HABERLER
Dini Haber
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

DÜZ DÜNYANIN EVRİMİ

DP,din, islamiyet, Düz dünya,Dünyanın şekli,Kur'an'a göre dünyanın şekli,Kur'an'a göre dünya,Dünya ile ilgili tesfirler,Ankebut 20,Enbiya 30,Casiye 4,Nuh 14,Bakara 164,Kur'anda dünya
Günümüz eğitim sisteminde Liselerde Dil ve Anlatım adlı bir ders vardır. İletişim, kültür, dil yapısı ve tarihi, kelime, cümle ve benzeri birçok bilgi bu derste gelecek kuşaklarımıza aktarılır. Gençlerimizin özellikle okuduğunu doğru anlamaları ve doğru yorumlamaları, ayrıca doğru kelime ve cümle kurulumu sağlamaları istenir.

Okuduğunu doğru anlama ve doğru yorumlama kavramlarının bu noktada altı çizilmesi gereklidir. Maalesef günümüzde en sık rastladığımız sorun yanlış anlama ve yanlış yorumlama.

Peki, neden ortak anlam ve yorum üretemiyoruz? Cevaplar çok basit. Dilimize hâkim değiliz. Anlamak istediklerimiz için ise ön yargı, din, bireysel fikirler gibi faktörler devreye giriyor. Davranış Bilimciler ve Gelişim Uzmanlarına göre birçok faktör var. Ben sadece birkaçına yer vereceğim. Bu bile yeterli olacaktır.

Ortak bir veriyi okuyoruz ancak farklı anlamlar yüklüyoruz. Neden? Dil ve Anlatım eksikliğinden olabilir mi? Açıkçası öncül inançlar bunu yönlendiriyor. İnançlarımız ve bireysel ihtiyaçlarımız algılarımızı, görgülerimizi, döngümüzü, düşüncelerimizi, kısacası her şeyimizi biçimlendiriyor. Bu konu sadece bizim dilimiz için değil. Tüm dillerde ortak sorun. Neden? Çünkü temel düzeyde iki kişi arasındaki iletişimde dahi bu faktörler devrede. Karşınızdaki kişiden çıkan kelimeler veya düşünceler sizin “imbiğinizde” damıtılırken farklı anlamlar kazanıyorlar. Kabul ediyorum biraz karmaşık oldu. Hadi örnekleyelim:

Önümüze bir bilgi sunuluyor. Bu bilgiyi kabul edip etmemek size bağlı. Mesela dünyanın düz veya yuvarlak olması. İstendiği kadar kanıt verilsin ve ortaya konulsun önemli değil. Eğer söz konusu bilgi sizin önyargı ve dininiz ile çelişiyorsa reddedersiniz. Hatta bu bilgiyi reddeden alternatif teorisyenleri takip edip onlardan yararlanırsınız.  Sizin için dünya düzdür. Ne kadar kanıt olursa olsun. Siz karşı reddiyeler düzersiniz. İnandığınız kitap ve inanç ile çeliştiği için “Bizi yolumuzdan saptırmak isteyenler için uydurulmuş şeytan işi düşünceler!” der sıyrılırsınız. Neticede inanmak istemediğiniz için sizi yargılayan ve tu kaka ilan eden kimse ya da bir organizasyon yok. Bu ilk kademe savunma mekanizmasıdır.

Diyelim ki bu bilgi önünüze öylesine kanıtlar ile sunuldu ki kıvırma şansınız yok. Alenen ortada olan kanıtlanmış bir bilgi ile karşı karşıyasınız. O halde hemen 2. Kademe savunma mekanizması devreye girer. Hususiyetle ayet ya da hüküm bükme-kıvırma faaliyetleri başlar. “Nereye bu bilgiyi adapte ederim?” uzmanları boş ve uygun buldukları yere monte ederler.  Bunu gören siz, “Evet, bu husus inandığımız dinin kitabında da varmış. Şimdiye dek göremememizin sebebi şu ana kadar bulunmamış olması.” der ve geçersiniz. Hatta artık bir takım din âlimleri bu bilgiye ait yeni yorumları ilgili dinin kutsal kitabına monte etmeye başlarlar.

Daha sonra veri kemikleşir, sizde çağa uyan ve geleceğe ışık tutan dininiz ile yeni ufuklara yelken açarsınız.


Bir süre önce üzerine reddiyeler dizilen, yayımlanan, neredeyse canlar verilen “bilgi”, artık kutsal kitabın bir parçasıdır. O reddiyeler unutulur gider. Eğer reddiyeyi dizen şahıs o dinin vakti zamanında sağlam önderlerinden ise, reddiye amacının aslında iyi niyetli olduğu,  doğruya kavuşmak istendiği söylenir konu kapanır.

Sanırım bu noktaya kadar hepimiz hem fikiriz. Dini inancına sıkı sıkıya bağlı okurlarımız dahi bizimle hem fikirdir. Sonuçta inanılan dinin kutsal kitabında çelişki olmaz. Bulunan her yeni bilimsel gelişme, her yeni icat zaten kutsal kitapta kodludur.

Gelelim sadedimize. “Şimdi burada anlatılmak istenen esas olarak şu…” diye başlayan o kadar tartışmaya girdim ki… Neden yazıya Dil ve Anlatım kavramı ile başladım şimdi anlaşılabilmişimdir umarım.

Ortada bir veri var. Siz nasıl inanmak isterseniz öyle görürsünüz. Bu kapsamda alternatif kanıtlar üretir, teoriler sunarsınız. Bunun sonu yok.

Şimdi konuyu ülkemizin büyük çoğunluğunun inandığı dine getirelim. Evrim Teorisini dini çevreler şiddetle reddediyor. Önlerine kanıt konulduğunda ise net ispat istiyorlar. Evrim Teorisi ya da Alternatif Yaratılış senaryoları üzerinde çok durmayacağım. Sitede bol miktarda makale ve kitap mevcut. Düşünün. Ya dini çevrelerin üzerinde muhalefet edemeyeceği net kanıtlar (ki şimdiye dek ortaya koyulan kanıtlar zaten net) ortaya konursa?

O zaman hemen ayet bükme operasyonları başlayacak ve kanıt aranacak evrim için. Aslında çok aramaya da gerek yok. Kuranda evrim teorisini destekleyen veriler çok sayıda mevcut. Yarın öbür gün çok aramasınlar diye birkaçını aşağıda sıraladım. Eğer detay istenirse Sayın Caner TASLAMAN ve Emre DORMAN hocaları onlara Evrim Teorisinin aslında Kuran ve İslam ile çelişmediğini “şüphesiz kanıtları ile” anlatırlar.

De ki: "Arz'da gezip dolaşın ve yaratmanın nasıl başladığına bakın. Sonra Allah, 'ahir(son) yaratma'yı inşa edecektir. Muhakkak Allah, her şeye Kadir'dir."
[ANKEBUT(29)/20]

"Hakkı örtenler, görmedi mi, muhakkak gökler ve Arz bitişik(aynı) idi, o ikisini ayırdık. Ve her canlı şeyi, sudan yarattık. İman etmiyorlar mı?"
[ENBİYA(21)/30]

"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda, gerçek ilim sahibi bir kavim için, ayetler(deliller) vardır."
[CASİYE(45)/4]

"Muhakkak O, sizi, 'tavır-tavır'aşama-aşama) yaratmıştır."
[NUH(71)/14]

"Muhakkak, göklerin ve Arz'ın yaratılmasında, gece ile gündüzün arka arkaya gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle, denizde yüzen gemilerde, Allah'ın, Gök'ten indirdiği suda ve onunla Yeryüzü'nü ölümünden sonra diriltmesinde, her canlıyı, orada üretip-yaymasında; rüzgârları estirmesinde; bulutların, Gök'le-Arz arasında, 'müsahhar'(boyun eğdirilmiş) kılınmasında; akleden bir topluluk için ayetler vardır."
[BAKARA(2)/164]

Buraya kadar biraz retorik yaptığımı kabul ediyorum. Olaya kendi penceremden baktığım doğru. O halde size farklı bir örnek vermek isterim. Sizce dünya düz mü yoksa yuvarlak mı? Cevap hazırdır. Yuvarlak. Yani hemen az ileriki sokaktaki cami hocasına sorsak: “Hocam dünya düz mü yoksa yuvarlak mı?” diye, alacağımız yanıt hazırdır: “ Hiç şüphesiz âlemlerin rabbi olan Cenabı Allah, en güzel ve doğru şekli ile yuvarlak surette yaratmıştır.”

Hemen Yasin-40 burada örnek ve kanıt olarak ilk aşamada ortaya konur. Ancak Yasin-40’ ın kaç farklı tefsir evriminden geçtiğini azıcık araştırınca görürsünüz. Gök nasıl Yörünge oldu… Kısacası şu Yörünge geyiği ile kendinizi kandırmayın.

Şimdi bu noktada bir sıkıntı yok. Ancak kendi inandığı dinin kitabını kendi dili ile okuyan, farklı yaklaşım ve yorumlara hâkim, tüm dünya Müslümanlarının (kendi mezhebi dışındakilerin dahi) farklı görüşte olmalarına rağmen bilgisine ve fikrine saygı duydukları Suudi Arabistan’ın baş müftülerinden Şeyh Abdül Aziz Bin Baz’ın fetvası şöyle:

“Kim dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ederse küfür ve delalete düşmüş olur. Çünkü bu iddia hem Allah’ın, hem Kuran’ın, hem Peygamber’in reddidir. Bunu iddia eden kişi tövbeye davet edilir. Ederse ne ala! Aksi takdirde kâfir ve dinden dönmüş bir kişi olarak öldürülür. Eğer ileri sürdükleri gibi Dünya dönüyor olsaydı ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı. İnsanlar batıdaki ülkelerin doğuya, doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi. Kıblenin yeri değişir, insanlar kıbleyi tayin edemezlerdi” (Kaynak: “Dünya’nın Sakin Güneş’in Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkânsızlığına Dair Akli ve Hissi Deliller ”adlı kitabı.1975)

Peki, Şeyh Abdül Aziz Bin Baz neden böyle bir fetva verdi, cevabı çok açık. Çünkü eski İslam ve Kuran âlimlerinin büyük çoğunluğu buna inanıyordu. Eski tefsirlerden küçük bir örnek:
“Bundan sonra da yeryüzünü yayıp döşedi.” (Naziat, 30)

TESFİRLER

Taberi, Ibn Abbas radiyAllahu anhuma’dan rivayet ediyor: “Kâbe, dünya yaratılmadan iki bin sene önce su üzerinde dört direk üzerine kuruldu. Sonra yeryüzü kabenin altından yayıldı”
|Taberi (3/61, 24/208); Ebu’s-Seyh, el-Azamet (4/1381)|

Taberi, Abdullah Ibn Amr radiyAllahu anhuma’dan rivayet ediyor: “Allah Kâbe’yi yeryüzünü yaratmadan iki bin sene önce yarattı, dünyayı da oradan yaydı”
|Taberi (24/208) Beyhaki, Suab (3/431) Ibn Ishak, es-Siyra (1/27)|

Katade şöyle demiştir: “Bundan sonra da yeryüzünü yaydı” "Dehâhâ"; "Yayıp sermek" demektir.
|Taberi (24/210)|


Suyuti, Durru’l-Mensur’da şöyle demiştir: Abd Ibn Humeyd ve Ibn Ebi Hatim Ibn Abbas radiyAllahu anhuma’dan rivayet ediyorlar: “Bir adam Ibn Abbas’a dedi ki: Allah’in Kitabında iki ayet bir birine muhalif.” Ibn Abbas radiyAllahu anhuma: “Sen bunu ancak görüşünle söylüyorsun, oku bakalım” dedi. Adam: “De ki: "Arzı iki günde yaratan Allah’ı siz mi inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz?” (Fussilet, 9) ayetinden “Çeşitli rızıklarını arayıp soranlar için tam dört günde takdir etmiş, sonra yaratmak için, gaz halinde bulunan gökyüzüne yönelmiştir” (Fussilet, 11) ayetine kadar okudu. Sonra da “Bundan sonra da yeryüzünü yaydı” (Naziat, 30) ayetini okudu. Ibn Abbas radiyAllahu anhuma söyle cevap verdi: “Yer, gök yaratılmadan önce yaratıldı. Sonra sema yaratıldı, sonra yer, sema yaratıldıktan sonra yayıldı. “Dehaha” sözü ancak "yaymak, sermek" demektir.”
|Durru’l-Mensur (8/412)|

Ibn Munzir, Ibrahim en-Nehai’den rivayet ediyor: “Bundan sonra da yeryüzünü yaydı”, Dünya Mekke’den yayılmıştır.”
|Durru’l-Mensur (8/412)|

Katade söyle demistir: “Bana ulaştığına göre dünya Mekke’den yayılmıştır”
|Taberi (11/531) Abdurrazzak, Tefsir (2/213)|

Abd Ibn Humeyd, Ata’dan rivayet ediyor: “Bana ulaştığına göre dünya Kâbe’nin altından yayılıp uzatılmıştır.”
|Durru’l-Mensur (8/412)|

Biraz internet üzerinde veya evinizde basılı tefsir ve mealler varsa onlardan da birçok kontrol yapabilirsiniz.

Bu noktada daha önce bahsettiğim üzere bir paradoks bizleri bekliyor. Eğer siz evrim teorisi var derseniz şiddetle karşı çıkılır. Eğer varlığı sağlam kanıtlar ile ortaya konulursa o zaman da “Zaten kutsal kitabımızda vardı. Çağlar öncesinden bize ışık tutuyor!” denilir. Aynen dünya düzdür ya da yuvarlaktır geyiğinde olduğu gibi. Gerçi Biruni gibi dünyanın yuvarlak olduğunu savunan İslam Âlimleri vardı. Onların da bu bilgiye nereden ve ne şekilde sahip olduğu zaten belli.

Kısacası bir Evrim var. Hatta bu evrim dinde de yaşanıyor. Dün başka bir şey söylenirken bugün başka bir şey söyleniyor. Her ne hikmetse her iki görüşün kanıtları da kutsal kitapta yer bulabiliyor.

Daha önce bahsettiğim gibi Evrim Teorisi için yarın İslam Âlemi toplanıp: “Evet vardır. Kuranda da ayetlerde de bahsedilmiştir!” diye açıklama yaparsa hiç mi hiç şaşırmayacağım. Çünkü dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğu konusunda bunu yaptılar. Önce düz dediler buna kanıt getirdiler, sonra yuvarlak deyip ona kanıt getirdiler.

Önünüzde birçok kaynak var. Bir zahmet objektif bir biçimde araştırın ve okuyun.
Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu: Bazı yorumlar ve mesajlar ile olumsuz eleştiri alıyorum. Eleştirileriniz için sonsuz teşekkürler. Yalnız yazılarımı sığ ve sıradan bir dil ile yazdığım konusunda eleştiri aldım geçenlerde. Bu görüşe katılıyorum. Aynı sığlıkta ve sıradanlıkta yazmaya devam edeceğim. Zaten amacım da bu. Sıradan olmak iyidir. Yazdıklarımızı görebilmek veya araştırmak için CALTECH, MIT, Stanford, ODTÜ gibi kurumlarda akademisyen veya o seviyede uzman olmaya gerek yok. Yazdıklarımız ile ilgili zaten her yerde kaos mevcut. Kimse ortak bir görüşte ittifak olamıyor. Benden yanıtları beklemeyin. Ben sadece görülmek istenmeyen çelişkili hususları göz önüne getiriyorum o kadar. Siz yine inanmaya devam edin.

Bu arada dünya YUVARLAK DEĞİL!!! Geoid : )

Yazan: Demon Product

YARATILIŞ VE EVRİM “GÖR”ÇEĞİ

DP, din,Yaratılış ve evrim gerçeği,Evrim gerçeği,Dinlerin yaratılış masalları,Çamurdan yaratılış,Evrim gerçeği,İnsan ile hayvanların benzerlikleri,Evrim teorisi,Evrim ve İslam,Evrim ve din
YARATILIŞ VE EVRİM 'GÖR'ÇEĞİ


Değerli yazar ve şair Sunay AKIN’ın gösterilerinin adı “GÖRÇEK”. Biraz atıfta bulunmak istedim değerli üstada başlık ile… Nedeni yazının içerisinde açıkça belli.

Gündeme ilahiyatçıların “Deizm” üzerine yaptıkları açıklamalar damga vurdu. Hatta devletin en üst kademeleri bile hususiyetle bu konu üzerinde kafa yordular. Fırçalar atıldı, toplum mühendisliği dendi, algı operasyonu dendi, gençlerimizin beynine sapık düşünceler aktarılmak isteniyor dendi… Dendi de dendi.

Yahu iyi de niçin gençlerde, özellikle dini çevrelerdeki gençlerde sağlam bir Deizm artışı var? Bunun birçok sebebinden bahsedebiliriz ancak beni çok da ilgilendirmiyor. Galiba kimileri kafayı kaldırıp “Neler oluyor?” diye sormayı tercih etti; bilmiyorum.

İnsanlar artık gözlerinin önünde cereyan eden tartışmaları ve kavram farklılıklarını, eksik açıklamaları ve gerçekleri göz ardı etmemeye başladı. Ancak ne kadar? Limitlerimiz kadar veya görmek istediğimiz kadar. Bazı sınırlar aşılmıyor çünkü aşmak istemiyoruz.

Hemen bir örnek: İnsanın yaradılışı…

Tüm semavi dinlere göre hikâye belli. Çamurdan yaratıldık. İlk insan Âdem. Kaburga kemiğinden de Havva yaratıldı. Onların bolca ikiz çocukları oldu (biri kız biri de erkek) sonra onlar çaprazlama evlendiler... (Sakın ensestlik demeyin. Mutlaka burada bizim göremediğimiz bir hikmet var. Şüphesiz zalimlerden olduğumuz için biz göremiyoruz.)

Aslında semavi olmayan dinler de ve mitolojiler farklı hikâyeler anlatmıyor. Yok, çamurdan ve kandan yoğurmalar…

Bu konuda bu site de o kadar çok makale ve bilgi var ki, okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Bazı komplo teorileri de var. Uzaylılar yarattı, diğer boyuttan gelen varlıklar yarattı, o yarattı bu yarattı. Eğer olurda bu konuda bilimsel kanıtlar önümüze konursa ve tüm bilimsel çevreler bunu kabul ederse o halde sorun yok. Ancak o zaman kadar beyin kıvrımlarının düşüncesi ile gelişen, bilimsel gerçeklikten uzak, fantastik olan bu teoriler sadece iyi bir “kamp ateşi yanı” hikâyesi olabilir o kadar. Ötesi yok. Ancak siz kendinizi “özel” hissetmek istiyorsanız? Yani “Dinleri reddediyorum ama bir varlık sebebimiz var. Uzaylılar yarattı beni, çünkü bize bir misyon yüklediler!” diyorsanız bu fantastik dünyanızda size iyi yolculuklar dilerim.

Alternatif yaratılış teorileri, günümüzde hiçbir bilimsel çevrede tartışılmıyor. “Türlerin Kökeni” adlı kitapta ilk olarak bu husus açıklandı. Hatta açıklanalı uzunca bir zaman oldu. İster kabul edin ister etmeyin. Hani şu bol sakallı Darwin var ya? Türlerin Kökeni adlı kitabın yazarı. İşte o. O sakallı doğruyu söyledi. Evrim diye bir şey var. Sakın “Evrim yok, ama türlerin adaptasyonu var. Milyonlarca yıl önce balık vardı hala var, evrimleşmemiş!” demeyin. Türleşme ve Adaptasyon tamamen farklı şeyler. Size tavsiyem azıcık kitap okuyun. Ama “Kitap” okuyun.

Bu sitede alternatif yaratılış teorileri ile ilgili bolca makale ve teori sunuldu. Burada amaç farklı yaklaşım ve düşünceleri ortaya koymak. Adı üstünde “Teori”. Gözlem ve ölçmeye dayalı olarak yanlışlanabilir veya kabul edilebilir teoriler. Bu teorilerin günümüz semavi dinleri ile örtüşmeleri de (Semavi dinlerden çok önce yer alan yaratılış efsanelerinin semavi dinlerde yer bulması) ayrı bir konu.

Küçükken hep “Üstün İnsan” üzerine fikirler duyuyordum. “Kamil insan” olmak. Bilinçli insan olmak üzerine hikâyeler… Âdem Babamız ve Havva Anamızdan geliyorduk. Onlardan türemiştik. Daha sonra sapmıştık. Nuh Aleyhisselam sayesinde sapkınlar tümden yok olmuştu. Nuh Babamızın soyundan tekrar çoğalmıştık. Buraya kadar tüm dini çevreler müttefik. Biz üstün kılınmıştık. Şeytan dahi bizim üstünlüğümüze isyan bayrağı açmış, “Ben bunları yoldan çıkartacağım!” demişti. Allah/Tanrı’da onu kovmuştu. Doğru muyuz? Eyvallah.

Hep aklımı kurcalıyordu. Benim annem ve babam var. Peki ya Âdem ve Havva’yı kim doğurmuştu? Onlar doğurulmamış “Yaratılmışlardı”. Peki nasıl? Çamurdan. Çamur şekillendirilerek insan yaratılmıştı. Tamam, onu anladım. Sonra ona ruh üflenmişti, o da tamam. Onların çocuklarından biz çoğalmıştık? O da tamam. Tüm sorular yanıtını buldu. Huzur doluyum artık.

Şimdi gelelim diğer tarafa. Dünyadaki tür çeşitliliği? Hayvanlar? Bitkiler? Onlar bir seferde mi yaratılmışlardı? Cevap evet. Allah “Ol” der ve olur. Tamam, o da oldu. Bu sorum da yanıtını buldu. Huzurum ikiye katlandı.

İçim içimi kemirdi. Acaba hayvanlar âleminde de “yaratılmış ilk çiftler” olabilir miydi? Cevap hayır. Onlar “Ol” denince oldular. Gerisi yok.

Tüm her şey bizim için yaratılmıştı. Dünya… Hayvanlar… Nimetler, evet evet nimetler. Bunca nimet varken, ayetler varken Allah’ı nasıl inkâr edebiliriz? Bunlar bize yetmiyor mu?

Buraya kadar da tamam. Huzur tamamlandı. Sonsuz huzur…

İnsan, akıl ile donatılmıştı. Dünyada bir “var olma” sebebimiz vardı. Burası sınav idi. Bu dünyada yaptıklarımız, Ahiret hayatımızı şekillendirecekti. Ya cennet, ya cehennem… Eğer kutsal kitapların rehberliğinde yaşarsak sorun yok. Diğer türlü durum vahim idi.

Yahudiler, Hristiyanlar, Müslümanlar, o’cular bu’cular. Hepsi bize ilahi emri hatırlatıp doğru yola girmemiz için uyarılar yapıyordu. Hocaefendileri hesaba katmıyorum dahi. Hocaefendiler ahiret hayatını bırakıp “Dünyevi” hayatı da arzu ettiklerinden olsa gerek ortalığı karıştırmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta bu şeref ve haysiyet yoksunları, Pennsylvania’ nın ağlak soytarı imamı önderliğinde darbe yapmak suretiyle ülkeyi kaosa sürüklemeye çalışmışlardı. Neyse konuyu saptırmayalım.

Şimdi Dünya bizim sınav alanımız bu tamam. Diğer tüm mahlûkat burada aksesuar bu da tamam.

Şimdi gelelim sıkıntıya. Madem ben ayrı yaratıldım, yani diğer mahlûkattan ayrı özenle yaratıldım. Neden onlarla “İnanılmaz oranda, fazlasıyla” ortak yanımız var?

Dini inançlarımız ile yaşarken hep farklılıklardan söz ediyorduk. Ya ortak noktalar? Bunları hep görmezden geldik. Çünkü evrim yok. Hadi evrim yok eyvallah.

Peki diğer tüm canlılar ile biyolojik olarak “inanılmaz” benzerliğimizde ibret alınacak ne gibi dersler olabilir?

Şempanze, gibon gibi primatların gen yapısına, dizilimine, biyolojik özelliklerine bir bakın. Hadi ben sapkınım. Beni boş verin. Kendiniz bir araştırın lütfen. Bakın bakalım farklar mı çok fazla? Yoksa ortak yanlar mı çok fazla?

Diğer canlılarla, özellikle primatların ve memelilerin çoğalmasına bir bakın. Erkeklik dişillik, spermler, vajina, penis, üretra, kanallar, kasılma mekanizması. Hepsi aynı?

Neden aynı? Neden primatlar ve diğer memeli hayvanlarla aynı şekil ve yöntemler ile çoğalıyoruz? Neden üreme organlarımız “bu kadar” birbirine benziyor? Emzirme mekanizması? Erkek ve dişi organlar? Dişilerde meme yapısı ve emzirme sistemi? Hepsi aynı?

Burada ne gibi bir hikmet var? Ne gibi dersler var?

Neden hayvanların çiftleşmesi ve insanların çiftleşmesi bu kadar birbirine benziyor? Neden Allah bizi farklı yaratmadı? Onlara bakıp ne gibi dersler alacağız?

Şimdi kafayı üremeye taktı demeyin. Sırf buradan hareketle bile beni sapık ilan edebileceğinizi düşünerek rotayı başka örneklere çeviriyorum.

Büyük dolaşım ve küçük dolaşım, organlarımız ve işlevleri, beyin? Kalp, akciğer, sinir ağları, bağırsaklar, mide? Yahu her şey görevi itibariyle aynı. Nasıl açıklayacağız bunları?

Kollar, ön kollar, bacaklar, kafa, burun, kulaklar, vücut kılları, üreme organları, dışkılama, görevler ve yapıları itibariyle birbirinin aynısı. Şimdi diyebilirsiniz “Tüm memelilerde kuyruk var insanda yok!”. İyi de bazı primatlarda da kuyruk yok? İnsan da kuyruk sokumu diye bir bölge var ve iskelet yapınıza bakıldığında resmen ve alenen kısa bir kuyruk yapısı görülüyor, o ne olacak? İnsandan farkları düşünce yetisine sahip olmamaları o kadar. Neden hem iç hem de dış organlar görevleri ve şekilleri-yapıları itibariyle birbirinin aynısı? Neden diğer memelilerin, özellikle primatların iskelet yapısı insan ile hemen hemen aynı?

Yahu gözlerinizin yapısına, dizaynına ve işlevine bakın. Tüm canlılarda görev aynı. Memelilerde, omurgasızlarda kısaca görme işlevini gören organ hep göz. İnsana en yakın primat gruplarına bakın gözün yapısı ve şekli bile aynı. Hatta neredeyse renklere kadar aynı. Burun? Aynı.

Kollarınıza, ellerinize ve parmaklarınıza bir bakın. Şekilleri, görevleri, dizaynları ve içyapıları ufak farklar dışında hep aynı. Parmak sayılarınıza ve boğum yapılarınıza bakın. Bilek yapısı ve kemik tasarımlarına bakın. Aynı.

Ayak yapısı ve parmaklara bakın. Tırnaklara bakın. Neden bu kadar çok benziyoruz?

Bazı yaratılışçı çakma aydınların şöyle bir açıklaması var: “ Evrim yok çünkü ara türler yok. Darwinciler ara tür diye maymun kafatası gösteriyor. İnsan kafatasının azcık eğri büğrü şekilli olan kafatasları asla evrime kanıt olamaz!”

Yahu iyide kendi kendinizi ele verdiniz. Dediniz ki “insan kafatasının eğri büğrü şekilli olan maymun kafatasları”. Demek ki insan ve primat kafatasları birbirinden ufak tefek farklar dışında aynısı. Siz de kabul ediyorsunuz. Gözünüzü seveyim primatların iskelet yapısı ile insanların iskelet yapısını bir karşılaştırın. Hatta memelilerin genel olarak iskelet yapısına bir bakın.

Tüm canlıların yaşamsal fizyolojik döngüleri birbirinin aynısı. Nasıl açıklayacağız bunu?

Tamam, evrim yok bizi Allah yarattı. İyi de bu benzerlikler neden? Neden Allah bizim metabolizmamızı hayvanlar ile eş yarattı?

Objektif bakarsak tek fark zekâ. Yani hayvanlarda içgüdü var bizde zekâ. İyi de alet kullanma bilgisine ve becerisine sahip hayvanlar var? O ne olacak?

Eğer farkları konuşacaksak eyvallah. Farklar çok. Ancak ortak yanlara bakacak olursak o kadar fazla ki. Farklardan çok ortak yanlarımız olduğunu görürüz. Bunun için âlim olmaya gerek yok. Ortaokul fen-biyoloji kitaplarına bakmamız dahi yeterli.

Şimdi siz eğer “Farklar” penceresinden bakarak, yaratılış temelli bir yaklaşım ile dünyanın, evrenin ve dünya üzerinde bulunan bu kadar mahlukatın ve canlının bizim sınav alanımız olduğu ve aslında bizim “alayına” üstün kılındığımıza inanıyorsanız öyle olsun. Ancak biraz kafanızı kaldırarak ortak yanlarımıza da göz atmanızı isteyeceğim.

Yaratılışa olan inancınızı bırakın demiyorum. Peki, o halde bu kadar ortak yan neden var? Onu bir zahmet açıklayabilir misiniz?

Bırakın bilimi, bırakın dini. Birisi akıl ve mantık ile bana bu ortak yanları açıklayabilir mi?

NEDEN TÜM OMURGALILAR-MEMELİLER, ÖZELLİKLE PRİMATLAR VE İNSANLAR HER YÖNÜYLE (!) BU KADAR ÇOK BİRBİRİNE BENZİYOR? 

Bu yazıyı hazırlarken oradan buradan bilgi almadım. Hiçbir veriyi sentezlemedim. Kaynak göstermedim çünkü yok. Bu yazıda sadece önünüze “Bakmak isteyen herkesin” gördüğü unsurları koydum. Reddedilebilecek hiçbir veri yok çünkü ilginç (!) bir şekilde hem dini (yaratılışçı) çevrelerin hem de evrimci çevrelerin üzerinde müttefik oldukları konular üzerinde durduk. Yani ister hacı-hoca-dede-papaz-rahip-haham olun isterseniz ateist-deist-agnostik. Burada yazılan verilere hayır demek için dünya üzerinde yaşamıyor olmak gerekir.

Gerçi neden bu kadar çok kafa yordum ki? İnsanın nasıl yaratıldığını ve hangi görevle bu dünyada bulunduğunu inananlar biliyorken; bizim gibi hiç şüphesiz apaçık zalimler ve sapkınlar göremiyor. Bunca ayet varken, bunca nimet varken daha neden inkâr ediyoruz ki?

Sevgili Anu dostum. Bu kadar inkâr etmeye gerek yok. Bir ara buluşup şöyle en sağlamından bir “Hocaefendi hazretlerinin” yanına gidelim. Ondan feyz alıp tövbe istiğfar dileyelim. Onların tabiri ile “Kamil İnsan” olalım. Ateist-Deist-Agnostiklik falan hep Yahudi, mason oyunları bunlar. İngilizler kandırdı bizi. Amerikan evanjelistlerin tuzağına düştük. Sapkın olan biziz. Onlar mı? Onlar hak yolunda doğruyu yolu bulmuş mümin ve mümineler. Onlar cennet ile müjdelenenler. Hadi biz de onlara katılalım…

Ne demişti Turan DURSUN: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak için ölümü mü göze alayım?”.

Biz rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götürelim? Bilmiyorum. O kadar çok veri ve bilgi paylaşıyoruz ki… Sosyal medya veya sitede takip ediliyor muyuz bilmiyorum. Umarım yazılarımızı okuyan ve takip eden birileri vardır. Umarım birilerinin kalbine dokunabiliyoruzdur. Çünkü beyinlerden ümidimi kestim.

Yazıya Ulu Önder M. Kemal ATATÜRK’ün bir sözü ile son vermek istiyorum:
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, delalettir, cehalettir.” “Eğer bir gün sözlerim bilim ile ters düşerse, bilimi seçin.”
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

CUMA NAMAZININ ŞİFRESİ

DP, din, islamiyet, Cuma namazı, İslam mezhepleri, Mezhep çatışmaları, Mezhepler, Mezheplere göre namaz, Cuma namazının vakti, Cuma namazı neden öğlen kılınıyor?,
Lisedeyim... Atari salonuna gitmek için okuldan kaçmıştım. Zaten sınavlarda bitmişti ya, iki kırıkla durumu atlatacaktım. Sağlam bir karşılaşma vardı. Neredeyse on gündür bu karşılaşmaya hazırlanıyordum. "Vega ve Ben". Vega... Street Fighter II oyunundaki favori karakterim. Bu maskeli ve elinde Wolverine misali "Tırnakları" olan, örgülü saçlı İspanyol dövüşçü kimilerinin gözünde ezikti. Ancak ne Ryu ne de Ken ile bu uyumu yakalayamamıştım. Sınıf arkadaşımla kapışacaktık. Onu Guile ile oynadığında yenebilen yok denecek kadar azdı. Karşı tarafın şanslı olması gerekiyordu. Salondaki atari makinası seslerine Joysticklerin vurgulu sesleri, düğmelerin seri tıktıkları, fısıltılar ve "Hadisene len adam neredeyse tek atacak, Pörfekt (Perfect aslında) yiyeceksin dalsana!" şeklinde çevresel serzenişler eşlik ediyordu. Oyun bitti. Kaybetmiştim. Arkadaşım sırtımı sıvazlayarak "Hacı sana demiştim Ryu'yu seç diye aha böyle yatarsın!" deyince boğazımda yumruk düğümlenmişti. O sıra bir hareketlilik oldu. Cumaydı ve Cumaya gidecektik. Vakit gelmek üzereydi. Yolda arkadaşıma sormuştum: " La oğlum Cuma niye önemli ki? Niye zorunlu ki? Gitmesek ne olur?" Arkadaşım ortaokulu İmam Hatip okumuştu: " Olur mu lan? Kafir mi olak? Kuranda var. 3 kere gitmezsen kafir olursun. Kuranda yazıyor Öğlen cuma namazını kılın diye!". Eyvallah demiştim. Niye kafir olayım ki? Hüşu içerisinde kıldık namazımızı.

Daha önce “Peygamber’e ve Allah’a Öğretilen İbadet” başlıklı yazımda Cuma Namazının kökeni ve amacı hakkında güçlü iddialardan bahsetmiştim. Bu yazıyı hazırlarken birçok veri toplamış, bu veriler arasında en sağlam delillere sahip olanlara yazımda yer vermiş, güvenilir bilgi olmayanları ise –kimilerine koz vermemek için- istemeye istemeye elemiştim. Diğer yazılarımda belirttiğim gibi, sağlam kaynağı olmayan verilere –benim düşüncelerime uysa da- asla yer vermem. Veri toplarken önemli gördüğüm hususları ayrı bir başlıkta yazmak gerekiyor ise “Daha Sonra Yazılacaklar” diye oluşturduğum klasöre sallıyordum. Geçenlerde Ebubekir SİFİL ve Caner TASLAMAN atışmasını izlerken Ebubekir SİFİL Hocanın bir sorusu bende şimşek çaktırdı.


Cuma Namazının hangi vakitte olduğu… Ben bu konuyu araştırmış, veri klasörünü oluşturmuş, ancak daha sonra yazılacaklar kısmına bu konu ayrı bir başlık gerektirdiği için sallamıştım. Bu konuda bireysel ihmalim söz konusu çünkü bu konunun çok can alıcı olduğunu düşünmüyordum. Neticede dinden sıyrılanlar için bu husus ne kadar önemli olabilir ki? Açık olmak gerekirse “Ne zaman konu kıtlığı çekersem o zaman gündemime alırım.” diye düşünüyordum. Ancak baktım ki bu konuda ülkemiz ilahiyatçıları bile çatışma içerisinde, bende bu durumda eski arşivi ortaya çıkartmaya karar verdim.

Yazılarımızı okuyan topluluğun büyük kısmı ya Müslüman veya Müslüman-dı. Çeşitli sebepler ile ya herhangi bir dine mensupsunuz ya da değilsiniz. Şimdi olay şöyle bir soru sorsam:

“Cuma Namazı Neden Öğlen Vakti Kılınıyor?”
Cevabınız ne olurdu? İlk yazıma atfen “Zaten pagan Araplarda da Cuma İbadeti vardı, onu yazmıştın!” diyebilirsiniz.

Şimdi bir mümin olarak düşünelim:
Cuma namazının farz olduğu nerede yazılı? Cevap: Kuran-ı Kerim’de Cuma Suresinde. Bu konuda hepimiz aynı görüşteyiz.

Cuma Namazının hangi vakit kılınması gerektiği nerede yazılı? Cevap: Kuran-ı Kerim’de Cuma Suresinde.

İşte şimdi yandınız. Allah’ın ayetlerine olmayan bilgiyi soktuğunuz, onu eksik görüp ilaveler yaptığından dolayı, yani dini kısmen reddettiğiniz için dinden dönen, yani mürted oldunuz. Cezanız ÖLÜM! Çünkü Cuma Suresinde, Cuma Namazının hangi vakit kılınması gerektiği YAZMIYOR!

Peki, neye göre öğlen kılınıyor? Bu konu oldukça çetrefilli. Bazı mezhepler ittifak dahi edemiyor. Şöyle bir fikir birliğine varmışlar: “Neticede Cuma farz. Bu Farz namazı Kuran ve sünnette belirtildiği üzere eda edilsin yeter!”. Çünkü işin içinden çıkamıyorlar.

Açıkçası tekrar etmek gerekirse neden bu namazın öğle kılındığını ilk yazımı okuyanlar tahmin edebilecek.

Biz olayı bir mümin cephesinden ele alalım; Cuma Namazı Cuma Suresinden dolayı Farz. Eyvallah. Peki, bu mümin nasıl bir mümin? Bu mümin dinini araştırmaya koyulmuş, reformcu, Hadisleri reddeden, “Huzur ve Gerçek İslam Kuranda!” diyen bir yeni nesil tatlı su Müslümanı.

Yani, “İslamiyet tümden Kurandadır, gerisi yalandır!” diyen bir mümin. Şimdi ülkemizde bu tip bir düşünce inanılmaz arttı. İyi de paşam Kuran da hangi vakit kılınması gerektiği yazmıyor ki.

Cuma namazının öğle kılınması gerektiği hadisler ile sabit. İyi de sevgili Reformcu Mümin, sen hadisleri reddediyorsun? “Bir hadisi güvenilir saymam için o hadisin Kurana uyması lazım!” diyorsun. İyi de Kuran da vakti belirtilmeyen bir namaza sen nasıl “BU konuda hadise bakarım!” diyebilirsin ki? Kuran-ı Kerimde Cenab-ı Allah belirtmemiş ki. Böyle bir vahiy, yani “Cuma namazı öğle vakti eda edilir!” diye bir hüküm yok ki. Sene neye ve kime göre belirliyorsun?

Şimdi senin dayanaklarına bakalım sevgili reformcu mümin. Cevap yine Kuranda diyorsun ya:

“Farz namaz vakitlerini düzenleyen Hûd suresi 114 ve İsrâ suresi 78. ayetlere göre günün ilk namazı öğle, son namazı ise sabah namazıdır. Cuma suresinin 9. ayetinde geçen “Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında hemen Allah’ı zikre koşun” ifadesinden de cuma günü farz bir namaz için yapılacak ilk çağrının, diğer günlerde olduğu gibi günün ilk farz namazı için yani öğle vaktinde olması gerekir. Dolayısıyla Cuma namazının vaktinin, öğle namazının vakti ile aynı olduğu Kur’an’la sabit olmuş olur. Resûlullâh’ın uygulaması da ayetlere göredir.”

Hadi şimdi Hûd-114 ve İsrâ-78’ e bakalım:


Hûd-114: Diyanet İşleri: "(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür."

İsrâ-78: Diyanet İşleri: "Güneşin zevalinden (öğle vaktinde Batı’ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir."

İyi de Hûd-114’de “Gündüzün iki tarafı…” diyor. Yani sabah. Bu konuda tüm ilahiyatçılar ve sünni mezhepler müttefik. İsrâ-78’de de “Bir de sabah namazını kıl…” diyor. Yani ilk namaz için sabah’ı işaret ediyor. Yani ilk farz naması öğle değil, sabah namazı. Bu konuda da tüm ilahiyatçılar ve sünni mezhepler müttefik. Ne yapacağız şimdi?

Şimdi bu konuda farklı inanç kolları ne diyor ona bakalım şöyle bir fetva vermişler:

Ülkemizde ki yaygın olan inanca göre, cuma namazının vakti, öğle namazının vaktidir ve dolayısıyla güneşin zevali anından itibaren başlayıp her şeyin gölgesinin, zeval payına ek olarak, kendi misline ulaşmasına kadar devam eder. Bu vakitten önce ve sonra Cuma’nın sahih olmayacağı hususunda Hanefîlerle Şâfiîler görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerle Hanbelîler buna muhaliftirler.

Hanbelilere göre;
Cuma namazının vakti, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden itibaren başlar ve her şeyin gölgesinin zeval payına ek olarak kendi reisliğine ulaşmasına kadar devam eder. Zevalden önceki vakti cevaz vakti olduğundan dolayı, zevalden önce kılınması caizdir. Zevalden sonra kılınması ise, bu vakit vücûb vakti olduğundan dolayı vaciptir. Zevalden sonra kılmak, zevalden önce kılmaktan daha faziletlidir.

Cemaat vaktin sonunda Cuma’ya başlar da namazdayken vakit çıkarsa, namazlarını Cuma namazı olarak tamamlamış olurlar.

Malikilere göre;
Cuma namazının vakti, güneşin zevalinden batmasına kadardır. Yani son vakti, hutbeyi okuyup namazı tam olarak kıldıktan sonra, güneşin batması vaktidir. Güneşin batmasına sadece hutbeyi okuyup bir rek’at namaz kılacak kadar bir süre kalmışsa, Cuma’ya başlanmayıp öğle namazı kılınır. Zaten bu durumda Cuma namazına başlansa da sahîh olmaz.
Cuma namazı kılındığı sırada vakit çıkacak olursa, mezheplerin bu durumda hükmün ne olacağına ilişkin muhtelif görüşleri vardır.

Tam olarak kılınabileceğine inanarak (vaktin sonunda) Cuma namazına başlanır da namazdayken güneş batarsa, eğer birinci rek’at iki secdesiyle birlikte kılınmışsa, namaz Cuma namazı olarak tamamlanmış olur. Aksi takdirde öğle namazı olarak tamamlanmış sayılır.

Hanefilere göre;
Cuma namazı tamamlanmadan önce vakit çıkarsa, şartı kaçırıldığından dolayı namaz da batıl olur. Kâdede teşehhüd miktarı oturulmuş olsa bile, vakit çıktığında namaz batıl olur.

Şafiilere göre;
Cuma kılacak kadar vakit varken Cuma’ya başlanır, fakat namaz uzatılır ve bu esnada vakit de çıkarsa, kılınmakta olan namaz batıl olmayıp dört rek’ate tamamlanarak öğle yerine kılınmış olur. Bunu yaparken de öğle namazına niyet edilmez. Eklenen kısımda imam, kıraati sessiz yapar. Ekleme yapmadan namazı kesmek ve öğle namazını baştan kılmak haram olur. Ama vakit daraldığı halde Cuma’nın kılınabileceğini zannederek namaza başlanıp da namazdayken vakit çıkarsa, kılınan namaz batıl olup öğle namazına dönüşmediğinden, dört rek’ate tamamlanmaz.

“Resûlullah (asm) güneşin zevale meyletmesi zamanında Cuma namazını kılardı.” (Buhari) 
“Resûlullah (asm) ile güneşin zevale ermesi esnasında Cuma’yı kılar, sonra da dönüp (serinlemek) için gölge yerleri araştırırdık.” (Müslim) 
(Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı) 

Şimdi buradan hareketle her şeyi düşünebilirsiniz. Sadece Kurana bakarak namaz kılamazsınız. “Bana Sadece Kuran-ı Kerim Yeter!” diyen reformcu bir Tatlısu Müslümanı iseniz yanlış yoldasınız çünkü Kuran’da vakitler tam açık değil, rekâtlar, nasıl kılınacağı vb. bilgiler yok. Kısacası Hadisler yoksa Namaz da yok, ibadet te yok. Kendinizi kandırmayın. Vicdanınıza göre Din dizayn etmeyin.

Kuran ve sünnete bakarım diyorsanız yine yanlış yoldasınız, çünkü sünneti kimin ve ne şekilde dizayn ettiği artık tüm İslam âleminin malumu. Ülkemiz de emevi tipi İslamiyet var. Yani Türkiye’deki İslamiyet’i diğer hiçbir İslam ülkesinde göremezsiniz. Bu konuda sitede birçok yazı ve yayın var. Okuyunca anlarsınız.

İyice araştırırsanız, özellikle Vahhabiler’e göre biz neden bir nevi mürtediz anlarsınız. Adamlara göre İslamiyet dinine en büyük zararı Osmanlı-Türk toplumu verdi. Vahhabileri ve Vahhabliği bir araştırın görün.

Kuran-Sünnet ve Hadis üçlüsüne bakmadan olmaz diyorsanız doğru yoldasınız. Hadisleri işin içine kattığımızda tüm sorunlar çözülüyor.

Pardon? Duyamadım? Hadislerde hem sahih olup ta hem de ahlak, vicdan ve Kuran ile uyuşmayan hususlar mı var? Onu da siz çözeceksiniz bir zahmet.

İslam akıl ve mantık dinidir deyip te inandığınız dinde mürted olmayın. İnternete bir zahmet girin, “İslam Akıl ve Mantık Dini midir? Yoksa Vahiy Dini midir?” diye bir araştırma yapın? Değerli ilahiyatçılarımızın makale, yayın ve videolarına bakın, hatta dünyada saygın İslam âlimlerinin (!) makale, yayın ve videolarına bakın cevabınızı alacaksınız.

Hayırlı Cumalar (!) Sağlıcakla ve Atatürk’le kalın.

Yazar notu: Hadi güneşe göre öğle vaktini ayarlayacağız. 6 ay gece olan kutuplarda Cuma Farz olmayacak mı? Neye göre namaz vakitleri belirlenecek? Pardon. Sizin âlimlerinizin ve hocalarınızın buna da cevabı vardı. Cahilliğim için özür dilerim.

Yazan: Demon Product

BİZ NEREYE ?

DP, din, islamiyet, Biz nereye?,İslam karmaşası,İslamda görüş ayrılığı,Dinde görüş ayrılığı,Mezhep ayrılıkları,Herkese göre İslamiyet başka
Biz Nereye… Tarkan’ın 1994 yılındaki ikici albümü A-Acayipsin’ in hafif rock tarzındaki parçası. Gitar soloları harikaydı. Sözleri, ilk dinleyenler için biraz karmaşık olsa da bestenin de o güzel tınısı ile uyum içerisinde gitgide daha da anlaşılır hale geliyordu. Bu albümde Tarkan, sesi itibari ile rock tarzına yatkınlığını ortaya koymuştu ki bu husus elbette ki tartışmaya açık. Bana göre yatkınlığı var diyebilirim.

 Şarkının sözlerinin ilk kıtasını bir hatırlayalım:
Takılmışım sözlerine,
Ben mecburum gözlerine.
Bunlara inanmak zor bir anda...

Bu şarkı neden mi aklıma geldi? İsmi ve özellikle ilk kıtasının sözleri nedeniyle. Aslında şarkı duygusal bazlı. Ancak Türkçe bu. İstediğiniz yere çekebilirsiniz. Mesela “Sözlere Takılmak” veya “Bunlara inanmak zor bir anda” cümlelerinden başka ne gibi anlamlar çıkartabiliriz? Çok sayıda anlam çıkartabiliriz. Örneğin “Bazı hocaların Takılmışız Sözlerine… Ancak sorguladıktan sonra Bunlara İnanmak Zor Bir Anda”. Toplumsal düşünürsek eğer sizce “Biz Nereye?”

Şimdi objektif bakış açısına sahip ilahiyatçılar veya yazarlar, gençler arasındaki Deizm yükselişinden çok rahatsızlar. Özellikle dini çevrelerde Deizm inanılmaz yaygınlaşıyor. Bu hususu önceki yazılarımda kaleme almıştım. Örneğin, Ahmet HAKAN 29.03.2018 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında bu hususu şöyle belirtiyor: “Dağ gibi gençler, sapır sapır deist, ateist, agnostik oluyor senin ve senin gibilerin yüzünden...” Burada eleştirdiği kişi, İhsan ŞENOCAK. Hani şu asansör, kaynana, ketçap fetvaları ile gündeme gelen ilahiyatçı.

Peki, neden Deizm, Ateizm ya da Agnostisizm ve benzeri düşünceler yükselişte? Ülkemizde neden bir sorgu süreci yaşanıyor? Neden hemen her birey veya topluluk kendince bir inanç sistemi geliştirmeye çalışıyor ve buna deliller aramaya başlıyor? Ayrıca bir nokta da inançlar sorgulanmaya başlıyor?

Bu site de çok değerli yazarlar var. Bazen bir makaleyi birkaç kez zevkle okuyorum. Peki, neden bu kadar çok araştırmaya ihtiyaç duyuyoruz hiç düşündünüz mü? Bizi iten sebepler ne? Sorgulamaya götüren sebepler sadece aklımızdaki sorular mı? Bu noktada çevresel faktörlerin hiç mi etkisi yok? Bana göre inanılmaz bir etkisi var. Şimdi bu tip araştırma yazıları, kitaplar, makaleler ve yayınlar neden daha çok izlenir ve takip edilir oldu izah etmeye veya farklı bir iddia geliştirmeye çalışacağım.


Sosyal medyada dinden sıyrılanlar veya farklı fraksiyonları araştırma yoluna gidenlerde inanılmaz bir artış var. Eğer bu tip sitelere üye iseniz bunu takip ve kontrol etme imkânınız daha fazla.

Şimdi bakıyorum da 5-6 yıl öncesine kadar bu kadar sorgulama süreçleri yoktu. Belki de vardı, hatta daha fazla vardı; ancak bu kadar aleni ve göz önünde yoktu. Artık bazı köşe yazarları ve ilahiyatçılar dahi bu hususu dillendirmeye başladı. 1990’ da öldürülen Turan DURSUN, adeta en popüler dönemlerini, eserleri ile son yıllarda yaşamaya başladı. Aynı yıl canice bombalı bir paket ile öldürülen Bahriye ÜÇOK yayınları daha bir takip edilir oldu. Arif TEKİN’ in yayınları incelenmeye başladı. İlhan ARSEL yeniden keşfedildi. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Caner TASLAMAN, Emre DORMAN gibi “sıra dışı fikirli” tabir edilecek İslamcıların videoları ve yayınları hit yapmaya başladı. Mustafa İSLAMOĞLU ve Mehmet OKUYAN gibi farklı bir perdeden konuşan ilahiyatçılar sağlam yükselişte. Edip YÜKSEL tekrar keşfedildi.

Richard DAWKINS, Michio KAKU, Carl SAGAN gibi bilim insanlarının yazıları daha bir takip edilir oldu. İnsanlar alternatif inançları veya inançsızlığı araştırır hale geldi.

1960’ların ortalarından sonra, özellikle 1970’ lerde Çiçek Çocukları akımında Hristiyanlıktan sıyrılarak bir nevi Doğa dinine ya da Budizm’e sağlam kaymalar olmuştu. Woodstock etkinliklerinde özgürlüğü kendi açılarından bir kez daha keşfeden Hippi akımı dinleri adeta karşısına almıştı. Okurlarımız arasında bu jenerasyona ait olup “Hayır biz dinlere karşı çıkmıyorduk!” diyenler varsa o akımı iyi incelemelerini tavsiye ederim. O jenerasyon yasaklara tepki olarak doğmuştu. Bu yasakların içerisinde semavi dinler de vardı. Bu arayış herkes de elbette farklı sonuç verdi. Kimisi bu kimlik arayışında farklı dinlere yönelme eğilimi gösterdi. Örneğin müzik sanatçısı Cat STEVEN, Yusuf İSLAM oldu. Şöyle bir soru aklınıza takılabilir: “Peki, madem dinlerden sıyrılmak istediler, o halde Budizm de bir din, neden ona karşıt görüş geliştirmediler?” şöyle cevap vermeye çalışayım. Sebebi çok açık. Budizm, onlara göre, doğa kökenli ve insan odaklı idi. Zaten işin içine girdikten sonra bu inançtan da dönenler oldu. Mesela 70’lerde Nepal ve Hindistan’a seyahatler çok modaydı. Hatta İstanbul, Hippi’lerin geçiş güzergâhının tam ortasına yakın bir toplanma noktası idi. Gençler İstanbul’da bir araya geldiğinde o dönemin gazeteleri bunu bolca sayfalarına taşırdı. Hippilerin bir diğer adı da “Bitli Turist” idi. Neyse bu konular şu an bizi ilgilendirmiyor.

Hippi akımını doğuran faktörler arasında yasaklar ve dinler var demiştim. İnsanlar, özellikle gençler, yasaklar ve farklılıkları bir kenara atarak kendilerince ortak bir yol keşfetmeye çalıştılar.

Sorgulama veya tepki süreçleri hemen her çağda ve her toplumda yaşandı. Ömer HAYYAM’ ın sağlam bir medrese eğitiminden geçtiğini, hatta meşhur Gazali’nin arkadaşı olduğunu unutmamak gerek.

Peki, neler oluyor ya da oldu? Yazımın başında Tarkan’ın şarkısına atıf yaptığım üzere: “Biz Nereye”?

Daha önce defalarca, birçok makalede ülkemizdeki inançları sorgulayanların kafalarındaki sorular nedeni ile bu yola girdiğini yazmıştık. Bunun haricinde çevresel faktörleri inceleyecek olursak, gözümüzün önünde inanılmaz bir çelişkiler yumağı var.

Bir kere ülkemizde kendini Müslüman olarak niteleyen çoğunluğun her biri farklı bir yoldan gidiyor.

Bu kapsamda Ebubekir SİFİL, Abdülaziz BAYIDIR ve Caner TASLAMAN’ı örnek tutacağım. Şahıslarında onlara kesinlikle ne bir hakaret ne de bir reddiye sunacağım. Sadece onların tartışmalarından bazı kısımları sizlere aktaracağım. Yorum size ait olacak.

Geçenlerde internette Ebubekir SİFİL ve Abdülaziz BAYINDIR Hoca’nın münazara videosuna denk geldim. Açık konuşmak gerekirse Ebubekir SİFİL, Abdülaziz BAYINDIR’ ı sağlam köşeye sıkıştırdı. Video Youtube üzerinde var. İzleyebilirsiniz. Şöyle bir soru getirdi Ebubekir SİFİL: “Bana Kuran dışından, Kuranın tahrif edilmediğini doğrulayan bir şey gösterin?” dondum kaldım. Hadi biz böyle soruları sorsak neyse. Bunu soran bir ilahiyatçı olunca işin rengi değişiyor. Abdülaziz BAYINDIR bir şey diyemedi, sadece “Kuranın tahrif edilmediğinin kanıtı yine Kurandır.” Diye cevap verdi. Ebubekir SİFİL tekrar söz alarak şöyle diyor: ”Bir şey kendi kendine kanıt olamaz, doğrulayamaz.” Aslında tartışmanın özünü şu oluşturuyor: Ebubekir SİFİL’ in görüşü, hadisler olmadan İslamiyet olmaz. Hadisler Kuran’a uyar veya uymaz. Sen, sahih denilen hadisler olmadan İslamiyet’i yaşayamazsın. Abdülaziz BAYINDIR tersini savunmaya kalksa da cevap veremiyor.

Ebubekir SİFİL bu şekilde Caner TASLAMAN’ı da ters köşe etmişti. Şöyle sordu Ebubekir SİFİL: “Cuma namazına dair Kurandan delil göster.” Caner TASLAMAN hemen Cuma suresini örnek verdi. Ebubekir SİFİL’ de “Burada Cuma namazı kılın demiyor. Cuma günü hangi namaz olduğu belirtilmiyor, nasıl tespit edeceksin? Bana çevirilerden örnek verme. Kuran açıkça ne diyor onu söyle” diye cevap verdi. Caner TASLAMAN cevap bile veremiyor. Bazı medya organları bu tartışmayı meşhur “Sidik Hadisi” çıkışı ile Caner TASLAMAN’ın kazandığını iddia etse de objektif bakıldığında Ebubekir SİFİL’in verdiği yanıtlar ustaca ve doğru.

Aslında Ebubekir SİFİL’de bana göre Kuran’daki çelişkilerin farkında. Bu çelişkileri “Allah’ın inayeti ve izni ile” peygamber hadislerinin ortadan kaldırdığına inanıyor. En azından görüşlerine bakıldığında ben böyle inandığını düşünüyorum çünkü hararetli bir hadis savunucusu ve hadisler olmadan İslamiyetin anlaşılamayacağını ifade ediyor.

“Bize sadece Kuran yeter” diyen reformcu Müslümanlar maalesef hiç okumadıklarından dolayı, Mustafa İSLAMOĞLU, Caner TASLAMAN, Mehmet OKUYAN veya Emre DORMAN ve benzeri isimlerin yayınlarını takip ederek cevap bulmaya çalışıyorlar. Onların anlattıkları mantıklı geliyor. Neden? Adam kuran ile konuşuyor da ondan.

Bir makalesinde Site Başyazarı ve Yönetici A. KARA şöyle yazmıştı: “İyi de namazları da hadislere göre kılıyoruz? O ne olacak”

Kısacası sadece Kuran bana yeter diyen grup “maalesef” sınıfta kalıyor. Çünkü namazın nasıl, ne şekilde, ne formatta hangi vakit ve sürelerde kılınacağı Kuran da yazmıyor. Hatta Kuranda vakitler çelişkili belirtildiği için Şiiler, Vahhabi’ ler ve ülkemiz sünni Müslümanları farklı vakit veya formatta namaz kılıyor. Demek ki bu noktada hadis veya sünnet inkâr edilemiyor. Yani Kuran’ı anlayarak okuyanlar için “Kuran bana yeter” demek sadece kendini kandırmaktan ibaret.

Şöyle bir yoldan gidenler de var: “Hadisleri kabul ederim ama Kuran’ a uymak kaydı ile”. Maalesef bu düşünce yapısı da kökünden çürük. Burada hangi hadis Kurana uygun veya değil kim belirleyecek? Vicdanınız mı? Hocanız mı? Kim? Kurana uygun hadisleri söyleyen birinden (örneğin Müslim, Buhari…) hangisini reddedebileceksiniz?


Hani kuran apaçık eksiksiz idi? Şimdi siz Kuranı eksik yapmış olmadınız mı? Kuran “biz hiç bir şeyi eksik bırakmadık” diyorken siz nasıl eksik arayabiliyorsunuz? Hatta bu eksiklikleri kapatmak için Hadis veya Sünnet’e başvuruyorsunuz?

Bu gibi tartışma programları gözümüzün önünde cereyan ediyor. Bir gün bir başka hoca çıkıp abuk subuk bir şeyler söylediğinde, saçma sapan fetvalar verdiğinde hemen: “Ama İslamiyet’te böyle değil” diyoruz. Adam önümüze delil koyduğunda ise “aslında öyle değildir” diyoruz. Adam “aslında öyle olduğunu” kanıtladığında “o zamanın şartları” diyoruz. “O zamanın şartları” dendiğinde ise Kuranın evrenselliği ortadan kalkıyor. Yani nereden bakarsanız bakın elinizde patlıyor.

Mesela bir tartışma programında ilahiyatçılar peygamberin eşlerinin aslında cinsel amaçlı seçilmediğini, Peygamberin onları eş yaparak bakımlarını üstlendiğini ve bu şekilde nasıl örnek olduğunu bize aktarmaya çalışıyorlardı. İyi de bu durumda hadislere ters düşülüyordu. Hem de Sahih-i Buhari veya Sahih-i Müslim’e… Yani sahih hadis külliyatını oluşturan Kütüb-i Sitte’yi oluşturan kitaplardan en sağlam ikisine.

Mesela Ayşe’nin peygamberle evlilik yaşı konusunda farklı yaklaşımlar:
1.Kimisi “Ayşe’nin yaşı 9 idi, eğmeyin bükmeyin, sünnet ve siyer’e karşı mı geliyorsunuz!” diye reddiye geliştiriyor.
2.“Ayşe ile 9 yaşındayken evlendi ama büluğ çağından çok sonra 17-18 yaşında cinsel ilişki oldu.” Diyen reformcular.
3.“Arap coğrafyasında kızların yaşı ilk regl’den itibaren hesaplanır. Bir kız 12 yaşında regl olduğu varsayılsa o halde Ayşe 21 yaşında iken evlenmişlerdir.” Diyen bir diğer reformcu grup.
4.“O dönem kayıt tutulmuyordu, Ayşe’nin kaç yaşında olduğunu bilemeyiz. Peygamber de bir çocuğu koynuna almaz elbette ki!” diyen bir diğer vicdanlı reformcu grup.

Açık olmak gerekirse, sünnet,hadis,siyer üçlemesi baz alındığında, tüm mezheplerin nadiren müttefik oldukları hususlardan birisi de Ayşe’ nin yaşıdır. Ayşe 9 yaşında iken peygamber ile evlenmiştir. Diğerleri kaynaksız ve araştırmadan yoksun, sadece vicdanları rahatlatmaya çalışan, kişilerin ürettiği fikirlerdir. Kısacası yukarıda saydığımız 4 yaklaşımdan ilki hariç diğerleri dayanaksızdır.

Bazı yazılarımda, İnternet’te yer alan her bilgiye güvenmeyin diyorum. Halen fikrim değişmedi. İnternette çok yanlış ve eksik bir bilgi kalabalığı var. Peki, bana nasıl güvenebilirsiniz? İşte bu nedenle kendi fikir ve görüşlerimi mümkün olduğunca dışarıda tutuyorum. Bu yazımın temeli benim bir iddiam oluşturdu. Ama bu iddiamın temellerini benim fikirlerim oluşturmadı. Bu fikirleri yazımda önünüze koydum. Neyi ne şekilde anlayacağınız size kalmış.

Bir önceki yazım olan “Müslüman Nazi” ler bu nedenle yaklaşık 3 hafta sürdü. Her seferinde ya kaynaksız bilgi ile karşılaştım ya da edinip yazdığım birkaç paragraflık bilginin aslında yanlış olduğunu, daha sonra farklı kesin kaynaklardan öğrenip yazıdan kaldırdım. Sadece ortak ve herkesin üzerinde ittifak ettiği bilgileri önünüze koydum.

Ülkemizde bu kadar çok farklı inanç grubu, mezhep, cemaat, grup ve benzeri din kökenli kümeler oldukça tartışmalar kesinlikle bitmeyecektir. Her biri bir diğerini dinsizlikle ya da yanlış yorum ile suçluyor. Ancak iş bu hususu eleştirmeye geldiğinde, yani bizler bu oluşumları eleştirdiğimizde hemen bize karşı birleşerek saldırıya geçiyorlar.

Aynen şu an toplumumuzda yaşandığı gibi. Adamlar neredeyse birbirini yiyecek. Biz de onlara “Yaşadığınız sorunların sebebi inandığınız din” dediğimizde hemen düşmanımın düşmanı dostumdur deyip bize atağa geçiyorlar.

Ne dinsizliğimiz kalıyor ne gâvurluğumuz. Onlara göre İngiliz, Siyonist uşağı, sapkın kandırılmış kişileriz. Yabancılara çalışan ajanlarız ya da toplum mühendisiyiz. Ya iluuminati ajanıyız ya da mason localarının emrinde beyni yıkanmış zombileriz.

Hiç birisi değilim. Önce kendinize bakın. Daha inandığınız değerlerde, dinde müttefik olamıyorsunuz, bir de bize çatıp, “Bu deistler, ateistlere ölümmmmm!” diye çığırtkanlık yapıyorsunuz. Denk geldiğinizde ya aşağılamaya ya da ötekileştirmeye çalışıyorsunuz. Sorsanız, ülkede ki tek Deist ya da Ateist tayfa Nişantaşı-Cihangir toplumu. Biz de bu toplumun üyesiyiz onlara göre…

Farkında değilsiniz sevgili yobaz ama sizin tabirinizle “entel-dantel” olmayan, Cihangir veya Nişantaşı’nda oturmayan, sanayide çırak, fabrikada işçi, evde ev hanımı, ortaokul terk, simitçi, polis, ekonomist, hemşire, asker, ayakkabı boyacısı, bakkal, baklavacı, itfaiyeci, kasap, terzi, anketör, sigortacı, oto tamircisi o kadar ama o kadar çok deist ya da ateist var ki… Sizin üst perdeden oluşturduğunuz “Mahalle Baskısından” dolayı hiç biri ortaya çıkamıyor.

Hep diyorsunuz ya, “Şimdiye kadar hep hakir görüldük, hep örselendik, hep ötekileştirildik, hep aşağılandık” edebiyatı yapıyorsunuz ya, aslında bu söyledikleriniz hiçbir zaman olmadı. Bunu yapan bizzat sizsiniz.

Ondan sonra diyorsunuz: “Bu gençlerde, bu toplumda deizm, ateizm gibi düşünce yapıları neden artıyor? Neden dinlerden sıyrılmalar arttı?” Sizce sebep siz ve sizin çelişkileriniz olabilir mi? TV ekranlarında ve medyada boy boy birbirinizi dinsiz ilan etmeniz, “Doğru Müslümanlığı 1400 yıl sonra aslında sizin bulduğunuz” gibi saçma sapan fikirler yüzünden bu millet dinlerden sıyrılıyor olabilir mi?

 Aslında bu nedenlerle toplumu parçalayan, ötekileştiren de sizsiniz. Önce kendi dininizde bir ittifak olun. Önce kendiniz bir “İrşad” olun, tek ve sabit bir İslam’da birleşin, sonra bize laf edin. Sokaktan 3 adam çevirip din ile ilgili sorular sorsanız, 3’ ünden de farklı yanıt alırsınız. Her biri kendi hocasının ağzından konuşur.

Son zamanlarda reformcu İslamcılar arasında bir de şu tabir moda oldu: “Türkiye’de batıl olan Emevi İslamiyet’i yaşanıyor. O nedenle bu çelişkiler var!”.

Bu yazıyı okuyunca kafanıza bazı hususlar mı takıldı? Site içerisinde “PDF Kitaplar” bölümünde Turan DURSUN, Arif TEKİN, Bahriye ÜÇOK, İlhan ARSEL, Richard DAWKINZ ve daha birçok yazarın değerli kitapları pdf formatında mevcut. İmkânınız varsa aslını satın alın. Maddi durumunuz el vermiyorsa pdf olarak okuyun.

Bu işin çözümü aslında o kadar basit ki? Çözüm nitelikli ve kaliteli bir eğitim sistemi ve öğretmenlerde. Ancak maalesef Prof. Dr. Celal ŞENGÖR hocamızın dediği gibi ülkede düzgün bir eğitim sistemi ve üniversite yok ki nitelikli insanlar yetişebilsin.

Hala yıllar önce kapatılan “Köy Enstitülerini” tartışıp ahlarla vahlarla vakit harcıyoruz. Yok, zamanında dünya kupasında biz Dünya 3. sü olduk, yok cim bom Avrupa kupası aldı, yok 1950’lerin Puşkaş’lı Macaristan’ını yendik gibi geçmişle avunma veya ahlar ile vahlar… Çözüm üreten yok. Pardon çözüm üreten bazı kişilere saygısızlık etmeyelim. Organik Hoşafımız var.

Her ne kadar sıkıntılı olursa olsun. Güzel ülkemi ve insanlarını seviyorum. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK başta olmak üzere nice şehidimiz ve gazimiz sayesinde kendi ülkemizde yaşıyoruz.

Sadece merak ediyorum. Yazımın başında dediğim gibi, “Biz nereye?”
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

NAZİ MÜSLÜMANLAR

DP, Almanların yahudi katliamı,Nazilere yardım eden,Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik, El-Hüseyni ve yahudi katliamı, islamiyet, din,tarih,Adolf Hitler soykırım,Hitlerle işbirliği yapan El-Hüseyni,Müslüman naziler
“Din ile oynamak”… 1998 yılı yapımı, Mehmet Ali BİRAND’ın sunduğu “12 Eylül” belgeselinde Maraş Katliamı anlatılırken kullandığı giriş cümlesi… Din ile oynamak, kitleleri hızlı ve etkin bir biçimde harekete geçirdiğinden en sık başvurulan yöntem. Neydi Maraş olayları, Sünniler ve Aleviler birbirlerine düşürülmüş, kara propagandalar ile onlarca kişinin ölümü, yüzlerce kişinin yaralanması ve telafi edilemeyecek toplumsal travmalara neden olmuştu. Günümüzde bu olayı hatırlayanların sayısı çok çok az. Toplum hafızamızdan adeta silindi. Ya da bu ayıpla yaşamayı kaldıramadığımız için hemen silmeyi denedik. Bu olayın failleri halen aramızda dolaşsa bile… Hemen her sistem, belirli bir şekilde dini kullanıyor. Nihai çıkarlara ulaşmadaki başarısı kaçınılmaz.

Ve 2. Dünya savaşı. Hani şu ülke olarak teğet geçtiğimiz, dünyada taşları yerinden oynatan, uluslar arası çıkar kartlarının yeniden dağıtılmasını sağlayan, 2 kutuplu dünya düzeninin yaratıcısı, çoğu ülkenin yok oluş veya oluşumunu sağlayan savaş. A.B.D. yi dünya sahnesinde “The Brave” yapan savaş. Bu savaşı hepimiz hafızalarımızda gamalı haç ve Hitler ile özdeş tutarız. Netice de Naziler dünyaya kan kusturmuş, ırkçı/faşist bir yönetim sistemi altında dünyaya egemen bir toplum hedeflenmişti. “Führer” önderliğindeki bu hareket Avrupa’da büyük çaplı yıkımlara neden olmuştu. Sadece Avrupa mı? Bu savaş tüm dünyada vuku bulmuştu. Dünyanın diğer tarafında Nazilerin kutsal çıkar müttefiki “Güneş İmparatorluğu” yani Japonya Pasifikte egemenliğini ilan ediyordu.

Sonuç mu? Sonucu zaten hepimiz biliyoruz. Almanya yenildi ve ikiye bölündü. Japonya yenildi. Tüm bunları Schindler’in Listesi, Er Ryan’ı Kurtarmak, The Band of Brothers, The Pasific hatta Marvel âleminin ilk kahramanı Kaptan Amerika İlk Yenilmez yapımlarından biliyoruz. Geçmişte ise büyüklerimiz John Wayne’li, Clark Gable’li filmlerde 2. Dünya “Harbi” ni keşfetmişlerdi. Özellikle “Navaronun Topları” adlı film bu savaşa dair filmler arasında kült bir hale gelmiştir.

Jeep ilk defa bu savaşta karşımıza çıkmıştı. Muhteşem Nazi savaş makineleri ve icatları, atom bombası, füze teknolojisi, enigma, u-botlar ve daha niceleri…

Bazı okurlarımız yazımın giriş kısmının iki ayrı fikir içermesini biraz acayip bulacaklar. Mehmet Ali Birand’ın belgeselindeki “Din ile Oynamak” tabirinden 2. Dünya savaşının alakası ne?

Efendim öncelikle şöyle izah edeyim; Hiç Müslüman Nazileri duydunuz mu? “Hiç gamalı haç taşıyan Müslüman mı olur sayın yazar, yönlendirme yapıp ortalığı bulandırma. Zaten hepiniz onların gizli uşağısınız. Zaten güzel, barış ve esenlik üzerine olan dinimizi kötülediğiniz yeter, bir de bu işlere mi bizi monte edeceksiniz? Bu kadar mı sapkınsınız?” tipi reddiyeleri geliştirmeden önce yazımı iyice okuyun. Bu yazıda amacım Müslümanları ve ya İslamiyet’i kötülemek değil. Ancak o “barış ve esenlik” dininiz nasıl Nazilere hizmet etti onu anlatacağım.

Öncelikle Emin El Hüseyni’ yi tanıyalım. Bu zat-ı muhterem, Filistin Ulusal Hareketinin kurucusu sayılıyor. Osmanlı döneminde kuvvetli bir Abdülhamit hayranı olan El Hüseyni, Çanakkale savaşında Topçu Subayı olarak Osmanlı ordusunda görev alıyor. Yahudilere olan şiddetli düşmanlığı nedeni ile Osmanlı idaresinden çıkan Filistin’de birçok eylem ve toplumsal hareketi organize ediyor. Aslında halen Filistin de bir halk kahramanı. Osmanlı döneminden sonra Türkiye Cumhuriyeti dönemin de bizimle çok yakın ilişkiler kurmuş. 1921-1948 yılları arasında Filistin Baş Müftüsü olarak görev yapan El Hüseyni, bölgenin hem dini hem de politik liderliğini başarı ile “son dönemlerine kadar” başarı ile üstlenmiş. 1974 yılında Beyrut’ta vefat eden El Hüseyni, tüm hayatını Filistin ve Müslümanlık davasına adadığını çok kez ifade ediyor. Bu adama karşı nefret besleyen İngiltere dahi, Ortadoğu Arap toplumunun ve Müslümanların tepkisini çekmemek için El Hüseyni’ye dokunmuyor, hatta çoğu faaliyetine izin dahi veriyor.

Aslında Filistin’de İsrail devletinin resmi olarak 1948’de kurulmasından çok daha önceleri Yahudilerin buralarda toprak alımı ve lokal yönetimler oluşturma çabaları var. Yani 2. Dünya savaşı sadece bu devletin kuruluşunun hızlanmasına etki eden bir katalizör vazifesi görmüştür.

2. Dünya savaşına geri dönelim. Nazilerin meşhur SS’ leri en korkulan birliklerdi. Kuru Kafa amblemli bu birlikler en acımasız katillerden oluşuyordu. Nazi fikirlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. “Führer” onlar için adeta peygamber idi. O ne diyorsa doğru, ne yapıyorsa makbuldü.   

Adolf HİTLER, düşmanımın düşmanı dostumdur fikrini benimseyen bir şekilde, Yahudilere karşı Müslümanları kullanmayı öngörmüştür. Hali hazırda Müslüman ve Yahudi toplumlar birbirleri ile iyi geçinemiyordu. HİTLER’in “NAZİ İMPARATORLUĞU” nun kaynak olarak gördüğü topraklarda Müslümanlar kilit bir roldeydi. Ayrıca Avrupa arenasının en çetrefilli bölgelerinde, Sovyet yani “SLAV” unsurlarına karşı kullanılabilecek en etkili toplum yine Müslümanlardı. Balkanlar bunun için adeta bir laboratuvar niteliğinde idiler. Bu noktada Müslümanların “Gamalı Haç” a hizmet etmesi gerekiyordu.

Açıkçası Adolf HITLER iktidara gelirken Almanya’nın her tarafını “Gott Mit Uns” posterleri ile süslemişti. Türkçeye çevirdiğimizde “Tanrı Bizimledir” anlamına gelen bu propaganda ile dindar Almanlar HITLER’ e sempati duymuşlar ve ciddi oy kazanımları sağlamıştı. Yani Din, ciddi bir taraftar toplama ve “İş” yaptırma aracı idi. Hitler bu gücü keşfetmişti.

Peki Müslüman toplum nasıl NAZİ olacaktı? Fikirler, inançlar, söylevler, dünya görüşleri ve bakış açıları çok farklıydı. Ancak ortak nokta Yahudi düşmanlığıydı. Bu unsur bir çimento vazifesi görerek bu iki farklı kutbu birleştirebilirdi. Bu noktada Heinrich HIMMLER devre girdi. Zaten El Hüseyni ile görüşmeleri olmuştu. 1941 yılında bizzat Adolf HITLER ile görüştü. Bu görüşmede El-Hüseynî, Hitler’den şu hususları tanıyan bir beyanda bulunmasını ister:

1) Arap devletlerinin İngilizler ve Fransızların sömürgeci yönetiminden bağımsızlığı,
2) Bağımsız Arap devletlerinin birlik oluşturma hakkı
3) Filistin’deki bağımsız Arap makamlarının burada kurulması önerilen Yahudi anavatanını ortadan kaldırma hakkı.

Almanya, artık Bağdat’ta bulunan el-Hüseynî’ye Filistin’de bir ayaklanmayı kışkırtması için ödeme yapmaya başlar. El-Hüseynî, Bağdat’tan yaptığı radyo konuşmasında bir fetva vererek Müslümanları Büyük Britanya’ya karşı yapılan kutsal savaşa katılmaya çağırır. Daha sonra İngiliz birlikleri Bağdat’a yaklaşırken el-Hüseynî, sınırı geçerek İran’a kaçar. Bu arada Alman Abwehr teşkilatı, Arap gönüllüleri Alman Wehrmacht’ta destek birliği olarak hizmet vermek üzere eğitmek için Yunanistan’ın Atina şehri yakınlarındaki bir üste Alman-Arap Eğitim Departmanı kurar. İran’ın İngiliz ve Sovyetler tarafından işgali üzerine İtalyan diplomatlar, el-Hüseynî’yi İran’dan çıkarıp İtalya’ya kaçırır.

1941 yılının sonlarına doğru Adolf Hitler, Berlin’de el-Hüseynî’yi kabul eder ve bu toplantı Alman basınında yer alır. Führer, herhangi bir genel beyanat yayınlamayı ya da Ocak 1941 talepleri ile ilgili olarak el-Hüseynî ile bir antlaşma yapmayı reddeder.

Peki ya kapalı kapılar ardında neler görüşüldü ya da ne gibi anlaşmalar yapıldı. Bunları bilmiyoruz. Tarih varsayımlarla ya da fikirler ile yazılmaz. Yazılması da tasarlanması da yanlıştır. Bu nedenle komplo teorileri veya olasılıklardan bahsetmeyeceğim.

Sonrasına bakalım. El Hüseyni ve Nazi Almanya’sı arasındaki ilişkiler ağı nasıl ilerledi…

Hitler, El Hüseyni’ye resmi bir taahhüt vermedi ancak söz ile Filistin ideallerini Almanya'nın paylaştığını beyan etti. Kafkasları tamamen ele geçirince Yahudileri Filistin’den atacağını da ekledi.

Zaten bu coğrafya oluşum için gerekli atmosfere sahipti. Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan ve bölgede etkinliği kalmayınca Müslümanlar adeta sahipsiz kalmıştı. Geçmişin intikamı için etnik oluşumlar baş göstermişti. Sırp milliyetçi çeteciler Müslümanlar için büyük bir sorundu. Bu gruplar “Slav” milliyetçiliği etrafında birleştiğinden Sovyetlerin dolaylı olarak güdümünde olabilirdi. Adolf HITLER’in Müslümanları kullanması gerekiyordu. Bölgedeki Nazi yanlısı unsurlar kullanılarak Müslüman Boşnak ve Hırvat askerlerinden  13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar"adlı bir tümen oluşturuldu.

Hitler, “Balkan Laboratuvarında” Müslüman Nazileri gözlemliyordu. Burada sağlanacak bir başarı diğer coğrafyalarda da başarı getirecekti. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Müslümanlar bu sayede Nazi İmparatorluğunun sadık bir neferi olacaktı.

Arap coğrafyasının hemen hemen tamamı İngiliz ve Fransız etkisinden sıyrılacak, hızlı bir Alman etkisi sağlanmış olacaktı. Gamalı Haç, Müslüman-Arap coğrafyasında adeta güneş gibi doğacaktı.  Zaten bu bölge petrol açısından muazzamdı. Akdeniz bir Alman gölü haline gelecekti. Bunun için El Hüseyni sözü geçen kritik bir liderdi.

El Hüseyni, Himmler'le yaptığı görüşmede de Balkan Müslümanları ile arasının iyi olduğunu, bu bölgedeki Müslüman Nazi sistemini daha etkin hale getirebileceğini ve sayılarını artırabileceğini ifade etti.

13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar" yani diğer bir adıyla “Fesli Naziler”, yeterince taraftar bulamamıştı. Bu durum HITLER’in canını sıkıyordu. İşte bu anda El Hüseyni devreye girdi. Hızlı bir şekilde propaganda çalışmaları başladı.

Antisemitik söylevler etrafında gelişen bu propagandalar da El Hüseyni, Osmanlı dönemindeki gibi Müslümanların rahat ve özgür yaşayacaklarını, haklı davalarını Nazi Almanya’sında rahatlıkla ifade edebileceklerini anlatıyordu. Müslümanlar için bulunmaz bir veli nimet olacaktı.

Zaten Müslüman aleminde Emin El HUSEYNİ sözü geçen bir lider olduğundan inanılmaz bir taraftar kitlesi edindi. Hatta Müslüman Boşnak ve Hırvatlardan başka azınlıkta olmak üzere Türk ve Arap katılımlar bile sağlandı. Kırım Türklerinden dahi katılım olduğu ifade edilmiştir (Kırım Türkleri konusunda sağlam kanıt yoktur).

13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar", balkanlarda ki operasyonlarda başarı gösteriyordu. Emin El Hüseyni’nin fetvaları inanılmaz katkı sağlamıştı. Müslümanlar, Nazi’leri kendilerine ve dinlerine sağladıkları katkı nedeniyle neredeyse mübarek görüyorlardı.

Sonuç olarak HITLER Müslümanları kullanacaktı. Yani DİN faktörünü kullanacaktı. Olmadı. Balkan Laboratuvarında denenen Fesli Müslüman Naziler tarihin tozlu raflarında ve hafızalardaki yerini aldı ve yitip gitti.

Bu noktaya kadar 2. Dünya savaşında görev yapan bir Nazi Tümenini konu ettik. Bu Müslüman Nazi tümeninin motor gücünü “DİN” sağlıyordu. Müslümanlık kisvesi altında Nazilere hizmet ediliyordu.
DP, Almanların yahudi katliamı, Nazilere yardım eden, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik, El-Hüseyni, islamiyet, din, tarih, Adolf Hitler soykırım, Hitlerle işbirliği, Müslüman naziler,
(İftira diyerek savunmaya geçecekseniz dünyadaki birçok müzede kayıtlı olan fotoğraflardan Müslüman SS birliklerini bulabilirsiniz. Islamic Nasizm yazarak aramanız yeterli. Bu, yüzlerce fotoğraflardan sadece birisi:
(Muslim members of the Waffen-SS 13th division at prayer during their training in Germany, 1943)

İşte DİN faktörü kullanıldığında neler sağlayabiliyorsunuz küçük bir örnek. Bu 13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar" ın yaptıklarını ilgi tutan Sırplar, Serebrenitza gibi soykırımlara imza attı. Bosnalı Müslüman Boşnaklara katliam ve soykırım uygulayan Sırplar, bunun 2. Dünya savaşındaki Nazi Müslümanlarına karşı intikam olduğunu söylediler ve bu şekilde propaganda yaptılar. Hem ülkemizde hem de Bosna’da yaşayan insanları yargılamıyorum. Ancak zamanında o bölge de yaşanan acılarda o Müslüman Nazi tümeninin de payı var. Etki tepkiyi doğurdu ve adeta kan davasına dönüştü. Peki ya o bölgedeki Sırpların Müslüman Boşnaklara saldırmasının sebebi sadece milliyetçilik mi? Hayır. Ortodoks Hristiyan kimliğinin bu noktada büyük bir payı var. Kısacası balkanlarda kanayan yaranın yegâne sebebi dinler. İstediğiniz kadar eğin, bükün veya kıvırın. Sonuç ortada…

Din her zaman birleştirici olmaktan ziyade ayrışmanın ve ayrımın bir kaynağı oldu. Küçükken Alevilerin veya Aleviliğin kim ya da ne olduğunu bilmiyordum. Bana onların sapmış olduğu öğretiliyordu. Hele Hristiyanlar ve Yahudiler tümden sapkındı. Semavi dinden olmayanlar ile dinsizler zaten gayya kuyusunun yakıtı idiler.

Şimdi düşünüyorum. İnsanı insan yapan. Pardon bu dünyada tek canlı türü biz değiliz. Tür ırkçılığı yaptım. Cümlemi en baştan ve yeniden yazıyorum:

Şimdi düşünüyorum. Canlıyı canlı yapan unsur ister tanrı olsun ister tesadüfen gerçekleşen bir evrim süreci. Önemli değil. Hepimiz bu dünyanın misafiriyiz. Geldik ve gidiyoruz. Neyi paylaşamıyoruz ki? Ülkeler, toplumlar, ırklar, türler, fikirler, düşünceler ayrım unsuru değil, zenginleştirici unsur olarak görsek ne olurdu… Sanırım fazla melankolik bir düşünce oldu. Ütopyalar hayatımızı şekillendirmemeli.

Daha önceki bir yazımın sonlarındaki kelimelerimi tekrar kullanmak istiyorum. Kimsenin malı veya canı bana caiz değil. Kimse bana cariye değil. Gerekli koşulları taşırsam birden fazla kadın istemiyorum. Eşimi çok seviyorum. Eğer bir yaratıcı var ise kendi yarattıklarını beni kullanarak neden öldürmek istesin ki? Neden onların kanı bana caiz olsun ki?

Din… Maalesef hiçbir zaman birleştirmedi. Hep ayırdı. Hep ötekileştirdi. Hep öldürdü. Hep acı çektirdi. Hep geriye itti. Hep köreltti.  Tersini mi iddia ediyorsunuz? Bir zahmet en baştan, site başyazarı ve yöneticisi A.KARA dostumun yazılarından başlayarak tüm makale ve yazıları okuyun. Ama tarafsızca ve objektif bir şekilde okuyun. Neye inanıyorsanız ya da inanmıyorsanız yine de okuyun. Hatta önce kendi kutsal kitabınızı anladığınız dilde “Anlayarak” iyice okuyun.

Din ile oynarsanız, dini kullanırsanız insanlara her şeyi yaptırırsınız. Paralarını ve ırzlarını alırsınız (bakınız kendilerini hocalarına bırakan erkek ve kızlar). Canlarını alırsınız ve kimsecikler size bir şey yapmaz. Savaş çıkartabilirsiniz. Darbeye kalkışabilirsiniz (Bakınız FETÖ soytarıları, din ile ülkeyi ele geçirmeye çalışıp mahvettiler). Cinlerini çıkartmak için “Her şeylerini” alabilirsiniz. Ülkeleri ve toplumları birbirlerine düşman edebilirsiniz. Onların canını ve malını caiz kılabilirsiniz. IŞID (yada DAEŞ bende karıştırdım) gibi örgütleri kurup taraftar edinip suç örgütü kurarak katliamlara imza atabilirsiniz.

Kişisel sebeplerden dolayı uzun zaman yazı yazamadım. İşler güçler diyelim. Bu hafta arayı kapatacağım “İnşaAllah” J
Sağlıcakla kalın.
Yazan: Demon Product

Nazi Müslümanlara dair bazı tarihi fotoğraflar

Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,

İNANMAK İSTİYORUM

Küçükken Star Wars’ı ilk izlediğimde Obi Van Kenobi’nin Luke ‘ a söylediği sözler etkilemişti beni…. “Güce inan Luke, hisset… O sana içindekini verecek…”. Eve gidip düşünce gücü ile pinpon topunu hareket ettirmeye çalıştım. Olmadı.

Babaannem hastalanmıştı. Ölümle pençeleşiyordu. Ölüm gerçekti, kimse sonsuz yaşayamazdı. Bunu biliyordum ama karneme az bir süre vardı. “Ne olursun Allah’ım karnemi görsün” dedim. Olmadı. “Allah'ım ne olur düşenleri koru mazlumları muhafaza eyle” dedim. Olmadı. Küçük bir çocuk tecavüze uğrayıp öldürülmüştü. O da “Allah'ım yardım et” demişti kendince. Olmadı. Bir füze ile vücudu yandı Filistinli çocuğun, o da “Allah'ım ne olur yardım et” dedi. Olmadı. Bir terörist kurşunu aldı Mehmetçiğin canını. Yaralı iken “Allah'ım beni doğmamış evladıma, vatanıma bağışla” dedi. Olmadı.

Sorun hep bizdeydi. Sınavdı. İnançlarımız bunu böyle söylüyordu. Haşa hayır Allah'tan, Şer ise bizdendi. Alternatif bir fikir hep kötü idi. Bilim? Zaten her şey kutsal kitaplarda yazılı. Ne gerek var ki bilime? Cübbeli hocanın dediği gibi: “İman olmadıktan sonra Mars’a, Uzay’a gitsen ne olacak… Manyak manyak işler. Oraya harcanan parayı sen bana ver ben anlatayım sana!”

Bir Müslümana sorduğumuz da: “Neden yeryüzünde kötülük var? Çünkü doğru İslamiyet Yok. Neden İslam coğrafyasında sıkıntı var? Çünkü kimse doğru İslamiyeti yaşamıyor”.

Bir Hristiyan'a veya Yahudi'ye de sorsak aynı cevap geliyor. “Kimse doğru Hristiyan değil” ya da “Kimse doğru Yahudi değil”.

“Sorun bende dinimde değil, Beni yargıla ama dDinimi yargılama çünkü o doğru” sloganı her dilde tüm sosyal medyayı kapladı.

Bir Marksiste sorduğumuzda “Neden Komünizm çöktü?”. Çünkü kimse doğru komünizmi yaşamadı ki der. Hatta bununla ilgili makaleler, kitaplar ibadullah mevcut.

İnançlar (İster dini ister din dışı olan), aslında tüm hayatımızı şekillendiriyor. Çünkü inanmak istiyoruz.


“Düşünüyorum o halde varım!” demişti Descartes. Bu noktadan hareket eden bir güruh ise “İnanıyorum o halde varım” gibi ilginç bir çıkarımda bulunmuştu. Dinlerin temeli bu kavram üzerine kurulu idi. İnanmak… İnanmak istiyoruz ve farkında olsak da olmasak da hayatımızı inançlar muazzam bir şekilde yönetiyor. Karşılaştığımız birçok unsuru açıklamak veya tanımlamak istiyoruz. Bunu yapamadığımızda inançlar devreye giriyor. Varsayımlar üretiyoruz. Daha sonra bu varsayımlara kanıt arama peşine düşüyoruz. Bazen bu varsayımların kökeninde psikolojik kökenli sorunlar veya travmalar bulunabiliyor. Bu tip durumlarda doyurucu bilgi ve sonuca, yani kanıta ulaşamadığımızda inançlar devreye giriyor.

İnanç, herhangi bir düşünceye, kesin ve net bir şekilde, tam bir biçimde bağlanılmasıdır. İnanmak için insan delil bulmaz ise delil üretir. Gece yatağında ağaç dallarının gölgesini canavar sanıp canavarların varlığına inanan bir çocuk fikrinden çokta farklı değildir.

İnancın karşısında sanılan, ancak aynı kulvarda bulunmayan bilim, karşılaşılan ve gözlemlenen şeylerin açıklanmasında kanıtları, test edilmeyi ve yanlışlanabilirliği ister. İnançların bunlara ihtiyacı yoktur. Bu noktada geliştirilen varsayımın kuvveti önemlidir. İnanç evriminin en önemli ve kuvvetli çıktısı dinlerdir. Din gözlemlenmeyen, ölçülemeyen, test edilemeyen ve yanlışlanamayan varsayımları kabulü öngörür.

İnanların önüne bilimsel kanıt getirdiğinizde doğal olarak inançları ağır basacak ve “gerçeği” reddedeceklerdir. Örneğin dinsel herhangi bir ögeyi veya dogmayı bilimsel olarak çürüttüğünüzde (evrim) hemen ret mekanizması gelişecektir.

Sorgulamaya açık ancak inançlara sıkı sıkıya bağlı bireyler bu noktada inanç ve bilimi örtüştürmeye çalışırlar. (Örneğin dini kitaplarda bilimsel gerçeklerin bulunduğu safsatası)

Bilim, varsayımların gözlemlenebilir, ölçülebilir, test edilebilir ve yanlışlanabilir bir şekilde yorumlanması ve kanıtlanması ile gelişir. İnançların buna ihtiyacı yoktur.

İnanmak için kanıta ihtiyaç duymazsınız. Sadece inanırsınız. Daha önce belirttiğim gibi sadece inanmak istersiniz.

En temel bilgi arayışı varlık amacı üzerine olmuştur. Kimiz, neyiz, neden varız, varlığımızın sebebi ne, hayatta her sistem bir amaç üzerine mi kurulu? Bu arayışların temelinde tek sebep “özel hissetme” güdüsüdür. İnsanlar kendilerini özel hissetmek isterler. Eğer varsak bir görevimiz olmalıdır. Bu görev evrensel bir nitelik taşımalıdır. Peki, daha önce bu soruların bir cevabı olmadığını hiç hesaba kattınız mı? Bu soruların tamamı insanidir.

Matematiksel olarak insanın varlığının “bir yaratıcı olmadan” meydana gelmesinin sayısal olasılık hesabı ile imkansız olduğu varsayılır. Adı üstünde bu varsayımdır. Çünkü bilimin şu an geldiği noktada insanın yaratılışı evrimle mi olmuştur? Evet. Evrim var mıdır? Evet. En basitinden bili bu iki sorunun cevabını kesin bir biçimde yanıtlayabiliyor.

Vatikan evrimin olduğunu, insanın akıl ile donanımlanan bir primat olduğunu, aklını kullanma yetisini geliştiren ilk insanımsıların Âdem ve Havva olma olasılığının yüksek olduğunu ifade etmeye başladı.

Bilim “Tanrı Var mı?” sorusuna bir cevap veremiyor ya da bilim –şu an için- her şeyi cevaplamıyor. Bu doğru. Ancak bilim mevcut tüm inanç sistemlerini sorgulayabiliyor, hatta yanlışlayabiliyor.

Ortaya baktığımızda bir tarafta gerçekler var, bir tarafta da inançlar. Örneğin masanızda bir şişe içirisinde su var. Size bu suyun şifalı olduğunu ve normal bir su olmadığını söylüyorlar. Suyu analiz ettirdiğinde normal su olduğu ortaya

Karl POPPER yanlışlanabilmenin, bir teorinin bilimselliğini ya da kanıtlanabilirliğini ölçmenin en etkili yollardan birisi olduğunu ifade eder. Yanlışlanmaya açık hiçbir varsayım, teori zırvadan öteye geçemez.

Peki, tek inanç sistemi Dinler midir? Hayır. İnanca neredeyse dönüşmüş, dinleştirilmiş, din olarak adlandırılmasa da dine çok benzeyen unsurlarda var. Örneğin Marxiszm.


Prof. Dr. A. Celal ŞENGÖR “HEGEL denen salak” dediğinde ortalık ayağa kalkmıştı. Aslında bu sözü ondan önce Karl POPPER farklı bir biçimde ifade etmişti. Nietzsche ve Schopenhauer gibi birçok ismin eleştiri hedefinde olan bu Alman Filozof Diyalektiğin formülünü bulmuştu. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, tez-antitez=sentez diyalektiği formüle etmişti. Diyalektik her ne kadar düşünce tarihi kadar eski olsa da (bu konuda birçok filozof vardır ve Herakleitos babası sayılır) bunu formüle eden Hegel idi.

Bilimsel olarak yanlışlanmaya açık olmayan her türlü varsayım ve teori kabul edilmeyeceğine göre, Marxiszm de inanç ürünüdür. Çünkü yanlışlanmaya açık değildir.

Bilimden gelme geleneğine inansalar da Marxiszm doğayı anlamak ve gözlemlemek yerine onu değiştirmeyi öngörür.

İnanmak en büyük özgürlük olarak nitelenebilir. Ancak kabuller ölçüsünde. İnanmak bireyleri ilgilendirir ya da aynı inancı paylaşan kümeleri. Ancak inanç dendiğinde sadece dinler algılanıyorsa burada bir hata var.

Objektif olarak baktığınızda tek inanç ürünü dinler midir? Yoksa dine çok benzeyen, başka da inançlar var mıdır?

İnançlar maalesef şu an tüm insanlığı tehdit ediyor. İnsanlar sınıflara ve kamplara ayrılıyor. Ortada şöyle bir paradoks var ki eğer inançsızlar bir grup oluştursa bu da bir nevi kamplaşma olacak.

Peki ya çözüm? Çözüm aslında ortada. Çözüm bilimden geçiyor. Bilim inançla beslenmez. Aslında bilim için kuvvetli varsayımlara ihtiyaç var. Aynen Tanrının olabileceği gibi varsayımlara. Ancak varsayımlar yanlışlanmaya da açık olabilmeli; yani bir birey hangi koşulda Tanrı fikrinden vazgeçebileceğini ortaya koyabilmelidir.

Kimsenin inancını sorgulamıyorum. İster semavi dinlere mensup olun isterseniz Marx’ın dinine… Ancak hangi koşulda bu fikirden sıyrılabileceğinizi hiç düşündünüz mü?

Dinleri koşulsuz doğru kabul edelim. Ya içerdikleri bilgiler yanlış ise ne olacak? İçerdikleri sözlerin yanlış olduğu ve insan beyni ürünü olduğu kanıtlanırsa ne olacak? Vazgeçebilecek misiniz? Yoksa koşulsuz biat etmeye devam mı edeceksiniz?

Bilim İnanç değildir. Din değildir. Din gibi bir şeyde değildir. Bilim evren için çalışır. Onu anlamaya, çözmeye ya da kanıtlamaya çalışır. Ötesi ile ilgilenmez. Bilim belki her şeye cevap veremeyebilir, ancak günümüze hayatımızı kolaylaştıran her şeyi bilime borçluyuz.

İnanç sizin hayatta kalma sürenizi uzatmaz. Ancak bilim uzatır. Bilim sadece önceden yazılı kaderde yaşanacak olan şeye vesile midir? Yani aslında kaderinizde uzun yaşamak varsa bilim ile icat edilen ilaç ve gereçler sadece buna vesile midir? Bu size kalmış. İnanmak istiyorsanız öyle olsun.

Bilim, “BİL” kökünden türemiştir. Belki “BİLMEK” istersiniz diye düşündüm.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product