HABERLER
Dini Haber
KTZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KTZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ALLAH KÖLELİĞİ KALDIRMAYI TEŞVİK ETTİ Mİ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, İslam'da kölelik, Kur'an'da kölelik, Allah köleliği yasakladı mı?, Kuran köleliği yasaklıyor mu?, İslam ve kölelik, Maide 89, Nisa 92, Mücadele 3, Nur 32,

KUR'AN KÖLELİĞİ YASAKLIYOR MU?

Maide Suresi, 89. ayet: Allah sizi, yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden' dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun (yeminin) kefareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. (Bunlara imkân) Bulamayan (için) üç gün oruç (vardır.)…

Nisa Suresi, 92. ayet: Bir mü'mine, -hata sonucu olması dışında- bir başka mü'mini öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini  'hata sonucu' öldürürse, mü'min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir…

Mücadele 3: Kadınlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra dediklerini geri alacaklar (için), birbiriyle temas etmezden evvel, bir köle azat etmek (lâzımdır), işte size bununla öğüt veriliyor. Allah, ne yaparsanız, hakkıyla  haberdardır.

Nur Suresi, 32. ayet: İçinizde evli olmayanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah, Kendi fazlından onları zengin eder. Allah geniş (nimet sahibi)dir,  bilendir.

Köleliğin kesin olarak kaldırılması ile ilgili Kur’an’da hiçbir ayet yoktur. Bir çok yenilikçi Kur’an yorumcuları kölelik konusunda hep şunu savunurlar: “Eski zamanlarda kölelik çok yaygındı ve Araplar da kölelik sistemine çok bağlıydı. Eğer Kur’an o dönemlerde köleliği yasaklasaydı hiç kimse Müslüman olmazdı. Bu yüzden Allahü Teala köleliği kesin olarak yasaklamamış fakat köleliğin kaldırılması ve onların özgürlüklerine kavuşturulması için Müslümanları teşvik etmiştir.”

Köleliğin kaldırılabilmesine olanak sağladığı iddia edilen birkaç tane ayeti yukarıda paylaştım. Bütün ayetleri buraya eklemeye gerek görmedim. Yukarıdaki ayetlerde köleliğin kaldırılmasını teşvik etmeye yönelik bir durum  ya da niyet de  göremedim. Bir insan bir günah işlediğinde işlediği  günahın dört ya da beş farklı kefaret seçeneğinden birisi köle azat etmek. Hatta köle o kadar değersiz ki, bile bile yalan yemin eden birisinin ettiği yeminin kefareti olarak ailesine yedirdiğinin orta hallisinden on fakiri yedirmek ya da giydirmek, veya bir köle azat etmek ya da üç gün oruç tutmak. Yani köle azat etmek en fazla on fakirin birer öğünlük yemeğine eş değer tutulmuş durumda. Hz Muhammed’in döneminde insanların evinde o kadar çok köle ve cariye var ki müminin işlediği günahlar karşılığında bir köleyi azat etmesi bu sorunu çözmüyor. Eğer bir köle bu kadar ucuzsa kölenin birini özgür yapar bir başkasını alırsın. Yani biri gider biri gelir. Üstelik kölenin azat edilmesine yönelik ayetleri dikkatlice değerlendirdiğimizde niyet köle azat etmek değil, insanların günah işlemesine engel olmak. Hani bir erkeğin karısını üçüncü defa boşadıktan sonra aynı kadınla dördüncü kez evlenebilmesi için karısını başka bir adamla evlendirmesi ve ancak kadın o erkekten de boşanırsa evlenebiliyor ya. Yani erkeğe “aklını başına al, evliliğin çocuk oyuncağı değil, eğer karınla zırt pırt boşanırsan dördüncü sefer karını bu kez başka erkeğin koynuna sokmak zorunda kalırsın ona göre haaaa!” gibi bir ihtardan bahsediyorum. İçinde köle azat etmekle ilgili ayetlerde esasında kölelerin azat edilerek özgürlüklerini amaçlayan bir şey olmaktan çok mümin erkeklere bir ihtardır. “Doğru durun,  günah işlemeyin, şu şu yasakları çiğnemeyin yoksa şunu şunu yapmak zorunda kalırsınız ya da elinizdeki kölelerden birini özgürlüğüne kavuşturmak zorunda kalırsınız haaaa!”.

Eğer müminlerin kölelerini azat etmeleri teşvik edilmek istenseydi nasıl ayetler gönderilirdi hadi şimdi de ben ayet yazayım.(Hepimiz bir araya gelsek, Kur’an’daki gibi ayetler yazamayız ya!)

“Ey müminler, Ramazan bayramı, Müslümanlar için bir barış, bir sevinç,  köleler  ve cariyeler için de bir umuttur. Kim Ramazan bayramına girer de elinde bir  tane köle veya cariye bulunursa onu azat etsin ve kimin evinde birden fazla köle ve cariye bulunursa muhakkak ki onların yarısını azat etsin.”

Veya

“Ey müminler,  Allah, elinizdeki köleleri azat etmenizi emreder fakat isteyenlerin kölelerini şartlı olarak azat etmelerinde sakınca yoktur. İsteyen karşılıksız olarak kölelerini azat eder. İsteyen ise kölelerini belirli bir ücret karşılığında olmak üzere azat edebilir. Buna göre azat edilen köle, özgürlüğünden sonra çalışmaya ve kazanç elde etmeye başlar. Bu kazancının belirlenmiş miktarını düzenli olarak kendisini azat edene  verir ve anlaşmış olduğu ücretin tamamını ödedikten sonra artık özgürdür. Kişinin kölesi ile yapacağı bu anlaşma, civarda bulunan ailesi dışındaki 10  şahidin önünde yapılır.”

Veya

“Ey müminler, Allah, elinizdeki cariyeleri azat etmenizi emreder fakat isteyenlerin cariyelerini şartlı olarak azat etmelerinde sakınca yoktur. Eğer cariyenizle evlenmek isterseniz ve cariyeniz de sizinle evlenmek isterse onlarla evlenmenizde sakınca yoktur. Eğer onlarla evlilik gibi bir niyetiniz yoksa  sizin belirleyeceğiniz  bir mehir karşılığında  mümin erkeklerle, cariyenizin de rızasını alarak evlendirebilirsiniz. Eğer bu da mümkün değilse, sizin evinizde size ve ailenize yapacağı 7 yıllık hizmet sonucunda onları mutlaka azat ediniz.”

Ya da

“Ey müminler, Kur’an’ı Kerim’in bütün ayetlerinin indirilmesinden sonraki yüz  yıla kadar bütün kölelerinizi özgürlüğüne kavuşturunuz ve bu  yüz  yılın bitişinden kıyamete kadar geçen süre içerisinde de köle uygulamasına bir daha riayet etmeyiniz. Bu size Allah katından kesin bir uyarıdır.”

CENNET

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, Cennet, islamiyet, Cennet ayetleri, Cennet tasviri, İslamiyette cennet, Kur'an'da cennet, Cennet sureleri, Fussilet 31, Zuhruf 71, Bakara 25, Nisa 57, Ra'd suresi, Cennetten akan ırmaklar CENNET
Lütfen ayetleri sonuna kadar okuyun. İsterseniz sadece kırmızı renkli olanlarını da okuyabilirsiniz. Kur’an’da  cennet ile ilgili çok daha fazla ayet var fakat genellikle aynı şeylerden bahsettiği için   bazılarını yazdım.

  • Bakara Suresi, 25. ayet: (Ey Muhammed) iman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.
  • Nisa Suresi, 57. ayet: İman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Onda onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır. Ve onları, 'ne sıcak-ne soğuk, tam kararında gölgeliğe' sokacağız.
  • Ra'd Suresi, 35. ayet: Takva sahiplerine vaadedilen cennet; onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgelikleri süreklidir. Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkar edenlerin sonu ise ateştir.
  • Hicr Suresi, 45. ayet: Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır.
  • Hicr Suresi, 47. ayet: Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.
  • Kehf Suresi, 31. ayet: Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.
  • Hac Suresi, 23. ayet: Hiç şüphesiz Allah, iman edenleri ve salih amellerde bulunanları altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler; ordaki elbiseleri ipek(ten)tir.
  • Fatır Suresi, 33. ayet: Adn cennetleri (onlarındır); oraya girerler, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada onların elbiseleri ipek(ten)dir.
  • Fatır Suresi, 34. ayet: Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamd olsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir."
  • Yasin Suresi, 56. ayet: Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde, tahtlar üzerinde yaslanmışlardır.
  • Sad Suresi, 51. ayet: İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler.
  • Sad Suresi, 52. ayet: Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş yaşıt kadınlar vardır.
  • Zuhruf Suresi, 70. ayet: "Siz ve eşleriniz cennete girin; 'sevinç içinde ağırlanacaksınız."
  • Zuhruf Suresi, 71. ayet: "Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız."
  • Muhammed Suresi, 15. ayet: Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?
  • Rahman Suresi, 54. ayet: Astarları, ağır işlenmiş atlastan yataklar üzerinde yaslanırlar. İki cennetin de meyve-devşirmesi (ordakilere) yakın (kolay)dır.
  • Rahman Suresi, 72. ayet: Otağlar içinde korunmuş huri kadınlar.
  • Rahman Suresi, 74. ayet: Bunlardan önce kendilerine ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
  • Rahman Suresi, 76. ayet: Yeşil yastıklara ve çarpıcı güzellikteki döşeklere yaslanırlar.
  • Vakıa Suresi, 15. ayet: 'Özenle işlenmiş mücevher' tahtlar üzerindedirler.
  • Vakıa Suresi, 16. ayet: Karşılıklı yaslanmışlardır.
  • Vakıa Suresi, 18. ayet: Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler,
  • Vakıa Suresi, 24. ayet: Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere (onlara sunulur);
  • Vakıa Suresi, 34. ayet: Yükseklere-kurulmuş döşekler (sedirler).
  • Vakıa Suresi, 36. ayet: Onları hep bakireler olarak kıldık,
  • Gaşiye Suresi, 13. ayet: Orda 'yükseklerde kurulmuş, tahtlar da vardır;
  • Gaşiye Suresi, 14. ayet: Konulmuş (içecek dolu) kaplar,

Şimdi de sizden 1400 yıl önce Arap çölünde yaşayan ve sık sık açlık-susuzluk  çeken Arap insanlarının  günlük yaşantılarını ve içinde bulundukları çölde olası hayallerini gözünüzün önüne getirin. Sonra da bu çöl hayatı hayallerini lütfen ayetlerde geçen cennetin özellikleri ile karşılaştırın.


Belki de İlâhiyatçıların sürekli olarak sarıldıkları ve artık bıkkınlık getiren şu açıklamaya sarılacaksınız: “Efendim 1400 yıl öncesinin insanlarına, hatta sıradan insanlar da değil bunlar,  dünyanın en cahil insanlarına islâmı kabul ettirme aşamasında cennet nasıl tarif edilecekti? Tabi ki de çölde yaşayan o insanların dünyalarına, hayallerine göre ayet inecekti…” Hadi bu açıklamayı değerlendirelim. Yani bütün dünya insanları, bütün teknolojinin, medeniyetin, gelişmişliğin ve daha da gelişecek olan insan yaşantısının ve birbirinden farklı hayallerinin içine,  ömrü boyunca sırf dünyanın en cahil insanlarının arasında islâm yayılabilsin diye  gönderilen 1400 yıl öncesinin çöl insanının  bilgi, birikim ve  zekâ seviyesine göre indirilen bir kitabı kendimize kılavuz mu yapacağız? Yüceler yücesi Tanrı’nın Yüceler yücesi zekâsı, eminim  daha uygun bir  çözüm bulabilirdi.

Bugün güneşin çok az olduğu ve serin hava şartlarının daha yoğun olduğu ülkelerde insanlar bırakın gölgeyi, yoğun güneş altında yaşamayı arzu ediyorlar. Bu insanların da belki şöyle bir hayali vardır: “Öyle bir yerde yaşayalım ki, güneş sürekli tepemizde olsun, hiç gölgelik olmasın. Veya günümüzde yaşayan çok fakir birisi cennette Jet Ski ile dolaşıp süper lüks bir yat ile gezinti yapmak isteyebilir. Veya bir başkası, kendisine ait bir uzay gemisi ile kâinatta hiç görmediği oluşumları, yapıları görmek isteyebilir. Bu tür arzular için tefsirciler aşağıdaki iki ayeti sık sık örnek göstertirler.

  • "... Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istediğiniz her şey de sizindir." (Fussilet, 41/31)
  • "... orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız." (Zuhruf, 43/71)

Kur’an’da cennetle ilgili 200 ün üzerinde ayet var. Bunların 90 tanesinde cennetin nasıl bir yer olduğu ve cennette nelerin olduğu anlatılıyor ve bu anlatımların tamamı çölde yaşayan Arapların kurabileceği hayallerle ilgili ve siz diyorsunuz ki eğer cennette farklı şeyler yaşamak istiyorsanız yukarıdaki iki ayet size göredir. Ben de diyorum  ki bu cenneti tarif eden 90 tane ayetin 90’ı da çöl Araplarının hayallerine hitap ediyorsa muhtemelen yukarıdaki iki ayet de, olur da Araplardan birinin aklına gelmemiş olan bir zevk (farklı bir meyve, o dönem zengininin faydalandığı farklı bir lüks imkân gibi) kast ediliyordur.

Bir de Kur’an’ın evrensel olduğunu sürekli diline dolayanların  adeta zorlama ile yaptıkları şu açıklamaya da yer vereyim.

“Kur’an, tüm insanlığa gönderilmiş evrensel bir kitaptır. 1400 yıl önce yaşayan insanlara, bu günkü insanların bildiği, yaşadığı, geliştirdiği hayata yönelik şeyler gönderilse  idi o insanların hiç birisi inanmazdı, İslâm yayılmazdı. Ayrıca Kur’an’da, cennetle ilgili tasvirler semboliktir. Yani aslında hepimizin bildiği üzere,  öbür dünyada tabiî ki de ille de bu dünyaya ait olan şeyleri görüp yaşayacağız diye bir durum yoktur fakat  Allah, insanlara cenneti, anlayabilecekleri ve algılarının yetebileceği bir düzeyde tarif etmiştir. Dolayısıyla  Kur’an’da sürekli olarak altlarından ırmaklar akan cennetlerin tarif edilmesi,  öte aleme gidildiğinde yaşanacak olan cennet diyarının altlarından ırmaklar akan cennet diyarı olacağı  anlamına gelmez. Bunu böyle anlamamak gerekir.”  “Bunu böyle anlamamak gerekir… YERSEN!”

Bu açıklama eğer doğru ise Allah, Kur’an’ı anlaşılsın diye göndermemiş. En azından herkes anlayabilsin diye göndermemiş. Dahası Kur’an’ı okurken okuduğunuz şey,  cümlenin verdiği açık anlamdan çok daha farklı anlamlara gelebilir o yüzden anlamını tam olarak bildiğiniz ayetleri tekrardan göz geçirin.

Uzak doğuda yoğun meditasyon ve yoga yapan rahipler dünyaca bilinir. Bu rahipler, transa geçtikleri sırada düşünsel olarak çok farklı bir boyuta geçtiklerini ve algıladıkları bu farklı boyutun insanların fiziki duyu organları ile algılanamayacak ve hatta hayalî  bile olsa tahayyül edilemeyecek bir boyut olduğu ve ruhsal düzeyde insana dünyada hiç yaşayamayacağı muhteşem güzellikte hisler  yaşattığını söylerler ki hissi  anlamdaki bu durumlardan birisini ben bizzat rüyamda deneyimlemiştim.  Bu durum sadece Budist ya da Hinduizmin rahipleri tarafından değil, dünyanın çok çeşitli yerlerinde, çeşitli toplumlarında yaşayan insanların da deneyimlediği  bir durumdur. Hayat, bitmek bilmez  süprizlerle doludur ve insanlık yaşadığı sürece sürekli olarak gelişecek ve zorunlu olarak değişecektir.  Bu kadar gelişen ve değişen bir medeniyeti yaşatma becerisine sahip  insanoğluna, altlarından ırmakların aktığı, kolları bilezikli, tepsilerle ve testilerle gezen el değmemiş bakire eşlerin olduğu, ağır işlenmiş ve karşılıklı oturulan tahtların,  gölgeliklerin,  sütten ırmakların olduğu onlarca ayetin yerine aşağıdaki gibi bir tane ayet gönderilse idi hem okunması açısından zaman israfı hem de yazılması açısından kâğıt israfı olmazdı diye düşünüyorum.  Eminim böyle bir ayet  1400 yıl öncesinin çöl insanını da mutlu ederdi.

Kendi ayetim: Yeryüzünde iyi ameller işleyenler ve Allah’ın yasalarına uyan imanlı insanlar, içinde ebedi  yaşayacakları cennetlere alınacaklar. Bu insanlar cennet hayatında neyi ister, neyi arzularlarsa anında yerine getirilecek. Bu isteklerin, hayallerin, arzuların ve zevklerin sınırı ve sonu olmayacak. Orada ne bir hastalık, ne bir üzüntü ne de bir sıkıntı olacak. Orada sadece mutluluk, her türlü arzunun yerine  gelmesi  ve zevkler olacak. Cennet ehli olan insan, artık orada nasıl yaşamak ve ne yapmak istiyorsa o isteği bir sihir gibi hemen yerine getirilecek.

Gelelim, Cennet hayatındaki cinsiyet eşitsizliğine. Son dönem ilahiyatçılarının her türlü zorlama ya da “çeviri hatası söz konusudur”  gibi söylemlerine rağmen açıkça  görüldüğü üzere, CENNET ASLINDA ERKEKLERE CENNET.   Kolları bilezikli, ipekten elbiseli, otağlar içinde korunmuş, el değmemiş bakire eşler. Hadi yaşadınız Müslüman ERKEKLER…

Ben ve benim gibiler, ufkumuzun  ötesine geçmeye çalışıp, beynimizin  algılayamadığı hangi boyutlar, hangi oluşumlar var? Öldükten sonra o farklı boyutları, algılayabilecek miyiz, oralarda  farklı bir  formla  varlığımızı sürdürmeye devam edecek  miyiz  diye  düşünürken dini kitaplar, inananları, tıpkı Dünya hayatında olduğu gibi Cennet hayatında da 3 boyutlu yaşama hapseder.  Öte yandan ayet  tefsirinde sınır yoktur. Özellikle de kendi ülkemizin tefsircileri, zamana ayak uydurmak, Kur’an ayetlerini, yaşadığımız zamana ve  görüş açısını genişletmiş olan insan bilincine kabul ettirebilmek ve  muhtemelen bunu kendilerini inandırmak için de yapabilmek adına hayallerini zorlar, basit ve düz olarak  anlaşılan bir ayeti her türlü mecazi anlamla yorumlayabilecek düzeye erişirler. Tabi önemli olan sizin neye inandığınız.

YERYÜZÜNDE YÜRÜYENLERİN EN KÖTÜSÜ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Enfal suresi, Yeryüzünde yürüyenlerin en kötüsü,Kurayza oğulları , Kurayza Yahudileri, Enfal 55, Kur'an'daki çelişkiler, Tanrı kelamı, Sorgula, YERYÜZÜNDE YÜRÜYENLERİN EN KÖTÜSÜ

Enfal 55:  Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Artık onlar iman etmezler.

Enfal 56: Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında antlaşmalarını hiç çekinmeden bozan kimselerdir.

Enfal 57: Eğer onları savaşta yakalarsan, bunlar(a vereceğin ceza) ile arkalarındakileri de dağıt ki ibret alsınlar.

Enfal 58: (Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik etmesinden korkarsan, sen de antlaşmayı bozduğunu aynı şekilde onlara bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.

Enfal 59: İnkâr edenler, asla yakayı kurtardıklarını zannetmesinler. Çünkü onlar (sizi) âciz bırakamazlar.

Bu ayetlerin İslâmcılar tarafından yorumu ve açıklaması aşağıdaki gibidir:

“Medine Yahudilerinden Kurayza oğulları, Müslümanlarla savaşmayacaklarına ve onlara karşı bir saldırı vuku' bulduğu takdirde saldırganlara, savaş kapısını açanlara yardım etmeyeceklerine dair Hz. Muhammed (asv) ile bir antlaşma yapmışlardı. Çok geçmeden İslâm'a karşı durmadan hazırlanan Mekke müşriklerine silâh yardımında bulunarak antlaşmayı bozmuş, sonra da unutup hatâ ettiklerini söyleyerek antlaşmayı yenilemişlerdi. Ne yazık ki, aradan bir süre geçince Hendek Savaşı patlak verdi ve Medine kuşatıldı. Müslümanların en zayıf anını fırsat bilen Yahudiler derhal harekete geçtiler ve Mekkeli müşriklerden yana olduklarını bildirmek, gerekirse her türlü yardımı yapacaklarına dair bir taahhütte bulunmak üzere Kâb b.Eşrefi Mekke'ye gönderdiler. Böylece ikinci defa yapılan andlaşmayı da bozmuş oldular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi.”

Enfal suresi 55 inci ayeti tekrar okuyalım.
Enfal 55: Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Artık onlar iman etmezler.

Diğer ayetlerde de ele alınacak önemli konular var fakat şu an ki irdeleyeceğim konu Enfal Suresi 55’inci ayet. Yürüyen canlıların en kötüsü ya da en kötüleri kimlerdir? Sadece inkâr edenler mi? Allah’ı ya da yaptığı savaş antlaşmasını inkâr edenler mi? Bu gün yaptığı bir savaş andlaşmasını ve Allah’ı inkâr etmeyen, ona iman eden fakat farklı bir dini görüşe sahip olan ve sırf farklı bir meshepten  diye  genç kızların ırzına geçip onları öldüren mahlûkatları bir gözünüzün önüne getirin. Mahallenizde kendi karakteri adına çevresinde çok iyi bir imaj çizmesine rağmen komşusunun küçük kız çocuğunu istismar  edip öldüren bir mahlûkatı gözlerinizin önüne getirin. Eline av tüfeği alıp sokaktaki köpeklerin sayısı azalsın diye köpek öldürmeye çıkan mahlûkatları gözlerinizin önüne getirin. Kendisinden izin almadan bakkala gidip ekmek aldı diye karısını şişleyen mahlûkatları gözlerinizin önüne getirin. Demek yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü inkâr edenler öyle mi? “Ya sen de çok sulandırdın konuyu. Yukarıdaki ayetleri yazmışsın ne güzel. Sen de biliyorsun bak o ayetler şu şu olay için inmiş.” Evet o ayetler belirli bir olay için inmiş. Şimdi konuyu mantık kurallarıyla irdeleyelim.  Size önce bir örnek  vereyim.


Sabri bey gazetecidir ve köşe yazarıdır. Doğup büyüdüğü köyde  bir adam yaban domuzlarının saldırısına uğramış ve ağır yara almıştır.  Sabri bey hem köylüsü ile ilgilenir hem de bu olayla ilgili köşesinde bir yazı yazar. Saldırı öncesinde, sonrasında olanı biteni bir gazetecinin gözüyle yazıp değerlendirir. Önlemlerin alınmadığından felan bahseder ve konu yaban domuzlarına gelir. Sabri bey şöyle bir cümle  ile yazısına başlamaktadır: “Yeryüzünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzudur.”  Bu yazıyı okuyan okurlar mesaj üzerine mesaj yağdırırlar.
  • Sabri bey,  yaban domuzu saldırısından çok etkilenmişsiniz ama yer yüzünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzu değil, ayıdır.
  • Siz tehlikeli hayvan görmemişsiniz, Afrika’ya bir gidin bakalım tehlikeli hayvan nasıl oluyormuş.  Bir  yaban domuzu haberi yapıldı diye abartmışsınız durumu ve yaban domuzunu en tehlikeli hayvan ilan etmişsiniz.
  • Yaralanan amcaya geçmiş olsun diyorum  Sabri bey ama son cümlenizde yanlışınız var. Dünyanın  en tehlikeli hayvanı sivrisinektir. Çok tehlikeli ve ölümcül hastalıkları taşımasına rağmen kişi bazen sivrisinek tarafından ısırıldığını bile anlamaz.
  • Deniz anası, dünyanın en zehirli ve en tehlikeli hayvanıdır. Yaban domuzuna gelinceye kadar ondan daha tehlikeli hayvanları saya saya bitiremezsiniz.
  • Son cümleniz son derece yanlış ve gereksiz olmuş. Zira dünyanın en tehlikeli hayvanı diye bir şey söz konusu olamaz çünkü bu durum insanın yaşadığı coğrafyaya ve alınan ya da alınmayan önlemlere göre de değişir. Yaban domuzu dünyanın en tehlikeli hayvanı olmadığı gibi dünyanın en tehlikeli hayvanını  seçebilmek de kolay değildir.
  • Sabri bey,  bir yaban domuzu saldırısı olayını güzelce anlatmışsınız ama bu durumu ifade ederken “Yeryüzünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzudur.” Şeklinde bir ifadeyi galiba editörleriniz gazeteye yanlış geçirmiş. Doğrusu belki de şudur: “….  köyünün en tehlikeli hayvanı yaban domuzudur” şeklinde olmalıydı. Muhtemelen siz de farkında değilsinizdir. Gazetede çıkan yazınızı bir de siz okuyun.
Yukarıda, yıllardır gazetecilik yapan bir adamın, yazdığı bir haber içeriğinde kullandığı mantıksız bir cümleyi, okuyucular hemen fark edip tepki göstertiyorlar. Bu olaydan çıkan sonuç şudur ki bir yerde bir yaban domuzu  saldırısı olması, saldırıyı anlatan kişinin dünyanın en tehlikeli hayvanı olarak yaban domuzunu ilan etmesi anlamına gelmez. Çünkü akıl ve mantıkla bağdaşmaz.

Ayete gelecek olursak. Yahudiler ve Müslümanlar arasında yapılan bir anlaşmayı bir tarafın bozması, yeryüzünün en kötü varlıklarının yaptığı anlaşmayı inkâr eden canlılar olduğu anlamına gelmez. Bu olay anlatılırken böyle  bir cümle kurulmaz.  Böyle bir cümleyi,  Yüceler yücesi Yaratıcının ayet olarak gönderdiğine  ben  inanmıyorum. Belki de bu ayeti,  köylüsünün uğradığı saldırıdan etkilenen ve o etkiyi üzerinden atamamış Sabri bey gibi falanca antlaşmanın çiğnenmesinden kötü etkilenen bir fani yazmıştır.

ENFAL SURESİ 65-66

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Enfal suresi, Enfal 65, Enfal 66, Allah sizde bir zaaf olduğunu bildi, Kurandaki çelişkiler, 10 kafire karşı 1 mümin, Allah'ın her şeyi bilmesi, Enfal suresindeki çelişkiler, Ayet incelemeleri,

ENFAL 65-66. AYETLER


Enfal Suresi 65. Ayet: Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.

Enfal Suresi 66. Ayet: Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir.

İlk ayette, Müslümanları savaşa teşvik etmek ve motive etmek için 20 müslümanın 200 kişiyi ve ardından 100  sabırlı müslümanın  1000 kâfiri yeneceği belirtiliyor yani savaş sırasında 1 müslüman 10 kâfire bedeldir. Yaşanan bazı savaşlardan sonra  Enfal Suresi 66 ıncı ayet iniyor  fakat anlaşılan o ki 1 müslüman 10 kâfire bedel olamamış, ALLAH da bunu bilmiş. Sonra bu 1’e 10 oranı birden bire düşüyor ve 100 sabırlı müslümanın 200 kâfire bedel olduğu yani 1 müslümanın 2 kâfiri yeneceği belirtiliyor.

Eskinin tanrılarının ve putlarının gelecekte yaşanan olayları bilebilmek gibi üstün özellikleri yoktu. Tabiat olaylarını yönetenler, güneşi yönetenler gibi çok önemli ve kudretli yetenekleri olan Tanrılara rağmen hiç birisi gelecekte neler olacağını bilmezdi. Allah ise diğerlerinden farklı olarak geçmişte ve gelecekte olacakların hepsini bilen bir Tanrı olarak lanse edilir. Allah, Enfal Suresi 65. Ayette 1 müslümanın 10 kâfiri yeneceğini söyledikten sonra bazı savaşlar sonucu bir şeyler ters gidiyor ve yaşanan bu hayal kırıklığının  ardından 66. Ayet geliyor ve bu kez “Allah, sizdeki bu zaafı bildi” şeklinde bir ifade kullanılıyor. Bu ifadeyi acaba ezeli ve ebedi her şeyi bilen bir Tanrı mı yazmıştır yoksa geleceği görme yetisi olmayan sıradan bir insan mı yazmıştır? Bu ayetin “Allah, sizdeki bu zaafı bildi” ifadesini araştırdığınız zaman  İlâhiyatçılar, anlaşılması açısından bazı yorumlar getirirler. Bu ayetler için kabul edilen yorumları irdeleyelim.
  • “Allah bu ayetiyle demek istiyor ki  Aslında 1 müslümanın içinde 10 kâfiri yenecek güç vardır fakat  Müslümanlar bunun farkına varamamışlar ve kendilerindeki bu gücü gerektiği şekilde kullanamamışlardır.”
Ben, ilahiyatçıların bu açıklamasından şunu anlıyorum: Allah, meramını ya da var olan bir durumu, bir bilgiyi, kullarına  anlaşılır kelimelerle, cümlelerle anlatma becerisinden yoksun. Ben bu ayetleri birleştirip daha anlaşılır hale getireyim. Aşağıdaki altı çizili yerleri ben ekledim.

Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Bir müminin içinde 10 kişiyi mağlup edecek güç vardır. Eğer müminler, kendilerindeki bu gücün farkına varırlarsa  içinizden  sabreden yirmi kişi,  iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Eğer bu müminler zaaflarına yenik  düşerler  ve kendilerindeki bu gücü kullanamazlar ise yüz mümin iki yüz kâfiri bozguna uğratır. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.


Şimdi, dürüst olarak cevap verin. Enfal Suresi 65 ve 66 ıncı ayeti, geleceği bilen bir Tanrının gönderdiğine inanıyorsanız bu Tanrı, Tanrı olmasının yani geleceği bilen bir varlık olmasının farkını ortaya koyarak  kırmızı renk ile yazdığım  ayeti tek seferde ve aynı anda tek parça halinde mi gönderir yoksa sanki gelecekte ne olacağını bilemeyen bir Tanrı algısı oluştururcasına  önce 1’e 10 oranını gönderip yaşanan savaştan sonra  müminlerde bir zaaf olduğunu bildiğini belirten bir ayetle birlikte sabreden yüz müminin iki yüz kâfiri bozguna uğratacağını söyleyip bu oranı düşürür mü? Görüldüğü üzere ayetlerin açıklamasına yönelik ilahiyatçıların ilk yorumu mantıklı değil.  Ayetlerin anlaşılmasına yönelik diğer bir izah şekli de aşağıdaki yorumdur.
  • “Allah zaten gelecekte olan her şeyi bilir fakat bilmekle olayın vukuu bulması farklıdır. Onun bildiği şeyin önce vukuu bulması ve kulların da bunu görmesi gerekir.”
İnsanların kendisine inanması için bir sürü peygambere mucize veren Allah, neden böylesi bir durumda bir Tanrı olmasının yani geleceği gören bir ilah olmasının farkını ortaya koymadı? Ya da şöyle söyleyelim, aklı başında insanların bu iki ayeti okuduktan sonra bu ayetleri bir Tanrı’nın değil ancak geleceği bilemeyen bir insanın yazacağını düşüneceklerini ve bunun da kendi kudretiyle   insana verdiği aklın ve mantığın doğal bir sonucu olacağını tahmin edemedi mi? O dönemde insanlar zaten İslâm’a davet ediliyor. Sorgulamanın en fazla yapıldığı o dönemlerde insanları kuşkuya düşürecek ve Peygambere,  “Ya bu nasıl ayettir, bunu kesin sen kendin yazmışsındır” dedirtecek bir ayeti göndermenin sonuçlarını, gönderdiği düşünülen kudret, hesap edemedi mi? Şimdi de diğer yorum ve açıklamaları irdeleyelim.
  • “Enfal Suresi 65. Ayet, Bedir Savaşı öncesinde nüzul olmuştur. Bedir Savaşı’nda Mekkeli müşrikler sayıca Müslümanlardan üstün idiler. Müslümanların böyle bir durumda savaştan çekinmemesi, Allah’ın izniyle bire on katı düşmanla dahi başarı elde edinileceği söylenmiştir. Ancak, oranın bire on olduğu durumlarda dahi savaşmanın farz olması ve savaştan kaçmanın yasaklanması, sonradan gelecek müminler için ağır bir hüküm olacaktı. Çünkü, İslam yayıldıkça İslam ile müşerref olan her kişinin iman kuvveti, beden gücü, sabrı aynı düzeyde değildi. Bedir Savaşı sonrasında nüzul olan 66. ayette de ‘savaşta sabretme, savaştan kaçmama’ yükümlülüğü iki katı düşman ile sınırlandırılmıştır. Böylece müminlerin yükleri hafifletilmiş, yüz kişinin iki yüz kişi karşısında kaçmaması farz kılınmıştır. Savaştan kaçanlar hakkında ‘Allah’ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı’ (Enfal, 8/16) hükmü olduğu için, Enfal Suresi 66. ayet ile gelen hüküm, müminler için rahmet olmuştur. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nispetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terk edenler firari sayılmazlar. Fakat, silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, ‘Allah’ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlar’ ayeti kapsamına girerler. Yani, bu ayetin hükmünü hak ederler. Buradan anlaşılır ki, bu hafifletme birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir. İkiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup -işlenilmesi tavsiye edilen iş- olduğunu bildirmek içindir. Nitekim, İslam tarihi boyunca bire on nispetinde ve daha fazla düşmana galip gelindiği nice savaşlar vardır. Ayette yer alan ‘Allah sizden o yükü, o teklifi çok hafifletti ve gerçekte sizde bir zayıflık olduğunu bildi.’ ifadesi, ‘savaş gücü bakımından içinizde bedenen veya sabır ve moral yönünden bir takım zaafları olanların varlığı sebebiyle, öylesine sabır ve tahammül zorunluluğunun bundan böyle herkes için uygun olmadığı kendini gösterdi’ manasına gelir.”
İmanlı kimseler için çok güzel gerekçeler ve açıklamalar ortaya konmuş. Savaşın farz olduğundan, yer, zaman ve savaşa katılan müminlerin imanlarının, sabırlarının kuvvet farklılığına, bire on oranındaki düşmanı ne olursa olsun kaçmadan yenmek için mücadele etmek gereğine ve ardından bire iki oranının Müslümanlar için bir müjde oluşuna kadar her şey harikulade açıklanmış fakat bir şey eksik. Yukarıdaki açıklamaların hiç birisi Enfal Suresi 66. Ayetteki “…Allah… sizde bir zaaf olduğunu bildi…”  ifadesinin mantıksal izahını vermiyor. Bu ifade “…Allah…sizde bir zaaf olduğunu biliyor…” gibi geniş zamanı yani bir Tanrı için geçmiş, şimdi ve gelecek zamanı kapsayan bir sonsuzluğu bilmek anlamına  gelebilecek bir ifade kullanılsaydı belki bu sorgulamayı yapmazdım.  Eeeeee?  “Ayşe, sende bir zaaf olduğunu biliyor” der isem bunun anlamı Ayşe sende bir zaaf olduğunu biliyor ama zamanı belli değil, belki de en başından beri biliyordur anlamı vardır fakat “Ayşe sende bir zaaf olduğunu bildi” der isem bunun anlamı, Ayşe daha önce sende bir zaaf olduğunu bilmiyordu ama sonrasında bir şekilde öğrendi yani bildi. Bu ifadeye göre anlam gayet açıktır. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği yani tüm zamanları, gaybı bildiğine inanılan Allah, müminlerde bir zaaf olduğunu bilmiyordu fakat bir şeyler oldu ve Allah bu zaafın olduğunu öğrendi ya da olayları  insan gibi gözlemleyerek  görüp  anladı, en sonunda zaaf olduğuna kanaat  getirdi  yani  bildi.

ORUÇ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Oruç, Oruç tutmak, Nefis terbiyesi, Aç insanın halinden anlamak, Oruç faydalı mı?, Oruç tutan ve tutmayan ülkeler, Oruç ve günümüz, Oruç tutmanın faziletleri, Orucun zararları, Ramazan ayı geldiği zaman, oruç tutulmasına mani bir rahatsızlık yok ise bütün Müslümanlar oruç tutmak zorunda. Allah’ın kesin emri olan ve islâm camiasında çok  önemsenen orucun faydalarına  geçelim.

Aç insanın halinden anlamak:  Dünya üzerinde aç insanlara yardım edenler sadece Türkiye’de yaşamıyor.  Diğer  İslâm  ülkelerinin çoğunluğunda zaten durum tam tersi. Zenginlerle fakirler arasında uçurum var. Aç insanın halinden anlamak için ille de oruç tutmak mı gerekiyor?  Gayrımüslim  ülkelerde yardım yapan insanlar o insanların halinden anlamak için aç mı kalıyorlar? Eğer bir insan açın halinden anlamak için empati yapmak istese ve sabahtan akşama kadar aç kalsa buna diyecek bir şeyimiz yok. Fakat benim ülkemde yaşayıp oruç tutmayan insanların da ihtiyacı olanlara yardım ettiği bir gerçektir. Üstelik aç insanın halinden anlamak için aç kalmak durumu şöyle bir garipliği de peşinden sürüklüyor: Tecavüze uğrayan birinin halinden anlamak için tecavüze mi uğramalıyız? Dayak yiyenin halinden anlamak için birilerinden dayak mı yemeliyiz? Dalga geçmenin kötü bir şey olduğunu özümsemek için birilerinin bizimle dalga geçmesine izin mi vermeliyiz?
Özel NOT: Ben Tanrı olsaydım eğer,  hali vakti yerinde olan insanların, aç insanların halinden anlamalarına yardımcı olmak için oruç tutmalarını istemez fakat bütün insanların ya da Müslümanların varlık konusunda eşit olmalarını sağlayacak toplumsal bir sistem emrederdim. Böylelikle  fakir insan kalmazdı.   Günümüzde öyle ülkeler var ki, bütün yurttaşları tahsilli ve üst düzey statüde. Bu halkların içinde yoksulluk çekenler yok. Hatta insanların statüsü o kadar yüksek ki, sokakları, tuvaletleri temizleyecek işçi bulunamıyor ve bu tür işleri yapmaları için gelişmemiş ülkelerden işçi ithal ediliyor. Yani,  fakirliği daha derin ve daha akılcı bir düzeyde ele alacak olursak ve bunu İslâm inancı şeklinde hayal etme  ihtiyacına  girersek ben şahsen diyebilirim ki, eğer Bir Allah varsa keşke Kur’an’ı Kerim’in içine bir birini tekrarlayan geçmiş zamanları anlatan  yüzlerce ayet  yerine tahsil ve eğitime yönelik, aynı zamanda insanların eşit kazanca sahip olmasını, çok kazananın, ihtiyacı olana gıdım gıdım azıcık değil de bol miktarda vermesini emreden ayetler gönderilseydi ve bu ayetler çokça tekrar edilseydi.

Nefis Terbiyesi: Bizim ülkemizdeki çoğu insan gerçekten de Ramazan ayında oruç  tutuyor. Nefis terbiyesi konusu yaptığınızda kendi yaşadığımız ülkeye on üzerinden kaç verirsiniz? Böyle bir araştırma yaptınız mı? Yani oruç tutulan ülkelerde suç  çok azdır. İnsanlar nefislerine hakim olurlar. Daha sakindirler, daha sabırlı ve daha anlayışlıdırlar gibi bir araştırma sonucu var mı? Sadece Ramazan ayından bahsetmiyorum. Bir ay oruç tutman,  senin nefsini terbiyen için etkili ise bu etki bir sene boyunca devam etmeli. Tam aksine Yabancı ülkelerde(yabancı ülke deyince her zaman Avrupa ülkeleri kast edilmiyor) televizyon muhabirleri  hiç  çekinmeden  sokaktaki insanlara kamera şakası yapabiliyorken bizim ülkemizde hiçbir şeye tahammülü olmayan insanımızın arasında değil şaka, röportaj yapmak bile bazen tehlikeli olabiliyor.


Sağlığa faydalı: Güneşin doğuşundan önce başlayan ve güneşin batışına kadar süren zamanda yemek yemeden  durabiliriz  fakat su içmeden durmak sağlıklı mı? Ramazan ayı, sıcak yaz aylarına denk geldiğinde güneşin altında çalışmak zorunda kalan işçilerin bir  çoğu oruç tutamıyor. Ağır işlerde çalışan beden işçilerinin normal insanlara göre çok daha fazla yemek yemeleri gerekiyor çünkü normal insana oranla yaptıkları iş gereği çok daha fazla enerjiye ihtiyaçları var. Bu insanların bırakın günde en az üç öğün yemek yemeleri gerektiğini  belki  açlığa dayanabilen çıkar ama  bu ağır iş şartları altında susuzluğa dayanmaları çok zor. Bu aylarda çekilen susuzluktan dolayı baygınlık geçiren insanlar da hayli fazla. Üstelik işin diğer bir önemli yanı daha var ki, muhasebe, çek senet gibi çok kritik işlerin başında duran insanların, açlığın ve susuzluğun verdiği etki ile yanlış hesap yapma ihtimalleri de oldukça fazla. Mesela bankada çalışan bir insanın susuzluğun verdiği sersemlikle  yapacağı ufak bir sıfır hatası, 1-2 senelik hatta 10 senelik maaşına neden olabilir ki bunun örnekleri de yaşanıyor. Bir diğer husus ise akşama kadar aç ve susuz kalan insanların iftar vakti ezan okunduktan sonra boş kalan mideye, açlığın verdiği etki ile birden bire ve fazla yemek yiyerek normalden fazla yük bindiriliyor.  İlâhiyat profesörleri ne kadar rahat konuşuyor bu konuda fark ettiniz mi? “Efendim, iftarda birden yememek lazımdır. Kıtlıktan çıkmış gibi yemek yiyip mideyi ve bağırsakları yorarsak orucun ruhuna aykırı hareket etmiş oluruz”. Dalga mı geçiyorsunuz kardeşim. İnsanın iştahını düzenleyen hormonlardan haberiniz yok herhalde. Akşama kadar yorucu bir işte çalıştıktan sonra aç ve susuz kalan bir insan ne yapar? Nasıl tutar kendini? Bari kolay bir şeymiş gibi bahsetmeyin bundan.

Oruç tutan ile tutmayan ülkeler: Oruç tutan ve tutmayan ülkelerdeki insanların sağlığı ile ilgili bir araştırma yapıldı mı? Oruç tutan ülkelerin insanları, oruç tutmayan ülkelerin insanlarından daha mı sağlıklı? Yoksa oruç tutan insanlar, oruç tutmayan insanlardan daha mı uzun yaşıyor? Herkesin bildiği çok basit bir bilgiyi paylaşalım.  Sağlıklı beslenme bilincine sahip olan  ve spor yapan insanların bulunduğu, arabaların değil de bisikletlerin daha çok olup daha çok kullanıldığı ülkelerde hem insanlar daha sağlıklıdır hem de bu insanların yaşam süreleri daha uzun ve daha kalitelidir.

Oruç tutmanın faziletleri ile ilgili yayınlar: Bu konu ile ilgili çeşitli haber programlarında, dini programlarda,  İslâmi internet sitelerinde orucun faziletleri, sağlık üzerine faydaları ile ilgili bir sürü yalan yanlış bilgiler okursunuz. Hatta size öyle bilgiler verilir ki mesela önemli bir imtihana girecek olan öğrencinin imtihan günü oruç tutmaması günah mıdır? Şeklindeki soruya “günahtır” şeklinde cevap verilir. Bu cevabı veren insanların, sağlık hakkında bir profesör kadar bilgiye sahip olduğu izlenimi edinirsiniz.  Beynin yüzde 75’i sudan oluşur. Hafif seviyelerdeki  susuzluk bile  her türlü bilişsel işlevlerde bozulmalara neden olabiliyor. Susuzluk sonucu konsantrasyon azalırken, kısa süreli hafıza gibi bilişsel işlevin performansı önemli ölçüde düşer. El-göz motor koordinasyonu bozulabildiğinden, hassas veya detaylı işlerin yapılması zorlaşır.  Kanın yüzde 90’ı sudan oluşuyor. Kan hacmi ve kan basıncı su tüketiminden doğrudan etkilendiğinden, yeterli su tüketimi olmaması durumunda kan basıncı dengesi ayarlanamıyor, tansiyonda yükselişe neden olabiliyor. Ailesi tarafından  bir sürü para verilerek kurslara gönderilen, özel öğretmen tutularak sınavlara hazırlanan ve sınav günü geldiğinde  tek bir yanlış işaretlenmiş sorunun bile öğrenciyi puan derecesinde  yüzlerce binlerce çocuğun gerisine atan bir sistemden bahsediyoruz. Bu öğrencinin bu sınavda diğer öğrencilere fark atabilmesi için öncelikle sabah erkenden,  ağır olmamak kaydıyla iyi bir kahvaltı yapması(kahvaltıdan kasıt ne mideyi tamamen boş bırakmak ne de doldurmaktır), kahvaltıdan yarım saat önce su içmiş olması ve kahvaltıdan sonra ve sınav esnasında gerektiğinde mutlaka su içme ihtiyacını gidermesi gerekir. Bu durum sadece sınava girecek öğrenci için değil aynı zamanda imtihana benzer derecede hassas beyin aktivitesi gerektiren işlerde çalışan insanlar için de geçerlidir.

Oruç tutmak ve yaşadığımız yüzyıl: Eski dönemlerde yaşamıyoruz. Çok farklı ve hızlı bir hayatımız var. Keyif olsun diye de çalışmıyoruz. Sadece erkekler değil artık kadınlar da çalışmak zorunda. Sırf  kendimizin ve ailemizin temel ihtiyaçlarını bile karşılamak için uzun saatler çalışmak zorundayız. Hepimiz kendi işimizde çalışmıyoruz, bu yüzden bir rahatlık söz konusu değil. İnsanların çoğunluğu özel sektörde çalışıyor. Çalışma koşulları, çalışan kişinin aklen, bedenen dinç olmasını gerektiriyor. İş bulmanın zaten zor olduğu bu dönemde, sırf oruç tutuyorsun diye yeteri kadar verim sağlayamıyorsan, senin yerine elbette verim sağlayan insanlar alınacaktır. Altlarında hususi araçları olan,  hali vakti yerinde ve en fazla klimanın karşısında masa başında yazı yazan İslâm yorumcuları belki oruç tutmakta zorlanmıyorlardır. Bu yüzden de oruç tutmak ile ilgili bol keseden atmaları son derece normal. Ne yazık ki herkes benzer şekilde iş yaparak para kazanmıyor.

Oruç tutmaya karşı önyargı: Oruç tutmaya karşı önyargım  elbette yok fakat her işte olduğu gibi oruç tutmakta da belirli koşulların sağlanması gerekir. Özür dilerim  ama oruç tutanlar koyun sürüsü değil, insanlardan bahsediyoruz. Her birinin kendine göre farklı yaşam ve çalışma  koşulları var. Allah tarafından gönderildiğine inanılan Kur’an’ın indirildiği eski dönemlerde bu kadar meslek çeşitliliği yoktu. Günümüzde binlerce farklı çalışma alanı var. Bu bir birinden farklı koşulda çalışan insanların hepsini, her bir insanın müsait olup olmadığını ya da o zaman diliminde oruç için  uygun olup olmadığına bakmadan senenin belirlenmiş tek bir ayında oruç tutulması için zorlarsan bu işe Tanrı’nın emri demenin hiçbir anlamı kalmaz. Bir insan, ilime bilime, akıl ve mantığa ne kadar uyması gerekirse yüceler yücesi Tanrının da bir emri kullarına gönderirken bu emre kullarının ne şartlar altında riayet edebileceğini elbette tahmin edebilmesi gerekir. Aksi bir tutum, kullar arasında açık bir adaletsizlik anlamına gelir.

EN'AM SURESİ 25.AYET ÜZERİNE

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Enam suresi, En'am 25, Enam 25, Kalpleri mühürleyen Allah, Kalplerinin üstüne örtüler çektik, Kur'an çelişkileri, En'am suresindeki çelişkiler, En'am Diyanet tesfiri,

EN'AM SURESİ 25. AYET İNCELEMESİ


En’am Suresi 22. Ayet: Unutma o günü ki onları hep birden toplayacağız; sonra da Allah’a ortak koşanlara "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?" diyeceğiz.
En’am Suresi 23. Ayet: Sonra onların mazeretleri "Rabbimiz Allah’a  andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık" demekten başka bir şey olmadı.
En’am Suresi 24. Ayet: Gör ki, kendi aleyhlerinde nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerini nasıl bırakıp gitti!
En’am Suresi 25. Ayet: Onlardan seni Kur’an okurken dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne örtüler çektik, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mûcizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde, "Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyerek seninle tartışırlar.
En’am Suresi 26. Ayet: Onlar hem insanları peygamberden uzaklaştırmaya çalışırlar hem de kendileri ondan uzak dururlar. Oysa onlar farkında olmadan ancak kendilerini mahvederler.

Asıl konu  En’am Suresi 25. ayet.  Bu ayetle ilgili “Allah, neden kullarının kalplerini ve kulaklarını mühürlüyor” sorusuna  yönelik açıklamalarda genellikle bu ayetin öncesinin ve sonrasının okunması gerektiği, ayetin ancak bu şekilde anlaşılacağı  belirtilir. Bu yüzden  öncesini ve sonrasını verdim.

Öncesini ve sonrasını okuduğumuz ayetlere göre 25 inci ayetin anlamı açıkça şudur: Allah’a ortak koşan insanlar var ve bu insanlar öbür dünyada zarara uğruyorlar. Bu Allah’a ortak koşan insanların bir kısmı da dünya hayatını yaşamakta iken Allah’ı ortak koşmalarına rağmen bunu belki gizleyerek belki de belli ederek(bu husus belli değil), Hz Muhammed Kur’an okurken dinlemeye geliyorlar  fakat Allah bu kendisine ortak koşanların kalplerine örtü çekiyor, kulaklarına ağırlık veriyor ki dinledikleri  Kur’an’ı anlamasınlar diye. Allah tarafından  bu işlem yapıldıktan sonra bu insanlar öyle bir körleşiyorlar ki mucize bile görseler inanmazlar. Zaten de inanmıyorlar ve Kur’an okurken dinledikleri Peygambere,  dinlediklerinin eski masallardan ibaret olduğunu söylüyorlar. Devamındaki ayette ise bu kimselerin hem kendilerini hem de insanları, Peygamberden uzak tutmaya çalıştıkları fakat farkına varmadan kendilerini mahvettikleri  belirtiliyor.

Hemen diyanetin tefsirine geçelim:
DİYANETİN TEFSİRİ: Bu âyetler İslâm’a karşı ilk düşmanlık ve engelleme hareketini başlatan müşriklerin tutumlarını ve bu tutumlarının doğuracağı sonuçları anlatmaktadır. Buna göre müşriklerin bazıları Kur’an’ı dinliyorlardı; ancak Kur’an’ın neler bildirdiğini, bunların doğru olup olmadığını merak ettikleri, samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değil; itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatları bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, zihin disiplinlerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yeteneklerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki 25. âyette onlardan bir kısmının Resûlullah’ı dinlediği, fakat kalpleri üzerinde Kur’an’ı anlamalarını engelleyen örtüler, kulaklarında da sağırlık meydana getirildiği için ondan istifade edemedikleri ifade buyurulmuştur.  Ehl-i sünnet âlimleri bu vb. âyetlerden hareketle prensip olarak Allah’ın, dilediği kimselerin iman etmelerini engelleyeceğini savunmuşlar;
Bu açıklamaya göre bir insanın kötü niyetinden dolayı kalbine  örtü çekilmesi ve kulaklarına ağırlık verilmesi insanın kendi eliyle oluşturduğu bir durumdur. Ben ayetin tercümesinde böyle bir şey anlayamadım fakat tefsir bunu ima ediyor. Eğer bu ayeti bu şekilde anlamak gerekiyorsa hadi ayeti değiştirerek kendim yazayım(Kırmızı renkli yazıyı ben ekledim).


En’am Suresi 25 inci Ayet: Onlardan seni Kur’an okurken dinleyenler de vardır. Fakat onlar kendi kötü niyetlerinin bir sonucu olarak kalplerinin üzerine örtü çekmiş, kulaklarına da ağırlık indirmişlerdir ve  artık  onlar her türlü mûcizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde, "Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyerek seninle tartışırlar.

Eğer ayetteki anlama göre kişinin kalbindeki  örtü ve kulaklarındaki ağırlık kendi niyetinin ve çabasının sonucu ise ve Allah’da buna vesile oluyorsa o zaman kırmızı renkli kısmı şu şekilde tamamlayalım:
Fakat onlar kendi kötü niyetlerinin ve çabalarının  bir  sonucu olarak kalplerinin üzerine örtü çekmeye ve kulaklarına da ağırlık indirmeye niyet etmişler  ve  Allah da onların bu isteğini yerine getirmiştir.

Arapça  dili ile böyle bir cümle kurulamıyor mu?  Eğer bu ayetin anlamı, yukarıdaki gibi bir cümle ise Allah neden farklı yorumlara sebebiyet verecek bir cümleyi ayet olarak indirdi?  Hele hele  okuduğunu anlamakta zorlanan milyonlarca cahil insana  daha çok hitap eden daha anlaşılır bir ayet göndermeye muktedir değil miydi?  Diyanetin açıklamasına devam edelim:
Diyanetin ilk açıklamasında aynı zamanda ayette şöyle bir şeye de gönderme yaptığı belirtiliyor o  da şudur:

Bu müşrikler, Kur’an’ı anlamak, bir şeyler öğrenmek ve iman etmek niyeti ile dinlemiyorlar, tam tersine alay etmek, hakaret etmek, kusur bulmak, çeşitli bahaneler üreterek dinlediklerine karşı çıkmak niyeti ile dinliyorlardı  ve Allah da onların bu niyetlerini  bildiği için onların bu çirkin davranışları gerçekleştirmemesi için kalplerine örtü çekti, kulaklarına da ağırlık bindirdi.

Siz kendiniz bir islâm âlimi olduğunuzu düşünün. Kur’an’ın  ayetlerini dinleyip ya da araştırıp o ayetleri kendi çıkarlarına göre yorumlamak isteyenlere karşı kulaklarınızı tıkar mısınız? Ya da onların bu tür şeyler  yapmaması için Kur’an ayetlerine ulaşmalarını engeller misiniz? Yoksa  bir  Alim olarak kendinize ve bilginize güvenip bu inançsız kimselerin her türlü sorularına gerçek ve akılcı cevaplar verip onları susturur musunuz? Bu tür cevapları topluluk içinde verdiğiniz zaman en azından bu tür kimselerin de bu topluluklardaki insanların aklını çelebilecek durumlar ortadan kalkar. Böylece inançlı insanlar, kafalarını karıştıracak  her türlü sorunun, problemin cevabını dinlemiş olur, haberdar olur, imanı kuvvetlenir.  Diyanetin tefsirine devam edelim:

DİYANETİN TEFSİRİ: Mu‘tezile ulemâsı ise bu görüşe karşı çıkarak söz konusu âyetleri kendi adalet ve hürriyet anlayışları istikametinde te’vil etmişlerdir. Bu teorik tartışmalar bir yana, yaratılış itibariyle insan fıtratı, gerçeği kabule elverişli olmakla birlikte, bazı iç ve dış etkenler insanın psikolojisini, akıl ve düşünme melekelerini etkilemektedir. Müşrikler de gerek atalarından ve çevrelerinden aldıkları telkinler, gerekse çeşitli olumsuz duygu ve davranışlarının tesiriyle inanmaya yatkın olmaktan çıktıkları için kalpleri perdelenmiş, kulakları ağırlaşmış, yani gerçek karşısında duyarsız kalmışlardır. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fiillerinden sorumludurlar.

Bu ikinci açıklama da diyanetin önceki açıklamasına oldukça yakın olmakla birlikte bu açıklamaya bir de bu mühürlenmiş kişilerin bazı şartlar uyarınca yani bu kimselerin atalarından ve çevrelerinden aldıkları tesirler sonucu inanmamaya yatkın bir özelliklerinin geliştiği yani bu şartlardan dolayı yine kendiliğinden kalplerinin perdelendiği, kulaklarının ağırlaştığı ve sonuç olarak gerçekler karşısında duyarsız hale  geldikleri  ifade ediliyor. Yani bu insanların da kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesi hem kendi çabalarının bir sonucu hem de içinde yetiştikleri aile, akraba ve atalarından gelen geleneklerin bir sonucu. Eğer bu yorumun,  kişinin kendi çabası ile birlikte  kalbini ve kulağını mühürlediği sonucunu çıkartırsak ayette böyle bir ifade yoktur. Eğer bu çabayı kabul eder ve bu çabaya  ek olarak bu kişilerin içinde bulundukları şartların da onları böyle bir yola ya da inançsızlığa sürüklediği düşüncesini akla getirmeye kalkarsak Allah’ın imtihan adaleti bu mu diye sormak icap eder. Çünkü hiçbir insan dünyaya gelmeden önce  içinde doğacağı aileyi, akrabayı, anne  ve babayı seçemez. Uygunsuz bir çevrede doğup büyüyen bir insanın da iyi bir çevrede doğup büyüyen insanlar kadar doğruyu bulmak için şanslı olmadığını ve hatta bu konuda  oldukça dez avantajlı olduğunu söylemeye gerek yok. Yani bu kalpleri mühürlenmiş olan insanlar zaten gözlerini dünyaya yeni açtıklarında gerçeği kabul etmeyi ve inanmayı yüzde 90  ya da 80 oranında kaybetmiş durumdalar. DİĞERLERİ İLE KARŞILAŞTIRILDIĞINDA BU KADAR DEZ AVANTAJLI DURUMDA OLAN İNSANLARIN GERÇEĞİ GÖRME YETİLERİNİN GELİŞMESİNE ALLAH YARDIM MI ETMELİ YOKSA KALP VE KULAKLARININ MÜHÜRLENMESİNE MÜSAADE EDİP DOĞUŞTAN ŞANSSIZ OLAN BU KİŞİLERE BÜTÜN KAPILARI KAPAMALI  MI?

Şimdi de bu ayetle ilgili diğer tefsircilerin açıklamalarına  göz gezdirelim:

Eğer ayeti tek başına cımbızlayarak okursanız hatalı yorumlara gitmeniz mümkün olabilir. Ancak daha geniş bakarsak, bu ayette belirtilen kalplerinin üstüne perde ve kulaklarına ağırlık verilen kişilerin herhangi kişiler değil, daha önceden kendi iradeleriyle Allah’ı inkâr eden, eş koşan kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Allah da bu kişilere bu eylemlerinden dolayı ceza olarak kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.

Açıkçası bunu, insanların kalp ve kulaklarını mühürlemek için bir bahane olarak göremedim. Bu nasıl ceza? Bir insanın doğru yolu bulmasının engellenmesi gibi bir cezayı hiçbir akıl sahibi insan kabul edemez.
Bir matematik öğretmeni düşünün.. Dersi dinlemeyen ya da derste haylazlık eden bir öğrenciye, çarpım tablosunu öğrenememesi yönünde bir ceza verebilir mi?

“Bir insanı dinen cehennemle korkutabilir ceza olarak cehennemi göstertebilirsiniz” desem veya  “Bir günahkârı işlediği günahlardan dolayı fakirlikle ve bitmek bilmeyen sefaletle,  türlü sıkıntılarla cezalandırabilirsiniz” desem belki bir çokları tarafından bu tür cezalar kabul edilebilir  ama kendisinin belki de bir gün pişman olup tevbe edebileceği, Tanrı ve ahret inancı gibi  kökten önemli bir sonuca ulaşmasını ya da bu sonuca ulaşması için gereken yolları açmak yerine bu yolların tamamını nasıl kapatırsınız? Böyle bir cezanın normal olduğunu söylüyorsanız İlâhi Adalet dediğiniz sistem, esasen egosunu terbiye edememiş ve yaşı büyümesine rağmen olgunlaşamamış,  olgun bir yetişkin gibi değil de her şeye küsen ve küstüğü  kişinin ayağına çelme takan  bir çocuk gibi davranan bir sistemi tarif ediyorsunuz demektir bu.

Farklı bir  konu daha var ki o da bu inançsız insanların Kur’an’ı anlamamaları için beyinlerinin ya da akıllarının değil de kalplerinin üzerine örtü çekilmesi durumu var fakat bu hususu da şuan ele alacak olursam  konu çok uzayacak. Sağlıcakla kalın.

KADIN BİYOLOJİSİ, DİN VE BİLİM

KTZ, din, islamiyet, Kadın biyolojisi, din ve kadın, Kur'an'da kadın, Kadın ve bilim, din ve bilim, Kadın neden adet görür?, Adet sancısı, Ruh güzelliği, Adet görmek ve din, Embriyo ayet
DİN, BİLİM VE KADIN BİYOLOJİSİ

Yıllar önce annem ile birlikte gittiğim bir altın gününde küçük bir tartışma  yaşanmıştı. Konuyu anlatmaya,  önce bu altın gününün hatırasından başlamak istiyorum. Konu nereden başlamıştı hatırlamıyorum fakat kadınların adet günü ile ilgili konuşulmaya başlanıldı. Kadınlardan birisi, kızının adet döneminde çektiği sancıların şiddetini anlatmaya başladı. Ağrı kesici hapların bile fayda etmediğini ve bu sancılar başladığında kızını her seferinde hastanenin acil servisine götürüp iğne yaptırmak zorunda kaldıklarını söyledi.  Bu konu üzerine herkes bir şeyler söylemeye başladı:
- Evlenince geçer
- Bir tane de çocuk doğurdu mu hiç ağrısı kalmaz
- Yok yaaaa, milleti kandırmayın, ben evlendim, üç çocuk doğurdum hâlâ sancı çekerim
- Ben kız iken sancım vardı, evlendim çocuk doğurdum geçti
- Herkesin vücudu bir değil demek ki, vs...

Konuşmalar bu şekilde devam ederken ağzımdan birden “bu sancıyı niye çekiyoruz ki? Doktorlar bir çare bulsa da bu sancılardan ebediyen kurtulsak, benim adetim de çok sancılı oluyor” demiş bulundum. İlahiyat mezunu ve dini sohbet vaazcısı ablamız kaşlarını çattı ve o güzel ağzını açtı:
- Oldu canım. Adet sancısını çekmeyin, doğum sancısını çekmeyin, ne çekeceksiniz? Niye geldiniz bu dünyaya? Demek ayda bir gün ya da iki gün ağrı çekmeyeceksiniz diye Allah’ın verdiği bedenle cacık cucuk oynayıp kadınlıktan  insanlıktan çıkacaksınız öyle mi? Hiç sormuyorsunuz Allah bize bu ağrıları bu sıkıntıları niye vermiş diye? Allah kimseye çekemeyeceği ağırlıkta yük vermez. Benim adet sancılarım olmaz ama benim başımda da iki tane yaşlı var. Birinin altından alıyorum, öbürünü sürekli hastaneye taşıyorum. Benim de başka sıkıntılarım var. Ben şikayet ediyor muyum? Sıkıntı çekmeyeceksiniz, bu Allah’tandır demeyeceksiniz, kıçınızı sıcak mindere oturtacaksınız, ondan sonra da kul olacaksınız, cennete gireceksiniz  öyle mi?...

İşittiğim lafları kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama genel hatları ile yukarıdaki gibiydi. Müslüman olduğum günlerde ve özellikle kadınların bir araya geldiği dini toplantılarda,  dünyadaki  imtihan süreci sürekli olarak tekrarlanır, vurgulanırdı.  Sıkıntı çeken ve bu sıkıntılara sabreden insanların Allah katında daha hayırlı oldukları bilgisi, bilincimize nakış gibi işlenmişti. Taaa ki ben dinden çıkana kadar.

Kâinatı yaratan şuurlu bir Bilinç var mı? Bu Bilinç  şu an ve her an, insanların yaşantısına bir şekilde müdahale ediyor mu? Bu tür sorularımın henüz bir cevabını bulamadım fakat diğer konularla ilgili soruları artık “Allah böyle istedi, böyle takdir etti, biz imtihandayız”  gibi  gelenekselleşmiş  inanç kalıplarıyla cevaplamaya çalışmıyorum. Herhangi bir konuda, konu ne olursa olsun, dini aradan çıkarttığınız zaman soruların çeşitlendiğini ve cevapların da daha net ve anlaşılır hatta kabul edilebilir  olduğunu fark ediyor insan. Madem ki konumuz kadın biyolojisi, hadi sorulara geçelim.


 Soru 1: Bir kadın neden adet görür?
Cevap:   Yumurtlama zamanında, kadının vücudu bu yumurtanın döllenme ihtimali için hazırlık yapar. Vücut progesteron hormonu üretmeye başlar, rahim içi duvarlar kalınlaşır ve döllenme ihtimali olan  yumurtanın gelişmesi  için uygun bir ortam hazırlar. Eğer yumurta döllenmemişse,  progesteron seviyesi düşer ve kalınlaşan duvarlar dışarı atılır. Yani kadının vücudu her ay, hamilelik için hazırlık yapar, hatta bebeğin içinde büyüyeceği suyu bile hazırlar fakat kadının  yumurtası döllenmemişse hamilelik için rahimde yapılan bütün bu hazırlık vajina yolu ile vücuttan atılır.

Soru 2: Bir kadın neden adet sancısı çeker?
Cevap: Hamilelik için yapılan bu hazırlıklar vücuttan atılırken rahim içi kaslar kasılır. Bu kasılmaların ağrı olarak hissedilmesi ya da hissedilmemesi, kadının biyolojik yapısına, psikolojisine,  genetik özelliklerine, ağrıyı yaşamasına sebep olabilecek bir sağlık probleminin olup  olmamasına, beslenmesine ve sportif  faaliyetlerine  göre değişiklik göstertir.

Soru 3: Adet döngüleri neden her ay her ay sürekli yaşanır?
Cevap: Kadınların hamile kalma ihtimallerini yükseltmek için. Kadın vücudunda her ay gerçekleşen ve döllenme için hazırlanan olgunlaşmış yumurtanın yaşam süresi  sadece 24 saattir. Spermin yaşam süresi ise 2-3 gündür. Bu durum, kadının hamile kalma başarısını etkiler. Yumurtlamanın  her ay  ya da 21 günde bir gerçekleşmesi, kadının hamile kalma ihtimalini yükseltir.

Soru 4: Bir kadın kaç yaşında adet görmeye başlar?
Cevap:  10 – 14 yaşları arasında.

Soru 5: Bir kadın neden çocuk yaşta adet görmeye başlar?
Cevap: Adetle birlikte kız çocuğu, ergenliğe girer. Memeleri büyümeye, cinsel organları gelişmeye başlar. Dolayısıyla doğurganlık özelliğine adım atmaya başlar.

Soru 6: Bizler kız çocuklarımızı adet görmeye başlayınca hemen  evlendirmiyoruz, çocuk doğurtmuyoruz. Bir çok kız çocuğumuz,  adet döngülerinin  verdiği sancılardan dolayı okula gidemiyor, sınavlara hazırlıkta sıkıntı ve eksiklikler yaşıyor. Cinsel organların gelişimi ve doğurganlık özelliğine giriş neden küçük yaşta başlıyor?
Cevap: Bu soruyu sormanızın nedeni, insanlık olarak ileri bir çağda yaşıyor olmamız. Adet dönemlerinin başlangıç yaşının genetik kodlaması, en eski  atalarımızdan yani ilk insanlardan aktarıla gelmiştir. İnsanlık, buzul çağı, taş devri, bakır devri ve demir çağı gibi dönemlerden geçmiştir. İlk atalarımızın yaşantısı hayvanlar gibiydi. Topluluk halinde değil birey olarak yaşıyorlardı.  Vahşi hayvan saldırıları, hijyenik olmayan yaşam koşulları, enfeksiyonlar ve tedavi edilemeyen çok basit hastalıklardan dolayı ortalama insan ömrü 20-25 yıldı ve dünyaya gelen bebeklerden çok azı yaşayabiliyordu. Bu kadar kısa bir yaşam süresinde  insan dişisinin mümkün olduğu kadar erken  yaşta doğurganlık özelliğini kazanması ve hamilelik  başarısının artması için de bu döngülerin her ay yaşanması gerekiyordu. İlk insanların yaşadığı dönemlerde amaç,  diğer canlılarda olduğu gibi neslin tükenmeden devam ettirilebilmesine dayanır. Vücut fonksiyonları ve içgüdüsel davranışlar da bu doğrultuda  yani sürekli olarak çoğalmaya göre ayarlanmıştır. Evinde kedi besleyen insanların çoğu bilir, kediler genellikle henüz yavruyken kızışmaya başlarlar ve hamile kalıp yavrularlar. Bu durum bir çok hayvan türü için de geçerlidir.  İnsanlık da muhtemelen ilk dönemlerinde böyle idi. Kadınların bu adet durumunu  çok erken yaşta yaşamaya başlaması, ilk atalarımızın vahşi yaşam koşullarında  verdikleri  var olma mücadelesinin genetik gerekliliklerinden  aktarılagelir.

Soru 7: Şu an ki yaşadığımız çağda böyle bir genetik gerekliliğe gerek var mıdır?
Cevap: Eğer  tıp alanındaki gelişmeler, kadınların adet döngülerinin özelliklerine genetik olarak müdahale edecek düzeyde gelişmiş ise bir kadının çocuk yaşta adet görmeye başlamasına ve elli yaşına kadar her ay adet dönemi geçirmesine gerek yoktur?

Soru 8: Neden böyle bir  gerekliliğe  gerek yoktur?
Cevap: Eski zamanlardaki düzen ile şimdi ki yaşadığımız çağın düzeni arasındaki fark oldukça artmıştır. Çok sayıda çocuk sahibi olmak, bir çok nedenden dolayı artık gerekli değildir(Bunun nedenlerine girersek konu çok uzar). Çocuklar, küçük yaşlarından itibaren eğitim hayatına başlıyor ve eğitimlerini ortalama olarak 22, hatta 30’lu yaşlarına kadar devam ettiriyorlar. Kadınların hamileliği, genellikle bu sürenin bitiminde başlıyor. Dolayısıyla bir kadının 10 yaşından 20’li yaşlara kadar veya 30’lu yaşlara kadar ortalama 10 ile 20 yıl boyunca rahimlerinin sürekli olarak hamilelik hazırlığı yapması, gereksiz bir sıkıntıdır.


Geleceğe Bir Yolculuk Yapalım
Biz kadınların genetik özellikleri değiştirildikten sonra:
Bir kadın, 18 yaşına geldiğinde ve boyu yeteri kadar uzadığında hormonları ve buna paralel olarak cinsel organları gelişmeye başlıyor. Fakat hayatı boyunca hiç adet dönemi yaşamıyor. Ne zaman ki çocuk sahibi olmaya karar veriyor, işte o zaman rahminin yumurtlamasını sağlayacak ve yan etkisi olmayan bir hap içiyor veya koluna minik bir iğne yapılıyor ya da yumurtalıklarına bir frekans gönderiliyor.  Böylelikle rahminin yumurtlaması  anında  tetikleniyor ve olgunlaşmış bir yumurta, tüplere iletiliyor, rahim, hamilelik hazırlığına başlıyor.  Anne adayı, eşi ile birlikte, bizzat kendilerinin belirlemiş olduğu bu gün içerisinde eşi ile birlikte gerekli hazırlığı yapıyor ve kadın hamile kalıyor. Anne, çocuğunu doğurduktan sonra ikinci bir çocuk planlamasına kadar yine hiçbir şekilde kadının rahmi, dışarıdan uyarılmadıkça yumurtlama gerçekleştirmiyor yani adet dönemi yaşanmıyor. Geçmiş dönemlerde, çoğalmanın idrakinde olmayan ve düşük bir zekâya sahip olan ve çoğalması için genetik özelliklerinin yönlendirmesi yani ilkel kabul edilen dürtüler ve otomatik yaşam fonksiyonları ile yaşayan, çoğalan  insan türünün geldiği şu noktada artık yaşamın her alanına bilinç ve zekâ hakim olmuş durumda. İnsanlar, plansız  çoğalmanın ve bu çoğalmanın sonuçlarının son derece farkında ve bilincindeler. Zekânın gelişimi ile birlikte bu bilinç ve bilgi de yaşanılan çağın gerekliliklerine ve tıbbın, bilimin sağlayacağı imkânlara göre değişecek, gelişecektir.

Peki dinler, bu tür değişimleri nasıl karşılayacak? Bu gün hâlâ dünyanın çeşitli islâm ülkelerinde çocuk felci aşısını günah sayan, kız çocuklarını sünnet eden, doğum kontrol yöntemlerini kullanmayı “Allah’ın yasalarına karşı gelmek” olarak değerlendiren dindarların varlığını göz önüne alırsak, müslüman kesim, bu değişimleri nasıl kabullenecek? Ya da kabullenecek mi? Tahminimce her zaman olduğu gibi en arkadan takip edecek, bazıları ise hiç takip etmeyecek. İlk önce sert sesler yükselecek. Adet dönemlerinin bir kadın özelliği olduğu ve bu dönemleri ortadan kaldırmanın kadınları erkekleştireceğini öne sürenler bile çıkacak. Bu iddialarını kanıtladıklarını düşündükleri ayetleri okuyacaklar. Buna rağmen belirli bir kesim, bu yöntemleri vücutlarında faaliyete geçirmeye başlayacak. Uzun bir zaman diliminde bu yöntemler yaygınlaşacak. Ve en dindar olan kesim, bu yöntemleri en sonra uygulamaya başlayacak. Bu kez vaazlar, fetvalar değişmeye başlayacak. “Allah, bu özelliği kadına, geçmiş zamanlarda ihtiyaç olduğu için vermiştir. Şu an artık böyle bir ihtiyaca dolayısıyla da özelliğe  gerek kalmamıştır” diyen  yeni İlahiyatçı’lar ortaya  çıkacak. Menapoza giren bazı kadınların, kemik erimesine maruz kalmaması için kullanılması tavsiye edilen östrojen hormonuna bile “günahtır” diyen güruh, ayağına zincir vurulmuş sürgün gibi sürüne sürüne en arkadan takip edecek bu tür gelişmeleri.

Ve insanlık öyle gelişecek ki, yapay rahimler geliştirilecek. Anne rahminin bütün işlevini yetine getiren ve tam donanımlı merkezlerde bulunan yapay rahimler. Muhtemelen bu yöntemi ilk olarak  rahminde bebek gelişimine imkân  vermeyen hastalıklara ya da yapısal bozukluklara sahip olan  kadınlar kullanacak. Ardından diğerleri gelecek. İlk uygulamalarda sıkıntılar yaşanacak fakat zamanla bu sıkıntılar düzeltilecek ve yapay rahimler mükemmel hale getirilecek. Hatta yapay rahim içine ve annenin kafatasının bir kenarına yerleştirilecek birer çip ile bebek ve anne arasında doğuma kadar süren telepatik bir iletişim bile sağlanacak. Yapay rahimdeki bebek doğmadan önce annenin beynindeki  çip,  annenin süt bezlerini harekete geçirecek ve bebek için süt salgılamayı tetikleyecek. Anne ve baba, doğum esnasında yapay rahim kapsülünün hemen yanı başında bekleyecekler. Bebek, yapay rahimden  sorunsuzca  doğacak  ve anne, bebeğini kucağına alıp emzirmeye başlayacak. Bu sırada, ilahiyatçılardan birisi fetva vermeye başlayacak. Bu yöntemin insanlık dışı olduğunu ve çok zorunlu kalınmadıkça kullanılmaması gerektiğini  üstüne basa basa anlatacak. Bu yöntemin dinen sakıncalı olduğunu söyleyen Kur’an yorumcusunun annesi, kendisini dünyaya getirirken hayatını kaybetmemiştir.  Çocuk doğururken hayatını kaybeden kadını da şehit durumuna yükseltip sonsuz ve güzel olan cennete yollayıp, dünyaya gelen öksüz  bebeğe de “Allah, rızkını ve bahtını verecek inşallah” diye de dua etmeyi unutmayacaktır. Bu Kur’an yorumcusu, annesinin hamileliği sırasında, annesinin yakalandığı bir  hastalık sonucu özürlü  olarak dünyaya gelmemiştir. Özürlü olarak dünyaya gelen insanların da Allah tarafından böyle imtihan edildiğini anlatmaya başlayacaktır.
O dönemlere varıldığında dünyadaki kadın erkek sayısını göz önüne alarak yapay rahimlerde ya da anne rahimlerinde döllenecek olan bebeklerin cinsiyetlerine müdahale edilecek ve böylelikle kadın ve erkek sayısı kontrollü bir şekilde eşitlenecektir. “Allah, bir aileye erkek çocuğunu  münasip görüyorsa erkek evlat, kız çocuğunu münasip görüyorsa kız evlat verir, Allah’ın seçimine müdahale edilmez” diyen din kesimi, gelecek çağlarda Kur’an’ı ve İslâm’ı, yaşadıkları zamana  nasıl  uyarlayacaklar ve bu tür gelişmelere nasıl ayak uyduracaklar, tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Zaten günümüzde bile hiçbir İslâm âliminin bir konudaki değerlendirmesi ve yorumu bir diğerininkini tutmuyor. Ülkeler, mezhepler, dini sınıflar, tarikatlar, cemaatler, sosyetik dinciler derken bir tane Kutsal kitap üzerinden bin tane bir birinden farklı tefsir yapılıp yine bin tane bir birinden farklı fetva veriliyor.
Biz dinsizlerin fetvası ise hiç değişmedi ve değişmeyecek: AKIL, BİLİM, İNSAN!

Kadın vücudunu ilgilendiren durumlar sadece doğurganlık özelliği ile sınırlı değil tabi ki. Bugün elinize mikrofonu alıp sokağa çıkın ve ruh güzelliği mi yoksa fiziksel güzellik mi diye insanlara sorun. Kendisine mikrofon uzatılmış olan insanların çok büyük bir çoğunluğu “ruh güzelliği” diyecektir ki! YALAAAAAAAAAN!  Külliyen YALAN!

Erkeklerin çoğunluğu uzun boylu, fit, geniş omuzlu, kaslı, zeki, gür saçlı ve yakışıklı bir yüze sahip olmak isterler. Kadınlar ise ortalama 170 cm boy oranına, kilo almalarına izin vermeyen hızlı bir metabolizmaya, kılsız tüysüz ve sivilcesiz prüzsüz bir cilt yapısına, gür saçlara, güzel görünümlü bir yüze sahip olmak isterler. Dindar kesimin güzellik ve çirkinlik konusundaki düşüncesi “Allah o şekilde yaratmıştır, öyle takdir etmiştir”  şeklindedir. Bir kadın, sağlık sorunu olmadığı halde “bu vücutta doğmayı ben seçmedim, sevmediğim bazı fiziksel özelliklerim var” deyip  sırf estetik görünüşünü sevmediği için tercihine dayalı bir estetik operasyon yaptırdığında bu durum dinen sakıncalıdır, günahtır. Çünkü  Allah’ın verdiği bedeni beğenmeyip değiştirmeye çalışmak  “Allah’ın  takdir ettiği görüntüyü  beğenmemek” anlamına gelir ki bu da dinen Allah’a karşı gelmektir.

Dindar olmayan insanların güzellik ve çirkinlik ile ilgili açıklamaları ise tamamen bilimseldir ve konuya derinlemesine girildiğinde yine insanların ilk atalarına ve dolayısıyla söz konusu insanların bulundukları çevreye olan uyumlanmalarının  doğal bir sonucu olarak çıkar karşımıza dış görünüm.

Sarışın ve açık tenli  Irk: Dünya insanlarınca genel anlamda güzel ve yakışıklı olarak kabul edilen  bir ırktır. İnsanlar genellikle sarışın ve açık renk gözlü olmak isterler. Bu sebeple  sarı renkli saç boyaları çok fazla kullanılmakla birlikte lazer teknolojisi ile artık günümüzde göz rengi, istenilen tonda kalıcı olarak açtırılabiliyor. Yani kahverengi gözlü iseniz lazer tedavisi ile gözlerinizdeki irisi mavi ya da yeşil renge kalıcı olarak  çevirtebilirsiniz.  Sarışın ve açık tenli  ırkın ilk ortaya çıktığı bölgeler, güneşli gün sayısının az olup bulutlu gün sayısının fazla olduğu ve güneşin eğik bir açı ile geldiği yerlerdir. Bu bölgedeki insanların yetersiz  gelen güneş ışınlarından ihtiyaç oranında  faydalanabilmeleri için tenlerindeki renk pigmentlerinin çok az olması yani, çok açık renk olması gerekir ki bu durum  güneşe karşı ciltlerini korumasız hale getirir ve eğik açı ile gelen güneş ışınları bu renkteki tene iyice nüfus ederek yeterli D vitaminini sentezler.

Esmer ve siyahi Irk: Dünyanın orta çizgisine yani çöl ve ekvator bölgelerine gidildikçe güneş ihtiyacı, yerini güneşten korunmaya bırakır çünkü güneşli gün sayısı çok fazladır ve güneş dik açı ile ve sürekli geldiği  için insan vücudunun yoğun güneş ışığının zararlı etkilerinden korunması gerekir. Burada devreye yoğun renk pigmentleri girer ve kişi iyice esmerleşir. Derinin rengi siyahlaşır. Böylece güneşin zararlı ışınları vücuda zarar vermez. Aynı zamanda bu insanların vücutlarının D vitaminini üretmesi için yoğun güneş ışığında en az 3-4 saat kalmaları gerekir.

Bir insanın kemik yapısı, burnunun kemerli ya da düz olması, bacaklarının uzun ya da kısa olması, kıllı ya da kılsız olması, mavi gözlü veya kahverengi gözlü olması, kel ya da saçlı olması vb. Hepsinin ve daha fazla özelliğin çevresel  uyumda bir nedeni vardır. Zamanla bu coğrafi ve iklimsel şartların oluşturduğu bedenlerin çoğu,  bulundukları yerlerden göç etmiş, farklı ırklardaki insanlarla karşılaşmış, kaynaşmış ve melezleşmiştir. Dinsiz insanlar, “bir insan neden bu fiziksel özellik ile oluşmuştur?” sorusunu cevaplarken, bu bilgileri, bilimsel verileri değerlendirir.  İlkel dönemlerde, çevre şartlarına uyumlu bir fiziki yapı, hayati önem taşıyordu. Şu an geldiğimiz anda ise çevresel şartların çoğunluğu, hayatımıza kazandırdığımız çeşitli standartlarla adeta önemsizleşmeye başladı. Mesela zamanımızın çoğunluğunu dört duvar arasındaki korunaklı binalarda geçirmemiz, ulaşım araçları, güneş koruyucu kremler, klima, kalorifer vb yardımcılarla çevresel koşulların etkisini en aza indiriyoruz. Diğer taraftan, ilkel koşullarda çevreye uyumu zorunlu kılan fiziksel özellikler şimdilerde yerini, hayatımıza giren ortak standardlara bırakmış durumdadır.  Kıyafetler genel olarak en az 1.60 cm boy uzunluğuna sahip insanlara hitap eder. Bu yüzden 1.50 veya 1.80 boyundaki kadınlar, her zaman her yerden her beğendikleri kıyafeti alıp giyemezler. Diğer taraftan 1.50 boyundaki bir kadın, yüksekliği Standard olan mutfak tezgahında verimli bir şekilde çalışamazken uzun boylu kadınların aksine, üst raflardan bir şey almak için sürekli olarak tabureye ya da basamağa çıkmak zorundadır. Bu türlü zorunlulukların yanı sıra fiziksel beğeni ve zevk de git gide artmakta ve kozmetik sektörü de kadınların bu ihtiyacına cevap vermektedir. Karakteri, iyi niyeti  tabi ki de önemsizleştirmeye çalışmıyorum fakat  özgür beğenisi olan bir insan fiziksel bedeninden hoşnut değilse ve bazı fiziksel özelliklerini beğenmiyorsa ve imkânlar elverdiğinde bu özelliklerini, sağlığını bozmadan beğenisine paralel olarak değiştirebilecek durumda ise buna ne engel olabilir? İşte dini inanç burada devreye girer. Din, insanın kendi bedenini beğenmeme  tercihini  bile elinden alır. Burada çok önemli bir nokta daha var ki o da: Dini açıdan bu tür meseleleri değerlendirmeye ya da soru sormaya kalktığınızda en modernistinden en gericisine kadar bir birinden farklı yüzlerce cevap alırsınız. Çok az bir dindar kesim, sizin estetiksel tercihlerinize cevaz verirken, bazıları kararsız, bir çoğu da olumsuz cevap verecektir. Hepsi de kendi cevabını destekleyen ayetleri ve hadisleri bulup arada bağlantı kurup sana delil olarak okuyacaktır. Fakat dini inancı olmayan kesim için sana yöneltilecek cevaplar veya sorular  bellidir, “bunu yapmak istediğinden emin misin?” veya “bu kararının tekrar dönüşü belki de hiç  olmayacak” ya da “bu seçimin, senin sağlığına zarar verecek mi?”, “o şekilde olmak hoşuna gidecekse neden olmasın?”  şeklinde olacaktır.

Beyaz ten rengine sahip bir kadın esmer bir ten rengine kavuşmaya karar verdiğinde veya esmer bir kadın beyaz bir ten rengine kalıcı olarak  kavuşmaya karar verdiğinde  veya  bir kadın, sevmediği  ses tonunu değiştirmeye karar verdiğinde veya genetik olarak belden aşağı olan tarafı yukarısına göre daha yağlı olan bir kadın  bu genetik durumunu değiştirip kalın bacaklar yerine ince bacaklara sahip olmak isterse  ya da anne olmayı isteyen bir kadın, doğacak çocuklarının boy uzunluğuna,  zeka türüne, göz rengine, cinsiyetine karar vermek istediğinde ve bunu uygulayacak metodlar kolay ve sorunsuz olduğunda dindar kesim, bu uygulamaların neresinde olacak? Ya da dini kesimin çoğunluğu tarafından kabul görmesi ne kadar zaman alacak? Daha özetle, bu uygulamaları hayatına geçirmeye başlayan dindar insanların “Zaten dinimizde falanca falanca ayetlere bakacak olursak ya da falanca hadisleri okuyacak olursak bir kadının güzelleşmesi…” olarak devam eden yorumlarla “En büyük günahtır” şeklindeki yorumların arasına kaç yüz sene girecek?

Bu türlü bilimsel gelişmelerin insan hayatındaki aktif rolü boyunca Dînî yorumlar kaç kez evrim geçirip değişecek? Kaç defa inatçı bir çocuk gibi ayak direyip bağırıp karşı çıkacak? “Dinen sakıncası yoktur” fetvasına kadar kaç kadın, kaç yüz yıl boyunca bedensel tercihlerini “günahtır” fetvasına heba etmek zorunda kalıp, yaşamını tamamlayıp bu dünyadan göçecek? Vaktiyle dini çevreler, aile planlamasına da karşı çıkmış, uzun yıllar ayak diremişti.

Yazan: Kainatta Toz Zerresi

NASIL MÜNAFIK OLDUM?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
sizden gelenler, din, islamiyet, Nasıl münafık oldum?, İslamı nasıl terk ettim?, Dinden nasıl çıktım, İslamı neden terk ettim?, Müslümanlıktan neden çıktım?, Değişim hikayesi,

İSLAMI NASIL TERK ETTİM?

Yedi ya da sekiz yaşındayım,  arkadaşlarla oynuyoruz.  Uyanık arkadaşlarımızdan birisi “Allah’ınızı seviyorsanız zıplayın” diyor. Başlıyoruz zıplamaya, hatta öyle çok zıplıyoruz ki hem en yükseğe sıçramaya çalışıyor hem de “ben Allah’ımı daha çok seviyorum, bak en yükseğe zıplıyorum” gibi sözler sarf ediyoruz.  Hiç birimiz de demiyoruz ki “yahu Allah’ı sevmek için ille de zıplamak  zorunda mıyız?”, çocuk aklı herhalde. Bir süre sonra uzak gruptan bir çocuk gelip  “Allah’ınızı seviyorsanız yerde yılan gibi sürünün” diyor. Bizi  zıplatan arkadaşımız da dahil olmak üzere hepimiz yere yatıp sürünmeye başlıyoruz. Siz buna sevgi diyebilirsiniz. Ben buna şartlanmışlık diyorum. Annemizi severiz, babamızı severiz, arkadaşımızı severiz fakat o yaşlarda hiç görmediğimiz, hakkında doğru dürüst  bilgimiz olmayan bir varlığı nasıl severiz? Eğer bize dini eğitim küçücük yaşlarda değil de ilerleyen yaşlarda verilseydi muhakkak dinden çıkmam zor olmazdı. Zira küçücük çocuklara hem korku yoluyla hem de çeşitli vesilelerle “O sizin bizim Allah’ımız, O’ndan büyük yoktur. Tek gerçek Tanrı O’dur.”  Diyerek henüz dini bilgileri öğretmeden, aklın şuna buna ermeye başlamadan “Allah Allah” dedirtirsen sana kutsal diye tanıtılan kitabı ister 10 defa ister 100 defa oku, hiçbir çelişki hiçbir mantıksızlık göremezsin. Gözünün önünde çelişkiler bağırır ama Allah inancına kilitlenmiş beynin o manasız cümlelerin farkına varmaz. Daha açık ifade etmek gerekirse o gariplikler beyninin ilgili yerlerinde işleme alınmaz ve bundan dolayı şuuruna sinyal göndermez. Bu tıpkı fabrikada üretilen ürünlerin kontrolünü sağlayan bilgisayar sistemine benzer. Bilgisayara komut verirsiniz. Komut: “kontrol bandına gelen her metali tara ve yüzde yüz kırmızıya boyanmış olan metalleri paketlemeye gönder.”  Bilgisayar,  sensörleri yardımıyla kontrol bandına  gelen her metalin yüzde yüzü kırmızıya boyanmış olanlarını  paketleme bölümüne gönderir fakat yüzde doksan, yüzde seksen oranında boyanmış olan  metalleri de geri dönüşüme ya da tekrar boyama kazanına gönderir. Siz bu kez bilgisayara “kontrol bandına gelen bütün metalleri yüzde yüz boyanmış ve bitmiş kabul et  pakete gönder”  komutu verirseniz bu kez ister  tamamı  boyanmış  isterse yarısı boyanmış  olsun hiçbir metali sensörle tarayıp kontrol etmez, kontrol bandına gelen bütün metal ürünleri bitmiş kabul eder ve paketlemeye gönderir. İnsan beyninin kodlanması da buna benzer. Tek fark bilgisayara komutu bir kez girersin, insan beynine ise defalarca… Komut her yerde aynıdır ve şudur: “O,  yeryüzüne Tanrı katından gelen en son ve tek gerçek kitaptır, O Kur’an ki O’nda hiçbir çelişki göremezsin.” Gerçekten de göremezsin. Gözünün önünde çelişkiler bağırır, cirit atar  fakat kodlanmış beynin “O’nda çelişki yoktur, göremezsin” komutu ile  okuduğun hiçbir ayeti işleme almaz sadece okur gider.  Zaten bir çoğumuz O’nu eleştirmek ya da çelişki aramak için, hata bulmak niyetiyle   okumayız. İmanımızı artırmak ve kesin olarak iman ettiğimiz Kitaptaki bilgileri öğrenmek için okuruz. Kur’an’ı öğrenmekten kasıt sorgulamak değildir, biraz ezberdir aslında biraz da dindarlık.  Olur da aklına takılan ve garip bulacağın ayetler olursa   cevap bellidir, “Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz”.

Benim dinden çıkmam  aslında radikal diyebileceğimiz ya da sosyete hocası diyebileceğimiz hocalardan birisinin bir gün televizyon ekranlarından “Ben Kur’an’ın bütününü okudum, hatmettim, yıllarca araştırdım. Cennete gitmek için ille de Müslüman olmaya gerek yok” dedikten sonra kendi kendime “madem ki cennete gitmek için Müslüman olmaya gerek yok, ben de Müslümanlıktan çıkıyorum” dedikten sonra oldu.  Müslümanlıktan çıktım, çıkış o çıkış. Meğer beynimdeki nöronlar, Kur’an’ı gerçek anlamda okuyup anlayabilmem için Müslümanlıktan çıkmamı yani o kilitli kapıyı açmamı bekliyorlarmış. Size Allah kelamı diye yutturulan kitabı inanç gözüyle iman etmiş halde okursanız onda hiçbir çelişki ve gariplik bulamazsınız. Okuduğunuz bir yazıyı her açıdan objektif bir şekilde değerlendirebilmeniz için şüpheci ve tarafsız bir şekilde okuyup değerlendirmeniz gerekir. İşte ben de Müslümanlıktan çıkışımın ertesi günü elime  Kur’an-ı kerimin Türkçe mealini aldım ve o zamana kadar en az 10 kez okumuş olduğum ayetleri gözden geçirmeye başladım.  Belki  de bilinçaltımdaki yıllarca birikmiş sessiz itirazların bir patlamasıydı bu hareketim. Onlarca kez okuduğum ayetlerin içindeki saçmalıklar, tutarsızlıklar, mantıksızlıklar birer birer gözüme batmaya tek tek patlamaya  başladı. Neden daha önce hiç fark etmedim? Zaten bir erkeğin dört kadınla evlenebilmesini, kocasına baş kaldıran kadının kocasından dayak yiyebileceğini ya da evden gönderilebileceğini ve buna benzer şeylerin  Allah’ın emri olduğunu biliyordum fakat konu iman etmek olunca hoşuma gitmese bile kabul etmek zorunda kalıyordum. Hatta şimdiki cambaz diyebileceğim ilahiyatçıların getirdikleri yorumlara açıklamalara sığınıyor ve “o devirde arap yarımadası ve arap gelenekleri farklıydı, hatta kadınlar daha kötü durumdaydı, İslam oradaki kadın haklarını  yumuşattı fakat şimdiki zaman dilimi farklı, o ayetlerin bu devirde hükmü kalmadı” gibi saçma sapan söylemlere kulp gibi yapışıyordum. Şimdi düşünüyorum da bu mu Kur’an’ın evrenselliği?  Hükmü kalmadığı söylenen ayetleri kim hükümsüz  kılıyor? Bununla ilgili bir ayet var mı? Yani Kur’an’ın bir yerinde şöyle bir cümle olsa: “Ey inananlar, zaman ilerledikçe ihtiyaçlarınıza ve gelişmişlik düzeyinize göre şu şu veya bazı ayetleri devreden çıkartınız gibi bir ayet var mı? Kimileri de çıkıp diyor ki peygamber efendimizin hayatı bize örnek teşkil eder, o hiçbir hanımını dövmemiştir, bizim de onu örnek almamız gerekir. Yani Allah bu konuda ayet gönderirken bunu düşünememiş ama Peygamber kulu düşünmüş, yaşamış öyle mi? Müslümanlıktan çıkmış olmanın verdiği rahatlıkla içsel olarak bile cesaret edemediğim soruları,  gariplikleri irdeledikçe bir de baktım ki İslam’ı  Kur’an’ı  neresinden tutsam elimde kalıyor. Nasıl bir Kur’an ki nasıl bir üstün yaratıcı kelamı ki  herkes farklı farklı yorumluyor. Kimse bir ayet üzerinde anlaşma sağlayıp sulh edemiyor.  Kur’anda  hristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyin  diye  ayet var. Şöyle bir düşünün: Aşırı dindar bir Yahudi ya da hristiyan ailesinde doğduğunuz zaman Müslüman olma ihtimaliniz nedir? Hani insanlar imtihan için gelmişti? İmtihanın ne olduğunu hepiniz iyi bilirsiniz. Bir dersin yazılısına veya bir üniversite sınavına girdiğiniz zaman aynı sorularla karşılaşır aynı şartlara maruz kalırsınız. Müslüman ailede doğan çocukla Yahudi ailesinde doğan çocuğun imtihan şartları aynı mı? Bu nasıl imtihan? Nerede bu imtihanın adaleti? Peki küçük yaşta çirkefliklere uğrayarak hayatını kaybeden çocukların imtihanı nedir? Bunun da cevabı var elbette. İlahiyatçıların ağzından neler duymadık ki. “O yavrumuz şimdi cennette”. Hadi öyle olsun,  ölen yavrularımız cennete, ya ölmeyip hayatta kalanlar?...  Yıllar yılı, radikal  ilahiyatçıların yorumlarına sarıldım. “Kur’an, yanlış tercüme ediliyor, yanlış yorumlanıyor. Kur’an’ın dilini konuşan İslam ülkelerinin halkları kitaplarını açıp okumazlar, onlar cahil insanlar, zaten okusalar da pek bir şey anlamazlar çünkü Kur’an’ın Arapçası eski Arapça” ve daha neler neler. Ben onlara buradan cevap veriyorum. Hayır efendim. Müslüman Arapların yaşadığı hayat tam da Kur’an’ın müminlerden istediği hayat. Kadına değil, erkeğe seslenen, kadınlarla ilgili hususlarda bile erkeği muhatap alan bir dinin yaşandığı ülkede kadınların modern olmasını mı bekliyorsunuz? “O, tek gerçek kitaptır, O’nda çelişki yoktur” komutu ile yıllarca sarıldığım açıklama ve bahaneleri sıraladım bir gün. Sizinle paylaşayım:

  • Tercüme yanlış.
  • O ayetin hükmü kalmamıştır. (Kim söylüyor bunu, ölçüsü nedir? Neye göre kaldırılıyor? Allah’ın gönderdiği ayetin hükmünü kaldırmak kimin haddine?)
  • O devirdeki Arapların yaşam şartlarını gözlerimizin önüne sermemiz gerekiyor. 1400 yıl öncesinden bahsediyoruz. Kalkıp da o devirde gelen her ayeti bu döneme göre yorumlayıp kabul edemeyiz. (Allah düşünememiş bu günlere geleceğimizi) Allahü Teâlâ her devrin ve her milletin durumuna şartına  göre ayet mi gönderecekti? Buna sayfalar yetmezdi. (Ben bir tane göndereyim: “Ey inananlar! Kölelik, İslamiyetin kabul ettiği bir uygulama değildir. Kimilerinin atalarından gelen bu geleneği bir anda kaldırmanın da zor olduğu bellidir. Rabbiniz bu  konuda sizlere kolaylık getirmiştir.  Allah sizlere  Kur’an’ın her ayetinin indirilip tamamlanmasından sonraki elli yıl içinde ve bu elli yıla kadar olan istediğiniz her hangi bir zaman diliminde kölelik ve cariyelik uygulamasını tamamen kaldırmanızı, bütün köle ve cariyeleri özgürlüklerine kavuşturmanızı  ve kıyamete kadar da köle ve cariye uygulamasını bir daha geri getirmemenizi emreder. Allah’ın gazabı, emrine uymayanlara karşı çok şiddetlidir.”) 
  • Falanca mezhep şu şekilde kabul eder, şu mezhepte olanlar için de hüküm şudur. (Hangi meshepe girsem acaba? Hangisi işime gelir?)
  • Arapça ile Türkçe arasında anlam farklılıkları olabiliyor.
  • Kur’anda geçen ayetler tek başına okunduğunda tabi ki farklı anlamlar çıkartılabilir. Kur’an’ın o ayetinde aslında şu olaydan bahseder ve şöyle yorumlamak gerekir. (Eğer Kur’an ayetleri, bize doğru olarak gelip gelmediğinden emin olamayacağımız  hadis, rivayet ve insan yazması kaynaklarla yorumlanacaksa Kuran otomatikman devre dışı kalır. Kur’an’a iman etmemizin tek sebebi O’nun Allah katından inmesi ve tek bir harfinin bile değiştirilmemiş olması. Böylesine hassas terazi üzerindeki bir kitabı nasıl olur da her hangi bir harfinin korunmuş olup olmadığı belli olmayan hadis ve anlatımlarla açıklarız?)
  • Kur’an’ı sürekli olarak araştırıyoruz. Her araştırmamızda O’nda yeni cevherler buluyoruz. Hatta bu zamana kadar ki alimlerimizin Kur’an’ı yorumlarken içinde bulundukları şartlardaki  cehaletleri ile ne kadar sığ açıklama ve tercüme ettiklerini sonradan fark ettik. (Bekar erkeklerin ellerinin altındaki cariyeleri, cahil olmayan modern aklınla yorumla bi zahmet. )
  • Kuran evrenseldir ve her devre uygundur? ( Vallaha mı? Nisa 34: “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar...”   demek erkekler, kendi mallarından hanımlarına harcamaktadırlar.  Bugünün kadını kocası gibi çalışıp para kazanıyor. Erkekler evlenmek için çalışan kadın arıyor. Hatta kadının kazandığı para, mutfak harcamalarına, kıyafete, faturalara, evin bozulan beyaz eşyalarına, market alışverişine yatırılırken erkeğin parası ev taksitine, araba kredisine gidiyor. Ne malından harcaması be, erkek  hanımının sırtından ev araba sahibi oluyor. Ev adamın üstünde, araba adamın üstünde. Kur’an’ın bu ayeti bu devre uygun mu şimdi? Nerede bu ayetin evrenselliği?  Efendim? Çalışma hayatından çıkalım, erkeğimizin eline bakalım değil mi?... Söylenecek çok şey var da boş ver  hangi birini  kaleme alayım?)

Çelişkileri, saçmalıkları, gariplikleri, rezillikleri saymaya sayfalar yetmez. Keşke hepsini, yüzlercesini sayabilsem çevreme, sevdiğim insanlara…  Ne yazık ki münafık olarak yaşamayı seçtim. Dar ve dindar bir çevrede yaşıyorum. Bir bayan olarak böyle bir çevrede dinden çıktığınızı söylemek intihar olur. En yakınlarımın bile dinsizliğimden haberi yok. Söylemek kolay fakat anlaşılmak imkânsız gibi duruyor. Etrafımda örtülere bürünen ve sürekli olarak Kur’an’ın Arapçasını okuyup huzur bulduğunu düşünen ve kendi yakınlarındaki kadınları da örtülerin altına hapsetmek ve Kur’an’ın Arapçasını okumayı  öğretmek için seferber olmuş hemcinslerime haykırmayı o kadar çok isterdim ki? Bir gün bir tanesine söyleyecek oldum. Sence bu ayet mantıklı mı diye sordum. Cevap neydi biliyor musunuz? “O kadarını bilemem ama ben Kur’an okurken çok büyük bir huzur yaşıyorum, sana da tavsiye ederim. En azından Arapça okunuşunu öğren, aç bir iki sayfa oku, ne demek istediğimi anlarsın.”  Sizin Kur’an’ı okurken yaşadığınız huzuru, Yahudiler Tevratı okurken yaşıyorlar. Hristiyanlar İncili okurken yaşıyorlar. Budistler ve Hindular ise kitap bile okumuyorlar, işin tekniğini keşfetmişler huzurun mutluluğun  en yükseğini yaşıyorlar demek isterdim.  Ben dinden çıkalı, namazda bulmadığım huzuru buldum, insan olmanın hakikatine, onuruna erdim demek isterdim. İnanmış beyinlerin kodlanmış kilidini açmayı isterdim.   “O,  Allah katından gelmiş tek gerçek kitaptır. Kur’anda çelişki yoktur.”

İçimi boşaltmama, duygularımı paylaşmama vesile oldunuz, teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın.