HABERLER
Dini Haber
KTZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KTZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ADET GÖRMEMİŞ ÇOCUKLARIN EVLİLİĞİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Adet görmemiş çocukların evliliği, Pedofili, İslamda pedofili, Çocuk yaşta evlilik, Talak 4, Ahzab 49, Kur'an'da adet görmemiş kız, Kuran'da pedofili, Nisa suresi, Nisa 6,

ADET GÖRMEMİŞ ÇOCUKLARIN EVLİLİĞİ

2009 yılında, Yemende 12 yaşındayken doğum yaparken hayatını kaybeden kız çocuğunun dünya gündemine oturmasının ardından Yemen hükümeti 17 yaş altındaki kızların evlendirilmesini yasaklamaya kalkınca ülkedeki İslamcı kesim ayaklandı bu yasa tasarısına karşı çıktı. Karşı çıkmalarının bahanesi ise bizzat Kur’an’ın küçük yaştaki çocukların evliliğine geçit vermesiydi. Oldukça muhafazakar ve dindar olan kesim, “Allah’ın yasaklamadığı bir şeyi siz neden yasaklıyorsunuz” diye ayaklandılar. Peki bir Müslüman Arap ülkesi olan ve geçmişten gelen bir geleneği, bu günkü modern bakış açısına inat hâlâ eskisi gibi devam ettirmek isteyen Yemenlilerin evlilik geleneği nasıl?... Yemende yetişkin bir erkek, 7, 8 veya 9 yaşından itibaren bir kız çocuğu ile başlık parası karşılığında evlenir. Bu gelenek Kur’an’daki Talak Suresi 4’üncü ayet ile mümkündür. Evlenen küçük kız ile yetişkin kocası aynı evde yaşarlar. İlerleyen zamanlarda evlenen adam, kız çocuğunun biraz büyüyüp olgunlaştığını fark ettiğinde ya da kızın olgunlaştığına kendince kanaat ettiğinde evlendiği kız çocuğu ile cinsel ilişkiye girer. Kız çocuğunun ilişki için cinsel olgunluğa ulaşıp ulaşmadığının kararı tamamen kocanın insiyatifindedir. Fakat bu karar, her zaman doğru bir karar olmaz ve ne yazık ki o ülkede henüz cinsel olgunluğa ulaşmadan evvel yani çocuk yaşta maruz kaldığı cinsel ilişki nedeni ile rahmi patlayan ya da durdurulamaz vajinal kanama nedeni ile hayatını kaybeden kız çocuklarının çok azı haber konusu olur. Eğer adam evlendiği kız çocuğu ile henüz birleşmemişse ve boşanmak isterse ilgili ayet Ahzab suresi 49’uncu ayettedir. Bu ayetleri okuyalım.

Talak 4: Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah´tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.


Ahzab 49:  Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâhlayıp da, henüz zifafa girmeden onları boşarsanız, onları sayacağınız bir iddet süresince bekletme hakkınız yoktur. O halde onları (bir bağışla) memnun edin ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.

Yemenlilerin, evlilik geleneklerini dayandırdıkları ayetler bu şekilde. Aslında Arap ülkelerinin çoğunluğu  yani anadili Arapça olan Müslüman ülkeler bu ayetleri ve bu ayetlerin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar. Talak suresi 4’üncü ayette bahsedilen “adet görmeyenler” ifadesinin henüz adeti başlamamış kız çocuklarından bahsettiğinin farkındalar. Bazı İslâm ülkelerinde her ne kadar bu ayetleri bizim ülkemizin ilahiyatçıları gibi kıvırmaya çalışan modernist yorumcular çıkmaya başlamışsa da  geleneksel yapıdan gelen ve Kur’an’ı çok iyi bilen İmamlar, İlâhiyatçılar  işin gerçeğini  gözler önüne seriyorlar. Onların söylemi şu şekilde:

Her ne kadar günümüzde küçük yaştaki kız çocuklarının evlenmeleri artık uygunsuz görülüyorsa da ki bizce de artık uygunsuz görülüyor fakat eski dönemlerde böyle değildi. Özellikle toplumların çoğunluğu eskiden tarım toplumu idi ve eğitim hayatı yoktu. Küçük yaşta evlilik normal karşılanıyordu. Hz Muhammed’in dönemindeki geleneklerde de henüz adet görmemiş kız çocuklarının evliliği normal karşılanıyordu. Kimileri, Hz Ayşe’nin bile evlilik yaşını hesaplarken, “O dönemlerde kız çocuklarının yaşı adet görmeye başladıktan sonra sayılırdı. Bu hesaba göre Hz Ayşe evlendiğinde 18 yaşında idi”  dese de bu kez Hz Muhammed ile evlenen Hz Hatice’nin yaşı 10 yaş büyük oluyor yani Hz Hatice Hz Muhammed ile evlendiğinde 50 yaşında oluyor. Türkiye şartlarında bir kadın 50 yaşında menapoza girerken çöl şartlarında bir kadının menapoz yaşı 40-45 arasıdır. Bu durumda Hz Hatice Hz Muhammed ile evlendiğinde 50 yaşında olmuş oluyor ve o yaştan sonra 10 çocuğu nasıl doğuruyor? Bu imkânsız, tarihi gerçekleri inkâr edemeyiz. Çocuk yaşta evlilik, Ehlibeyt döneminde gelenekti, bunu inkâr etmenin  bir anlamı yok. Kız çocukları küçük yaşta eş olarak alınır ve evlendirildiği eşinin evinde büyürdü, o kız çocuğunda yeteri kadar bir bedensel büyüme ve olgunlaşma görüldüğünde de eşi ile cinsel birleşme gerçekleşirdi…


Geleneksel yapıyı,  tarihi kaynakları, hadisleri yok saymayan gerçekçi yaklaşımın, Talak 4’te Henüz adet görmeye başlamamış olan kız çocuklarının evliliğini kast ettiğini ve bunu inkâr etmediklerini fakat pek dile getirmek istemediklerini de  biliyoruz.  Zaten dindarlar arasında önemli bir kesim, bu ayetin henüz adet görmeyen kız çocuklarını kastettiğini  inkâr etmiyor fakat günümüz şartları değiştiği için ayetin uygulanmasına gerek duyulmadığını söylüyorlar.

Peki boşanma ayetlerinde geçen iddet  nedir? İslâm hukukunda iddet, evliliğin herhangi bir sebeple sona ermesi durumunda nikâh hükümlerinin tamamen ortadan kalkması ve kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. İddet süresi, bir erkeğin karısını boşadıktan sonra boşadığı kadını,  üç adet dönemi boyunca hiç dışarıya çıkarmadan yaşadıkları evin içinde tutmasıdır. İddet süresinin iki farklı sebebi vardır.
Birincisi, eski dönemlerde hamileliğin tespiti zor olduğundan öncelikle bu süre içinde yani üç ay hali dönemi içinde kadının hamile olup olmadığının  tespit edilmesidir.
İkincisi ise kadın ve erkeğin boşandıktan sonra tekrar bir araya gelme ihtimallerinin olup olmadığının tespiti içindir. Eğer erkek boşanırken fevri karar vermişse ve karısını hâlâ seviyorsa boşandıktan sonra karısını 3 ay dışarıya bırakmaz çünkü kadının boşandıktan sonra evden ayrılması, başka bir erkekle bir araya gelmesine ya da başka erkeklerle dedikodusunun çıkmasına neden olabilir. Bu da boşanan kocanın, boşadığı karısına tekrar dönmesine engel olur. Bu yüzden erkek, boşadığı karısını 3 ay boyunca hiç dışarıya çıkarmadan birlikte yaşadıkları evin içinde tutar.

Peki Talak suresi 4’üncü ayetteki iddet süresi kadının hamile olma ihtimalini mi hesaplıyor yoksa karı kocanın tekrar bir araya gelme olasılığını mı hesaplıyor?  Hemen yapalım o hesabı.

Bakara 228: Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu ayette bahsedilen iddet süresinin amacı, açıkça görüldüğü üzere boşanan kadınların hamile olup olmadığının tespiti içindir.

Gelelim Talak suresi 4’üncü ayete:
Talak 4: Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah´tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.

Görüldüğü üzere bu ayetteki iddet süresinin, hamilelik ihtimalinin tespiti  ile uzaktan yakından alakası yok çünkü Ayetin ikinci cümlesi zaten hamile kadınların iddet süresinin yani boşandıktan sonraki bekleme süresinin doğuma kadar olduğunu söylerken ilk cümlede adetten kesilmiş yani menapoza girmiş ve adet görmeyen kadınları anlatıyor. Üç tane kadın: Biri hamile, biri menapozda, diğeri de adet görmemiş. Adet görmemiş ile menapoza giren kadının hamile kalması mümkün değil. Dolayısı ile Talak suresi 4’üncü ayette bahsedilen iddet süresinin kadının hamile olup olmadığının tespiti ile alakası yok. Bu ayet direkt olarak karı kocanın tekrar bir araya gelme ihtimalinin tespiti  olan  iddet süresinden bahsediyor.

Kimileri,  Talak suresi 4’üncü ayetteki adet görmemiş kadınlar kısmını yorumlarken Arap dilinin ve gramerinin  iyi  bilinmesi gerektiğini,  ayette kız çocuğu kelimesinin  değil kadın kelimesinin  yani “Nisa” kelimesinin  kullanıldığını ve dolayısıyla da ayette henüz adet görmemiş kız çocuklarının  kast edilmediğini savunur. O savunucular şunu iyi bilmeliler ki, Arap dili ve Arap grameri kadar  Arap geleneklerini de iyi bilmek gerekir. Zira Arap geleneklerine göre yaşı kaç olursa olsun evlenen bir kız çocuğu evlendiği ve eşinin evine yerleştiği andan itibaren çocuk değil, kadındır ve artık ona kadın gözü ile bakılır. Benzer bir  gelenek, Müslüman oluşumuzun bir sonucu olarak bize de aksetmiştir. Fazla geriye gitmeye gerek yok. Henüz anneannelerimizin döneminde hele bir de tarımsal alanlarda 11, 12, 13 yaşlarındaki kız çocukları adet görüp görmemesine bakmaksızın fiziksel gelişimi hesaba katılarak evlendirilirdi. Gelenek  üzerine, evlenen bu kız çocuğu gerdeğe girdiğinin ertesi günü, yaşını başını almış yaşlı ve deneyimli bir kadının karşısına oturtulur ve nasihate çekilirdi. Nasihat şu şekilde  başlardı: “Sen artık çocuk değilsin, evli bir kadınsın…” ve nasihat bu şekilde devam ederdi. Halen ülkemizin bazı bölgelerinde bu gelenek devam eder. Hatta halkımız  içindeki “kız mı - dul mu” ya da “kız mı – kadın mı”  deyimi,   söz konusu kızın ya da kız çocuğunun yaşının küçüklüğü ya da büyüklüğünü ifade etmek için değil, cinsel ilişkiye girmiş olup olmamasını yani bakire olup olmadığını ifade etmek için kullanılır. Eğer söz konusu olan kız bakire değilse o artık kadındır. Eski dönemlerde bu hitaba dayalı gelenek tam olarak uygulanırken günümüzde modern aklın oluşturduğu düşünce ve değer yargıları değişmiş ve haklı olarak kadına yönelik böyle ayrımcı ifadeler ortadan kalkmaya başlamıştır. Asıl konuya dönecek olursak,  taa ehlibeyt döneminde 40 yaşın üstünde olup da bir birlerinin küçücük kızları ile evlenen  Arapların geleneğinde kız çocukları nikâhlandığı andan itibaren, bazı bölgelerde  de gerdeğe girdiği andan itibaren artık  kadındır. Ve onlar kız çocuğu olarak değil yaşı küçük kadınlar olarak ifade edilir.

Ahzab suresi 49’uncu ayette ise erkeğin henüz zifafa girmemiş yani henüz cinsel ilişkiye girmemiş karısını boşarken ne yapması gerektiğini anlatır. Mantıklı bir şekilde düşünelim. Bir erkek ve bir kadın evlenir de cinsel ilişkiye girmez mi? Belki nadir görülen durumlar olabilir mesela kadın adetli olur veya birisi hastalanır veya adam evlenir ama evlenişinin hemen ardından gerdeğe girmeden önce yani sadece birkaç saat içinde boşanmaya karar verir. Sizce bu ne kadar mantıklı?  Bu ayet, bu kadar nadir görülen durumlardan bahsetmiş olabilir mi? Belki bu tür durumlara da işaret etmiştir fakat geçmişte bu zamana kadar bazı Arapların sekteye uğratmadan devam ettiregeldikleri gelenek ortadadır. Küçücük kız çocuğu ile evlenirsin ve o çocuğun kendi evinin içinde kendi kuralların ile büyüyüp olgunlaşmasını ya da adet görmeye başlamasını beklersin, belki de beklemezsin ve kız çocuğunun birazcık boyunu atıp fiziksel olarak geliştiğini gördüğün an yatağına alırsın. Yok eğer bu süre içinde o kız çocuğuna ilişmemişsen ve boşanmaya karar vermişsen işte aşağıdaki ayeti oku:

Ahzab 49:  Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâhlayıp da, henüz zifafa girmeden onları boşarsanız, onları sayacağınız bir iddet süresince bekletme hakkınız yoktur. O halde onları (bir bağışla) memnun edin ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.

Gelelim modernistlere! Talak suresi 4’üncü ayette geçen “adet görmeyen” ifadesi nasıl anlamlandırılıyor:
· Bir kısım modernist yorumculara  göre “adet görmeyen” ifadesi ile kastedilen durum aslında bir kadının doğum yaptıktan sonra belli bir süre adet görmediği zaman dilimini ifade eder.
· Bir kısım modernist yorumculara  göre  ise “adet görmeyen” ifadesi ile kastedilen şey doğuştan yapısal bozukluğu nedeni ile  kısır olan yani hiçbir zaman adet görmeyecek olan kadınları ifade eder.
· Bir kısım modernist yorumculara  göre  ise “adet görmeyen” ifadesi ile kastedilen şey, Sibirya, Rusya gibi soğuk ülkedeki kız çocuklarının fiziksel olarak epey bir olgunlaşıp geliştikten sonra yani sıcak ülke kızlarına göre geç yaşta adet gördüklerinden, fiziksel olgunluğu hesap edilerek evlenmiş olmasına rağmen adet dönemi henüz başlamamış olan genç hanımlardır.

Yukarıdaki onca tahminsel fikirlere rağmen ayette “adet görmeyen” ifadesi ile ne kastedildiği hiçbir şekilde tam olarak belirtilmemiştir yani ilgili ayet anlam olarak tek başına muallaktır. Soğuk ülke kızlarının geç adet görmesi gibi bir bahanenin Talak 4’le ilişkilendirilmesi de mümkün değil çünkü Kur’an Arapça olarak ve Arap geleneklerine uygun olarak indirilmiş bir kitaptır ve modernist ilâhiyatçılar çelişkili gibi ya da garip görünen bir çok ayeti açıklarken Allah’ın dinini yayma döneminde cahil Arapları ikna etmek için daha çok o dönem Araplarının zihniyetine, geleneğine ve yaşam tarzına uygun olabilecek kuralları ve ayetleri indirdiğini ve Kur’an’ı bu şekilde algılamamız gerektiğini savunurlar. Bu durumda hayatı boyunca soğuk ülke kadınlarını hiç görmemiş hatta haberi bile olmayan o dönem Araplarının “adet görmeyen” ifadesinin hayatları boyunca hiç görmedikleri bir insan ırkı için anlamlandırmaları mümkün değil. İddialardan birisi de doğum yapan kadının doğumdan bir süre sonra ve emzirirken adet görmediği ve “Adet görmeyen”  ifadesinin bunu kast ettiği iddiası. Diğer iddia ise kısır olan yani hayatı boyunca hiç adet görmeyen kadınları ifade ettiği iddiası. Bu iddianın ikisi de tam anlamıyla çürüktür. Hatta çürük oğlu çürük. Neden çürük hemen izah edeyim?

Birincisi, ehlibeyt döneminde zaten çocuk evlilikler sıklıkla yapılıyor. Hatta o dönemde bir kız çocuğunun evleneceği erkeğin evinde olgunlaşması, o dönem Araplarının sıklıkla uyguladığı bir gelenektir. Yani aslında ayet, o dönemin geleneklerine ve bu dönemin bazı İslâmi kesimlerinin uygulamalarına aynen  uygundur.
İkincisi, bazı güvenilir İslâm Alimlerinin, Talak suresi 4’üncü ayete dayanarak yaptıkları ayet tefsirinde ve açıklamalarında henüz adet görmemiş olan kız çocuklarının evliliğinin ve boşanmasının nasıl olacağına yönelik İslâm kaynakları bulunmaktadır ki bir kısmını yazının sonunda  paylaşacağım.
Üçüncüsü,  İlgili ayette  adet görmeyen ve adetten kesilmiş olmak üzere bir birine zıt iki ayrı uç noktanın ifade edildiği çok net bir şekilde anlaşılıyor.
Dördüncüsü ise bu ayetin indiği eski dönem Araplarının, zaten küçük yaştaki kızları harıl harıl evlendiren geleneksel yapısı ile kalkıp da bu ayeti taaa bu zaman dilimindeki ilâhiyatçıların gerekçelerine göre yorumlamaları ve uygulamaları mümkün değil.
Beşincisi ise Talak suresinden önce inmiş olan Ahzab suresi 49’da, bir erkeğin henüz dokunmadığı yani gerdeğe girmediği kadını nasıl boşayacağı tarif ediliyor. Bu durum, Araplardaki çocuk evliliğin gerektirdiği geleneğin bir parçasıdır zaten.
Altıncısı ise her zaman söylediğimiz gibi koskoca ilâh, insanların kendi ayetlerini eleştirmesini mi istiyor yoksa sık sık tekrar ettiği gibi aklımızı kullanma becerimizi gösterip ayetlerinden yüz çevirmemizi mi istiyor?  Eğer eleştirdiğimiz ayet, küçük kız çocuklarından bahsetmiyor ve farklı sebeplerle adet görmeyen kadınlardan bahsediyor olsa ve bu ayeti normal zekâda birisi yazmış olsa  derdi ki: “Ya bu ayet aklı başında insanlar tarafından yanlış yorumlanabilir o yüzden ben tedbirli davranıp hem de çocukların evliliğine engel amaçlı olup tam anlaşılır ve kesin bir ayet yazayım” derdi. Ben de şimdi bu durumla ilgili aklı başında bir insan nasıl anlaşılır net bir ayet yazar onu yazıp paylaşayım. Aşağıdaki ayette kırmızı ile yazılmış olan yerler benim eklediğim ifadeler.

Benim ayetim: Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, herhangi bir sebeple adet gör-emeyenler  hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim henüz adet görmemiş çocuklarla ya da ergenlik dönemindeki kız çocukları ile evlenirse veya cinsel birliktelik kurarsa Allah’ın laneti üzerine olur. Allah´tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.

Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, Allah’ın gönderdiği ayet mi adet görmemiş kız çocuklarının evliliğine karşı çıkmak için net ifadeler içeriyor yoksa sıradan birisi olan benim yazdığım ayet mi  adet görmemiş kız çocuklarının evliliğine karşı çıkan net ifadeler içeriyor? Bu durumda Talak suresi 4’üncü ayeti, Kâinatı yaratan yüce Yaratıcının veya diğer bir isimle Yüce Zekânın gönderdiğine nasıl inanalım? Eğer bu ayeti Peygamberin bizzat kendisi düşünüp yazmış ise buna inanabilirim çünkü o dönemin çöl Arapları nereden bilsinler 1400 yıl sonrasının modern insanlarının ve eğitim çağının geldiği insan ve çocuk hakları bilincinin oluşturacağı yapıyı?

Modernist denilen ilâhiyatçıların Talak suresi 4’üncü ayeti aklamak adına sık sık ısıtıp ısıtıp önümüze sürdükleri gerekçelerden bir tanesi de Nisa suresi 6’ıncı ayet. Hemen okuyalım:

Nisa 6: Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri (gözetip) deneyin, eğer onlarda akılca bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (de geri alacaklar) diye o malları israf ile ve tez elden yemeyin. Zengin olan (veli) iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da (ihtiyaç ve emeğine) uygun olarak yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun. Hesap sorucu olarak da Allah yeter.

Bu ayette, yetimlerin evlilik çağına geldiklerinde mallarının kendilerine verilmesine yönelik bir emir var. Bu ayette konu boşanma değil, yetimlerin mallarının verilmesi mevzusu fakat ilâhiyatçıların bağlantı kurmaya çalıştığı durum ise Nisa suresi 6’ıncı ayetteki “…Evlilik çağına gelinceye kadar…” ifadesi ve  “…onlarda akılca bir olgunlaşma  görürseniz…” ifadeleridir. Evet doğru söylüyorlar. Zaten Yemenli Arapların ve eski bir çok Arap kavminin geleneği de bu yöndedir. Küçük kız çocuğu evlendirilir. Evdeki diğer büyükler ya da kocası, küçük kız çocuğunda bir olgunlaşma görür ise onunla birlikte olur. “Evlilik çağı”  ya da “Rüşd” denilen ifade ise kesin bir yaş ifade etmez ve bölgeye göre değişiklik göstertir. Özellikle göçebe şeklinde yaşayan tarım toplumlarında 11, 12, 13 yaşındaki kız çocukları evlilik çağında olarak görülür. Biraz daha kentsel bölgelerde evlilik yaşı 18 civarında iken daha modern ve eğitimin daha önemsendiği bölgelerde ise evlilik çağı 25-30 arasında olarak değerlendirilir. Yani evlilik çağı ve olgunlaşma olarak ifade edilen kavramlar aslında kişiye ve topluma göre göreceli olan ifadelerdir. Bir Arap, 12 yaşına gelmiş bir kız çocuğunu olgun olarak ifade edebilirken bizler ancak 22-25  yaşındaki bir genci evlilik için olgun olarak ifade edebiliriz. Yani tamamen görecelidir.

Sıra geldi bu konu ile ilgili en önemli meseleye. Modern hayatın gerektirdiği düşünce yapısına, çocuğu ve kadını koruma altına alan modern yasalara sıkı sıkıya sarılmış olan ve İslâm’ın da modern düşünceye uygun olduğunu iddia eden dindar Müslümanlar, belki bu ayetlerin, geçmişteki çarpık evlilik durumlarını bir anda bitiremeyeceğini fakat bir düzene sokacağını ve o dönemler için mecburen gönderilmiş olabileceğini savunabilirler. Ya günümüze gelecek olursak? Sadece Yemen’de değil, Afganistan gibi geri kalmış ülkelerdeki ve hatta bir çok dini tarikat ve cemaat içindeki küçük yaş evliliklerini bitirmek için ne yapacaksınız? Çocuk evliliklerini bitirmek istiyor musunuz? Böyle bir niyetiniz var mı? Eğer böyle bir niyetiniz var ve çocuk evliliklerine yeter artık demek istiyor iseniz bu sübyancı geleneği devam ettiren ve modern yasaları reddeden,  bunun yerine Allah’ın yani Kur’an’ın yasalarına sarılan yüzlerce dini sınıfın, tarikatın, cemaatin ve Müslüman ülkelerin yobaz kafalarını nasıl ikna edeceksiniz? O yobazlar medeni kanunlara Şeytan gözü ile bakarken sadece Kur’an’ı dikkate alırlar. Hadi onlara Allah’ın bir ayetini göstertin de onları bu yobaz yoldan geri çevirin. Açın Kur’an’ı, gösterin onlara ayeti ve deyin ki: “Kur’an’ın şu şu ayeti, çocuk evlilikleri kesin bir dille yasaklıyor. O yüzden adet görmemiş kız çocuklarınızı evlendiremezsiniz. O çocuklarınızın okumaya, tahsil görmeye ihtiyacı var. O çocuklarınız sadece birer rahimle, vajinayla gelmediler dünyaya. Değer verilecek ve geliştirilecek beyinleri, karakterleri  var”  deyin. Hadi Kur’an’dan örnek ayet göstertin, Allah’ın çocuk evliliklerini yasaklayan ayetlerini okuyun ve bitirin bu sübyancılığı. Koskoca Allah, bir erkeğin hangi kadınlarla evlenip hangi kadınlarla evlenilmeyeceğini teker teker sayan ayetler gönderdiğine göre evlilik için bir yaş sınırı da göndermiş olmalı. Evet, sizi anlıyorum… Kâinat kendi kendine yaratılmamıştır, mutlaka bir Yaratıcı var fakat bu Yaratıcı, sürekli değişen ve gelişen toplum ve düşünce yapılarına karşın hiç değişmeyecek bir kitap göndermiş olabilir mi? Sizce kâinatı yaratan Yaratıcının adı Allah mı?

İslâm Âlimlerinin henüz adet görmemiş kız çocuklarının iddetine yönelik sözleri:

…Âyet-i kerimede: "Hiç âdet görmeyenler de böyledir." buyurulmaktadır. Bundan maksat, küçük yaşta evlenen ve zifafa girdikten sonra boşanan kadınlar dır. Bunlar âdet görmedikleri için iddetleri aylarla ölçülür. Bu da üç aydır. Nitekim Süddi, Katade ve Dehhak bu kısmı aynı şekilde izah etmişlerdir… Taberi

…Ebû Osman Ömer b. Salim dedi ki: Bakara Sûresi'nde boşanmış ve kocası vefat etmiş kadının iddeti ile ilgili hüküm nazil olunca Ubeyy b. Ka'b: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Bazıları; haklarında hiçbir şey sözkonusu edilmemiş kadınlar var, dediler. Bunlar da küçük yaştakiler ile hamile olan kadınlardır. Bunun üzerine: "Kadınlarınız arasından ay halinden kesilmiş olanlar..." âyeti nazil oldu…  Kurtubi

“Asla ay hali olmayanlar” ile kastedilen küçük yaştakilerdir. Bunların da iddetleri üç aydır. Buna göre haber hazfedilmiştir. Bu durumdakinin iddetinin ay hesabı ile yapılmasının sebebi bunda âdetin olmayışıdır. (İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/437-438)

…Ve o kadınlar ki altmış veya elli beş yaşında oldukları için hayzdan kesilmişler veya pek genç oldukları için henüz hayz görmeğe başlamamışlardır. Eğer bunların boşandıkları vakit iddetleri hususunda şüpheye düşmüş iseniz biliniz ki onların iddetleri 3 aydır. Bu kadar müddet bekleyince kendilerini boşamış olan kocaları ile bağları tamam kesilmiş olur; artık başkaları ile evlenebilirler. (Ömer Nasuhi Bilmen, Kuran Tefsiri, Talâk/4)

Cenâb-ı Hak “Ey iman etmiş olanlar. Mümin kadınlarla evlendikten sonra onlarla temas etmeden onları boşadığımızda onların size iddet saymasına lüzum yoktur” buyurmuştur. Eğer kendisiyle gerdeğe girilmiş ise o zaman bu kadın ya adet gören, ya da görmeyen kadınlardandır. Adet görmeyen kadınlar da ya küçüktürler, ya da yaşlı oldukları için artık âdetten kesilmişlerdir…”. (İbn Rüşd Kadı Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/75 – Talak, İddetin Çeşitleri)

…Buluğa ermediği için hayız görmeyen veya bazı nedenlerle geç hayız gören ya da çok büyük bir istisna olup da hiç hayız görmeyen kadınlar, hayızdan kesilmiş kadınlar gibi talaktan sonra 3 ay iddet beklerler. (Mevdudi, Tefhimu’l Kuran, Talâk/4)

…Bu yüzden, henüz hayız görmeye başlamamış kızların, iddetinin beyan edilmesinden anlaşıldığına göre, bu yaştaki kızlarla evlenmek ve kocalarının kendileriyle cinsel ilişkide bulunması caizdir. Dolayısıyla Kur'an'ın caiz gördüğü bir davranışı hiçbir Müslümanın yasaklamaya hakkı yoktur…” Mevdudi - Tefhim’ul Kur’an / Talak Suresi / 4.ayetin Tefsiri

“Küçük kıza ne zaman cima edilebileceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bazı âlimler “Bulûğa erişinceye kadar ona cima yapılmaz”, bazıları ise “Dokuz yaşına varınca ona cima edilir” demişlerdir. Bahrü’r -Râık’ta da böyledir. Âlimlerin ekserisine göre bu hususta yaşa itibar edilmez; gücünün yetmesine itibar edilir. Eğer kız şişman, gelişmiş, cimaya tahammüllü ve erkeğin kendisine cima etmesinden dolayı hasta olmasından korkulmaz ise dokuz yaşına varmamış olsa bile ona cima edilebilir. Ancak kız zayıf ve cimaya tahammülsüz olursa vaya cima sebebi ile hastalanacağından korkulursa yaşı büyük olsa bile ona cima etmek helâl olmaz.
Sahih olan görüş de budur.”  (Fetevayı Hindiyye, Akçağ Yayınları, Nikâh, 4. Nikâhta Velayet, Bu Konu İle İlgili Diğer Bazı Mes’eleler)  

Eğer bir kadın çok yaşlı ya da çok genç olduğu için adet görmezse o zaman bekleme süresi 3 aydır.  Şeyh Muhammad ibn ‘Uthaymeen (Arap sünni alim)

Hiç bir Müslüman’ın Kuran’ın izin verdiği bir şeyi yasaklamaya hakkı yoktur. Sayyid Abul Ala Mevdudi (Pakistanlı Sünni alim)

Henüz bulûğ çağına gelmemiş olanların iddeti de hayız çağını geçmiş olanlar gibi 3 aydır. (Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları, Talâk/4)

Sizden birisi âdetten kesilmiş bir kadın alır da iddetinde şüphe ederse onun bekleme müddeti 3 aydır. Bunu işiten bir sahabi ise şöyle sordu: “Ya Rasulallah! Buluğa ermemiş bir kızın iddeti ne kadardır?” demesiyle de âyetin devamı geldi. Onlar da âdetten kesilmiş kadınlar gibi 3 ay bekler.  (Ebül-Leys Semerkandi, Tefsirü’l-Kur’an, Talâk/4)

…Aynı şekilde küçüklüğünden dolayı hayız görmeyenlerin iddeti de 3 aydır. Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t Tefasir (Ensar Neşriyat), Talâk/4

BASKIN YAPAN ATLARA AND OLSUN

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, KTZ, Adiyat suresi, Baskın yapan atlara and olsun, Baskın yapan atlar, And içen Allah, Atlara yemin eden Allah, Bu nasıl Allah?, Allah,

BASKIN YAPAN ATLARA AND OLSUN!


Dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık…

Adiyat 1-6: "Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara and olsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür."

Bir Tanrının yemin etmeye ihtiyacı var mıdır? De ki yemin etmeye ihtiyacı olsun! Şu ayete bakar mısınız? Ayaklarını vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atların üstüne yemin ediyor İslâm’ın İlâhı. Peki niye bu atların üzerine yemin ediyormuş, diyanetin açıklamasını okuyalım fakat iyice anlayabilmek için 11 ayet olan Adiyat suresinin  tamamını  okuyalım ardından da diyanetin tefsirini:
Adiyat 1-6: Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.
Adiyat 7: Şüphesiz buna kendisi de şahittir;
Adiyat 8: O, mal sevgisine aşırı derecede kapılmıştır.
Adiyat 9: O bilmez mi ki kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman;
Adiyat 10: Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman;
Adiyat 11:  İşte o gün (anlayacaklar ki), rableri onlardan tam mânasıyla haberdardır!

Diyanetin tefsiri
“Savaş sırasında düşman üzerine saldıran atlar tasvir edilmekte ve eski savaşların insandan sonra en önemli unsuru olması dolayısıyla atlar üzerine yemin edilmektedir. Yeminin amacı, böylesine yararları bulunan ve insanların en çok sevdiği mallardan olan atları onlara bağışlayanın Allah olduğuna işaret etmek, özellikle sonraki âyetlerdeki mesajın önemine dikkat çekmektir.”

Adiyat suresinin genelinde insanın nankörlüğüne vurgu yapılıyor, mal sevgisine aşırı kapılanların öte alemdeki durumlarına işaret ediliyor  ve Allah’ın kendi yarattığı atlara yemin etmesini ise Diyanet, atların insandan sonra en fazla yararlı unsur olduğu ve o atları insanlara bağışlayanın Allah olduğuna, Allah’ın kendisinin işaret etme amacına bağlıyor. Bu zamana kadar hiç okumadıysam yüzlerce kitap, makale okudum ama bu kadar garip bir yemin gerekçesine pes diyorum artık. Bu açıklama tarzını daha sadeleştirelim. Yani adının Allah olduğuna inanılan İlâh şöyle diyor:
Bazılarınız mal sevgisine aşırı düşkündür, onlar, bu düşkünlüklerinin ne demek olduğunu ölüp de kabirler açılıp ölüler dirilince anlayacaklar hatta bunun için savaşta koşan, tozu dumana katıp sabah erkenden baskın yapan kendi yarattığım atlarımın üstüne yemin ederim.”
Bu mu yani?  Kamer suresi 17’inci ayette yazan “Andolsun biz Kur´an´ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık…”  diyen ifadeyi referans alıp Adiyat 1-6 yı okuduğum zaman diyanetin tefsirindeki manayı çıkartamıyorum. Ayetteki en ilginç ayrıntı ise “…Sabah erkenden baskın yapan…” ifadesi. Savaş ile ilgili Kur’an içerisinde çok çelişkili ayetler var. Bu ayetleri teker teker burada paylaşıp konudan uzaklaşarak kafaları dağıtmak istemiyorum fakat bu ayetteki “…Sabah erkenden baskın yapan…” ifadesi bile İslâm’ın barış değil, savaş, baskın, talan dini olduğunu gözler önüne seriyor zaten.

KOSKOCA İLÂH’A BAKAR MISIN? BU KOSKOCA OLMA DURUMUNU MANEVİ OLARAK VE OLGUNLUK OLARAK DA DÜŞÜNMEMİZ GEREKİYOR. KOSKOCA İLÂH, SABAH ERKENDEN BASKIN YAPAN ATLARIN ÜZERİNE YEMİN EDİYOR. SÖZÜN BİTTİĞİ YER, DAHA ÖTESİ YOK.

Evet Müslüman kardeşlerimiz, bir ayeti anlamak için önündeki sonundaki ve başka surelerdeki bütünlük oluşturucu ayetleri bir araya getirmemiz felan gerekiyor değil mi? Belki ben o işi yapmamışımdır. Anlayan varsa ya da bu ayeti farklı ayetlerle birleştirip hiç algılayamadığımız ulvi ve ilahi anlamları varsa lütfen yorum kısmına detaylıca yazıp anlamamı sağlayın. Sonuçta bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp.

Beynini, inancını tamamen İslâm dinine adamış, yapıştırmış olan bir dindar, bu ayette garip bir şeyler göremez, görse bile “mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır” diyecektir. Yapılması gereken tek şey,  ayetleri mantıklı ve objektif bir şekilde değerlendirebilmek.

Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kutsal kitabında  sadece atlar üzerine değil yarattığı başka şeyler üzerine de yemin etmiştir. Bu yemin ettiği ayetlerin bazılarını paylaşayım:
Tin 3: Bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,
Büruc 1: Burçlarla dolu göğe andolsun,
Necm 1: Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed haktan) sapmadı ve azmadı.
Kıyamet 1: Kıyamet gününe yemin ederim.
Leyl 1: (Ortalığı) bürüdüğü zaman geceye andolsun,
Kalem 1-2: Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.

Allah, kutsal kitabında, yukarıdaki yeminlerden daha fazla yemin etmiştir. Güneşe, aya, Peygamberlerine, zamana, bitkilere vb şeylere.

İslâm dininden önce yani putların çok olduğu dönemlerde putların üzerine bol bol yemin ediliyor. “Lat ve uzza üzerine yemin ederim” gibi. Herkes kendi inandığı Tanrı üzerine yemin ederken inanılan Rab da kendi yarattığı ve hatta kalem gibi kulunun icat ettiği bir malzemenin üzerine yemin ediyor.
İlâhiyatçılarımızın ve genel olarak İslâm Âlimlerinin bu ayetlere yönelik yani Allah’ın bir şeyler üzerine yemin etmesine yönelik açıklaması şu şekilde:
İslâm’ın gönderildiği bölge insanının özellikleri ve gelenekleri söz konusu olduğunda Allah, bir şeylere yemin ederek o insanların seviyesine yani onların anlayabileceği şekilde ayet göndermiştir.”
Bıktım bu çöl Araplarının seviyesinden. Benim seviyem ne olacak? Geleceği, uzay çağını inşa etmekte olan çocuklarımızın, torunlarımızın seviyesi ne olacak? Benim Kur’an’ı anlayıp idrak edip kabul etmek için 1400 yıl önceki çöl Araplarının seviyesine mi inmem gerekiyor? Bu argümanı bırakın artık. Ya da deyin ki “…Anlaşılsın diye O’nu Arapça bir kitap olarak indirdik…” ayetlerine dayanarak Kur’an, sadece Araplara indirilmiştir deyin bitirin konuyu.
Bu ayeti yorumlarken ya da anlamaya çalışırken bütün mantık sınırlarını kapatalım, bir kenara koyalım. Bir İlâhın kendi yarattığı atın hatta savaşan bir atın, ayaklarını vurarak ateşler çıkartan atın üzerine yemin etmesini makul karşılayalım. Peki ya bu atların sabah erkenden baskın yapmasını nasıl karşılayacağız? Bu durumu nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?  İslâm’ın İlahı olan Allah, baskın yapan atlara yemin ederken bu baskın yapma işini alenen övüyor kardeşim. Bu nasıl bir savaş ahlâkı.

Müslüman kardeşlerimiz sık sık der ki: “İslâm öylesine gerçek ve yüce bir dindir ki ona bir kez inandınız mı, sapasağlam bir kulpa yapışırsınız. ”  Kusura bakmayın ama o kulp dediğiniz  şey  sık sık elimde kalıyor. Başka ayetlerle yapıştırıp elime almaya çalışıyorum, gene çıkıyor.
Allah’a kulluk eden Müslüman, Allah üzerine yemin edecek, Allah da kendi yarattığı dağ taş, hayvan ve bitki üzerine yemin edecek.
Bu anlamsız ve garip ayetlere inanmadığım için öte alemde Tanrı beni sorguya çekip cehenneme mi atacak? Tabii ki de!
Benim bu ayetleri normal düzeyde algılayıp, makul bir şekilde kabul edebilmem için kalbimle okumam gerekiyor yani büyük bir iman ile. Yani sorgulamaya geçmeden önce iman durumunu halledip diğer bir ifade ile İslâm dinine beynimi  iyice inandırıp ondan sonra okumam gerekiyor. Bu şekilde bir sıra izlersem bu ayetler bana mantıksız gelmeyecek. Siz ne dersiniz?

ALLAH NEYİ DİLERSE ONU YAPAR

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Allah neyi dilerse onu yapar, Bilimsel, Din ve bilim, Allah dilediğini saptırır, Allah'ın kulunu saptırması, Allah dilerse, Allah'ın dilemesi, Allah'ın adaleti, Adaletsiz Allah,

ALLAH NEYİ DİLERSE ONU YAPAR

Tarihin eski dönemlerinde,  akıl hastalıkları ya da diğer adı ile ruh hastalıkları, çeşitli yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılır ya da akıl hastalığına yakalanan kişiler, başkalarına zarar veremeyecek bir yere kapatılır veya öldürülürdü. Psikolojik rahatsızlık olarak bilinen rahatsızlıklardan ise eski dönem insanlarının haberi yoktu. Bunu söylerken çok eski dönemlere gitmek istemiyorum çünkü Milattan Önceki yıllar içerisinde yaşayan bazı  uygarlıkların her alanda çok gelişmiş oldukları, tarihi kaynaklarla ortaya çıkmaktadır. Ben bu durumu değerlendirirken MS olarak ayırım yapmak istiyorum. Tıbbın ilerlemesi ile birlikte günümüzde sadece psikolojik hastalıklar değil aynı zamanda suç işleyen insanların davranışları üzerinde araştırmalar yapılıyor. Psikolojik bulgulara ek olarak Nöroloji de, insan beynini inceleyerek beyin içindeki sistemlerin davranışlar üzerindeki etkisini ortaya çıkartıp, tedavi edilebilecek sonuçlara ulaşılıyor.

Özellikle suçluların beyni incelendiğinde serotonin hormonunun oldukça etkili olduğu tespit edilmiştir. Bu hormonun yetersiz salgılanması veya yetersiz aktarımı ve bu yetersizliği oluşturan beyinsel rahatsızlıklar veya buna sebep olan genetik aktarımlar kişiyi anksiyete, depresyon, intihar, saldırganlık, öfke patlamaları ve öfke durumundan çıkmayı geciktirici etkilere yol açmaktadır. Beynin diğer bazı bölümlerindeki işlev bozuklukları  da  insanları suça iten davranışları tetikleyebilmektedir. Bu davranışlar bazen genetik olarak bazen de annenin hamileliği sırasındaki stres durumunda bebeğin beyninde oluşabilecek kalıcı işlev bozukluğu nedenler arasında olabiliyor.
“Nörobilimci Jim Coan, birinin bize öfkeyle baktığında ya da sesini yükselttiğinde beynin alarm verdiğini, beynin duygu kontrol merkezinin (amygdala, hypothalamus, pituitary) insanı fiziksel saldırıya hazırlayan testosteron ve adrenalin hormonlarını harekete geçirdiğini bunların da hızlı nefes almayı, hızlı kalp atışını, terlemeyi, kasları etkilediğini ve bu arada rasyonel karar almakta etkili olan prefrontal kortekse giden kanın akışı azaldığı için düşünmekte zorlanıldığı, mantıklı hareket edilemediği bilgisini bize vermektedir.  Amigdala, öfke ve şiddet içeren duygusal tepkilerin provoke edilmesinde önemli rol oynar ve prefrontal korteks ise, bu davranışların olumsuz sonuçlarını bize göstererek bunların baskılanmasında önemli rol oynar.
Amigdala ve prefrontal korteksin anne karnından başlayarak, çocukluk çağında gelişir. Şayet, anne karnında metabolik, psikojenik veya fiziksel bir yoğun strese maruz kalınmışsa, bu stresle başa çıkmak için, bir tür savunma mekanizması olarak, prefrontal korteks daha az gelişiyor ve empati duygusu zayıf, hızlı karar veren bir birey tablosu meydana geliyor. Amigdala da yeterince çalışmadığı için bireyde müstakbel bir tehlike karşısında korku hissi oluşmuyor ve suça giden yol böylece örülmüş oluyor.” (kriminoloji.com/Siddetin_Norobiyolojisi)

İnsan beyninde bulunan amigdalanın normalden küçük ya da büyük olmasının veya işlevinde oluşabilecek bozukluğun  kişiyi normal  bir birey ya da bir psikopat olmak arasında gidip gelecek kadar önemli olduğu da Tıp çevresi tarafından bilinen bir durumdur. Amigdalası her hangi bir nedenle alınan bireylerde duygular tamamen kayboluyor. Kişi ağlamayı bile unutuyor. Olaylara karşı duygusal yaklaşımını kaybediyor. Bu durum, birisine zarar verdiğinde zarar verdiği kişiye olan acıma hissini tamamen yok ediyor.

Suçlar kapsamında  çeşitli devletler, hepse giren mahkumlara kütüphane kuruyorlar, mesleki eğitim veriyorlar, bu kişilerin davranışlarını, hayata bakışlarını değiştirmek için projeler geliştiriyor ve mahkumları  etkili bir  rehabilitasyon sürecinden geçiriyorlar . Cinayetten dolayı hapse giren insanların bir kısmı, seneler içinde gerçek anlamda yaptıklarından pişmanlık duyuyorlar ve olgunlaşıyorlar.

EN ÖNEMLİ GERÇEK ŞU Kİ: Temiz bir çevrede güzel bir eğitim alan, sevgiyle büyüyen insanlar büyük bir yüzdelik dilimi ile iyi insanlara dönüşüyorlar. Kötü bir çevrede ve berbat bir eğitimle ve sevgisizlikle büyüyen insanlar da büyük bir yüzdelikle kötü insanlara dönüşüyorlar. Aslında insan, iyi birisi olmak üzere eğitilebilir, yönlendirilebilir fakat bunun başarılabilmesi için kişinin kendi iradesi dışında maruz kaldığı etkenler daha önemlidir.

İnsanların kurdukları sistemler içerisinde bile, kötülük yapan bir insanı, suçunu çekmek için hapse gönderseniz bile o kişinin düzelmesi için, iyi bir insan olabilmesi için hâlâ bir umut vardır. Suç işleyen insanları temize çıkartmak için çaba sarf etmiyorum. Fakat her kesin içinde doğduğu aile, o ailenin kafa yapısı, hayata, insana, erkeğe ve kadına  bakışı bir birinden farklı iken, yaşadığımız çevre, mahalle arkadaşları, fakirlik ve zenginlik gibi etkenler de işe koyulduğu zaman her birimiz farklı bir etki altında büyüyor ve kişiliğimizi de buna göre geliştiriyoruz. Eline silâhı alıp sırf kan davasına hizmet için kanlısı olan ailenin bir bireyini vuran bir erkek  mahkum edildikten sonra hapiste düşünecek uzun bir zaman dilimine giriyor. Hayatı, yaşamı, can denilen yüreğin herkes için ne kadar önemli olduğunu gözden geçiriyor. Öldürdüğü kişinin ardında bıraktığı sahipsiz kadını ve babasız kalan çocukların geleceğini düşünüyor. Kendisi de yıllar önce babasız bırakılmıştı. Kendisini babasız bırakan adamı öldürerek aslında en çok suçu günahı olmayan o saf ve temiz iki çocuğu nasıl mahfettiğini düşünmeye başlıyor. Babasız geçirdiği çocukluk günlerinde yaşadığı sıkıntıların ve acıların hatırasını yaşarken aynı acıları şu an kendi ellerinden ateşlenen silahın attığı mermi ile öldürdüğü adamın çocuklarının nasıl yaşıyor olabileceğini sorguluyor. Ardından bir ürperme geliyor içine. “O çocuklar da büyüyünce  ailemin fertlerinden birini öldürecek”. Ardından “Keşke” diyecek. “Elime silah tutuşturan aileme karşı gelseydim. Babamı öldüren adamı öldürmemin içimdeki acıyı dindirmeyeceğini aksine daha fazla acılar yaşanmasına neden olacağını idrak edebilseydim. Keşke geçmişe dönebilseydim. Parmaklıklar arasında yaşlanmayı beklemezdim, güzel bir hayatım olurdu…” diye söylenecek.

İnsanlık artık bir dönem öyle bir zamana ve teknolojiye uyanacak ki, suç işlemek, öfke kontrolü, vicdan yönetimi, başkalarının yaşam hakkına saygı duymak gibi insan beynindeki (eğitim, aile, çevre ve genetik aktarımları da hesaba katarsak) bazı işlevler kontrol altına alınabilecek. Bu gün öfkesini kontrol edemeyen, saldırgan, aşırı yargılayıcı vb  insanlara etkili bir muayene ve teşhisten sonra çeşitli ilaçlar veriliyor. Kişi bazen bu ilaçları ömrü boyunca kullanmak zorunda kalıyor çünkü beyinsel aktivitelerinde, normal insanların beyin aktivitelerine nazaran ters giden işleyişler var. Bazı hormonlar eksik salgılanıyor veya beynin bazı bölümleri, gereken işlevleri yeteri kadar yerine getiremiyor. Bu durumda, kişiye gerekli olan normal davranış biçiminin desteklenmesi için ilaç takviyesi yapılarak beyindeki işlev bozukluğu kontrol altına alınarak normal düzeye getiriliyor.
Yani insanlık artık kişilik ve davranış bozukluklarını tespit edip bu durum nörolojik(beyinsel)  bir rahatsızlığın sonucu mu?, Genetik bir faktör mü? Yoksa kişinin içinde büyüdüğü ailevi ve sosyal çevre mi bunda etken, tespit edebiliyor. Bir çoğunu da ilaç, veya rehabilitasyon ya da çeşitli terapilerle düzeltebiliyor. Önemle üzerinde durulacak olan husus ise insanlardaki bütün hislerin, davranışların ve karar yetilerinin bile, bilimsel temelli bir nedeni yani arka planı var. İnanç da buna dahil. Buna itiraz edenler olacaktır fakat manzara ortadadır. Kişinin Müslüman olup olmaması veya dinsiz olması, büyük bir yüzdelik dilimi ile kişinin içinde yaşadığı aile ve toplumun etkisine bağlıdır. Dünya toplumlarına genel olarak tepeden baktığınızda bunu açıkça görebilirsiniz. Müslüman toplumların arasında doğan ve büyüyen bireyler büyük bir yüzdelik dilimi ile Müslüman olurlar. Dini inancı olmayan bir topluluğun içinde doğup büyüyen bireyler de büyük bir yüzdelik dilimi ile dinsiz olurlar.

Kur’an ayetlerine baktığımız zaman inanç konusunda “Allah, dilediğini saptırır dilediğini de doğru yola iletir” ifadelerine sık sık rastlıyoruz. Şu durumda  Müslüman olmamak eğer sapkınlıksa ya da yanlış yolda olmak ise Allah dilediğini, Müslüman olmayan toplumların içine göndererek ya da bazı insanların eş cinselliğin yaygın olduğu bir mahallede doğmasını ve orada büyümesini sağlayarak o kişileri bile bile saptırmaya mı çalışıyor? Sonra ne yapacak? Cehennemine mi atacak onları?  Cehenneme de odun lâzım. İslâm dinine göre bir kişi Müslüman olmadan ölürse ömür boyu cehennem ateşinde yanacak, kurtuluşu yok. Bu insana hiç mi yardım yok?  Suçlulara uygulanan rehabilite gibi ya da ne bileyim o insanın Allah’a inanmasını sağlayacak bir ortam öte dünyada niye yaratılmaz? Eğer şu kısacık hayatta Allah’a inanmamış olmak çok büyük ve affedilmez bir günah ve suç ise niye sonsuz cehenneme alınır? Bari biraz yansın, ondan sonra da cennete alınsın veya akledecek, Tanrının varlığının farkına varacak bir imkâna kavuşturulsun ama hayır! (Bana inanmadan öldüysen vay haline!)

Aşağıda, Allah’ın dilemesine yönelik 38 tane Kur’an ayeti paylaştım. Bazı ayetlerin altına kendi görüşlerimi ve değerlendirmemi de ekledim. Bu ayetleri okuduktan sonra aklıma Usta oyuncu Şener ŞEN’in oynadığı köy ağası karakteri geldi. Köy ağanındır. Ağa ne isterse onu yapar. Dilediğini falakaya yatırır, dilediğine iş verir, dilediğini işsiz bırakır, dilediğine ev verir, dilediğini sokakta yatırır, dilediğini evlendirir, dilediğini bekâr bırakır. Ağanın nimetlerinden en iyi faydalananlar da o ağanın düzenini en güzel bir şekilde devam ettirip ağayı en çok pofpoflayanlardır yani Yalakalar. “Aman ağam, sen bizim böyüğümüzsün, aklı erenimizsin, efendimizsin,  kursağımıza ne giriyorsa senin sayendedir, sen olmasan aç galırık, sayende evlenip yuva kurduk, sayende garın doyururuk. Tarlamız tapanımız, evimiz barkımız senindir,  sen  başımızdan  eksik olma…
  • Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (İNSAN/30)
  • Dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır. (İNSAN/31)
  • Yoksa onlar, senin hakkında: "Allah'a karşı yalan uydurdu." mu diyorlar? Eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O kalplerde bulunan şeyleri hakkıyla bilir. (SURA/24)
  • Ve kalblerinin üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel perdeler geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar. (İSRA/46)
  • Bunlar, o kimselerdir ki; Allah kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Ve onlar, gafillerin ta kendileridir. (NAHL/108)
  • Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır. (BAKARA/7)
  • (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz? (CASİYE/23)
  • Ben size öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi helâk etmeyi murad ediyorsa, zaten öğüt vermemin size bir faydası olmaz. Rabbiniz O'dur ve nihayet O'na döndürüleceksiniz. (HUD/34)
  • Onlar orada gökler ve yer durdukça duracaklar. Ancak Rabb'inin diledikleri başka. Çünkü Rabbin dilediğini yapandır. (HUD/107)
Yukarıdaki 9 ayette ve Allah’ın dilemesi ile ilgili daha bir çok ayetteki “Allah dilediğini saptırır, O dilemedikçe siz dileyemezsiniz” gibi ifadeleri İslâmi çevreler şu şekilde yorumluyor:
Allah’ın dilemesi ve isteği aslında kişinin kendi dileği ve isteğidir. Kişi eğer doğru yola girmeye niyet ederse Allah onun bu isteğini yerine getirir ve kişiyi doğru yola iletir ama kişinin niyeti kötü ise Allah o kişiyi niyeti doğrultusunda kötüye iletir. Ayetlerdeki Allah’ın dilemesi aslında bu duruma işaret eder.”

Kamer suresi 17 inci ayetteki “Kur’an’ı anlaşılsın diye kolaylaştırdık” ifadesinin anlamı nedir? Ben bu ayetlerde bir kolaylaştırma görmüyorum, bu nasıl kolaylaştırma. Eğer Allah’ın dilemesi ile ilgili ayetleri Âlimlerin izah ettiği gibi anlamamız gerekseydi şöyle bir ifade biçimi olurdu:
  • İNSAN 31 (Orijinal ayet): Dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır.
  • Kendi yazdığım ayet: Niyeti iyi olan kişileri kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır.
  • İSRA 46(Orijinal ayet): Ve kalblerinin üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel perdeler geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar.
  • Kendi yazdığım ayet: Onlar Kur’anı anlamak istemezler, biz de onların bu isteğini kabul ederiz, duymak istemezler biz de duymamalarına yardım ederiz. Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar.
Sayın İslâm Âlimleri, adının Allah olduğuna inandığınız İlâh, söylemek istediklerini açıklayacak kelimeler ya da ifadeler bulamamış anlaşılan. Siz düşünüp kafa yorup ayetlerin ne anlama geldiğini çözdüğünüzü düşünmüşsünüz  fakat çözülecek bir şey yok ortada ayetlerin anlamı açık. Allah dilerse insanın kalbini kulağını mühürler, Kur’an’ı anlamasını engeller, dilerse de kişinin anlamasını sağlar, bu kadar basit. Sizin iddianız gibi Allah’ın dilemesi, her insanın niyetine ve çabasına bağlı olsa idi söz konusu ayetler, benim yazdığım ayetlerdeki ifadeler gibi anlaşılır şekilde yazılırdı.
  • Dileyen onu düşünür. Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da. (MÜDDESSİR/55-56)
Dileyen O’nu düşünür” olarak devam eden ayette de Allah dilemedikçe kimsenin öğüt alamayacağı kısmını İslâm Âlimleri “Kişi Allah’ı ne kadar çok düşünür, içten anar ve  inanırsa Allah’ın öğüdünü ancak o şekilde alabilir” şeklinde yorumluyorlar. Bu psikolojik bir durum ve açıklaması da gayet basit. İnandığınız bir İlâh’ın size öğretilen bilgilerine akıl erdirebilmek ya da doğru olduğuna kanaat getirmek için öncelikle şartlanmışlık düzeyinde inanmanız yeterlidir. Bunun aslolan gerçeklikle alakası olmayıp kişinin önüne sunulan durumu asıl gerçeklik gibi algılayıp inanması ile alakası vardır. Her dinin içinde insanlar kendilerine öğretilen Tanrıya gönülden bağlanırlar, iman ederler ve imanları ne kadar güçlü ise inandıkları Tanrının kendilerine göndermiş olduğu kutsal kitabı ya da metinleri o kadar çok içselleştirirler. Eğer İslâm Âlimlerinin iddia ettiği gibi bu ayetlerdeki “Allah’ın dilemesi ile öğüt alınır” şeklindeki ifadenin anlamı, “kişi önce Allah’a inanmaya niyet eder, Onu anar, niyeti inanmak ve anlamak olur, ancak ondan sonra Allah o kişinin anlamasını sağlar” gibi bir görüşü doğru kabul edersek şu sonuç ortaya çıkar: İslâm akıl ve mantık dini değildir. Çünkü önce inanmak fiilini gerçekleştirmeniz gerekir. Yani normalde bir olaya inanmadan önce araştırıp akıl süzgecinden geçirdikten sonra elinizde topladığınız verilerle, sonuçlarla o olayın doğru olduğuna inanıp inanmamaya karar verirsiniz ya! (Çünkü doğru olup olmadığına yönelik şüpheniz vardır. Şüphecilik, bilimsel tutumun  yani akılcıl tutumun olmazsa olmazıdır. İslâm dininde şüphecilik ise kabul edilmeyen bir yaklaşımdır) Kur’an’a ve Allah’a inanmak için önce araştırıp okumaya, anlamaya değil, inanmaya karar vermeniz gerek. Yani önce inanmaya niyet edeceksiniz ondan sonra okuyacaksınız, araştıracaksınız. Bu psikolojik taktik sadece İslâm dini için geçerli değildir. Hıristiyanlığı da okuyup araştırmadan önce İman eder ve sonra okursanız, okuduklarınızı doğru kabul edersiniz ve Hıristiyan olursunuz. Bu durumda “Hıristiyanlık yer yüzünün tek gerçek dinidir” sonucu çıkmaz. “Hıristiyanlığın yer yüzünün tek gerçek dini olduğuna inanıyorum” sonucu çıkar. Zaten dinde ön koşul İnançtır. Aklınızı yorup ispat etmeye çalışmaya gerek yok sadece inanmak yeterlidir.  
  • Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar. (EN'AM/39)
  • Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu, dilediğine azap edip dilediğini de bağışladığını bilmedin mi? Allah herşeye kâdirdir. (MAİDE/40)
  • Rabbiniz sizi çok daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder, dilerse azab eder. Seni de onların üzerine vekil göndermedik. (İSRA/54)
  • Dilerse size merhamet eder, dilerse azab eder” diyor.  Şöyle bir ifade yok mesela ayette: “Çokça töğbe eden, pişman olan kuluna merhametli davranır ama yaptığı kötülükte ısrar edene de azap eder.” Cümle gayet açık “Dilerse size merhamet eder, dilerse azab eder. Yoksa bu da kişinin Allah’a yalvararak merhamet dilenmesi ile mi alakalı? “Ağam merhamet et, ben ettim sen etme, bağışla beni, kulun kölen olam, ayağındaki çamur olam ağam, ben cahillik ettim sen böyüklük et…
  • · Şüphe yok ki Allah, iman edip salih amelleri işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyacak. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. (HAC/14)
  • Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır ve kendilerine kıl kadar zulmedilmez. (NİSA/49)
  • O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu) kapıverecek. Önlerini aydınlattımı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktümü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir. (BAKARA/20)
  • Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah her şeye kadirdir. (BAKARA/284)
  • Allah, O'dur ki, sizi yarattı, sonra da size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir. Hiç sizin ortak koştuklarınızdan, bunlardan birini yapacak olan var mı? Allah, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir. (RUM/40)
  • Bu ayette Allah’ın insanı yarattığı sonra da rızık verip öldürdüğü ve ardından kişiyi tekrar dirilttiği  yazıyor ve ardından “Bana  ortak koşulanların bir tanesi bunları yapabiliyor mu?” diye soruluyor. Öldükten sonra dirilme kısmını kimse bilip görmediğine göre Allah’ın ölüleri dirilttiğini, kişi nereden bilecek ki? Bunu bilip emin olduktan sonra Yaratıcıya ortak koştuğu varlıkların bunu yapıp yapmadığını sorgulayabilsin. Yazımın asıl konusu ile alakalı değil ama yine de ayetteki mantıksızlığa değinmek istedim.
  • Göklerin ve yerin kilitleri O'na aittir. O dilediğine rızkı genişletir dilediğine  daraltır. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla bilir. (ŞURA/12)
  • Dikkat ederseniz yukarıdaki ayette “İmtihan için kimisinin rızkını genişletir, kimisinin rızkını daraltır” demiyor veya “iyi ameller işleyenlerin ve hak edenlerin rızkını genişletir, iyi şeyler yapmayanların ve hak etmeyenlerin rızkını daraltır” da demiyor. Ayet çok açık: “Dilediğine rızkı genişletir,   dilediğine daraltır
  • İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet)ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır. (BAKARA/253)
Yukarıdaki ayeti İslâm Âlimleri kafalarına göre yorumlayıp istedikleri anlamı yükledikten sonra ayetin sonundaki “Allah dilediğini yapandır.” İfadesini nasıl açıklıyorlar çok merak ediyorum. “Allah uygun olanı yapandır” demiyor.  “Allah, hak olanı yapandır” demiyor.  “Allah ilâhi adaleti uygulayandır” demiyor. “Allah kulunun niyetine uygun olanı yapandır” demiyor   kardeşim.  “Allah dilediğini yapandır” yazıyor. Bu ifadelerin neyini sakız gibi sündürüp şişirip patlatıyorsunuz?
  • De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin." (AL-İ İMRAN/26)
  • İnkar edenler: "Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya!" derler. De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, Kendisi'ne katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir." (RA’D/27)
  • Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini yapar. (İBRAHİM/27)
  • Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı; ancak dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorumlu tutulacaksınız. (NAHL/93)
  • İşte Biz onu (Kur'an'ı) apaçık ayetler olarak indirdik; şüphesiz Allah, dilediğini hidayete yöneltir. (HAC/16)
  • Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara Kendi fazlından arttıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (NİSA/38)
  • Eğer Allah dileseydi, onları herhalde tek bir ümmet kılardı. Ancak O, dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne bir yardımcı (bulursun). (ŞURA/8)
  • Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (NİSA/48)
Yukarıdaki ayet, İslâm dininin en büyük ve bağışlanmaz günahından bahsediyor. Şirk. Yani Allah’tan başka yaratıcılar olduğuna da inanmak. Eylem bile değil, sadece inanç ya İNANÇ!  Bu gün bir insanı öldürsen, kaç kişinin hayatı mahfolur? Kaç çocuk babasız kalır? Allah’a göre cinayet gibi, zulüm gibi Sosyal hayatın içindeki bu türlü kaoslar,  aslında başkalarına hiç zararı olmayan ve  sadece inancının içindeki bir detaydan ibaret olan ortak koşmadan daha önemli değil. İnanç ya İNANÇ!  Allah’a ortak koştuğun zaman neyi değiştirecek? Belki de hayatın boyunca bir karıncayı bile incitmeden yaşayıp öleceksin ama önemli değil. İslâm’ın İlâhı olan Allah, kendisinin tek Tanrı oluşuna inanılmasına aşırı derecede kıymet veriyor.
  • Hiç şüphesiz, Allah, Kendisi'ne şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (NİSA/116)
  • Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan) çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder. Eğer Allah'ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiri ebedi olarak temize çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, işitendir, bilendir. (NUR/21)
  • Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir. (KASAS/56)
Eğer Allah kimin hidayete erip kimin ermeyeceğini biliyorsa ki biliyordur. Bu kişilerin hepsini Allah yaratmıyor mu? Kişinin hidayete eremeyecek kişisel karakter yapısını ve yönelimlerini de Allah yaratıyor. Bile bile lades değil mi bu? Ateist annenin karnına kulunu gönderen sen. O çocuğun ateist çevrede büyümesini sağlayan sen. Dinlerin, insanların ürünü olduğunu nasihat eden kimselerin arasında eğitim almasını sağlayan ve yedi sekiz nesil boyunca dine inanmayan beyin yapısının genetik yatkınlık özelliğini o çocuğa aktaran  sen. Yeryüzünde  açlıkla, yobazlıkla, geri kafalılıkla, terör suçlarıyla baş başa bıraktığın dinine, dünya insanlarının “İllallah” diyerek uzak durmalarına  seyirci kalan sen. Sen şu işe “Canımın istediğini yoldan saptırır cehenneme odun yaparım, canımın istediğini de cennetlik eder hurilere boğarım” desene!
  • Dilediğini azaplandırır, dilediğine merhamet eder. O'na çevrilip-götürüleceksiniz. (ANKEBUT/21)
  • Eğer Allah, çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini elbette seçerdi. O, Yücedir; O, bir olan, kahredici olan Allah'tır. (ZÜMER/4)
  • Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir Kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O'ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu, Allah'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur. (ZÜMER/23)
  • Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası O'nun Katındadır. (RA’D/39)
  • Biz hiçbir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp saptırır, dilediğini hidayete erdirir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (İBRAHİM/4)
  • Görmedin mi ki, gerçekten, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah'a secde etmektedirler. Birçoğu üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi aşağılık kılarsa, artık onun için bir yüceltici yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar. (HAC/18)
  • Andolsun Biz, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola yöneltip-iletir. (NUR/46)
Biraz hayal kurayım. Öldüm. Öte aleme gittim hesaba çekiliyorum. Allah bana dedi ki “Sen kötü yola girdin, günahkârsın”. Ben de O’na dedim ki: “Benim kötü yola girmemi sen dilemişsin, gönderdiğin ayetlerde öyle yazıyor”. Sonra Allah bana diyecek ki: Ben ayetlerimde “Dilediğimi kötü yola iletirim, dilediğimi hidayete ulaştırırım” derken aslında şunu kastediyordum, şöyle şöyle demek istiyordum, sen anlayamamışsın mı diyecek? YOK ARTIK!

Ben şahsen, Kur’an’ın Yaratıcı kelamı olduğuna değil Arap kelamı olduğuna inanıyorum. Kur’an’ın içinde iyi ve güzel ayetler de var fakat bu iyi ve güzel ayetlerin olması diğer ayetleri görmezden gelmemize ya da mantıksızlık, adaletsizlik içeren  ayetleri evirip çevirip olmadık anlamlar yüklememize neden olmamalı. Kur’an ismindeki kutsal kitap, sadece Arapların yazdığı bir kitap da olmayabilir. Belki Tevrat da dahil olmak üzere geçmişteki ileri uygarlıklardan gelen metinler de içeriyordur. Elinize özenle hazırlanmış bir kitap alıp o kitabın içindeki bilgileri kontrol edip doğru ve güzel olan metinleri ya da bilgileri ayırt ettikten sonra eksik ya da mantıksız olan bilgileri ya da metinleri de tespit ettikten sonra “Bu kitabı falanca araştırma gurubu ya da bilim adamı hazırlamış fakat kitabın içerisinde bir çok eksiklik ve yanlışlık var” diyebilirsiniz.  Eğer bu incelediğiniz kitap Tanrı katından geliyorsa önce o inandığınız Tanrının yarattığını varsaydığınız mükemmel vücudunuzu gözden geçireceksiniz sonra da “karmaşa içinde yazılmış ve hâlâ soru işaretleri ve mantıksız ayetlerle cebelleşilen bir kitap, benim mükemmel işleyişe sahip vücudumu yaratan Tanrı katından inmiş olabilir mi?”  diye sorgulayacaksın kardeşim!

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Yeryüzünde bir halife yaratacağım, Meleklerin Ademi istememesi, Meleklerin Allah'a isyanı, Bakara 30, Bakara 31, Bakara 33, Hangi Adem?, Ademi istemeyen melekler, Adem Havva efsanesi,

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?


Bakara 30: Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

Bakara 31:  Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin" dedi.

Bakara 32:  "Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin" cevabını verdiler.

Bakara 33:  “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim, demedim mi!” buyurdu.

Görevi, sadece ve sadece sorgusuz sualsiz Allah’ın emirlerini yerine getirmek olan ve Allah’ın kendilerine bildirdikleri bilgiler dışında gelecek ile ilgili hiçbir şey bilmeyen bu meleklerin Allah’a böyle bir soruyu nasıl sorduğuna ve insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkartacağını nasıl bildikleri kısmına hiç girmeyeceğim çünkü bu  mantıksızlıkla ilgili detayları her yerde zaten bulabilirsiniz.  Beni ilgilendiren başka konular ve sorular var:
  • Sadece Samanyolu galaksisi içinde, bizim güneş sistemimiz gibi milyarlarca yıldız sitemi var. Dahası, evrende Samanyolu galaksisi  gibi milyarlardan daha fazla sayıda galaksi var. Mutlaka bizim gezegenimiz dışında da hiç yoksa milyarlarca yaşanılır gezegen ve o gezegenlerin içinde insan ya da insan benzeri zeki canlılar vardır. 
  • Melekler, yeryüzü derken, sadece dünya gezegeninden  mi  bahsediyor?
  • Diğer gezegenlerdeki zeki canlılar, bir birleri ile hiç savaşmamışlar mı acaba?
  • Kâinatı yarattığı düşünülen ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sadece dünya gezegeninde yarattığı zeki canlılara mı din ve kitap gönderdi?
  • Eğer o gezegenlere de din ve kitap gönderdi ise melekler her seferinde o gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlı türü için her gezegene yönelik Allah ile aynı tartışmayı mı yaptılar? Yani bir birinin aynı olan milyarlarca tartışma.
  • Yoksa adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu zamana kadar yarattığı bütün gezegenler içinde bir birini boğazlama ve bir biri ile savaşma özelliği olarak yani yeryüzünde(yarattığı gezegende) kan dökebilecek sadece ya da ilk olarak insanoğlunu mu yani  Dünya gezegeni  canlısını mı yarattı?
  • Ayetlere bakacak olursak Bakara 30 uncu ayetteki “halife” kelimesini belki bütün gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlılara yorabilirsiniz fakat aynı ayetin devamı olan Bakara 31, 32, 33 te anlaşılıyor ki Âdem olarak tarif edilen bu halife, bizzat bizim yeryüzümüzün halifesi.  
  • Müslümanlar, Kur’an’ın bu bilgisini akıllarında tutsunlar, ileriki yıllarda olur da başka gezegenlerdeki varlıklarla tanışırsak ilk olarak Müslüman halkın sorması gereken her halde, Allah size de din gönderdi mi? Siz de bir birinizle savaştınız mı? Sizin Allah’ınız ya da inandığınız Tanrıya hangi ismi veriyor iseniz, o Tanrınız sizler için melekleri ile tartışmaya girdi mi? Şeytan size de uğruyor mu?
  • Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, cennet ve cehennemi sadece dünya insanının gideceği bir yer olarak mı yarattı? Çünkü Kur’an’ı Kerim’de, kıyametten sonra yani öldükten sonra gidilecek cennet ve cehennem diyarı dışında başka bir boyut kavramı yok. Eğer bu cennet ve cehennem diyarı, Kâinatta var olması hesaplanan ve sayılarla bile ifade edilemeyen milyarlarca yaşanılır gezegen içindeki zeki canlılarla ortak olarak kullanılacak bir mekân ise Adem babamız ile Havva anamız, cennetten kovulan tek ya da ilk zeki tür olması nedeni ile çok büyük bir ayıp etmişler. Bir insan olarak onların soyundan geldiğim için çok utanıyorum.
  • Durun durun  ya! Niye aklıma gelmedi şimdi? Tabi yaaaaa! “Kur’an’ı Kerim, sadece ve sadece Dünya insanları için gönderilmiş bir kitap ve doğal olarak da dünyadaki insanları ilgilendiren bilgiler var içinde. Diğer gezegenlerde yaşama olasılığı olan canlılar için tabi ki farklı kutsal kitaplar göndermiştir Yaratıcı. Onlar için de günah, sevap farklıdır. Belki onların cenneti ve cehennemi de farklıdır.” Hımmmmmm…! Bilim kurgu filmlere ve doğal olarak bilim kurgu düşüncelere, hayallere bayılıyorum. Zaman biraz ilerlemiş olduğunda bizim türümüzle, yabancı bir yıldız sitemine ait bir tür,  uzayın ortak bir noktasında cinsel birliktelik(evlilik ya da benzeri işte) kurduğunda o uzayda doğacak olan ortak çocuklar hangi kitaba ya da ne bileyim, hangi cennete cehenneme tabi olacak? O farklı gezegene de kutsal kitap ya da kitaplar gönderilmişse hangisinin hak olduğu nereden bilinecek? Ya inanmıyorum yaaaa! Kâinatın yaratıcısı olan ve adının Allah olduğuna inanılan koskoca İlâh böyle bir ayrıntıyı atlamış olamaz ya. Yahudi ve Hıristiyanlarla evlilik, savaş,  esir alma gibi konuları anlatıp da başka gezegene ait olan varlıklara takınacağımız tutum ile ilgili bir şeyler göndermiş olmalı. Öbür gezegenlerde yarattığı zeki tür ile dünya gezegeninde yarattığı zeki türlerin nasıl iletişim içinde olmaları gerektiği, onlarla dost olmalı mıyız yoksa düşman mı olmalıyız  ile ilgili kutsal kitabına gerekli bilgiler eklemeyi unutmuş olamaz. 
  • Hatta adının Allah olduğuna inanılan bu İlâh, eğer başka gezegenlere de, yani yakın zamanlarda tanışma olasılığımız olan farklı gezegen canlıları ile tanışabileceğimizi ya da karşılaşabileceğimizi hesaplayıp, onlar arasına gönderdiği dini tanıyabilmemiz için bize bir bilgi göndermesi gerekmez miydi? Ne bileyim ortak bir işaret, sembol gibi bir şey. Ben olsam böyle yapardım.
  • Aklıma takılan bir düşünce daha var ki o da, insan vücudunun ileriki dönemlerde uğrayacağı değişimler… Çeşitli nedenlerden dolayı uzay boşluğunda yani, uzayda oluşturulacak uzay istasyonlarında yaşayacak insan kolonileri kurulacak fakat bu kolonilerin kurulması için insan bedeninin genetik olarak değişime uğraması gerekiyor. Ayrıca farklı yaşam koşullarında olan ve yaşamaya daha yakın olan bazı gezegenlerde de insan kolonileri kurulması için insan genetiği ile yine ileri düzeyde oynanması gerekiyor ki o gezegen atmosferine uyum sağlayabilecek bir vücut yapısına sahip olunabilsin. Yani sizin anlayacağınız, bu genetik oynamalardan sonra ortaya çıkacak olan türe “insan” demek bir hayli uzak kalacak. “Farklı bir zeki tür” demek ve ona farklı bir isim bulmak daha yerinde olacak. Peki bu durumda bu farklı zeki tür, insan olmaktan çıkacağı için dini yükümlülüğü ne olacak? Çünkü sonuçta, Laboratuar ortamında üretilecek olan bu türler Adem ve Havva olan türden tamamen ayrılıyor, kopuyor, onların dini durumu ne olacak?

Maddeleri yazarken geleceğe fazla daldım galiba. Toparlayarak devam edeyim. Kur’an’ı Kerim’i okuduğunuz zaman Kâinattaki tek zeki canlı türünü barındıran gezegen, dünya gezegeni. Allah, “yeryüzünde bir halife yaratacağım”  dediği zaman melekler karşı çıkmış. Bak sen şu işe! Peki diğer gezegenlerde yaratılacak olan ya da yaratılmış olan zeki canlılara ne olacak? Bu kadar devasa bir kâinatta, içinde yaşam olasılığı barındıran sadece şu an için milyarlardan daha fazla gezegen var iken tek zeki canlı türlerinin biz olduğumuza inanan yoktur herhalde. Üstelik zamanın sonsuzluğunu ele alacak olursak, şu zaman diliminde yaşanılırlıktan uzak gezegenlerin(Mars gezegeni gibi)  bundan milyon yıl önce yaşanılacak bir koordinatta olabileceğini hepimiz biliriz. Yani kâinatın ilk yaradılışından sonsuza kadar geçen bir süre içerisinde yani bütün zaman dilimleri içinde yaşama elverişli olan gezegenler içindeki bütün zeki canlı türlerini hesap edecek olursak karşımıza inanılmaz derecede devasa bir rakam çıkar ki, buna, kâinatın farklı yerlerindeki zaman kavramlarının(zaman akışının dünyamıza göre hızlı ya da yavaş olduğu bilgisini hesap edersek)saymak mümkün olmaz. Fakat bu devasa rakama rağmen yeryüzünde  fesat çıkaracak tek canlı türü Kur’an’a göre anlaşılan o ki sadece dünya gezegeninin sahipleri olan biz insanlarız! Yani asıl ayetimiz olan bakara suresinin devamında anlatılan “Âdem” soyu.  Ya da büyük ihtimal, yeryüzlerinde ilk fesat çıkartacak olan tür “Âdem”! Böyle bir tesadüf olabilir mi? Olması mümkün değil çünkü Allah katında zaman kavramı yoktur. İlâhiyatçılarımız, bu mantıksal soruya hemen çare üretmeye başlayacaklardır. Ben hemen onların yerine bu cevapları bulayım, yazık ya onları da boş yere zahmete sokmayayım.
  • Birincisi, her ne kadar Kur’an’ın verilerine göre Allah kendi katında melekleri ile  sadece bizim yeryüzümüz olan Dünya gezegenine dair olan şeyleri görüşüyormuş gibi bir intiba uyandırsa da, Allah diğer gezegenlerin yani diğer yeryüzlerinin zeki canlıları ile ilgili iş ve işlemlerini, melekleri ile o konulardaki görüşmelerini tabi ki de bizim kitabımıza yazamazdı. Dolayısıyla sadece bize ait olan bilgileri verdi Kur’an’ı Kerim’de.
  • İkincisi, Allah “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” derken aslında “halifeler” yaratacağım diyordu ama bu konuyu dünya gezegenine gönderdiği kutsal kitaba eklerken işin sadece bizi ilgilendiren boyutuna binaen bir halifeden yani Hz Âdem boyutundan bahsetti ki zaten ayetin devamında atamız olan Hz Âdem aleyhisselamdan bahsetmektedir.
  • Üçüncüsü, Hz Âdem, aslında kâinattaki bütün gezegenlerde yaşayacak olan zeki canlıların ilk atası yani ilk yaratılmış canlı  olabilir. Geçmişteki Âlimlerimiz de kâinat ile ilgili yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için bu ayetleri sadece bizim gezegenimize yönelik açıklamış olabilirler. Bu ayetleri, zamanın değişen şartlarına göre tekrardan yorumlamak gerekir. Ne de olsa Kur’an’ı Kerim, evrensel bir kitaptır efendim.

Belki bu ayetler Annunakiler gibi insan ırkını laboratuar ortamında oluşturduklarına inanılan bir canlı türünün diyaloğundan değişime uğrayarak aktarılmıştır. İlkel halde ve kendilerine her söyleneni yapan ve henüz yeteri kadar evrimleşmemiş olan ilkel insanı, daha zeki ve kendi kendine karar verebilme yetisine sahip bir canlı haline dönüştürürken diğer bir taraftan yükselen itirazların yankılarıdır.

ALLAH BİLE PEYGAMBERİNE SALAT EDER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, Allah peygambere salat ediyor, Allah neden Muhammed'e salat eder, Muhammed'e salat, Bu nasıl Tanrı?, Kur'an'daki çelişkiler, islamiyet, Ahzab 56, Hz.Muhammed, Allah,

ALLAH BİLE PEYGAMBERİNE SALAT EDER


Ahzab 56: "Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun."

Hadis (Peygamberin sözü): "Yanında adım zikrolunup da bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün."  Kaynaklar: (Tirmizi,  Daavat, 100; Ahmed b. Hanbel, II/254)

Peygamberin sözü: "Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslümanın yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir Müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Kaynak: (İbn Kesir, II/515)

Samimiyet denilen ve dünyanın her yerinde geçerli olan, kabul edilen ve tanınan  insan davranışının İslâmiyet’te önemi ve yeri nedir? Ahzab 56’da açıkça ve açıkça görülüyor ki Muhammed Peygamberi zorla bir anma ve onu ümmetine ya da Müslüman âlemindeki her kese zoraki bir sevdirme çabası var. Bu nasıl bir tutum? Allah’ın ve Meleklerin Peygambere sâlât etmesinin saçmalığını bir kenara koyalım, o da apayrı bir konu. Hem hadisler hem de yukarıdaki ayet göz önüne alındığında Allah ne yapmaya çalışıyor? Bir kimseyi zoraki olarak anmanın ya da andırmaya çalışmanın gayreti nedir? Ayette deseydi ki: “Vefalı ve ince ruhlu kullarım, benim dinimi tebliğ eden Peygamberi içten anar ve ona selâm gönderirler, ne güzel mümindir onlar” dese, üzerine söyleyecek hiçbir sözüm olmayacağı gibi “tam da bir İlâha yakışır incelikte bir cümle” derdim  ve tek bir kelimesini bile eleştirmeye lüzum görmezdim. Kulunun kendisine tapınmak için bir sürü ibadeti zorunlu kılan adının Allah olduğuna inanılan İlâh bir de kalkıyor, “bana ibadetiniz, beni anmanız yetmeeeeeez, benim Peygamberimi de anacaksınız, ona da sâlât okuyacaksınız” diyor. Emir üzerine Peygamberine sâlât ve selâm okumayınca ne olur? Peygamberin nuru, öte alemde eksik mi kalır? Farz edin kul, yani Müslüman bu ayeti okuyunca emir üzerine Peygamberin adını anıp ona selâm gönderiyor ama içinden gelmiyor fakat yine de bu Müslüman, zoraki de olsa kendini zorlayıp Peygamberinin adını anmaya devam ediyor. Bu anma ve selâm yollama işini ağzından ses çıkartarak değil de içinden yani düşünsel olarak bile yapsa adam bunu mecburiyetten yapıyor, ayetteki emir üzerine. Bu adamın bu selâmı gönderişinin samimiyeti konusunda ne söyleyebiliriz?

İçinden geldiği için yapmıyor hatta zorlanıyor. Emir üzerine, yapmak zorunda kalıyor. Namaz, hac gibi vazifeler de Allah’a yapılması gereken ibadetler. Kur’an’da bazı müminlerin içinden gelerek ve kalbi titreyerek namaz kıldığını ve o namazların en güzel ve en kabul olunan  namaz  olduğu yönünde hem ayetler hem de hadisler var. Bunun mantığını biraz düşünelim. Namaz kılıyorum ama zoraki kılıyorum kardeşim. İçimden geldiği için değil, zorunlu olduğu için. Namaz kılarken kalbim Allah’a karşı pır pır edip titremiyor, ne yapayım? Zoraki olarak bunu samimiyete, içtenliğe dayandırmaya mı çalışayım? Kendimi zorlayım mı? Bir erkek, bir kadını  zorla sevebilir mi? Bir  kadın bir erkeği zorla sevebilir mi? Bir kadın, hoşlanmadığı bir erkeğe yanaşmaz, onu sevmez ama insanlık gereği nezaketini bozmaz, kibar davranır. Allah kullarından ne istiyor? Müslümanların, kendisine ve Peygamberine karşı nazik olmalarını mı yoksa “Beni sev, Peygamberi mi de sev. Beni sevenler, benim katımda apayrı, sevmeyenler ise sevmeye çalışsın, bunun için çaba göstersin, uğraşsın.” KULLARINDAN İLGİ, SEVGİ VE SAMİMİYET DİLENEN BİR İLÂH!

Bir kadın kocasını sevemiyor ve günün birinde kocasına ve yakın birkaç kişiye bu durumu anlatıyor. Gururdan ve Onurdan eksik olan koca kükrüyor “sen nasıl olur da beni sevmezsin be kadın?”, arkadaşları ve anne babası da bu durumda kadını suçluyor  “o senin kocan, niye sevmiyorsun, çaba sarf et seversin hem sevsen deeee, sevmesen deeeee o adamla ömür boyu evlisin, boşanma moşanma yok unut. Kocanı sevmek içinden gelmiyorsa bile içinden geliyormuş gibi, seviyormuş gibi yapacaksın.”. Kadıncağız, boşanamayacağı adama karşı ne yapacağını şaşırır ve sonunda seviyormuş gibi davranmaya başlar. Adam eve gelince “hoş geldin” der. “Akşam sana hangi yemeği yapayım” diye sorar. Kocasına zoraki olarak “seni çok seviyorum” der. Der ama evde huzursuzluk çıkmasın diye der. Öyle icap ettiği için yoksa adamı sevdiği için değil. Koca da, “hah, hanım beni sevmeye başladı, hali hareketi davranışı değişti, düzeldi”   der ve yaşantısına kasıla kasıla devam eder.

Allah’ı ve Peygamberi zoraki olarak seveceksin. Sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapıp iki de bir isimlerini anacaksın, Namazını kılacaksın, buyruklarını yerine getireceksin. Müslümanlıktan çıkmak felan yok, unut. Hem Müslüman olacaksın hem de Allah’ı ve Peygamberi seveceksin, sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapacaksın yoksa cehennemi boylarsın ya da Allah’ı ve Peygamberi içinden gelerek  seven kulların aldığı ödülden çok daha azını  alırsın. O yüzden ne yap yap, sev, sevmeye çalış. Ha sen eğer “sevemiyorum” diyorsan o zaman düşünelim düşünelim… Ne olabilir? Neden sevemiyorsun? Buldum!
  • Allah’ü Teala muhtemelen senin kalbini, kulaklarını mühürledi ya da
  • Sen asi ruhlu, dinine imanına karşı gelen ya da ne bileyim doğuştan gelen bir özellikle Müslümanlığa uygun bir adam değilsin veya
  • Cehennemliksin. Hani şu insanların büyük kısmı cehennem için yaratılmış ya! Ya da cehhem, insanlar için yaratılmış! Yani kaderinde cehenneme girmek yazıyor.
  • Allah’ı ve Peygamberi sevmek ve isimlerini anmak istemiyorsun. Eğer ister isen mutlaka içinden gelir ve severek yaparsın.
Peki o zaman istemek nedir? İnsanın içinden gelen bir şey mi yoksa birilerinin sana verdiği emri yerine getirmek için istiyormuş gibi davranman ve zaman içinde bu davranışı alışkanlığa dönüştürmen mi?