geçtiğimiz hafta bir Mardin gezisindeydim. Uzun süreden beri filmlerde izlediğimiz Mardin’in dar sokaklarını, ağaçsız, yeşil yoksunu topraklarını fakat bunun yanında milattan önceki dönemlerden bu yana yaşanan tarihini gözlerimle görmek istedim.

Mardin diye gittiğimiz topraklarda elbette ki Dara’yı, Nisibis’i (Nusaybin), Midyat’ı görmemek olmazdı. Süryanileri, Ezidileri, tanımamak olmazdı. Sasanileri, Romalıları hatırlamamak olmazdı. Ve tabii ki Selçukluların ünlü komutanlarından, Alp Arslan’ın gazilerinden Artuk Gazi’nin kurduğu devleti de hatırlamamak olmazdı.

Sırasıyla tüm konulara değinmek istiyorum ancak geçmişte de yazdığım iki konuyu burada birleştirerek yeniden anlatmak istedim.

Bildiğiniz üzere Mardin’in doğusundan toprak yüzüne çıkan Dicle nehrinin suları ile Urfa’nın batısından ovaya inerek Basra’ya doğru yol alan Fırat nehirlerinin arasında kalan topraklara Yunanlılar Mezopotamya yani “İki Nehir Arası” demişlerdi. Bu topraklar o kadar verimliydi ki birçok dünya insanı akın akın buralara yerleşip bir uygarlık oluşturdular. Onlar kendilerine başka isimler verse de (Kengerler) dünya onları Sümerler olarak tanımıştı. İlk sulu tarımı, ilk sanayi üretimini, ilk yazıyı, ilk kanunları, ilk şehir devletlerini onlar bulmuşlardı. Hatta ilk tanrıları da onlar yarattılar.

Mezopotamya işte bu bereketli toprakların kuzeyinde, Yunanlıların Anatolia dedikleri Türkçesi “Küçük Asya” olan toprakların güneyinden itibaren başlıyordu. Bu topraklarda bulunan Nisbis ise kendi döneminin ticaret ve finans merkezi olarak kabul edilmişti. Kral Süleyman döneminde kuzeyde toplanan vergiler Nisbis’de toplanıyordu. Roma imparatorluğu döneminde ise güneyde toplanan vergilerin saklandığı yerdi Nisbis idi. Nisbis aslında Arapların Diyar-ı Rabbia dedikleri eyaletin başkentiydi. Diğer eyaletler Diyar-ı Muta ve Diyar-ı Bekir’di. Nisbis’e daha önceleri Nabulah, Naşipina dedikleri gibi sonraları Sibeyn adını verdiler. En sonunda da bildiğiniz gibi Nusaybin oldu.

Bu kadar önemli olan kent, Romalıların elindeyken İran topraklarının hâkimi Sasani İmparatoru Şapur kenti ele geçirmek istedi. Büyük bir ordu ile Nisbis’in üzerine yürüdü. Kentin surlarının önüne geldiğinde teslim olmalarını istedi ama olmayacaklarından emindi. Her kralın, ordu komutanının yapacağı gibi kente su taşıyan ırmakları zehirleyerek kent halkını susuz bıraktı fakat bunda da başarılı olamadı. Çaresizce uzun yıllar sürecek kuşatmanın ilk startını vermek amacıyla o dönemlerde Romalıların Hermes, Sasanilerin Mitonya çayı dedikleri akarsuyun akış yönünü değiştirip önüne baraj kurarak sularını biriktirmeye çalıştılar. Romalılar ise bu süre zarfında gelecek için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Bölgenin Hristiyanlık konusunda önemli metropolitlerinden olan Mor Yakup, manastırın öğrencilerini toplayarak kalenin iç kısmına ikinci bir sur örüyordu. Birkaç yıl sonra Sasani imparatoru biriken baraj sularını serbest bırakınca Nisbis’in kale duvarları yerle bir oldu. Ancak hemen arkasında yeni yapılmış olan surları görünce hayal kırıklığına uğradı.

Şapur yine de Nisibis’i alma arzusundan hiçbir şey kaybetmemişti. Danışmanlarını toplayarak ne yapabilecekleri konusunda tartışıp konuştular. Alınan ortak karara göre İran’a gönderdikleri emirle binlerce küp dolusu zehirli çıyan, akrep ve yılan geldi. Bu küpler mancınıklarla kale surları içine atılınca Nisbis halkı bu kadar çok miktardaki zehirli hayvanla mücadele edemeden teslim olmak zorunda kaldılar. Nisbis savaşı dünyadaki ilk yapılan biyolojik savaş olarak tarihe geçti.

Savaşı kaybeden Roma İmparatoru Anastosius, 30 kilometre geri çekilerek eski bir yerleşim yeri olan Dara’da yeniden bir kent inşa etmeye başladı. Dara bir zamanlar Büyük İskender’e yenilerek kaybeden Pers Kralı Darius adına kurulmuş eski bir kentti. Yeniden kurulurken bir ordu kent olarak tasarlanan şehir, kaybedilen Nisbis’in hemen yakınında Sasaniler için yeni bir sınır kenti olarak tasarlanmıştı. Kenti kuran İmparatorun adı verilerek buraya Anastosiopolis denildi. Yeni kurulan kent 4 km uzunluğundaki surlar ve üzerindeki 28 adet kuleden oluşuyordu. İmparator bir süre sonra ölünce Anastosiopolis kenti yeni imparator Justiniaus’un yönetimine kaldı.

VI. Yüzyılda Sasanilerin başında bulunan Kavad Anastasiapolis’i ele geçirmek için çalışmalara başladı. Romalılarla yaptığı meydan savaşlarını kaybedince 18000 kişilik süvari, 23000 kişilik piyade ve 120000 kişilik köylüden oluşan bir ordu ile kenti kuşatmaya karar verdi. Kuşatma sırasında yine her zamanki gibi kente giden suların zehirlenmesi ile başladı. Ancak kent sakinleri buna hazırlıklıydılar. Bugün Aytepe olarak bilinen 7 km uzaklıktaki bir su kaynağından 20 cm genişliğinde 1,5 mt derinliğindeki kanallarla kente gelen suları damıtarak bekletip zor günlerde su ihtiyaçlarını uzun süre karşılayabiliyorlardı. Bu yüzden zehirlenmiş sudan etkilenmediler. Kavad’ın askerleri bir süre surların dibini kazarak yıkmayı deneseler de bunda da başarılı olamadılar. Sonunda Kavad da atası Şapur gibi danışmanları ile çözüm yolu bulmaya çalıştı. Yapılan toplantılardan sonra alınan kararlara istinaden büyük mancınıklarla binlerce zeytinyağı fıçısı kentin surları duvarlarında patlatıldı. Zeytin yağla yıkanmış surların üzerine bu kez ateş atılarak yağlar yakıldı. Surlar yanan zeytinyağlarla alev altında iken yeniden atılan zeytinyağı fıçıları kalker kayalardan yapılmış surların ateş altında kirece dönüşmesini sağladı. Henüz surlar soğumadan bu kez sirke fıçıları surların üzerine atılınca kirece dönüşmüş duvarlar sirkenin etkisi ile yerle bir oldu. Surların yıkılması ile savunmasız kalan Anastasiopolis Kavad’ın askerleri tarafından ele geçirildi. Hızını alamayan Kavad Urfa’ya kadar olan Roma topraklarını da ele geçirmişti. Böylece Mezopotamya’nın kuzeyi tamamen Sasanilerin eline geçmişti. Dara savaşı da dünyada yapılan ilk kimya savaşıydı.

NOT: Günümüzde Nisbis ve Dara antik kentlerinden çok fazla kalıntı yok. Dara'da eski antik kentin henüz %10 kadarı gün yüzüne çıkmış durumda o da Necropol kısmı.

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Yazan: Sedat Karadayı

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.

Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.

Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.

Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.

Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.

Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.

Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.

BAKÜ'NÜN KARANLIK TARİHİ

Hazırlayan: A.Kara

BAKÜ’NÜN (SURLU ŞEHİR) KARANLIK TARİHİ

Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı başarmıştır.

Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş oldu.

1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü surlarında büyük bir artış olmuştu.

14.yüzyıl bu şehrin en iyi dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:

"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."

Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları tarafından kılıçtan geçirildi.

İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]

RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI

Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.

1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]

Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.

Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.

Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.

Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.

PETROL

Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.

1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.

Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.

1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.

Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.

Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.

Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.