HABERLER
Dini Haber
MWG etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MWG etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MUSEVİLİK VE YAHUDİ ŞERİATI "TALMUD"

Yazan: Mehmet W.Gündoğdu


MUSEVİLİK VE YAHUDİ ŞERİATI "TALMUD"


Yahudi, İbranice Yehuda’dan gelen bir tanım sözcüğüdür. Dolayısıyla aynı zamanda İsrailoğullarının soyudur. Bu soydan gelenlere de Yahudi denilir. Musevilik ise; her ne kadar içine başka inançlar da karışsa Musa’nın getirdiği bir inanç sistemidir.

Musevilik eski Mısır, Mezopotamya, Babil, Sümer kültür ve dinlerinden büyük ölçüde beslenmiş; çok tanrılı dinlerin karmaşasından ortaya çıkarak, tek tanrılı olarak benimsenmiş bir din sistemidir. Zaman içinde peygamber Musa’nın on emrinden uzaklaştırılarak söylencelerle süslenip ilahi ve kitaplı din yapılmış. İslam’da hadisler ve söylence kitapları inancın içine katıldığı gibi; Musevilik de Eski Ahit- Tevrat’ın yanına Talmut, Kabala gibi yan kitaplar da Museviliğin içine katılmıştır. Dahası; Davut peygamberin Zebur kitabı da Eski Ahit içine katılarak şiirsel süslemeler yapılmıştır.

Musevilik inancının derinlerine indiğimiz de karşımıza ilk çıkan kök inanç, Mısır inançlarıdır. Freud, Musa ve Tek Tanrıcılık isimli kitabında Musevilik inancının kökünü ayrıntılarıyla anlatırken öncelikle Akhenaton ve onun getirdiği Atencilik inancı üstünde yoğunlaşır. Akhenaton İÖ 1300’lü yıllarda Mısır firavunuydu. Firavun olduktan kısa bir süre sonra çok tanrılı Mısır dinini yasaklayarak tek tanrılı Aten dinini kurup resmi din yaptı. Akhenaton, Amon din adamlarının tepkileriyle karşılaşınca; Teb şehrinden çıktı. Boş arazileri olan bir yere taşınıp kendisine inananlarla orada yeni bir şehir kurarak dinini yaydı. 15 yıl firavunluk yapan Akhenaton’un veba salgınında öldüğü söylenir. Ölümünden sonra Amon din adamlarının saldırıları yeniden yoğunlaşır. İsmi unutturulur.

Mısırlı tarihçi Ahmed Osman, Akhenaton’un annesinin babası Yuya’nın Yusuf peygamber olduğunu iddia eder. Freud’e göre; Musa Aten inancına sahip bir rahiptir. Akhenaton öldükten sonra, Atenciler büyük baskı gördükleri için çoğu Mısır’dan kaçmak zorunda kalır. Musa’da Medyen’e kaçar. Eski Ahit Tevrat’a göre Musa’nın kaçış nedeni bir Kıpti’yi öldürmesidir.

Museviliğin kökenlerini araştırırken, Museviliğin Sümerlerle olan etkileşimine de bakmak gereklidir. Sümeroloji uzmanı Muazzez İlmiye Çığ’dan kısaltarak aldığımız bir yazısı bu konuya açıklık getiriyor.

“Sümerliler Tanrılar dünyası üzerine pek çok efsaneler geliştirmişler, şiirler ilahiler, törenler yaratmışlar ve bunları ilk defa yazıya geçirmişlerdir. Onların kurdukları dinler, zamanla tek tanrılı dinlerin temelini oluşturmuştur. Tek Tanrılı dinler dikkatle incelendiğinde, diğer tanrıların tamamen yok olmadığını açıkça görebiliriz. Bu dinlerde melekler, şeytanlar, cinler olarak varlıklarını korumaktadırlar.

Tek Tanrılı dinlerin temelini oluşturan Yahudi dininin ortaya çıkmasından en az bin yıl önce Sümerliler varlıklarını yitirmişlerdi. Öyleyse Sümer kültürünün etkisi İsraillilere nasıl ulaşmıştır? Sümer Devleri güçlü dönemlerinde Doğuda Hindistan, batıda Akdeniz’e hatta Kıbrıs’a, Kuzeyde Orta Asya’nın batısına, Güneyde Mısır ve Habeşistan’a kadar genişlemişti. İÖ 2400 yıllarında Sami bir ırktan olan Kral Sargon Sümer Devletini ele geçirerek bir Akad Krallığı kurmuştu.  Sonra yine Sami bir ırk olan Amoritler Babil Krallığını kurdular ve eski Sümer Ülkesinin tümüne hâkim oldular.  Bu devirde tüm Sümer mitolojisi birçok kopya halinde yazıldı. Diğer kentlerdeki eğitim kurumlarına ve kütüphanelere gönderildi. Sümer eğitim tarzı, dili, efsaneleri, edebi yapıtları Babil okullarında öğretilmeye devam edildi. Sümerce en önemli dinsel lisan haline geldi ve bu durum İsa’nın doğumuna kadar devam etti. Tek tanrılı dinlerin atası olarak kabul edilen Hz. İbrahim, Tevrata göre, Mezopotamya’da Ur kentinden Filistin’e göçmüştür. Yani o bilgiyi taşımaktadır. Sonra Babil Kıralı Nabukadnezzar İS 604-562 de Filistini ele geçirmiş ve tüm Yahudi bilginleri Babil’e sürgün etmiştir. Bu bilginler Babil kütüphanesini inceleme olanağını bulmuşlardır. Nitekim Tevrat, Babil sürgününden sonra yazılmıştır.”

Museviliğin Öteki Kitaplarından Talmud

Musevilikte Tevrat kadar değer verilen Talmud, geleneksel yasaların yazıldığı bir kitaptır. Bu kitabın içinde söylenceler, tapınma törenleri, evlenme- boşanma konuları, ilahiler gibi bölümler bulunur. Bu kitaba kısaca Museviliğin şeriat kitabı denilebilir. Bazı kaynaklara göre İS. 2. Yüzyılda bir haham tarafından yazılı hale getirilmiştir. Ortodoks Yahudiler, Talmud’u Allah’ın Musa’ya öğrettiği bilgiler topluluğu olarak kabullenirler.

Bu kitabın ana kaynağı Sümer tabletleridir. Ayrıca, Talmud’da yazılı yasa ve kurallara bakıldığında okuyan her insanın kanı donar. Talmud’da yazılanlar Sümer kopyası olmakla birlikte; Sümerlerin daha insancıl ve uygar olduğu görülmektedir. Sümer tabletleri içinde bulunan ve kız kardeşiyle cilveleşen, hatta cinsellik yaşayan bir erkeğin ağzıyla yazılmış şiirler, Tevrat’ın Neşideler Neşidesi bölümünde de yer almaktadır.

Okuyucuların bir yargıya varmaları, Musevi şeriatı hakkında biraz daha fazla bilgi sahibi olabilmeleri için Talmud içinden bazı bölümler sunmak zorundayız. Aksi halde bunları yazıya geçirmek değil, düşünmek bile insanı çileden çıkartır. Musevilik’de kadınların Talmud okuması yasak olduğunu yazanlar var. Bir de hahamların değişmez bir kuralı vardır, şöyle derler: “Talmud Torah’ı inceleyen, Yahudi olmayan birisinin hak ettiği şey ölümdür. Çünkü bu onun için değil, bizim için yazılmıştır. Bu bize bırakılan mirastır.”
Her dinde olduğu gibi Musevilik de incelemeyi, sorgulamayı, düşünüp karar vermeyi yasaklamaktadır. Bu yasaklar; Her dinin, din adamlarının ve siyasetçilerin tekelinde olduğunun somut gerçeğidir. Bu yasakların nedeni aşağıdaki Talmud yazılarından alınmış kısa bölümlerdir. İşte yazıp okurken bile insanlığımızdan utandığımız, ama utanılmadan kutsal kitaplara alınmış birkaç örnek:

  • “Yahudi olmayanların sahip olduğu mal, çölde ayağınızın altındaki sahipsiz araziye benzer, Kim önce alırsa onun olur.” [1]
  • “Bir büyük, küçük bir kız ile cinsi temas yaparsa bu göze girmiş bir parmak gibi kabul edilmeli. Keza bir çocuk bir kadınla temas ederse buda kadının cinsi uzvuna bir çubuk girmiş olarak kabul edilmeli. Bir büyük tarafından bir çocuk baştan çıkartılıp ırzına geçirilirse bu ırza girme hadisesi olarak kabul edilmeli, bir büyük tarafından bir çocuk baştan çıkartılıp ırzına girilirse bu ırza geçme hadisesi olarak değerlendirilmemeli. “Nasıl ki gözyaşı tekrar ve tekrar yeniden insanın gözüne gelirse üç yaşından küçük iken cinsi temasta bir kızında bekareti geri gelebilir.” [2]
  • “Küçük yaşlarda erkeklerle yatmış bir kız çocuğu evlenirken bu vaziyeti kocasına bildirmeli aksi halde kan gelmez ve kocası da bu vaziyetten hoşlanmaz.” [2]
  • “Bir Yahudi kızının bekâreti iki yüz zuz (eski Yahudi parası) değerindedir. Bu pazarlıkla daha evvelinden verilebilir.” [2]
  • “Bir kadın kocasının izni ile parasını vererek kendisi ile cinsi bir şekilde alakadar olacak bir şahıs kiralarsa, bunda hiçbir kabahat yoktur, fakat bu kiraladığı şahıs gayri Yahudi ise bu kabahattir zira kazançlı çıkan gayri Yahudi’dir. Fakat aynı vaziyet, bir Yahudi erkeği ile gayri Yahudi bir kız arasında vuku buluyorsa zararı yoktur fakat Yahudi erkeği bu gayri Yahudi kızla evlenmemeye çok dikkat etmelidir.” [3]
  • “Bütün cinsi işler akşam karanlığında yahut karanlık odada yapılmalıdır. Sebebi açık havada böyle işler yapılsa herkes işini gücünü bırakır seyre dalar ve daha fenası işlerini yapacak yerde cinsi temas yapan adamı taklit etmeye çalışır. Fırıncının ekmeği yanar, üzümcünün üzümlerini gayri Yahudiler çalar, çanakçının çanağı elinden düşer kırılır, nöbetçinin gözü döner şehri düşman basar. Karanlıkta bu işi yapmanın bir başka sebebi de, eğer bu cinsi teması bir gayri Yahudi ile yapıyorsanız bu gayri Yahudi kimseyi şahit olarak gösteremez hatta kendisi bile yüzünüzü iyi göremez.” [4]
  • “Dünyada hâkimiyet sağlayacak en önemli unsurlardan biri, çok üremektir. Bütün yeryüzündeki gayri Yahudiler eşektir. O gün geldiği zaman bunlar yer altında kendileri için kazılmış olan yerlere girip ebediyen yer altında yaşayacaklardır.” [5]
  • “O adam ki; kız kardeşi ile beraber yatıp, kendilerini cinsi zevklere bırakırlar ve kız kardeşi bunu şikâyet etmez, bunda bir kabahat yoktur. Fakat kız kardeş şikâyette bulunursa bu işi tekrarlanmaması bu adama bildirilir.” [6]
  • “O şahıs ki; daha annesi yaşlı değildir. babası ölmüştür ve annesi yabancı erkeklerin koynuna girmek istemez ve kendi oğlu ile yatmak ister ve keza oğulda annesi ile yatmak isterse böyle bir vaziyette eğer bu işler zor kullanılmadan yapılıyorsa, bize düşen bir vazife yoktur ki oğul evlenme yaşına gelip de başka bir kızla evlenmek talebinde bulunur ve annesi buna mani olmak isterse, oğul kendi karısının cinsi arzularını hem de annesinin cinsi arzularını tatmin etmeli ta ki validesi başka bir erkek buluncaya kadar.” [6]
  • "Bir gayri Yahudi, Yahudi kızından istifade ederse, bir Yahudi kadınını baştan çıkartırsa bir Yahudi çocuğunu kirletirse, Yahudi umumi bir Yahudi kadını ile temas edip kadına parasını vermezse cezaya çarptırılır. Eğer bir Yahudi umumi kadını kullanıp parasını vermemiş ise parası alınır ve değnekle dövülür. Bir Yahudi kadınını baştan çıkarttı ise ölünceye kadar taşlanır. Bir Yahudi kızını kirleten gayri Yahudi’nin başı yarım kesilir ve yavaş- yavaş öldürülür. Bütün bunlar bilhassa gayri Yahudilerin önünde yapılmalı ki bunlara müthiş bir ibret olsun ve bizim dehşetimiz karşısında titresinler ve Yahudi’ye dokunmaya bir daha yeltenmesinler.” [7]
  • “Bir dul kendini tatmin için her türlü usullere başvurabilir.” [8]
  • “Bir kadın sebepler göstererek hayvan ile hayvani münasebetleri ilerletirse bunda münasebetsiz bir şey yoktur. Böyle işlere zevklere heveslenmeyen kadın bulunmaz. Bu sebepten bu gibi zevklere kedini verip de sonradan evlenmeyi düşünen kadını bir haham bile alabilir.”
  • “Haham Shimi b. Hiyya ya göre bir hayvanla ya da insan olmayan bir şey ile cinsi temas yapan kadını bir haham bile alabilir… [8]
  • Haham R. Dimi’nin anlattığı bir misal ise şöyledir: harikulade çok güzel bir kadın sıcaktan biraz açık giyinmiş bir şekilde yeri silerken maruf köpeklerden biri kapıda zuhur etmiş… Kısa bir zaman sonra da kadın bir rahiple evlenmek için izin alabilmiş. Para ile kendisini satan bir kadın para karşılığında müşterilere zevk vermek için bir köpekle cinsi münasebet yaparsa bu başka türlüdür. Hahamlıkça hoş görülmez.” [8]
  • “Yahudiliğe döndürülmüş bir kız, üç yaşından bir gün fazla olursa bir haham onunla evlenebilir.” [9]
  • “Elazar şöyle ilave etti: Âdem bütün hayvanlar ile çiftleşmiş fakat Havva’nın verdiği tadı hiç birinde bulamamıştı.” [10]
  • “Yılan Havva’nın içine müthiş bir şehvet sokmuştur.” [11]
  • “O şahıs ki akrabası kız ile cinsi temas edip bekâret zarını yalnızca gevşetir. O adamdan şikâyet edilmemelidir”. [12]
  • “Ölmüş kadın ile temas o kadının hayattaki vaziyetinde iken yapılan temas gibi kabul edilir. Kadın evli ise her ne kadar ölmüş olsa bile gene evli bir kadın olarak kabul edilir hem de ölmüş bir kadınla çiftleşmek meniyi ziyan etmek demektir.” [12]

İçine hiçbir yorum katmadan buraya aldığımız bu tümcelerin nasıl yüz kızartıcı oldukları görülüyor. Sizce böyle bir din ve böyle bir tanrı olabilir mi? Bunlara inananlar nasıl inanmışlar, halen neden inanıyorlar bilmiyorum. Ancak yalnızca merak ettiğim şey; bu utanmaz Talmut kitabının yüz kızartıcı şeraitine halen uyuluyor mu? Uyuluyorsa insanlığın başı belâda demektir. Talmud benzeri başka Musevi kitapları da var. Bunlar da yazılanlar da hoş karşılanacak konular değil. Ayrıca Tevrat’ın Neşideler Neşidesi bölümündeki şiirler de yüz kızartıcıdır.

MUHAMMED’İN HAS ADAMI ALİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Hz Ali, din, Alevilik, Muhammed'in celladı Ali, Cellat Ali, Allah'ın aslanı, Ali'nin katliamları, islamiyet, Uhud savaşı, Hendek savaşı, Kureyza kuşatması, Bedir savaşı, Ali, MWG,

MUHAMMED’İN HAS ADAMI ALİ


Allah’ın aslanı olarak tanıtılan, Muhammed’in amca oğlu ve damadı Ali; Muhammed’in kolaylıkla kullanabildiği tek yakınıdır. Muhammed’in cellatlığını yaptığı için kendisine Allah’ın aslanı lakabı verilmiştir. İslam kaynaklarında anlatılan olaylara bakıldığında Ali’nin siyasetten anlamadığı, tek hünerinin kılıç kullanmak olduğu görülür. Muhammed’in ölümünden sonra güçlülerin karşısında tırsmış, daha sonra çevresinin gaza getirmesiyle iktidar mücadelesi yapabilmiştir. Dostunu düşmanını bile yeterince ayırt edemeyen Ali, bunu bile başaramamış Hariciler ve Muaviye ile baş edememiştir. Bildiğimiz kadarıyla kişisel bir cinayeti olmamıştır ama Muhammed için toplu kıyımlar yapmaktan da çekinmemiştir. Toplu kıyımlar kutsal savaş kılıfına sokularak ya da savunma bahanesiyle hadis ve din kitaplarında ayrıntılı olarak anlatılır. Tebük kuşatması dışında bütün savaşlara katılarak çok can almıştır. Bazı kaynaklarda şöyle bir yazıyla karşılaştım: “Ali'nin öldürdüğü Arapların yakınları, yakınlarının Ali tarafından öldürülmesinden gurur duyarlardı.”

Bedir Savaşı olarak bilinen savaş aslında bir kervan baskınıdır. Bedir’deki bu kervan baskınında öldürülenlerin yarıdan fazlasını Ali öldürmüştür. Yazılı kaynaklar böyle yazar. Şeyh Müflid’in El- İrşat isimli kitabında Ali’nin öldürdüğü 36 kişinin adları yazılıdır ve öteki kaynaklar da bu 36 kişiyi Ali’nin öldürdüğü kayıtları vardır. Sonuç olarak Mekkelilerden 70’i tutsak edildi ötekiler öldürüldü deniliyor.  Bir başka kaynak olan İbni Ebi’l Hadid “Bu savaşta müşriklerden 70 kişi öldürülmüştür. Bunların yarısı Hz.Ali tarafından öldürülmüş, diğer yarısı da meleklerin yardımıyla diğer Müslümanlar tarafından öldürülmüştür” diyor. Şimdi diyeceksiniz ki “bu bir savaştır ve savaşın ana kuralı öldürmektir, bunda Ali’nin ne suçu var?” Savaşta düşman öldürülür bu doğru. Birbirlerine düşman olanların hepsi birbirleriyle yakından uzaktan akrabalar. Bu düşmanlığın nedeni ne? Muhammed’in kervan soyup ganimet elde etmesi ve güya dine davet zorlamasının savaşa dönüşmesi. (Bkz. Mücadele suresi- 22, Enfal suresi- 41, Tevbe suresi başlangıç ayetleri) Savaşanların alıp veremedikleri nedir? Mekkeliler kervanlarını kurtarmak istiyorlar. Muhammed ayetler getirip “Mekkeliler mallarınızı yağmaladı” diyerek yandaşlarını çatışmaya zorluyor. İşte böyle bir çatışma sonucu diyet ödeyebilecekler tutsak ediliyor. Teslim olan ötekiler öldürülüp cesetleri kuyuya atılıyor. Muhammed ve ganimet için en çok kılıç sallayıp kelle uçuran da Ali… Daha sonraları Ali, Muaviye’ye yazdığı mektuba “deden Utbe’ye, dayın Velid’e, kardeşin Hanzele’ye indirdiğim kılıç yanımdadır” yazarak gözdağı vermek istemiştir. Daha ayrıntılı bilgi isteyenler Bedir Savaşı ve Ganimetleri başlıklı yazımıza bakabilirler.

Uhud Savaşı’nda da Ali’nin kılıç hünerleri sayılmayacak kadar çoktur. Efsanevimsi anlatılanlara bakılırsa Ali’nin kılıç hünerleri saymakla bitmez. Uhud Savaşı’nın nedeni Mekkeli müşriklerin intikam almak için Müslümanlara saldırması. Asıl neden; çoğu zaman olduğu gibi her iki kesimin de ganimet peşinde olmasıdır. Mekkeliler Bedir Savaşı’nda kaybettikleri kervan mallarının peşindedir. Medineliler yeni bir ganimet beklemektedirler. Muhammed bin kişilik bir ordu hazırlarsa da üç yüzü yoldan geri döner. Muhammed yedi yüz kişilik ordusuyla Uhud dağının uygun bir çevresinde Mekkelileri karşılar. İki taraf savaşa tutuşurlar. İmam Cafer Sadık, İbni Esir, Şeyh Sadık’ın dediklerine göre; Ali, Mekkelilerin dokuz bayraktarını peş peşe öldürmüştür. Müslümanlar savaş üstünlüğünü kazanmak üzereyken ganimet peşine düştüler. Halid Bin Velid arkadan saldırıya geçince Muhammed’in ordusu kaçarak dağılmaya başladı. Bu arada Muhammed’i öldürmek için gelenleri öldüren Ali, Muhammed’in “saldır” dediği topluluklara saldırıp onları da öldürdü. “Bu arada vahiy meleği peygambere Bu Ali’nin gösterdiği fedakarlıkların en üstünüdür deyince, resulullah ben ondanım, o da benden buyurdu. O anda gökten Ali gibi kahraman Zülfikar gibi kılıç yoktur nidası duyuluyordu. (İbni Esir Tarihi) “… Ama bunu söyleyen görünmüyordu. Bunu kimin söylediği peygamberden sorulduğunda o Cebrail’dir buyurdu.” (İbn-i Ebi’l-Hadid) Yine savaş meydanı, yine öldürmek meşru, yine Muhammed’in buyrukları ve çoğu zaman olduğu gibi cellât yine Ali.

Hendek Savaşı sırasında Mekkelilerin en savaşçı ve bedenen güçlü adamlarını da teke tek çatışmalarda öldüren Ali’dir. Yine Muhammed için kan dökmüştür. “Savaş sırasında böyle şeyler olabilir” denilebilirse de; Mekke halkına çomak sokan, ikilik çıkaran, huzuru bozan ve kervan baskınları yapan Muhammed’dir. Üstelik Mekke’nin işgal edilmesi tehlikesi de vardır. Bu savaşlarda Mekkelilerin kendilerine göre haklı nedenlerini de görmeli. Onların din adına değil, Muhammed’den kurtulmak için savaştıkları ortada. Muhammed’in savaşları ise din yayma bahanesiyle yağmacılık yapmak. Mekkeliler ya da diğer müşrikler yüzde yüz haklıdırlar diye bir şey demek istemiyorum. Ama Ortamı bu hallere getiren de Muhammed ve yandaşlarıdır.

Kureyza kuşatması ise başlı başına bir vahşettir, toplu kıyımdır ve Muhammed’in has cellâdı yine Ali’dir. Medine’nin dışında yaşayan Yahudilerin İki büyük kabilesi zor kullanılarak sürgün edilir. Canlarını kurtardığına sevinen kabilelerin malları mülkleri Medinelilere kalır. Üçüncü kabile olan Kureyza kabilesine canlarını kurtarmak hakkı bile tanınmaz ve eli kılıç tutan herkes kılıçtan geçirilir. Cellât yine Ali’dir. Eşlerinin, yakınlarının ve çocuklarının gözleri önünde 450 ile 900 arası Kurayzalı elleri kolları bağlıyken Ali tarafından öldürülür. Oysa öteki iki kabile gibi Kureyzalılar da malk mülk bırakarak sürgün edilebilirdi. Bütün yalvarmalara karşın Muhammed eli silah tutan herkesi öldürttü, kadın ve çocuklar cariye ve köle yapıldı. Rüşvetle Müslüman olan Yahudi Sad’ın Kureyzalılar için verdiği hükmün Muhammed tarafından onaylanmasıyla bu vahşet ortaya çıktı. Eski Yahudi Sad, Kuran’ın Maide suresi 33 ve 34. Ayetleriyle Tevrat’ın Tesniye 20. Bölümündeki metinlere dayanarak bu vahşi hükmü verdi.

Lütfen bu iki kaynağa bakarak kimin haklı kimin haksız olduğuna kendiniz karar veriniz. Bu konuyu kısa anlattığımız için olayların nedenlerini çözemeyenler Kureyza’da İslamın Toplu Kıyımı başlıklı yazımızı okuyabilirler.

Maide 33-34:
(33) Allah’a ve peygamberine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri veya asılmaları yahut el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların dünyada uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.
(34) Ancak onları yenip ele geçirmenizden önce tövbe edenler müstesna! Biliniz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

Tesniye 20: 14-18:
14) Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız RAB'bin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz.
15) Yakınınızdaki uluslara ait olmayan sizden çok uzak kentlerin tümüne böyle davranacaksınız.
16) “Ancak Tanrınız RAB'bin miras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız.
17) Tanrınız RAB'bin size buyurduğu gibi, onları –Hitit, Amor, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını– tümüyle yok edeceksiniz.
18) Öyle ki, ilahlarına taparken yaptıkları iğrençliklere uymayı size öğretemesinler, siz de Tanrınız RAB'be karşı günah işlemeyesiniz.

Bir örnek de Hayber’in yağmalanmasından verelim. Hayber’in bütün arazilerini ele geçiren Müslümanlar çok kan döktüler. Cellât yine Ali’dir. Hayber Savaşı için tek gerçek neden; yağmalama, ganimet, cariye ve köle edinmek. Öteki nedenlerin hepsi bahane, yağmaya kılıf uydurmadan başka bir şey değil. Bu çatışmada 90- 100 kadar Yahudi öldürüldü kalanların hepsi kadın ve çocuklarla birlikte tutsak edildi. Bu çatışmada da Ali başrol oynamaktaydı.

Ayşe ve yandaşlarıyla yapılan deve olayı denilen çatışmada her iki tarafın iktidar hırsı çok Müslümanın kanını döktü. Araya makam ve çıkar bekleyen fırıldak bozguncular girmeseydi Müslüman Müslümanın kanını dökmeyecekti. İktidar yüzünden birbirlerine düşürülen Ali ve Ayşe bu oyunu anlayabilselerdi boş yere savaşılmayacaktı.

Her zaman olduğu gibi İslam yazarları işi yine uçtu kaçtıya bağlıyorlar. “Allame İbn-i Ebi Cumhur el- İhsai şöyle naklediyor:  Basra’da (Cemel Savaşında) Hz. Ali’yle (a.s) birlikte idim. Yetmiş bin kişi bir kadınla (Aişe ile) toplanmışlardı, savaştan kaçan her insanın; “Ali beni hezimete uğrattı”, yaralanan her şahsın; “Ali beni yaraladı”, can veren herkesin; “Ali beni öldürdü” dediklerini gördüm. Ordunun sağ kolunda olduğumda Hz. Ali’nin sesini duyuyordum; sol kolunda olduğumda yine onun sesini duyuyordum. Talha’nın can verdiği an onun yanından geçerken; “rivayet etmiştir Kim bu oku sana attı” dediğimde; “Ali bin Ebi Talib attı” dedi. Bunu duyunca; “Ey Bilkıys ve İblis hizbi! Ali ok atmamıştır, onun elinde sadece kılıç vardır” dedim. Talha dedi ki: “Ey Cabir! Ali’nin göğe çıktığını, yere indiğini, doğudan ve batıdan geldiğini görmüyor musun? Doğu ile batıyı bir şey yapmıştır, süvariye yetiştiğinde onu mızrak vs. şeyle dürtüyor; biriyle karşılaştığında onu öldürüyor, yaralıyor ve yüzüstü yere seriyor veya “Ey Allah’ın düşmanı öl” dediğin de o adam ölüyor, ondan hiç kimse kurtulamıyor.” (El- Mecla, s.410.) Uçtu kaçtı masalında bile Ali’nin eli kanlı. Birbirleriyle savaşanlar kim ki melekler Ali’ye yardım ediyor? Her iki taraf da Müslüman, her iki taraf da iktidar peşinde.

Daha sonra Hariciler ayrı bir baş çekip başkaldırmaya kalkınca ve Ali yalnız başına kalmaya başlamışken, çıkan çatışmalarda; Hariciler kadar Ali’nin sorumluluğu da var. Ali ne yapabilirdi? Örneğin ayaklananlarla anlaşmış görünüp, ele başlarını birer ikişer yok edebilirdi. Onlara bir şeyler vaat edip, ilk fırsatta tepelerine binebilirdi. Örneğin; Muaviye ve Yezit kurnazlık yaparak bu formülü çok iyi kullanabilmişlerdir. En azından onca kişinin öldürülmesi yerine birkaç kişi öldürülüp bu işler kökten çözülebilirdi. Muhammed, kurnazlığı ve Ebu Sufyan’a verdiği rüşvet ile Mekke’yi savaşsız işgal ettikten sonra kılıcı gösterip herkesi Müslüman yapmıştı. Ali’nin tek hüneri Muhammed’in cellatlığını yapmak olduğu için, bu ince siyasetlerden hiç ders almamıştır.

Özetle Ali, Muhammed için kullanışlı, onun dilediklerini yapan, onun için kılıç sallayan bir müttefiktir. Öyle ki Muhammed, Ali'den zina ettiği söylenen cariyeyi cezalandırmasını bile isteyebilmektedir:
Ali ibn Ebu Talib naklediyor: Allah'ın elçisinin evine ait bir köle kız zina etti. O (Peygamber) şöyle dedi: Kalk Ali ve ona öngörülen cezayı ver. Sonra acele ile gittim ve ondan kan aktığını, akan kanın durmadığını gördüm. Ben de peygamberin yanına geldim ve bana şöyle dedi: Cezasını vermeyi bitirdin mi? "Hala ondan kan akarken ona gittim" dedim. Dedi ki: Kanaması durana kadar onu rahat bırak, sonra da ona öngörülen cezayı ver. Ve sağ elinizin sahip olduklarına (yani köleler, savaşta ele geçirilen cariyeler) öngörülen cezaları verin. [Sünen-i Ebu Davud, Kitap 38, Hadis 4458]

EBUBEKİR’E BİAT ETMEYEN FATMA’NIN ÖLDÜRÜLMESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
İlaveler (Mavi metinler): A.Kara
Hz Fatma'nın öldürülmesi, MWG, din, islamiyet, Fatima'nın ölümü, Hz Ebubekir, Hz Ebubekir'in Fatima'yı öldürmesi, İslam cinayetleri, Muhammed'in kızı Fatma

EBUBEKİR’E BİAT ETMEYEN FATMA’NIN ÖLDÜRÜLMESİ, ALİ'NİN EVİNİN BASILMASI

Sitemizin okuyucu ve izleyicilerinden gelen istek üzerine Ali’nin eşi Fatma ile ilgili bilgiler vereceğiz. Ayrıca, Fatma’nın Ömer ve yandaşları tarafından nasıl öldürüldüğünü de kaynaklara dayalı olarak anlatmaya çalışacağız.

İslam’ın kendi kaynaklarına dayanarak ve kaynak gösterdiğimiz halde; Ebubekir ve Ömer konulu yazılarımızda geçen olaylara, Fatma’nın Ömer tarafından öldürülmesi konusuna takılanlar ya da inanmayanlar, hatta hakaret derecesinde yorum yapanlar olduğunu gördük. Öncelikle, okumanın üşengeçliği içinde yazımızı okuyup videolarımızı izleyen herkese teşekkür ederiz. Kötü söz sahibine yaraşır demek istemiyorum. Çünkü çoğu kişiler okumuyor, araştırmıyor ve bilmiyor. Üstelik ortada sorgusuz inanılmış bir din ve cehennemle korkutulmuş bir kitle var. Kimin ne bilgisi varsa yorum yapar ve yalanımız varsa yüzümüze vurur. Bizde yalan, iftira, hiç kimseye hakaret yok. Bizim ortaya koymak istediğimiz şey; gözü kapalı olarak bilmeden, anlamadan, sorgulamadan bir dine inananları aydınlatmak. Biz vicdanımızın sesine uyarak kaynaklardan olduğu gibi yazıyoruz. İnanan inansın, inanmayan kendi bilir.

Şimdi kaynaklara dayanarak Fatma’yı anlatmaya başlıyoruz.
Fatma, kimi kaynaklara göre Hatice’nin Muhammed’den önceki kocasından doğmuştur. Muhammed’in hiç öz çocuğu olmadığından ve Kevser suresinde Muhammed’in soyunun kesik olduğundan bahsedildiğinden, cariye Mariye’den doğan İbrahim’inde babasının belli olmadığını yazıp söyleyenler vardır. Bazı kaynaklarda 40 yaşında Muhammed’le evlenen Hatice’nin 6 çocuk doğurduğu ve 58 yaşındayken Fatma’yı doğurduğu yazılıdır. Ancak bazı kaynaklarda bir kadının 40 yaşından sonra 6 çocuk doğurmasının tıp ve mantığa aykırı olduğu savunulmaktadır. Kimi kaynaklara göre Hatice ile Muhammed’in öz kızıdır. Bazı kaynaklarda Hatice ile Muhammed’den olan tek çocuğun Fatma olduğu da yazılıdır.

Fatma 15 yaşındayken Ebubekir ve Ömer Fatma’yla evlenmek isterler. “Fatma için hak teladan emir bekliyorum” diyen Muhammed, Ebubekir’i de Ömer’i de damatlığa kabul etmez. Daha sonra da Cebrail aracılığıyla Allah’tan buyruk geldiğini söyleyen Muhammed, Fatma’yı Ali’yle evlendirir. [20] Kaynak kitaplar bu olayı çok ayrıntılı olarak anlatırlar. Bu evliliğin “uçtu-kaçtılı” öyküsü özetle şöyle anlatılır:

Ali, yakınlarının önerisiyle Muhammed’e gidip utana sıkıla Fatma’yı ister. Muhammed, Ali’nin mal varlığını sorunca, Ali “bir kılıcım bir devemden başka bir şeyim yok” der. Muhammed; “kılıç savaş için, deve binit için sana gerekli, gel cübbede anlaşalım” dedikten sonra konuşmasını “uçtu- kaçtıyla” bitirir. Muhammed, Ali’ye “sevamavatta senin ile Fatma’nın nikâhı kıyılmıştır. Senden önce melek gelip bunu bana duyurdu.” der. Az sonra Cebrail Muhammed’de gelip; Hak Teâlâ’nın “Habibime selam söyle, hiç üzülmesin. Kızının bütün ihtiyaçlarını cennetten karşılayıp, sadık kuluma vereceğim” haberini bildirir. Muhammed şükür secdesi yaptıktan sonra Cebrail Allah’a gidip yine geri gelir. Cebrail’in yanında Mikail, İsrafil, Azrail ve 1000 Kerübiyun meleği bulunmaktadır. Ellerindeki üstleri bohçalarla örtülü altın tepsileri Muhammed’in önüne koyarlar. Cebrail, Muhammed’e açıklama yapar. ”Ya resullah, Hak Teâlâ sana selam etti. Ben habibimin kızı Fatma’yı Ali’ye verip arşı âlâda onları nikâhladım, habibim de kendi ashabı arasında nikâh etsin. Tepsilerde Fatma için cennet giysileri ve yiyecekleri vardır. Giysileri Fatma giysin, yiyecekleriyle de ziyafet etsin buyurdu.” Deyince Muhammed yine şükür secdesi yapar. Muhammed, Cebrail’e bu işin nasıl olduğunu sorar. Cebrail de anlatır: “Hak teâlânin buyruğuyla bütün cennet kapıları açılıp cehennem kapıları kilitlendi, bütün melekler tuba ağacının altında toplandılar. Hak Teâlâ beni Ali’nin vekili yaptı. Ben de Fatma’nın vekiliyim buyurarak bütün melekleri de tanık yaptı. Böylece arşı âlâda nikâh yapılmış oldu.” [21][22][23]

Bazı kaynaklara göre Ali cübbesini Osman’a satmış ve parasını Muhammed’e vermiştir. Bazı hadis kitaplarında da Ali’nin zırhını rehin bırakıp, düğün yemeği verdiği yazılıdır. [18]

FATMA’NIN ÖLÜMÜ-ÖLDÜRÜLMESİ
Fatma en azından Ali kadar cesurdu. Muhammed’in ölümünden sonra kendisine düşen mirası korkmadan, çekinmeden Ebubekir ile Ömer’den istemiştir. Hem de topluluğun önünde ve çok sert bir şekilde hakkını aramış ama karşı tarafın kurnazlığıyla baş edememiştir.  Üstelik bütün baskı ve eziyetlere karşın karı-koca Ebubekir’e biat etmemişlerdir. Fatma ve Ali’nin Ebubekir ve Ömer’le barıştıkları bazı kitaplarda yazılıysa da bu barış hiçbir zaman olmamıştır. Üstelik Fatma’yı alamayan Ömer, Ali ile Fatma’nın kızı 9-10 yaşındaki Ümmü Gülsüm’le zor kullanarak evlenmiş, büyüyünceye kadar gerdeğe girmeyeceğine söz vermiştir. Oysa her şeyden habersiz Ümmü Gülsüm Ömer’in yanına vardığında kızın eteğini sıyırıp ayıp yerine bakmış, sözünde de durmamıştır. 56-57 yaşında üstelik sahabeden biri olan Ömer'in bu evliliği yorumlar değişik olsa da birçok kitapta yazılıdır.

Ebubekir ile Fatima daha önce hurmalıklar yüzünden birbirine ters düşmüştür. Ayrıca karı-koca Ebubekir’e biat etmedikleri için Ebubekir’in isteği üzerine Ömer ve adamlarının Ali ve Fatma'ya etmedikleri eziyet kalmamış ve sonunda Ali’nin evini yakmaya kalkışmışlardır. Ali ile Fatma dövülmüş, bazı kaynaklara göre hamile olan Fatma çocuğunu kaybetmiştir. Bazı izleyicilerimiz bu olayda Ali’nin neden pasif davrandığını ya da sessiz kaldığını soruyorlar. Ali ne yapabilirdi ki? İktidardakilere karşı kendini savunmak kolay iş değildir. Hepsi silahlı, kırbaçlı üstelik iktidardan yana olan kalabalık karşısında ne yapılabilirdi? Kaldı ki Ömer de boş bir adam değildi, kendinden oldukça korkulurdu. Çoğu savaşta teslim olan Yahudilerin kafasını kesmekle meşgul olan Ali'yi "hadi canım sende, Ali dayak yer mi? Susar mı?" diyerek yüceltmek, insan üstü güce sahipmiş gibi göstermek abestir. Yahudiler hayatları boyunca savaşçı bir topluluk olmamış, ticaret ile uğraşmışlardır. Bu yüzden savaşmaktan da doğru düzgün anlamazlardı. Böyle insanları öldürmek kolaydır ama halkın, savaşçıların yanında saf aldığı, iktidarı elinde tutan Ebubekir ve Ömer gibi kişilerin önünde durmak, onlara karşı gelmek pek de kolay iş değildir. Zaten bu durumu hem Şia hem de Ehlisünnet hadislerinde göreceksiniz. 

Evin basılması olayından kısa bir süre sonra Fatıma ölür. Eceliyle öldü denilebilir ama öldüğünde vücudundaki yara bereler hâlâ geçmemiş, bu dövme olayından sonra iflah olmamıştır. Kaynak kitaplara göre kefen içinde de olsa vücudunun belli olabileceğinden ve yabancı erkeklerin bunu görmesini istemediğinden cesedinin gece karanlığında, yalnızca aile içindekilerce defnedilmesini vasiyet etmiştir. Şia hadislerine göre gece karanlığında gömülmesinin başka bir nedeni daha vardır, ki bunu da zaten söz konusu hadise gelince anlatacağım.
Bir gerçek var ki ölümü kuşkulu olanların hepsi, örneğin: peygamber Muhammet, Ebubekir, Fatma hep gece defnedilmişlerdir. Fatma’nın mezarı kesin olarak belli değildir. Kimilerine göre evinin içine, kimine göre Ravza'ya, kimine göre de Cenneti bâki mezarlığına defnedilmiştir. Ali’nin de mezar yeri de kesin ve belli değildir. Suikastlar, cinayetler, kabilecilik çekişmeleri birçok kişinin mezarını saklatmıştır.

Konuya dair hadislere bakalım ve önce Şia'dan başlayalım. Sakın "Şia kaynakları ile yalan-dolan şeyler anlatıyorsun" demeye kalkmayın çünkü Şia'dan sonra "Ehli sünnet" hadislerini de paylaşacağım ve Şia ile Ehlisünnet hadislerinin bu konuya dair anlatılarda çok büyük oranda birbirleri ile örtüştüğünü istemeseniz de göreceksiniz.

Şia Kaynakları:
Zikredilecek rivayetlerin bütünlüğünden istifade ediliyor ki Hz. Muhsin (a.s.) hazreti Zehra’nın (a.s.) çocuklarından idi ve şahadete ulaşmıştır. Hazreti Ali (a.s.) şöyle buyurdu: “Eğer düşük yapmış çocuklarınıza daha isim takmadıysanız kıyamet gününde sizi görürler ve babalarına şöyle derler: Neden bana isim takmadın, oysaki peygamber (s.a.v.) Muhsin’e daha dünyaya gelmeden isim takmıştır”. [1]

Merhum Taberisi şöyle diyor: “…Ebu Bekir Kunfuz’a Fatma’yı dövünüz şeklinde emir gönderdi. Bu emirle iş daha büyüdü ve onu Ali’den uzaklaştırdı. Kunfuz çok şiddetli davranışla sahneye girdi ve kasavet bakımından nihai derecedeki bir kalple peygamberin değerli kızını kapı ile duvar arasında sıkıştırdı bu sıkıştırma o denli şiddetli idi ki o değerli hanımın kaburgası kırıldı ve karnındaki çocuk düşük yaptı!. [2]

Birkaç hadise daha bakalım:
Fatıma çok rahatsız olduğu halde kapının arkasına gelerek; “Ey Ömer! Bizimle işin olmasın. Bırak kendi işimizle uğraşalım” dedi. Ömer; “Kapıyı aç! Yoksa evi yakarım!!” dedi. [3]
Fatıma (a.s); “Ey Ömer! Allah’tan korkmuyor musun? İzinsiz olarak evime mi girmek istiyorsun?!” dedi.

Fatıma (a.s) her ne ettiyse Ömer’i kararından caydıramadı. Bilakis, Ömer, kapıyı açmadıklarını görünce; “Odun getirin de kapıyı yakayım!” dedi. [4]

Nihayet Ömer kapıyı ateşe verdi. Sonra da şiddetle tekmelemeğe ve itmeye başladı. Kapı açıldı, Ömer içeri girmek istedi. Hz. Fatıma (a.s) Ömer’in önünü kesti. Ömer kılıfında olan kılıcıyla o Hazret'i vurmaya başladı. Hazret belki de halk gaflet uykusundan uyanır ve Ali’yi savunurlar diye ağlayıp feryat etmeye başladı. Fatıma’nın ağlayıp yardım talebinde bulunmaları, o taş yürekli insanlara hiç tesir etmedi. Hatta o Hazret'i dövmeğe başladılar ve kamçıyla kolunu morarttılar! [5]

Bir başka hadise göre Fatma, kendinden sonra gelenlere, Beni Sakife'de iş başına getirilen hilafet sisteminin meşru olmadığını, bu sistemin Peygamber'in kalbinin meyvesi olarak tanıttığı kızına ne gibi zulümlerin reva görüldüğünü bildirmek kararındadır. Bu yüzden Ali’ye vasiyet ederek: “Beni geceleyin kefenle ve gizli olarak toprağa ver. Kaburga kemiklerimi kıran, çocuğumun düşmesine sebep olan ve malıma el koyan kimselerin cenazemin başında durmalarını istemem; kabrim de bilinmesin!” [17] demiştir.

Gelelim ehlisünnet kaynaklarına.
Hani Muhammed ölünce halifeler ve sahabe denen kişiler birbirine düşüyor, Fatma ile Ebubekir'in arasında hurmalık arazilerinden dolayı düşmanlık vardı demiştim ya, şimdi o hadise bakalım. Sonrasında Ali'nin evinin basılmasına dair hadislerden devam edeceğim:

Buhari, Muslim, Ebu Davud, Nesai gibi ehlisünnet kaynaklarında yer alan bu hadiste anlaması güç çok fazla kelime olduğundan ben anlaşılır şekilde tercüme edeceğim, dileyen açıp kaynağın aslını okuyarak kontrol edebilir:

Peygamber'in kızı Fatıma, Ebu Bekir'e haber gönderip, kafirlerden savaşmadan alınan mallarından kendisine savaş yapılmadan verdiği Medine civarındaki Nadir oğulları arazisini, Fedek hurmalıkları ve Hayber hurmalıklarının beşte birini yani Muhammed'in mirasını ister.
Ebu Bekir, Hz.Muhammed: "Biz peygamberlerin varisi olmaz, bizden geriye ne kadar mal kalırsa onlar sadakadır." Ancak Muhammed'in ailesi bu mallardan faydalanabilirler." demiştir der.
Muhammed'in hayatta olduğu süreçte bu sadaka malları hakkındaki işleyişleri değiştirmeyeceğini söyler ve "Ben, Resulullah'ın bu mallar hakkındaki uygulaması ne ise ancak onu yaparım" der. Yani Fatma'ya bunlar miras değil ki sana vereyim demek ister.
Dolayısıyla Ebu Bekir Fatıma'ya bu mallardan herhangi bir şey vermeyi kabul etmez. Bunun üzerine Fatıma Ebu Bekir'e kızarak, onunla konuşmayı bırakır ve ölünceye edinceye kadar Ebu Bekir'le konuşmaz.
Muhammed öldükten sonra Fatıma, altı ay yaşar. Fatıma vefat edince kocası Ali, bu durumu Ebu Bekir'e haber bile vermeden geceleyin üzerine cenaze namazı kılarak gömer. Fatıma'nın hayatında insanlar tarafından Ali'ye karşı saygı ve sevgi vardır. Fakat Fatma'yı hoşnut etme çabalarını Ali'nin halifeye olan bağlılığının gerilemesinin, biat etmemesinin nedeni olarak görenler de yok değildir.

Fatma ölüp Ali'ye olan saygı azalınca, Ali, Ebu Bekir'le barışmayı ve ona bi'at etmek ister. Bundan önceki altı ay içinde Ebu Bekir'e bi'at etmemiştir.

Ali, Ebu Bekir'e haberci gönderip: Bize gel, fakat yanında başka bir kimse gelmesin! der. Çünkü Ömer'in gelmesini istemez.

Ömer, Ebu Bekir'e giden bu haberi duyunca "Hayır, vallahi onların yanına tek başına girmeyeceksin" deyince Ebu Bekir: "Sen Ali ve beraberindekilerin bana ne yapacaklarını sanıyorsun? Tabii ki onlara gideceğim" der.

Akabinde Ebu Bekir onların yanına gider. Ali, şehadet kelimelerini söyledikten sonra Ebu Bekir'e şunları söyler:

Bizler senin faziletini tanımış ve Allah'in sana verip, sana doğru sevk eylediği hiçbir hayırda sana karşı düşmanlık etmemişizdir. Ama sen halifelikte bizimle istişare etmeyip, kendi bildiğini okudun. Bizler ise Resulullah'a yakınlığımızdan dolayı bu konuda karşılıklı konuşmaya hakkımız var diye düşünüyorduk!

Ali bunları söylerken Ebu Bekir'in gözlerinden yaş gelir.

Bu sefer Ebu Bekir konuşunca şöyle der:
"Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak Rasulullah'ın hısımlarına hizmet etmek bana kendi hısımlarıma hizmet etmemden daha sevimlidir. Amma şu, Peygamber'in geride bıraktığı mallardan dolayı sizinle aramda olan çekişmeye gelince, ben o mallarda hayırdan hiçbir şey eksiltmedim ve Rasulullah'ın o mallarda yapmakta olduğunu gördüğüm herhangi bir işi terk etmeyip mutlaka yapmışımdır."

Ebu Bekir öğle namazını kıldıktan sonra minbere çıkar, şehadet kelimelerini telaffuz ettikten sonra Ali'nin durumundan, bi'at'tan geri kalışından bahseder ve Ali'nin kendisinden özür dilediğini, bu özrü ve Ali'nin gecikmesini bağışladığını belirtir.
Sonra Ali tövbe edip Ebu Bekir'in hakkını büyütür ve ona bi'at eder. Yapmış olduğu şeyin Ebu Bekir'e karşı bir düşmanlık yada Ebu Bekir'in üstün faziletini inkar olmadığını söyler ve "Devlet başkanlığı konusunda istişare hakkımız olduğunu düşünüyorduk. Fakat Ebu Bekir bize bize danışmayıp, kendi bildiğiyle hareket etti. Bu yüzden biz de darılmıştık!" der.

Ali'nin bu sözleri üzerine Müslümanlar sevinerek:
İsabet ettin (ya Ali)! derler ve Ali, Ebubekir'e bu şekilde bi'at edince Müslümanlar tekrar Ali'ye yakın olurlar. [6]

İbrahim b. Seyyar Nazzam-i Mutezile (160-231) ki nazm ve nesr bakımından kelamı güzel olduğu için Nazzam adıyla meşhur olmuştu. Nazzam birkaç kitabında hazreti Fatma’nın evinde gerçekleşen kısayı nakletmiştir. O şöyle diyor: Ömer Ebu Bekir için bay’at toplamak istediği günde Fatma’nın karnına vurdu onun karnındaki çocuk ki ismini Muhsin koymuştu, düşük yaptı! [7]

İbn. Ebi Darem olarak meşhur ve kufeli muhaddis olan Ahmet b. Muhammed (vefat 357) öyle birisidir ki Muhammed b. Ahmet b. Hammad-i Kufi onun hakkında şöyle diyor: “O ömrünün tümünde doğru yolda idi”. Bu şahıs (Ebi Darem) naklediyor ki kendisinin huzurunda bu haber nakledildi: Ömer Fatma'ya tekme vurdu ve Fatma'nın karnındaki çocuk ki ismini Muhsin takmışlardı düşük oldu. Ömer Fatma'yı Mühsin'i düşük yapıncaya kadar sıkıştırdı”. [8]

İbn. Sad “Tabakat” ve Belazuri “Ensabu’l-Eşraf”  kitabında şöyle nakletmiştir: Annesi Peygamberin kızı Fatma olan çocuklar şunlardan ibarettir: İmam Hasan (a.s.), İmam Hüseyin (a.s.), Muhsin, Zeynb-i Kübra, Ummu Külsüm-i Kübra. Muhsin hazreti Zehra’nın (a.s.) evine saldırıldığı olayda düşük yaptı. [9]

Taberi Tarih’inde şöyle yazar:
“Ömer, Talha ve Zübeyr’le muhacirlerden bir grubunun sığınmış olduğu Ali’nin evine saldırdı. Zübeyr kılıcını çekerek ona karşı koymak istedi. Fakat tam o sırada ayağı kayarak kılıç elinden yere düştü. Bunun üzerine eve saldıranlar toplanarak onu tutukladılar…” [10]

Tarih ve siyer kaynaklarından devam ederek bu şahısların Fâtıma'nın evine saldırıp içeri nasıl girdiklerine ve oraya sığınanlara nasıl davrandıklarına bakalım:

Başta Ali b. Ebutalib ve Zübeyr olmak üzere Ebubekir’e biat etmekten sakınan Muhacirlerden bir grubu silahlı oldukları halde öfkeyle Fâtıma’nın (s.a) evine girdiler. [11]

Ensar ve Muhacirlerden bir grubunun Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fâtıma’nın evine sığınıp Ali b. Ebutalib’in etrafında toplandıklarını Ebubekir ve Ömer’e haber verdiler. [12]

Onlara, Fâtıma’nın evinde toplananların hilafet konusunda Ali b. Ebitalib’e biat etmek istediklerini söylediler. [13]

Bunun üzerine Ebubekir Ömer b. Hattab’a Fâtıma’nın evine giderek onları oradan dışarı çıkararak topluluklarını dağıtmasını ve direnecek olurlarsa, onlarla savaşmasını emretti.

Ebubekr’in bu emri üzerine Ömer eline bir meşale alarak Fâtıma’nın evine doğru yola koyuldu; Fâtıma’nın evini içindekilerle birlikte yakmak istiyordu. Hz. Fâtıma (s.a) Ömer’in karşısına çıkarak ona hitaben:

“Ey Hattab’ın oğlu! Bizim evimizi mi yakmaya geldin?!” dedi. Ömer, “Evet!” dedi, ” ya da ümmetin kabul ettiğini kabul edersiniz (Ebubekir'e biat edersiniz).” 
[14]

Ebubekir-i Cevheri'de şöyle yazar:
“Fâtıma, Ali ve Zübeyr’e nasıl davranıldığını görünce evinin kapısında durarak Ebubekir’e şöyle dedi: Ey Ebubekir! Ne kadar çabuk Resulullah’ın (s.a.a) ailesine karşı hile yapmaya başladın! Vallahi hayatta olduğum müddetçe Ömer’le konuşmayacağım.” [15]

Bu olaydan yıllar sonra Abdullah b. Zübeyr kendi hükumetine teslim olmaları için Mekke’de Haşimoğulları’na baskı uygulamış fakat Haşimoğulları bunu kabul etmeyince onları bir dağın arasında toplattırıp odun getirterek hepsinin yakılmalarını emretmiştir.

Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Urve b. Zübeyr kardeşinin bu hareketine geçerlilik kazandırmak için Ebubekir’e biat olayında Ömer’in, Fâtıma’nın evini yaktırmaya kalkışmasını delil gösterir ve şöyle der:

“Kardeşimin bu hareketi sadece bir tehditti; nitekim geçmişte de biat etmeyen Haşimoğulları’nı odun toplayarak yakmayla tehdit ettiler!” [16]

İşte burada Urve’nin “geçmiş” sözü ile değindiği, Haşimoğulları’nın Ebubekir’e biat etmek istememesi bu yüzden Ebubekir'in Ömer ile yolladığı adamların Fâtıma’nın evinin etrafına odun yığarak evi içindekilerle birlikte yakmaya kalkışmaları olayıdır. Bu olay sırasında da hamile olan Fatma düşük yapmak zorunda kalmıştır.

Hala ikna olmayanlar var ise birkaç ehlisünnet kaynağı daha vereyim:
Ali’nin yakın arkadaşlarından olan “Suleym İbn Kays” bu konuyu kendi kitabında şöyle yazmış:

وَدَعَا عُمَرُ بِالنَّارِ فَأَضْرَمَهَا فِی الْبَابِ ثُمَّ دَفَعَهُ فَدَخَلَ فَاسْتَقْبَلَتْهُ فَاطِمَةُ علیه السلام وَصَاحَتْ یَا أَبَتَاهْ یَا رَسُولَ اللَّهِ فَرَفَعَ عُمَرُ السَّیْفَ وَهُوَ فِی غِمْدِهِ فَوَجَأَ بِهِ جَنْبَهَا فَصَرَخَتْ یَا أَبَتَاهْ فَرَفَعَ السَّوْطَ فَضَرَبَ بِهِ ذِرَاعَهَا فَنَادَتْ یَا رَسُولَ اللَّهِ لَبِئْسَ مَا خَلَّفَكَ أَبُو بَكْرٍ وَعُمَرُ.

فَوَثَبَ عَلِیٌّ (علیه السلام) فَأَخَذَ بِتَلابِیبِهِ ثُمَّ نَتَرَهُ فَصَرَعَهُ وَوَجَأَ أَنْفَهُ وَرَقَبَتَهُ وَهَمَّ بِقَتْلِهِ فَذَكَرَ قَوْلَ رَسُولِ اللَّهِ (صلی الله علیه وآله) وَمَا أَوْصَاهُ بِهِ فَقَالَ وَالَّذِی كَرَّمَ مُحَمَّداً بِالنُّبُوَّةِ یَا ابْنَ صُهَاكَ لَوْ لا كِتابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ وَعَهْدٌ عَهِدَهُ إِلَیَّ رَسُولُ اللَّهِ (صلی الله علیه وآله) لَعَلِمْتَ أَنَّكَ لا تَدْخُلُ بَیْتِی.

Ömer, ateş isteyerek onunla evi tutuşturdu. Sonra kapıya yüklenerek onu açtı ve içeri girdi! Hz. Fatıma (s.a) Ömer’in tarafına gelerek “Ey Babacığım! Ey Resulallah! Diye feryat etti. Ömer kılıcını kınında olduğu bir şekilde kaldırarak Hz. Fatıma’nın yanına (kaburgasına) vurdu. Hz. Fatıma feryat ederek “Ey babacığım!” diye bağırdı. Bu sırada Ömer kamçısını çıkararak Hz. Fatıma’nın koluna vurdu. Hz. Fatıma ‘Ey Resulallah! Ömer ve Ebu Bekir senin geride bıraktığına ne kadar da kötü davranıyor’ diye feryat etti.

Bu sırada Hz. Ali (a.s) yerinden sıçrayarak Ömer’in yakasından tutarak onu hızlı bir şekilde çekerek kaldırıp yere vurdu. Burnuna ve boynuna vurdu. Onu öldürmeyi istedi, ancak Allah Resulünün (s.a.a) sözünü hatırladı ve ona buyurmuş olduğu vasiyet aklına geldi ve şöyle buyurdu: “Ey Suhak’ın oğlu! (Ömer’in babası Hattab’ın annesinin adı) Muhammed’i peygamberlikle şereflendirdiği Allah’a yemin olsun ki eğer ilahi mukadderat ve peygamberin benimle olan ahitleşmesi olmasaydı, evime giremeyeceğini çok iyi biliyordun.” [19]

İster Şia olsun ister Ehlisünnet, tüm bu hadislere bakıldığında durum ortadadır. Zaten Şia da Ehlisünnet'de uyuşan anlatımlara sahiptir. 4 büyük halife, sahabeler diye yüceltilerek anlatılan insanlar Muhammed ölür ölmez iktidar ve miras kavgasına başlamış, güçlü olan taraf, güçsüz tarafı ezmiştir.

TEVRAT VE KUR'AN'DA ANLATILAN YARATILIŞ ÖYKÜSÜ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, musevilik, yahudilik, Tevrat'ta yaratılış, Kur'an'da yaratılış, Kur'andaki çelişkiler, Tanrı'nın insan ve dünyayı yaratışı, Yaratılış öyküsü, Tevrat ve Kur'an Tevrat, Yaratılış 1. bölümden aynen aktarılmıştır:
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrının Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, "Işık olsun" diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye "Gök" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, "Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün" diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana "Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin" diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu. Tanrı şöyle buyurdu: "Gök kubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin." Ve öyle oldu. Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gök kubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu. Tanrı, "Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun" diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın" diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. Tanrı, "Yeryüzünde çeşitli canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin" diye buyurdu. Ve öyle oldu. ("Sürüngen": İbranice sözcük fare, böcek gibi öteki kara hayvanlarını da kapsıyor.) Tanrı çeşitli yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, "İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım" dedi, "Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun." Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum." Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu. Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.”

Tanrı tarafından Musa peygambere geldiğine inanılan, Musevilerin kutsal kitabı eski ahit- Tevrat; evren ve yeryüzünün, canlı cansız her şeyin altı günde yaratılıp tamamlandığını, yedinci günün Rab tarafından kutsandığını –bazı çevirilere göre tanrının dinlendiğini- anlatıyor.
Kur'an bir ayette “Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır…(Araf Suresi- 54) diyerek Tevrat’ta yazılanları birebir onaylıyor. Aynı Kur'an bir başka ayette “Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya kadar olup biter.” (Kamer suresi- 50) diyerek kendi kendini yalanlamaktadır. Her şeyi ol demekle oldurabilen tanrı, evreni neden altı günde yaratmıştır? Kur'an ayetlerinden birkaç örnek daha verelim: “Birşeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir.” (Yasin suresi, 82); “Gökleri ve yeri -bir örnek edinmeksizin- yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir.” (Bakara suresi, 117)

Tevrat’ta ve ardından Kuran’daki yaratılış anlatımlarının; en büyük yaratıcı Allah inancıyla nasıl da ters düştüğü görülüyor. Kutsal kitaplar getirdikleri inanç sistemiyle çelişebilir mi? Ne yazık ki çelişiyorlar. Sonsuz yaratma gücü yalnızca Allah’a aitse, Allah canlı cansız her şeyi “ol” dediğinde oldurabiliyorsa; her şeyi yaratması neden altı gün sürmüştür? Oysa Allah’ın saniyenin kırk milyonda biri kadar bir süre içinde, bildiğimiz bilmediğimiz her şeyin milyonlarcasını yaratabilecek bir güce sahip olması gerekir. Tek tanrılı dinlerin temel inancı böyledir. Üç dinin üç kutsal kitabı da hem bu vurguyu yaparken, hem de altı günde evren yaratılıyor. Üstelik en bozulmamış tek kaynak olarak bilinen İslam’ın Kuran’ı da yaratılışın altı gün sürdüğünü anlatarak kendisiyle çelişmektedir.

Tevrat’tan anladığımıza göre; Allah bir şeyi yarattıktan sonra durup bakıyor ve yarattıklarını beğeniyor. Yani önce bir yaratma denemesi yapıyor, sonra yaptığını beğeniyor. Demek ki yarattığı bir şeyi beğenmezse onu yok edecek. Allah ne yaptığını, ne yapacağını sonsuz gücüyle bilip yapabiliyorsa; böyle bir denemeyi neden yapsın? Geçmişi ve sonsuz geleceği bilmeden, deneme- yanılma yoluyla yaratan bir tanrı olabilir mi? “İnsanı kendi biçimimize göre yaratalım” diyen bir tanrı düşünebiliyor musunuz? Allah şekilden, mekândan ve bildiğimiz her varlıktan münezzehse, dört kutsal kitap da böyle yazıyorsa; Tevrat’ta anlatılan, Allah’ın münezzeh olan kendi biçimiyle insanı yaratması büyük bir çelişki oluşturmuyor mu? Kuran’a girmese de İslam inancı içinde de “Allah”ın insanı yaratırken kendi biçiminden yarattığı” inancı yaygındır. Bu inanç, hadis kitaplarının hemen hepsinde vardır.

Tevrat ve İncil’i aslı bozulmuş kitaplar olarak kabul edip, inanmasanız bile Kuran’da geçen altı günde yaratış ayeti nasıl açıklanabilir?

Zebur, Tevrat, İncil’, Kuran kitapları hep tek yaratıcı Allah inancını savunmasına karşın; kendi içlerinde çelişkiler vardır. Bu kitaplarda anlatılan olaylardan pek çoğu isim ve yer değiştirerek bir başka dinin içine girebilmiştir. Sumer ve eski Mısır inancını, tapınma biçimlerini, efsanelerini her üç dinin içinde olduklarını görmemek ya da görmek istememek insanların düşünce ve sorgulama yetilerini zincire vurmaktır.

Zebur ve İncil yaratılıştan hiç söz etmez. Zebur şiir ve dua kitabıdır. İncil’in bir bölümünü de eski ahit adıyla Zebur ve Tevrat oluşturmuştur. Tevrat’ta anlatılanları yinelememek için İsevilerce geçerli olan dört İncil’e yaratılış konusu katılmamıştır. Kuran’daki yaratılış ayetleriyse Tevrat’tan alınmış bire bir kopyalamadır. Tevrat’ın ana kaynağı da Sumerlerin inançlarıdır.

İLK İNSAN ADEM MİDİR?

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, İlk insan Adem midir, İlk insan, Dinlerde ilk insan, Hz.Adem çelişkisi, Ademden önce başka insanlar var mıydı?, Bakara 30, din ve bilim, Kur'an ve bilim, İLK İNSAN ADEM MİDİR?
Böyle bir soruya karşılık verebilmek için; ya bilimden, ya inançtan yana olmak gerekiyor. Şunu unutmayınız ki; hiçbir din, hiç bir bilimle asla bir araya gelmez. Dinlerle bilimi aynı kefeye koymaya çalışmak; büyük yanılgı, insanları uyutma olur.

Gerçekten bir Âdem var mıydı? Varsa, Âdem’in mezarı nerede? Hacca gidenlere Âdem’in mezarı diye gösterilen mezar Cidde’dedir. İbni Batuta’nın yazdığına göre; Necef’de. İbni Kesir, Âdemin cennetten indirildiği yer olan Hindistan’ın bir dağında olduğunu söyler. Mekke’de Ebû Kuveys dağında ve Mekke’deki Arafat dağında olduğunu söyleyenler de var. Mina’da bir cami minaresinin yanında olduğu da söylentiler arasındadır.

Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, ilk insanın Âdem olup olmadığı ezelden beri tartışılmıştır. Tartışma konusu olan sorunun yanıtını ararken, öncelikle dinsel kaynaklara bakmak gerekecek. Daha sonra bu konunun bilimsel yanını da hep birlikte inceleyeceğiz.

“HZ. ÂDEM’DEN(AS) ÖNCE BAŞKA ÂDEMLER VAR MI İDİ? (Halil Akgünler- Euro Nur sitesinden alınmıştır.)

Tefsir âlimleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin görüşlerine göre Âdem nesli öncesi arz yüzeyinde şuurlu bir mahlûk vardı. Bu mahlûklar saf ve dumansız ateşten yaratılmış olan cin nesli idi. Fesat çıkardıkları için yeryüzündeki yaşantıları iptal edildi. Ve Âdem nesli bunların yerine yeryüzünü imar etmek için görevlendirildi. İnsan neslinden farklı bir boyutta olmak üzere, Cin nesli günümüzde de yaşamaya devam etmektedir. Bu nedenle cin nesli önceki Âdemler olamaz. 2- Tüm nakli deliller ve bu delilleri yorumlayan tefsir âlimleri Hz. Âdem (as) ilk insan türü olduğunda ittifak etmektedirler. Bu hususa veda hutbesinde açık ve net bir şekilde dikkat çekilmiştir: “”Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.” 3- Allah her mahlûkun ilk tür ve örneğini, çekirdek veya tohumunu defi ve ani bir şekilde, sebepsiz, sırf ilim ve kudreti ile hiç bir nedene bağlı olmadan yaratmıştır. Ondan sonra ise hikmeti gereği üreme ve çoğalma kanununa tabi tutmuştur. Bütün bitkiler, bütün hayvanlar ve bütün insanlar, hatta kâinatın kendisi bile aynı kanuna tabidir. Kâinat bir noktadan, bir çekirdekten yaratılmış ve ondan sonra bir ağacın dalları gibi galaksiler ve yıldızlar yaratılmıştır. Yani tüm türlerin yaratılışında tekillik vardır. Bu nedenle Âdemler yerine tek Âdemden bir nesil yaratılması hikmet kanunlarına daha uygundur. 4- Diyelim ki Âdemler var idi. Bu da yine geri gidildiğinde bir ana ve babaya ulaşmak zorunda. Yani aynı anda yüzlerce Âdem ve yüzlerce Havva yaratılmış diye bir şey yok. Şayet var olduğu iddia edilen Âdemler de üreme kanunu ile çoğalmış ise, mutlaka ki, yine bir ana ve babaya istinat edecek. Yok, onlardan önce Âdemler de var ise yine aynı şekilde bu devir sürüp gidecek. Bu durum da akıl ve mantık dışı bir süreci doğurur. Öyleyse başka Âdemler aramanın bir mantığı yok. Allah Bir Âdemden onun eşini, ondan da nice nesilleri yaratmaya kadir ve muktedir olan yegâne güç ve kuvvet sahibidir. Allah’ın kudreti ve hikmeti noktasından meseleye bakıldığında ortada bir zorluk yok.”           
"HZ. ÂDEM İLK İNSAN’DIR" (Osman Süngü)

Yeryüzünde halife kılınan Hz. Âdem’den önce başka insanlar gelip geçmiş midir? Bu soruya bazıları şöyle cevap vermiştir: “Hz. Âdem halife kılındığına göre daha önce yaşamış bir takım insanlar olmalı ki onların arkasından o halife kılınsın. Çünkü “halife” tabiri, “halef olma, birisinin ardından gelme” gibi manalara da sahiptir. Ayrıca melekler henüz yaratılmayan insanı, kan dökücü ve fesat çıkarıcı özelliğiyle nasıl tanısınlar? Demek ki bunlar daha önce yaşadılar, kan döktüler, fesat çıkardılar ve bu yüzden helak edildiler. Onların yerine de Hz. Âdem ve zürriyeti gönderildi...

Biz, Hz. Âdem’den önce başka insanların yaşadığına dair Kuran’da ve sünnette bir bilgi bulamıyoruz. Ayrıca Hz. Âdem daha önceki varlıkların değil, Allah'ın halifesidir. Hem halifeliğe seçilip bunu başaramadığı için toptan helâk edilen bir canlı türünden sonra aynı canlı türünün halife kılınması sünnetullaha uygun görünmemektedir. İbn Haldun bu konu ile ilgili bilgilerin çoğunun İsrailiyat ve eski İran efsaneleri olduğunu, Kuran-ı Kerim'de zikredilenlerin dışında güvenilir bir bilginin mevcut olmadığını belirtir.( İbn Haldun, El-İber, II)”

“HZ. ÂDEM'DEN ÖNCE DE İNSANLAR YAŞADIĞI HAKKINDA SÖYLENTİLER VAR. BU DURUM KURAN'A UYUYOR MU? (Prof. Dr. Süleyman Ateş- 20 Temmuz 2004 Salı Gazete vatan.com)

Bakara 30'uncu ayette, Allah'ın meleklere, yeryüzünde bir halife yapacağını söylediği belirtilmektedir. Halife, iki anlama gelir. Birinci anlamı, giden birinin yerine gelen kimsedir. İkinci anlamı, birinin adına yönetimi ele alan, hükümdar demektir. Birinci anlam esas alınırsa Âdem'den önce insanların olduğu, bozgunculukları yüzünden helak edilen o insanların yerine Âdem'in yaratıldığı anlaşılır.
Muhammed Abduh'ta bu mana nazara alınırsa; ayette Âdem'in, yeryüzünde ilk akıllı canlı (hayvan-ı nâtık) olmadığı, ondan önce insanların bulunduğu, onların yok olmasıyla Âdem'in onların yerine getirildiği, önceki insanların bozgunculuk yapmış olduklarını görmüş olan meleklerin, bunun da ötekiler gibi bozgunculuk yapacaklarını düşündükleri, yani içlerinden geçirdikleri fakat Allah'ın, bu yeni insan Âdem'in, onlar gibi olmayıp bilimi geliştireceğini anlattığı belirtilmiştir.
50 bin yıl harap oldu.
İmamiyye ve Sûfiyye’ye göre kitap ehlinin ve bizim indimizde meşhur olan Âdem'den başka birçok Âdemler vardır. Rûhu'l-me'ânî'de şöyle deniliyor: "İmâmiyye'den Câmi'u'l-ahbâr yazarı, eserin 15'inci faslında, babamız Âdem'den önce daha otuz Âdem'in bulunduğuna, her Âdem'le diğer Âdem arasında bin yıl geçtiğine, bunlardan sonra dünyanın elli bin yıl harap kalıp sonra elli bin yıl imar edildiğine, daha sonra da babamız Âdem'in yaratıldığına dair uzun bir rivayet nakleder.

İbn Bâbveyh, Kitâbu't-Tevhîd'de, Ca'fer-i Sâdık'tan naklettiği uzun hadiste de Ca'fer-i Sâdık şöyle demiş: "Sen sanıyorsun ki Allah, sizden başka insan yaratmamıştır. Hayır, vallahi Allah, bin kere bin (bir milyon) Âdem yaratmıştır. Siz o Âdemlerin sonuncususunuz."Abduh'ungörüşleri: Heysem, Nehc (u'l-Belâğa'y)'a yazdığı büyük şerhte, Muhammed Bakır'ın şöyle dediğini aktarmıştır: "Babamız olan Âdem'den önce bin kere bin, ya da daha fazla Âdem geçmiştir." Büyük Şeyh (İbn Arabî) ise Futû-hât'ında, Âdem'den kırk bin yıl önce başka bir Âdem'in bulunduğunu söylemiştir. Seyyid Reşid Rıza da tefsirinin 4'üncü cildinde, hocası Muhammed Abduh'un görüşlerini özetliyor. Abduh'a göre Nisa Suresi'nin birinci ayetinde Allah'ın, bir tek nefisten birçok erkek ve kadın yaratıp yaydığı anlatılmaktadır. Burada bir tek nefisten Âdem'in kastedildiği hakkında bir kesinlik yoktur.”

Yer Bilimlerinin Katkısıyla Nuh Tufanı ve Sumerlerin Kökeni s/42 * s/188-189) Prof. Dr. Mümin Köksoy’un  kitabından alınmıştır:

“…Âdem zaten kalabalık sürüler halinde yeryüzündeydi. Âdem’i şahıs ismi olarak kurgulamayın. Âdem bu insan beşerinin adıdır.

İnsan beşerinin dünya üzerinde vahşi olması ve kök söktürmesinin tek sebebi akıl, zekâ. Kendinden daha vahşi hatta daha güçlü varlıkları avlayan ve beşeri, sürü, kabile şeklinde yaşayan icat yapmasını bilen varlıktı Âdem topluluğu.

Şimdi sizle kademe kademe ilerleyelim arkadaşlar:

Bakara Suresi 30.Ayet
“Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, ”Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamt ederek daima seni tespih ve takdis ediyoruz.” demişler, Allah da, ”Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”

Kuran’ı kerimde “Aynı nefisten yarattık” der. Şimdi biraz size anlattıklarımı pekiştirirseniz: Âdem insan topluluğunun kendi zekâsını ve aklını kavramadan önceki adıydı, beşerdi yani. Yani Hz. Âdem ve Havva’da bu Âdem beşerinden türediler… Bu şudur: İnsan artık vahşi beşerliğini bırakmıştır, varlığı yeniden tanzim edilmiştir.  Tüm bilgiler ona öğretilmiş ve var olan özelliklerinin daha iyi kullanmasını öğrenmiştir.  Ve melekler bu vahşi canlının böyle bir değişim geçirerek (yaratılarak) bu hale gelmesine hayran kalmıştır. Allah kendinden özellikler vererek dünyaya bir halife var edeceğini söylemiştir  bu evrenin ilk başında. Ve artık Âdem Allah’ın halifesidir. İnsanlar içinden seçilen peygamber Hz. Âdem meleklerin karşısına çıktığında, Allah bizzat ona değil, onun bu evresini tamamladığı için ve onu kimselerin akıl sır erdiremediği bir yoldan geçirdiği için, Hz. Âdem’e bakılarak kendisine secde edilmesini istemiştir.

Bakara suresinden: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” sözünün bir açıklaması da böyle olmalıdır… Allah insanı insan yapmıştır. Yeniden insan yapmıştır, yeniden yaratmıştır, yenilemiştir varlığını insanın.”

BUNLARI YALANLAYAN BİLİM
Bilim yukarıda anlatılan farklı görüşlerin bütününü yalanlayarak Âdem’in ilk insan olmadığını, toprak-su gibi maddelerden yaratılmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca evrenin içinde küçücük bir nokta olan dünyanın yaşanabilir olması için geçen milyarlarca yıllık aşamalardan- değişimlerden söz ediyor. Oysaki kutsal kitaplara göre; Âdem’in ortaya çıkışı daha dünkü bir olay gibi.

Milyarlarca yıl süren ortamsal bir değişimden sonra ilk hücresel canlılar ortaya çıkmış, daha sonra ilk ilkel canlılar yaşama kavuşmuşlar, daha sonraları da ilkel insanımsılar yaşama ortamı bulmuşlardır. Bu geçen uzun süreç içinde bitkiler ve başka canlılar da ortaya çıkmıştır.

Bilindiği gibi yaşanabilir ortamın sürekli değişmesiyle bilinen bilinmeyen pek çok canlı türleri kendilerine uygun ortamlarda yaşama ilk adımlarını atmışlardır. Adına doğa deyin, evrensel koşullar deyin, coğrafi iklim deyin; yani ne derseniz deyin, bütün canlılar ortamın türlü özelliklerinden dolayı ortaya çıkmışlardır. Dünya ortamının koşulları değiştikçe ortaya çıkan bu canlıları; ekilmeden, dikilmeden, tohumu, olmadan kendiliğinden çıkan yabani otlara benzetebiliriz. Bu yaban otları kendilerine uygun ortamı bulduklarında tohumsuz, eşeysiz ortaya çıkıp yeşeriyorlar. Bu düşünce bilimsel açıdan çok düz bir mantık olsa da, sonuçta her canlıyı yaşama katan; güneş, su, toprak ve hava yani kısacası ortamdır. Eski çağlarda bu dört unsur da dinlerin içine girerek uzun zaman hükmünü sürdürmüştür. Kutsal kitaplar her şeyin bir ilk örneğinin olduğunu, bunların ortaya çıkışlarını da yaratanın yani tanrının yaratış eseri olarak savunurlar. Oysa yosun, mantar, denizanası vb. canlılar ortamın içinde kendiliğinden ortaya çıkıp yaşayabiliyorlar. Çoğu meyveler kendi içlerinde kurt oluşturabiliyorlar. Dahası da var; bugünün teknolojisi; çekirdeği yani örneği ya da tohumu olmadan üzüm, mandalina, domates gibi ürünleri yetiştirip üretebiliyor. Herkesin bildiği bu örnekler ortadayken, Âdem ve türlü yaratılış efsanelerine halen inanılmaktadır. İnançlar din adamlarının elinde tutsak kaldığı sürece bunlara inananlar eksik olmayacaktır.

Dinlere ve inançlara karşı bilim bunları söylerken yaratılış efsanelerini, ya da ilk insan sayılan Âdem’in toprak-sudan yaratıldığı uydurmasını çürütmektedir.

Konuyla ilgili bir makale önerisi:
Adem ve Havva Masalı Artık Çalışmıyor

MİTOLOJİK PEYGAMBER "İDRİS"

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, İdris, Hz İdris, Enoş, Enoch, yahudilik, islamiyet, İdris'in mitolojik kökeni,Mitoloji ve İdris, Hanok, din ve mitoloji, Mitoloji ve din, İdris'in miracı, Osiris ve İdris, Mitolojide İdris,

MİTOLOJİK PEYGAMBER: İDRİS


Din kaynaklarına göre; İdris’in, Âdem’den sonraki 7. Kuşaktan olduğu söylenilir. Şit peygamberin torunlarından Yeret’in oğlu İdris, Kuran ve Tevrat’tan başka öteki din kitaplarında da adı geçen peygamberlerdendir. Bazı kaynaklara göre peygamber değil ermiş bir kişidir. Babil ya da Mısır’da doğduğu söylenir. Kendisine otuz sayfalık kitap indirilmiş. Çeşitli hadislere göre; ölmeden tanrı katına çıkan kimine göre dört, kimine göre dokuz kişiden birisidir. Yetmiş iki dil ile konuşarak, her kavme kendi diliyle seslenip, dine davet etmiş.

İslam yazılı kaynaklarında İdris peygamberin adı Ahnut-Uhnut ya da Unnuh, batı dillerinde aslı İbranice olan Hanok’tur. Tevrat’ta da Hanok olarak anılır. Kuran’da iki yerde; Meryem ve Enbiya surelerinde adı İdris olarak geçer.

Eski Mısır tanrısı Osiris’in İdris olduğu ileri sürülür. Bununla birlikte Tevrat’ta İdris’e karşılık gelen Osiris’le ilişkilendirilir. Değişik inanç kitaplarında ve yazılı söylencelerde antik Mısır tanrısı Thot, Sümer ve Babil tanrısı Enlil ve antik Yunan tanrısı Hermes’in aslında İdris olduğu iddia edilir. Bu yazılı söylencelerde anlatılanlarla İdris’in yaşadığı olaylar birbirine çok benzer. Bu söylencelerin hepsinde ortak olay ve özellikleri görmemek için kör olmak gerek. Yani, İslam’ın içine; antik Yunan, antik Mısır ve Sümer’den alınmış olayların benzerliğine rastlantı denilebilir mi?

Tevrat’ın 5. Bölümünde Hanok şöyle anlatılır: “Yeret 162 yaşındayken oğlu Hanok doğdu. Hanok'un doğumundan sonra Yeret 800 yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu. Yeret toplam 962 yıl yaşadıktan sonra öldü. Hanok 65 yaşındayken oğlu Metuşelah doğdu. Metuşelah'ın doğumundan sonra Hanok 300 yıl Tanrı yolunda yürüdü. Başka oğulları, kızları oldu. Hanok toplam 365 yıl yaşadı. Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu; çünkü Tanrı onu yanına almıştı.”

TDV İslam Ansiklopedisi, 21.cilt 478- 480 sayfaları arasında İdris hakkında verilen ayrıntılar hadis ve Kuran yorumcularına dayanmaktadır. Kısaltarak aldığımız bu bölümdeki bilgiler şöyle:

“Müslüman müellifler, Kuran’daki bilgilerden hareketle ve Kuran dışı kaynaklardan, özellikle de Kitâb-ı Mukaddes, apokrif eserler ve rabbânî literatürden faydalanarak İdris’i, Kitâb-ı Mukaddes’te yer alan ve semaya kaldırılmış olan şahsiyetlerden (Hanok [Hanokh, Enoch, Uhnûh], İlyâ [İlyâs] veya Hızır) biri olarak kabul etmişlerdir. Diğer taraftan İdris, Hermes’le de bir sayılmıştır. İbnü’l-Kıftî, İdris’le ilgili şu görüşleri nakleder: Bazıları onun Mısır’da doğduğunu ve adının Hermesü’l-Herâmise olduğunu söylemektedir. Yunancada adı Ermis olup Arapça’ya Hermes olarak geçtiğini söyleyenler de vardır. İbraniler ona Hanûh demektedir, bu isim Uhnûh olarak Arapçalaştırılmıştır. Allah kitabında onu İdris olarak adlandırmaktadır (Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, “drs” md.; İbnü’l-Kıftî, s. 1-2). Bîrûnî, Hermes’e İdris de denildiğini, bazılarının Buda’yı Hermes olarak kabul ettiklerini nakleder (el-Âs̱ârü’l-bâḳıye, s. 206). Müslüman müelliflerin hepsi İdris’in, Kitâb-ı Mukaddes’teki rivayete göre ebedî hayata ermiş olan veya Kitâb-ı Mukaddes dışı Yahudi dinî literatürüne göre ölmeden cennete giren Hanok (Honoch) olduğunu kabul eder. Bu görüşü benimseyen ilk müellif Taberî’dir (Târîḫ, I, 170). Fahreddin er-Râzî (XXI, 233), Nesefî (III, 265), İbnü’l-Esîr (I, 62) ve diğer müfessirler de İbrânîler’in Uhnûh’u ile Müslümanların İdris’inin aynı kişi olduğunu söylemektedir… toplam 365 yıl yaşar. Nihayet gözden kaybolur, çünkü onu Allah almıştır (Tekvîn, 5/21-24); şu halde o ölmemiştir (İbraniler’e Mektup, 11/5). …Hakkında Kitâb-ı Mukaddes dışında Talmud ve Midraş ile apokrif literatürde de bilgiler bulunan Hanok’un bir peygamber mi yoksa kutsî bir şahsiyet mi olduğu konusu Yahudi âlimleri arasında tartışmalıdır. Aggadah’ta (Yahudilerin Talmud ve Midraş’ın kıssalar, efsaneler, alıntılar, darbımeseller, folklorik temalar içeren bölümlerine verdikleri isim) Hanok, ölüm acısını duymadan cennete giren dokuz sadık insandan biri olarak gösterilir.


Yahudi kaynaklarındaki bilgilere göre Hanok, gizli bir yerde sadık bir insan olarak yaşarken bir melek kendisine gelir ve bu inzivadan çıkıp Tanrı’nın yolunda gitmeleri için insanlara öğretmenlik yapmasını ister. Bunun üzerine Hanok 243 yıl öğretmenlik (peygamberlik) yapar ve bu dönemde dünya huzur ve barışla dolar; hatta bütün krallar ve prensler ona boyun eğer. İnsanoğluna yaptığı hizmetlere karşılık Tanrı onu gökte de meleklerin kralı yapmaya karar verir ve şimşek gibi savaş atlarının çektiği alev saçan bir arabayla kendisini semaya alır. Tanrı Hanok’a muhteşem bir elbise ve gözleri kamaştıran bir taç giydirir. Ona hikmetin bütün kapılarını açar ve kendisine “Metatron” (bütün semavat sakinlerinin prensi ve başı) adını verir, bedenini bir şuleye dönüştürür, onu fırtına, kasırga ve gök gürlemesiyle kuşatır (EJd., VI, 794).

Hanok, mistik Yahudi grupları içerisinde kendisine büyük önem verilen bir şahsiyettir. Bu gruplara göre bazı melekler özel bir mazhariyete erişmiş olup bunların en başında Metatron yer alır. Böylece o baş melektir ve diğerlerinin prensidir. Merkabah literatürüne göre Metatron, Hanok’un beşerilikten kurtulmuş ve melekleşmiş hali olup göğe alındıktan sonra orada insanların amellerinin kaydını tutmaktadır (ER, V, 118).

Kabbalistler’e göre de altı harfle yazılmış olan Metatron Hanok’tur, fakat o yeryüzündedir. Zohar kitabına göre Hanok, Âdem’in nesillerinden her birinin kitapları gibi bir kitap sahibidir. Onun kitabı “hikmetin sırrı”dır (EJd., XI, 1443-1446). Dünyanın sonuna doğru Hanok, Eliya (İlyâ, İlyâs) ile beraber “yol açıcı” ve “hazırlayıcı”, dolayısıyla mehdî rolünü oynayacaktır. Bunlara göre Hanok melekleşince Metatron adını almış ve nuranileşmiştir. Eliya da ölmemiş, göğe çekilmiştir, fakat hâlâ beşerî formunu korumaktadır. Ancak Hanok ile Eliya’nın aynı şahıslar olup değişik isimlerle ifade edildiğini ileri sürenler de vardır (a.g.e., VI, 793). Hanok’la ilgili kaynaklardan biri de apokrif kabul edilen “Hanok’un Kitabı”dır. Üç farklı nüshası bulunan eserin Etiyopya dilinde yazılmış olanında Hanok iyi insanlarla Tanrı arasında bir aracıdır. Semavî bir yolculuğa çıkar ve bu yolculukta bütün yaratılışın sırlarına, unsurlarına muttali olur (a.g.e., VI, 795-796). Slav dilinde kaleme alınmış olanda ise Hanok’un meleğin kanadında yedi feleği ziyareti anlatılır. O, yedinci kat semada Tanrı’yı arşa istivâ etmiş olarak müşahede eder, ayrıca mühürlü kitapları da görür. Tanrı melek Vreveil’e, Hanok’a semanın ve arzın işleyiş düzenini ve diğer konuları anlatmasını, Hanok’a da bu anlatılanları 360 kitap içerisinde kaydetmesini emreder (a.g.e., VI, 797-798)…

Hz. İdrîs’in terzi olduğu, her iğne saplayışında “sübhânellah” dediği, akşam olduğunda yeryüzünde ameli ondan daha üstün hiç kimsenin bulunmadığı da İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir (İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, V, 236). “Biz onu yüce bir mekâna yükselttik” meâlindeki âyet açıklanırken kendisine hem peygamberlik hem de otuz sahîfe verilmesi yanında kalemle yazı yazan, elbise diken, hesap ve yıldız ilmiyle meşgul olan ilk insanın İdrîs olduğu belirtilir (Fahreddin er-Râzî, XXI, 233). İdrîs bazan İlyâ (İlyâs) ile aynı kişi sayılmıştır. Nitekim Abdullah b. Mes‘ûd’dan nakledildiğine göre, “İlyâs da şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerdendi” (es-Sâffât 37/123) mealindeki ayetin tefsirinde İbn Mesud ile İbn Abbas, İlyâs ile İdris’in aynı kişi olduğunu söylemişlerdir)…  Hz. İdris’e ilâhi bilgileri ihtiva eden otuz sayfa indirilmiştir. O, Âdem’in ve Şît’in sahîfelerini de kalbinin üzerinde taşırdı. Remil ilmi, heyet, nucüm, hesap, tıp, nebatların sırları, garip sanatlar, yazı yazmak, dikiş dikmek, terazi kullanmak gibi meslek ve sanatları İdris icat etmiştir. Sahifelerinde semavî sırlar, ruhanilere hükmetmenin yöntemleri, varlıkların özellikleri gibi konulara dair bilgiler vardı. Çok sayıda talebesi olan İdrîs, yeryüzünde ilk defa demiri keşfedip ondan aletler yapmış, ziraatı geliştirmiş, deri ve kumaşlardan elbise dikmiştir (İbnü’l-Esîr, I, 54; Nişancızâde, I, 124-128). Yıldızlar ve hesap ilmiyle ilk meşgul olan kişi olduğu için Yunanlı hakîmler ona “Hermesü’l-hakîm” (Hermesü’l-Herâmise) demişlerdir (İbnü’l-Esîr, I, 54-55, 59-60; İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 99-100).

İdris’in kimliği konusunda en çok ilgi çeken hususlardan biri de onun yarı efsanevî bir şahsiyet olan Hermes’le ilgisidir. İslâmî kaynaklarda üç Hermes’ten söz edilmekte olup her biri değişik özelliklere sahiptir. Bunlar Hermes (Hermesü’l-Herâmise), Bâbilli Hermes ve Mısırlı Hermes’tir. Birinci Hermes hakkındaki rivayetler İdris’e dair anlatılanlara benzemekte, bazılarınca bunun Uhnûh ve İdris’le aynı kişi olduğu kabul edilmektedir. Bu Hermes, gökler hakkında bilgiye sahip olan ve insanlara tıp konusunda bilgiler veren ilk insandır. Onun harflerin ve yazının mucidi olduğuna, insanlara giyinmeyi öğrettiğine de inanılır; ilk defa Allah’a ibadet etmek için evler bina etmiş, Nuh tufanını haber vermiştir (Seyyid Hüseyin Nasr, s. 151-152; Kılıç, s. 49)….” (Ömer Faruk Harman- TDV İslâm Ansiklopedisi 21. Cilt, sayfa:  478-480 arası- 2000)

İdris’in Miracı( Göğe Çekilmesi)
Hadis ve Kuran yorumcularının ışığında anlatılan İdris’in göğe çıkması olayı ilk miraç kabul edilmektedir.

İdris yeryüzünde insan bulunan toplulukları dine davet ettiyse de pek karşılık bulamayınca, kendisine vekiller atadıktan sonra Aşure gününde göğe çıkarıldı.

Deylemi, Firdevs, İbni İshak, İbni Hişam, Buhari, Ümmü Selem gibi pek çok hadisçiler bu konuyu şöyle anlatırlar:

“Dünyada yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrail, İdris’i ziyarete geldi. İdris, Azrail’e: “Bir anlık benim ruhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Azrail’e; “Onun ruhunu al!” diye vahiy etti. Azrail İdris’in ruhunu aldı. Allah Teâlâ, İdris’in ruhunu tekrar iade etti. İdris, Azrail’e; “Beni semalara götür. Cennet’i ve cehennem’i göreyim.” dedi. Allah Teâlâ, Azrail’e onu semaya götürmesini, cehennem’i ve cennet’i göstermesini vahiy etti. İdris’e cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allah Teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allah Teâlâ, «Herkes cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allah Teâlâ, «Onlar oradan (cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Azrail’e vahiy edip, İdris’in cennet’te kalmasını bildirdi. İdris böylece Cennet’te kaldı.

Nitekim Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadisi şerifte, peygamberimiz Miraca çıktığı zaman, hazret-i İdris’i dördüncü kat semada gördüğünü bildirmiştir. İdris aleyhi selam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.”

Yine bazı hadislere göre; İdris’in göğe çekilmesinden sonra şeytan gelip, İdris’e inanmış olanlara; İdris’in resmini, sonra da halkın sevdiği saydığı başkalarının resimlerini de yapmış. Daha sonra bu resimler yontulara dönüşerek, toplantı yerlerine dikilmiş. Önce bu yontulara tapınılmadıysa da, sonradan puta tapma inancı ortaya çıkmış.

Bazı Sorular:
Burada sorulması gereken aykırı birkaç sorudan sonra bu konuyu kapatmak istiyoruz.
  • Ölüm meleği Azrail’in görevi can almaksa, İdris’i ziyarete gelebilir mi?
  • İdris’in cehennem ve cenneti görüp; Allah’ın verdiği sözlere dayanarak, Allah’ı “tongaya düşürmesi” olasılığı olabilir mi?
  • Hadislere göre; bütün her şeyi Muhammed peygamber için yarattığını söyleyen tanrı, Muhammed peygamberi değil de; neden İdris’i, İsa’yı ve başkalarını yanına alıp ölümsüzleştirdi?
Kuran’a göre peygamber Muhammed’i miraca çıkaran Cebrail. Oysa hadislere göre; İdris’i semaya çıkaran Azrail. Her iki kitaba göre; Cebrail ve Azrail’in böyle bir görevleri yok.

Soruları çoğaltabiliriz. Ne kadar soru sorulsa da, birileri çıkıp; “hikmetinden sual olunmaz” deyip geçiştireceklerdir.

TEBÜK SEFERİ AYETLERİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Tebük seferi, Tebük savaşı, Hz Muhammed Tebük savaşı, Tebuk savaşı, Tevbe suresi, Muhammed'in savaşa katılmaya zorladığı halk, Zorla Tebük savaşına sokulan insanlar,
TEBÜK SEFERİ AYETLERİ


Hicretin 9. Yılı, miladi tarih 631. Medine’de kuraklık var, işler tersine gitmeye başlamış, hurmalar toplanmayı beklemekte, hasat zamanı gelip çatmış, mevsim yaz, sıcaklık aşırı derecede yüksek… Tam böyle bir zamanda; Muhammed Tebük seferi için ayetler getirerek, halkı seferberliğe çağırıyor. Besbelli kafasında yeni ganimetler var. Çünkü Tebük seferi için ortada ciddi bir neden yok. Tebük seferinin ön yüzündeki neden; Bizans ordusunun Medineli Müslümanlara saldıracağından korkulmasıdır. Yazılı kaynaklara göre; Suriyeli İseviler Bizans İmparatoru Heraklius'a mektup yazarlar. Mektupa Muhammed’in öldüğü, halkın yokluk kıtlık içinde olduğu yazıldıktan sonra; bu durumdan yararlanıp Müslümanlarla savaşmanın tam zamanı olduğunu, böyle bir savaşta Arap kabilelerinin her türlü desteği de vereceği bildirilir. (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Aynı günlerde de Muhammed’e de asılsız bir haber ulaşır. Rumların yani Bizanslıların Şam’da toplanıp Müslümanlara karşı savaş hazırlığı yaptıkları haberini duyan Muhammed, ayetlerin de yardımıyla hemen cihat için seferberlik çağrısında bulunur. Ancak Muhammed’in çağrısı pek işe yaramayınca, Muhammed’in ayetleri yardımcı olur:
  • "Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihada çıkın, denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulunduğunuz yerden kımıldamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahreti bırakıp, sadece dünya hayatına mı razı oldunuz? Hâlbuki dünya hayatının geçici zevki, ahret saadeti yanında pek az ve değersizdir." (Tevbe, 38)
  • "Ey müminler! Güçlünüz, zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." (Tevbe, 41)

Oysa Bizans Arap ortak ordusunun Müslümanlara saldırmak gibi bir girişimi yoktur. Onlar, İran’a saldırma hazırlığı yapmaktaydılar.

Halk vardan yoktan yardım edip ordu donatılarak, eli silah tutan herkes bu kutsal savaşa katılacak… Oysa Şam nerede, Medine nerede? Ayrıca Şam’da böyle bir hazırlık da görülmüyor. Her ne kadar ayetlerle duyurulsa da halk bu seferberliği benimsemekte ikircikli kalır. Herkes kendine göre bir bahane bulup savaşa gitmek istemediğinden, Muhammed hemen yeni ayetler icat etmeye başlar. İleride görüleceği gibi Muhammed, savaşa gitmek istemeyenlerden bazılarına izin vermişti. Hemen arkasından da savaşa katılmak istemeyenlerin her birinin durumuna göre icat ayetleri ortaya çıkarır. Öncelikle, tam bu sırada icat edilen Tevbe suresinin ayetlerine bakılırsa konu daha kolay anlaşılacaktır.
  • 42: "Eğer o sefer, yakın bir ganimet ve kolay bir sefer olsaydı mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat o zorlu yolculuk kendilerine uzun bir sefer geldi. Bununla beraber, "Bizim de gücümüz yetseydi, sizinle beraber elbette sefere çıkardık." diyerek Allah'a yemin edecekler, nefislerini helâke sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar iyice yalancıdırlar.” (Tebük seferinin ganimet için yapıldığı bu ayette belli. Sefere katılmak istemeyenler yalancılıkla, hatta başka yorumlarda münafık ve kâfirlikle suçlanıyorlar.)
  • 43: (Allah peygambere söylüyor.) "Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?
  • 44: Allah'a ve ahret gününe inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihat etmeyi görev bildiklerinden-zaten geri kalmak için-senden izin istemezler. Allah onların kimler olduğunu bilir."
  • 45: "Senden izin isteyenler, Allah'a ve ahret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalpleri hep işkillidir. Bundan dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar."
  • 46: "Eğer sizinle beraber cihada çıkmak isteselerdi, elbette onunla ilgili olarak bir takım hazırlıklar yaparlardı. Fakat Allah davranmalarını istemedi de onları yoldan alıkoydu ve kendilerine "oturun oturanlarla beraber" denildi." (42. Ayette; Yalancılıkla, kâfirlikle suçladığı kişilerin; Tebük seferine katılmalarını Allah istememiş. Oysa 46. Ayette sefere katılmadıkları için suçlananlar için Allah bu sefere katılmalarını önledi deniliyor. Lütfen çelişkiye dikkat ediniz!)
  • 47: "Eğer içinizde sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka şeye yaramayacaklar ve aranıza fitne sokmak için uğraşacaklardı. İçinizde onların laflarına kanacaklarda vardı. Allah, o zalimleri iyi bilir." ( Bu kez de onların bozgun ve karışıklık çıkarmamaları için sefere katılmalarının Allah tarafından önlendiği söyleniyor. Oysa ayeti falan takan olmamış ki, bu ayet de Allah önledi deniliyor. Bu ne çelişkidir?)
  • 48: "Şurası kesindir ki, bunlar daha önce de fitne çıkarmak istediler ve sana türlü işler çevirdiler. Nihayet hak yerini buldu ve Allah'ın emri onların zoruna gitmesine rağmen açığa çıktı."
  • 49: "İçlerinden "Aman bana izin ver, başımı derde sokma" diyen de var. Dikkat et, başlarını asıl kendileri derde soktular. Hiç şüphesiz cehennem, kâfirleri elbette kuşatacaktır."

Burada ünlü Kur'an yorumcusu İmam Suyuti araya girecek. Suyuti; Ed Dürrü'l Mensur, Tevbe Suresi 49. Ayetin açıklamasında (c.7/399)  bakalım, görelim neler söylemiş? Bir bilgi sunar sitesinde yazarı belli olmayan kısa bir yazıda Suyuti’nin 49. Ayetin yorumu anlatılıyor. “Hz. Muhammed Tebük seferi hazırlığı aşamasında Müslümanlara seslenerek, "Biz bugün Rum'la savaşır, Beni Asfer kızlarına kavuşuruz" diyor. İmam Suyuti devamla, Hz. Muhammed onların kızlarının güzelliğini arkadaşlarına anlatmakla onları savaşa teşvik etmek isterdi diyor. Bunları anlatınca Müslümanlardan biri (bunu söylediği için inen ayetlere göre münafıklardan sayılıyor), ey Müslümanlar, Muhammed sizi kız-kadınla helak edecek, diyor. Suyuti buna benzer birçok hadis sunuyor. Tebük harbinde birçok kişi savaşa katılmak istemiyor; ancak Muhammed onları zorluyor. Örneğin Ced b. Kays camide otururken Muhammed geliyor. Ced ona, bırak ben savaşa gelmek istemiyorum diyor. Muhammed, sen varlıklısın, haydi hazırlan. Ola ki Asfer kızlarından (Şimdiki gibi nasıl Avrupa kızlarına sarışın deniliyorsa o zaman Rum kızlarına Beni'i Asfer deniyordu) birkaçına sahip olacaksın diyor. Adam, bırak beni, ben savaşa katılmak istemiyorum, başımı Rum kızlarıyla belaya sokma diyor. Bu gibi muhalifleri susturmak için ayet üzerine ayet iniyor (Tevbe suresinde). İşte İslam'ın en önemli yayılma nedeni bu: Cariye ve ganimetler formülüyle insanları harekete geçirmek.”

Tevbe suresinin 50-57 arası ayetlerinde Müslüman Medineliler, çok ağır şekilde suçlanılıyor ve onların korkak-bozuk bir toplum olduğu anlatılıyor. Çelişkilerle dolu bu 7 ayette Tebük seferine katılmak istemeyenler korkunç azapla korkutuluyor.

Konuya dönelim. Yoksul olduğu her zaman öne sürülen ileri gelenler, yüklü bağışlarda bulundular. Ömer, dört bin dirhem gümüş para getirip, mal varlığının yarısı olduğunu söyledi. Ebubekir de dört bin dirhem; Abdurrahman b. Avf,  sekiz bin dirhemlik sermayesinin yarısını verdi. Osman üç yüz deve, yüz at bağışlayıp, ayrıca bin altın lirayı da Muhammed’in önüne koydu. Ümmü Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatır: "Hz. Ayşe'nin evinde resulullahın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak bir takım kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta işe yarayabilecek bir takım şeyler bulunuyordu" (Vâkıdî, Meğâzî, III, 991, 992).

“Muhammed kırk bin kişilik Bizans ordusunu oyuncak mı sanıyor? Bu savaşın ganimeti de olmaz, zaferi de…” diyenlerin toplandığı Yahudi Suveylim’in evi yakılıyor, içindekiler damdan atlayarak zor kurtuluyorlar. (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124).

Gülünç Sonuç
Bu konu hakkında söylenilecek ve söylenilmesi gereken pek çok şey varsa da; uzatıp dağıtmadan Tebük seferine dönelim. Muhammed’in ordusu yarı gönüllü, yarı gönülsüz yola çıkar. Güneş bir yandan, susuzluk bir yandan, yolun uzunluğu bir yandan; ordu zor duruma düşer. Üstelik Bizans ve Arapların kırk bin kişilik bir ordusu olduğuna da inanmaktalar. Bir süre sonra kırk bin kişilik ordu karşısında savaşmayı göze alamayan Muhammed, türlü bahanelerle geriye döner. Uydurulan bahanelerin biri duydukları haberin asılsız çıktığı, ötekisi de Şam’da veba salgını olduğudur. Günümüz dinci kesiminin iddiası daha da gülünç: “Tebük seferiyle, Müslümanlar askeri güçlerini büyük bir orduyla, 40000 kişilik Bizans- Arap ordusuna karşı koyabileceklerini gösterdiler.” Oysa Medineliler çölden çıkıp Şam’ın yakınına bile varamadan geriye döndüler ki kimlere ne göstersinler, kimlere gözdağı verebilsinler?

Olayın Gerçek Yüzü ve Düşünceler
Düşünmeyi bilenler bu olaydan çok ders çıkarabilirler. Kuran ayetleri ve hadislere bakarak, şöyle bir yaklaşım getirilebilir: O günün Müslümanları inançlarında samimi değiller. İnançlarını kılıç zoruyla ve Muhammed’in ganimet vaatleri üzerine kurmuşlar. Kendilerine duyurulan savaş ayetleri bile fazla etkili olamamış, çünkü savaşın kazanılıp ganimet toplamanın olanaksız olduğunu biliyorlar. Bu yüzden bazıları birer bahane bulup, mal ve parayla bu “kutsal savaşa” katılmak istemiyorlar. Muhammed’in, tutsak alıp paylaşacakları taze sarı kızlar vaadi bile çok ilgi görmüyor. Muhammed’in Uhut, Bedir, Hayber savaşlarını Allah’ın ve meleklerin yardımlarıyla kazandıklarını,  bu savaşı da Allah’ın yardımıyla kazanacaklarını söyleyip, ayetler göstermesi bile işe yaramıyor. Madem, önceki savaşlarda Allah ve melekler yardım etti; Tebük’te de yardım ederdi. Muhammed’in kendisi buna inanıyor muydu? İnansaydı, geri dönmezdi.

İşte böylece, gülünç bir sonuçla, Muhammed’in sarışın taze kızlar ve iştah kabartan ganimet beklentisi suya düşmüş oldu.