Ankara Keçiören’de bir olay yaşandı. Bir yandan bu olayı kısaca anlatıp diğer
yandan konuyla ilgili söylemek istediklerimi paylaşmak istiyorum.
Henüz
8 aylık evli olan Özge Nur Tekin adlı kadının eşi evliliklerinin 6. ayından
itibaren sorun yaşadıklarını anlattı. Söylenene göre kadının psikolojik
sorunları vardı, cinci hocadan yardım istediler.
Kocasının aradığı
Erdal adlı cinci hoca “Eşine cinler musallat olmuş, dediklerimi yaparsanız eşini
kurtarırım” demiş, telefondan dua okumuş. Güya adam telefondan duayı okuyunca
eşi rahatlamış. Ancak kocasının anlattığına göre bir süre sonra kadın tekrar
rahatsızlanınca tekrar hocayı aramış. Hoca “Önce eşine bir kurban keseceksin”
demiş. Sonra da sırtına hafif şekilde 100 sefer oklava ile vuracaksın, ardından
vücudundaki pis kanın temizlenmesi için hacamat yaptırmanız gerekecek” demiş.
Adamdan da 23 gün boyunca kefaret orucu tutmasını istemiş, neyin kefareti
ise...
Adam cinci hocayı dinliyor, itibar gören tıbbi makam cinci
hocalar ya hani ülkede, ona güveniyor, dediklerini yapmaya başlıyor. Eşinin
sırtına, baldır kısmına hafifçe fakat hissedilebilecek bir şekilde yüz kez
vurduğunu bu sırada bir yandan da dua okuduğunu söylüyor. Tabi adamın
hissedilebilecek sertlikteki vuruşu kadına göre oldukça sert olabilir. Yavaş
vurduğunu zanneder ama aslında eziyordur. Üstelik bunlar yaşanırken eşinin
ailesi ve kendi ailesi de aynı ortamda, hepsi odadalar. Hiçbiri “yahu biz ne
yapıyoruz” demiyor çünkü inanıyorlar. Çünkü din insana anormal şeyleri normal
gösteriyor.
Aklınıza Kemal Sunal filmi gelecek biliyorum ama kadını
sopalarken bir yandan da hep beraber “cin çık cin çık” diye tekrarlamışlar. Bu
yetmemiş, cinci hoca dedi diye kadına hacamat yaptırmışlar. Tabi hacamat
sırasında odada başka kadınlar da varmış.
Hacamatcı kadın ayrı bir
alem. Hacamat yapmaya bir tanıdığının ısrarı ile gitmiş. Yerde yüz üstü yatan,
sırtı ve kolları morluk içinde olan kadını görünce neler olduğunu sormuş. “İçine
3 harfliler kaçmış, Kayseri’de bulduğumuz bir hocanın talimatıyla sopa ile
vurduk. Bu şekilde cini öldürmeye çalıştık” diyorlar. Hacamatcı kadın bunu hiç
sorgulamıyor bile, tam görev kadını, bir nevi “he tamam o zaman” diyerek
hacamatını yapıp evden ayrılıyor. Polis aramak mı? İhbar etmek mi? Ambulans
çağırmak mı? Yok canım ne gerek var. Neticede çok olağan bir durum bu. Hepimiz
her gün çevremizde içindeki cin çıkarılsın diye sopa atılmış, yüzüstü yatan
insanlar görmüyor muyuz? Yapmayın yani sizde, sanki çok tuhaf bir durummuş
gibi...(!)
Neyse, hacamat bitince kadın rahat bir şekilde uyumuş.
Adam öyle diyor. Kadına 100 sopa vurmuş, akabinde hacamat yapıp vücut direncini
yerle bir etmişler, doğal olarak kadın ölü gibi uyumuş, adam bunu uygulama işe
yaradı diye görüyor. Eşim rahat bir şekilde uyudu diyor.
Tabi kadının
psikolojik sorunu olduğu için sopaydı, hacamattı işe yaramaz. Öyle de olmuş,
ertesi sabah eşi tekrar rahatsızlanmış. Başvurulacak güvenilir merci kim?
Psikolog ya da hastane diye düşünmeyin, başvurulacak, akıl danışılacak, çare
aranacak kişi tabi ki cinci hoca Erdal. Adam cinci hocayı tekrar arayınca, hoca
“kurban kesersen eşin rahatlar” demiş. Bunun üzerine eşi, eşinin anne ve babası,
kendi annesi, kardeşi ve bir akrabalarını alarak kurban kesmeye gidiyorlar.
Üstelik eşi kurban kesmeye giderken oruçluymuş. Yani kadın 100 sopa yemiş,
hacamat yapılmış, bunlar da yetmemiş oruç tutturuluyor.
Kurban
kesilirken kadın rahatsızlanarak bayılıyor. Durun, şaşırmayın. Adam tekrar cinci
hocayı arıyor. Hoca ne dese beğenirsiniz? “Bir kurban daha keserseniz eşin
kendine gelir”.
Dediğini yapıp ikinci kurbanı da kesiyorlar ama eşi
kendine gelmiyor. İkinci kurbanı kesmelerine rağmen karısı kendine gelmeyen adam
Odin’in tek gözüne, Poseidon’un balıkçı değneğine, Kukulkan’ın kuyruğuna,
Erlik’in pos bıyıklarına, İnanna’nın kalçasına, Ninsaki’nin birasına şükürler
olsun ki hastaneye götürmeyi düşünebiliyor.
Kadını hastaneye
götürüyorlar fakat gittiklerinde sağlık görevlileri kadının öldüğünü
belirtiyor...
Tabi olay patlak verince cinci hocayı sorguya
çekiyorlar. O da haliyle işten nasıl yırtarım derdinde. Cinci hoca “Ayette
aslında vurun demiyor, yavaşça dürtün diyor” diyerek dini kurtarmayan çalışan
modernistlerle benzerlik gösterecek şekilde “ben oklava ile vurmalarını, hacamat
yaptırmalarını falan söylemedim” diyor. Üstelik kendisi kendi çapında dini
bilgileri olan, bunlara dayanarak insanlara tavsiyeler veren ve karşılığında
para almayan biriymiş. Ne hikmetse kendi çapında bilgisi olan adam büyük bir
özgüvenle tonla talimat verebiliyor.
Tüm bunların sonucunda olan,
hayatını kaybeden Özge Nur Tekin’e oldu. Eğer bilinçli bir çevreye sahip
olsaydı, onu hastaneye götürmeyi akıl edebilecek, dine değil de tıbba
başvurmayı, etrafında şifayı dinde değil de tıpta arayan insanlar olsaydı şuan
yaşıyor olacaktı. Üstelik tedavi göreceği için muhtemelen iyileşecekti.
Hanginiz
bir sağlık sorununun dua ile çözüldüğünü gördünüz? Ben 26 yıl boyunca
Müslümandım, kendim, annem, babam, akrabalarım için defalarca Allah’tan yardım
istemişimdir. Keza çevremde gördüğüm insanlar da bunu yapmıştır. Ne yaptı
inandığınız tanrı, iyileştirdi mi? Şifa mı yolladı? Yahu anlayın artık şunu,
çare bilimde. İstersen 100 yıl boyunca Allah’a dua et, bilime başvurmadığın, bir
sağlık kuruluşuna gitmediğin sürece i-yi-le-şe-mez-sinnn.
Şimdi bazı
değişikler çıkar der ki “Doktor da Allah’ın izni ile iyileştiriyor”. Hadi
oradan! Doktor kılını kımıldatmasa, bilimsel uğraşlar olmasa kimse hastaları
iyileştiremez. Sizin var olduğuna inandığınız Allah’ınızın istemesine değil
doktorun tedavi etmesine, bilgi ve becerisine bir de hastanın rahatsızlığının
seviyesine bağlıdır iyileşmesi. Şu dua şuna iyi geliyor diye kitap satan ama
rahatsızlanınca hastanedeki doktorun koluna sarılan Cübbeli Ahmet gibi kıvırıp
durmayın. Sizin için zor da olsa gerçeği kabul edin.
Tabi çevresi
bilinçli olsaydı bile hayatını kaybeden kadın inançlı biri olduğundan belki de
hiçbirini dinlemeyecek, kendisi de cinci hocalarda keramet arayacaktı. Bu da bir
ihtimal. İşte din bu kadar tehlikeli. İnsanı gözle görülmeyen doğaüstü varlıklar
tarafından ele geçirildiğine inandırabilecek kadar etkili bir olgu. Dinin
ağırlıklı olduğu aileler de doktor veya bilime duyulan saygı maalesef bir cinci
hocaya duyulan saygının yarısına bile denk gelmiyor.
Cinci hoca denen
şahsın yapmalarını söylediği işlemlere geleyim. Güzel kardeşim sopa vurarak cin
çıkarmak nedir? Neyin kafasıdır bu? Yahu hadi cin gibi bir varlığa inanıyorsun,
iyi tamam, senin tercihin. Ama fiziksel olmayan bir varlığı sopa ile vurarak
öldürmeye veya kovmaya çalışmak neyin kafasıdır gözünüzü seveyim. Soyut-somut
kavramlarından bu kadar mı uzaksınız?
Sopalarken cin çık, cin çık
demek nedir? İçine bir varlık girdi ve Türkçe biliyor öyle mi? Diyelim ki
biliyor, bu varlık siz kadının bedenini dövüyorsunuz ve ona çık diyorsunuz diye
çıkacak öyle mi? Neden? Ben olsam çıkmam. “Banane ölürse çıkar başkasına
girerim” derim olur biter.
Kaldı ki mistik bir varlık varsa niye sizi
ele geçirmekle uğraşıp dursun. Bırakın şu ortadoğu masallarına takılıp kalmayı.
Zihinsel olarak rahatsız olmayan, içine gerçekten cin girdiği elle tutulur
şekilde, bilimsel testlerle tespit edilen kaç insan gördünüz ki bu cin
masallarına inanmaktan vazgeçmiyorsunuz?
Nerede bu 3 harfliler.
Yaptığım birkaç canlı yayında “bana cin musallat edin, bekliyorum” diye kaç kez
tekrarladım. Üstelik musallat etmek için birine danışacağını söyleyen bile
olmuştu. Hani, nerede bu cinler? Hayatım boyunca akşam vakti tırnak kesip dışarı
da döktüm, camdan çay demi de attım, envai çeşit ağacın dibine de işedim, mezar
yanından geçerken ıslık ta çaldım, hiçbir şey olmadı. Nerede arkadaş bu cinler?
Var diyorsanız, teklifimi yeniliyorum, gönderin bana cinleri. Hadi bakalım hodri
meydan.
Diyelim ki cin var, içine de girdi. Cin çıkarırken hacamat
yapmak nedir? Bu nasıl bir absürtlük. Hacamat deriden vakumlayarak kan
alınmasıdır. Yani vücuttan kan alıyorsun. Bu cinin çıkışına nasıl fayda
sağlasın? Hoca “vücuttaki pis kanın çıkması için” demiş. Vay be, mistik bir konu
üzerine ne kadar realistik ve bilimsel bir yaklaşım. Tabi canım, zaten cin kana
karışıyor ya, kan çekip temizleyeceksin (!)
Kurban kısmı ayrı bir
olay. Hoca kurban kes dedi diye iki kez hayvan kesiyorsunuz. Neden? Kadın
iyileşecekmiş. Mezopotamya’da, Babil’de var olan gelenek aradan binlerce yıl
geçmesine rağmen hala devam ediyor ya pes. Birçok Mezopotamya toplumu
tanrılarının öfkesi dinsin diye veya kendini ya da bir sevdiğini iyileştirsin
diye kurban kesip kan akıtıyordu. Yani tanrıya rüşvet veriyorlardı rüşvet.
Günümüzdeki kurban, adak uygulamalarının büyük kısmı da bu uygulamalara dayanır.
Nedir adak? İnandığınız tanrı sizi iyileştirmek veya korumak için sizden neden
bir hayvanı kesip kanını akıtmanızı istesin? Neye yarayacak ki bu? Hiçbir şeye
di mi? Eski toplumlar tanrıların kurban etine ve kanına geldiğini, hatta
onlardan yiyip içtiğini, ziyafet çektiklerini düşünüyor, neredeyse her sorunun
çözümü için kurban kesiyorlardı. Aradan bunca yıl geçmiş, onların dine
dönüştürülen bu uygulamalarını hiç sorgulamadan devam ettiriyorsunuz. Aklınız
var, başkasının aklına danışmadan oturup etraflıca bir düşünün. Zor değil.
Üzücü
bir ülkem manzarası. Cemaat ve tarikatlara, tvdeki din şovlarına yapılan
yatırımın sonucunda gelinen nokta. Bir kadını iyileştirmeye çalışırken öldürmek
ve çevredeki insanların buna ortak olması. Sebebi ise inandıkları din ve
barındırdığı hurafeler...
Depresyon ciddi bir ruhsal bozukluktur ve tüm dünyada birçok insanı rahatsız
eden bir haldir. Hafife alınacak bir durum değildir. İnsanı aşırı derecede
ağırlaştırır, isteksiz birine dönüştürür hatta can bile alabilir. Kişinin yavaş
yavaş ve kontrolsüzce içine battığı bir bataklık gibidir. Bu durumdan çıkmak
bazen çok zor olabilir. Ama en azından üstesinden gelinebilecek bir zorluktur.
Peki sizce antik dönem insanları ve eski medeniyetler depresyonu nasıl anlıyor,
yorumluyor ve nasıl tedavi ediyorlardı?
Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali
normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle
değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik
rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve
dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki
depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.
ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI
İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere,
sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa
göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya
iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin
izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular
ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası
anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları
insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının
göstergesidir. [1]
Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına
inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar
dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren
şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya
da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden
iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi.
Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.
MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)
Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği
görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele
geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem
depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam
çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak
“korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]
Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca
libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların
ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi
bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım
ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar
vardır. [5]
Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:
Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol
kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın.
Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak,
birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat,
kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]
Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya
da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]
Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin
Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla
dikkat çekicidir. [8]
Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne
çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler
kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen
ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu
terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak
yorumlanmıştır. [9]
Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen
bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın
kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.
Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane
reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan
genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce
birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi
ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8]
Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara
öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya
öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek
bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine
bakalım:
Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl
olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle
ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun,
köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık
sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler
veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla
meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan
titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya
ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece
ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar
görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir
"zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi
unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un
üzerinedir.
Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:
(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki
anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın.
Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü
giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine
palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş
yünden bir kuşak bağlayacaksın.
Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı
hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği
sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı
hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.
Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini
bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):
Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için
düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile
parantez içinde belirtilmiştir.
(Büyü)
Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla
yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken
önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı
kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine
gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük
Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]
ANTİK YUNAN & ROMA
Bazı mitolojik anlatı ve resimlendirmelerin de depresyonu ifade ettiği
düşünülür. Örneğin MÖ 400'den kalma bir vazo üzerinde ezilmiş ve kasvetli bir
Yunan kahramanı olan Orestes'in durumu resmedilmiştir. Annesini öldükten sonra
peşini bırakmayan Erinyelerden yani adaletsizliğin intikamını almak isteyen
ruhlardan kurtulmak için bir arınma törenine katıldığı resmedilmiştir. Şair
Euripides, trajedinin kahramanı Orestes'i depresyonun birçok belirtisine sahip
olarak tasvir eder. Bunlar iştahsızlık, aşırı uyku, banyo yapmak için bile
isteksiz olma, sürekli ağlama, kronik yorgunluk ve çaresizlik hissidir. [10]
Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan
eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde
zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen
büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza
dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]
Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir
lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım
istemekti.
Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü
olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı
oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.
MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen
tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı
şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim
olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna
inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini
sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]
Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık
olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti.
“Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13]
sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların
olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.
Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık
doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu.
Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.
Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi
kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu
dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu
dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört
maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu
sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki
aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet,
boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu
sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren
bir ilaç kullanıyorlardı. [14]
Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı:
Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna
varmıştı. Şöyle diyordu:
“Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir.
Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız
kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir.
Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal
derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”
İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde
kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve
bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu
olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin
doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey
yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna
inanıyordu. [15]
Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve
hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki
yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.
Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına
sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi
edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.
Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos
(thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir
eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde
hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla
konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını
söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle
ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16]
İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir
çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.
HİNDİSTAN
Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı
olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki
yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki
hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri,
insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate
almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli
semptomlara neden olabiliyordu. [17]
ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ
Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri
vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif
insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal
edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire
vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir
gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda
hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler
önerdiği görülür. [18]
Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı
da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn
Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti.
Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik
obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve
özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun
davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.
Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir
miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara
yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik
bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.
Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve
depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle
birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık
Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya
iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.
Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da
şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan
“iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon
için etkili bir tedavi değildi.
Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar
edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle
büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din
adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.
17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce
cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün
akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da
sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir
rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]
Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu
düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın
tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin
günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı.
Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü
oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar
91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı.
Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve
arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler
yapmalarını tavsiye etmişti.
Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış
aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul
edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi
kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.
Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi
yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini
duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle
bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde
derin etkileri oluyordu.
Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal
rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak
tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen
dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.
Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında
depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir
keşişi şu şekilde tanımlıyordu:
"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin
onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok
yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor.
Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi
ele geçirir." [20]
14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı
umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı
düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip
edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir.
Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş
bir günah sayılır.
Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı.
Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi
olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.
16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir
kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh
halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.
Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve
tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif kişiler boşluk, anlam
yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.
O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı
“Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen
ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye”
tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden
deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu
çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku,
sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla
sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]
Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli”
kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi
kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik
çalışmalar ortaya çıktı.
Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon,
kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak
görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya
kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında
ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye
başlamıştılar. [22]
Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar
hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli
olduğunu öne sürüyorlardı.
Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye
çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan
durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru
konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer
tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta
Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi
geliştirmişti. [23]
Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki
ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve
depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok
bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı
alt gruplara ayırmaya başladı.
Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası
geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil
Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk
kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan
ilk kişiydi. [24]
Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve
standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon
konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını
belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik
ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin
bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin
psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]
20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için
bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler
varoluşçu felsefe ekolleriydi.
Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu
aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı.
Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması
gerektiğini öne sürüyordu.
Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den
(1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu
ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu.
Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.
Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile
bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan
kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki modern dönemde topluma
çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik
dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda
buluyorlar.
Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan
kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından
sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması
gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve
ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine
acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.
1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya
başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları
yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne
sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve
bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu
söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz
şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]
19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler
hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını
karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin
prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti.
Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları
kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme
güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]
Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin
(ECT) de kullanıldığı oluyordu.
1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı
depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon
tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce
sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri
geliştirilmeye başlamıştı. [28]
Eliade M. Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy. 1964.
Reynolds EH, Wilson JV. Depression and anxiety in Babylon. J R Soc Med.
2013;106 (12) : 478-481.
Maria Isabel Toro Rueda (2003). The heart in Egyptian literature of the
second millennium BC, p. 84.
Abusch and Schwemer (2011), Corpus of Mesopotamian Anti-witchcraft
Rituals, p. 150.
A.g.e., 156, lines 1-8.
A.g.e., lines 38-45.
Reynolds EH, Kinnier Wilson JVJ Neurol Neurosurg Psychiatry (2012).
Obsessive compulsive disorder and psychopathic behaviour in Babylon. 83
(2) : 199-201.
Ritter EK, Kinnier Wilson JV. Prescription for an anxiety state. Anatolian
Stud 1980; 30: 23-30.
Homer, Odyssey, I, 35ff.; Homer, Odyssey, III, 300-310.
Wood, Michael. "Jason and the Argonauts", In Search of Myths & Heroes,
PBS
Millon T, Grossman S, Meagher SE. (2004) Masters of the Mind: Exploring
the Story of Mental Illness from Ancient Times to the New Millennium.
μέλας, χολή, Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English
Lexicon, on Perseus Digital Library.
Charles M. Tipton (2014). The history of "Exercise Is Medicine" in ancient
civilizations. Adv Physiol Educ. 38(2):109-117.
Clarke, R. J.; Macrae, R. (1988). Coffee: Physiology.
Anthonya A. Long. Psychological Ideas in Antiquity. In: Dictionary of the
History of Ideas (2003). 1973-74.
Pradhan BK. (2014) Yoga and Mindfulness Based Cognitive Therapy (Y-MBCT):
A Clinical Guide.
Tesařová D. Aulus Cornelius Celsus and a regimen. Cas Lek Cesk.
2018;157(5):263-267.
Levack B. The Witch-Hunt in Early Modern Europe, 2nd ed. Boston, MA:
Pearson Education Ltd; 1995.
John Cassian, The Institutes, (Boniface Ramsey, tr.) 2000:10:2, quoted in
Stephen Greenblatt, The Swerve: how the world became modern, 2011:26.
Brink A. (1979) Depression and loss: A theme in Robert Burton's "Anatomy
of Melancholy" (1621). Can J Psychiatry. 24 (8) : 767-72.
Rössler W. The stigma of mental disorders: A millennia-long history of
social exclusion and prejudices. EMBO Rep. 2016;17(9):1250-1253.
Bolwig TG, Fink M. Electrotherapy for melancholia: The pioneering
contributions of Benjamin Franklin and Giovanni Aldini. J ECT.
2009;25(1):15-8.
Mondimore FM. (2005) Kraepelin and manic-depressive insanity: An
historical perspective. Int Rev Psychiatry. 17 (1) : 49-52.
De Sousa A. (2011) Freudian theory and consciousness: A conceptual
analysis. Mens Sana Monogr. 9 (1) : 210-217.
Gaudiano BA. Cognitive-behavioural therapies: Achievements and challenges.
Evid Based Ment Health. 2008;11(1):5-7.
Faria MA Jr. Violence, mental illness, and the brain - A brief history of
psychosurgery: Part 1 - From trephination to lobotomy. Surg Neurol Int.
2013;4:49.
Ramachandraih CT, Subramanyam N, Bar KJ, Baker G, Yeragani VK.
Antidepressants: From MAOIs to SSRIs and more. Indian J Psychiatry.
2011;53(2):180-182.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Greklerin tanrı ve tanrıçaları eski Anadolu uygarlıklarında ve Arap coğrafyası gibi yayıldığı birçok bölgede ciddi derecede etkili olmuştur. Kadim Anadolu’da tanrı Zeus’a olan inanış oldukça baskın gelmiş, farklı isimlerle tapınılmış Zeus figürünün etkilerinden dolayı insanlar uzun bir süre tanrıyı koruyucu baba gibi görmüş [1] hatta Allah’tan bahsederken bile “Allah baba” demişlerdir. Benzer durum Kubaba, Gaia, Kibele gibi tanrıçalara olan inanışın etkisi ile doğa ya da topraktan bahsederken “ana” denmesiyle öne çıkar.
Anne, baba demek tuhaf görünse de Antik Yunanlılar için tanrılar insanlara oldukça benzerlerdir. Bu benzerlik görünüşleri konusunda da aynıdır fakat onları ayıran şey benzedikleri insanlardan daha uzun, güzel, güçlü ve estetik olmalarıdır. Güzel bir dış görünüş aynı zamanda güzel düşüncenin, zihniyetin dışa vurumu sayılmıştır. Uzun boy önemlidir çünkü Greklere göre kişiyi güzel olarak tanımlayabilmenin en önemli şartı boyunun uzun olup olmamasında yatıyordu. Bu yüzden Hint toplumlarındaki ciddi derecede kilolu veya kısa tanrı ya da tanrıça figürlerini Yunan mitoslarında görmek oldukça zordur.
Görünümleri ile ölümlü kulları olan insanlara benzemeleri dışında yaşantıları ve duyguları yönüyle de oldukça benzeşiyor, tıpkı insanlar gibi evleniyor, çocuk sahibi oluyor, aldatıyor, öldürüyor, çalıyor, kıskanıyor, intikam alıyor ve hileye başvuruyorlardı. Özellikle tanrıçalar söz konusu olduğunda duygusal olarak en çok öne çıkan yönleri kıskançlık iken erkeklerde genellikle bu özellik şiddet ve intikam oluyordu. İroniktir ki inanışa göre bu tanrılar kötü işler yapanları cezalandırıyorlardı.
Yunanlılar ufak istisnalar dışında genellikle bir tanrıyı bilmeleser, tanımasalar bile onlara saygı duyardı. Onların geleneğinde yabancı da olsa her tanrıya saygı göstermek vardı. Bu yüzden onların hayal dünyasını, efsanelerini ve tanrılarını etkileyen, tanrılarının daha zalim, cezalandırıcı ve sert olmasına neden olan en büyük faktör ilkel Keltler olmuştu. Çünkü Yunanlılar İtalya’ya yerleştiklerinde bu topraklarda Keltlere ait inanış ve efsaneler varlığını sürdürmekteydi. Yunanlılar gelenekleri gereği onlara saygısızlık yapmamış ve kendi tanrılarına en çok benzettiklerini benimsemişlerdi. Bu yüzden daha barbarca bir yaşantıya sahip olan Keltlerin tanrı ve inanışları Greklerin dini inanışlarını etkilemişti.
Birçok eski kültürde olduğu gibi Grek inancında da tanrılar insan kılığında dünyaya geliyor, faniler arasında yaşıyorlardı. Dilediğinde insanların arasında gezinebilen bu tanrılar zamandan münezzehtir ve uzay-zamandan bağımsızdır. Tanrı olmanın sonucu olarak görünmez olma, düşündükleri yere anında gidebilme, hayvan şekline girebilme gibi doğa üstü güçleri vardır.
Örneğin şarap tanrısı Dionysos genç bir adam şekline girerek yeryüzünde dolaşırken korsanlar tarafından kaçırılır. Gemi kaptanı Acoetes dışında hiç kimse kaçırdıkları adamda bir gariplik olduğunu hissetmez. Kaçırdıkları ve köle olarak satmak istedikleri adamın aslında bir tanrı olduğunu anlayan ve tayfasını vazgeçirmek isteyen kaptanın tüm çabaları boşadır, korsanlar Dionysos’u serbest bırakma fikrini kabul etmezler. Bunun üzerine Dionysos geminin içini sarmaşık ve hayvanlarla doldurur, korkuya kapılan korsanlar denize atladıkça yunus balığına dönüşürken kurtulan tek kişi kaptan Acoetes olur. [2]
Söz konusu şekil değiştirme olduğunda öne çıkan tanrılardan biri Zeustur.
Kral Thestius’un kızı Leda, Tyndareus ile evlendiği gün baba tanrı Zeus’un ilgisini çeker. Zeus bir kuğu şekline girerek Leda’yı baştan çıkarır. [3]
Başka bir efsanede Zeus, ölümlü bir kadın olan Europa’yı (Avrupa) kaçırmak için boğa şeklini alır. Tyre Kralı Agenor’un sarayında kendini beyaz bir boğaya dönüştüren Zeus, su perisi Io’nun soyundan gelen Europa’yı elde etmek için plan yapar ve boğa kılığında diğer hayvanların arasına katılır. Europa boğayı okşayıp sırtına bindiği an Zeus yakaladığı fırsat ile kadını Girit adasına kaçırır. Europa burada kraliçe olur ve Zeus günümüzde Avrupa olarak bilinen kıtaya onun adını verir. [4]
Zeus’un insan veya hayvandan çok daha farklı şekle bürünebildiği efsaneler de vardır. Kendini altından yağmur damlalarına dönüştürerek Danae’nin hapsolduğu zindana sızmayı başarır ve çatıdan Danae’nin kucağına dökülen altın damlacıkları şeklinde onunla ilişkiye girer. [5]
Tanrıların insan şekline girerek dünyada gezinmeleri hem tehlikeli hem de mutluluk verici sonuçlar doğurabiliyordu. İnsan kılığında dünyaya inen tanrı bir Yunanlının evinde misafir olabiliyor ve karşısındaki kişi ona iyi davranmaz, düzgün ağırlamazsa cezalandırılıyor, aksi durumlarda ise ödüllendiriliyordu.
Örneğin bir efsaneye göre Zeus ile Hermes Frikya boyunca yaptıkları yolculuk sonucunda yorgun düşer ve dinlenip kalacakları bir yer ararlar. Kimse onları iyi karşılamaz ve misafir etmez. Fakat Filemon ve Baukis isimli yaşlı çiftin mütevazi kulübesine gidip kapılarını çaldıklarında, çift Zeus ile Hermes’i misafir olarak eve buyur eder. İmkanları dahilinde en iyi sofrayı sunmaya çalışır ve tanrıları içtenlikle ağırlarlar. Bunun sonucunda aldıkları ödül ise hayatları olmuştur. Çünkü Zeus ile Hermes yaşlı çifte yaşadıkları yerdeki kötü insanlar yüzünden bir tufan felaketi gönderip orayı yıkacağını bu yüzden köylerine bakan karşı tepeye tırmanmalarını söyler. [6]
Bunun aksi yönünde misafir olan tanrıları iyi karşılamadığı için cezalandırılan insanların olduğu yönünde çokça efsane olduğundan tıpkı bizim toplumumuzdaki gibi Yunanlarda da kapıya gelen kişiyi misafir etmek, iyi ağırlamak, kendin yemeyip yedirmek adet olmuştur.
Söz konusu tanrıçalar olduğunda kıskançlık ve “en güzel olan” olma hırsı öne çıkar; ki bu durum Grek kadınlar için de güzel olmanın, beğenilmenin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir.
Örneğin Zeus’un esas eşi olan ve hava üzerinde egemenliğe sahip olan kibirli tanrıça Hera’nın da katıldığı bir düğünde en güzel olanın kim olduğu konusunda anlaşmazlık yaşanır. Hera, Afrodit ve Athena en güzelin kim olduğu konusunda bilgeliği ile ünlü çoban Paris’e danışırlar. Paris en güzel olarak Hera değil de Afrodit’i seçince öfkelenen Hera Paris’e işkence eder. [7]
Efsanelere en çok konu olan bir diğer duygu aşktır. Tanrıların kendi aralarındaki aşk ve tutkularına ek olarak aynı zamanda insanlara da aşık oldukları, hatta aşık olup karşılık alamadıkları, elde edemedikleri insanları cezalandırıp öldürdükleri, işkence çektirdikleri düzinelerce efsane vardır. Söz konusu aşk olduğunda adı en çok duyulan tanrılardan biri Apollon’dur çünkü bu konuda oldukça kısmetsizdir. Ya aşık olduğu kadınlar ona bakmaz ya da ölür-öldürülürler.
Örneğin Apollon’un ilk aşkı nehir tanrısının kızı Daphne’dir. Daphne asla evlenmek istemeyen, hayatı boyunca avcılıkla meşgul olmak isteyen bir kadındır. Apollon bir gün ok atacağı sırada aşk tanrısı Eros’a rastlar ve kendisi henüz Python’u yeni öldürdüğünden egosu kabarmış şekilde Eros’un yaptığı işi küçümser. Eros’un elindeki yayın Eros’a değil de korkunç yılanı öldürmeyi başarmış bir kahramana ait olması gerektiğini söylerek kendini işaret eder. Öfkelenen Eros iki ok çeker, altın olan ok atılan kişide aşk, kurşundan yapılmış ok ise nefret uyandıracaktır. Eros altın oku Apollon’un göğsüne, kurşun oku ise Daphne’nin göğsüne atar. Apollon Daphne’ye aşık olmuştur ama Daphne vurulduğu oktan dolayı Apollan’dan nefret etmekte, onu görür görmez kaçmakta, bayılana kadar koşmaktadır. Daphne korku içinde tanrılardan yardım isterken kolları uyuşmaya başlar. Bu sırada Apollon’un kendine sarıldığını görünce defne ağacına dönüşür. [8]
Tanrıların insanlarla olan ilişkilerinden dünyaya gelen çocuklar kahramanlar ya da yarı tanrılardır. Onları öne çıkaran yanları taşıdıkları güç ve sahip oldukları cesarettir. Yarı tanrı olarak isimlendirilmelerinin nedeni tanrısal olduğu kadar fani yani ölümlü olmalarıdır.
Yarı tanrıların insanlardan üstün, tanrısallığa yakın yönleri olduğunun bir örneği Chiron’dur. Kronos ve Philyra'nın çocuğu olan Kheiron (Chiron) bir Kentor'dur. Vahşi ve barbar olan diğer kentorların aksine, bilgeliği ve büyük tıp bilgisi ile ünlüdür. Herkül, Aşil, Jason gibi tanrı çocuklarına savaş eğitimi vermiştir. [9]
İbadet ve ayinler halk için oldukça önemli yer tutuyordu çünkü insanlar eğer onlara ibadet etmez ya da ayinlerini aksatırlarsa tanrıların kendilerini cezalandıracağına inanıyorlardı. Cezalandırma veya ödüllendirmeleri oldukça farklı şekilde olabiliyordu. Örneğin ceza olarak insanı taşa veya hayvana çevirebiliyor, ödül olarak ise onu ölümsüz bir ağaca dönüştürebiliyorlardı. Tapınma bu kadar önemli olunca tanrıları memnun etmek için onların şerefine görkemli tapınaklar inşa ediliyor, tapınağa gelen insanlar tanrılara değerli hediyeler ve hayvan kurbanları sunuyorlardı. Bazen insan kurban ettikleri de söylense de konuya dair kesin kanıtlar olmaması şuan için bu iddiayı ihtilaflı yapmaktadır.
Kurban önemli bir uygulama olduğundan bu konuda birçok efsane türetilmiştir. Bunlardan en meşhuru Minotor efsanesidir. Bu efsaneye göre Girit Kralı Minos güç ve ihtişamının göstergesi olması için tanrı Poseidon’dan onun adına kurban etmek üzere bir boğa ister. Poseidon’un krala verdiği boğa kralın öyle hoşuna gider ki kurban edilsin diye verilen boğa yerine başka bir boğayı kurban eder. Bunu fark eden Poseidon öfkelenerek kral Minos’u cezalandırır. Ceza kralın karısının boğaya aşık edilmesidir. Poseidon bu cezayı uygulayabilmesi için Eros’tan yardım ister. Eros’un oklarının etkisiyle kralın karısı boğaya aşık olarak onunla çiftleşir ve bunun sonucunda yarı insan yarı boğa olan bir çocuk doğar. Çocuğa Minos’un Boğası anlamına gelen Minotor adını verirler. Kötü tabiata sahip olan bu karakter labirente hapsedilir. [10]
Tanrıların kıyafetleri ve kullandıkları bazı silahlar insanların kullandıklarına oldukça benzer olsa da kalite ve güçleri bakımından ölümlülerden ayrılırlar. Kıyafetleri en kaliteli malzemeden iken kullandıkları silahlar genellikle sihirli güçler barındırmakta ya da inanılmaz dayanıklılığa sahip olmaktadır.
Örneğin Zeus’un yıldırımları bile aslında bir silahtır. Zeus Kronos’u yenip tepegözleri serbest bıraktıktan sonra tepegözlerin Zeus’a verdiği özel bir silahtır. [11]
Poseidon’un Yunan balıkçıların balık yakalarken kullandıkları 3 başlı mızrak üzerinden modellenmiş sihirli silahı vardır. Poseidon, demirci tanrı Hepaistos’un kendisi için dövdüğü bu sihirli silahı yere vurduğunda gemileri batırabilecek, tüm adaları sular altında bırakacabilecek dev tsunamiler üretebilir veya depremler yaratabilir. [12]
Tanrılar seyahat ederken Çariot benzeri arabalara biner ve bu arabaları kendi soylarından gelen atlar çekmektedir. Tanrıların büyük kısmının yaşadığı kutsal dağ Olimpos’a gidip gelme yöntemleri budur. Olimpos tanrıların yaşadığı yer olduğu kadar aynı zamanda onların toplanma, meclis kurma alanıdır. Bazen ziyafetler düzenlenir ve bu ziyafetlere tanrı Apollon’un lirinden çıkan tatlı melodiler ile periler eşlik eder. Tanrıların katı olan Olimpos’da her tanrının kendine ait bir evi vardır. Yani tanrılar için düşünülen yaşam biçimi insanlarınkine oldukça yakındır.
Yunan mitolojisinin hayal gücünü zorlayan renkli yapısının kökenini oluşturan şey Greklerin doğa olaylarını anlamlandırma çabasıydı. Bizler depremlerin nasıl ve neden oluştuğunu, yıldırımın neden düştüğünü, sellerin neden meydana geldiğini, heyelanları ve yer batmalarını bilimsel olarak biliyor ve anladığımız için bunlara mistik anlamlar yüklemiyoruz. Fakat kendinizi antik dönemde hayal eder ve bunların hiçbiri hakkında bilginiz olmadığını düşünürseniz sizin için doğa olaylarını tanrı ve yaratıklarla ilişkilendirmekten başka çıkar yol olmayacaktır. İşte bu yüzden Yunan efsanelerinde dev kayaları kopararak fırlatan devler, öfkelenip denizde dev dalgalar çıkaran, insanları uzun süren yağmurlar ya da gönderdiği depremler ile harap eden öfkeli tanrılar vardır. Kara bulutlar ve gök gürültüleri eşliğinde sık yağan yağmurlar, bu sırada gördükleri şimşek ve yıldırım ışıkları ya da denizde birden oluşmaya başlayan dev dalgalar Grekler için ilgili tanrının kızdığı anlamına gelirdi. Yani Grekler için tüm evren nefes alıp veriyordu. Doğayı anlama çabalarından dolayı her yerde bir tanrı görüyorlardı. Ağaçlar, ırmaklar, güneş, her şey onlar için tanrısal birer varlıktı.
Fakat tabi ki tüm tanrı ve tanrıçalar doğa güçleri üzerinden var edilmiş değildi. Bunlardan bazıları muhtemelen dönem içinde yaşadıkları toplumda zeka ve yetenekleri ile öne çıkan, zamanla ozanlar tarafından anlatılan ve dilden dile gezinirken tanrısallaştırılan karakterlerdi. Bunu anlamak için efsanelerdeki bazı tanrıları o dönem yaşayan biriymiş gibi düşünmek, hayal etmek gerekir. Böyle düşünüldüğünde Apollon’un oğlu olduğu söylenen Orpheus’un diğer müzisyenlerden çok daha başarılı, etkileyici biri olduğu, olağanüstü silahlar döven topal tanrı Hepaistos’un gerçekten de çok iyi silah ve zırhlar yapan bir demirci olduğu fakat şairlerin süslü anlatımlarının da etkisi ile zamanla tanrısallaştırıldığı güçlü bir ihtimaldir.
KAYNAKLAR
West, Martin L. (2007). Indo-European Poetry and Myth, p.171; Jackson,
Peter (2002). "Light from Distant Asterisks. Towards a Description of the
Indo-European Religious Heritage". 49 (1): 61-102. p.71
Ovid. The Metaporphoses. Trans. Horace Gregory. p.102-105; "Hymn to
Dionysus." Classical Mythology: Images and Insights, p. 280; The Homeric
Hymns and Homerica with an English Translation by Hugh G. Evelyn-White.
Homeric Hymns, 1914; Ovid, Metamorphoses 3.572 ff. Translated by A. D.
Melville (Oxford World’s Classics)
Medlicott, R. W. (1970). "Leda and the Swan-An Analysis of the Theme in
Myth and Art". 4 (1): 15-23.
Herodotus (1.2.1); (4.45); 1912-1996., Grimal, Pierre (1991). The Penguin
dictionary of classical mythology. Kershaw, Stephen; Kerenyi 1951, p. 108;
Moschus 429; 2.1-21
Metamorphoses (6.113); Apollodorus 2.4.1
William Smith,A Dictitonary of Greek and Roman Biography and Mythology,
vol. I, p. 478; Oskar Seyffert, The Classical Mytologhy, Religion,
Litrature and Art, p. 478
Pausanias, Description of Greece, 5.19.5; Pseudo-Apollodorus, Bibliotheca
E3. 2 (trans. Aldrich) (Greek mythographer C2nd A.D.; Pseudo-Hyginus,
Fabulae 92 (trans. Grant) (Roman mythographer C2nd A.D.)
“Cupid’s Arrows: Lead, Gold, Magic and Medicine in Ovid, Met. 1.452-567,”
Homer, Iliad 11.831
Kern, Hermann (2000). Through the Labyrinth, p. 34.; J. S. Rusten, "Ovid,
Empedocles and the Minotaur" 103.3 (1982, pp. 332–33) p. 332; Through the
Labyrinth, Prestel, 2000, Chapter 1; Doob (1990) The Idea of the
Labyrinth, Chapter 2.
Hesiod, Theogony 501-506
Apollodorus, 1.2.1; Hesiod, Theogony 930.; Mackay, L. A. (1946), "The
Earthquake-Horse", Classical Philology, 41 (3): 150–154; Bury, John
Bagnell (1940). "XXII.vi Zeus, Hera, Poseidon", p. 631.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
"Varolan şeylerin ilkesi, apeiron'dur. Şeyler ondan meydana gelir ve yine
zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun
olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını
(kefaretini) öderler." - Miletli Anaksimandros [1][2]
Sokrates öncesi filozoflardan biri Miletli Anaksimandros'tur. MÖ. 610'da
doğmuş 546'da ölmüştür. Çok yönlü biridir, matematikçi, devlet adamı, astronom,
doğa bilgini ve kartograftır. Onun çok seyahat ettiğine ve muhtemelen geçmişte
Miletlilerin Karadeniz kıyısında kurduğu Apollonia adlı koloninin başında
bulunduğuna inanılır. [3]
Diogenes'in bahsettikleri bize Anaksimandros'un kişiliğine dair fikirler
verir. Onun ağırbaşlı olduğunu ancak gösterişli giyinmekle ilgili bir
sorunu olmadığını, şarkı söyleyerek çocukları güldürdüğünü yazmıştır.
Kahkahaları duyduğunda şöyle dediği rivayet edilir:
"Çocukların iyiliği için daha iyi şarkı söylemeliyiz." [4]
Greklerde ilk kez kara ve deniz haritasını çizerek bunları bir küre içine
alan odur. [5] Her ne kadar haritacılığın tarihi çok daha eskilere, Mısır,
Babil, Sümer'e dayanıyor olsa da onların haritaları belirli bir bölgeyi ele
alırken daha geniş, evrensel bakış açısına sahip olan Anaksimandros bir
dünya ve gök haritası yapmıştır.
Diogenes'in çalışmasında hayatı hakkında çok az şey bilinen
Anaksimandros'un bir gnomon** yani düz taban üzerine yerleştirilen dik
çubuğun günün çeşitli saatlerinde oluşturduğu gölgelerin yer ve
uzunluklarına bakarak zamanı belirlemeye yarayan bir güneş saati
tasarladığı yazmaktadır.
** Grekçede (γνώμων, gnōmōn) gösterge anlamına gelir.
Sonsuzluğa olan inancından dolayı birçok bilim insanı tarafından ilk
metafizikçi olarak kabul edilir. Tabi her filozof gibi onun da hataları
olmuştu fakat hatalı da olsa kozmos fikrini başkalarına açmış ve kuramsal
astronomlardan biri olmuştu.
Adından da anlaşılacağı gibi Milet okulu öğrencilerindendi. Milet
Okulu MÖ. 6.yy'da Batı Anadolu'daki Milet şehrinde kurulmuştu.
Anaksimandros bu felsefe okulunun önde gelen üç isminden biriydi, diğer
ikisi Thales ve Anaksimenes'ti. Anaksimandros Thales'in (MÖ
624/23-548/45), Anaksimenes (MÖ 586-526) ise Anaksimandros'un
öğrencisiydi.
Coğrafi konum ve okul nedeniyle aynı grupta bulunuyor olsalar da bu üç
filozof çoğu konuda oldukça farklı görüşlere sahipti. "Evrenin en önemli
tözü nedir?" gibi doğayla ilgili sorulara odaklanmış olmalarının da
birlikte gruplandırılmalarında rol oynadığı söylenebilir. Çünkü Milet
Okulu doğa felsefesinin öncüsüydü.
* Diğer adıyla Diogenes Laertius
FELSEFİ GÖRÜŞLERİ
İlk Neden
Tıpkı Thales gibi Anaksimandros da her şeyin arkhe'sini yani ilksel
unsurunu, kökenini aramak üzerine çıktığı yolda maddesel bircilik (maddi
monizm) ile yani fiziksel dünyanın, dünyadaki tüm nesnelerin tek bir
unsurdan oluştuğu fikri üzerinde duruyordu.
Ona göre varlıklar doğaüstü bir neden olmaksızın kaynaklarını birbirinden
alıyor, oluş ve yok oluşlar ilahi bir buyruk ile değil "zorunlu" doğa
yasalarından kaynaklanıyor, varlıklar birbirleri ile etkileşimlerinde
belli ölçüler ve sınırlamalar ile dengeleniyor, bütün bu oluşum ve ilişki
yasaları zamana tabi olduğundan zamanın düzenine uygun olarak değişiyordu.
Thales'e göre ilk neden, köken su olsa da Anaksimandros bu konuda
öğretmeni ile aynı fikirde değildi. İlk nedenin su olduğu görüşüne karşı
sunduğu argümanlardan biri şuydu: Hiçbir element doğada bulunan tüm
karşıtları içeremez. Örneğin su sadece ıslak olabilir ve asla kurumaz. Bu
argümanını diğer elementler için de kullanıyordu. [6]
Thales'ten farklı olarak Anaksimandros ve öğrencisi Miletli Anaksimenes'e
göre ilk prensip su değil, toprak ve denizi her yönden kuşatarak her
ikisini de bereketli hale getiren bir maddeydi. Anaksimandros apeiron*
dediği bu ilksel unsuru "sonsuz, sınırsız, belirsiz ya da içinden
geçilemeyen, uçtan uça geçilemeyen şey" olarak tanımlıyordu.
* Apeiron [a (-sız) + peras (sınır-)] = Sınırsız.
Bu yüzden Anaksimandros'un apeiron terimi ile iki anlamdan hangisini
iletmek istediği belirsizdir. Bazılarına göre tükenmez ve tanımsız bir
maddeye atıfta bulunmuşken diğerlerine göre ilk unsuru açıklarken
bahsettiği şey onun uzamsal ve zamansal özelliğiydi.
İlk varsayıma göre apeiron'a dair sözleriyle kast ettiği şey nicelik
bakımından sınırsız olanı kastetmesidir. Söylediğinden anlaşılacağı üzere
"şeyler" apeiron'dan çıkıp yine onda yok olmaktadırlar. Çünkü birbirlerine
karşı haksızlık yapmışlardır ve cezalarını çekmeleri gerekir. Yani bir
dualizm söz konusudur. Dünya zıt veya karşıtlardan meydana gelmekte ve
onlar dünyaya ve evrene hükmedip sonunda ortadan kalkmaktadırlar. Burada
bir sorun ortaya çıkmakta çünkü arkhe veya ilke kendisinde yok oluyor.
Halbuki evrenin yeniden meydana gelmesi için kendisinden meydana geleceği
şeyin tükenmek bilmeyen, sonsuz bir varlık kaynağı olması gerekir. Bu da
bambaşka bir sorun doğurur. Çünkü ona göre birden fazla evren vardır. [15]
Bu teorisindeki evrenlerin zamansal olarak birbirinden farklı olup
olmadıkları belirsizdir. Eğer bu evrenler eşzamanlı iseler, birden fazla
evren için daha fazla madde gerekeceğinden ana maddenin nicelik yönüyle
tükenmek bilmeyen sonsuz bir şey olması gerekir. İşte bu yüzden bazıları
onun apeiron terimi ile nicelik yönünden uzayda sınırları olmayan,
sonsuz olan şeyden bahsettiği fikrini savunmaktadırlar. [16]
Diğer ihtimal Anaksimandros'un ilksel unsuru apeiron'un niteliksel olarak
belirsiz bir varlık olabileceğidir. Çünkü kendisi evreni ve doğayı
gözetleyen biriydi ve evrendeki farklılıklar, sıcak ateşe karşı soğuk
hava, kuru toprağa karşı ıslak olan su gibi zıtlıklar arasındaki ilişkiye
odaklanmış ve bunu bir mücadele olarak ele almış olması bir başka
ihtimaldir. Zaten girişte paylaştığım sözünde de "olarak birbirlerine
karşı işlemiş oldukları haksızlıkların cezasını (kefaretini) öderler"
diyordu. Yani ateşin ısıtıp buharlaştırdığı su yağmura dönüşüp yağarak
ateşi söndürmekte, intikamını almaktadır. [20]
Dolayısıyla hayatın devamlılığı zamanı geldiğinde var olan her şeyin
karşıtından aldığını ona geri vermesi ile olur. Her şey apeiron'da
birbirini tarafsızlaştırır ve ilk kaosta* bulunmayan sıcak ve soğuk gibi
antitezler derece derece bundan ayrılarak birbirinden farklı maddeleriyle
tabiatı, evreni oluştururlar. Örneğin sıcakla kuru ve soğuk ile yaş
birbirinden ayrılır. Sıcak ile kuru toprakta, soğuk ile yaş gökte
toplanırlar.
* Bkz : Migma kavramı.
Sırasıyla oluşup yok olan birçok alem (theoi) vardır. İlk hayvan türleri
su içinde oluşmuş ve gelişen türler zamanla buradan çıkmıştır. İnsan da bu
hayvanlar arasından, balıktan gelmektedir. [17] [18] [19] Yani insan ve
hayvanlar durmadan değişiyor olsa da özlerini oluşturan madde,
apeiron yok olmaz çünkü yaratılmamıştır, her şeyi kuşatan, meydana
getiren odur. [20]
Oluş sorunu konusunda Arkhe üzerinde kısaca tekrar durmam gerek. Su, hava,
nefes, sonsuz denen bu ilk prensip nedir? "Prensibin özellik gereği ezeli
ve ebedi olması gerekir, fakat arkhe'nin halleri sürekli değişiyor, madde
değişmez. Üstelik ondan oluşan şeyler meydana gelip daha sonra
kaybolabiliyor, ölüyor ya da değişebiliyorlar. Nasıl oluyor da var olarak
kalırken aynı zamanda var kalamıyor, hem var olup hem olamıyor?"
diyebilirsiniz.
Bunun için oluş kavramının (ginesthai) ne olduğuna bakalım.
Bunlara cevap veren üç sistem var: [20]
Elea sistemi : Oluşu inkar eden Elea sistemine göre varlık her şeydir,
değişik görünüyor olsa da bu sadece görünüşten ibarettir, özünde
aynıdır.
Herakleitos sistemi : Herakleitos sitemine göre değişiklik her şeydir
ve varlık, süreklilik ancak kuruntudur.
Atomcu sistem : Atomcular süreklilik ve değişikliği kabul ederler ve
sürekliliğin varlıklarda, sürekli değişikliğin ise onların
bağlantılarında olduğunu söylerler.
Kozmos , Dünya
Antik fiziğin dört elementi olan hava, toprak, su ve ateşin oluşumunu
Dünya ile karasal varlıkların etkileşimleri yoluyla açıklıyordu. Ona göre
evren, ilkel maddedeki karşıtların ayrılmasından meydana geliyordu. Sıcak
ile soğuk, ıslak ile kuru karşıtlarını kucaklayarak nesnelerin hareketini
yönlendiriyordu. [7]
Öğretmeni Thales ile felsefi görüşü konusunda farklılık yaşadığı bir diğer
konu kozmosu algılama biçimidir. Thales dünyanın su üzerinde duran bir
disk olduğunu öne sürmüştü. Ona göre eğer böyle olmasa tıpkı her şeyin
düştüğü gibi dünya da aşağı düşerdi.
Fakat Anaksimandros aynı fikirde değildi ve şöyle düşünüyordu: "Dünya
suyun üzerinde duruyorsa su neyin üzerinde duruyor?"
Bu yüzden O, dünyanın bir silindir olduğunu öne sürmüştü. Dünya, düz ,
tepsi biçimli değil, genişliği yüksekliğinin 3 katı olan bir silindirdi.
[9] Boşlukta hareketsizce asılı duran dünya kozmosun merkezinde [10]
olduğu için uzaydaki her yere eşit mesafedeydi ve dolayısıyla düşmesine
neden olacak aşağı-yukarı doğrultularına sahip olmadığından dengede durmak
için hiçbir desteğe ihtiyacı yoktu. Bu yüzden hiçbir şeyin hakimiyeti
altında da değildi. [8] [21]
Güneş battığında bu silindirin altından dolaşarak sonraki gün doğudan
tekrar doğuyordu. Başımızın üzerindeki gök kubbenin benzeri bir yapı
dünyanın altında da vardı.
Başlangıçta sıcak ve soğuk ayrıldıktan sonra dünyayı saran bir alev topu
ortaya çıkmıştı. Bu top parçalanıp evrenin geri kalanını oluşturmuştu.
Yani silindir şekilli dünyanın etrafında sisle çevrili ateş halkaları
vardı. Sis öyle yoğundu ki ateş neredeyse görünmüyordu ve bu halkalarda
ateşin parlamasına-görünmesine izin veren delikler vardı. İçi boş, eş
merkezli bir tekerlek sistemi gibiydi. En uzak çarktaki Güneş, dünya ile
aynı büyüklükteki delikten görülebilen bir ateşti. Bu yüzden güneş
tutulması olduğu sırada o deliğin kapandığını düşünüyordu. Ona göre en
uzakta olan güneş çarkının çapı Dünya'dan yaklaşık 27-28 kat, ateşi daha
az olan ay çarkından ise 18-19 kat daha büyüktü. Daha yakın konumda
bulunan yıldız ve diğer gezegenler [11] de aynı model üzerinden açıklama
getiriliyordu.
Ona göre yıldızları, Güneş ve Ay'ı görmemizi sağlayan şey bu deliklerdi.
Daha dikkat çekici olan görüşü "dünyanın, kozmosun merkezinde dengede
durduğu" yönündeki ifadesiydi. Onun bu görüşünün MS. 16.yy'da Kopernik
yönetimi altında modern astronominin doğumuna kadar haleflerinin çoğu
tarafından kabul gördüğü söylenir.
Yanlış yönleri fazla olsa da Güneş'i Dünya'ya oldukça uzak dev bir kütle
olarak kabul eden ve gök cisimlerinin farklı mesafelerde dönmekte olduğu
bir sistem sunan ilk astronom Anaksimandros'tu. Aynı zamanda bir gök
küre oluşturması sayesinde Zodyak eğikliğini ilk fark eden kişi olmuştu.
[12]
Vernant'a göre Anaksimandros'un dünyayı evrenin merkezinde hayal etmesinin
nedeni Greklerdeki toplumsal-sosyal görüşlere dayanır. Çünkü Greklerin
politik yapılanmasında şehir-devlet yani polis herkese eşit uzaklıkta olan
bir merkezilik ve ortaklık ile örgütlenirdi. Düzen bunlardan birinin
desteği ya da egemenliği ile değil, yasaların kamuya açık şekilde
ortada/merkezde olması sayesindedir. Halk bir kralın buyruk ve
yaptırımlarına tabi değildir, kendi kurdukları meclis ve mahkemelerin
oluşturduğu yasalar ve kararlar ile yönetilir. Halk siyasetin hem öznesi
hem de nesnesidir. Gücün merkezde, ortada ve açıkta durması sayesinde
dengede duran bir düzen vardır. İşte hiçbir dayanağı olmadan ayakta duran
bu politik düzenin Anaksimandros'un kozmos tasavvuru üzerinde etkili
olduğu düşünülür. [13][14]
Onun doğa olaylarını anlamlandırma biçimi de onları ilahi sebeplere
dayandıran filozoflardan farklıydı. Ona göre şimşek, yıldırım gibi gök
olayları ilahi sebeplerden değil de elementlerin birbirine müdahale
etmesine, karışması sonucu meydana geliyordu. [23] Gök gürültüsünün
bulutların birbirine çarpması ile meydana geldiğini, çarpmanın şiddetine
bağlı olarak gök gürültüsü sesinin de farklılık gösterdiğini söylüyordu.
Yıldırım ve şimşeklerin görülmediği gök gürültülerinin nedeni rüzgarın
alev yayamayacak kadar zayıf, yine de ses çıkaracak kadar yeterliliğe
sahip olmasının sonucuydu. [24]
Deniz ise bir zamanlar Dünya'yı çevrelemiş olan nem kütlesinin bir
kalıntısıydı. [Pseudo-Plutarch, III, 16] Bu kütlenin bir kısmı güneş ısısı
ile buharlaşarak rüzgarlara ve gök cisimlerinin dönmesine neden olmuştu.
Buharlaşan suyun büyük kısmı suyun daha bol olduğu yerlere çekilmişti. Ona
göre yağmur, güneş ısısı ile dünyadan gökyüzüne çıkan nemin sonucuydu.
[25]
Ayrıca Anaksimandros, evrenin bir süre ortaya çıkıp sonra kaybolduğunu,
bazıları yok olurken diğerlerinin doğduğunu, bu hareketin ebedi olduğunu
iddia eden Leukippos, Epikür ve Demokritos gibi birden fazla evren
olduğunu söylüyordu. Onların böyle düşünmesinin nedeni "hareket olmazsa
hem nesil hem de yıkım olmaz" görüşüne dayanıyordu. [22]
KAYNAKLAR
Carlo Rovelli (2011), The First Scientist: Anaximander and His Legacy,
çev. Marion Lignana Rosenberg.
Hermann Diels, Die Fragmente der Vorsokratiker, Griechisch und
Deutsch, herausgegeben von Watter Kranz, Drei Baende, Weidman,
1974. 12, B 1
Hermann Diels. A.g.e., 12 A 3, 6
Diogenes Laertius: The Lives and Opinions of Eminent Philosophers Book
2, Life of Anaximander
Hermann Diels. A.g.e., 12 A 3, 6
Burnet, John (1930). Early Greek Philosophy, p. 54
Chisholm, Hugh, ed. (1911). "Anaximander". Encyclopædia Britannica
(11th ed.). Cambridge University Press. p. 944.
Carlo Rovelli, "The First Scientist, Anaximander and his Legacy"
(Yardley: Westholme, 2011)
Hermann Diels. A.g.e., A 10; B 5
Hermann Diels. A.g.e.,. A 2
Aetius, De Fide, II, 15, 6
Diogenes Laertius, II, 2; Pliny the Elder, Natural History, II, 8
Les origines de la pensée Grecs, PUF, 1992; Türkçesi: Yunan Düşüncesinin Kaynakları, çev. Hüseyin Portakal, Cem, 2013.
Myth and Thought among the Greeks, çev. Janet Lloyd ve Jeff Fort, Zone Books, 2006 (Mythe et pensée chez les Grecs, La Découverte, 1996).
Hermann Diels. A.g.e.; A 9, 10, 14, 17
Burnet, L. 'Aurore de la Philosophie Grecque, Fransızcaya çev. A. Reymond, Paris, 1919, p. 161
Graham, Jacob. "Presocratics"
Anaximander, frag. A30
Censorinus, De Die Natali, IV, 7
Aristoteles, Met. XII, 2; Fiz., III, 4.; Simplikios, In phys., f. 732; Plutarkhos, Eusebios'da Proep. evang., 1, 8; Cicero, De nat. deor., I, 10; Tannery, Anaximandre de Milet, Revue phil. 'de, 1882, p. 506.
Daniel W. Graham, "Explaining the Cosmos: The Ionian Tradition of Scientific Philosophy"
Simplicius, Commentary on Aristotle's Physics, 1121, 5-9
Pseudo-Plutarch, III, 3
Seneca, Naturales quaestiones, II, 18
Refutation of All Heresies, I, 5
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Eşcinselliğe dair görüşler dünyanın birçok yerinde farklılık göstermiştir. Kimi
eski toplumların dini inancında tanrılarında bile görülebilen bir durum iken
kimilerince normal olmayan aşağı bir durum ya da bir kişiyi aşağılamanın yöntemi
olarak görülmüştür.
Sömürgeci Avrupa'da ve İslam coğrafyasında kabul edilemez ve doğal olmayan bir
durum olarak kabul görmüş, bu nedenle eşcinselliği suç sayan yasalar
çıkarılmıştı. Avrupa'daki faaliyetler ilerleyen süreçte güçlü bir etki
yaratmış, İncil'de yer alan cinsiyet ve günah ilişkili konular nedeniyle
Hristiyanlık dinine mensup olan sömürgecilerin eşcinselliğe bakışı onları
küçümsemek veya cezalandırmak olmuştu. [1]
Örneğin Levililer
20:13'de şöyle yazar:
"Ve bir adam kadınla yatar gibi erkekle yatarsa, ikisi menfur şey
yapmışlardır; mutlaka öldürüleceklerdir; kanları kendi üzerlerinde
olacaktır."
Fakat buna rağmen Yahudi ya da Hristiyan geleneğinde eşcinsel motifler yok
değildi. Eski Ahit'teki Davud ile Yonatan'ın arasında arkadaşlıktan öte
bir ilişki vardı.
Hristiyan ve Musevi mitolojisi birbirleri ile etkileşim içinde olmuştur.
Özellikle Ortodoks Hristiyan mitolojisi eşcinsellikten kaçınmış ve
kınamıştır. Bir Hristiyan gey ikonu olan Aziz Sebastian Hristiyanlık
döneminde eşcinselliğe karşı olan abartılı bakışı yansıtmış, bir ağaca el
ve ayaklarından bağlanarak vücuduna saplanan oklarla işkence edilir
şekilde resmedilmiştir. [19]
Tabi cinselliğin ve cinsel eylemlerin ifadesi dünyanın çoğu yerinde zaman ve
mekana göre farklılık göstermiş, aynı cinsiyetten insanların ilişkileri
hakkında dünya çapında ortak bir görüş olmamıştır. [1]
Şimdi birçok eski kültürde eşcinselliğe karşı bakış ve anlayış nasıldı,
mitoslarında ne şekilde geçiyordu? Buna bakacağız. Kısa özetler halinde
küçük bir dünya turu yapacağız.
MISIR MİTOLOJİSİ
Mısır mitolojisinde eşcinselliğe dair farklı yönler görülür. Mevcut
kaynaklarda ve mitolojilerde erkekler arasındaki eşcinsel ilişki boyun
eğdirici bir tutum olarak tasvir edilir ve bu tür davranışlarda bulunanlar
efemine olarak kabul edilirdi. Ayrıca baskın gelmenin veya itaatkar
olmanın, boyun eğmenin göstergesi olarak görülüyordu. [3][25]
Bu yüzden mevcut tasvirlerde hakimiyet ve güç eylemi olarak yansıtıldığı,
utanç verici bir durum olduğu yansıtılır. Akdeniz bölgesindeki yaygın
görüş bu yöndedir.
Bir örnek vermek gerekirse gök tanrısı Horus ile çölün yıkıcı tanrısı Seth
arasındaki mücadele sırasında, Set üstünlüğünü gösterip Horus'u aşağılamak
için onun kalçalarına iltifat eder, bununla da kalmaz ona cinsel yoldan
zorla sahip olmak için planlar yapar. Sarhoş ettiği Horus sızıp kalınca
Seth tüm gece onunla birlikte yatarak amacını gerçekleştirir. Bu hareketi
ile rakibini yendiğini düşünür. Fakat aslında Horus'un sarhoşluğu bir
hiledir, Set boşaldığı sırada Horus onun menisini avcunda toplayarak
saklar. [26]
Ertesi sabah annesi Isis'e koşan Horus ona yaptığını anlatır. Öfke
içindeki Isis oğlu Horus'a sperm akıtıp bunu Set'e yedirmesini ister.
Annesinin tavsiye ve yöntemine kulak veren Horus intikam almak ve
hakimiyet kurmak için spermini Set'in en sevdiği yemek olan marulun
üzerine bulaştırır. Öte yandan Set'in spermlerini nehre atar, böylece Set
tarafından döllenmiş olduğu söylenemeyecektir.
Marulu yiyen Set, Mısır'ın egemenliği konusundaki tartışmayı çözüme
kavuşturmak için tanrılara başvurur. Tanrılar Set ve Horus'un bedenindeki
spermleri incelerler. Set'in Horus üzerindeki hakimiyetini dinledikten
sonra spermleri dışarı çağırırlar ancak hepsi nehirdedir. Horus'un Set
üzerindeki hakimiyeti için spermler dışarı çağrıldığında Set'in içinden
cevap gelir. Böylece Horus ona boyun eğdirmiş olur. [27]
Tabi bu olayı farklı yorumlayanlar da olmuştu. Bazı yazar ve
araştırmacılar Horus ve Set arasındaki bu ilişkilerin uygunsuz bile olsa
kendi istekleri ile gerçekleştiğini, Horus'un menisini yiyen Set'in
Thoth'un ay diskini doğurması gibi olumlu sonuçları olduğunu iddia eder.
[28]
Kültürümüze yerleşmiş ve küfürlerimizde erkeklerin kavga ederken
birbirlerine söylediği cinsel içerikli küfür antik Mısır'daki inanışla
paralel görünmekte. Yani Set ile Horus arasındaki yaşananlarda gördüğümüz
eski Mısır'daki bu aşağılama, galip gelme sembolü bir şekilde Mısır'dan
bizim kültürümüze yerleşmiş olabilir. Bu transferin Araplar aracılığı ile
gerçekleşmiş olması muhtemeldir.
MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ
Mezopotamya birçok dinin doğum yeri olmuştur ve oldukça eski zamanlardan
beri çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Medeniyetler birbirine
bağlı olduğundan, mitolojilerinin de karakterlerin isim değişikliği ile
benzer hikayelerden türediği tespit edilmiştir.
Söz konusu eşcinselliğe atıf olduğunda en bilinen, meşhur hikaye Gılgamış
ve Enkidu'dan bahsedilen Gılgamış Destanı'dır. Enkidu tanrıların Gılgamış
için yarattığı bir yoldaştı. Bu ikiliden bahseden şiirler arkadaşlıkları
hakkında bilgiler verir. [18]
Yaklaşık olarak MÖ. 2000'lerden kalma Sümer yaratılış efsanesi tanrıça
Ninmah tarafından yaratılan insanlardan bahseder. Yarattıkları arasında
erkek ve kadın dışında üçüncü bir cinsiyet vardır. Bunlar hamile
kalamayan, kadın veya erkek organı olmayan kadınlardır. Su tanrısı Enki bu
insanları kabul ederek onlara rahibelik (naditu) ve kral hizmetkarlığı
(girseku) gibi roller verir. [29]
Akadların Atra-Hasis destanı bu hikayenin kısmen farklı varyantını içerir.
Buna göre Enki, tanrıça Nintu'dan üçüncü cinsiyetten insanlar, kısır
kadınlar ve bebekleri çalan bir iblis yaratmasını ister. [29]
Tanrıça İnanna'ya tapınma yatıştırıcı ağıtlar söyleyen ve "gala" denen
üçüncü cinsiyetten rahipleri içerir. Babil metinlerine göre Enki bu
insanları özellikle tanrıçaya ilahi ve ağıtlar söylemeleri için
yaratmıştır. [30]
HİNT MİTOLOJİSİ
Ramayana, Mahabharata ve Puranalarda eşcinselliğe dair çeşitli referanslar
vardır. Mesela Valmiki Ramayana'da, tanrı Ravana'nın yatağında kadınlar
tarafından öpülüp kucaklanmış çeşitli Rakşaşa kadınlarının tasvirleri yer
alır.
Hatta Krittivasa Ramayana metinleri kocalarının yokluğunda sihirli iksir
içerek birbirleri ile sevişen ve sonunda kemiksiz çocuk sahibi olan iki dul
kadının hikayesini anlatır.
Padma Purana'da yer alan bir hikaye ölmekte olan bir kral, eşlerine
çocuklarını doğurmasını sağlayacak olan iksiri veremeden ölür. Bu yüzden
kadınları çaresizlikten birbirleri ile cinsel ilişkiye girerek hamile
kalırlar. Çocukları kemiksiz ve beyinsiz doğar.
Bu hikayeler genel olarak eşcinselliğe karşı şefkatli bir yaklaşım
barındırmaz ve homoseksüelliği çaresizlik içindeki insanların başvurduğu
yöntem olarak gösterir.
Her ne kadar çeşitli tapınaklarda eşcinselliği tasvir eden heykeller olsa da
var olan metinler hiçbir zaman bu durumu onaylamamış ve büyük ölçüde
eşcinselliği kötüleyerek kabul edilemez bir davranış olarak tanımlamıştır.
Mesela Manusmriti'de yer alan bir hikayede eşcinsel ilişki yaşayan
kızların gelin ücreti yani başlık parasının iki katına çıkarılacağını, ceza
olarak 2000 peni verip ve 10 kez kamçılanacaklarını yazar. Eğer eşcinsel
ilişki yaşayan kız değil kadınsa bu durumda kafaları kazıtılır, 2 parmağı
kesilir, bir eşeğe bindirilerek köyden kovulurlardı.
Eğer eşcinsel ilişki yaşayan kişi erkek ise inek gübresi, idrarı, sütü, lor
ve kurban otlarının karışımı ile hazırlanan bir içecek olan preyşiçitta
(prayshchitta) içerek yemin etmeleri gerekiyordu. [2]
Yani Hint tasvirlerinde ve mitolojisinde eşcinsel davranış tasvirleri yer
alsa bile aşk ve şefkat kavramlarından uzak tutulup cezalandırılmıştır. [1]
YUNAN MİTOLOJİSİ
Eşcinselliğin en çok yer aldığı alan Yunan mitoslarıdır. Detaylıca değinmek
bir ayı bile alabilir. Bu yüzden sadece 1-2 konuya özet olarak değinip
geçeceğim.
Yunan mitolojisinde arkadaştan öte yakınlıkta olan, birbirleri ile yasak aşk
yaşayan Aşil ve Patroklus gibi karakterler vardır. [4] Cepsius nehrinde
boğulan çok sevdiği arkadaşı ve sevgilisi Argynnus için yas tutan bir
kahraman vardır ki bu da meşhur Agamemnon'dur. Ona Afrodit Argnnus olarak
bir mezar ve türbe inşa ettirir.
Klasik mitolojinin resim ve şiirlerinde görülen başka bir efsanede yer
aldığına göre su perileri Herakles'in sevgilisini kaçırırlar. Theodamas'ı
savaşta yenen Herakles, onun küçük oğlunu yanına alarak silah taşıyıcısı
yapar. Daha sonra eğitip bir savaşçıya dönüştürdüğü bu genç ile aralarında
ilerleyen süreçte romantik bir bağ gelişir. [5]
Öne çıkan en önemli figür Grek Mitolojisinin babası Zeus'un erkek aşkıdır.
Yunan mitolojisinde Ganimedes olağanüstü güzelliğe sahiptir, öyle ki
ölümlülerin en güzeli olarak nam salmıştır. Güzelliğine dayanamayan Zeus bir
kartal göndererek kutsal kahraman Ganimedes'i kendisine şarap sunarak hizmet
etmesi için İda, yani Kaz Dağı'ndan, Olimpos'a kaçırmıştır.
İSKANDİNAV MİTOLOJİSİ
İskandinav destan ve efsanelerinde eşcinselliğe dair çeşitli motifler
bulunur. Bu konuda yine hiç bilmediğiniz yönü ile önümüze tanrı Loki çıkar.
Çoğu İskandinav tanrısı gibi Loki de dilediğinde cinsiyet değiştirme
özelliğine sahipti. Bunu kullanarak hile yapmak için sık sık kadın kılığına
girerdi ama bu şekil değiştirmeler sadece şeklen kadın gibi görünmekle
kalmıyordu. Aynı zamanda cinsiyetini de değiştiriyordu.
Örneğin bir efsanede Loki kendini kısrağa dönüştürerek Svaðilfari adlı aygır
ile birlikte olduktan sonra sekiz bacaklı tay Sleipnir'i doğurur. Evet,
erkek olan Loki, dişi hayvan şekline bürünmekle kalmaz aynı zamanda hamile
kalıp doğurur. [38]
Njal Destanında Flosi adlı adama Skarphedinn adlı diğer adamın sarf ettiği
sözler önemlidir. Skarphedinn, Flosi'ye "Eğer adamların da dediği gibi seni
[goblin] her dokuz gecede bir kadına çevirmiyorsa sen gerçekten de Domuz
tepesi goblininin [erkek] sevgilisisin." der.
Yani Skarphedinn, Flosi'yi bir goblinle ilişkiye girmekle suçlayarak onun
erkek olmadığını iddia eder. Bununla kalmayan Skarphedinn söylemlerinin
devamında kanunda yasak olduğunu söyleyerek onun erkekliğine hakaret eder.
İskandinav şiirlerinde erkek kıyafeti giyen kadın temsilleri daha yaygındır
ve kadın kıyafeti giyen erkek temsili görmek zordur. Örneğin bir şiirde
(Þrymskviða) erkekliğin temsili olan Thor'un çekicini geri alabilmesi için
kadın gibi giyindiğinden bahsedilir. Enteresan olan şiirde Thor'un süslü
mücevherler takması gerektiğinin yer almasından çok kadın göğüslerine sahip
olduğunun işaret edilmesidir. Thor'a kadınsı bir imaj çizilmiştir. Yani
muhtemelen Thor da Loki gibi kılık değiştirmiştir.
Burada Thor isteyerek kadınsı giyinen ve erkeklerle ilişki yaşayan diğer
erkekleri eleştirir. Şöyle yazar:
"Ardından güçlü Thor yanıtını verdi: "Eğer kadın kıyafetlerini üzerimde
tutup çıkarmazsam tanrılar bana argan* desinler"
"Látum und hánum hrynja lukla ok kvenváðir um kné falla, en
á brjósti breiða steina ok hagliga um höfuð typpum. Þá kvað þat
Þór, þrúðugr áss: "Mik munu æsir argan* kalla, ef ek bindask læt brúðarlíni!
* Burada kullanılan kelime arg, argan'dır. Kendi isteği ile pasif olarak
başka erkeklerle birlikte olan erkek anlamına gelir.
Lokasenna adlı şiirde baba tanrı Odin, Loki'yi sekiz kış boyunca yer altı
dünyasında bulunmakla suçlar. Kendini gizlediği için korkak olduğunu
söylenir ve korkaklığından dolayı kadına benzetilir ve kadınsı olmakla
suçlanır.
Aynı şiirde tanrı Njördr devlerle cinsel ilişkiye girmek ve idrar içmekle
suçlanır. Loki şöyle der:
"Kapa çeneni Njördr, buradan doğuya tanrılara bir rehine olarak
gönderildin. Hymir'in hizmetçileri seni sidikleyip ağzına işediler."
"Loki kvað: Þegi þú, Njörðr, þú vart austr heðan gíls of sendr at
goðum;
Hymis meyjar höfðu þik at hlandtrogi ok þér i munn migu."
KELT MİTOLOJİSİ
Kelt mitoslarında eşcinselliğe dair açık referanslar olmasa da üvey kardeş
olan Cuchulainn ve Ferdiadh adlı savaşçı kahramanlar arasındaki romantizm
eşcinsel motifler taşır. Her ne kadar kimi hikayeler onları eşleri olan iki
erkek olarak tasvir etse de aynı zamanda birbirleri ile aynı yatağı paylaşan
iki erkek olarak da bahseder.
Zorunlu olarak yaptıkları bir düelloda Cuchulainn gizemli silahı Gae Bulg
ile Ferdiadh'ın anüsünü delerek onu yenmişti. Rakibi ve birlikte uyuduğu
arkadaşı ölünce ağıt yakmış, bu yönüyle Grek mitolojisindeki Aşil ile
karşılaştırılır olmuştur. [6]
ÇİN MİTOLOJİSİ
Eşcinsellik teriminin Çince karşılığı "aynı cinsiyetten insanlar arasındaki
aşk" anlamına gelen "tóng xìng ài (同性愛)"dir. Fakat bu 19.yy'dan sonra
ortaya çıkmış bir ifadeydi. Öncesinde "erkek rüzgarı (nán fēng : 男風)" gibi
şiirsel veya mecazi ifadeler kullanılırdı. Bu söz kadınların yakın
ilişkilerden dışlanmasını ifade ediyor, sembolik olarak erkek üstünlüğünü
vurguluyordu.
Kullanılan benzer terim ve mecazlar vardı. Örneğin kadın güzelliği ve baştan
çıkarıcılığı için kullanılan fakat erkek güzelliğine atıfta bulunan bir
terim vardır: "nán sè (男色)".
Tıpkı Divan edebiyatındaki gibi Çin edebiyatında da eşcinsellik için çeşitli
mecazların kullanımı yaygındı. Eşcinsel kadınlar için "Altın Orkide Kız
kardeşler" (Jīnlán zĭmèi : 金蘭姊妹 / 金兰姊妹) veya
"parlatıcı-cilalayıcı aynalar" mecazları kullanılıyordu. [7]
Çin edebiyatı Konfüçyüs öncesi ve Taoist, Budist gelenek öncesi olarak ikiye
ayrılmış ve bunlardan sürekli olarak etkilenmiştir. Konfüçyüsçü ve Taocu
sistem öncesi mitolojiler esas olarak şamanistti. Erkek eşcinselliğinin
Çin'in güneyinden geldiğine inanılıyor ve mecazi olarak güney rüzgarı olarak
adlandırılıyordu. Bu yüzden Çin mitoslarında eşcinsellik ile
ilişkilendirilen çeşitli tanrılar ve efsanevi Şia Hanedanı'nın kurucusu
Büyük Yu gibi ünlü kişilikler vardı. [8]
En meşhur hikayelerden biri ejderha ile yaşlı çiftçi hakkındadır. Bu hikaye
vahşi ve gizemli bir canlı olan ejderhanın 60 yaşındaki çiftçiyi zorlayarak
onunla ilişkiye girmesinden (sodomize) bahseder. Öyle ki hikayede bu
birliktelik sonrası yaşlı adamda açılan yaranın tıbbi müdahale gerektirdiği
anlatılır. [8]
Fakat hikayelerde yer alıyor olsa da Taocu gelenekte kabul edilemez bir
durum olarak görülmüştür.
Başka bir hikaye taşralı bir müfettişe aşık olduğu için ölüm cezasına
çarptırılan, daha sonra Yavru Tavşan Ruhu tanrısına dönüşen bir adamdan
bahsedilir. Öldürülen adam tek suçunun aşık olmak olduğunu söyleyince ve bu
durum bir aşk eylemi olarak kabul edilince yer altı tanrıları tarafından
affedilerek eşcinsel aşkın koruyucusu olarak atanır ve Tu'er Shen* veya Tu
Shen** adını alır. [9] Yaşlı bir adamın rüyasında bir tavşan yavrusu olarak
dirilen bu tanrı, rüyasında göründüğü yaşlı adamdan köydeki erkeklerin,
erkekler arasındaki gönül işleri için tütsü yakabilecekleri bir tapınak inşa
etmelerini ister. [10]
* Tavşan Yavrusu Ruhu : 兔兒神,
** Tavşan Tanrı : 兔神
JAPON MİTOLOJİSİ
Japon efsanelerinde eşcinsel aşk yaşayan ve Güneş tanrıçası Amaterasu'nun
hizmetkarları olan Shinu No Hafuri ve Ama No Hafuri iki kişi vardır. Hikaye
Shinu öldükten sonra buna dayanamayan Ama'nın intihar etmesi ve aynı mezara
gömülmesini anlatırken bu ikili ayrı ayrı gömülene kadar Güneş ışınlarının
mezarlarının üzerine yansımadığı yer alır. [11]
Başka bir hikayede tanrıça Amaterasu, erkek kardeşi ile; Susanoo (Takehaya)
olarak bilinen fırtına ve yağmur tanrısı ile kavga eder. Bunun üzerine
kendini göksel bir mağaraya çeker. Onu mağaradan çıkarmak isteyen şafak
tanrıçası Ame No Uzume dans etmeye, kıyafetlerini yırtmaya, diğer tanrı ve
tanrıçalara seslenmeye başlar. Güneş tanrıçası Amaterasu saklandığı yerden
dışarı çıkıp onu izlemeye koyulduğunda bunu fırsat bilen tanrılar mağaranın
ağzını kapatırlar. Böylece yeryüzü tekrar güneş ışığına kavuşur. Tabi yine
de bu hikayenin eşcinselliğe atıfta bulunup bulunmadığı net değildir. [12]
Diğer yandan Şinto tanrıları yaşamın tüm yönleri ile ilişkili hale
getirilmiştir; ki bunlardan biri de geleneksel oğlancılık (pederasti)
uygulamasıdır. Bazı halkların Şinto mezheplerinde standart Şinto panteonunun
bir parçası olmayan, erkek erkeğe aşk ve birlikteliğin koruyucu tanrısı olan
"Shudō Daimyōjin (衆道大明神)" yer alır. [23]
Şintoizm'de kami adı verilen kutsal ruhlar vardır. Bunlardan bazıları aynı
cinsiyetten aşk ve birliktelik ile ilişkilidir. Örneğin Shirabyōshi
adlı kadın kami, yarı insan yarı yılan olarak temsil edilir. Onun adını
taşıyan Şinto rahibeleri ayinler sırasında erkek kıyafetleri giyerek dans
ederlerdi. [34]
Fakat şunu belirtmekte fayda var: Bazı eski kültürlerde olduğu gibi rahip ya
da rahibelerin karşıt cinsiyeti yansıtan kıyafetler giymeleri doğada her
cinsiyetin var olduğunu göstermek, yansıtmak amacı taşıyor da
olabilir.
Kamilere geri dönüp, bunlardan konuyla ilgili olan
diğerlerine değinelim:
Oyamakui adlı dağ ruhu çocuk doğumlarını gözetir ve cinsiyet değiştiren bir
ruhtur. [35]
Öte yandan İnari çeşitli cinsiyetlerde tasvir edilen, bazen yemek
tanrıçası genç bir kadın olarak bazen ise pirinç taşıyan yaşlı bir adam
olarak temsil edilen, pirinç ve tarımın kutsal ruhudur. [36]
Orta Çağ Japonya'sında yaygın olan inanış alacakaranlıkta veya gece
yalnız başına görünen kadının aslında bir kadın değil tilki ruhu olabileceği
yönündeydi. Bu yüzden erkekler onlardan uzak durmalıydı. İşte İnari aynı
zamanda Japon mitolojisindeki tilkilerle ve erkekleri tuzağa düşürüp
onlardan beslenmek için gerçek cinsiyetlerinden bağımsız olarak kadın
kılığına giren hileci tilki ruhları yani Kitsune'lerle de ilişkiliydi. [37]
BUDİST GELENEĞİ
Budist geleneğine göre ruhsal gelişime engel olduğuna inanıldığı için
manastır kuralları içinde heteroseksüel ve eşcinsel ilişkiler kabul edilemez
eylemler olarak görülürdü. Eşcinsellik olumsuz bir şeyi ima eden bir söz
olarak kabul edilmiş ve din adamları bundan men edilmişti.
Budist metinleri cinsel referanslardan kaçındığı için eşcinsellik hakkında
pek bir şeye rastlanmaz. Ancak aynı cinsiyetten yakın arkadaşlıkların
tasvirleri vardır ve bunlar platonik aşktan ziyade kardeş sevgisinin
tasvirleri gibi görünmektedirler. [13]
Diğer yandan Budizm inancında insanlara yardım etmek için Budalıklarından
vazgeçen, koruyucu, yardımcı varlıklar olan Bodhisattva'lardan bazılarının
enkarnasyonları sırasında cinsiyet değiştirdiğine inanıldığından kimileri
bunu eşcinsellik ya da transseksüellik ile ilişkilendirmiştir. Örneğin
Avalokitesvara, Tara, Guanyin gibi bazı bodhisattvaların farklı cinsiyet
temsilleri bulunur. [39]
Geleneksel Tayland Theravada Budizm'ine göre eşcinsellik, önceki yaşamında
heteroseksüellik dışında eylemlerde bulunan kişinin Budist yasalarını ihmal
etmesinin cezasıdır. Buna karmik tazminat denir. [40]
Bu inanışın yansıması olarak Tayland Budistleri "Ananda" adlı müritlerinin
kadın olarak birkaç kez dünyaya geldiğine ve önceki yaşamında transseksüel
olduğuna inanırlar. [14] Bağlantılı olan bir hikayeye göre Ananda önceki
yaşamlarından birinde yakışıklı, genç bir erkek yogidir. Ananda Hint
efsanelerinin Yılan kralı Naga'ya aşık olur ve onunla olan ilişkisi cinsel
arzulara kaymaya başlayınca gerçek bir Budist keşiş olarak kalabilmek için
sevdiği Kral ile arasındaki tüm bağları keser. [14]
PASİFİK ADALARI MİTOSLARI
Asyalı ve Okyanusyalı insanlarla ilişkili olan Pasifik adalarındaki
efsaneler çeşitlilik gösterir. Ağırlıklı olarak çok tanrıcı olan bu
mitosların içinde görevlerini yerine getirebilmek için cinsiyet değiştirip
eşcinsel ilişki yaşayan bazı tanrı ve yarı tanrılar yer alır. Aynı
cinsiyetten ilişkilere sık sık göndermeler yapılır.
Polinezya mitoslarında tanrı ve tanrıçalara dair eşcinsel referanslar olsa
bile bu kabul gören bir durum olmamıştır. [15]
MAYA VE AZTEK MİTOSLARI
Maya tanrısı Chin'in Maya kültürüne homoerotizmi getirdiği kabul edilir.
[16] Bunun sonucunda eşcinsellik ile ilişkilendirilir hale gelmişti. Bu
başka bir sonucu doğurmuştu; soylu, güçlü aileler genç erkek çocukları satın
alacak, bu yolla eşcinsel evlilik ve ilişkiler yasallaşacaktı. [Conner,
A.g.e., p. 110.]
Antik Maya tanrılarından biri Nahuatl dilinde Çiçek Prensi anlamına gelen,
sanat, çiçek, oyun, mısır, güzellik ve şarkı tanrısı Xochipilli* dir. Onun
üçüncü cinsiyetten olduğuna inanılır, eşcinsellerin koruyucu tanrısı olarak
kabul edilirdi. [17]
Erkek tanrılar olan Tezcatlipoca ve Yaotl, adı "Büyük El" ya da "Büyük
Armağan" anlamlarına gelen Hueymac adlı tanrı ile çiftleşmek için cinsiyet
değiştirerek kendilerini kadına dönüştürmüşlerdi. [33]
* Xochitl : Çiçek + Pilli : Prens, Çocuk = Çiçek Prensi ya da Çiçek Çocuk
AFRİKA MİTOLOJİSİ
Afrika Mitolojisinde ikiz kardeşler olan Ay tanrısı Lisa ile Güneş tanrısı
Mavu'nun birleşmesi ile göksel yaratıcı tanrı Mavu-Lisa oluşur. Bu
birleşmiş formlarında erdişi* veya cinsiyet değiştiren tanrılar olarak öne
çıkarlar. [20]
* Hem erkek hem kadın özelliklerine sahip kişi.
Bunları doğuran ve tüm evreni yaratan ise hem erkek hem dişi özellikler
taşıyan "Büyük Anne" Nana Buluku'dur. [21]
Aynı şekilde Zimbabve'deki Shona halkının mitolojik tanrısı Mvari kimi
zaman erkek, kimi zaman kadın yönleri ile ortaya çıkan erdişi bir yaratıcı
tanrıdır. [22]
Gök cisimlerinin kişileştirilmesi ile oluşmuş bir panteona sahip olan
Gana'nın Akan halkının tanrılarının kimileri çift cinsiyetli ya da
cinsiyet değiştiren ilahlardır. (Örn: Jüpiter/Abrao, Merkür/Aku, Ay/Avo)
[23]
Yoruba gibi çeşitli Afrika toplumlarında ruh tarafından ele geçirilme
inancı vardır. Ruhun ele geçirdikleri genellikle kadınlardır fakat
erkekleri de ele geçirebilmektedirler. Bu insanlar "tanrının gelini"
olarak kabul edilirler. [24]
ESKİMO MİTOSLARI
Eskimo şamanizminde ilk iki insan Aakulujjuusi ve Uumarnituk adlı
erkeklerdi. Aynı cinsiyetten olan bu çift birbirlerini arzulayarak
çiftleşmeye karar vermişlerdi. Bu ilişki sonucu Uumarnituk hamile kaldı.
Fiziksel olarak doğum yapacak yapıya sahip değildi, vücudunda çocuğun
dışarıya çıkabileceği bir yer yoktu. Bu yüzden yapılan büyü ile kadın
özelliklerine sahip oldu. Kadına dönüşen bu tanrı büyü yaparak dünyada
savaşlar çıkmasına neden oluyor, inanışa göre bu şekilde aşırı nüfus
artışını da engelliyordu. [31]
Bir başka Eskimo tanrıçası Sedna'dır. Deniz hayvanlarını kontrol eden bu
tanrıça bazı efsanelerde karma eşeylidir. Yani vücudunun bir bölgesinde
dişilik, diğer bölgesinde erkeklik karakterlerine sahiptir. Bu yüzden
kendisine iki ruhlu şamanlar tarafından hizmet edilir. Hatta bazı
efsanelerde tanrıça Sedna okyanusun dibindeki kadın sevgilisiyle birlikte
yaşamaktadır. [32]
KAYNAKLAR
Vern Leroy Bullough (1973). Homosexuality as submissive behavior: Example from mythology. 9(4), 283-288.
Devdutt Pattanaik. (2019). Did homosexuality exist in Ancient India.
Clarke W M. (1978). A Theology of Friendship. 106(3):381-96.
Paul Cartledge. (1981). The politics of Spartan pederasty. 27, 17-36.
Nancy Zumwalt (1977). "Fama Subversa": Theme and Structure in Ovid. "Metamorphoses" 12.
Best, R. T. (1902) "Cuchulain and the Men of the Red Branch."The New
Ireland Review. Vol. XVI, 103-5; 306-308.
Lau,M.P., & Ng, M.L. (1989).Homosexuality in Chinese culture. 13(4),
465-488.
Kuo-Yan Wang (2014). Live with the Deity: Presence and Significance of Taiwanese Taoist Temple Affiliated Pilgrim Accommodation. 57(1), 157-158.
Wolfram Eberhard. (2006). Dictionary of Chinese Symbols.
Hinsch, Bret (1990). Passions of the cut sleeve: the male homosexual
tradition in China, p. 133; Kısmen farklı varyantı için bkz: Szonyi,
Michael (1998). "The Cult of Hu Tianbao and the Eighteenth-Century
Discourse of Homosexuality", pp. 1-25.
Eyal Ben-Ari. (2000). The Fox and the Jewel: Shared and Private Meanings in Contemporary Inari Worship; Ronald Long. (2004). Men, homosexuality, and the Gods: An exploration into the religious significance of male homosexuality in world perspective.
Randy P. Conner, David Hatfield Sparks, Mariya Sparks, Gloria Anzaldua (1997). Cassell's Encyclopedia of Queer Myth, Symbol, and Spirit: Gay, Lesbian, Bisexual, and Transgender Lore (Cassell Sexual Politics).; Pflugfelder, G. (2000). Cartographies
of Desire: Male-Male Sexuality in Japanese Discourse.
Morris, R. J. (1990). “Aikāne... (1776-80),” Journal of Homosexuality 19 (4) : 21-54.
Yudit Kornberg Greenberg (2007). Encyclopedia of love in world religions, p. 303
Dowden, K. (1991). Comparative Mythology Jaan Puhvel: Comparative
Mythology. Pp. x 302; 17 black and white figures.
Kunzel Regina,(2018). The Power of Queer History, The American
Historical Review. Vol 123(5), pp. 1560-1582.
Looper M. (2002) Ancient Maya Women, pp. 66-74.
Beckman, G. (2005). Introducing Gilgamesh. When Heroes Love.
Peter Horne, & Reina Lewis (2002). Outlooks | Lesbian and Gay Sexualities and Visual Cultures.
Conner, Randy P.; Sparks, David Hatfield; Sparks, Mariya (1998).
Cassell's Encyclopedia of Queer Myth, Symbol and Spirit, p. 228.
Conner, A.g.e., p. 247.
Conner, A.g.e., p. 243.
Conner, A.g.e., p. 40, 47, 79.
Stephen Omer Murray, Will Roscoe (2001). Boy-wives and female husbands,
pp. 99-100.
A.g.k. (1997). Islamic homosexualities:
culture, history, and literature, p. 61.
George E. Haggerty (2000). Gay histories and cultures: an encyclopedia,
p. 423.
Richard Parkinson: Homosexual Desire and Middle Kingdom Literature. In:
The Journal of Egyptian Archaeology (JEA), vol. 81, 1995, pp. 57-76.
Bruce L. Gerig. "Homosexuality in Ancient Egypt". The Epistle: A Web
Magazine for Christian Gay, Lesbian, Bisexual & Transgender People.
Stephen Omer Murray (1997), A.g.e., p. 67.
James Neill, The Origins and Role of Same-Sex Relations in Human
Societies., p. 84; Stephen Omer Murray (1997), A.g.e., p. 65.
Christopher Penczak (2003). Gay Witchcraft: Empowering the Tribe., p.
39.
Christopher, A.g.e., p. 51.
John Bierhorst (1998). History and Mythology of the Aztecs: The Codex Chimalpopoca
Conner, A.g.e., p. 305
Conner, A.g.e., p. 259.
Karen Ann Smyers (1999). The Fox and the Jewel: Shared and Private
Meanings in Contemporary Japanese Inari Worship, p. 8.
Conner, A.g.e., p. 203.
Margaret Clunies Ross (1998). Old Norse myths in medieval northern
society, 36: 131–140.
Conner, A.g.e., p. 7.
Jackson, Peter (1995). Thai Buddhist accounts of male homosexuality and
AIDS in the 1980s. Vol.6 No.3, pp.140-153.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL