Sürecimi okuyan herkese esenlikler diliyorum.
Bu, kendini 24 ayar ateist zanneden 18 ayar bir ateistin, 24 ayar ateist olma
hikayesidir.
Babam, annemle evlenip üç çocuktan sonra köyden ''ilk'' çıkan olup Ankara'ya
taşınmış. Sonra ben doğmuşum. Ankara dediysem, merkezine değil kenarına. Bahçeli
Evlerinin üst tarafı, Emek Mahallesinin yanı. Diğer yanı Balgat'tı. Bizim evin
bahçesinin dibinden devletin buğday tarlası başlıyor, 300 metre ilerideki
Amerikan Üssüne kadar. Deniz Gezmiş'in Amerikalıları kaçırdığı üs..
Bahçeli, Emek, Balgat arasında devasa bir arazi içinde, üçerli-dörderli, ''grup
gecekondulardan'' oluşan, toplamda 60-70 haneden ibaret bir mahalle. Adı
''Serpme evler''. Bizim ev kenarda, üç haneli gurubun içinde.
Yıl 1966 ya da 67. O yıllarda mahalle arasında yoğurtçu, kalaycı, bileyici,
lahmacuncu, dondurmacı, elma şekerci, pamuk şekerci, berber, velhasıl aklınıza
gelebilecek bütün satıcılar fazla bağırmadan gezerlerdi. Sünnetçi de bunlardan
biriydi..
Sünnet olduğum günün bazı ayrıntılarını hala hatırlıyorum. Evin ortasında,
seyrek saçı olan bir sünnetçinin elindeki çantayı halının üstüne koyması,
içinden parlak bir ustura çıkarması, benim bakışlarımın parlak usturanın keskin
kenarında kilitlenmesi, sünnetçinin önümde eğilmesi, kısa ve eskin bir
acı... ve hemen peşinden pudra sürülmesi ..İslam'la ilk tanışmam böyle oldu.
Girerken kesmişlerdi. Ama ben bunun farkında değildim tabi. Bu her çocuğun
başına gelen bir şeydi. Allah'ın adı henüz yoktu.
Yıl 1968, Altı yaşındayım.. Dayım köyden bize gelmiş, bizim evde kalıyordu.. İki
odalı evimizin salonunda bütün çocuklar bir yatakta ve dayım öteki yatakta
yatardık. O zaman henüz lambalı radyomuz yoktu...
Dayım her gece ışığı söndürdükten sonra, yataklarımızda yatarken bize masallar
anlatırdı.. En çok da Adem ile Havva'yı anlatırdı. Bu masalı defalarca
dinledik ama bıkmadık hiç..
Bu yüzden İslam'da en iyi bildiğim şey, hatta tek şey, Ademle Havva'nın
hikayesidir. Onların Cennetten kovulmalarına çok üzülürdüm. Şeytan kötü
biriydi, Adem'le Havva'nın kovulmasını istiyordu ve bunu başarmıştı. Allah
iyi biriydi, onları uyarmıştı ''bu elmayı yemeyin'' demişti. Ama onlar
yiyince, Allah da mecbur kalmıştı onları cennetten kovmaya. Keşke
yemeselerdi de Allah da onları kovmak zorunda kalmasaydı. Allah ne yapsın
dı?. Aynen böyle düşünüyordum o zaman, hala aklımdadır böyle düşündüğüm.
Allah'ın suçu yok, bütün suç kötü Şeytanda..
Allah adını ilk defa dayımdan duymasam da, ne işe yaradığını ilk defa
dayımdan öğrenmiştim. Allah, Adem'le Havva'yı yaratan kişiydi..
Şeytan'ı Allah'ın yarattığını söylememiş, ya da az söylemiş olmalı ki, ben
şeytanı ayrı bir kötü kişi olarak biliyordum. Daha önce Allah adını
sadece küfürlerde veya birine kızdıklarında duymuştum.. Annem bana kızdığı
zaman ''Allah belanı versin senin'' diye bağırırdı. Burada sözü geçen
''Allah'' kelimesi beni hiç ilgilendirmezdi, beni ilgilendiren şey annemin
bana kızdığıydı. Bu küfürler arasında ''Ermeni dölü, Yezit tohumu'' da
vardı. Bir de annem başka birine kızdığında ''Firavun, firavun bu'' derdi.
''Şeytan'' da başkalarına karşı kullanılan kötü bir sözdü. Bizden büyük
çocuklar kavgalı tartışmalarında, birbirlerinin Allah'ına küfrediyorlardı.
Bir de kitaplarına. Başka küfürler de ediyorlardı ama konumuz bu değil
şimdi.
Dediğim gibi Allah adı küfürler sayesinde kelime dağarcığıma girmişti. İslam
dinini küfürler sayesinde zorlanmadan öğreniyordum. İlerleyen gecelerde
dayımdan, annemin ve babamın bile Allah tarafından yaratıldığını öğrendim.
Ve hatta dayımı bile.. dünyayı ve kedileri, ağaçları ve bütün her şeyi o
yaratmıştı..
Dedemin sakalları gibi bembeyaz sakalları olan birini tasvir ettim
hayalimde. Allah gökyüzünde bir yerlerdeydi..
İyi biriydi, çocukları severdi, onları korurdu. Herkesin yiyeceğini o
verirdi. Elden yiyecek vermezdi ama yiyecek bulmalarını o sağlardı.. Babamın
bile işe gidip çalışarak eve yiyecek getirmesi onun sayesindeydi. Allah
olmasaydı hepimiz açlıktan ölürdük. İyi ki vardı.
Bu bilgileri çoğunlukla benim sorularım üzerine cevap olarak vermişti.. Çok
heyecanlandığımı hatırlıyorum. Artık ''her şeyi'' biliyordum ve
arkadaşlarıma bunları anlatarak, onlara ne kadar bilgili olduğumu
gösterecektim..
Şimdi düşünüyorum da peygamberden hiç bahsetmedi, ya da bir-iki kere adı
geçtiyse bile benim dikkatimi çekmemiş olsa gerek ki aklımda kalmamış.
Peygamberi okulda öğrenecektim.
Bizim aileden ve diğer büyüklerden hiç kimsenin beni karşısına oturtup
Allah, veya din üzerine vaaz verdiğini hatırlamıyorum. Yaşım küçük olduğu
için değil, ilerleyen yıllarda da böyle bir girişim olmadı.
Din, bizim ailede, mahallede ve çocuklar arasında çok az konuşulan bir
konuydu. İslami şartlar, Kur'an, namaz, peygamber gibi konular çok az yer
tutardı. İslam'ın korkutucu figürleri, cinler, periler. cehennem,
İslamcıların şiddet hareketleri daha fazlaydı sohbetlerde.. Siyaset yüzde
doksan ağırlıklıydı. Ecevit, Demirel, Yurt haberleri en çok konuşulan
konulardı. Bundan sonra anlatacaklarımdan, cin-periyle yatıp, cin periyle
kalktığımız zannedilmesin. Konumuz bu olduğu için, diğer faaliyetlerin
arasından cımbızladığım anılarımdır.
Yıllar sonra annemle bir sohbet sırasında, ilkokula başlamadan önce direkten
döndüğümü öğrenecektim.
Babam beni ''Kur'an kursuna'' göndermek istemiş, annem buna şiddetle karşı
çıkmış, babama kızmış ve ''çocuğun zihni bulanır, o okuyup büyük adam
olacak'' demiş, bu konu bir daha açılmamak üzerine kapanmış..
Sonraki yıllarda bizim eve misafirliğe gelen babamın iş arkadaşlarının
konuşmalarından Müslüman olduklarını anladım. Çünkü hep onlar geldiğinde
dinden namazdan Demirel'den bahsederlerdi. Demirel' ciydiler. Biz
Ecevit'ciydik. Çoğu zaman tartışmalar yüksek sesle olurdu. Misafirsiz geçen
gün kayıp gündü.
Büyük ihtimalle babam arkadaşlarından etkilenip beni Kur'an kursuna
göndermek istemişti. Sonraki yıllarda babamı bir-iki kez namaz kılarken
gördüm. Babam Müslümanmış. Annemi de sanki bir kere namaz kılarken gördüm,
ama tam emin değilim.
Aslında ben de Müslümandım. Dayımdan öğrenmiştim Müslüman olduğumu.. Biri
bana ''Müslüman mısın?'' diye sorduğunda ''evet Müslümanım'' demeyecektim.
''Elhamdürillah Müslümanım'' diyecektim.
''Evet Müslümanım'' dediğimde Müslüman olmuyormuşum. Bunu öğrendiğim iyi
olmuştu.
Sonraki günlerde arkadaşlarıma ''sen Müslüman mısın?'' diye sorduğumda, bir
kişi hariç, hepsi de ''evet Müslümanım'' diye cevap vermiş, ben de gülerek,
onlarla ''Müslüman değilsiniz işte'' diyerek alay etmiştim. Doğru cevabı
onlara öğretmiştim. Doğru cevap veren o bir kişi de benden büyüktü, okula
bile gidiyordu.
İlk orucumu okula başlamadan tuttum. Oruç ayı başlamış, annem babam gece
kalkıp yemek yiyor, sonra akşama kadar aç duruyorlardı.
Ben de heveslendim, anneme ısrar ettim, beni de kaldır, ben de oruç
tutacağım diye. Annem de kaldırdı gece, birlikte yemek yedik, çok güzel bir
duyguydu.
Büyüdüm artık oruç tutmaya başladım diye seviniyordum. Biraz uyuduktan sonra
kalktım. Arkadaşlarla evcilik oynarken cebimde sakız varmış, çıkarıp
çiğnemeye başladım. Bir süre sonra ''eyvah ben oruçtum tüh'' deyip sakızı
tükürdüm yere. Ama iş işten geçmişti. Orucum bozulmuştu. Zaten karnım da
acıkmıştı, eve girdim, ekmeğin ucundan büyükçe böldüm, içini boşalttım,
içine biraz ''sana yağ'' sürdüm sonra toz şekeri basa basa doldurdum, azıcık
suladım, şerbetini yere damlata damlata bir güzel yedim...
Bu tuttuğum son oruçtu. Bir daha oruç tutmadım hiç. Bütün gün aç kalmak
saçmaydı. Zaten birkaç ay sonra Allah'la kavga edecektim ve kavgalı olduğum
biri için oruç tutmamın da bir anlamı yoktu.
Allah'la kavgam yavru kediler yüzünden olmuştu.. Evimizin arkasında, biraz
uzakta yavru kediler bulmuştum 4 tane. Çok küçüktüler. Anneleri yoktu. Ekmek
götürdüm verdim, yemediler. Ekmeği ıslattım gene yemediler. O kadar
küçüktüler ki, ağızlarını açmayı bilmiyorlardı. Allah onlara yardım eder
diye kendimi avuttum, arkadaşlarımla oyuna daldım, unuttum kedileri.
Ertesi gün hala oradaydılar, ve ekmek duruyordu. Susamışlardır diye su
koydum önlerine içmediler.
Tekrar yeni ekmek götürdüm ama bu sefer ekmeğe sana yağ sürdüm. Gene
yemediler. Açlıktan ölecekler. Allah'a yalvardım ne olur yesinler,
ölmesinler diye.
Allah hiç bir şey yapmadı. Bu yüzden Allah'a kötü sözler söylediğimi
hatırlıyorum, ama ne söylediğimi hatırlamıyorum...Sonra Allah'tan özür
dilediğimi. Sonra tekrar kötü sözler söylediğimi ve tekrar özür dilediğimi..
Sanırım bana bir şey yapar diye ondan korkmuştum, bu yüzden özür dileyip
durmuştum..
Bu olaydan sonra bir daha Allah'tan hiç bir şey istemedim. Allah'tan
soğumuştum, iyi biri değildi ..hatta kötüydü, vicdansızdı. Var olduğundan
bile şüphelendim bir an.. Var olsa zavallı yavrucaklara yardım etmez
miydi?.. Ama vardı.. Yoktu da biz nasıl gelmiştik dünyaya?.. Adem ile
Havva'yı cennetten Allah kovmuştu?. Dayım bunları nasıl biliyordu?.. Çok
bilgiliydi dayım. Her şeyi biliyordu..
Allah'ın varlığından şüphe ettiğim için pişman oldum. Günaha girmiştim.
Kediler bende derin biz bıraktığı için o günlerdeki duygularımı hala büyük
oranda hatırlarım. Şimdi düşünüyorum da sanırım ''ateist'' olmanın ilk
adımını o gün atmıştım. Zaten İslam hakkındaki bilgim ''elhamdürillah
Müslümanım'' dan ibaretti. Allah ilk darbesini almıştı..
Okula başladım. Yaz tatiline girdik. Artık mahallenin ortasında oyunlar
oynamaya başlamıştık. Mahalle arazisi çok geniş ve evler seyrek olduğu için,
bir-kaç tane mahalle ortası vardı ve bizim eve uzaktı.
Gündüz sadece erkeklerle maç yapar, kızlı erkekli yakan top voleybol, hava
kararınca da saklambaç oynardık. Eğer ortalık zifiri karanlıksa saklambacın
tadına doyum olmaz. Bazı kızlar bu oyuna katılmazdı. Saklambaç oyunu bitince
kızlar evlerden çağrılır, erkekler mahallenin ortasında kocaman ateş yakar,
üstünden atlar, ateşle oynar, sonra ateş azalınca çevresinde oturup, çeşitli
konularda sohbet ederdik. Ateş yaktığımız akşamlar kızların bir kısmı eve
daha geç giderdi. Bazen ''cinler'' hakkında olurdu sohbet. Bazen bütün hafta
cin hikayeleri anlatılırdı. Bazen bir ay boyunca farklı konular gündemde
olurdu.
Cin hikayelerini çoğunlukla dehşet içinde dinler ve korkardık...Korkmaktan
da çok hoşlanırdık.
Sohbetlerde lafın bir an önce cinlere gelmesini sabırsızlıkla beklerdik.
Bizden daha büyükler sohbetten sıkılınca ''ayı gördüm'' oynamak için
eşleşip, gecenin karanlığında kaybolurlardı. Çok uzak ve karanlık yerlere
gittiklerinden, hatta bazen yakın mahalle aralarına saklandıklarından ve
oyun çoğu zaman gece iki-üç gibi ancak bittiğinden şimdilik bize göre
değildi bu oyun. Üç-dört yıl sonra, biraz büyüyünce biz de bol bol bu oyunu
oynayacaktık. Gece meyve bahçelerine dalmaya gidecek, bazen yakalanıp dayak
yiyecektik. Başkasının bahçesinden meyve çalmak bana utanç verici gelirdi,
her gidişimizde vicdanım rahatsız olurdu ama guruptan da kopamazdım. Çünkü
çok heyecan verici ve maceralı olurdu bu seferler. Herkesin uykuya daldığı
gecenin geç saatleri en iyi zamandı.
Cin hikayelerini en çok ''cinci hoca'' nın çocukları anlatırdı. Cinleri en
iyi bilenler onlardı. Onlarda yalan olmazdı. Bu çocuklardan biri benden bir
yaş büyük, öbürü de 1 yaş küçüktü. Bütün çocuklar hemen hemen yaşıttık.
Büyük çocukların anlattıkları daha korkunç olurdu.. Mezarlıklarda yaşanan
gizemli olayları, ruhların insanlara musallat olup onları çaat diye nasıl
çatlattıklarını, büyüklerinden dinledikleri canavar hikayelerini
anlatırlardı. Biz küçüklerin korkması büyüklerin hoşuna gider, biz korktukça
daha da korkunç hikayeler anlatıp, gece sonunda evlere dağılırken bizi tek
başımıza eve gidemez hale getirirlerdi. Sonra çok korkanlara ve evi uzak
olanlara eşlik edip eve kadar götürürlerdi.. Allahtan bizim evle
toplandığımız yer arası yaklaşık 150 metrelik artık ekilmeyen taşlı, çimenli
bir tarlaydı. Ben tek başıma eve gidebiliyordum. Bizim evin bahçe ışığı
genelde yanardı. Işığın verdiği güçle bir koşu evdeydim...Henüz çok küçük
olduğum için eve herkes yatmadan giderdim. Ama benden 3 yaş ve 6 yaş büyük
olan abilerim gece herkes yattıktan sonra da eve gelebiliyorlardı. Onlar
büyüktü. Hatta onlar geniş, meyve ağaçlarıyla dolu bahçemizde oturmak için,
tahtadan yaptığımız divanda da yatabiliyorlardı. Eve bile girmiyorlardı.
Biraz büyüyünce ben de yatmaya başlayacaktım bahçede..
Sohbetlerde Allah'ın adı hemen hemen hiç geçmezdi. İslam'la, dinle,
Kur'an'la ilgili kimse konuşmazdı.
Siyaset konuşulurdu biraz. Deniz Gezmişin maceralarından, Cüneyt Arkın
filmlerinden, kızlardan, çevredeki evlerin bahçelerindeki meyve ağaçlarına
dalmalardan, ev sahiplerinden kaçış planlarından vs. bahsedilirdi.
Biz küçüklerin dini ''cinler''di..Allah'ın adı yoktu, onun yerini cinler
almıştı. Cinler Allah'tan daha gerçekti.
Cinler de Allah gibi kötüydüler ama, daha içimizdeydi, çevremizde ve bize
daha yakındı.. Çok geçmeden ne kadar yakın ve gerçek olduklarını gözlerimle
görecektim.. Allah uzaktaydı, taa göklerin kim bilir, neresindeydi..
İkinci sınıfın sonundaki yaz tatili de aynı geçti. Gene cin, peri sohbetleri
yapıldı. Ama bu arada kendimi cinlerden koruma yolunu da öğrenmiştim.
Besmele çekince cinler yanaşamıyormuş insana, kaçıyorlarmış. Artık her gece
yatmadan besmele çekiyordum. Bir de çok karanlık yerlere girerken. Besmele
''bismillah'' dı.
Sıcak bir yaz gecesi gene böyle cinli-perili sohbet toplantısından sonra
herkes evine dağıldı. O gün de hava çok karanlıktı, her zamanki Ay yoktu
gökyüzünde.
Ben de eve doğru yürümeye başladım, koca bir araziden geçecektim. O gün de
ev ne kadar uzakta görünüyordu. Bahçedeki ağaçlar simsiyahtı. Zaten karanlık
olan arazinin içinde ondan daha da karanlık dev bir gizemli kütle gibi
görünüyordu bahçedeki ağaçlar. Bahçe ışığı yanmıyordu. Saat kaçtı bilmiyorum
ama, gece yarısını geçtiği kesindi. Mahalledeki diğer evlerin ışıkları da
sönüktü..
Kendimi huzursuz hissettim. Tarlaya adım atar atmaz biraz ötemde bir ışık
parladı yukarı doğru sonra kayboldu. Işığın parlamasıyla birlikte saçlarım
kirpi dikeni gibi oldu. Hatta bütün tüylerim havaya kalktı. Bir an görüşüm
kayboldu, yere çöktüm...Arkama baktım kimseler yoktu. Bir-iki evin ışığı
yanıktı. Tek başımaydım...Önümde cin vardı, eve nasıl gidecektim?. Ağlamaklı
oldum ama ağlamadım. Yerde kaldım bir süre. Işığın tam olarak neye
benzediğini göremeden sönmüştü. Ama ''cin'' olduğu kesindi.
Geri dönüp yardım istemeyi düşündüm. Işığı yanan evlerden biri bizim
köylüydü. Diğerleri de tanıdık komşulardı zaten. Ne diyecektim ki?..
Korkaklığımdan dolayı bana nasıl alaycı bakacaklarını canlandırdım gözümde.
Ertesi gün arkadaşlarımın arasında alay konusu olacaktım.. Yardım yok, ya
ölecektim, ya da tek başıma eve ulaşacaktım. Bir süre kendimi
cesaretlendirdim. Koşarak tarlayı geçmeye karar verdim. Birden fırladım,
koşmaya başladım, sonra bu koşma birinden kaçmaya dönüştü, kaçıyordum.. Bu
defa arkamdan geliyorlardı. O anda bir ışık daha patladı ileride, hemen
peşinden ikinci ışık.. Gözlerim sonuna kadar açık, ışığın patladığı yere
baktım, bir hareket aradı gözlerim korkuyla.
Gölgeler de vardı, hareket ediyorlardı sanki. Durdum tekrar, çöktüm. Yolu da
yarılamıştım. Allah geldi aklıma. Yardım istese miydim?.. Ne diyecektim.?.
Sonra Allah'ın kimseye yardım etmediği geldi aklıma.
Kedilere bile etmemişti. Birden kendime çok kızdım. Nasıl unuttum bunu?.
Besmeleyi.. Cinleri benden uzaklaştıracak olan besmeleyi.. Her gece yatarken
aklıma geldikçe çektiğim besmele. Cinlerin korktuğu besmele. Hemen 3 defa
bismillah, bismillah bismillah dedim. Öyle bir rahatlamıştım ki. Allah gibi
bir işe yaramazdan yardım isteyeceğime, işe yarar bir besmele çekmek en
iyisiydi. Ama gene de bu aşamada Allah hakkında ''işe yaramaz'' diye
düşündüğüm için pişman oldum, Allah'tan da özür diledim. İçinde bulunduğum
bu zor durumda Allah'ı da kızdırmamak lazımdı..
Besmele işe yaradı. Üç defa besmele çektikten sonra 10-15 metre koşar adım
yürüyor, sonra yere çöküp sağa sola arkama bakınıyorum. üç defa daha besmele
çekip tekrar yürüyordum. Sanki besmelenin etkili mesafesi 10-15 metreymiş
gibi. Artık cinler korkmuş olmalı ki parlamıyorlardı. Sonunda sağ salim eve
ulaşabildim..
Bir parantez daha. Dokuz yaşındaki bir çocuğa ailesi bu kadar geç saatlere
kadar nasıl izin verir? sorusu aklınıza takılmış olabilir. 1960 lı yıllarda,
köylerinden göç edip kent halkını oluşturan insanlar henüz ''saf
köylülerdi''. Yani kent halkı ''saf ve henüz bozulmamış köylülerden
oluşuyordu.. Mahalle halkı birbirini tanıyor ve nerdeyse her gece
birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı. Televizyon yoktu.
Hırsızlar ev sahibine yakalanabiliyorlardı.. Babam bizim eve giren bir bir
hırsızı yakalayıp polise haber göndermişti. Tek bir polis bizim eve gelip,
hırsızı önüne katmıştı. ''Yürü bakalım, sakın kaçma ha!'' diyerek hırsız
önde, polis üç-dört adım arkada karakola doğru yürüyerek gitmişlerdi. Devlet
(asker) ''irtica-i faaliyetleri'' önleme adı altında yobaz, gerici
Müslümanlara göz açtırmıyordu. Yani ortalıkta yobaz yoktu. Yobazlar
evlerinde kuluçkaya yatmış, ''gelecekteki güzel günler'' için yavrularını
yetiştiriyorlardı. Yani çevre bizim için güvenliydi.
O sene, benden 5 yaş büyük olan halamın oğlu, gündüz vakti, durup dururken
kolunun birini yukarı kaldırdı. Sanırım bir futbol maçı yapmıştık, maç
sonrasıydı. Çünkü bu olay maç sahasının kenarında olmuştu. Çoluk çocuk
çimenli bir yerde oturuyorduk. Halamın oğlu ayakta, ortadaydı. Kolunu yukarı
kaldırdı, yumruğu sıkılı bir vaziyette başını yukarı kaldırıp ''Ey Allah
varsan eğer bu kolumu taş yap'' diye gökyüzüne bağırdı ve öylece kaldı.
Bekledi bir süre, biz de bekledik. Kolu taş olmadı. Cesareti hayranlık
vericiydi. Halamın oğlunun da bu cesur davranışından dolayı memnun olduğu
yüzünden belliydi. Kolunu indirdi, ''demek ki Allah yokmuş'' dedi. Allahın
yokluğunu ispatlamış olmanın verdiği gururla kendi yaşıt gurubuna katıldı..
Aslında bize hava atmış, ne kadar cesur olduğunu göstermişti.
Allah ikinci darbesini aldı.. Bu olay, sonraki birkaç gün aramızda konuşma
konusu olmuştu. Onun bu davranışı çocukların çoğunu etkilemiş, Allah'ın
olmayabileceği fikri kafalarının bir köşesine yazılmıştı. Ama çok inananlar
''belki daha sonra taş yapacak'' diyerek Allah'tan umutlarını
kesmediler..
Daha sonra Allah onu elli beş yaşında kanser yapıp öldürerek intikamını
alacaktı.. Şüphesiz Allah sabrediciydi ve öç alıcıydı. Cenazeye katılanların
bir kısmı, o günkü çocuklardı ve şimdi yaşlanmış olan o çocukların yarısı
cenaze namazının dışındaydılar. Namaza katılan birine yanaşıp usulca ''sen
ateist değil miydin'' dediğimde, ''ayıp olur şimdi, gelenek böyle ''
cevabını vermişti. Ben namazın dışında kaldım. Rahmetsizi bir Müslüman gibi
gömdüler.. ''Hiç olmazsa ayaklarını kıbleye çevirselerdi, ruhu şad olurdu''
dedim yanımdaki ateiste. Her cenazede ettiğim vasiyeti tekrarladım eşime.
''Ben ölünce beni dik gömün, daha az mezar parası verirsiniz''
Bu olay Allah'ın varlığından duyduğum şüpheyi iyice güçlendirdi. Allah'tan
şüphelenen tek ben değildim.
Allah'a meydan okuyan halamın oğlu hala sapasağlam aramızdaydı. Bu şüphemin
benden daha büyük biri tarafından desteklenmesi ayrıca gurur vericiydi.
Bu arada cinler hakkındaki bilgi dağarcığım giderek artıyordu. Gene bir
sohbette, gene cinci hocanın çocuklarından; cinlerin aynı insanlar gibi
birbirleriyle evlendiklerini ve gece düğün yaptıklarını öğrendim. Gece açık
arazide işerken çok dikkatli olmalıydık. Eğer yanlışlıkla cinler tam düğün
yaparken üstlerine işersek, çarpılabilirdik. Şimdiye kadar çişimiz
geldiğinde geze geze, keyif ala ala, şekiller çize çize, birbirimizle en
uzun çizgi yapma, en uzağa işeme yarışına gire gire işerdik. İşemek ayrı bir
oyundu bizim için..
O günden sonra işeyeceğimiz yeri önce ayağımızla korka korka dürtükleyip,
düzeltiyorduk. Cinlerin düğün yapmadığından iyice emin olduktan sonra
çabucak, çişimizi fazla dağıtmadan, tek noktaya nişanlayarak işemeye
başladık. İşeyeceğimiz yer seçimi de önemliydi. Cinlerin düğün yapmayacağını
düşündüğümüz taşlık, kayalık, kötü yerleri seçmeye özen gösterirdik. Çimlik
çimenlik düz yerler düğün yapmak için idealdi. Bir de zifiri karanlıkta
işemek sakıncalıydı. İşediğimiz yeri görmemiz daha güvenliydi.
Aydınlık yer bulamadığımda, çok karanlıkta, yere diz üstü çöker gözlerimi
iyice açarak dikkatle işerdim. Gelinle damadın üstüne işemenin sonuçları
korkunç olurdu. Eskiden işeme süresi uzadıkça zevk alırdım. Ama şimdi bir an
önce bitsin diye kendimi sıkarak daha tazyikli işemeye çalışıyordum. Buna
rağmen bir türlü bitmiyor, bu süre uzadıkça uzuyordu.
Tamam, başlarken düğün yoktu ama her an bir düğün konvoyu benim çişimin
altına girebilirdi. Bu da benim oracıkta çarpılmam demekti. Bu yüzden sağa
sola da bakıyordum düğün konvoyu geliyor mu diye.
Bir de çiş süresini kısaltabilsem daha iyi olacaktı.. Çarpılmak deyince,
elimin, kolumun, bacaklarımın, hatta tüm vücudumun yamuk yumuk olması
geliyordu aklıma. Bunlara ek olarak, ağzım yamulacak, gözlerim şaşı
olacaktı..
Daha sonra cinci hocanın çocuklarından cinlerin düğünlerde davul zurna da
çaldıklarını öğrendik. Bu yeni bilgiler ışığında işeme yerini kontrol etmeye
dinleme de eklendi..
Zamanla, korkarak işemeyi bıraktık. Birlikteyken birbirimizden aldığımız
cesaretle normal işemeye başladık. Belki de ne kadar cesur olduğumuzu
birbirimize göstermek için normalleştik. Ama gene de ben yalnızken tedbirimi
alıp da işiyordum. Noolur noolmazdı. Eminim onlar da yalnızken tedbirli
davranıyorlardı.
Cinci hoca beni de okuyup üflemişti. O zaman daha da küçüktüm. Belki de
cinli miyim diye bakmıştı.
Annemle babam yanımdaydı. Cinci hoca içi su dolu tasa, şimdi hatırlamıyorum,
bir şeyler yaptı, sonra suya parmaklarını sokup ıslak elini üzerime
silkeledi, sonra sudan bana bir yudum içirdi. Kötü bir tadının olduğunu
hatırlıyorum. Midem bulanmıştı. O zaman daha da küçüktüm. Cinci hocanın
gözleri masmaviydi. Sakalı yoktu, bıyıklıydı. Chevrolet arabası vardı, ama
bizim mahallede oturuyordu. Şimdi anlıyorum ki o arabanın bir kısım parası
da babamdan çıkmıştı. Kim bilir kaç para vermişti beni üfletmek için..
Artık uykumdan korkuyla uyanmalar başlamıştı. Eskiden de sıçrayarak
uyandığım oluyordu ama şimdi bu daha da çoğalmıştı. Canavar çeşitliliği
artmıştı. Koca bir canavar ağzını açıp beni yemek üzereyken uyanıyordum.
İnsan olmayan ''şeyler'' sürekli beni kovalıyor, yakaladıklarında da
uyanıyordum. Bazen bir gölge üzerime eğiliyor, bir türlü kurtulamıyordum
ondan. Korkuyla uyandıktan sonra da evin bir köşesinden bir gölge çok hızlı
bir şekilde açık kapıdan yan odaya kaçıyordu. Tekrar uykum geliyor, göz
kapaklarım demir gibi ağırlaşıyordu. Ama gözlerimin açık olması gerekiyordu,
ya gölge tekrar gelirse?
Zorla gözlerimi tekrar açıp, kapanmadan önce odayı kolaçan ediyordum.
Sonunda göz kapaklarımın ağırlığı üstün geliyor, derin uykuma
dönüyordum..
Yaz tatili bitmek üzereydi. Bir ay sonra üçe başlayacaktım. Artık yeterince
büyümüştüm. Benim olmadığım sınır ötesi bir keşif gezisinde arkadaşlar büyük
bir inşaat çukurunun suyla dolu olduğunu, tıpkı göl gibi kocaman olduğunu
söyleyince oraya gidip yüzmeye karar verdik. Akşama doğru gittik. On kişiden
fazlaydık, belki on beş tam hatırlamıyorum. Şimdiki Milli kütüphanenin
oralarda bir yer. Apartmanlar uzaktı. Anadan doğma soyunup girdik suya.
Tertemiz su çamur gibi oldu, çok eğlendik. İlk defa bu kadar büyük kütleli
bir suya giriyorduk. Beş-altı sene sonra Ankara Göl başında gerçek göle
girip, su yılanı tutup, mahalledeki kızları korkutacaktık. Şu anda koyu bir
''hayvan sever'' olarak yılanlara çektirdiğimiz eziyet için kendimi
affetmedim hala.
Hava kararmaya başladı, sudan çıkıp giyindik. Sonra apartmanların olduğu
tarafta on beş-yirmi metre ötede, belki daha yakın, bembeyaz uzun elbisesi
ile, bembeyaz sakallı ve bembeyaz saçlı, altı katlı apartman yüksekliğinde
yaşlı bir adam bize doğru bakarak kahkaha atıyordu. Kahkaha sesi
şiddetliydi. Hah hah hah ha tarzındaydı. Aniden belirmişti orada. Gövdesi
bize dönüktü ve gövde genişliği boyunun yüksekliğiyle orantılıydı. Elbisesi
boynundan başlayıp ayaklarına kadar inen bir entariydi. Önce kahkahayı
duyup, sonra mı gördük, yoksa biz onu gördükten sonra mı kahkaha attı,
bundan tam emin değilim. Ama kahkaha atarken her ''hah'' deyişinde kafası
yukarı kalkıyordu. Yani bildiğimiz ''Erol Taş'' kahkahasıydı..
Bütün çocuklar, hep birlikte, telaşla aksi yönde kaçmaya başladık. Kaçış
yönümüz engebeli, yer yer yüksek tümsekli, kurumuş otlarla doluydu. Düz bir
yere varınca durduk. Çocuklardan birinin elinde ayakkabısı ve elbisesi
vardı, ama külotluydu. Çıplak ayakları ne haldeydi bilmiyorum. Çocuklardan
biri ''gördünüz mü?'' dedi. Sonra her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonra biri
''beyaz sakalları vardı'' dedi, diğerleri onayladı. Onaylayanlardan biri
''dev gibiydi'' dedi, o da onaylandı. Herkes gördüğü bir şeyi söylüyor
diğerleri ''evet evet aynen öyleydi'' diye onaylıyordu. Benim yaptığım tarif
de onaylandı. Kahkahasını duydunuz mu?... Duymayan yoktu.
Şimdi, şu anda, bunları yazarken düşünüyorum da, bunu hala açıklayamıyorum.
O adamı gördüğümü net bir şekilde biliyorum, bundan hiç şüphem yok. Aynen
tarif ettiğim gibiydi. Tek başıma olsam, beynim bana oyun oynadı, bana bunu
gösterdi diyeceğim ama, diğer çocuklar?. Hep birlikte kaçmayı da
açıklayabiliyorum. Ağaçtaki kuş sürüsü misali, bir kuş telaşla havalanınca,
anında bütün kuşlar havalanır. Nitekim bu konuda antrenmanlıyız. Birinin
bahçesine daldığımızda aramızdan biri aniden kaçarsa, diğerleri tehlikeyi
görmesine gerek kalmadan kaçar.
Birinin tarifini, diğerlerinin onaylaması nasıl açıklanacak?. Belki de zaman
içinde kendimi bunun böyle olduğuna inandırdım ve beynim bunu gerçek olarak
kabul etti. Adamı sadece ben görmüştüm. Ve ben kaçınca herkes kaçmıştı. Ve
ben adamı tarif edince biri bu tarifi onaylamış, diğerleri de tasdik
ettikten sonra benim tarifimin bir ayrıntısını kendi görmüş gibi ortaya
atmış ve bu tarif de onaylanmıştı. Başka bir açıklama aklıma gelmiyor..
Adamı tarif ettiğim şekilde gördüğüme ve kahkaha attığına eminim. Ben
görmediysem bile beynim bunu hayal etti... Özellikle atmış olduğu kahkaha ve
yüzünün ayrıntıları hala gözümün önünde. Sizin farklı bir yorumunuz var
mı?.
Yıllar böyle geçti. Yıllar içinde ateist olma yolunda epeyce mesafe kat
ettim. Tam ''artık ben bir ateistim'' diyecekken, orta okul ikinci sınıfta
çok sevdiğim tarih öğretmenim sınıfa hitaben ilk defa duyduğum şu sözleri
söyledi. ''Çocuklar, Allah'a inanmak lazım. İnanmazsanız ve Allah varsa
neler kaybedeceğinizi düşünün. İnanıyorsunuz ve Allah yok. Bu durumda bir
şey kaybetmezsiniz.''
Bana gayet mantıklı geldi bu sözler. Öyle ya!. İnanmanın ne gibi bir kaybı
olabilir ki?..Kafam karıştı.
Olmadığından emin olduğum bir şeye inanıyor görünmek kendini kandırmaktan
başka bir şey değildi.
Daha da kötüsü kendime olan saygımı zedeleyen bir şeydi bu. Allah'ın
olmadığından ne kadar eminim, bundan da emin değildim. Bu sözler ''tam bir
ateist'' olmamı en az iki yıl engelledi. Tam kişilik arayışında olduğum bir
dönemde Bence ben, kendimi kandırıyordum. Sağa sola ben ''ateistim'' diye
hava atıyordum. ama, bazen Allah'a laf sokuşturduktan sonra bismillah bile
değil, ''bismillahirrahmanirrahim'' çekerken kendimden utandığımı, sonra
utancımı türlü bahanelerle arsızca yendiğimi ve rahatça uyuduğumu kendimden
daha ne kadar saklayacaktım.?
İnanılmaz bir şeydi bu. Allah'ın yokluğundan o kadar emindim ki. Ama gene de
Allah'la kavga ettiğimde içime bir huzursuzluk çöküyordu. Sanki var olan
birine hakaret ettikten sonra ''ayıp etmenin'' pişmanlığını yaşıyordum..
Orta okul yılları Cumhuriyet Lisesinde böyle geçti. Bu arada taşındık.
Liseyi Dikmen Lisesinde, siyasi olaylara fazla bulaşmadan bitirdim.
Bu arada dinlerin tarihi ile ilgili çeşitli kitaplar elime geçti, okudum.
Mealen, hemen hepsi de dinlerin ''sosyolojik veya ideolojik bir durum''
olduğu konusunda birleşiyorlardı. Yani ''tanrıları insanlar yaratmıştı''
Bunu açıkça yazmıyorlardı ama dinlerin ortaya çıkışını, gelişimini
yorumladığımda bu sonuç çıkıyordu..
Artık tam ve kesin olarak ateisttim. Allah'la kavga ettikten sonra bismillah
çekmiyordum. Ezan okuyan hocadan başlayıp, ne kadar İslami değerler varsa
hepsini rahatça eleştiriyor, hatta hakaret ediyordum. Bundan dolayı da
pişmanlık duymuyordum. Allah falan kesinlikle yoktu, hepsi de eskilerin
masallarıydı.
Kur'an mealini de okumuştum baştan sona. Bir şey anlamamıştım, sıkıcıydı ve
bana göre yazanları çoğu saçmaydı. Okuduğum en sıkıcı romandan daha
sıkıcıydı bu Kur'an'ın meali. Yine de bir gariplik vardı, bir eksiklik, ama
neydi?. çözemedim.
Yıl 1980 lise bitti, askeri darbe ve üniversite hayatı başladı. Gazeteler
Kur'anın yeni mucizesi haberleriyle dolup taşıyordu. Kur'an'daki mucizeler
bitmiyor, neredeyse her hafta bir mucize haberi yayımlanıyordu.. Tabi bu
haberler benim gibi koyu ateisti etkileyecek şeyler değildi. Hepsi uydurma
yalan haberdi..
Ama bir şey vardı, çözemediğim bir şey. O şeyin ne olduğunu bilmiyordum.
Bazı geceler kötü rüyalar görüp, yaratıklar tarafından uyandırılıyordum.
Karanlıkta hala ürperiyor, koyu karanlıkta bir canavar çıkma ihtimaline
karşı adrenalim yükseliyor, vücudum her an bir şey olma ihtimaline karşı
kaçmak ya da karşı koymak için geriliyordu. Vücudumun tepkisi mantıksızdı.
Beynimde bitirdiğim Allah'ın ''yan etkileri'', yani cinler, insanüstü
yaratıklar bitmemişti. Nasıl olurdu?.. Allah yok olduğuna göre onların da
yok olması gerekiyordu. Ama vardılar. Gece rüyalarımdaydılar. Ayda bir-iki
defa da olsa beni ziyaret ediyorlardı..
Allah hala ölmemişti. Ağır yaralıydı ve gizlenmişti beynimin alt logosuna.
Allah bana şah damarımdan daha yakındı.
Müslümanlar yorumlara sık sık şu sözü yazarlar; ''düşmekte olan bir uçakta
ateist kalmaz'' Tam da bu durumdaydım. Her şey normal iken ateistliğime
kimse laf söyleyemezdi. En ateist bendim. Ama düşmekte olan bir uçakta
ateist kalabilecek miydim? Bana kalsa ben kalırdım. Ama beynimin
derinliklerinde gizlenen ''bir asi nöron gurubu'' yere çakılmadan önce
iktidarı ele geçirip, şu bildiriyi okumam için emir verebilirdi;
''Bismillahirrahmanirrahim.'' Bunca yıllık emeklerim bir anda boşa gidecek
ve Müslüman olarak ölecektim. Ne acı!..
Uçağa binmemeye karar verdim.
Yıllar geçti, hangi yıl hatırlamıyorum, elime Turan Dursun DİN BU-1 ve DİN
BU-2 kitapları geçti. Turan Dursun, yüzyılların ölümü.. Okudum. İnanılmaz
ayrıntı, netlik. Basit ve etkili. Allah'ın aleyhindeki maddi ve manevi
deliller çok fazlaydı. Her şey ortadaydı. Maddi delil Kur'an kitabındaki
kelime ve cümlelerdi. Manevi delil, bunların akıl, vicdan ve mantıkla
bağdaşmaması. Bilime aykırı bir sürü laf.
İlk defa bu kadar net bilgiler alıyordum İslam dini hakkında. Daha önce
okuyup geçtiğim Kur'an ın nasıl okunacağını Turan Dursun öğretmişti bana.
Roman gibi okuyup geçmeyecekmişim meğer.. Arkamdan Müslüman kovalamıyordu.
Acelem neydi?
Bu bilgiler ışığında Kur'an'ın mealini tekrar, yavaş yavaş okudum. Turan
Dursun doğru mu söylüyor diye onun yazdıklarıyla karşılaştırdım. Bir
yalanını yakalayamadım.
Turan Dursun'dan sonra da yıllar geçti. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştım.
Bu arada Turan Dursun kitapları hep yanımdaydı, neredeyse ezberlemiştim.
Ama bir gariplik vardı. Bir şey ama ne? :)) Yeter artık dediğinizi duyar
gibiyim. Senin bu ''şey'' lerin de hiç bitmiyor. Tamam söz veriyorum bu son
''şey'' im.
Çok garip diye düşündüm. Ben yıllardır rüyamdan korkuyla uyanmadım. Bunu bir
anda fark ettim. Geçmişimi yokladım. Evet doğruydu.. Korkulu, canavarlı
rüyalar bitmişti. Ne zaman diye geriye gittiğimde Turan Dursun'la
karşılaştım.. Onu okuduğumdan beri bir kere bile bir canavar tarafından
uyandırılmadım. Hafızamı yokladığımda zifiri karanlıklarda vücudumun alarma
geçmediğini hatırladım.
Özellikle yalnızken ve geceleri, evin içinde bir kapı gıcırdasa, perde
oynasa, ya da aşırı dengede duran bir obje devrilse, ilk tepkim bir insan ya
da hayvan mı var? olurdu. Sırasıyla, rüzgar ve başka nedenler.. Bunlar yoksa
''Acaba bir ruh, bir şeytani varlık mı bunu yapan''. diye aklımdan geçerdi.
Sonra ''saçmalama ne ruhu?. Hala kurtulamadın şu ruhlardan'' diye kendimle
alay ederdim. Ama kendimle alay etmek ''ruhların'' aklıma gelmiş olması
gerçeğini değiştirmiyordu.
Artık perde oynadığı zaman, doğa üstü hiç bir seçenek aklıma bile
gelmiyor.
Şu anda, şimdi, karşımda ruhlar, gölgeler ve kuyruklu şeytanlar dans etse,
elimle bir yerlere vurarak tempo tutar, biraz coşup eğlenip, şeytan dişiyse
''göbek at bakayım'' deyip göbek attırdıktan sonra ''hologram teknolojisini
çok geliştirmişler helal olsun gavurlara'' derim..
Artık uçağa gönül rahatlığıyla binebilirim. Bilincimin altına gizlenmiş olan
''asi nöronları'' Turan Dursun çoktan parçalayıp yok etmiş de haberim
olmamış. Düşmekte olan uçakta, artık bir ateist var. Bu din öyle bir virüs
ki, benim gibi ateist bir ortamda yaşayan ve on iki-on üç yaşından beri
kendini ateist olarak tanımlayan birine bile bulaşabiliyor. Bir başkasının
yardımı olmadan da tam olarak temizlenemiyor. Benim doktorum Turan Dursun
oldu. Bir cerrah gibi, beynimin içine saklanan, ölü numarası yapıp en zayıf
anımda canlanmayı bekleyen, canlanmak için uçağın düşmesini kollayan
canavarı söktü attı oradan..
Ama sen cinlere perilere ruhlara inanmışsın, Allah'la ilgisi yok diye
düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki, bunlar Allah'ın yan ürünleri. Allah'ı
yok edince bunların da otomatik olarak yok olması gerekir. Bu yaratıklar
rüyalarınızda geziniyorsa ya da kımıldayan perdenin kımıldama sebeplerinden
biri olma ihtimali aklınıza geliyorsa, kendi Turan Dursun'unuzu arama
vaktiniz gelmiştir derim. Benim zamanımda Turan Dursun bulmak zordu,
tesadüfen karşılaştım zaten kendisiyle. Ama bu internet çağında Turan
Dursunlar bir hayli fazla ve onlara ulaşması çok kolay.
Son olarak; Herhangi bir yaratıcı fikrini taşıyanların uçağa binerken
dikkatli olmalarını rica ediyorum. Beyninizin alt logosunda kılık
değiştirmiş, örneğin ''yaratıcı evren'' kılığına girmiş olan ''Bizim
Oğlan'', uçak yere çakılırken konuşma merkezinizi ele geçirip size
istemediğiniz şeyler söyletebilir.
Herkese saygılarımı sunarım.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı,
inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
-
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
-
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
-
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm
içerikler özgündür)